Şimdi Ara

!!!Yeni Dünya'ya 4 Kala!!! (6. sayfa)

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir (1 Mobil) - 1 Masaüstü1 Mobil
5 sn
1.661
Cevap
4
Favori
75.451
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: önceki 45678
Sayfaya Git
Git
sonraki
Giriş
Mesaj
  • konuyu açan arkadaş yazık etmişsin bu bilgilere. dh forumunu geçtim bu konuya Türk insanı tutumunu "hadi lan daha neler" gibi cümlelerle gösteriyor. yazık günah burda yazılan bilgilere. bi beklentinde olmasın ama sağol, hiç değilse ben okudum, güzeldi
    _____________________________
  • Yav hadi tamam, foton kuşağına gereceğiz, marduk gelecek bunlar kabul ediliyor. Ama etkileri bilinmiyor ki. Yani nerden uyduruluyor anlamıyorum. Kafamızdan nefes alacağız, uzaylılar gelecek, Mesih gelecek. Yuh diyesim geliyor. Birisi çok fena sallıyor bunları, resmen tarikat kurmaya çalışıyor.
    _____________________________
  • quote:

    Orjinalden alıntı: cidik

    konuyu açan arkadaş yazık etmişsin bu bilgilere. dh forumunu geçtim bu konuya Türk insanı tutumunu "hadi lan daha neler" gibi cümlelerle gösteriyor. yazık günah burda yazılan bilgilere. bi beklentinde olmasın ama sağol, hiç değilse ben okudum, güzeldi


    okuyanlarda var merak etme :) hiçbir konuya hadi lan demem özellikle böyle konularda :)
    ilk mesajımda dediğim gibi foton kuşagının etkileri bilinmiyor ama
    marduk gezegeninin geçişi çok büyük yıkımlar getiriceği ve dünya nüfusunun %90 ının ölme olasılığının olduğu söyleniyor bu geçişte
    hatta %0.1 lik bir olasılıkla dünyaya çarpma riski varmış bu çok küçük bir olasılık gibi gelebilir ama böyle konularda bilim adamları astrofizikçiler
    %000000.1 lik olasılığı bile çok büyük bir olasılık olarak görür
    _____________________________

    Stargate Sg-1 , Stargate Atlantis , Battlestar Galactica , Supernatural , Heroes , Coupling UK , Lost ,
    Prison Break , Dexter , How I Met Your Mother , My Name Is Earl , Kyle Xy , Terminator: TSCC ,
    Chuck , House M.D , The Big Bang Theory , Taken , Lost Room , Band Of Brothers , Two And A Half Men , South Park




  • _____________________________
  • dünyanın ihtiyacı olan şey tam olarak bu.

    gidişat çok kötü, düzelmesi için bir savaş bir afet yada buşekilde bir mucizevi olay gerekiyor,

    okuduklarım ile atlantis & mu adası efsanesi arasında paralellikler hakim, gerçek olma ihtimali çok yüksek;





    Yaklaşık 50 yıl boyunca 20’den fazla ülkeye giderek Mu uygarlığı hakkında veri toplayan James Churchward’un ve Mu varsayımını destekleyenlerin Mu uygarlığı hakkındaki görüşleri kısaca şöyle özetlenebilir:

    * Yeryüzünde insanın ilk ortaya çıktığı kıta Mu kıtasıdır.[9]
    * Mu kıtası kuzeyden güneye 3000 mil, doğudan batıya 5000 mil kadar uzanan,üç kara parçasından oluşan büyük bir kıtaydı.[10]
    * Günümüzde Polinezya, Mikronezya ve Melanezya takımadalarını oluşturan adalar, muhtemelen bu kıtadan arta kalan kara parçalarıdır.[10]
    * Bu kıta, kıtanın altında yer alan gaz odacıklarının patlamalara yol açması nedeniyle, yaklaşık 12.000 yıl önce 64 milyon nüfusuyla birlikte sulara gömülmüştür.[11]
    * Bu kıtada 70.000 yıl önce tek tanrılı bir din bulunuyordu. Aynı tarihlerde Mu'lular diğer kıtalarda koloniler oluşturmaya başlamışlardı ki, anavatan dışındaki en büyük imparatorluk, başkenti günümüzde Gobi Çölü’nün uzandığı bölgede bulunan Uygur İmparatorluğu’ydu.[12]
    * Mu dininin öğretimini Naakaller adı verilen rahipler üstlenmişlerdi ve sembolizme dayalı bir öğretimleri vardı.[13]
    * Mu dininin esası, Tanrı’nın tek oluşuna ve ruhsal gelişim için sürekli olarak tekrar doğmak inanışına dayanıyordu.[14]
    * Atlantis’teki din Mu’nun tek tanrılı dininden başka bir şey değildir.[15]
    * "Ra" sözcüğü güneş anlamına gelirdi ki, daire ile ifade edilen güneş sembolü, bir ad ve sıfat vermek istemedikleri, "O" diye hitap ettikleri Tek Tanrı'yı simgelemede kullanılırdı; Mu imparatoru da “Mu’nun güneşi” anlamında Ra-Mu adıyla ifade edilirdi. Ra sözcüğü sonradan diğer kıtalara ve Atlantis yoluyla Mısır'a da taşınmıştır.[16]
    * Dört ırktan oluşan Mu'lularda yazı dilleri farklı olmakla birlikte, konuşma dilleri ortaktı..[17]
    * Mu'lular günümüz uygarlığına kıyasla manevi alanlarda çok daha ileriydiler.[18]
    * Telepati, durugörü, çift bedenlenme, astral seyahat gibi, uygarlığımızda ancak kimi medyumlarda ve mistiklerde görülebilen olağanüstü yetenekler Mu'lularda olağan yetenekler olarak mevcuttu.[19] (Bu, Churchward’un değil, bazı izleyicilerinin görüşüdür).[20]

    * Mu uygarlığının en önemli çöküş nedeni, teşevvüş adı verilen, bir aşamadan diğerine geçilirken yaşanan kargaşa dönemini atlatamamasıdır.



    Churchward'un yararlandığı ve tezini desteklediğini ileri sürdüğü kaynaklar şöyledir:

    1. Dr. William Niven'in 1921-1923 yılları arasında keşfettiği, günümüzde Mexico Müzesi’nde bulunan 2600 tablet.
    2. Yucatan'da hazırlanmış eski bir Maya kitabı olan 'Troano El Yazması'. British Museum'da bulunmaktadir.
    3. Bir başka Maya kitabı olan Cortesianus Kodeksi. Bugün Madrid Ulusal Müzesi'nde bulunmaktadır.
    4. Paul Schlieman tarafından Tibet'teki bir Budist tapınağında keşfedildiği ileri sürülen “Lhassa Belgesi”.
    5. Yucatan'da (Meksika) Churchward’un batan Mu kıtasının anısına inşa edilmiş olduğunu ileri sürdüğü Uxmal tapınağı'ndaki yazıtlar. Bu tapınaktaki yazıtlarda “geldiğimiz yer olan Batı ülkelerinin anısını korumak için inşa edilmiştir” ifadesi bulunmaktadır.
    6. Meksiko şehrinin 96 km. güneybatısında yer alan Xochicalo Piramiti yazıtları. Bu piramit, üzerindeki yazıtlara göre, “Batı ülkelerinin yıkımının anısına” inşa edilmiştir.
    7. Perezianus ve Dresden kodeksleri.




    Yedi kök soy süreci [değiştir]

    Bu süreç ve önceki kök soylar hakkında teozofların iddiaları şöyle özetlenebilir:

    * Esîrî alemdeki birinci kök soy: Dünya gezegeninde ilk insan bedenleri fiziksel alemde değil, esîrî alemde meydana getirilmişlerdi. Bunlara insan demek pek olanaklı değildi; çünkü insan bedeni formunda olmayan, hatta belirli bir biçimi olmayan esîrî yaratıklardı. Havadan değil, esîrden besleniyorlardı. “Adem’in yeryüzüne gelişinden önce mevcut olan bu düşünce projeksiyonları bir gölün sularındaki amibi andıracak biçimde, düşüncesinin yöneldiği yöne doğru hareket edebilme özelliğine sahipti." (Edgar Cayce) “Bu ilk kök soya Polarean soy adı verilir. Az çok eliptik forma sahip bu ‘soy’un beyin vs. gibi iç organları bulunmuyordu. Düşünme yetisine sahip değildi, algılaması bir tür dokunma duyusundan ibaretti, görme duyusu yoktu, fakat kulağa sahip olmasa da bir tür işitme duyusuna sahipti. Yaşamı güdülerden oluşuyordu. Ruhu kendisini sadece içgüdülerle, hazlarla, hayvani arzularla vb. ile ifade ediyordu. Bilinç durumu, rüyayı andırıyor, atıl bir yaşam sürüyordu.” (Rudolf Steiner)

    * Hyperborea’daki ikinci kök soy; Bu soya Hyperborean kök soy denir. Yeryüzünde ısının azalması maddelerin katılaşma sürecine girmesine neden oldu. Hermafrodit (çift cinsiyetli) olan bu ikinci kök soy bireyleri kendi kendilerini dölleyerek bir tür “kendiliğinden yumurtlama” tarzında ürüyorlardı. Sürmeye devam eden yoğunlaşmayla beraber boyları kısalmıştı, fakat günümüz insanına oranla dev boyutlardaydılar.

