Tarihe kızıl sultan olarak geçmiştir ama döneminde bir kişi dahi idam edilmemiştir. Namık Kemalin, Tevfik fikretin o dönem gazetelere sultan Abdülhamit hakkında Yazdıklarını bir okursanız anlarsınız. Bugün birisi başındakilere buna benzer şeyler yazsın vallahi diyorum ipe götürürler. Ama o bu cezayı döneminde hiç kimseye vermemiş.
Ermeni birisinin faytonuna yerleştirdiği bomba patlar ama padişah yara almadan kurtulur. Tevfik Fikret bunu gazetede şu şiiriyle dile getirir; Ah güzelim el ah. attın yiğitce attın ama tutmadı ne yazık oldu tutmadı vah. Gibi adice bir yaklaşımla suikastin başarısızlığından elim elim yakınır.
ben sadece bunu gördüm yukarıda.
quote:
Orjinalden alıntı: dasdasq
quote:
Orjinalden alıntı: mr.respekt
Tarihe kızıl sultan olarak geçmiştir ama döneminde bir kişi dahi idam edilmemiştir. Namık Kemalin, Tevfik fikretin o dönem gazetelere sultan Abdülhamit hakkında Yazdıklarını bir okursanız anlarsınız. Bugün birisi başındakilere buna benzer şeyler yazsın vallahi diyorum ipe götürürler. Ama o bu cezayı döneminde hiç kimseye vermemiş.
Ermeni birisinin faytonuna yerleştirdiği bomba patlar ama padişah yara almadan kurtulur. Tevfik Fikret bunu gazetede şu şiiriyle dile getirir; Ah güzelim el ah. attın yiğitce attın ama tutmadı ne yazık oldu tutmadı vah. Gibi adice bir yaklaşımla suikastin başarısızlığından elim elim yakınır.
ben sadece bunu gördüm yukarıda.
Hatta başka bir arkadaşta aynı şiiri benden sonra kopyalamış ama denk gelemediniz herhalde!Bu şiir Abdülhamit Han tahttan indirildikten sonra kaleme alınmıştır.
Padişahlığı zamanında kendisini tenkid edenler sonraki adareleri gördükten sonra pişman olup onun idaresini aramışlardır.Nitekim Filozof Rıza Tevfik ve şair Süleyman Nazif onun devrini aradıklarını şiirlerle dile getirmişlerdir.İşte Rıza Tevfik;
Nerdesin şevketli Sultan Hamid Han, Feryadım varır mı bargahına? Ölüm uykusundan bir lahza uyan, Şu nankör milletin bak günahına!
Tarihler adını andığı zaman, Sana hak verecek, hey koca Sultan; Bizdik utanmadan iftira atan Asrın en siyasi padişahına.
Divane sen değil, meğer bizmişiz, Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz. Sade deli değil edepsizmişiz, Tükürdük atalar kıblegahına.
derken Süleyman Nazif de;
Padişahım gelmemişken yada biz İşte geldik senden istimdada biz Öldürürler başlasak feryada biz Hasret olduk eski istibdada biz.
mısraları ile pişmanlığını dile getiriyordu.
Ermeni asıllı Fransız Yazar Albert Vandal'ın"Le Sultan Rouge=Kızıl Sultan" şeklinde ortaya attığı iftiraları mı baz alarak bu sultana saldırıda bulunacağız?El insaf!
Madem bu kadar kötü bir padişahtı kendisini tahttan indirmek için türlü türlü oyunlara niçin müracaat ettiler acaba büyük devletler?Ermeni komitacıları ve milletlerarası siyonizmin temsilcileri, davalarına engel gördükleri II. Abdülhamid’i yok etmek üzere, terörist Belçikalı Jorris ile anlaştılar. 21 Temmuz 1905’de Cuma Selamlığında patlayan bomba, Padişahı yok etmek için patlatılmıştı; ama Allah korudu.Devleti içten çökertmek için kurulan Jön Türkler daha sonra isim değiştirerek İttihad ve Terakki adını alan cemiyet Abdülhamit Han'ı tahttından indirmekle kalmamış politikasını beğenmedikleri padişahın ardından uyguladıkları siyasetlerle devleti ardı ardına savaşlara sokarak yüzbinlerce vatan evladının kaybedilmelerine sebep olmuşlardır.Abdülhamid Han'a hal' kararını tebliğ eden dört kişi arasından biri dahi ne Türk ne de Müslümandı!Bu kişiler Yahudi Emanuel Karaso, Ermeni Komitecisi Aram Efendi, Arnavud Es’ad Toptani Paşa ve Gürci Ârif Hikmet Paşa idiler.Türk ve Müslüman bir devlet başkanına hal'kararını tebliğ edenlere bakın!Bu öenek bile devletin o zamanlar ne halde olduğunu gözler önüne seriyor.Anlayanlar için tabii!
quote:
Orjinalden alıntı: KUNG-FU 61
Ermeni asıllı Fransız Yazar Albert Vandal'ın"Le Sultan Rouge=Kızıl Sultan" şeklinde ortaya attığı iftiraları mı baz alarak bu sultana saldırıda bulunacağız?El insaf!
Madem bu kadar kötü bir padişahtı kendisini tahttan indirmek için türlü türlü oyunlara niçin müracaat ettiler acaba büyük devletler?Ermeni komitacıları ve milletlerarası siyonizmin temsilcileri, davalarına engel gördükleri II. Abdülhamid’i yok etmek üzere, terörist Belçikalı Jorris ile anlaştılar. 21 Temmuz 1905’de Cuma Selamlığında patlayan bomba, Padişahı yok etmek için patlatılmıştı; ama Allah korudu.Devleti içten çökertmek için kurulan Jön Türkler daha sonra isim değiştirerek İttihad ve Terakki adını alan cemiyet Abdülhamit Han'ı tahttından indirmekle kalmamış politikasını beğenmedikleri padişahın ardından uyguladıkları siyasetlerle devleti ardı ardına savaşlara sokarak yüzbinlerce vatan evladının kaybedilmelerine sebep olmuşlardır.Abdülhamid Han'a hal' kararını tebliğ eden dört kişi arasından biri dahi ne Türk ne de Müslümandı!Bu kişiler Yahudi Emanuel Karaso, Ermeni Komitecisi Aram Efendi, Arnavud Es’ad Toptani Paşa ve Gürci Ârif Hikmet Paşa idiler.Türk ve Müslüman bir devlet başkanına hal'kararını tebliğ edenlere bakın!Bu öenek bile devletin o zamanlar ne halde olduğunu gözler önüne seriyor.Anlayanlar için tabii!
Hakani tahttan indirmek icin gelen heyetin icinde birde yahudi var. istmi emanuel karasu. Bir ermeni, arnavut ve iki beyni sulanmis türk. Bes kisilik heyet gelir onu tahttan indirmeye. Resmen intikam kokan bir heyet. herseyi sembolik yerli yerine koymuslar korkmadan ve cekinmeden. heyetin genetik yapisi bile sembolik.
quote:
Orjinalden alıntı: KUNG-FU 61
quote:
Orjinalden alıntı: dasdasq
quote:
Orjinalden alıntı: mr.respekt
Tarihe kızıl sultan olarak geçmiştir ama döneminde bir kişi dahi idam edilmemiştir. Namık Kemalin, Tevfik fikretin o dönem gazetelere sultan Abdülhamit hakkında Yazdıklarını bir okursanız anlarsınız. Bugün birisi başındakilere buna benzer şeyler yazsın vallahi diyorum ipe götürürler. Ama o bu cezayı döneminde hiç kimseye vermemiş.
Ermeni birisinin faytonuna yerleştirdiği bomba patlar ama padişah yara almadan kurtulur. Tevfik Fikret bunu gazetede şu şiiriyle dile getirir; Ah güzelim el ah. attın yiğitce attın ama tutmadı ne yazık oldu tutmadı vah. Gibi adice bir yaklaşımla suikastin başarısızlığından elim elim yakınır.
ben sadece bunu gördüm yukarıda.
Hatta başka bir arkadaşta aynı şiiri benden sonra kopyalamış ama denk gelemediniz herhalde!Bu şiir Abdülhamit Han tahttan indirildikten sonra kaleme alınmıştır.
Padişahlığı zamanında kendisini tenkid edenler sonraki adareleri gördükten sonra pişman olup onun idaresini aramışlardır.Nitekim Filozof Rıza Tevfik ve şair Süleyman Nazif onun devrini aradıklarını şiirlerle dile getirmişlerdir.İşte Rıza Tevfik;
Nerdesin şevketli Sultan Hamid Han, Feryadım varır mı bargahına? Ölüm uykusundan bir lahza uyan, Şu nankör milletin bak günahına!
Tarihler adını andığı zaman, Sana hak verecek, hey koca Sultan; Bizdik utanmadan iftira atan Asrın en siyasi padişahına.
Divane sen değil, meğer bizmişiz, Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz. Sade deli değil edepsizmişiz, Tükürdük atalar kıblegahına.
derken Süleyman Nazif de;
Padişahım gelmemişken yada biz İşte geldik senden istimdada biz Öldürürler başlasak feryada biz Hasret olduk eski istibdada biz.
mısraları ile pişmanlığını dile getiriyordu.
hocam rıza tevfikle , tevfik fikret in alakası ne. bunlar aynı kişiler mi.
quote:
Orjinalden alıntı: dasdasq
quote:
Orjinalden alıntı: KUNG-FU 61
quote:
Orjinalden alıntı: dasdasq
quote:
Orjinalden alıntı: mr.respekt
Tarihe kızıl sultan olarak geçmiştir ama döneminde bir kişi dahi idam edilmemiştir. Namık Kemalin, Tevfik fikretin o dönem gazetelere sultan Abdülhamit hakkında Yazdıklarını bir okursanız anlarsınız. Bugün birisi başındakilere buna benzer şeyler yazsın vallahi diyorum ipe götürürler. Ama o bu cezayı döneminde hiç kimseye vermemiş.
