Şimdi Ara

YUNUS EMRE KÜLTÜR VE SANAT HAFTASI

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir (1 Mobil) - 1 Masaüstü1 Mobil
5 sn
15
Cevap
0
Favori
7.356
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: 1
Giriş
Mesaj
  • Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm
    diye kendini tanıtır yunus..

    ESERLERİ

    Bilinen iki eseri vardır.

    Er Risâlatü'n-Nushivye (Öğütler' Kitapçığı):

    Sabır gerek sana her hal içinde
    Sabırsızlar kalırlar kaal içinde

    Ne kime bakar isen ol yüzündür
    Kime ne sanur isen kend'özündür

    Seni senden iyi kim bilebile
    Geçirdin ömrünü bu dirlik ile

    Neyse dirliğin oldur ölümün
    Bugün ki gündür yarınki günün


    “Er Risâlatü'n-Nushiyye”,” mesnevi” tarzındadır


    Toplam 562 ya da 573 beyittir. Yunus Emre'nin bilgi seviyesine işaret eder.
    Aruz vezniyle yazılmıştır ve altı bölümden oluşmuştur. Sembolik bir anlatımı vardır. Baştan sona iyi ve kötü huy arasındaki çatışmadan söz edilir.


    Başlangıç Bölümü -13 beyitten oluşur. İnsanoğlunun ya-radılışıyla ilgilidir. İnsan; toprak, su, hava ve ateşten oluşmuştur. Böylelikle oluşan cesede 'can' verilmiştir. Toprak ile sabır, iyi huy ve tevekkül; Su ile sefa, yumuşaklık, ihsan; Hava ile ikiyüzlülük, acelecilik ve özbenlik; Ateş ile şehvet, kibir, hırs ve kıskançlık; meydana gelir. Çan'la ise insan onur, birlik, haya ve edep kazanmıştır.

    Nesir Bölümü - Mevzu, akıl ve imandır. Akıl; dünyayı, ahireti ve Allah'ı bildirecek şekilde üç çeşide ayrılır. İman ise Yaradan'a ulaşmanın yoludur. Ardından cennet, cehennem, toprak, su, hava ve ateşin özelliklerinden bahsedilir.

    Birinci Bölüm - 69 beyittir. Mevzu, ruh ve akıldır. İnsana Rahmani ve şeytanî iki güç verilmiştir. Rahmanî güçler, nef-sanî güçlerle mücadele halindedir. Nefis yenilince, gönül şehri kalp rahatlar ve kul olan kişi ibadet göreviyle meşgul olur.

    İkinci Bölüm (Kanaat Destanı)- 98 beyittir. Akıl, kibir ve kanaat arasındaki etkileşimlerden bahseder.

    Üçüncü Bölüm (Gazap Destanı)- 88 beyittir. Akıl, sabır ve öfke arasındaki etkileşimlerden bahseder.

    Dördüncü Bölüm- 34 beyittir. Yûsuf peygamber üzerine mesellerle sabrın halleri anlatılır.


    Beşinci Bölüm- 136 beyittir. Kıskançlık ve çekememezli-ğin hallerinden bahseder. Sonunda akim cömertliği, cimriliği ortadan kaldırır.
    Altıncı Bölüm (Akıl Destanı)- 124 beyittir. Akıl, gıybet ve doğruluğun etkileşimlerinden bahseder.


    2.DİVAN

    Okuyalar bu benim divanımı

    Yunus Emre anı görmüş,eline bir divan almış
    Alimler okuyamamış,bu manadan duyan gelsin


    Bu dizelerden anlaşıldığına göre, Yunus Emre yaşarken şiirleri toplanmış ve divanı düzenlenmiştir. Fakat asıl olarak Yunus Emre'nin sağlığında derlenen Divan'ın ortada olmadığı belirtilir. Günümüzdeki Divan derlemeleri ise çeşitli yazmalardan şiirlerin derlenip bir araya getirilmesiyle oluşturulmuştur.
    Derlemelerin de hem aruz hem de hece vezniyle yazıldığı görülür. Hece ölçüsünün hemen her kalıbı kullanılmakla birlikte, mesnevi ve gazel musammat şeklindeki nazım türlerine de rastlanır.

    Yunus Emre, emsalsiz şairliğini Divan'ın da net bir şekilde göstermektedir. Derin fikirleri sade olarak ifade edebilme kabiliyetine sahip üstün bir lirizm içindedir.

    DİLİ
    Yunus Emre'nin yaşadığı dönemde din ve ilim dili olarak Vrapça, edebi dil olarak ise Farsça kullanılıyordu. Bu diller o ılönem yönetiminin resmi dilleri özelliğindeydi.
    Yunus Emre ise dilinde halkın kolay anlayabileceği basit ve sade ifadeler peşindeydi. Bu nedenle Oğuz lehçesini kullanmıştır. Oluşturduğu dili edebiyatçılar "Sehl'i mümteni" tarzını gördüler: Hemen öğrenilerek müzikal bir ifadeyle de oluşan bir kavrama metodu içindedir, Yunus Emre'nin şiirler....


    Molla Kasım

    Kasım Paşa 15. yüzyılda Fatih Sultan Mehmet zamanında yaşayan kumandanlardan olup Sofu Kasım, Molla Kasım diye anılmaktadır.
    Molla Kasım Afyon'da mutasarrıflık yaparken Sandıklı'da Yunus Emre'nin Divan'ını ele geçirir. Gecek Hamamı'nın mesirelik yeri olan Alibey Deresi'nde akarçay kenarında oturup, Yunus Emre'nin Divan'ını incelemeye başlamış, Molla Kasım'ın zahirî ilimlerde bilgisi olup, batınî bilgilerden haberi yoktu. işin özünü kavramadan şeriat adına inançları sorgulyan bir kişi idi Tasavvufî terimleri bilmiyordu. Yunus Emre'nin şiirlerini inceleyip tasavvufî şiirlerini beğenmiyerek bir kısmını yakmış, bir kısmını da suya atmıştı. Fakat eline şu mısralar geçince şaşırmıştı:

    "Derviş Yunus bu sözü
    Eğri büğrü söyleme
    Seni sigaya çeken
    Bir Molla Kasım gelir"

    Yunus, yüzlerce sene geriden kendisini irşad ediyordu. Yunus senelerin ardından Molla Kasım'a ismi ile sesleniyordu. Molla Kasım Yunus'un bu kerametinden yaptığına pişman olmuş, o günden itibaren tasavvufa ilgi duymuş, Abdürrahim Mısrî Hazretleri'nin en yakın mürşidi olmuş ve Afyon'da, Kasım Paşa Camiî ile Hamamı'nı yaptırmıştır.