    * Lemurya’daki (Mu kıtası) üçüncü kök soy: Üçüncü kök soyda, bu soyun kendi gelişim sürecinin orta zamanlarında meydana gelen “yoğunlaşmanın tamamlanması”yla iskelet, sinir, kas sistemi oluştu ve cinsiyetler ayrılarak, bilinen insan formu meydana geldi. Artık ciğerleriyle hava soluyabiliyorlardı. Esîrî alemden tümüyle çıkmışlardı. Üçüncü kök soyun dev boyutlarda olmalarından dolayı Lemuryalı devler denilen bireyleri artık bilinen cinsel yolla üreyecekti. Bilinç ve zihinsel etkinliğin geliştiği üçüncü kök soy bireyleri, iyice katılaşmış olmalarının ve dev bedenlerinin (3-4 metre) verdiği avantajla ilk kentlerini dev taşlardan inşa ettiler.

    * Atlantis’teki dördüncü kök soy: Dördüncü kök soy Atlantis’te ortaya çıkmıştır. Lemuryalı atalarının bilmediği duyguları geliştirdiler. İlk Atlant dili, Lemurya’da yaşamış üçüncü kök soydaki gibi eklemlemeli (agglutinant) bir dildi. (Türkçe yeryüzünde az sayıda olan eklemlemeli dillerden biridir.)
    o İlk Atlantisliler’in sözleri bir anlama sahip olmalarının yanısıra, psişik ve majik etkilere de sahip bulunuyordu; örneğin sözlerle bitkilerin büyümeleri hızlandırılabilir, vahşi hayvanları evcilleştirilebilirdi. Bu ilk Atlantisliler Atlantis’in birinci “alt soy”udur (Rmoahal’lar, her kök soy kendi içinde ‘alt soy’ kategorilerine ayrılır).
    o Atlantisliler’in birer inisiye olan kral ve liderleri üçüncü “alt soy” döneminde ortaya çıktılar. Fakat bencillik ve güçlerin kötüye kullanımı da yine bu dönemde ortaya çıktı.
    o Dördüncü “alt soy” döneminde Manu adındaki bir uzaylı, müritleriyle birlikte Orta Asya’ya çekildi. (Kimi teozoflara göre de, Atlantis’teki seçilmişlerin bir kısmı Nuh ve Rama adındaki iki uzaylı önderliğinde Orta Asya’ya, bir kısmı ise Mısır’a göç etmiştir.)
    o Beşinci “alt soy” döneminde insanda mantıklı düşüncenin, yargılama yeteneğinin gelişmesine ve hesaplama ve sentezleme becerilerinin ilerlemesine karşın, buna ters orantılı bir şekilde, psişik gücü kullanma yeteneğinin gerilemesi, kısırlaşması sözkonusu oldu.
    o Zeka ve düşünce yeteneğinin iyice gelişmesiyle, altıncı “alt soy”da adalet ve hukuk düzenlemeleri ortaya çıktı.
    o Yedinci “alt soy”, Atlantis’in batışıyla birlikte, yerini bugünkü insanlığın oluşturduğu beşinci kök soya bırakmıştır.

    * Beşinci kök soy son günlerini yaşamaktadır; bir ayıklanma olacak ve kalanlar, herkesin gerçek yerini bulacağı altıncı kök soyu oluşturacaktır. Maddenin kölesi olmaktan kurtulmuş ve psişik yeteneklerini kullanabilen bir insanlığın oluşturacağı altıncı kök soy, Altın Çağ’ı yeniden bulacak olan kök soydur. Evrim, yedinci kök soyla tamamlanacaktır.





    Kur'an'da "Ad kavmi" diye de geçer, Ad-land; Ad Ülkesi demektir. Kimi araştırmacılar İbranice’deki, ilk insanı belirten ve adama sözcüğünden gelen "Adem", Sanskrit dilinde “ilk, başlama” anlamına gelen ve Aryenler’in ilk konuşan insan türüne verdikleri ad olan "Ad-i", Frigler’in "Attis", Kafkasyalılar’ın "Adige", Polinezyada’daki "atea", Truva öyküsündeki "Ate", Aztek mitolosindeki "Atzlan" (ada) ve Türkçe’deki "ad", "ada", "ata" (pek çok dilde baba anlamına gelir) sözcükleri ile "Ad" kavminin adı arasında etimolojik bir bağlantı olabileceği düşünülmektedir.




    1947 yıllında, Ölü Denize yakın Kumran mağrasında bulunan rulo yazıtlar, İbrani kutsal edebiyatın en eski örneklerini oluşturur. Bulunan bir yazıta göre Nuh farklı bir fiziğe sahipti. Öyle ki, babası Lamek onun kendi oğlu olduğunu karısı Bartenoş'un yemin ve ısrarlarına rağmen inanmamıştı. Nuh'un "Bakıcılar, Kutsal Olanlar veya devler" in soyundan gelmediğini ancak meleklerden her şeyi öğrenen" büyükbabası Enok (İdris)'a danıştıktan sonra inanmıştı.

    Kitabi Mukaddes'te (Eski Ahit ve Yeni Ahit / İncil) Enok kitabından yer yer söz edilir. Asırlardır saklanan ve kutsal metinler külliyatından çıkarılan bu kitabın iki farklı nüshası vardır, biri yakın zamanlarda bir Rus manastırında bulunarak Slavonik dilde muhafaza edilmiştir. Adı Enok'un (İdris) Sırlar Kitabıdır. Bu kitapta Enok'un Tanrı tarafından göğe kaldırıldıktan sonra cennet ve cehennem katlarında gördüklerini ve sonradan 360 kitap yazdığını anlatmaktadır. İkinci ve çok daha uzun kitap ise Enok’un Kitabıdır. Burada Nefilimlerin devler olduklarını ve tufandan önceki çöküş devrinde onların insanoğlunun yiyeceklerini tükettiklerini ve bunlar da yetmediğinde insanları yediklerini yazıyor. Bu kitapta, bu çeşit atıflar, dini çevreleri rahatsız etmişti (San Augustine Tanrının Şehri) ve bu kitabın Eski Ahit külliyatından çıkarılmasına, 1772 yılında James Bruce tarafından bir Habeş manastırında bulunana dek, yüzyıllardır ortandan kayıp olmasına sebep vermişti.
    _____________________________

    Nasııll??




  • quote:

    Orjinalden alıntı: zeus_1907

    dünyanın ihtiyacı olan şey tam olarak bu.

    gidişat çok kötü, düzelmesi için bir savaş bir afet yada buşekilde bir mucizevi olay gerekiyor,

    okuduklarım ile atlantis & mu adası efsanesi arasında paralellikler hakim, gerçek olma ihtimali çok yüksek;





    Yaklaşık 50 yıl boyunca 20’den fazla ülkeye giderek Mu uygarlığı hakkında veri toplayan James Churchward’un ve Mu varsayımını destekleyenlerin Mu uygarlığı hakkındaki görüşleri kısaca şöyle özetlenebilir:

    * Yeryüzünde insanın ilk ortaya çıktığı kıta Mu kıtasıdır.[9]
    * Mu kıtası kuzeyden güneye 3000 mil, doğudan batıya 5000 mil kadar uzanan,üç kara parçasından oluşan büyük bir kıtaydı.[10]
    * Günümüzde Polinezya, Mikronezya ve Melanezya takımadalarını oluşturan adalar, muhtemelen bu kıtadan arta kalan kara parçalarıdır.[10]
    * Bu kıta, kıtanın altında yer alan gaz odacıklarının patlamalara yol açması nedeniyle, yaklaşık 12.000 yıl önce 64 milyon nüfusuyla birlikte sulara gömülmüştür.[11]
    * Bu kıtada 70.000 yıl önce tek tanrılı bir din bulunuyordu. Aynı tarihlerde Mu'lular diğer kıtalarda koloniler oluşturmaya başlamışlardı ki, anavatan dışındaki en büyük imparatorluk, başkenti günümüzde Gobi Çölü’nün uzandığı bölgede bulunan Uygur İmparatorluğu’ydu.[12]
    * Mu dininin öğretimini Naakaller adı verilen rahipler üstlenmişlerdi ve sembolizme dayalı bir öğretimleri vardı.[13]
    * Mu dininin esası, Tanrı’nın tek oluşuna ve ruhsal gelişim için sürekli olarak tekrar doğmak inanışına dayanıyordu.[14]
    * Atlantis’teki din Mu’nun tek tanrılı dininden başka bir şey değildir.[15]
    * "Ra" sözcüğü güneş anlamına gelirdi ki, daire ile ifade edilen güneş sembolü, bir ad ve sıfat vermek istemedikleri, "O" diye hitap ettikleri Tek Tanrı'yı simgelemede kullanılırdı; Mu imparatoru da “Mu’nun güneşi” anlamında Ra-Mu adıyla ifade edilirdi. Ra sözcüğü sonradan diğer kıtalara ve Atlantis yoluyla Mısır'a da taşınmıştır.[16]
    * Dört ırktan oluşan Mu'lularda yazı dilleri farklı olmakla birlikte, konuşma dilleri ortaktı..[17]
    * Mu'lular günümüz uygarlığına kıyasla manevi alanlarda çok daha ileriydiler.[18]
    * Telepati, durugörü, çift bedenlenme, astral seyahat gibi, uygarlığımızda ancak kimi medyumlarda ve mistiklerde görülebilen olağanüstü yetenekler Mu'lularda olağan yetenekler olarak mevcuttu.[19] (Bu, Churchward’un değil, bazı izleyicilerinin görüşüdür).[20]

    * Mu uygarlığının en önemli çöküş nedeni, teşevvüş adı verilen, bir aşamadan diğerine geçilirken yaşanan kargaşa dönemini atlatamamasıdır.