Ermeni birisinin faytonuna yerleştirdiği bomba patlar ama padişah yara almadan kurtulur. Tevfik Fikret bunu gazetede şu şiiriyle dile getirir; Ah güzelim el ah. attın yiğitce attın ama tutmadı ne yazık oldu tutmadı vah. Gibi adice bir yaklaşımla suikastin başarısızlığından elim elim yakınır.
ben sadece bunu gördüm yukarıda.
Hatta başka bir arkadaşta aynı şiiri benden sonra kopyalamış ama denk gelemediniz herhalde!Bu şiir Abdülhamit Han tahttan indirildikten sonra kaleme alınmıştır.
Padişahlığı zamanında kendisini tenkid edenler sonraki adareleri gördükten sonra pişman olup onun idaresini aramışlardır.Nitekim Filozof Rıza Tevfik ve şair Süleyman Nazif onun devrini aradıklarını şiirlerle dile getirmişlerdir.İşte Rıza Tevfik;
Nerdesin şevketli Sultan Hamid Han, Feryadım varır mı bargahına? Ölüm uykusundan bir lahza uyan, Şu nankör milletin bak günahına!
Tarihler adını andığı zaman, Sana hak verecek, hey koca Sultan; Bizdik utanmadan iftira atan Asrın en siyasi padişahına.
Divane sen değil, meğer bizmişiz, Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz. Sade deli değil edepsizmişiz, Tükürdük atalar kıblegahına.
derken Süleyman Nazif de;
Padişahım gelmemişken yada biz İşte geldik senden istimdada biz Öldürürler başlasak feryada biz Hasret olduk eski istibdada biz.
mısraları ile pişmanlığını dile getiriyordu.
hocam rıza tevfikle , tevfik fikret in alakası ne. bunlar aynı kişiler mi.
Hayır aynı kişiler değil.İsimleri karıştırmışım.Yalnız aynı kafadan olan kişiler.İkisinin de fikirleri hemen hemen örtüşüyordu.Bir zamanlar kendisini övmek için yarıştığı, methiyeler doğum tebrikleri yazdığı Sultan Abdülhamid Hanın daha sonra amansız düşmanı olmuştur.Hatta bir şiirinde:
Ey şanlı avcı!Damını beyhuda kurmadın, Attın...Fakat yazık ki, yazıklar ki vuramadın!
diyerek Abdülhamid Hana tuzak kuran Ermeni anarşistini coşkuyla alkışlamıştır.Ardından Abdülhamid Hanı tahttan indiren İttihatçıların Abdülhamid Hanı şiddetle aratan acemice ve diktatörce hareketleri karşısında İttihatçılar hakkında tenkidlerle dolu bir şiir kaleme almıştır.
Han-ı Yağma*
Bu sofracık, efendiler - ki iltikaama muntazır Huzurunuzda titriyor - bu milletin hayatıdır; Bu milletin ki mustarip, bu milletin ki muhtazır! Fakat sakın çekinmeyin, yiyin, yutun hapır hapır...
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Efendiler pek açsınız, bu çehrenizde bellidir Yiyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı kim bilir? Bu nadi-i niam, bakın kudumunuzla müftehir! Bu hakkıdır gazanızın, evet, o hak da elde bir...
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Bütün bu nazlı beylerin ne varsa ortalıkta say Haseb, neseb, şeref, oyun, düğün, konak, saray, Bütün sizin, efendiler, konak, saray, gelin, alay; Bütün sizin, bütün sizin, hazır hazır, kolay kolay...
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Büyüklüğün biraz ağır da olsa hazmı yok zarar Gurur-ı ihtiıamı var, sürur-ı intikaamı var. Bu sofra iltifatınızdan işte ab u tab umar. Sizin bu baş, beyin, ciğer, bütün şu kanlı lokmalar...
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Verir zavallı memleket, verir ne varsa, malını Vücudunu, hayatını, ümidini, hayalini Bütün ferağ-ı halini, olanca şevk-i balini. Hemen yutun düşünmeyin haramını, helalini...
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak! Yarın bakarsınız söner bugün çıtırdayan ocak! Bugünkü mideler kavi, bugünkü çorbalar sıcak, Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak...
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Yabancı hesaplara çalışan Ermeni bir suikastçı tarafından öldürülmek üzere iken kılpayı kurtulan Sultan hakkında suikastçının beceriksizliğine için için yanarak şiir kaleme alan bu şahsı mı referans alacağız!Galiba düşmanları karıştırıyoruz!
ABDÜLHAMİD HAN - II; Osmanlı padişahlarının otuz dördüncüsü ve İslam halifelerinin doksan dokuzuncusu. Sultan Abdülmecid’in ikinci oğlu olup 1842’de Tir-i Müjgan Sultandan doğdu. On yaşında iken annesini kaybeden şehzade Abdülhamid, babasının emriyle Perestu Kadın Efendinin himayesine verildi. Özel hocalar tayin edilerek iyi bir eğitime tabi tutuldu. Arapçayı, Ferid ve Şerif efendilerden, Farsçayı kazasker Ali Mahvi Efendi ve Sadrazam Safvet Paşadan; tefsir, hadis, fıkıh ilimlerini Gümüşhanevi Ömer Hulusi Efendiden; Fransızcayı Gardet, Edhem ve Kemal paşalardan ve diğer din ve fen ilimlerini de sahasında üstad olan hocalardan öğrendi. Tahsilinden artan zamanlarını; ata binmek, silah kullanmak ve spor yapmakla değerlendirirdi. Şehzade Abdülhamid’in zeka ve hafızasının son derece yüksek oluşu ile politik kabiliyeti, amcası olan Sultan Abdülaziz’in dikkatini çekti. Nitekim Sultan Abdülaziz Han, onun daha serbest bir ortamda yetişmesini sağladı. Mısır ve Avrupa seyahatlerinde yanında götürdü. Şehzade Abdülhamid de bu imkanlardan en iyi şekilde istifadeye çalıştı. Yabancı basını devamlı takib ederek dış devletlerin niyet ve emellerini ve gayelerine ulaşabilmek için uyguladıkları metodları çok iyi etüd etti. Ayrıca o, ticari faaliyetlerde de bulundu. Kendisinin marangoz atölyesi ile çiftliği vardı. Toprak işleriyle meşgul oldu. Koyun besletti. Üstübeç madenleri işletti. Son derece cömerd olan Şehzade, kazandığı paraları saltanatı sırasında din ve devlet işleri ile fakir ve yoksullara harc etti. İngilizlerden para alarak düşmanın kuklası haline gelen Hüseyin Avni Paşa; Midhat, Mütercim Rüşdi, Mahmud Celaleddin ve Nuri paşalar, şeyhülislam Hasan Hayrullah Efendi ile anlaşarak 1876’da Sultan Abdülaziz’i tahttan indirdiler ve çok geçmeden de şehid ettiler. Yerine çıkardıkları şehzade Murad, rahatsızlığı sebebiyle ancak üç ay tahtta kalabildi. Bunun üzerine şehzade Abdülhamid otuz dört yaşındayken 31 Ağustos 1876 Perşembe günü Osmanlı tahtına oturdu. Sultan Abdülhamid Han tahta çıktığında devlet en buhranlı günlerini yaşıyordu. Bosna-Hersek ve Bulgar ayaklanmalarına Sırbistan ve Karadağ muharebeleri de eklenmişti. Girit’te huzursuzluk had safhadaydı. Rusya, bu karışıklıkta devletten en büyük payı kapma sevdasıyla savaş hazırlıkları yapıyordu. Yeni Osmanlı Padişahı ise aktif bir siyaset takip ediyordu. Bütün hükümet üyeleriyle mabeyn personelini saraya davet ederek bir yemek verdi. Burada yaptığı konuşmada da milli birliğe duyulan ihtiyacı dile getirdi. Tersaneye giderek bahriyelilerle birlikte oturup asker yemeği yedi. Zaman zaman haber vermeden çeşitli camilere gidip, halkın arasında aynı safta namaz kıldı. Sultanın bu hareketleri asker ve halkın hoşuna gidiyordu. Nitekim herkeste ve özellikle orduda bir moral düzelmesi görüldü. Bunun neticesi olarak Sırp cephesindeki ordu önemli başarılar kazanmaya başladı. Osmanlı ordusu Belgrat’a girmek üzereyken büyük devletler işe karıştılar. Rusya’nın savaşa derhal son verilmesi konusundaki ültimatomu üzerine Sırbistan ile üç aylık ateşkes imzalandı. Diğer taraftan İngiltere, Şark Meselesinin İstanbul’da toplanacak bir konferansta ele alınmasını istedi. 