    HURİ İLE GILMANI*

    Ben dervişim deyene,bir ün edesim gelir
    Seğirdüben sesine,varıp yetesim gelir

    Sırat kıldan incedir,kılıçtan keskincedir
    Varıp anın üstüne,evler yapasım gelir

    Altında gayya vardır,içi nar ile pürdür
    Varuben ol gölgede,biraz yatasım gelir

    O da gölgedir deyu,ta'n eylemen hocalar
    Hatırımız hoş olsun,biraz yanasım gelir

    Ben günahımca yanam,rahmet suyunda yunam
    İki kanat takınam,biraz uçasım gelir

    Andan Cennete varam,Cennette huriler görem
    Huri ile gılmanı,bir bir koçasım gelir

    Derviş Yunus bu sözü,eğri büğrü söyleme
    Seni sigaya çeker,bir Molla Kasım gelir*



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi zargana -- 8 Mayıs 2005, 21:00:15 >







  • BU ZAMANDA MÜSLÜMANLAR

    Müslümanlar zamane yatlı oldu
    Helal yenmez, haram kıymetli oldu
    Fakirler miskinlikten çekti elin
    Gönüller yıkıben heybetli oldu


    Peygamber yerine geçen hocalar
    Bu halkın başına zahmetli oldu
    Yunus gel aşık isen tevbe eyle
    Nasuh'a tevbe ucu kutlu oldu
    *** ***

    Nasuh tevbesi : Bir daha bozmamak üzere edilen tevbe
    ---------------------------


    BEN AYIMI YERDE GÖRDÜM

    Bir dem yüzüm süre duram
    Her dem ayım yeni doğar
    Her dem bayramdurur bana
    Yazım kışım yeni bahar

    Benim ayım ışığına
    Bulutlar gölge kılmaya
    Hiç gedilmez doluluğu
    Nuru yerden göğe ağar

    Anın nuru karanlığı
    Sürer gönül hücresinden
    Karanlık ile aydınlık
    Bir hücreye nite sığar

    Ben ayımı yerde gördüm
    Ne işim var gök yüzünde
    Benim yüzüm yerde gerek
    Bana rahmet yerden yağar

    Sözüm el gün için değil
    Sevenlere bir söz yeter
    Sevdiğim söylemez isem
    Sevmek derdi beni boğar

    N'ola Yunus sevdiyise
    Çoktur Hakk'ı seviciler
    Sevenleri göyer dedi
    Anın için boynun eğer
    -------------------------


    GÖNÜL CALABIN TAHTI

    Miskinlikte buldular, kimde erlik var ise
    Merdivenden ittiler, yüksekten bakar ise
    Gönül yüksekte gezer, dem-be-dem yoldan azar
    Dış yüzüne o sızar içinde ne var ise
    *** ***
    Ak sakallı pir hoca, bilemez hali nice
    Emek vermesin hacca, bir gönül yıkar ise
    Sağır işitmez sözü, gece sanar gündüzü
    Kördür münkirin gözü, alem münevver ise
    *** ***
    Gönül Calabın tahtı, CALAP gönüle baktı
    İki cihan bedbahtı, kim gönül yıkar ise
    Sen sana ne sanırsan ayrugada onu san
    Dört kitabın manası budur eğer var ise
    *** ***
    Bildik gelenler geçmiş, konanlar geri göçmüş
    Aşk şarabından içmiş, kim mana duyar ise
    Yunus yoldan azuban, yüksek yerde durmasın
    Sinle sırat görmeye, sevdiği didar ise
    *** ***
    Dem-be-dem : Zaman zaman
    Münevver : Bilgili, aydın
    Calap : ALLAH
    Pir koca : İhtiyar
    Bedbaht : Talihsiz
    Sin : Mezar
    Sırat : Cennet yolu
    Didar : Allaha kavusma, hakkın yüzü




  • KİME GÖNÜL VERİR İSEM
    Kime gönül verir isem, benim ile yar olmadı
    Halim bilip derdim sorup bana vefadar olmadı
    Haktan meğer takdir idi, Aşık oldu gönlüm sana
    Hiç kimseler bencileyin, aşka giriftar olmadı
    *** ***
    İbrahime Nemrud odunu, aşktır gülistan eden
    Aşktan nazar ericeğiz, gülzar oldu nar olmadı
    Aşkta kahırlar çok olur, Aşıklara gayret gerek
    Yunus aşık oldun ise, aşıklarda ar olmadı
    *** ***
    Giriftar : Tutkun olmak, tutulmak
    Gülistan,gülzar : Gül bahcesi
    Nar : Ateş
    Ar : Utanma

    ----------------------------------------------------------

    YOKTUR
    benim canım canı, sensiz kararım yokturur
    Uçmak'ta sen olmazısan, vallah nazarım yokturur.

    Baksam seni görür gözüm, söylerisem sensin sözüm
    Seni gözetmekten dahi, yiğrek şikârım yokturur.

    Çün ben beni unutmuşum, şöyle ki sana gitmişim
    Ne kâlde ne haldeyisem, bir dem kararım yokturur.

    Eğer beni Cercis'leyin yetmiş kez öldürür isen
    Dönem geri sana varam, zirâ ki ârım yokturur.

    Yunus dahi âşık sana, göster didârını ona
    Yârim dahi sensin benim, ayrık nigârım yokturur

    --------------------------------------------

    AŞK BAHRİSİ

    Benem ol aşk bahrisi denizler hayran bana
    Derya benim katremdir zerreler umman bana
    Kafdağı zerrem değil ay u güneş bana
    Haktır aslım şek değil, Murşittir kuran bana
    *** ***
    Yok iken ol barigah, var idi ol padişah
    Ah bu aşk elinden ah, dert oldu derman bana
    ADEM yaratılmadan can kalıba girmeden
    Şeytan lanet olmadan arş idi seyran bana
    *** ***
    Yaratıldı MUSTAFA, yüzü gül gönlü safa
    Ol kıldı bize vefa, ondandır ihsan bana
    Şeriat ehli ırak eremez bu menzile
    Ben kuş dilin bilirim, söyler SÜLEYMAN bana
    Yunus bu halk içinde eksikliktir HAK bilir
    Divane olmuş çağırır, dervişlik buhtan bana
    *** ***

    Bahri : Bir cins deniz ördeği, deniz
    Derya : Deniz
    Katre : Damla
    Umman : Okyanus
    Zerre : En kucuk parca
    Murşit : Rehber, Hak aşığı, Şeyh
    Arş : Göğün en yüksek katı
    Safa : Berraklık




  • Yarab Bu Ne Derttir


    Yarab bu ne derttir derman bulunmaz

    Yar bu ne yaradır merhem bulunmaz

    Benim garip gönlüm aşktan usanmaz

    Varıp yare giderhiç geri dönmez..