    Churchward'un yararlandığı ve tezini desteklediğini ileri sürdüğü kaynaklar şöyledir:

    1. Dr. William Niven'in 1921-1923 yılları arasında keşfettiği, günümüzde Mexico Müzesi’nde bulunan 2600 tablet.
    2. Yucatan'da hazırlanmış eski bir Maya kitabı olan 'Troano El Yazması'. British Museum'da bulunmaktadir.
    3. Bir başka Maya kitabı olan Cortesianus Kodeksi. Bugün Madrid Ulusal Müzesi'nde bulunmaktadır.
    4. Paul Schlieman tarafından Tibet'teki bir Budist tapınağında keşfedildiği ileri sürülen “Lhassa Belgesi”.
    5. Yucatan'da (Meksika) Churchward’un batan Mu kıtasının anısına inşa edilmiş olduğunu ileri sürdüğü Uxmal tapınağı'ndaki yazıtlar. Bu tapınaktaki yazıtlarda “geldiğimiz yer olan Batı ülkelerinin anısını korumak için inşa edilmiştir” ifadesi bulunmaktadır.
    6. Meksiko şehrinin 96 km. güneybatısında yer alan Xochicalo Piramiti yazıtları. Bu piramit, üzerindeki yazıtlara göre, “Batı ülkelerinin yıkımının anısına” inşa edilmiştir.
    7. Perezianus ve Dresden kodeksleri.




    Yedi kök soy süreci [değiştir]

    Bu süreç ve önceki kök soylar hakkında teozofların iddiaları şöyle özetlenebilir:

    * Esîrî alemdeki birinci kök soy: Dünya gezegeninde ilk insan bedenleri fiziksel alemde değil, esîrî alemde meydana getirilmişlerdi. Bunlara insan demek pek olanaklı değildi; çünkü insan bedeni formunda olmayan, hatta belirli bir biçimi olmayan esîrî yaratıklardı. Havadan değil, esîrden besleniyorlardı. “Adem’in yeryüzüne gelişinden önce mevcut olan bu düşünce projeksiyonları bir gölün sularındaki amibi andıracak biçimde, düşüncesinin yöneldiği yöne doğru hareket edebilme özelliğine sahipti." (Edgar Cayce) “Bu ilk kök soya Polarean soy adı verilir. Az çok eliptik forma sahip bu ‘soy’un beyin vs. gibi iç organları bulunmuyordu. Düşünme yetisine sahip değildi, algılaması bir tür dokunma duyusundan ibaretti, görme duyusu yoktu, fakat kulağa sahip olmasa da bir tür işitme duyusuna sahipti. Yaşamı güdülerden oluşuyordu. Ruhu kendisini sadece içgüdülerle, hazlarla, hayvani arzularla vb. ile ifade ediyordu. Bilinç durumu, rüyayı andırıyor, atıl bir yaşam sürüyordu.” (Rudolf Steiner)

    * Hyperborea’daki ikinci kök soy; Bu soya Hyperborean kök soy denir. Yeryüzünde ısının azalması maddelerin katılaşma sürecine girmesine neden oldu. Hermafrodit (çift cinsiyetli) olan bu ikinci kök soy bireyleri kendi kendilerini dölleyerek bir tür “kendiliğinden yumurtlama” tarzında ürüyorlardı. Sürmeye devam eden yoğunlaşmayla beraber boyları kısalmıştı, fakat günümüz insanına oranla dev boyutlardaydılar.

    * Lemurya’daki (Mu kıtası) üçüncü kök soy: Üçüncü kök soyda, bu soyun kendi gelişim sürecinin orta zamanlarında meydana gelen “yoğunlaşmanın tamamlanması”yla iskelet, sinir, kas sistemi oluştu ve cinsiyetler ayrılarak, bilinen insan formu meydana geldi. Artık ciğerleriyle hava soluyabiliyorlardı. Esîrî alemden tümüyle çıkmışlardı. Üçüncü kök soyun dev boyutlarda olmalarından dolayı Lemuryalı devler denilen bireyleri artık bilinen cinsel yolla üreyecekti. Bilinç ve zihinsel etkinliğin geliştiği üçüncü kök soy bireyleri, iyice katılaşmış olmalarının ve dev bedenlerinin (3-4 metre) verdiği avantajla ilk kentlerini dev taşlardan inşa ettiler.

    * Atlantis’teki dördüncü kök soy: Dördüncü kök soy Atlantis’te ortaya çıkmıştır. Lemuryalı atalarının bilmediği duyguları geliştirdiler. İlk Atlant dili, Lemurya’da yaşamış üçüncü kök soydaki gibi eklemlemeli (agglutinant) bir dildi. (Türkçe yeryüzünde az sayıda olan eklemlemeli dillerden biridir.)
    o İlk Atlantisliler’in sözleri bir anlama sahip olmalarının yanısıra, psişik ve majik etkilere de sahip bulunuyordu; örneğin sözlerle bitkilerin büyümeleri hızlandırılabilir, vahşi hayvanları evcilleştirilebilirdi. Bu ilk Atlantisliler Atlantis’in birinci “alt soy”udur (Rmoahal’lar, her kök soy kendi içinde ‘alt soy’ kategorilerine ayrılır).
    o Atlantisliler’in birer inisiye olan kral ve liderleri üçüncü “alt soy” döneminde ortaya çıktılar. Fakat bencillik ve güçlerin kötüye kullanımı da yine bu dönemde ortaya çıktı.
    o Dördüncü “alt soy” döneminde Manu adındaki bir uzaylı, müritleriyle birlikte Orta Asya’ya çekildi. (Kimi teozoflara göre de, Atlantis’teki seçilmişlerin bir kısmı Nuh ve Rama adındaki iki uzaylı önderliğinde Orta Asya’ya, bir kısmı ise Mısır’a göç etmiştir.)
    o Beşinci “alt soy” döneminde insanda mantıklı düşüncenin, yargılama yeteneğinin gelişmesine ve hesaplama ve sentezleme becerilerinin ilerlemesine karşın, buna ters orantılı bir şekilde, psişik gücü kullanma yeteneğinin gerilemesi, kısırlaşması sözkonusu oldu.
    o Zeka ve düşünce yeteneğinin iyice gelişmesiyle, altıncı “alt soy”da adalet ve hukuk düzenlemeleri ortaya çıktı.
    o Yedinci “alt soy”, Atlantis’in batışıyla birlikte, yerini bugünkü insanlığın oluşturduğu beşinci kök soya bırakmıştır.

    * Beşinci kök soy son günlerini yaşamaktadır; bir ayıklanma olacak ve kalanlar, herkesin gerçek yerini bulacağı altıncı kök soyu oluşturacaktır. Maddenin kölesi olmaktan kurtulmuş ve psişik yeteneklerini kullanabilen bir insanlığın oluşturacağı altıncı kök soy, Altın Çağ’ı yeniden bulacak olan kök soydur. Evrim, yedinci kök soyla tamamlanacaktır.





    Kur'an'da "Ad kavmi" diye de geçer, Ad-land; Ad Ülkesi demektir. Kimi araştırmacılar İbranice’deki, ilk insanı belirten ve adama sözcüğünden gelen "Adem", Sanskrit dilinde “ilk, başlama” anlamına gelen ve Aryenler’in ilk konuşan insan türüne verdikleri ad olan "Ad-i", Frigler’in "Attis", Kafkasyalılar’ın "Adige", Polinezyada’daki "atea", Truva öyküsündeki "Ate", Aztek mitolosindeki "Atzlan" (ada) ve Türkçe’deki "ad", "ada", "ata" (pek çok dilde baba anlamına gelir) sözcükleri ile "Ad" kavminin adı arasında etimolojik bir bağlantı olabileceği düşünülmektedir.




    1947 yıllında, Ölü Denize yakın Kumran mağrasında bulunan rulo yazıtlar, İbrani kutsal edebiyatın en eski örneklerini oluşturur. Bulunan bir yazıta göre Nuh farklı bir fiziğe sahipti. Öyle ki, babası Lamek onun kendi oğlu olduğunu karısı Bartenoş'un yemin ve ısrarlarına rağmen inanmamıştı. Nuh'un "Bakıcılar, Kutsal Olanlar veya devler" in soyundan gelmediğini ancak meleklerden her şeyi öğrenen" büyükbabası Enok (İdris)'a danıştıktan sonra inanmıştı.