23 Aralık 1876’da İstanbul’da toplanan Tersane Konferansından sonra batılı devletler Osmanlı Devletinin bağımsızlığını tehlikeye sokacak ağır hükümler taşıyan teklifler sundular. Bu toplantıdan bir gün önce 23 Aralık 1876’da Osmanlı Devletinde Kanun-i Esasi ilan edilmiş ise de batılılar bunu nazar-ı dikkate almamışlardı. Tersane Konferansı kararlarını reddetmenin, devletini Rusya ile karşı karşıya bırakacağını bilen Sultan Abdülhamid Han, bu teklifleri kabul etmiş görünerek ortalığı yatıştırmak istiyordu. Ancak İngilizlerin kendilerini destekleyeceği vadine aldanan sadrazam Midhat Paşa, mecliste gayri müslimleri de kendi tarafına çekmek suretiyle Rusya aleyhine bir konuşma yaptı. Harb aleyhinde rey kullanacak olanları; peşinen vatan sevgisizliği ve ihaneti ile itham etti. Neticede meclis, Tersane Konferansı kararlarını reddetti. Ayrıca Sultan Abdülhamid’in devlet işleriyle çok sıkı bir şekilde ilgilenmesini siyasi geleceği açısından tehlikeli gören Midhat Paşa, onu tahttan indirmenin yollarını aramaya başladı. Hatta Osmanlı Hanedanını dahi ortadan kaldırmayı planlayan Midhat Paşa, konağında topladığı Namık Kemal, Ziya ve Rüşdi paşalarla kendi taraftarı olan diğer devlet ileri gelenlerine “Al-i Osman yerine Al-i Midhat denilse ne olur?” demişti. Yine sadareti müddetince Müslüman halkın çoğunlukta bulunduğu vilayetlere azınlıktan valiler tayin etmek ve Osmanlı ordusunun temeli durumundaki Harbiye Mektebine Rum talebe almak gibi Osmanlı Devletini temelinden yıkabilecek faaliyetler içerisindeydi. Onun bu zararlı icraatları üzerine Sultan Abdülhamid Han, Kanun-i Esasi’nin kendisine verdiği yetkiye dayanarak Midhat Paşayı sadrazamlıktan uzaklaştırdı ve yurd dışına sürdü. Diğer taraftan Midhat Paşa sadrazamlıktan uzaklaştırılmış ancak Tersane Konferansı kararlarını mecliste reddettirmekle Osmanlı Devletini Rusya ile karşı karşıya getirmişti. Nitekim 24 Nisan 1877 günü Rusya, Osmanlı Devletine resmen harb ilan etti. Mali 1293 senesine rastladığı için “93 Harbi” denilen bu savaş, Edirne Mütarekesine kadar dokuz ay sürdü. Plevne’de Gazi Osman Paşa, doğuda Ahmed Muhtar Paşanın kısmi başarılarına rağmen savaş umumi bir bozgunla neticelendi. Ruslar Edirne’ye girdiler ve Yeşilköy’e kadar geldiler. Doğuda ise Kars düşmüş ve Rus kuvvetleri Erzurum’a yaklaşmıştı (Bkz. Doksanüç Harbi). Savaşlarda on binlerce Müslüman-Türk şehid olurken, bir o kadarı da İstanbul’a akın etti. Muhacirler bir plan içinde Anadolu’nun çeşitli bölgelerine yerleştirilmeye çalışıldı. Bu sırada memleketin tek karar organı olan mecliste de tam bir anarşi hüküm sürmekte ve milletvekilleri hiçbir meselede bir araya gelememekte idiler. Bu vaziyet karşısında Sultan Abdülhamid Han, İngiltere’yi devreye sokarak savaşın sona erdirilmesini sağladı. Arkasından devletin başına böyle bir felaketin gelmesine sebeb olan, savaşın bitmesi ile de bu durumda hiçbir mesuliyeti yokmuş gibi padişahı suçlamaya başlayan Meclis-i Meb’usan’ı süresiz kapattı (13 Şubat 1878). Bu arada Rusya ateşkesin sağlanmasından hemen sonra Osmanlı Devleti ile antlaşma imzalayarak galip gelmenin avantajını iyi kullanmak istiyordu. Nitekim 3 Mart 1878’de imzalanan Ayastefenos Muahedesi, Osmanlılar için çok ağır ve feci şartlar getiriyordu. 29 Maddelik antlaşmaya göre, batıda büyük bir Bulgaristan prensliği kurulacak, Makedonya, Batı Trakya, Kırklareli bir Rus kuklası olarak düşünülen bu otonom prensliğe verilecekti. Kars, Ardahan, Batum Rusya’ya verilip, Karadağ ve Sırbistan’ın istiklalleri kabul edilecekti. Ayrıca Osmanlı Devleti, Rusya’ya 245 milyon Osmanlı altını harb tazminatı verecekti. Sultan Abdülhamid Han devleti için çok tehlikeli olan bu antlaşmayı kabul etmedi. Diğer taraftan Hind yolunun tehlikeye girdiğini gören İngiltere de, Paris Antlaşmasını ihlal ettiği iddiasıyla Ayastefenos Antlaşmasının milletlerarası bir konferansta gözden geçirilmesini istedi. Ayrıca İngiltere toplanacak olan bu konferansta Osmanlı Devletini desteklemek vadi ile bazı tavizler kopardı. Kıbrıs’ın idaresinin geçici olarak İngiltere’ye bırakıldığı antlaşma, 4 Haziran 1878’de imzalandı. Sultan Abdülhamid Han hükumetin bir oldu bitti ile imzaladığı bu antlaşmayı kabul etmemek için çok direndi. İngilizler askeri tehditte bulundular. Bunun üzerine Padişah, Kıbrıs’ta hükümranlık haklarına asla zarar verilmeyeceği konusunda İngilizlerden bir belge almak suretiyle antlaşmayı onayladı. Buna rağmen İngiltere 13 Temmuz 1878’de imzalanan Berlin Muahedesinde Osmanlılara vaad ettiği desteği vermedi. Her ne kadar Berlin muahedesi ile daha önce kaybedilen bazı topraklar geri alındı ise de Osmanlılar ümid ettikleri sonuca ulaşamadılar. Çünkü Kıbrıs’ın İngiltere’ye bırakılmış olması diğer devletlerin de bu konudaki faaliyetlerini arttırdı. İngiltere’nin teşvikiyle Bosna-Hersek’in idaresi Avusturya’ya bırakıldı. 1881’de Fransa Tunus’a, ertesi yıl İngiltere Mısır’a bir oldu bitti ile el koydular. Bulgarlar da 1885’te Doğu Rumeli eyaletini işgal ettiler. Sultan Abdülhamid Hanın tahta çıktığı iki yıl içinde gelişen feci olaylarda padişahın sorumluluğu yok denecek kadar azdı. Çünkü bu sırada Osmanlı dış siyasetine yön veren devlet adamları yabancı diplomatların tesirinden çıkamıyorlardı. Devletin yüksek menfaatlerini bir kenara iterek yabancı devletlerin çıkarlarına alet olmuşlardı. Bu yanlış tutum dolayısıyla devletin dış itibarı sarsılmış, İstanbul ve Berlin kongrelerinde devlet adamları hakaret derecesine varan muameleye maruz kalmışlardı. Bu sebeple milletlerarası politikada devletin bağımsızlık ve toprak bütünlüğünü savunmayı birinci hedef gören Sultan Abdülhamid Han, hükümet üyelerinden bu hususta raporlar istedi. Ayrıca son yüz yıldır Osmanlı Devletinin başına gelen felaketlerin dış devletlerin piyonu olmuş Osmanlı devlet adamlarının basiretsiz tutumlarından kaynaklandığını anlayan ve Hüseyin Avni Paşa gibi İngilizlerden para bile alanları gören Padişah, devlet hizmetinde çalışanları kontrol etmek üzere kuvvetli bir istihbarat teşkilatı kurdu. Nitekim Sultan Abdülhamid de bu teşkilatı; “Vatandaşı değil, hazineden maaş aldıkları, Osmanlı nimetiyle gırtlaklarına kadar dolu olduklar halde devletine ihanet edenleri tanımak ve takib etmek için” kurduğunu belirtmektedir. Gerçekten de Sultan Abdülhamid’in bu tedbirleri almasındaki isabeti çok geçmeden görüldü. İngiliz taraftarı olup devletin ancak İngiliz yardımı ile kurtulabileceğine inanan Ali Suavi, Galatasaray Lisesi Müdürlüğünden azledilmesini hazmedemeyerek Çırağan Sarayına bir baskın düzenledi. Ali Süavi’nin hedefi, Sultan Abdülhamid Hanı saltanattan düşürmek ve yerine Beşinci Murad’ı tekrar padişah yapmaktı. Fakat Beşiktaş Zaptiye Amiri Hasan Paşa, kısa sürede isyanı bastırdı. Çıkan vuruşma sırasında Ali Suavi öldürüldü (20 Mayıs 1878). Sultan Abdülhamid Han, amcası Sultan Abdülaziz’i şehid ettiren Midhat Paşa ve arkadaşlarının yargılanması için 27 Haziran 1881’de Yıldız Mahkemesini kurdurdu. Bu sırada suçluluğun