    Aşık olan gönül aşktan usanmaz

    Ahiret korkusun bir pula saymaz

    Aşk pazarıdır bu canlar satılır

    satarsın bu canı hiç kimse almaz.,



    Döne döne binbir öğüt verirler

    Dünya malı ile gözün boyarlar

    aşık öldü deyu sala verirler

    Ölen hayvan imiş, Aşıklar ölmez.




    ------------------------

    CANA KIYAN GELSİN

    Bugün sohbet bizim oldu,bize bizim diyen gelsin
    Bu aşk zehrin seve seve içübeni kanan gelsin

    Bugün meydan-ı aşk içre,çağırıp bir ün eyledim
    Müezzinlik bizim oldu,imam olduk uyan gelsin

    Kanaat hırkasın geydim,selamet başını çektim
    Melamet gömleğin biçtim,arif olup giyen gelsin

    Bu ummanda delim gevher;eğerçi var,ele girmez
    Bahası candır alınmaz,bugün cana kıyan gelsin

    İşit derviş bu sözümü,ne etmişem kendüzümü
    Hiçe satmışam özümü,bu cefaya doyan gelsin

    Suret nakşın yumak ile,gönül milki temiz olmaz
    Akıp rahmet suyu çağlar,gönül çirkin yuyan gelsin

    Yunus Emre anı görmüş,eline bir divan almış
    Alimler okuyamamış,bu manadan duyan gelsin
    --------------------------


    HAKİKATİN KAFİRİ

    Söylememen harcısı,söylemeğin hasıdır
    Söylemeğin harcısı,gönüllerin pasıdır

    Gönüllerin pasını ger sileyim der isen
    Şol sözü söylegil kim,ol söz hülasasıdır

    Kulil hak dedi Çalap,sözü doğru deyene
    Bugün yalan söyleyen,yarın utanasıdır

    Cümle yaradılmışa,bir göz ile bakmayan
    Şer'in evliyasıysa hakikatte asidir

    Şeriat haberini şerh ile eydem işit
    Şeriat bir gemidir,hakikat deryasıdır

    Ol geminin tahtası ne denlu muhkem ise
    Deniz mevci kati olucak uşanasıdır

    Bundan içeru haber işit,edeyin ey yar
    Hakikatin kafiri,şer'in evliyasıdır

    Biz talib-i ilmiz,aşk kitabın okuruz
    Çalap müderris bize,aşk hot medresesidir

    Evliya safa nazar ideli günden beru
    Hasıl oldu Yunus'a her ne kim olasıdır



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi zargana -- 7 Mayıs 2005, 11:05:16 >




  • GÖZÜM SENİ GÖRMEK İÇİN

    Gözüm seni görmek için,elim Sana ermek için
    Bugün canım yolda kodum,yarın Seni bulmak için

    Bugün canım yolda koyam,yarın ivazın veresin
    Arz eyleme Uçmağını,hiç arzum yok Uçmak için

    Benim Uçmak neme gerek,hergiz gönlüm ana bakmaz
    İşbu benim zariliğim,değildürür bir bağ için

    Uçmak Uçmağım dediğin,müminleri yiltediğin
    Bir ev ile birkaç huri,hevesim yok koçmak için

    Bunda dahi verdin bize,ol hurilerden çift helal*
    Andan dahi geçti arzum,arzum Seni görmek için

    Sofulara ver Sen anı,bana Seni gerek Seni
    Ben nice terk idem Seni,şol bir ala çardak için

    Yunus hasretdürür Sana,hazretini göster ana
    İşin zulüm değildürür,dat eyleğil varmak için

    Ucmak: cennet


    BANA BU TEN GEREKMEZ

    Bana bu ten gerekmez can gerektir
    Ol baki Cennet'e iman gerektir

    Zehi mürşit ki bizi Hakk'a iltür
    Aşık canı ana kurban gerektir

    Bular hot geçti Uçmak arzusundan
    Didar göstermeye Sultan gerektir

    N'iderim Uçmağı yahut huriyi
    Bana dergahına seyran gerektir

    Eğer Muhammed'e ümmet olursan
    Dilinde zikr ile Kur'an gerektir

    Namaz ü vird ü tesbih,zikr ü Kur'an
    İnayet bunlara Hak'tan gerektir

    Hakikat şerbetin içen aşıklar
    Başı açık,teni uryan gerektir

    Aşık Yunus bu sırrı anlayanın
    Ciğeri büryan,gözü giryan gerektir


    HER KAÇAN ANARSAM SENİ

    Her kaçan anarsam Seni kararım kalmaz Allahım
    Sendem gayrı gözüm yaşın,kimseler silmez Allahım

    Sensin ismi baki olan,Sensin dillerde okunan
    Senin aşkına dokunan,kendini bilmez Allahım

    Sen yarattın cism ü canı,Sen yarattın bu cihanı
    Milk Senindir kerem kanı,kimsenin olmaz Allahım

    Okunur dilde destanın,açılır bağ ü bostanın
    Sen baktığın gülistanın,gülleri solmaz Allahım

    Aşkın bahrına dalmayan,canını feda kılmayan
    Senin cemalin görmeyen,meydana gelmez Allahım

    Zar olur aşıkın işi,durmaz akar gözü yaşı
    Senden ayrı düşen kişi,didarın görmez Allahım

    Aşık Yunus Seni ister,lütf eyle cemalin göster
    Cemalin gören aşıklar,ebedi ölmez Allahım

    ----------------------
    AŞKINA DÜŞEN KİŞİ

    Dost Senin aşkın oku,key katı taştan geçer
    Aşkına düşen kişi,can ile baştan geçer

    Dün ü gün zar olur,aşkın ile yar olur
    Derd-i seri Sen olsan,düğeli işten geçer

    Ariflere bu dünya hayal ü düş gibidir
    Kendini Sana veren hayal ü düşten geçer

    Başında aklı olan,ücretle amel kılmaz
    Hurilere aldanmaz,göz ile kaştan geçer

    Bu dünyanın sevgisi,ağulu aşa benzer
    Sonunu sayan kişi,ağulu aştan geçer

    Gerçek aşık ol ola,can vermiye ol ive
    Dost ile bazar için,nice bin baştan geçer

    Miskin Yunus ol Dostu,hakikat seven kişi
    Uzlet ihtiyar eder,yad-ü bilişten geçer