    Kitabi Mukaddes'te (Eski Ahit ve Yeni Ahit / İncil) Enok kitabından yer yer söz edilir. Asırlardır saklanan ve kutsal metinler külliyatından çıkarılan bu kitabın iki farklı nüshası vardır, biri yakın zamanlarda bir Rus manastırında bulunarak Slavonik dilde muhafaza edilmiştir. Adı Enok'un (İdris) Sırlar Kitabıdır. Bu kitapta Enok'un Tanrı tarafından göğe kaldırıldıktan sonra cennet ve cehennem katlarında gördüklerini ve sonradan 360 kitap yazdığını anlatmaktadır. İkinci ve çok daha uzun kitap ise Enok’un Kitabıdır. Burada Nefilimlerin devler olduklarını ve tufandan önceki çöküş devrinde onların insanoğlunun yiyeceklerini tükettiklerini ve bunlar da yetmediğinde insanları yediklerini yazıyor. Bu kitapta, bu çeşit atıflar, dini çevreleri rahatsız etmişti (San Augustine Tanrının Şehri) ve bu kitabın Eski Ahit külliyatından çıkarılmasına, 1772 yılında James Bruce tarafından bir Habeş manastırında bulunana dek, yüzyıllardır ortandan kayıp olmasına sebep vermişti.

    sen neler yaptın öyle ya süper birşey yazmışsın hoca biraz daha bilgi istiyorum varsa eğer.paylaştığın için ve daha sonra paylaşacakların için teşekkürler.
    _____________________________
    --->>>RuLeT^#<<<---
    YaMaHa R6,SuZuKi Gsxr 600




  • quote:

    Orjinalden alıntı: cidik

    21 aralık 2012 cumaya denk geliyor oha.gif



    aynen cumaya geliyor
    _____________________________
  • ben inanmıyorum olacağına 2000 yılı için de neler söylendi nele söylediler ne oldu koca bi hiç şimdide 2012 için birşeyler söylemneye devam ediyor ve hep edecek bu tür yalanlar hadi diyelim olacak veya böyle bi ihtimal var bunu kim ve nerden nasıl öğrendi aynı olacakları moda mod söylemiş kims söylemişse bence hepsi ortama yeni bi gündem atmak.......
    _____________________________
  • quote:

    Orjinalden alıntı: teknologi

    ben inanmıyorum olacağına 2000 yılı için de neler söylendi nele söylediler ne oldu koca bi hiç şimdide 2012 için birşeyler söylemneye devam ediyor ve hep edecek bu tür yalanlar hadi diyelim olacak veya böyle bi ihtimal var bunu kim ve nerden nasıl öğrendi aynı olacakları moda mod söylemiş kims söylemişse bence hepsi ortama yeni bi gündem atmak.......


    2012 de olacağı öne sürülen senaryolar 2000 deki gibi yok medyum bilmemne demişte olucakmış deil
    marduk adında bir gezegen var güneş sistemimize 3600 yılda bir gelen ve bu gezegeni daha 3-4 yıl önce fark edebildik bu senaryoların çoğu bu gezegenin geçişi üstüne yapılmıştır ortada elle tutulur bir kanıt var sallamasyon deil yani
    _____________________________

    Stargate Sg-1 , Stargate Atlantis , Battlestar Galactica , Supernatural , Heroes , Coupling UK , Lost ,
    Prison Break , Dexter , How I Met Your Mother , My Name Is Earl , Kyle Xy , Terminator: TSCC ,
    Chuck , House M.D , The Big Bang Theory , Taken , Lost Room , Band Of Brothers , Two And A Half Men , South Park
  • Çok çok eski günlerde dünya farklı bir yerdi. Uzayda, güneşe çok daha yakın bir konumda dönüyordu ve karşı yönünde, yakında bir başka gezegen, dünyanın ikizi olan bir gezegen yer alıyordu. Günler daha kısaydı, bu yüzden de insanoğlu daha uzun bir yaşama sahip görünüyordu; insanlar yüzlerce yıl yaşıyorlardı. İklim daha sıcaktı, bitki örtüsü hem tropikal hem de çok gürdü. Hayvan türleri çok çeşitliydi ve dev boyutlarda büyümüşlerdi. Yerçekimi, dünyanın farklı dönüş hızından dolayı şimdikinden çok daha azdı ve insanlar şimdikinin iki katı iriydiler; fakat, kendileriyle birlikte yaşayan yabancı bir ırkla kıyaslandıklarındna cüce sayılabilirlerdi. Bu yabancı ırk, farklı bir sistemden gelen, üstün zekaya sahip varlıklardan oluşuyordu. Bunlar dünyayı denetliyor ve insanoğluna pek çok şey öğretiyorlardı. İnsanlar o zaman bir koloniyi, müşfik hocaların ders verdiği bir sınıfı oluşturuyorlardı diye düşünebiliriz. Bu iri devler dünya insanına çok şey öğrettiler. Sık sık da ışınlar saçan, metal gemilerine binip gökyüzünde kayboluyorlardı.

    O zamanki insanlar; zavallı cahil insanlar, henüz zekaları bir maymununkinden pek de gelişkin olmayan insanlar ise gördüklerine bir türlü akıl erdiremiyor, hiçbirşey anlamıyorlardı. Yüzlerce yıl boyunca dünya üzerinde yaşam sakin bir yol izledi. tüm yaratıklar arasında barış ve uyum hüküm sürüyordu. insanlar konuşmadan, telepatiyle anlaşıyorlardı. Sadece yerell sohbetler için konuşma dili kullanılıyordu. Sonra bu üstün zekalı yabancı ırkın insanları kendi aralarında çekişmeye, kavga etmeye başladılar. Karşıt güçler meydana çıktılar ve ayaklandılar. Bugün nasıl ırklar anlaşmazlık içine düşüyorlarsa, onlar da belli konularda anlaşamıyorlardı. Bir grup dünyanın öbür ucuna giderek hükmetmeye çalıştı ve mücadele başladı. Bazı üstün adamlar birbirlerini öldürdüler, şiddetli bir savaş başladı ve taraflar karşılıklı olarak büyük biryıkıma uğradılar. Böylece, öğrenmeye açık ve hevesli olan dünya insanı da savaş sanatlarının öğrendi, öldürmeyi öğrendi. Böylece, barış ve huzur dolu bir yer olan dünya, huzursuz, karmaşalı bir gezegen haline geldi. Bir üsre, birkaç yıl boyunca üstün adamların yarısı diğer yarısına karşı gizlilik içinde çalıştılar. Bir gün korkunç bir patlama oldu; tüm dünya sarsıldı ve dünyanın dönüş yönü değişti. Gökyüzü kıpkızıl oldu, korkunç alevler göğü sardı ve dünya dumanlarla kaplandı. Sonunda gürültü yatıştı ama, aylar sonra gökyüzünde garip işaretler görüldü, dünya insanını dehşetle dolduran işaretler... Bir gezegen Dünyaya yaklaşıyordu, giderek hızla büyüyor, büyüyordu. Dünyaya çarpacağı çok açıktı. Fırtınalar çıktı, onunla birlikte büyük gelgitler oluştu; günler ve geceler, uluyan şiddetli fırtınalarla doldu. Yaklaşan gezegen tüm gökyüzünü doldurdu, artık dünyaya çarpmasının kaçınılmaz olduğu belli olmuştu. Gezegen yaklaştıkça, deniz dibi depremlerinden kaynaklanan muazzam dalgalar yükseldi ve birçok kara parçasının sulara gömülmesine neden oldu. Depremler yerkürenin yüzeyini parçaladılar ve kıtaları göz açıp kapayıncaya dek yerle bir ettiler. Üstün ırkın insanları kendi kavgalarını unuttular, ışın saçan gemilerine atlayıp gökyüzüne yükseldiler, dünyaya yaklaşan felaketten kendilerini kurtardılar. Dünyada depremler sürüyordu; dağlar yerlerinden havalandılar, deniz yatağı da onlarla birlikte havalandı; birçok kara parçası daha sulara gömüldü. İnsanlar dehşete kapılmışlar, dünyanın sonunun geldiğini düşünerek korkudan deliye dönmüşlerdi. Fırtınalar giderek şiddetlendi, karmaşa veyaygara dayanılmaz hale geldi.

    Sonunda gezegen korkunç bir çatırtıyla dünyaya çarptı aynı anda da çok güçlü elektrik kıvılcımı gökyüzüne yayıldı. Gökyüzü, üsrekli boşalan elektrik yüküyle alev alevdi ve oluşan kara bulutlar, günleri dehşet dolu, sürekli bir geceye dönüştürdü. Sanki güneş bu felaketin dehşetiyle hareketsiz kalmıştı; kayıtlara göre güneş, büyük alve dilleri yayarak kan kırmızı bir görünümde hareketsiz kalmıştı. Nihayet, kara bulutlar gökyüzünü tümüşle kapladılar. Rüzgarlar önce soğuk, sonra sıcak esmeye başladılar; binlerce insan bu ısı değişimi yüzünden öldü. Bazılarının Manna dedikleri (kudret helvası, ruhani gıda) Tanrıların gıdası gökyüzünden yağdı. Bunlar olmasaydı, dünya insanları ve hayvanları, ekinler yok olduğu ve diğer yiyecekler tükendiği için açlıktan ölebilirlerdi.

    Erkekler ve kadınlar oradan oraya gezerek, sığınacak yer aradılar. Kasırgaların, her türlü karmaşanın enkaz haline getirdiği bedenlerini dinlendirebilecekleri, huzura kavuşabilecekleri bir yer için dua ederek, kurtuluş umuduyla dolaştılar. Ama dünya sallandı ve titredi, yağmurlar boşandı; bu arada dış uzaydan sürekli elektrik yükü boşalıyordu. Zamanla gökyüzünden ağır kara bulutlar çekildiler, ama güneş şimdi daha küçük görünüyordu. Sanki güneş geri çekilmekte, dünyadan uzaklaşmaktaydı. İnsanlar korkuyla bağırmaya başladılar Güneş Tanrısının, yaşam kaynağının onları terk etmekte olduğunu düşünüyorlardı. Ama daha da garibi artık güneş gökyüzünde batıdan doğuya değil, doğudan batıya doğru hareket ediyordu.