verdiği bir duygu ile mahkemeye çıkmaktan korkan Midhat Paşa, İzmir’de Fransız Konsolosluğuna sığındı. Fransızlar, Midhat Paşayı teslim etmek istemedilerse de Padişah’ın sert direktifi karşısında duramayıp teslime mecbur kaldılar. Nitekim mahkeme sonucunda da suçlu görülen Midhat Paşa ve arkadaşları idama mahkum edildiler ise de, Padişah verilen cezaları müebbed hapse çevirdi. Öte yandan devletin toparlanabilmesi için zamana ihtiyaç olduğuna inanan Abdülhamid Han, bilhassa savaşlardan kaçınma yoluna gitti. O, savaşlardan zaferle sona erenlerin dahi milleti yorup bitirdiği görüşündeydi. Saltanatı müddetince daima idareli davrandı. Devletin pekçok ihtiyaçlarını hazineden para almak yerine kendi kesesinden karşıladı. Padişah öncelikle devleti ekonomik alanda düştüğü borç bataklığından kurtarmak istiyordu. Alacaklı devletlerin başında İngiltere ve Fransa geliyordu. Rusya da, Berlin Muahedesine göre tazminat alacaklısı durumundaydı. Padişah, 20 Aralık 1881’de yayınlanan Muharrem Kararnamesiyle borçların ödenebilmesi için yeni bir formül buldu. Bu kararnameye göre devletin tütün, damga pulu, tuz, ipek, balık ve sigara tekelleri ile bazı imtiyazlı eyaletlerin maktu vergileri bu iş için kurulan Duyun-i Umumiye teşkilatına bırakılıyordu. Bu suretle İngiltere ve Fransa başta olmak üzere alacaklılar verdikleri borçları muntazam bir şekilde tahsil edebileceklerdi. Bunun karşılığında 278 milyon borcun 161 milyonu, yani yarısından fazlası Türkiye lehine siliniyordu. Alacaklılar alacaklarını belirli şekilde tahsil edebilecekleri için memnundular. Meselenin bu şekilde halli ve Osmanlı Devletinin üzerinden ekonomik baskının kalkması Sultan Abdülhamid’in büyük başarılarından biri oldu. Osmanlı Devletine hasta adam gözü ile bakıldığı ve paylaşma hesapları yapıldığı bir devrede başa geçen Sultan Abdülhamid Hanın, devletin idaresini bizzat eline aldığı 1878’den sonraki dış siyaseti dahiyane bir mahiyet arz etmektedir. Padişah’ın dış siyaseti prensip itibariyle basit fakat uygulaması bakımından zordu. O, dünyadaki politik gelişmeleri yakından takip etmek üzere sarayda bir çeşit bilgi merkezi kurdu. Osmanlı ülkesiyle ilgili bütün dünyada çıkan yazılar ve dış temsilciliklerden Padişah’a gelen raporlar burada toplanır ve değerlendirilirdi. Abdülhamid Han, zaman zaman önemli gördüğü meselelerde yerli ve yabancı ilim adamlarından dış politika konusunda bilgi alırdı. Padişah’ın dış politikada hedefi Osmanlı Devletini savaştan uzak, barış içinde yaşatmak ve her bakımdan güçlü bir hale getirmekti. Devletler arası rekabetin Osmanlı Devleti üzerinde yoğunlaştığı bir devirde böyle bir siyaseti uygulamak gerçekten zordu. Padişah bilhassa Avrupa devletlerinin Türkiye üzerinde birbirleriyle çatışan çıkar ve ihtiraslarından faydalanmaya çalıştı. Bu sebeple milletler arası şartlar değiştikçe onun siyaseti de değişiyordu. Sultan Abdülhamid Hanın İslam dünyasındaki itibarı pek fazlaydı. Doğu Türkistan ve Orta Afrika’daki Sultanlıklar bile onun adına hutbe okutup, para bastırıyor ve ona tabi oluyorlardı. Padişah’ın, Almanya İmparatoru ve Prusya Kralı İkinci Wilhelm ile şahsi dostluğu vardı. Avusturya ve Macaristan ile dostluk kurulmuş olup, İtalya ile münasebetler iyiydi. Sırbistan ve Romanya etkisizdi. Karadağ ve Bulgaristan prensleri ise, Padişah’a bağlıydılar. Yanya ve Girid vilayetlerine göz diken ve Osmanlı hududunda tecavüzkar faaliyetlerde bulunan Yunanistan’a ise, 18 Nisan 1897’de harp ilan edildi. Büyük devletler işe karışmadan Yunanistan’ın işini bitirmek isteyen Sultan Abdülhamid, başkumandan Edhem Paşaya yıldırım savaşı istediğini bildirdi. Avrupalıların altı ayda geçilemez dedikleri Tırhala-Çatalca hattını bir kaç günde aşan Osmanlı birlikleri, Dömeke önlerinde Yunan ordusunu büyük bir bozguna uğrattılar. Artık Atina’ya 150 km kalmış ve yol açılmıştı. Ancak Yunanistan’ın Osmanlılar eline geçeceğini anlayan Rusya başta olmak üzere Avrupa devletleri, Sultan Abdülhamid’den harbin durdurulmasını rica ettiler. Babıali 10 milyon altın savaş tazminatı ve işgal edilmiş olan Teselya’nın teslimi karşılığında mütarekeye hazır olduğunu bildirdi. Ancak mütareke sırasında işe karışan Avrupa devletleri tazminatın 4 milyon altına indirilmesini ve Türkiye’nin küçük bazı toprak parçaları ile yetinmesini sağladılar. Böylece Osmanlı Devleti, bütün hıristiyan devletlerin bir araya gelmeleri neticesinde, zaferle çıkmış olduğu bir harbin bile faydasını göremedi. Fakat Yunanlılar önemli ölçüde ezilmiş oldu. Sultan Abdülhamid Hanın fevkalade akıllı ve tedbirli siyaseti ile bütün İslam alemini kendisine bağladığını gören İngilizler, Osmanlı Devletinin iyiye gidişini durdurmak ve yıkmak için faaliyetlerini yoğunlaştırdılar. Bir taraftan Padişah aleyhine faaliyette bulunan İttihad ve Terakki Cemiyetini desteklerken, diğer taraftan Arabistan Yarımadasında bedevi kabilelerini ve Doğu Anadolu’da Ermenileri Osmanlı Devletine karşı kışkırttılar. Bu arada Osmanlı Devletinden Berlin antlaşmasının, Anadolu’da Ermenilerin yaşadığı vilayetlerde ıslahat yapılmasını isteyen 61. maddenin kesinlikle tatbik edilmesini istediler. Bu uygulamanın ermeni muhtariyetini doğuracağını bilen Sultan Abdülhamid Han, İngilizleri yıllarca oyalıyarak böyle bir teşebbüse fırsat vermedi. Ayrıca ermenilerin, Avrupa devletlerinin dikkatlerini çekmek üzere giriştikleri isyanları anında bastırdı. Hatta bu iş için polis ve jandarmadan ziyade sivil halkı kullandı (1895-1896). Bunun üzerine Ermeniler bir arabaya yerleştirdikleri saatli bomba ile Padişah’ı Cuma namazından çıkışta öldürmek istediler. Fakat Abdülhamid Han, bu suikastten kurtuldu. Bütün bu faaliyetler onu, tatbik ettiği politikadan zerre kadar döndürmedi. Anadolu'yu Ermenistan olarak görmek isteyen Fransız yazar Albert Vandal, bu Türk Hakanına "Le Sultan Rouge=Kızıl Sultan" diyerek iftiralar yağdırdı. Ne yazık ki bu satırlar Osmanlı ülkesindeki İslamiyet ve Türklük düşmanları tarafından da aynen alınarak Padişah'a karşı kullanıldı. Günümüzde dahi bazı gafiller bu iftiraları eserlerine koyarak genç nesilleri aldatmaktadır. Sultan Abdülhamid Hanın kabul etmediği ve sonuna kadar direttiği önemli konulardan birisi de Filistin meselesiydi. Siyonistler, Filistin’de bir Yahudi devleti kurulması için Sultan Abdülhamid’e başvurdular ve Osmanlı maliyesinin en büyük problemi olan dış borçların bir kalemde silineceğini bildirdiler. Padişah bu teklifi şiddetle reddettiği gibi, Yahudilerin çeşitli yollarla Filistin’e gelip yerleşmelerine engel olacak tedbirleri de aldı. Bu arada İngilizlerin Arabistan’da Cemaleddin Efgäni ve meşhur casus Lawrens yolu ile hilafet meselesini kurcalamaya başlamaları üzerine, Sultan Abdülhamid de bölgeye büyük bir derviş kafilesi gönderdi. Aynı şekilde bir kafileyi de Hindistan’a gönderen Padişah, böylece İngilizlerin propagandalarını etkisiz kılmaya çalıştı. Padişah’ın bu faaliyetleri üzerine İngilizler onu saltanattan uzaklaştırmadıkça emellerine kavuşamıyacaklarını