    Ağulu:zehirli
    Uzlet:yalnızlık
    Yad:hatırlanma




  • SUFİYİM HALK iÇiNDE
    Sufiyim halk içinde, tesbih elimden gitmez
    Dilim marifet söyler gönlüm hiç kabul etmez
    Söylerim marifeti, saluslanırım katı
    Miskinliğe dönmeye gönlümden kibir gitmez
    *** ***
    Görenler elim öper, tac u hırkaya bakar
    Söyle sanırlar beni, zerrece günah etmez
    Dışımda ibadetim sohbetim hoş taatım
    İç pazara gelince bin yıllık ayyar etmez
    *** ***
    Dışım derviş içim boş, dilim tatlı sözüm hoş
    Amma ettiğim işi dinin değişen etmez
    Yunus eksikliğini Allah'ına arz eyle
    Onun keremi çoktur sen ettiğin o etmez
    *** ***
    Saluslanmak : Hilekarlık, düzenbazlık

    --------------------------

    KOĞIL ÖLÜM ENDİŞESİN
    Koğıl ölüm endişesin, Aşıklar ölmez bakidir
    Ölüm aşıkın nesidir cun nur-u ilahidir

    Ölümden ne korkarsın çünkü hakka yararsın
    Bil ki ebedi varsın, Ölmek fasid işidir

    Kal u bela denmeden, Kadimde bile idik
    Biz bir uçar kuş idik , vücut can budağıdır

    Yunus beşaret sana, gel derler dosttan yana
    Ol kimseye ol ana KULLUN YERCİ aslıdır

    Koğıl : Bırak
    Fasid : Fesatcı, bozguncu
    Kal u bela : Yaratanın, Rabliğini ruhlara onaylattığı söz
    Kadim : Ezel, öncesi olmayan zaman, Allah
    Biliş : Tanışıklık
    Beşaret : Müjde
    Kullun yerci : Herşey döner (Haktan gelen hakka dönecektir)
    ---------------------------

    EBEDİ PADİŞAH

    Ey Padişahı lem yezel
    Ey kadir-i hayyu ezel
    Kahrında hoş lütfunda hoş

    Hoştur bana senden gelen
    Ya gonca gül,yahut diken
    Ya hilattır,yahut kefen
    Narında hoş,nurunda hoş

    Miskin Yunus sana kuldur
    İster ağlat,ister güldür
    İster şad et,ister öldür
    Narında hoş,nurunda hoş

    ---------------------------

    BİR GEZ GÖNÜL YIKTIN İSE

    Bir gez gönül yıktın ise,kıldığın namaz değil
    Yetmiş iki millet dahi,elin yüzün yumaz değil

    Bir gönül yaptın ise,er eteğin tuttun ise
    Bir gez hayr ettin ise,birine bin az değil

    Erden sana nazar ola,için dışın nur ola
    Beli kurtulmuştan ola,şol kişi kim gammaz değil

    Er odur alçak dura,ayak odur yola vara
    Göz odur ki Hakk'ı göre,gündüz gören göz değil

    Yunus Emre'm sözün satar,söze bal ü yağ katar
    Altmış bin sarrafa satar,yükü gevherdir koz değil
    ---------------------------------------------

    CAN İÇİNDE CAN OL



    Can olgil can içinde, kalma guman içinde

    İstediğin bulasın, yakın zaman içinde

    Rüku secde de kalma, Ameline dayanma

    İlm u amel gark olur, naz u niyaz içinde

    *** ***

    İkiligi terketgil birlik makamın tutgil

    Canlar canın bulasın, işbu dirlik içinde

    Şeriat korucudur, hakikat ordusunda

    Senin için korunur, hasıl ordu içinde

    *** ***

    Aynel-yakin görüptür, Yunus mecnun oluptur

    Bir ile bir oluptur, Hakkel-yakin içinde

    *** ***

    Aynel-yakin : Hakka Aşık olanların ulaştığı mertebe

    Hakkel-yakin : Aşkın artıp, HAK ile BiR olma, (ayrılığın kalkması)



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi zargana -- 7 Mayıs 2005, 10:54:15 >




  • ETEĞİN AT EDİNİP


    Sen canından geçmeden,canan arzu kılarsın
    Belden zünnur kesmeden,iman arzu kılarsın


    Men arefe nefsehu dersin illa değilsin
    Melaikten yukarı,seyran arzu kılarsın


    Tıfl-ı nareste gibi,eteğin at edinüp
    Ele çevgan almadan,meydan arzu kılarsın


    Bilemedin sen seni,sadefte ne cevhersin
    Mısıra sultan iken,Ken'an arzu kılarsın


    Yunus imdi her derde,Eyyup gibi sabr eyle
    Derde katlanımazsın,derman arzu kılarsın

    -------------------------------



    BİZ KİMSEYE KİN TUTMAYIZ


    Biz kimseye kin tutmayız
    Ağyar dahi dosttur bize
    Kanda ıssızlık var ise
    Mahalle vü şardır bize

    Adımız miskindir bizim
    Düşmanımız kindir bizim
    Biz kimseye kin tutmayız
    Kamu âlem birdir bize

    Vatan bize cennetdürür
    Yoldaşımız Kak'dürür
    Hak'tan yana yönelicek
    Başka yollar dardır bize

    Dünya bir avrattır karı
    Yoldan iltir niceleri
    Sürün gitsin öyleleri
    Onu sevmek ardır bize

    Dünya haramdır haslara
    Helal olmuş nekeslere
    Biz dünyayı dost tutmayız
    Ol dünya murdardır bize

    Yunus eydür Allah deriz
    Allah ile kapılmışız
    Dergâhına yüz tutuban
    Hemen bir ikrardır bize


    -----------------


    İLLA EDEP İLLA EDEP

    Edep bir tac imiş nur-u HUDADAN

    Gey ol tacı emin ol her beladan

    İlim meclisi edepten hali olmaz

    Edepsiz okusa da alim olmaz



    Gezdim Şam-ı Halep

    Eyledim ilmi talep

    Meğer ilim gerideymiş

    İlla edep illa edep



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi zargana -- 7 Mayıs 2005, 10:21:44 >




  • Yapay Zeka’dan İlgili Konular
    Daha Fazla Göster
  • quote:

    Orjinalden alıntı: zargana


    Ne kime bakar isen ol yüzündür
    Kime ne sanur isen kend'özündür


    bu sözünü ilk defa gördüm ve vuruldum.
  • quote:

    Orjinalden alıntı: spotlightkid

    quote:

    Orjinalden alıntı: zargana


    Ne kime bakar isen ol yüzündür
    Kime ne sanur isen kend'özündür


    bu sözünü ilk defa gördüm ve vuruldum.

    ilk okuduğumda bende vurulmuştum. gercekten mükemmel
  • ÖTME BÜLBÜL

    ismi sübhan virdin mi var?
    bahçelerde yurdun mu var?
    bencileyin derdin mi var?
    garip garip ötme bülbül

    ötme bülbül ötme bülbül
    derdi derde katma bülbül
    benim derdim bana yeter,
    bir de sen dert katma bülbül.