    İnsanlar tüm zaman bağlantılarını yitirmişlerdi; güneşi göremedikleri için zamanın geçişini anlayabilecekleri bir yöntem kalmamıştı; en akıllı adamlar bile bu olayların ne kadar zaman önce yer aldığını bilemiyorlardı. Gökyüzünde bir başka garip şey daha görülmüştü; oldukça büyük, sarı dünyanın üzerine düşecekmiş gibi görünen bir küre. İşte, iki gezegenin çarpışmasının kalıntısı olan ay o zaman ortaya çıkmıştı.

    Gezegenlerin çarpışmasından önce, kentler ve üstün zekalı ırkın birçok bilgisini barındıran uzun binalar vardı. O büyük karmaşada bu binalar da yıkılmış ve bu gizli bilgiler o moloz yığınlarının altında kalmıştı. Kabilelerin akıllı kişileri, bu moloz yığınlarının altında metale nakşedilmiş bilgilerden oluşan kitapları ve aygıt örneklerini içeren madeni kutular bulunduğunu biliyorlardı. Dünyada var olan tüm bilginin bu bu süprüntü yığınlarının çinde yattığını biliyorlardı. Bunun için kazmaya başladılar; ub kayıtların mümkün olduğu kadarını kurtarabilmek ve böylece, üstün zekalı ırkın bilgisini kullanarak kendi güçlerini artırabilmek için o yığınları kazdılar, kazdılar.

    Sonraki yıllar boyunca günler giderek uzadı, sonunda felaketten önceki günlerin bir katı uzunluğa erişti. Sonra dünya yeni yörüngesine yerleşti, çarpışmanın ürünü olan Ay da ona eşlik ediyordu. Ama dünya hala sarsılıyor, dağlar yerinden havalanıyor, ateş ve kaya parçaları ve yıkım kusuyorlardı. Büyük lav ırmakları dağların kenarlarından hızla akıyor, yolları üzerinde bulunan her şeyi yok ediyorlardı. Bu arada da, bilgi kaynaklarını ve anıtları örtüyorlardı. Çünkü lavlar, üzerine kayıtların çağunun nakşedildiği katı metaleri eritmiyor, sadece taştan muhafaza içinde korumuş oluyorlardı; zamanın kemirip yok edeceği gözenekli taştan muhafaza içinde. Böylece, içeride saklı olan kayıtlar ortaya çıkacak ve onları kullanacak kişilerin ellerine düşeceklerdi. Dünya yeni yörüngesine daha çok yerleştikçe, soğuk dünyayı kuşatmaya, ona nüfüz etemey başladı ve hayvanlar ya öldüler ya da sıcak bölgelere gittiler. Mamut ve dinazor cinsi hayvanlar, yeni yaşam biçimlerine uyum sağlayamadıkları için öldüler. Gökten buz yağmaya ve rüzgarlar daha sert esmeye başladı. Daha önce berrak olan gökyüzü artık bulutlarla kaplıydı. Dünya artık farklı bir yer olmuştu; daha önce sakin gölleri andıran denizler, artık gelgitle yükselip alçalıyorlardı. Bu gelgitler öyle muazzamdı ki, yıllar boyunca kara parçalarını ve üzerinde yaşayanları içlerine çekip yutmakla tehdit ettiler. Gökyüzü de artık farklı görünüyordu. Geceleri bilinen yıldızların yerinde yabancı yıldızlar görünüyordu ve ay çok yakında. Zamanın Rahipleri, kendi egemenliklerini kurmak, güçlerini korumak için dünyanın başına gelenleri farklı şekillerde açıklarken ortaya yeni dinler çıktı. Onlar üstün zekalı ırk hakkındaki çok şeyi unuttular, sadece kendi güçlerini düşündüler, kendilerini aşırı önemsediler. Ama bu felaketlerin nasıl olduğunu açıklayamadıkları için, olan bitenleri Tanrı'nın gazabına bağladılar ve tüm insanların günahkar olarak doğduklarını bildirdiler.

    Zaman geçip, dünya yeni yörüngesine yerleşince, hava da yatıştı, sakinleşti; insan nesli de giderek küçülmeye, kısalmaya başladı. Yüzyıllar geçti ve kara parçaları daha sabit, sarsılmaz hale geldi. Birçok ırk gezegen üzerinden gelip geçti. Sonunda güçlü ırk gelişti ve yeni bir uygarlık başladı; bu uygarlık ırksal belleğinde o dehşetli felaketin anısını taşıyordu ve bazı güçlü zekalar, gerçekten neyin olup bittiğini anlamak için araştırmaya başladılar. Zaten artık rüzgar ve yağmur görevini yapmış, parçalanan lav taşlarının arasından eski kayıtlar ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu kayıtlar en akıllı bilim adamlarının önüne konuldular; büyük uğraşlar sonucunda bu yazıtları çözmeyi, yorumlamayı başarmışlardı.

    İşte o andan sonra yeni bir uygarlık ortaya çıktı ve gelişti. Kentler inşa edildi ve bilim yok etme yarışına başladı. daima yok etme üzerinde duruluyordu.

    Yüzlerce yıl boyunca bilim idareyi elde tuttu. istediği gibi hükmetti. rahipler bilim adamı olarak yetiştirildiler ve aynı zamanda rahip olmayan bilim adamları, yasalara karşı gelmekle suçlandılar. Bu rahipler güçlerini artırdılar, bilime taptılar; gücü kendi ellerinde tutabilmek, halkı baskı altında tutmak ve düşünmesini engellemek için ellerinden gelen herşeyi yaptılar. Kendilerini tanrı ilan ettiler, onların onayı olmadan hiçbirşey yapılamıyordu.

    Büyük gemiler, kanatsız, sessiz gemiler gökyüzünde uçabiliyor, hatta kuşların bile beceremeyeceği şekilde havada asılı, hareketsiz durabiliyorlardı. Bilimadamları yerçekimini yenmenin sırrını ve anti-çekimi keşfetmişlerdi ve bunu da kendi güçlerine güç katmak için kullanmaya başlamışlardı. Muazzam büyüklükte taş bloklar, bir avuç içine sığan bir aygıtla yerlerinden kaldırılıp istenen yere yerleştirilebiliyordu. Artık hiçbirşey zor değildi. Dünya yüzeyinde dev vasıtalar gürültüyle gidip geliyorlardı ama deniz yüzeyinde hiçbir hareket yoktu. Çünkü deniz yolculuğu çok zaman alıyordu ve yanlızca zevk için deniz yolculuğuna çıkılıyordu. Herşey hava yoluyla götürülüyordu, ancak kısa yolculuklar için kara yolu kullanılıyordu. İnsanlar farklı bölgelere göç ettiler ve oralarda koloniler kurdular. Ancak çarpışmadan bu yana telepatik yeteneklerini kullanmayı kaybetmişlerdi. Artık ortak bir dil kullanmıyorlardı, lehçeleri giderek keskinleşmeye başladı sonunda tamamen farklı diller haline geldi.

    Zamanla çekişmeye başladılar ve savaşlar patlak verdi. Bu arada korkunç silahlar keşfedilmişti. Bu silahlar yüzünden insanlar sakat kalmaya başladılar ve üretilen ürkünç ışınlar insan ırkında mutasyonlara yol açtı. Yıllar geçtikçe mücadele ve katliam daha da korkuç bir hale geldi. Mucitler sürekli olarak daha korkunç silahlar yapmaya zorlanıyorlardı. Hastalık mikropları üretilerek hava araçları aracılığıyla düşman topraklarına saçılıyorlardı. Kanalizasyon sistemleri bombalandı, böylece hastalık ve veba yayılarak insanları, hayvanları ve bitkileri kasıp kavurdu.

    Sonunda yeni bir silah denendi. Garip bir bulut girdap gibi dönerek stratosfere ulaştı ve dünya sarsıldı, sendeledi; sanki ekseni üzerinde sallanıyordu. Yükselen muazzam su duvarları karaları bastı ve birçok ırktan binlerce insanı alıp götürdü. Bir kez daha, dağlar denizlerin dibine battı ve yerlerini yeni yükselen dağlar aldı. uzak görüşlü rahipler tarafından uyarılan bazı insanlar gemilere binerek canlarını kurtardılar

    Tufan ve alevler, öldürücü ışınlar, milyonlarca insanın ölümüne yol açtı ve geriye çok az insan kaldı. Bunlar da afetlerin etkisiyle birbirlerinden tecrit olmuşlardı. Geçirdikleri felaketler yüzünden yarı deliye dönmüşlerdi. Uzun yıllar boyunca bu insanlar mağaralarda ve ormanların derinliklerinde saklandılar. Tüm kültürlerini unuttular ve insanoğlunun ilk çağlarında olduğu gibi vahşileştiler; kendilerini havyan derileriyle örttüler ve çakmaktaşlı sopalar taşımaya başladılar.