anladılar. Bunun için İttihad ve Terakki Cemiyetinin faaliyetlerine hız verdirdiler. Başta Adana olmak üzere memleketin çeşitli yerlerinde isyanlar çıkardılar. Neticede İttihad ve Terakki Partisine mensup bazı Türk subayları, Padişah’ı, Kanun-i Esasi’yi ilan etmeye zorladılar. İkinci Abdülhamid Han da 23 Temmuz 1908’de anayasayı tekrar yürürlüğe koyduğunu ilan etti. İkinci Meşrutiyet adı verilen bu olay, beklenenin aksine Osmanlı Devletinin dağılmasını daha da hızlandırdı. Avusturya-Macaristan imparatorluğu 1908’de Bosna-Hersek’i işgal ettiğini bildirdi. Aynı gün Bulgaristan bağımsızlığını ilan etti. Bir gün sonra da Girit Yunanistan’a katıldığını açıkladı. Bu olaylar cereyan ederken 17 Aralık 1908’de yeni seçilen Meclis-i Meb’usan toplandı. En azılı Osmanlı düşmanları dahi mebus seçilerek meclise girmişti. Mecliste Osmanlı düşmanları daha etkiliydi. Meşrutiyete göre Sultan, sadece sadrazam ile şeyhülislamı seçebiliyordu. Sadrazam da nazırları seçiyor, kabine güven oyu alırsa çalışıyor, meclis istediği zaman hükümeti düşürebiliyordu. Neticede devletin idaresi ehliyetsiz, tecrübesiz ellere geçti. Böylece çeşitli din, dil ve ırka mensup meb’usların hepsi Osmanlı Devletinden ayrılarak istiklallerini ilan etmek için her türlü gayr-i meşru vasıtalara başvuruyorlardı. Binlerce Müslümanın kanına giren Yunan, Sırp, Bulgar ve Ermeni çeteleri için umumi af ilan edildi. Osmanlı Devletinden kaçan ne kadar isyancı varsa, hepsine yeniden kapılar açıldı ve bunlar İstanbul’a geldiler. İngilizler, Ruslar ve diğer hıristiyan devletler, azınlıklara el altından bol miktarda silah gönderdiler. İttihad ve Terakki Cemiyeti liderleri, yaptıkları acemi siyasetleri ile ortalığı birbirine karıştırmışlardı. Yapacakları icraatlarda kendilerine destek olması için, Selanik’ten avcı taburlarını getirerek taş kışlaya yerleştirdiler. Kendilerine karşı olanları çekinmeden öldürüyorlar, memlekette terör havası estiriyorlardı. Kısa zamanda halkın huzuru kaçtı. İttihatçılar lanetle anılmaya başlandı. Yine bunların baskısıyla hükumet alaylı subayları ordudan çıkarttı. Bu sırada bazı gazeteler, İttihatçılara karşı halkın dini duygularını galeyana getiren neşriyat yaparak, halkı ve orduyu isyana teşvik ediyordu. Rumi 31 Mart günü dördüncü avcı taburuna bağlı askerler gece yarısı isyan ederek subaylarını hapsettiler. Padişah Abdülhamid Han, isyanı Hüseyin Hilmi Paşanın gönderdiği bir telgraf sonucu öğrendi. İsyancılar sadrazamın azledilmesini, görevden alınan alaylı subayların tekrar orduya alınmasını istiyorlardı. Bunun üzerine Hüseyin Hilmi Paşayı sadrazamlıktan azl ederek yerine Tevfik Paşayı getirdi ve Müşir Edhem Paşayı da harbiye nazırı yaptı. Mabeyn başkatibi ile isyancılara isyandan vazgeçtikleri takdirde affedildiklerine dair bir hatt-ı hümayun gönderdi. Bunun üzerine isyan bir mikdar yatıştı. Ancak, ertesi gün yine alevlendi. İsyanın Rumeli’deki yankısı büyük oldu. Hadisenin kim tarafından hazırlandığı belli olmadığı için, Sultan boy hedefi oldu. Üçüncü ordu ile gönüllü Bulgar müfrezesi ve Sırp, Yunan, yahudi, Arnavut çetecilerden müteşekkil bir ordu kurularak İstanbul’a sevk edildi. Mevcudu on beş bine varan Hareket Ordusu, 24 Nisan’da Topkapı ve Edirnekapı’dan şehre girerek yol üzerindeki askeri karakolları teslim aldı ve Harbiye Nezaretini işgal etti. Taksim kışlası ile Taşkışla’daki mukavemet, şiddetli top ateşi karşısında kırıldı. Bu arada Yıldız Sarayının işgali sırasında Sultan Abdülhamid Han kendisine sadık olan Birinci ordu ile, Hareket ordusuna karşı konulması hususunda yapılan teklifleri kabul etmeyerek; “Müslümanların halifesi olduğunu ve Müslümanı Müslümana kırdıramayacağını” söyledi. Eğer ülkenin en mükemmel ordusu olan Birinci Orduya, karşı koyma emri verilseydi, derme çatma olan Hareket ordusu bir anda dağıtılabilirdi. Padişah’ın emrine boyun eğen askerler silahların teslim edince, 25 Nisan günü Hareket Ordusu İstanbul’a hakim oldu. Mahmud Şevket Paşa, sıkıyönetim ilan ederek suçlu suçsuz bir çok insanı idam ettirdi. Yüzlerce Balkan çetesiyle saraya girerek kıymetli eşyaları yağmaladı. İttihad ve Terakki hakimiyetini devam ettirmek için İstanbul’da terör havası estirmeye başladı. 27 Nisan 1909 günü Ayan ve Mebuslar meclisi toplandı. Ayan’dan Gazi Ahmed Muhtar Paşa, kürsüye gelerek, önceden kararlaştırıldığı gibi Padişah’ın hal’ edilmesini teklif etmişti. Bu teklif kabul edildikten sonra, yine Gazi Ahmet Muhtar Paşa, hal’ kararının bir fetvaya istinad ettirilmesi lüzumuna işaret etmişti. Hal’ fetvasının ilk müsveddesini mebuslardan Elmalılı Hamdi Yazır hoca yazmıştı. Fetvada Sultan Abdülhamid Hana 31 Mart İsyanına sebeb olmak, din kitaplarını tahrif etmek ve yakmak, devletin hazinesini israf etmek, insanları suçsuz oldukları halde idam ettirmek... gibi asılsız suçlar yükleniyordu. Fetva emini Hacı Nuri Efendi bu suçlamaların iftira olduğunu ileri sürerek fetvayı imzalamadı. Ancak Meclis, bu fetva gereği Sultan’ı hal’ kararı aldı. Nihayet, hal’ kararını Padişah’a tebliğ için, Ayan ve Mebusanı temsilen bir heyet seçilmiş ve Yıldız Sarayına gönderilmişti. Sultan Abdülhamid Hana hal’ini tebliğ için Yıldız’a gönderilen heyetin teşekkül tarzı ise, Türk tarihinin en yüz kızartıcı hadiselerinden birisi oldu. Bütün Osmanlı tebeasını temsil etmesi gerektiği iddiası ile teşekkül olunan hey’ette tek bir Türk yoktu. Bunlar; Yahudi Emanuel Karasso, Arnavut Esat Toptani, Ermeni Aram Efendi ve Padişah’ın uzun seneler yaverliğini yapmış olan katışık soydan Arif Hikmet Paşa idiler. Padişah, hal’ kararını tebliğe gelenlerin kimler olduğunu, mabeyn başkatibi Cevad Beye sorup öğrenince; “Bir Türk padişahına, İslam halifesine hal’ kararını bildirmek için bir Yahudi, bir Ermeni, bir Arnavut ve bir nankörden başkasını bulamadılar mı?!” demekten kendini alamadı. İttihatçılar, o gece (27 Nisan 1909) Sultan Abdülhamid Hanı İstanbul’dan çıkararak, kontrol altında tutabilecekleri Selanik’e naklettiler. Bu sırada hiçbir şeyini almasına izin verilmedi. Padişah’a yolculuğunda üç kızı ile oğullarının ikisi refakat etti. Selanik’te Alatini Köşkü kendisine tahsis edildi. Burada çok sıkı bir nezaret içinde acıklı yıllar geçirdi. Gazete okumasına dahi izin verilmedi. Sultan Abdülhamid Han, Selanik’te üç yıldan fazla kaldı. Yunanistan’ın Osmanlı Devletine harb ilan etmesi üzerine, Büyük kabine denilen Gazi Ahmed Muhtar Paşa kabinesi, Sultan Abdülhamid Han’ın Selanik’te muhafazası zorlaşacağından, İstanbul’a nakledilmesini kararlaştırdı. Sultan Reşad da bu kararı tasdik etti. 1 Kasım 1912 günü Loreley vapuru ile İstanbul’a getirilen Hakan-ı sabık (eski padişah), ikametine tahsis olunan Beylerbeyi Sarayına yerleştirildi. Sultan Abdülhamid Han, Beylerbeyi Sarayında beş buçuk yıl yaşadı. Bu müddet zarfında, otuz üç yıl dahiyane bir denge siyaseti ile harp riskine sokmadan ayakta tutmaya çalıştığı devletin bir oldu bittiye getirilerek harb-ı umumi felaketine sürüklendiğine şahid oldu. İngilizler ile Fransızların Çanakkale Boğazını zorladıkları günlerdi. Boğaz istihkamlarının dayanamayacağı ve düşman donanmasının Marmara Denizine geçebileceğinden endişe edildiği için bir tedbir olarak padişahın ve hükumetin Eskişehir’e nakli kararlaştırılmıştı. Durum Abdülhamid Hana bildirilince; “Ben Fatih’in torunuyum. Hiçbir vakit Bizans İmparatoru Kostantin’den aşağı kalamam. Dedem İstanbul’u alırken, Kostantin askerinin başında savaşa savaşa ölmüştür. Biraderim nereye giderse gitsinler. Fakat o ve hükumet, İstanbul’dan ayrılırlarsa bir daha dönemezler. Bana gelince; ben Beylerbeyi Sarayından ayağımı dışarıya atmam!” diye cevab verdi. Onun bu kararlılığı karşısında hükumet İstanbul’da kaldı. Böylece devletin daha o gün yıkılmasını önlemiş oldu. Abdülhamid Han, Harb-ı Umuminin sonuna yaklaşıldığı 1918 yılının Şubat ayı başında hastalandı. Yetmiş yedi yaşındaydı. Şiddetli bir nezleye tutulmuş, yaşlılığından dolayı yatağa düşmüştü. 