    bilirim âşıksın güle
    gülün hâlinden kim bile.
    bahçedeki gonca güle
    dolaşıp söz atma bülbül.

    bilirim âşıksın verde,
    cünûnun var gâyet serde.
    şu sînemde olan derde
    bir de sen dert katma bülbül.

    pervâz olup uçar mısın,
    deniz deryâ geçer misin?
    bencileyin nâ-çâr mısın?
    sen de hâlin söyle bülbül.

    a bülbülüm uslu musun,
    kafeslerde besli misin?
    bencileyin yaslı mısın?
    garip garip ötme bülbül.

    yunus vücûdun pâk derken,
    cihanda mislin yok derken,
    seher vakti "hakk hakk" derken
    bizi de unutma bülbül.

    vird: sık sık ve devamlı okunan dua
    cunun: delirmek

    --------------------------
    DOLAP NİÇİN İNİLERSİN

    Dolap niçin inilersin
    Derdim vardır inilerim
    Ben Mevla'ya âşık oldum
    Anın için inilerim

    Benim adım dertli dolap
    Suyum akar yalap yalap
    Böyle emreylemiş Çalap
    Derdim vardır inilerim

    Beni bir dağda buldular
    Kolum kanadım yoldular
    Dolaba layık gördüler
    Derdim var inilerim

    Ben bir dağın ağacıyım
    Ne tatlıyım ne acıyım
    Ben Mevla'ya duacıyım
    Derdim vardır inilerim

    Dağdan kestiler hezenim
    Bozuldu türlü düzenim
    Ben bir usanmaz ozanım
    Derdim var inilerim

    Dülgerler her yanım yoldu
    Her azam yerine kondu
    Bu iniltim Haktan geldi
    Derdim vardır inilerim

    Suyum alçaktan çekerim
    Dönüp yükseğe dökerim
    Görün ben neler çekerim
    Derdim vardır inilerim

    Yunus bunda gelen gülmez
    Kişi muradına ermez
    Bu fanide kimse kalmaz
    Derdim var inilerim



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi zargana -- 7 Mayıs 2005, 11:02:39 >




  • Yunus söze büyük değer verir. Bir şiirinde kendisi için, “Yü­kü gevherdir, tuz değil” der. İnsanlar hayatlarının önemli bir kısmını konuşmakla geçirirler. Doğru ve yerinde bir söz insanın yüzünü ağartır. Kişi ne zaman, ne söyleyeceğini bilmeli, sözün kemini söylememelidir. Sözün bir gayesi olmalı, konuşma işe yaramalıdır. Yunus sözün iyilik için söylenilmesini ister.

    Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı,

    Söz ola ağulu aşı, bal ile yağ ide bir söz

    Yunus, sözden mucizeler bekler. Söz hayatın derin mânâ­sını ortaya koymalı, dünyaya bakış ve yaşayış tarzını değiştir­melidir.

    Bu cihan cehennemini sekiz uçmağ ide bir söz

    Gıybetin asıl zararı insanın dikkatini kendinden başka tarafa çevirmesidir. Başkalarını kötüleyen kendini unutur. Her insan önce kendi kusurlarını görmeli, başkalarından önce kendini ıs­lâh etmelidir. Her insanın hayat tecrübesi kendine göredir, ken­disi tarafından bilinir. Hakikati arama yolundan insanı uzaklaştır­dığı için Yunus gıybet konusunu ısrarla işler, gıybet insanı Allah’tan uzaklaştırır. Çünkü kendi özünden uzaklaşan Allah’tan da uzaklaşır.

    Göz odur ki Hakkı göre,

    Yunus için önemli olan kâl değil, hâl’dir. İnsan Allah’a hâli ile, ibâdeti, tefekkürü ile, yaptığı hayırlarla ulaşır. Eğer söyle­diklerimiz yalnız dudaklarımızda kalırsa, o zaman ne anlamı olur? Yunus, susmayı konuşmaya tercih eder. Fazla sözden hoşlanmaz. Bazı haller vardır ki anlatılamaz. Ancak duyulur. Hissedilir. Yaşanır, o kadar... İçten duymanın yanında, güzel ko­nuşma bile anlamını kaybeder


    Para, mal, mülk, mevki, rütbe, şöhret eğer bizi lüzumsuz, anlamsız, zararlı bir gurura, kibire, kendini beğenmişliğe, nef­saniyetin uçurumlarına götürüyorsa, ne faydası vardır? Yunus, maddî varlıkları içinde bencilliğin çukurlarına yuvarlanan insan­ları görür, onların hallerine ibretle bakar ve “Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi, mal da yalan, mülk de yalan, var biraz da sen oyalan” der.

    Madde saltanatı içinde yüzerken, dünyalar kadar paraya, mülke batmış ama mutluluğu, paylaşmanın güzelliğini, birlikte­liğin şiiriyetini bulamamış insanların hallerine ibretle bakar ve mırıldanır:

    “Bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı” der. Madde bir gaye değil, araçtır. Yalnız maddeyi düşünen, tıpkı susadıkça tuz yalayan insanlara benzer. Susuzlukları, sıkıntıları gittikçe ar­tar. Gittikçe kendilerinden uzaklaşırlar. İnsanları asıl mutlu eden mânevî zenginliklerdir.

    Yunus, insanların öğrendiklerini hayatlarında yaşamalarını ister. Kuru kuruya bir şeyleri okumak, dinlemek, fazla bir şey ifa­de etmez. Siz bir tohumu kırk yıl bir kasada saklarsanız ne ifade eder? İş onu toprağa bırakmak, orada büyümesini, çiçeklen­mesini müşahede etmektir. Öğrendiklerimiz de, ancak günlük hayat içinde uygulanırsa, yaşantı haline dönüşürse bir kıymet ifade eder. Yunus, herkesin gerçekleri kendi hayatı içinde yaşa­yarak bulmasını öğütler.

    “Bir siz dahi sizde görün, benim bende gördüğümü”

    Kendinde insanlığı, insanlıkta kendini bulmak. İşte Yunus’un felsefesi. Maddî kâinattaki hiçbir şey insanın içindeki boşluğu doldurmuyor. Her insan kendi içinde bir âlemdir. Onda hiçbir varlıkta olmayan bir ruh vardır. Kâinatın sırrı belki de insanoğ­lunun içindedir.