    Nihayet yeni kabileler oluşturdular ve dünya üzerinde dolaşmaya başladılar. Bazıları Mısıra, bazıları Çine yerleşti. Bir zamanlar deniz kıyısında olan tibet ülkesi karaların yükselmesiyle dağların tepesinde bir ülke haline gelmişti. Buranın ilk Sakinleri Tibet'in kurucuları oldular. Üstün Zekalı ırkın ardında bıraktığı bazı işlenmiş ince altın levhaları da yanlarında alıkoymuşlardı. Bunları sonraki kuşaklara aktarmak için Chang Tang dağının içindeki büyük bir kente gizlediler.

    İnsanoğlu yeniden vahşet aşamasına dönmüş olsa da, o eski çağların kültürü tamamıyla yok olmamıştı. Sonraki çağlar boyunca birçok din ve inanç sistemi ortaya çıktı; bunların hepsi de geçmişte olan bitenlerin gerçeğini bulma girişiminden kaynaklanıyordu. Ama gerçek Tibetteki derin mağaralarda saklıydı, kendisini bulup yorumlayacak kişileri bekliyordu.

    İnsanlık yavaş yavaş gelişti, cehalet yerini yarı uygarlığa bıraktı. Yine kentler inşa edildi, araçlar gökyüzünde tekrar uçmaya başladı. Eskiden olduğu gibi gücü artan küstahlaşmaya ve zayıf gördüğü topluluklara zulmetmeye başladı. Bir kez daha zulüm, nefret, düşmanlık, gizli araştırmalar dünyayı kapladı. Yeni silahlar, aygıtlar geliştirildi ve savaşlar başladı.

    Geçmişte olanlar tekrarlanıyor, insanoğlu yönetme hırsı, bencilliği, açgözlülüğü, saldırganlığı yüzünden kendi kendisini bir kez daha yok etmenin eşiğine geliyor gibiydi.

    Ama bu kez eskisi gibi olmayacak. Bu kez tarih tekrar etmeyecek, kısır döngü kırılacak. Çünkü karanlık çağlar, Kali Çağı artık sona eriyor. Artık yeni bir çağın şafağındayız. Altın Çağın eşiğindeyiz. İnsanlar ruhsal anlayışa, birlik anlayışına ulaştıkları, dostuğun, dayanışmanın, sevginin ve yüce gerçeklerin tüm dünyaya hakim olacağı bir çağ geliyor artık..


    Bu bilgiler T. Lobsang Rampa'nın İkinci Beden adlı kitabından alınmıştır.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Mr._Frodo -- 5 Ekim 2008; 20:14:19 >




  • quote:

    Orjinalden alıntı: teknologi

    ben inanmıyorum olacağına 2000 yılı için de neler söylendi nele söylediler ne oldu koca bi hiç şimdide 2012 için birşeyler söylemneye devam ediyor ve hep edecek bu tür yalanlar hadi diyelim olacak veya böyle bi ihtimal var bunu kim ve nerden nasıl öğrendi aynı olacakları moda mod söylemiş kims söylemişse bence hepsi ortama yeni bi gündem atmak.......



    2000 senesi için söylenenler tamamen kişisel tahminlerden ibaretti ve gerçekleşmedi ama yukarıda bahsedilen olaylar farklı kaynaklardan derlenmiş birbirleriyle aşırı derecede örtüşen ve kanıtları olan bahisler
    _____________________________

    Nasııll??
  • ya bana hiç inandırıcı gelmio söylenenler yine de bilmioyrum ya hani böle kesin kanıtlar olmalı ki kesin diyelim bi kere i,nsanların cakraları açılıcak olayı inancımı bozuo dna ların deişeceği o da inandırıcı gelmio insan tak die nası böle 3 günde deişebilir aradan yılların geçmesi lazım böle bi deişimin olabilmesi için
    _____________________________
  • sizlere ilginç bir bilgi daha;


    Atatürk Kayıp Kıta MU'DA Ne Aradı ?



    "M.Ö. 200.000 ile 70.000 yillari arasinda
    Pasifik'te Mu adinda Avustralya'dan kat
    kat büyük bir Kita mi vardi? Yüksek bir
    medeniyet yarattiktan sonra batmis miydi?
    Atatürk bu kitayla neden ilgilenmisti?"
    Türkler'in kökenini ortaya çikarmak Gazi'nin en büyük isteklerinden biriydi. Cumhuriyetin ilk yillarinda Osmanlilar'in son dönemlerinde Türklük Akimlari üzerine yapilan arastirmalari derledi. Atatürk'ün istegiyle birçok bilim adami ve arastirmaci bu alanda arastirmalar yapti. Yabanci bilim adamlari davet edildi. 1930'da Türk Tarih Kurumu kuruldu. Çok zengin malzeme ve bilgilere ulasildi. Yine de Türkler'in nereden geldikleri tam açiklik kazanmadi.
    Maya Diliyle Türkçe Arasindaki Benzerlik
    1932'de emekli General Tahsin Bey Atatürk'ü ziyaret etti. Maya dili ile Türkçe arasindaki benzerliklerden bahsetti. Mayalar Meksika'da yasamislar, Türkler ise Orta Asya'dan gelmislerdi. Aradaki uzakliga ragmen, Gazi konuyla ilgilendi. Tahsin Bey'i Meksika'ya elçi olarak atadi. Ona iki dil arasindaki benzerlikleri ortaya çikarma görevini verdi.
    Tahsin Bey Meksika'ya gitti. Orada kendisine Amerikali Arkeolog William Niven 'in buldugu tabletlerden bahsettiler. Maya dilinin kökeninin bu tabletlerde oldugu anlasilmisti. Türkçe ile Maya dili benzerlik bu tabletlerde aranacakti. Bu tabletler Tahsin Bey'i saskina çevirdi. Çünkü tabletler MÖ 200.000 ile 70.000 yillari arasinda Pasifik'de yer almis bir kitayi haber veriyordu. Kitanin adi MU idi. Avustralya'dan birkaç kat büyüktü. Yüksek bir uygarliga ulastiktan sonra deprem veya tufan sonucu battigi saniliyordu.
    Ingiliz Albay James Churcward Hindistan'daki tabletleri Tahsin Bey'e bilgi olarak sundu. Bunlar da kayip Mu Kitasi ile ilgiliydi. Ve Churcward 50 yil çalismisti bu tabletleri çözebilmek için. Bu konuda 5 kitap yayinlamis bir uzmandi.
    Tahsin Bey, ögrendiklerini, bulduklarini düzenli olarak Atatürk'e rapor ediyordu. Gazi; Churcward'in Mu ile ilgili kitaplarini getirtti ve 60 kisilik bir tercüme heyetine Türkçe'ye çevirme emrini verdi. Kitaplar basilmadi. Daktilo edilerek Atatürk'ün önüne kondular.
    Atatürk metinleri büyük bir dikkatle okudu. Insanin yaradilisini anlatan bölümle özellikle ilgilenmisti. Mu'nun insanligin ana vatani oldugunu nüfusun 64 milyona çiktigini anlatan bölümlerin altini çizmisti. Mu'da geçen Tanri kavramiyla da yakindan ilgilenmis, yaraticinin insan akliyla anlasilamayacagi, sekillendirilemeyecegi ve adlandirilamayacagi üzerinde durmustu. Tercümelerde Maya dili de dahil tüm lisanlarin Mu dilinden türedigi belirtiliyordu.
    Mu kitasinin batisini anlatan bölümde halkin "Ya Mu bizi kurtar." diye bagirdigina dikkat çekerek Mu'nun bir ilah adi oldugu sonucuna vardi. Mu kökenli özel isim ve sifatlari, Öztürkçe ile karsilastirarak (Kui: kögü : Aile vb.) not aliyordu. Atatürk, önce Türkler'in kökenini ve Mu dilinin Türkçe ile baglantisini incelemis sonra da Mu sembollerini Latin alfabesiyle karsilastirmisti.
    Daha ilginç olan Mu'nun demokrasi ile yönetildigini ve günes enerjisinin aydinlatmada kullanildigini anlatan satirlarin altini çizmekle kalmamisti kendi notlarini da ilistirmisti.
    Bugün bu kitaplardan Kayip Mu Kitasi ve Mu'nun Çocuklari Anitmabir kitapliginda 1301, 1302 no ile kayitlidir. Çeviri metinleri ise kitaplikta 4 dosya halinde bulunur. Gazi'nin Mu ile ilgili çikardigi sonuçlari ne yazik ki tam olarak bilemiyoruz.
    Emekli general Tahsin Mayatepek Meksika'daki arastirmalarinda çok daha fazlasini bulmustu. Maya, Aztek ve Inka uygarliklarinin Türkler'in kullandigi esyalara benzer esyalar kullandigini Atatürk'e iletmisti. Davullar, kalkanlar üzerlerindeki ay ve yildiz sembollerine kadar bizimkilere benziyordu. Tahsin Mayatepek, çalismalarini belge ve fotograflarla 3 ciltlik defter olarak toplayarak
    Atatürk'e gönderdi. Bunlarin ikisi 70'lere kadar TDK kütüphanesinde idi. (No:57-56) Üçüncü defter kayiptir. Bu defterlerde dini tören, ibadet ve tapinaklarin bile sasilacak kadar benzerligi gösteriliyordu.
    Atatürk'ün 6 ay gibi bir sürere Türkçe'yi Latin harflerine kavusturacak kadar bilgili ve yetenekli oldugu düsünülürse, onun kesinlikle siradan bir dil bilimci ve tarihçi oldugu düsünülemez. Öyleyse bu arastirmalari da siradan bir merak olamazdi. Yine O, neyi nerede arayacagini herkesten iyi biliyordu. Bugün Atatürk'ün gizli kalmis düsünceleriyle birlikte bu arastirmalar da Anitkabir'in sessizliginde uyumaya devam ediyorlar. Eger gerçekten var olduysa, Mu Kitasi'nin kalintilarinin Pasifik'in derinliklerinde durdugu gibi...
    _____________________________

    Nasııll??