10 Şubat 1918 günü akşamı vefat etti ve Çemberlitaş’taki Sultan Mahmud türbesine defnedildi. Sultan Abdülhamid’i tahttan indiren paşalar ise sonunda, memleketi düşman çizmeleri altında bırakarak kaçtılar. İlk olarak Enver Paşa, Talat Paşa, Doktor Behaeddin Şakir, Doktor Nazım, 30 Ekim 1918’de Mondros Antlaşmasını imza ettikten sonra, gece yarısı ülkeyi terkettiler. Talat Paşa, 1921’de kırk dokuz yaşında Berlin’de, Enver Paşa 1922’de kırk yaşında Türkistan’da, Cemal Paşa da 1922’de elli yaşında Tiflis’te öldürüldüler. Sultan Abdülhamid zamanında: Her vilayette mektepler, hastaneler, yollar, çeşmeler, yapıldı. Viyana’dan başka bir yerde eşi bulunmayan modern bir tıp fakültesi açıldı. 1876’da Mekteb-i Mülkiyeyi yaptırdığı gibi 1879’da da bir müze yaptırdı. 1880’de Hukuk Mektebi ve Divan-ı Muhasebatı (Sayıştay) kurdu. Beyoğlu Kadın Hastanesini yaptırdı. 1881’de Güzel Sanatlar Akademisi, 1883’te Yüksek Ticaret Mektebi, 1884’te Yüksek Mühendis Mektebi ve Yatılı Kız Lisesi açıldı. 1886’da Terkos Suyunu İstanbul’a getirtti ve Mülkiye Lisesini açtı. 1887’de Alman İmparatoru İstanbul’a geldiğinde, Sultan Ahmed Meydanında Alman Çeşmesi yapıldı. 1889’da Bursa’da İpekçilik Mektebini yaptırdı. 1891’de Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi ile Kağıthane’de bir poligon kurdurdu. 1890’da Bursa demiryolunu ve Aşiret Mektebini yaptırdı. 1891’de Üsküdar Lisesi ve Rüşdiyye Mektebleri ve yeni postane binası ve Osmanlı Bankası ile reji binalarını ve Yafa-Kudüs demiryolu ile Ankara demiryolu yapıldı. Yine 1892’de Hamidiye Kağıt Fabrikası, Kadıköy Havagazı Fabrikası ve Beyrut Limanı Rıhtımını yaptırdı. 1893’te Osmanlı sigorta şirketi, Küçüksu Barajı ve Manastır-Selanik demiryolu yapıldı. 1894’te Şam-Horan demiryolu ve Eskişehir-Kütahya demiryolu yapıldı. Yine 1894’te Hamidiye Yüksek Ticaret Mektebi ve Galata-Tophane Rıhtımı, Dolmabahçe Saat Kulesi inşa edildi. 1895’te Beyrut-Şam demiryolu, Darülaceze binası, mum fabrikası, Afyon-Konya demiryolu, Sakız Limanı Rıhtımı, şimdiki İstanbul Lisesi binası, İstanbul-Selanik demiryolu yapıldı. Ereğli kömür ocakları çalıştırıldı. 1896’da Tuna Nehrinde Demirkapı Kanalını, Kapalıçarşı tamirini yaptırdı. Akıl Hastanesini, 1900’de Medine-i münevvereye kadar telgraf hattı yaptırdı. 1902’de Hamidiye Hicaz demiryolu Zerka’ya kadar işledi. Kağıthane’deki Hamidiye suyu İstanbul’a getirildi. Yeni balıkhane, Haydarpaşa Rıhtımı, Maden Arama Mektebi, Şam’da Tıbbiye-i Mülkiye yapıldı. Haydarpaşa’da 1903’te Askeri Tıbbiye Mekteb-i Şahanesi, 1904’te Dilsiz ve Sağırlar Mektebi açıldı. 1904’te Bingazi’ye telgraf hattı yapıldı. 1905’te İstanbul-Köstence kablosu döşendi. Haydarpaşa İstasyon Binası yapıldı. Beşiktaş Tepesindeki Yıldız Sarayı ve önündeki camiyi yaptırdı. Velhasıl Avrupa’da yapılan yeniliklerin hepsini en modern şekilde yurdumuzda yaptırdı. Ne yazık ki, 1909’da tahttan indirilince, bütün bu ilerlemeler durdu ve memleket kana boyandı. Abdülhamid Han, İstanbul-Eskişehir-Ankara ve Eskişehir-Adana-Bağdad ve Adana- Şam-Medine demiryollarını yaptırdığı zaman, başka memleketlerde bu kadar demiryolu yoktu. Din bilgileri, fen ve edebiyat ile ilgili pekçok kitap bastırdı. Köylere kadar kurslar açtırdı. Parasız kitaplar gönderdi. Harp gücünü kaybetmiş olan eski gemileri Haliç’e çekip Avrupa’da yapılan üstün evsaflı kruvazörler, zırhlılar ile donanmayı kuvvetlendirdi. Askeri, subayı öyle şerefli olmuştu ki, bir kahvenin önünden bir binbaşı geçerken, kahvede oturanlar ayağa kalkarak saygı gösterirlerdi. Öyle bereket vardı ki, bir binbaşının evinde pişen yemekten, bir mahalle fakirlerinin karnı doyardı. Bütün millet, sivil, asker, herkes birbirini severdi.
quote:
Orjinalden alıntı: lehrer35
quote:
Orjinalden alıntı: driver
doğru bir strateji,doğru siyaset ve çağının gerisinde kalmış-ekonomik yönden zayıf bir hasta imparatorluğu 32 sene bir arada tutmak... bumu hüsran...?!
Bulgaristan, Bosna-Hersek, Kıbrıs, Tunus, Mısır gitmiş. Bu kadar büyük kayıp başka hangi padişah döneminde var? Hangi başka padişahın döneminde Osmanlı Maliyesine el konulmuş?
Yazılanları bile okumadan... "dediğim dedik, çaldığım düdük" budur herhalde.
mevcut durumda imparatorluk olarak kalıp,bir dünya savaşına daha taraf olmak,bir arada tutmaktır.olay devletin bekasıdır.önemli olan devlettir.zayıf durumda bunu sağlamak başarıdır.zaten milliyetçilik akımları,vs. kopmalar kaçınılmazken,işgaller ikinci sınıf bile olabilir.
o geldğinde zaten her tarafta ayaklanmalar vardı.93 harbi cabası,dış borç ödenmeye bitecek gibi değil,abdulhamid mi sebep olmuş maliyeye el konulmasına,ne kadar dış borç ödemiş abdulhamid,bu esnada kaç savaşı finans etmiş,kaç ulusu bir arada tutmuş.devlet vazifelerini ne kadar yapmış,eğitim,sağlık ne durumdan ne duruma gelmiş,çağın büyükleri sömürgecilerle nasıl rekabet etmiş, bunlara bakmak lazım.
quote:
Orjinalden alıntı: driver
quote:
Orjinalden alıntı: lehrer35
quote:
Orjinalden alıntı: driver
doğru bir strateji,doğru siyaset ve çağının gerisinde kalmış-ekonomik yönden zayıf bir hasta imparatorluğu 32 sene bir arada tutmak... bumu hüsran...?!
Bulgaristan, Bosna-Hersek, Kıbrıs, Tunus, Mısır gitmiş. Bu kadar büyük kayıp başka hangi padişah döneminde var? Hangi başka padişahın döneminde Osmanlı Maliyesine el konulmuş?
Yazılanları bile okumadan... "dediğim dedik, çaldığım düdük" budur herhalde.
mevcut durumda imparatorluk olarak kalıp,bir dünya savaşına daha taraf olmak,bir arada tutmaktır.olay devletin bekasıdır.önemli olan devlettir.zayıf durumda bunu sağlamak başarıdır.zaten milliyetçilik akımları,vs. kopmalar kaçınılmazken,işgaller ikinci sınıf bile olabilir.
o geldğinde zaten her tarafta ayaklanmalar vardı.93 harbi cabası,dış borç ödenmeye bitecek gibi değil,abdulhamid mi sebep olmuş maliyeye el konulmasına,ne kadar dış borç ödemiş abdulhamid,bu esnada kaç savaşı finans etmiş,kaç ulusu bir arada tutmuş.devlet vazifelerini ne kadar yapmış,eğitim,sağlık ne durumdan ne duruma gelmiş,çağın büyükleri sömürgecilerle nasıl rekabet etmiş, bunlara bakmak lazım.