    Yunus’un amacı güzel söz söylemek değil, insan ruhunu yükseltmek, temizleyip arıtmak, insana kendi iç dünyasındaki yücelikleri ve güzellikleri ifşâ etmek, hayatın ve kâinatın sırrını anlatmaktır. Yunus, büyük bir yaşama san’atı ustasıdır. Bütün zamanların ve mekânların ötesinde, insanlara nasıl yaşaya­caklarını, nasıl hareket edeceklerini, en yalın, en kısa ama en özlü şekilde anlatmak için şiirlerini yazmıştır. O, halkın gön­lündekini dile getiren bir yüce insandır. Sözüm ona bazı aydın geçinenler gibi yapmamış, halkına, insanına hor bakmamış, on­ların içlerindeki gizli güzelliklerin, ürpertici ulvîliklerin tezahür edebilmesi için ortam hazırlamıştır.

    Yunus en derin düşünceleri, en ince duyuşları bile, dünya edebiyatında görülmedik bir sadelik, yalınlık içinde, basit bir şe­kilde ifade edebilmiştir. Yunus’u sokaktaki hamal da, üniversi­tedeki profesör de anlar. O, herkese hitap edebilmiş bir yüce gönül sultanıdır.

    Yunus’un dünyası sevgi üzerine, dostluk üzerine kurulmuş­tur. İçi sevgi doludur. Herkese, her şeye ürpererek bakar. Yer­deki minicik bir karınca bile, Yunus için bir etüd konusudur. Ona sevgiyle, hayranlıkla, ürpererek bakar. Hayret duygusu çok önemlidir. Hayret makamına yükselenler, tekâmül yolunda nice merhaleler katetmişlerdir.

    “Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır” der Yunus Emre. O, her yerde Allah’ın yarattığı güzellikleri seyreder, onla­ra hayran olur. Kendinden geçer ve olanca içtenliğiyle haykırır:

    “Sevdiğimi demez isem, sevgi derdi boğar beni...” der. Dünya, Yunus için bir ibret yeridir. Dünyada en güzel şey, ken­dini bilmektir. Kendini bilen, yaratıkların en seçkinidir. Yerlere ve göklere sığmayan, mü’min kulunun kalbine sığmıştır.

    Yunus bu dünyanın, ilâhî hakikate varmak için, kendinde kendini bulmak için, gerekli ve sevilmeye lâyık olduğunu söyler­ken, dünya malına mahkûm olmanın kötülüğünü ve zararlarını gösterir. Paraya ve mala aşırı düşkünlük, ahmaklık alâmetidir. Hastalığının ilâcı sende, fakat sen bilmiyorsun. Bütün âlem sen­de dürülüp, senin varlığında gizlenmiştir. Sen hayat suyunun ortasındasın. Su arıyorsun. Hazinenin üstündesin, yoksulluktan kıvranıyorsun, kapı kapı dolaşıyorsun, bir bilsen ki muratlar sen­dedir. Sen saltanat bahçelerinin süsüsün. Mezbelelerde neden sürünüyorsun? Bil ki, yeryüzünde her şey fânidir. Bâki olan Allah’tır. Bu âlem bir pişme, olgunlaşma, temizlenme, arınma yeridir. Bu âlemde kör olan, gönül gözü açılmamış olan, öbür âlemde de kördür. İnsanın kurtuluşu da bu dünyadadır. Helâk oluşu da... Her yerde DOST’u gören için ne yâr, ne ağyar vardır. Yunus bu gerçeği, “Bir çeşmeden akan su acı tatlı olmaya” derken ne güzel, ne sade bir şekilde anlatıyor. Ârif olan her nereye nazar etse, HAK’KI görür. HAK’KI söyler. Bu âlem bir dost bahçesidir onlar için.

    Gül alırlar gül satarlar

    Gülden terazi tutarlar

    Gülü gül ile tartarlar

    Öyle bir beraberlik ki, dün, bugün, yarın, dünya, âhiret hepsi cem olmuş, birleşmiştir. Yunus, imanla hayatı birleştirmiş nadir kişilerden biridir. Gerçekçidir. İnsanoğlu dünyaya Allah’ı bilmek için gönderilmiştir. Nefsini bilen Rabbini bilir. Kâmil insan yetmiş iki millete bir göz ile bakandır. Her nesnede, her oluşta ayrı bir incelik ve güzellik vardır. İş onu görebilmektedir.

    “Göz odur ki Hakkı göre”

    diyor Büyük Yunus, ilâve ediyor:

    Biz kimseye kin tutmayız

    Düşmanımız kindir bizim

    Dünyada hangi şair hayatı böyle kısa ve özlü olarak anla­tabildi:

    Gelin tanış olalım işi kolay kılalım

    Sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz.

    İçi böyle aşkla dolan, Allah’ta fâni olan insan için ölüm kor­kusu da kalmaz.

    Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil, der ve aşkla haykırır:

    Eğer aşık isem ölmezem ayruk

    Böylesine sevgiyle, saygıyla, edep ve incelikle dolan bir in­san için mal, mülk, mevki, para, şöhret ne ifade eder ki... O ha­yatını muhteşem bir senfoni gibi bitirmektedir:

    Ballar balını buldum, kovanım yağma olsun.




  • Pazar günü (08-05-2005) saat 19:30 civarı TRT2 de çok güzel bir belgesel oynadı ancak başka bir işim olduğu için hepsini izleyemedim. Yinede izlediğim kadarı süperdi demeliyim. Yunus Emre ve felsefesini anlatan bu belgeseli izleyen arkadaşlar var ise adını yazabilirlerse sevinirim. yada bunu nasıl temin edebiliriz bilen var mı?



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi fcaglayan -- 11 Mayıs 2005, 9:44:06 >
  • quote:

    Orjinalden alıntı: fcaglayan

    Pazar günü (08-05-2005) saat 19:30 civarı TRT2 de çok güzel bir belgesel oynadı ancak başka bir işim olduğu için hepsini izleyemedim. Yinede izlediğim kadarı süperdi demeliyim. Yunus Emre ve felsefesini anlatan bu belgeseli izleyen arkadaşlar var ise adını yazabilirlerse sevinirim. yada bunu nasıl temin edebiliriz bilen var mı?

    www.ankebut.net burda bi belgesel var .yunus emre ile ilgili . ama trtde oynayanmı bilmiyorum ..
  • Ben de Erenler aşığıyam
    imzamdan belli değilmi
  • YUNUS EMRE

    1238-1321


    HAYATI

    Türk milletinin yetiştirdiği en büyük tasavvuf erlerinden ve Türk dili ve edebiyatı tarihinin en büyük şairlerinden biri olan Yunus Emre'nin hayatı ve kimliğine dair hemen hemen hiçbir şey bilinmemektedir. Yunus'un bazı mısralarından, 1273'de Konya'da ölen, tasavvuf edebiyatının büyük ustası Mevlana Celalettin Rumî ile karşılaştığı anlaşılmaktadır; buradan da Yunus'un 1240'larda ya da daha geç bir tarihte doğduğu sonucu çıkarılabilir. Bilinen hususlar onun Risalet-ün-Nushiyye adlı eserini H.707 (M.1308) yılında yazmış olması ve H.720 (1321) tarihinde vefat etmesidir.Böylece H.638 (M.1240-1241) yılında doğduğu anlaşılan Yunus Emre XIII. yüzyılın ikinci yarısıyla XIV. yüzyılın ilk yarısında yaşamıştır.Bu çağ,Selçukluların sonu ile Osman Gazi devrelerine rastlamaktadır.Yunus Emre'nin şiirlerinde bu tarihlerin doğru olduğunu gösteren ipuçları bulunmakta; şair, çağdaş olarak Mevlana Celaleddin,Ahmet Fakıh,Geyikli Baba ve Seydi Balum'dan bahsetmektedir.