  • quote:

    Orjinalden alıntı: zeus_1907

    sizlere ilginç bir bilgi daha;


    Atatürk Kayıp Kıta MU'DA Ne Aradı ?



    "M.Ö. 200.000 ile 70.000 yillari arasinda
    Pasifik'te Mu adinda Avustralya'dan kat
    kat büyük bir Kita mi vardi? Yüksek bir
    medeniyet yarattiktan sonra batmis miydi?
    Atatürk bu kitayla neden ilgilenmisti?"
    Türkler'in kökenini ortaya çikarmak Gazi'nin en büyük isteklerinden biriydi. Cumhuriyetin ilk yillarinda Osmanlilar'in son dönemlerinde Türklük Akimlari üzerine yapilan arastirmalari derledi. Atatürk'ün istegiyle birçok bilim adami ve arastirmaci bu alanda arastirmalar yapti. Yabanci bilim adamlari davet edildi. 1930'da Türk Tarih Kurumu kuruldu. Çok zengin malzeme ve bilgilere ulasildi. Yine de Türkler'in nereden geldikleri tam açiklik kazanmadi.
    Maya Diliyle Türkçe Arasindaki Benzerlik
    1932'de emekli General Tahsin Bey Atatürk'ü ziyaret etti. Maya dili ile Türkçe arasindaki benzerliklerden bahsetti. Mayalar Meksika'da yasamislar, Türkler ise Orta Asya'dan gelmislerdi. Aradaki uzakliga ragmen, Gazi konuyla ilgilendi. Tahsin Bey'i Meksika'ya elçi olarak atadi. Ona iki dil arasindaki benzerlikleri ortaya çikarma görevini verdi.
    Tahsin Bey Meksika'ya gitti. Orada kendisine Amerikali Arkeolog William Niven 'in buldugu tabletlerden bahsettiler. Maya dilinin kökeninin bu tabletlerde oldugu anlasilmisti. Türkçe ile Maya dili benzerlik bu tabletlerde aranacakti. Bu tabletler Tahsin Bey'i saskina çevirdi. Çünkü tabletler MÖ 200.000 ile 70.000 yillari arasinda Pasifik'de yer almis bir kitayi haber veriyordu. Kitanin adi MU idi. Avustralya'dan birkaç kat büyüktü. Yüksek bir uygarliga ulastiktan sonra deprem veya tufan sonucu battigi saniliyordu.
    Ingiliz Albay James Churcward Hindistan'daki tabletleri Tahsin Bey'e bilgi olarak sundu. Bunlar da kayip Mu Kitasi ile ilgiliydi. Ve Churcward 50 yil çalismisti bu tabletleri çözebilmek için. Bu konuda 5 kitap yayinlamis bir uzmandi.
    Tahsin Bey, ögrendiklerini, bulduklarini düzenli olarak Atatürk'e rapor ediyordu. Gazi; Churcward'in Mu ile ilgili kitaplarini getirtti ve 60 kisilik bir tercüme heyetine Türkçe'ye çevirme emrini verdi. Kitaplar basilmadi. Daktilo edilerek Atatürk'ün önüne kondular.
    Atatürk metinleri büyük bir dikkatle okudu. Insanin yaradilisini anlatan bölümle özellikle ilgilenmisti. Mu'nun insanligin ana vatani oldugunu nüfusun 64 milyona çiktigini anlatan bölümlerin altini çizmisti. Mu'da geçen Tanri kavramiyla da yakindan ilgilenmis, yaraticinin insan akliyla anlasilamayacagi, sekillendirilemeyecegi ve adlandirilamayacagi üzerinde durmustu. Tercümelerde Maya dili de dahil tüm lisanlarin Mu dilinden türedigi belirtiliyordu.
    Mu kitasinin batisini anlatan bölümde halkin "Ya Mu bizi kurtar." diye bagirdigina dikkat çekerek Mu'nun bir ilah adi oldugu sonucuna vardi. Mu kökenli özel isim ve sifatlari, Öztürkçe ile karsilastirarak (Kui: kögü : Aile vb.) not aliyordu. Atatürk, önce Türkler'in kökenini ve Mu dilinin Türkçe ile baglantisini incelemis sonra da Mu sembollerini Latin alfabesiyle karsilastirmisti.
    Daha ilginç olan Mu'nun demokrasi ile yönetildigini ve günes enerjisinin aydinlatmada kullanildigini anlatan satirlarin altini çizmekle kalmamisti kendi notlarini da ilistirmisti.
    Bugün bu kitaplardan Kayip Mu Kitasi ve Mu'nun Çocuklari Anitmabir kitapliginda 1301, 1302 no ile kayitlidir. Çeviri metinleri ise kitaplikta 4 dosya halinde bulunur. Gazi'nin Mu ile ilgili çikardigi sonuçlari ne yazik ki tam olarak bilemiyoruz.
    Emekli general Tahsin Mayatepek Meksika'daki arastirmalarinda çok daha fazlasini bulmustu. Maya, Aztek ve Inka uygarliklarinin Türkler'in kullandigi esyalara benzer esyalar kullandigini Atatürk'e iletmisti. Davullar, kalkanlar üzerlerindeki ay ve yildiz sembollerine kadar bizimkilere benziyordu. Tahsin Mayatepek, çalismalarini belge ve fotograflarla 3 ciltlik defter olarak toplayarak
    Atatürk'e gönderdi. Bunlarin ikisi 70'lere kadar TDK kütüphanesinde idi. (No:57-56) Üçüncü defter kayiptir. Bu defterlerde dini tören, ibadet ve tapinaklarin bile sasilacak kadar benzerligi gösteriliyordu.
    Atatürk'ün 6 ay gibi bir sürere Türkçe'yi Latin harflerine kavusturacak kadar bilgili ve yetenekli oldugu düsünülürse, onun kesinlikle siradan bir dil bilimci ve tarihçi oldugu düsünülemez. Öyleyse bu arastirmalari da siradan bir merak olamazdi. Yine O, neyi nerede arayacagini herkesten iyi biliyordu. Bugün Atatürk'ün gizli kalmis düsünceleriyle birlikte bu arastirmalar da Anitkabir'in sessizliginde uyumaya devam ediyorlar. Eger gerçekten var olduysa, Mu Kitasi'nin kalintilarinin Pasifik'in derinliklerinde durdugu gibi...





    kaynak neresi?
    _____________________________




  • quote:

    Orjinalden alıntı: teknologi

    ya bana hiç inandırıcı gelmio söylenenler yine de bilmioyrum ya hani böle kesin kanıtlar olmalı ki kesin diyelim bi kere i,nsanların cakraları açılıcak olayı inancımı bozuo dna ların deişeceği o da inandırıcı gelmio insan tak die nası böle 3 günde deişebilir aradan yılların geçmesi lazım böle bi deişimin olabilmesi için


    zaten gerçek Altın Çağın başlaması için 80 ila 100 yıl kadar bir süre bekleneceğini önceki mesajlarımdan birinde yazmıştım. 21 aralık 2012 Altın Çağın başlayacağı tarihtir ama bu çağın tam olarak yaşanması, o muhteşem çağı yaşayacak olan az sayıdaki seçilmiş insanın buna hazır olmaları için 100 yıla yakın bir süre geçmesi gerekiyor..
  • quote:

    Orjinalden alıntı: Mr._Frodo


    quote:

    Orjinalden alıntı: teknologi

    ya bana hiç inandırıcı gelmio söylenenler yine de bilmioyrum ya hani böle kesin kanıtlar olmalı ki kesin diyelim bi kere i,nsanların cakraları açılıcak olayı inancımı bozuo dna ların deişeceği o da inandırıcı gelmio insan tak die nası böle 3 günde deişebilir aradan yılların geçmesi lazım böle bi deişimin olabilmesi için


    zaten gerçek Altın Çağın başlaması için 80 ila 100 yıl kadar bir süre bekleneceğini önceki mesajlarımdan birinde yazmıştım. 21 aralık 2012 Altın Çağın başlayacağı tarihtir ama bu çağın tam olarak yaşanması, o muhteşem çağı yaşayacak olan az sayıdaki seçilmiş insanın buna hazır olmaları için 100 yıla yakın bir süre geçmesi gerekiyor..



    orayı kaçırmışımda hani şeyi okudum insanların direk dna ları 3 günde deşicek falan insanlar birbirini iyileştirecek orasını demek istedim yine diyorum ben inanmıyorum ya şöle %10 inanıyorum diyebilirim çok düşük ihtimal olabilir nie olmasın sonuçda bu evren bi şekilde yaratıldığı gibi daha başka şeyler de olaiblir ama ben pek inanmıyorum:) belki olur ama buradakiler pek bi abartı geldi bana
    _____________________________




  • biz türkleri ilgilendiren bi başka detay daha,



    AGARTA

    Agarta kelime olarak Budist kökenlidir. Bütün imanlı Budistler yeraltında bir dünya veya kudretli bir imparatorluk olduğuna inanırlar. Bu inanca göre, yer altı dünyasında milyonlarca kişi yaşamaktadır. Başkenti Şamballa olan bu imparatorluğun yöneticisi doğuda “Dünyanın Kralı” olarak bilinir.

    http://www.business-training.com.ua/images/photo/dalay-lama.jpgDalay Lama

    “Dünya Kralı”nın yeryüzündeki temsilcisi Tibetli Dalay Lama’dır.