Zaten o kadar borç altındayken başka çare mi vardı da hayata geçirmedi Abdülhamid Han!Evet Düyun-i Umumiye devletin içinde devlet gibiydi.Ancak Osmanlı'nın yüksek borçlarından dolayı Avrupa devletleri sık sık içişlerine müdahalede bulunuyorlardı.Ne demişler 'Borç alan emir alır.'Düyun-i Umumiye'den başka bir çare bulunamamıştı o dönemde.Bu sayede devletin borçları 250 milyon altından 106 milyon altına indirilmişti.Bu büyük bir başarıydı.
quote:
Orjinalden alıntı: KUNG-FU 61
Zaten o kadar borç altındayken başka çare mi vardı da hayata geçirmedi Abdülhamid Han!Evet Düyun-i Umumiye devletin içinde devlet gibiydi.Ancak Osmanlı'nın yüksek borçlarından dolayı Avrupa devletleri sık sık içişlerine müdahalede bulunuyorlardı.Ne demişler 'Borç alan emir alır.'Düyun-i Umumiye'den başka bir çare bulunamamıştı o dönemde.Bu sayede devletin borçları 250 milyon altından 106 milyon altına indirilmişti.Bu büyük bir başarıydı.
biz buna sömürgeleşme ,kompradorlaşma diyoruz. maliyeyi teslim ederk, yasaları avrupa nın isteklerine,
beklentilerine uydurmaya çalışarak geçmiş bir 32 yıl. niyeti ne olursa olsun , bu padişah sömürgeleşme sürecini
hızlandırmıştır. dağılmayı önlemek için ,avrupayla tam entegrasyon yolunu seçmiştir. kaleyi içten
fethetmelerine izin vermiştir.
quote:
Orjinalden alıntı: dasdasq
quote:
Orjinalden alıntı: KUNG-FU 61
Zaten o kadar borç altındayken başka çare mi vardı da hayata geçirmedi Abdülhamid Han!Evet Düyun-i Umumiye devletin içinde devlet gibiydi.Ancak Osmanlı'nın yüksek borçlarından dolayı Avrupa devletleri sık sık içişlerine müdahalede bulunuyorlardı.Ne demişler 'Borç alan emir alır.'Düyun-i Umumiye'den başka bir çare bulunamamıştı o dönemde.Bu sayede devletin borçları 250 milyon altından 106 milyon altına indirilmişti.Bu büyük bir başarıydı.
biz buna sömürgeleşme ,kompradorlaşma diyoruz. maliyeyi teslim ederk, yasaları avrupa nın isteklerine,
beklentilerine uydurmaya çalışarak geçmiş bir 32 yıl. niyeti ne olursa olsun , bu padişah sömürgeleşme sürecini
hızlandırmıştır. dağılmayı önlemek için ,avrupayla tam entegrasyon yolunu seçmiştir. kaleyi içten
fethetmelerine izin vermiştir.
Kaleyi içten feth etmelerine izin verseydi Yahudi Teodor Herz'in Filistin karşılığında Osmanlı'nın tüm borçlarını ödeme teklifini de Abdülhamid Han'ın kabul etmesi gerekirdi.Herz'e verdiği tokat gibi cevabı hatırlıyorsundur herhalde!
quote:
Orjinalden alıntı: KUNG-FU 61
Kaleyi içten feth etmelerine izin verseydi Yahudi Teodor Herz'in Filistin karşılığında Osmanlı'nın tüm borçlarını ödeme teklifini de Abdülhamid Han'ın kabul etmesi gerekirdi.Herz'e verdiği tokat gibi cevabı hatırlıyorsundur herhalde!
bu iddia ve bu tokat a dair bir kaynak gösterirseniz seviniriz.
kaldı ki ,içten fethetme ve sömürgeleşme kavramlarıyla iddia ettiğiniz tekilfin alakası yok.
devleti ,hukuku ,ekonomiyi sömürgeleştirmekten bahsediyoruz.
quote:
Orjinalden alıntı: dasdasq
quote:
Orjinalden alıntı: KUNG-FU 61
Kaleyi içten feth etmelerine izin verseydi Yahudi Teodor Herz'in Filistin karşılığında Osmanlı'nın tüm borçlarını ödeme teklifini de Abdülhamid Han'ın kabul etmesi gerekirdi.Herz'e verdiği tokat gibi cevabı hatırlıyorsundur herhalde!
bu iddia ve bu tokat a dair bir kaynak gösterirseniz seviniriz.
kaldı ki ,içten fethetme ve sömürgeleşme kavramlarıyla iddia ettiğiniz tekilfin alakası yok.
devleti ,hukuku ,ekonomiyi sömürgeleştirmekten bahsediyoruz.
Çok alakası var.Şayet hain olsaydı devleti en rahat satacak kişilerin başında olurdu.İstediğiniz kaynak:
Yahudilerin, Filistin'e yönelik yerleşme, yurt ve bağımsız ülke kurma operasyonları Temmuz 1882'lerde resmen başlamıştır. Önceleri Batılı Yahudi zenginlerin Filistin'den para ile Yahudiler için Osmanlı'dan toprak satın alma girişimleri ile başlayan bu operasyonlar, siyonizmin lideri Theodor Herzl'in 1896-1902 yılları arası tam beş defa İstanbul'u ziyaret ederek amacına ulaşmak için yaptığı girişimlerle yeni bir boyut kazanmıştı.1 II. Abdülhamid Theodor Herzl'in her teklifini -vaat ettiği para ve medya desteğine rağmen- kesin bir dille reddetmiş, padişah, arkadaşı Newlinski aracılığı ile Theodor Herzl'e şu ültimatomu göndermişti:
''Eğer Bay Herzl, senin arkadaşın ise ona söyle, bu meselede ikinci bir adım atmasın. Ben bir karış dahi olsa toprak satmam. Zira bu vatan bana değil, milletime aittir. Milletim bu vatanı kanlarıyla mahsüldar kılmışlardır. o bizden ayrılıp uzaklaşmadan, tekrar kanlarımızla örteriz. Benim, Suriye ve Filistin alaylarımın askerleri birer birer Plevne'de şehit düşmüşlerdir. Bir tanesi bile geri dönmemek üzere hepsi muharebe meydanında kalmışlardır. Devlet-i Aliyye bana ait değil, Türk milletinindir. Ben onun hiç bir parçasını veremem. Bırakalım Musevi'ler milyonlarını saklasınlar; benim imparatorluğum parçalandığı zaman Filistin 'i karşılıksız ele geçirebilirler.Fakat yalnız bizim cesetlerimiz parçalanarak, bu ülke taksim edilebilir. Ben, canlı bir beden üzerinde ameliyat yapılmasına asla müsaade edemem.” Kaynak:http://www.osmanli.org.tr/index.php
1 Mim Kemal Öke, Kutsal Topraklarda Siyonistler ve Masonlar, İstanbul 1991, 3. Baskı, Çağ Yayınları, s. 53-55 2 Yaşar Kutluay, Türkiye ve Siyonizm, İstanbul, 1973, s.108-109 3 Mim Kemal Öke, A.g.e., s. 91 4 Mim Kemal Öke, A.g.e., s. 83-98 5 Mim Kemal Öke, A.g.e., s. 97 6 Başbakanlık Osmanlı Arşivi, İrade Dahiliye, 30 Ca. 1311, nr:40 7 Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Y.PRK.AZJ 27/39 8 Ahmet Fettahoğlu, “Yüce Adalet Evi’nin Sakinleri:Bahailer”, Tarih ve Düşünce Dergisi, Şubat 2001, sayı:16, s. 12-23 9 Başbakanlık Osmanlı Arşivi Y.PRK.AZJ 27/39
9 tane kaynak var ama hangisi hangisinden belli değil. örneğin başbaknalık arşivi daha güvenilirdir.
burada duyun u umumiye ,filistin den daha önemli bir husustur. devlet ipotek altına alınımış demektir. hainlik
demek istemem ama vatansever bir davranış olmadığı kesindir.
ayrıca bir diğer husus şu. hangi padişah ya da kral gönüllü olarak koca bir ülkeyi satar ki. mesela osmanlı da
para karşılığı toprak satan padişah hangisidir. abdülhamit e atfedilen dini vurgu mu, bu padişahı allayıp
pullamaktadır acaba.
olayları bu kadar subjektif değerlendirmeyin.içişlerine müdahale yada sömürge olmak o kadar basit midir? bu kısır döngüye doğru gidiyor yine.vesselam
o bırakırken osmanlıya kim nasıl içişlerine müdahale yapmış,verin bir örnek değerlendirelim beraber...
padişah ı allayıp pullamak ne kadar yanlışsa,kızıl sultan diyip karalamak da o kadar yanlıştır.
quote:
Orjinalden alıntı: dasdasq
9 tane kaynak var ama hangisi hangisinden belli değil. örneğin başbaknalık arşivi daha güvenilirdir.
burada duyun u umumiye ,filistin den daha önemli bir husustur. devlet ipotek altına alınımış demektir. hainlik
demek istemem ama vatansever bir davranış olmadığı kesindir.
ayrıca bir diğer husus şu. hangi padişah ya da kral gönüllü olarak koca bir ülkeyi satar ki. mesela osmanlı da
para karşılığı toprak satan padişah hangisidir. abdülhamit e atfedilen dini vurgu mu, bu padişahı allayıp
pullamaktadır acaba.
Bir bilgi sadece bir kayanakta mı olur?Bir çok kaynakta olabilir.Burada da yeterince kaynak var.Allayıp pullamak değil önemli olan ne yapılmışsa objektif olarak bakabilmektir olaylara.