    Yunus Emre Türbesi
    Sarıköylü ve Karamanlı oluşu meselesi hala belli değildir. Yüzyıllardan beri halk arasında yaşayan inanca göre O, Sivrihisar yakınında Sarıköy'de doğmuş,çiftçilikle meşgul olmuş, Taptuk Emre adlı bir şeyhe intisap etmiş, tekkelerde yaşamış ve veliliğe erişmiştir. Anadolu'da on ayrı yerde mezarı ( daha doğrusu makamı ) olduğu ileri sürülen Yunus Emre,halk arasındaki inanca ve bazı tarihi kaynaklara göre Sarıköy'de ölmüştür. Orada yatmaktadır. Bugün, Eskisehir-Ankara yolu üzerindeki Sariköy istasyonu yakininda, Yunus Emre'nin türbesi ve bir müze bulunmaktadir.


    Yunus Emre, dünya kültür ve medeniyet tarihinde bir merhale olmustur. Kültürümüzün en değerli yapı taşlarındandır. Zira Yunus Emre, sadece yasadigi devrin değil, çagimiz ve gelecek yüzyillarin da ışık kaynağıdır. Allah ve cümle yaradılmışı içine alan sonsuz sevgisinden kaynaklanan fikirleri, dünya üzerinde insanlik var oldukça degerini koruyacaktir. Yunus Emre'nin amaci, sevgi yoluyla dünyada yasayan tüm insanlarin, hem kendileriyle hem evrenle kaynaşmasını sağlamak ve sonsuz yaşamda ebedi hayata doğmalarını sağlamaktır.

    Yunus Emre adı, her Türk ve Türk kültürünü tanıyıp seven herkes için bir şeyler ifade eder. Şiirlerinde, her devrin okuyucusu ya da dinleyicisi kendini etkileyecek bir şey bulmuştur. İlk kez Yunus, şiirlerinde büyük ölçüde Türkçe kullanmıştır. Yunus'la birlikte dil, daha renkli, canlı ve halk zevkine uygun bir hale gelmiştir. Gerçi şiirlerinin bir çoğunda, aruz veznini kullanmıştı, fakat en güzel ve tanınmış şiirleri Türkçe hece vezniyle yazılmıştır. Böylece, şiirleri kısa zamanda yayılarak benimsenmiş ve ilahi olarak da söylenerek günümüze dek ulaşmıştır.

    YUNUS ve HACI BEKTAŞ


    Hacı Bektaşi Veli
    O bölge köylerinden birinde,Yunus adında,rençberlikle geçinir,çok fakir bir adam vardı.Bir yıl kıtlık oldu.Yunus'un fakirliği büsbütün arttı.Nihayet birçok keramet ve inayetlerini duyduğu Hacı Bektaş'a gelip yardım etmeyi düşündü.Sığırının üstüne bir miktar alıç (yabani elma) koyup dergaha gitti.Pirin ayağına yüz sürerken hediyesini verdi;bir miktar buğday istedi.Hacı Bektaş ona lütufla muamele ederek,bir kaç gün dergahta misafir etti.Yunus geri dönmek için acele ediyordu.Dervişler Pir'e Yunus'un acelesini anlattılar.O da: "Buğday mı ister,yoksa erenler himmeti mi?" diye haber gönderdi.O buğday istedi.Bunu duyan Hacı Bektaş tekrar haber gönderdi: "İsterse o alıcın her tanesince nefes edeyim!" dedi.Yunus buğdayda ısrar ediyordu.Hacı Bektaş üçüncü defa haber gönderdi: "İsterse her çekirdek sayısınca himmet edeyim" dedi.Yunus yine buğdayda ısrar edince;emretti,buğdayı verdiler.Yunus dergahtan uzaklaştı.Yolda yaptığı kusurun büyüklüğünü anladı.Pişman oldu.Geri dönerek kusurunu itiraf etti.O vakit Hacı Bektaş,onun kilidi Taptuk Emre'ye verildiğini isterse ona gitmesini söyledi. Yunus bu cevabı alır almaz hemen Taptuk dergahına koşarak kendisini YUNUS yapacak manevi eğitimine başladı.



    Salihli kazası civarında Emre adlı,yetmiş evlik bir köyde.taştan bir türbenin içinde,Taptuk Emre ve çocukları ile torunları yatmaktadır.Türbenin eşiğinde de,bir başka mezar vardır.Bu,Yunus'un bir çok mezarlarından biridir.Yunus Emre kapı eşiğine kendisinin gömülmesini vasiyet etmiş...Şeyhini ziyaret edecekler,kendi mezarını çiğneyerek geçsinler diye.
    YUNUS EMRE VE TASAVVUF

    Yunus EMRE, İslam tarihinin en büyük bilgelerinden olup yaşadığı ve yaşattığı inanç sistemi; Kuran'ın özüne ulaşarak, Tek olan gerçeğin (Allah) sırlarını keşfetme ilmi olan tasavvuf ve Vahdet-i Vücud tur.

    Bu inanç sisteminde tek varlık Allah'dır. Allah bütün bilinen ve bilinmeyen alemleri kapsamıştır, tektir, önsüz sonsuzdur, yaratıcıdır. Eşi, benzeri ve zıddı yoktur.Bilinen ve bilinmeyen tüm evren ve alemler onun zatından sıfatlarına tecellisidir.Alemlerdeki tüm oluşlar ise onun isimlerinin tecellisidir. Her bir hareket,iş,oluş(fiil) onun güzel isimlerinden birinin belirişidir.