    Doğuda Tibet ve batıda Brezilya dünyanın iki ayrı ucunda tünel şebekelerine sahip iki ülkedir. Mısır’daki Gize Piramit’inin altında bulunan gizli odaların da yer altı dünyası ile ilişkisi olduğu iddia edilir. Firavunlar bu tüneller vasıtası ile yeraltında tanrılar veya süper,insanlarla temas kurabiliyorlardı.

    Mısır tanrıları ve krallarının dev heykelleri ile doğudaki Buda heykellerinin, insan ırkına yardım etmek üzere yerüstüne çıkan yer altı Süpermenleri ırkını temsil ettiği ileri sürülür.

    Bu cinsiyetsiz Agarta temsilcileri, yeraltındaki ütopik bir cenneti temsil etmekteydiler.

    İddialara göre, Hz. Nuh gerçekte bir Atlantisli idi ve Atlantis sulara gömülmeden önce kurtarılmaya değer bir grup insanı bu felaketten kurtarmıştı. İnanca göre, Atlantislilerin çıkardığı NÜKLEER SAVAŞ sonucu meydana gelen tufan felaketinden kurtulan bu grup, önce Brezilya’nın yüksek platolarına gelmişler daha sonra da radyasyondan korunmak için, yüzeyle bağlantılı tünelleri olan yer altı şehirlerine yerleşmişlerdi.

    Agarta yer altı medeniyeti, Atlantis medeniyetinin bir devamı niteliğindeydi. Geçmişteki korkunç nükleer savaştan ders aldıkları için, devamlı barış içinde yaşamaktaydılar. Bu insanlar bilimde yeryüzü insanlarının binlerce yıl ilerisindeydi. Agarta medeniyeti binlerce yıllıktı. (Atlantis 11.500 yıl önce sulara gömülmüştü)

    Yeraltındaki bilim adamları, bizim bilim adamlarımızın bilmediği enerji türlerini bilmekteydiler. Bu enerjiler hem uçan, hem de karada giden taşıtlarda kullanılmaktaydı.

    Ossendowski, Agarta İmparatorluğu’nun birbirine tünellerle bağlı yer altı şehirleri ağına sahip olduğunu ve bu tünellerde (Karada veya denizde) harekete edebilen olağanüstü süratli araçlardan söz eder.

    Agarta’daki halk “Dünya kralı”nın başkanlığında bir hükümet tarafından yönetilmekteydi. Bu insanlar, Lemurya, Atlantis ve tanrılar ırkı Hyperborluların temsilcilerinden oluşmaktaydı.

    Tarihin birçok döneminde Agartalı Süpermenler ve tanrılar yeryüzüne çıkarak, insan ırkına rehberlik etmişler ve onları savaşlardan, felaketlerden ve yok oluşlardan kurtarmışlardı.

    Hiroşima’ya ayılan ilk Atom bombasından sonra, ortaya çıkan uçandaireler işte böyle bir nedenle gelmişlerdi. Ancak tanrılar kendileri yerine temsilcilerini göndermişlerdi.

    Hint destanlarından “Ramayana”da Rama’nın Agarta’dan uçan bir araçla –muhtemelen bir uçandaire ile- geldiği anlatılır. Aynı şekilde İnka hanedanlığının kurucusu Manco Copac da uçan bir araçla gelmişti.

    Amerikadaki Agartalı öğretmenlerin en büyüklerinden biri, Maya’ların, Aztek’lerin ve genel olarak Kuzey ve Güney Amerika’daki yerlilerin en büyük efsanevi önderi Quetzalcoatl’dır. Başka bir ırktan (Atlantis’ten) gelen bu beyaz adam, Mexico, Yukatan ve Guatemela’daki yerliler tarafından “büyük kurtarıcı” diye anılmaktadır. Aztekler ona “Sabah yıldızı” ve “Bereket tanrısı” derlerdi. Quetzalcoatl, “Tüylü Yılan”, yani yılan şeklinde sembolize edilmiş “öğretici bilge” anl****** geliyordu. Bu isim ona uçan bir araçla geldiği için verilmişti. Muhtemelen o, yer altı dünyasından geliyordu. Quetzalcoatl, geldiği gibi esrarengiz bir şekilde kayboldu. İnanışa göre, geldiği yer altı dünyasına dönmüştü.

    Mısır inançlarındaki Osiris başka bir yer altı tanrısıdır. Donely, “Atlantis the Antediluvian World” (Atlantis, Tufan Sonrası Dünya) adlı kitabında Yunan mitolojisinde geçen tanrıların Atlantisli yöneticiler olduğunu ileri sürer.





    Mimar Sinan da Agarta örgütündendi!

    Tarihi Ergenekon operasyonu gitti, 600 yıllık esrarengiz Agarta tarikatına bağlandı.

    Peki nedir bu Agarta efsanesi? Kimdir bu Agartalılar?

    * Kayıp kıta Mu ve Atlantis`in bilge kişileri bir araya gelip bir yeraltı medeniyeti kurmuşlar. Yeraltında birbirlerine tünellerle bağlı devasa yeraltı şehirleri inşa etmişler.

    * Yeraltındaki bilge kişiler, bizden çok çok ilerde bilgi ve teknolojiye sahiplermiş. Öyle ki zaman zaman görülen Ufolar onların ulaşım aracıymış. Ufolarla tünellerden birbirlerine gidip geliyorlarmış.

    * Yeraltındaki bu bilge kişiler psişik yetenekleriyle yer üstündekileri yönlendirmişler. Mesela Adolf Hitler, Agarta rahipleri tarafından yönlendirilmiş. Bu yüzden Hitler geceleri çığlıklar atarak uyanır ve titremeye başlarmış. Sonra odanın bir köşesine bakıp, `İşte o, işte o, buraya geldi` diye inlermiş. Bundan sonra kimsenin bilmediği bir dilde konuşmaya başlarmış.

    * Zamanı geldiğinde büyük üstadlar yer altındaki Agarta şehrinden çıkacak ve krallıklarını ilan edeceklermiş.

    Efsanenin özeti böyle.

    ***

    Ergenekon operasyonu henüz Agarta efsanesine bağlanmadan önce yolumuz; Nevşehir`e düştü. Malum bölge yeraltı şehirleriyle ünlü. Derinkuyu`da yerin 50 metre altına kadar indik. Gerçekten odaları, salonları, lobileri, mutfakları ile kilometrelerce uzanan ve labirent gibi tünellerden oluşan bir şehir var. Hele bir havalandırma sistemi kurulmuş ki; bugünün teknolojisiyle bile akıl edip gerçekleştirmek neredeyse imkansız. (Ama biz tespit edilebilen son noktasına kadar inmemize rağmen, bilge kişiler yerine, mağaraların içinde fotoğraf çektiren birkaç turistin dışında bir şey göremedik.)

    Gelelim başlıktaki soruya; acaba Mimar Sinan da, Agarta örgütünden miydi!

    Elbette bunu sormamızın bir nedeni var?

    Çünkü 2004 yılında, Mimar Sinan`ın Kayseri Ağırnas`taki evi restore edilmek istendi. Çalışmalar sırasında ilginç bir olay yaşandı. Dışarıdan bakıldığında iki katlı sıradan bir ev gibi görünen yerin zemininde taşla kapatılmış bir delik bulundu. Taş kaldırıldığında bunun devasa bir yeraltı kentine açıldığı anlaşıldı. Ve bu yeraltı şehrinde, ibadethaneler, odalar, salonlar bulundu. Şehir kazdıkça yerin altına iniyordu. Ayrıca diğer yeraltı şehirleriyle bağlantılı uzun tünellerinin olduğu tespit edildi.




    http://www.tumgazeteler.com/?a=3910129
    _____________________________

    Nasııll??




  • _____________________________

    Nasııll??




  • dediğim gibi olursa büyük bi facia olur:)=))))
    _____________________________
  • 2012 ye dair elimizde hiçbir şey yok. Kitaplar falan sadece insanların kafadan yazdıkları şeyler. Elimizde kanıt olarak Marduk var ki onla ilgili en son araştırmalarımda yalanlanıyordu. Diğer kanıt ise Maya Takvimi. Mayaların yazdıkları. Açıkçası insan bilinmeyenden korkar ve bilinmeyene karşı bir istek duyar. Yazılan kitaplarda insanların bu yönünü kullanmaya çalışıyor. 2012'de felaketler olur yada olmaz bilmiyorum, fakat çakraların açılması, buzul çağının yaşanması vs... bana çok traş geliyor. Kanıtsız, dayanaksız teorilere inanırsak işimiz var.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Guest-C9CA1DA90 -- 5 Ekim 2008; 17:57:59 >
    _____________________________
  • 
Sayfa: önceki 45678
Sayfaya Git
Git
sonraki
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.