SİYONİZM; Alm. Zionismus (m), Fr. Sionisme (m), İng. Zionism. Filistin dışındaki bütün Yahûdîleri “arz-ı mev’ûd” (vâd edilmiş toprak)ta, yâni Filistin’de toplamak ve sonra da hazret-i Süleyman’ın mâbedini, Siyon Dağına yeniden inşâ etmek, Yahûdîleri bütün insanlığa üstün kılmak ideali. Mûsâ aleyhisselâm Mısır’dan çıkıp, Kızıldeniz’i geçtikten sonra Tur Dağının bulunduğu Sînâ Çölüne (Tih Sahrasına) gelerek Yahûdîlerle kırk yıl kadar burada kaldı. Onları Filistin topraklarında yerleştirmeyi vât etti. Fakat Mûsâ aleyhisselâm, Filistin topraklarına girmeden daha Şeria Vâdisindeyken vefât etti. Yahûdîler, bundan dolayı Filistin’e arz-ı mev’ûd (vâd edilmiş toprak) demişler ve oraya yerleşmek en büyük idealleri olmuştur. Târih boyunca bunun için çalışmışlardır. Hazret-i Süleyman zamânında buraya yerleşmeye muvaffak olmuşlardır. Siyonizm ve siyonistin ne olduğunu anlamak için önce Siyon’un ne olduğunu bilmek gerekir. Siyon, hazret-i Süleyman’ın Kudüs (Yeruşaleym)te, mâbedini yaptığı dağın ismidir. İşte siyonizm; Yahûdîlerin, hazret-i Süleyman zamânındaki gibi Filistin’de toplanıp, mâbetlerini Siyon Dağına kurarak bütün milletlerin Yahûdîlere esir ve köle olması, böylece Yahûdî Cihan hâkimiyetinin kurulması idealleridir. Yahûdîlerin mukaddes kitapları olan Ahd-i Atik’te yerine getirilmesi, sâdece mabedin varlığına dayanan yüzlerce emir bulunmaktadır. Dolayısıyla mâbed olmaksızın Yahûdî dîninin şartlarının yerine getirilmesine imkân yoktur. Bu mâbet, Asur Kralı Buhtunnasar’ın Kudüs’ü işgâli sırasında yıkıldı. Daha sonra Keyhüsrev, ikinci defâ yeniden inşâ ettirdi. Mâbet, Romalı Titus tarafından M.S. 70 yılında yıkıldı. Yahûdîler dağıtıldı. Bu târihle Kudüs’ün Yahûdîlere olan bağlılığı son buldu. M.S. 123 yılında Mescid-i Aksâ’yı Bizanslılar tâmir edip, Kudüs’e İlyâ ismini verdiler. Yahûdîler, Romalılar tarafından mâbetleri yıkılıp, Filistin’den sürüldükten sonra, Filistin’de devlet kuracak, onları esirlikten kurtaracak bir mesih beklemeğe başladılar. Târih boyunca çeşitli kimseler mesihlik iddiası ile ortaya çıkmıştır. Bunlardan birisi de İzmirli Yahûdî Sabatay Sevi (1626-1676)dir. En sonuncusu da 1868’de Yemen’de çıkan Şukr-el Kubeyl’dir. Yahûdîler, Filistin’de devlet kurmak için teşkilâtlanmaya 17. yüzyılda başladılar. 1695 yılında İngiltere’de Oligar Paulli adlı Yahûdî III. William’a mürâcaat ederek Filistin’de bir Yahûdî Devleti kurulması husûsunda yardımını talep ettiler. Bu mücâdeleleri bağımsız İsrail Devletinin kurulduğu 14 Mayıs 1948 yılına kadar devam etti. (Bkz. İsrail) İsrâil Devletinin kurulması için en büyük gayreti gösteren Theodor Herzl hâtıralarında şöyle demektedir: “27 Şubat 1896’da Daily Chronicle Gazetesi’nde, Yahûdî Devleti dolayısıyla milyoner Sir Samuel Montagu ile yapılmış röportajım yayınlandı. Montagu’ya göre birisi Filistin’i Türklerin Sultanı’ndan iki milyona satın alabilir! 19 Haziran 1896 akşamı Newlinsk, kötü haberler ve asık bir suratla Yıldız Sarayından döndü. Sultan Abdülhamîd’in şöyle dediğini nakletti: “Eğer Mr. Herzl, senin benim arkadaşım olduğun gibi arkadaşın ise, ona söyle bu meselede ikinci bir adım atmasın. Ben iki karış dahi olsa toprak satamam. Zîrâ bu vatan bana değil milletime aittir. Milletim bu imparatorluğu kanlarını dökerek kazanmışlar ve yine kanlarıyla sulayıp yeşertmişlerdir. O bizden ayrılıp uzaklaşmadan tekrar kanlarımızla örteriz. Benim Suriye ve Filistin alaylarımın efradı birer birer Plevne’de şehit düşmüşler; bir tânesi dahi geri dönmemek üzere hepsi muhârebe meydanında kalmışlardır. Türk imparatorluğu bana âit değildir. Ben onun hiçbir parçasını vermem. Bırakalım Yahûdîler milyarlarını saklasınlar. Benim imparatorluğum parçalandığı zaman taksim edebilirler. Ben canlı bir beden üzerinde ameliyat yapılmasına müsâde edemem.” Sultan Abdülhamîd’in doğru ve büyük sözleri beni sarstı, bir zaman bütün ümitlerimi kırdı. Bu sonu ölüm ve parçalanmaya giden karşı koymada trajik bir güzellik var. Mamafih son nefese kadar, pasif mukâvemet şeklinde de olsa mücâdele edeceğiz. 18 Mart 1900’de Sultan Abdülhamid Hana yapılan her türlü teklif, zorlama etkisiz kaldı. Hâlen bir tek plân aklıma geliyor. Türkiye’nin içinde bulunduğu şartlar hergün biraz daha kötüye gidiyor. Sultana karşı bir kampanya açmalı. Bu iş içinde sürgün edilmiş prensler ve Jön Türkler kullanılmalı. Aynı zamanda Yahûdî sosyalistleri faaliyete geçmeli. Avrupa devletlerinin, Yahûdîlere Filistin’de toprak vermesi hususunda Osmanlı Devletine baskıda bulunmaları sağlanmalı.” 1948’de İsrail Devletinin kurulmasıyla Siyonizm gâyesine ulaşmış gibi gözükürse de, bütün dünyâda faaliyetine ara vermeden devam etmektedir.
Abdülhamit zamanında ve hala günümüzde de abdülhamit i baskıcı ve zulümcü bir padişah diye tanıtanlar çok fazla. Hatta Abdülhamit e bundan dolayı kızıl sultan da denirdi. fakat bence bu yaklaşım kesinlikle yanlıştır. evet, Abdülhamit belki sert yöntemler kullanmış olabilir; fakat o dönem de böyle yapmak gerekiyordu ve o da yapılması gerekeni yaptı. Abdülhamit tahttayken balkan devletlerinin birlik olmasını engellemiştir. bunun nedeni de şudur:eğer balkan devletleri birlik olup bize karşı svaşırsa osmanlı onların karşısında durazmazdı. Abdülhamit te bunu aralarındaki anlaşmazlıkları çok iyi biliyordu bu yüzdende onların birleşmesine engel oluyordu. ama ittihat ve terakki Abdülhamit i indirip başa geçince balkan devletlerine siz neden kavga ediyorsunuz gelin birlik olun dedi ve osmanlı devleti ni belini bükemeyecek bir duruma sokan bir işe imza attı. Abdülhamit balkan savaşı nın çıktığını duyunca:Biz ecelimizi kendi elimizle çağırmışız demiştir. Kıscası Abdülhamit devrinde ne yapılması gerekiyorsa onu, hatta fazlasını yapmıştır. Enver paşa ve onun gibilerin bu ülkeyi batırmalarına izin wermemek için meclis-i mebusan ı kapatmıştır. Tabiiki meclis-i mebusan ı kapatarak tahta tek başına sahip olmayı da istemiştir ancak yine de Abdülhamit sadece tahta tek başına sahip olmaya çalışan bir hayalperest değil, tam aksine akıllı ve vatansever bir insandır.
quote:
Orijinalden alıntı: habader
Konuyu Konu DIsında açtım..Ne yazıkki Kimse yorum yazmadı.Şu an 2.Abdülhamit'in liderlik sırlarıyla ilgili bi kitap okuyorum ve sürekli merak etmişimdir hayatını......Kitapta sürekli olumlu özelliklerinden bahsettiği için nasıl bi padişah oldugunu hala kafamı kurcalamakta..
2.Abdülhamit gerçekten bu ülke için canını bile fedaya hazır gerçek bi vatansever mıydı yoksa MEclis-i Mebusan'ı da kapatark tek başına bu ülkeyi yönetme sevdasına düşmüş bi hayalperest miydi??
quote:
Orijinalden alynty: habader
Konuyu Konu DIsynda açtym..Ne yazykki Kimse yorum yazmady.?u an 2.Abdülhamit'in liderlik syrlaryyla ilgili bi kitap okuyorum ve sürekli merak etmi?imdir hayatyny......Kitapta sürekli olumlu özelliklerinden bahsetti?i için nasyl bi padi?ah oldugunu hala kafamy kurcalamakta..
2.Abdülhamit gerçekten bu ülke için canyny bile fedaya hazyr gerçek bi vatansever myydy yoksa MEclis-i Mebusan'y da kapatark tek ba?yna bu ülkeyi yönetme sevdasyna dü?mü? bi hayalperest miydi??
Abdülhamit bence dünaynyn gelmi? geçmi? en iyi hükümdaryydy (fatihten bile iyi) Abdül hamit yanly? zamanda gldi kanuni zamanynda gelydy ?uan heralde dünya osmalydan ibaret olurdu
II. Abdülhamit'i Osmanlı'nın "çöküş" sürecinde kötülediğiniz/eleştirdiğiniz padişahlardan ayırmak gerekir... Elinden geleni yapmıştır...
II. sözüm ise; Osmanlı'nın "çöküş" sürecinde kabahatli olan Padişahları önlerinde sadece "Halife" ünvanı var diye eleştiremeyip, bundan ders almak yerine gözlerini kapatan insanlara...