    Hak cihana doludur, kimseler Hakkı bilmez

    ***

    Baştan ayağa değin, Haktır ki seni tutmuş

    Haktan ayrı ne vardır, Kalma guman içinde


    Dolayısıyla evrende var saydığımız tüm varlıklar onun varlığının değişik suretlerde tecellileri olup kendi başlarına varlıkları yoktur. Bu çokluğu, ayrı ayrı varlıklar var zannetmenin sebebi ise beş duyudur. Beş duyunun tabiatında olan eksik, kısıtlı algılama kapasitesi, bizi yanıltır ve çoklukta yaşadığımızı var sandırır. Ayrı ayrıymış gibi algılanan bu nesnelerin, ve herşeyin kaynağı Allah'ın esmasının (isimlerinin) manalarıdır. Manaların yoğunlaşmasıyla bu "Efal Alemi" dediğimiz çokluk oluşmuştur. Bir adı da "Şehadet Alemi" olan, ayrı ayrı varlıkların var sanıldığı; gerçekte ise Allah isimlerinin manalarının müşahede edildiği alemdeki çokluk Tek'in yansıması,belirişidir. Bu izaha tasavvufta Vahdet-i vücud (Varlıkların birliği,tekliği) denir.

    Cenab-ı hak varlığını zuhura çıkarmadan evvel gizli bir varlıktı.Bilinmeyen bu varlığa, Gayb-ı Mutlak (Mutlak Görünmezlik),La taayyün (Belirmemişlik),Itlak (Serbestlik),Yalnız vücud, Ümmül Kitap (Kitabın Anası),Mutlak Beyan ve Lahut (Uluhiyet) Alemi de denir.

    Çarh-ı felek yoğidi canlarımız var iken
    Biz ol vaktin dost idik, Azrâil ağyar iken.

    Çalap aşkı candaydı, bu bilişlik andaydı,
    Âdem, Havva kandaydı, biz onunla yâr iken.

    Ne gök varıdı ne yer, ne zeber vardı ne zir
    Konşuyuduk cümlemiz, nûr dağın yaylar iken."

    "Aklın ererse sor bana, ben evvelde kandayıdım
    Dilerisen deyüverem, ezelî vatandayıdım.

    Kâlû belâ söylenmeden, tertip-düzen eylenmeden
    Hakk'dan ayrı değil idim, ol ulu dîvândayıdım."


    "Bu cihana gelmeden sultan-ı cihandayıdım
    Sözü gerçek, hükm-i revan ol hükm-i sultandayıdım."

    ***

    ADEM yaratılmadan can kalıba girmeden

    Şeytan lanet olmadan arş idi seyran bana

    Sonra Allah bilinmekliğini istemiş ve varlığını üç isimle belirlemiş taayyün ve tecelli ettirmiştir.

    1.Ceberut (İlahi Kudret) Alemi: Birinci taayyün,Birinci tecelli,İlk cevher ve Hakikat-ı MUHAMMEDİYE olarak da bilinir.

    Yaratıldı MUSTAFA, yüzü gül gönlü safa

    Ol kıldı bize vefa, ondandır ihsan bana

    Şeriat ehli ırak eremez bu menzile

    Ben kuş dilin bilirim, söyler SÜLEYMAN bana

    2.Melekut (Melekler) Alemi: İkinci taayyün,İkinci Tecelli,Misal ve Hayal Alemi,Emir ve Tafsil Alemi,Sidre-i Münteha (Sınır Ağacı) ve BERZAH da denir.

    3.Şehadet (Şahitlik) ve Mülk Alemi:Üçüncü taayyün,Nasut(İnsanlık),His ve Unsurlar Alemi,Yıldızlar,Felekler (Gökler),Mevalid (Doğumlar) ve Cisimler Alemi diye bilindiği gibi,Arş-ı Azam da bu makamdan sayılır.

    Tüm bu oluşlar Kuran'ı Kerimde "Altı günde yaratıldı" ayetiyle beyan edilirken Altı günden maksadın mutasavvıflarca ,gün değil hal'e ait olduğu kabul edilir.Bu haller Allahın insanlara lutfettiği görünmeyen şeylerden altı sıfatıdır: Semi,Basar,İdrak,İrade,Kelam ve Tekvin(İşitme,Görme,Kavrama, İrade,Konuşma ve yaratma). Cenab-ı Hakkın Zatına ait bu sıfatların Ademin kutsal varlığında belirmesi,"İnsan benim sırrımdır" sözünün bir hükmüdür.Varlığın başlangıcı ve son sınırı ise Aşk'tır.O yuzdendir ki sayılan bu alemler Aşkın cezbesiyle pervane haldedir. Cenab-ı Hak varlığını,kudret eliyle zuhura getirmiş ve üç isimle taayyün,tecelli ve tenezzül etmiştir.Buna yaratış sanatı (Cenab-ı hakkın kuvvetinden,kudretine hükmederek cemalini ve celalini eserlerinde yani varlık yüzünde göstermesi), Belirme cilvesi (Aşık olması sonucunda batının zahire çıkıp,alemlerin nurlarının ve olayların bilinmesi) ve Birlik oyunu (Zatından sıfatına tecelli etmesi ile kendi varlığını kendinde zuhura getirip,birlik ve vahdetini ahadiyet(teklik) sırrına meylettirmesi) denir. Bunda zaman ve mekan kaydı yoktur.Ancak "An" vardır.Çünki mutlak zaman içersinde batın(gizli),zahire(görünen) cıkıp farkedildikten sonra,alemlerin nurları (ışıkları) ve ilahi olaylar bilinmiştir.Daha sonra şekil ve renkler görülüp,ayrı ayrı unsurları oluşturacak şekilde birleştiğinde isimler meydana çıkmıştır(Mülk mertebeleri ,Cisimler alemi).Ve böylece zahir alem belli olup mutlak varlık bilinmiştir.

    Mani evine daldık, vücuda seyran kıldık

    İki cihan seyrini, cümle vücudda bulduk

    Yedi gök yedi yeri, dağları denizleri

    Cenneti cehennemi, cümle vücudda bulduk

    Cebnab-ı Hakkın bu alemi yaratmaktan maksadı bilinmekliğini istemesidir. Ortaya çıkan şeylerin belirişine sebebse Adem(İnsan) 'i dilemektir. Varlığa ilahi sıfatlar,sırrına ise Adem denir. Adem-insan, mevcudattın bir özetidir.

    Tevrat ile incili, Furkan ile Zeburu

    Bunlardan beyanı cümle vücudda bulduk

    Yunusun sözleri hak, cümlemiz dedik saddak

    Kanda istersen anda HAK, cümle vücudda bulduk



    Büyük mutasavvıflardan Sunullah Gaybi divanında geçen Keşfül Gıta kasidesinde ;

    "Bir vücuttur cümle eşya, ayni eşyadır Huda,
    Hep hüviyettir görünen, yok Huda’dan maada... "

    mısralarıyla ,Evvel ve ahirin izafiliğini, meydana gelen her şeyin ilahi tecelliden ibaret olduğunu anlattığı bu şiirde, Hüviyetin zuhurunu dile getirir ve Zâtına duyduğu aşkla güzelliğini seyretmek isteyen o Tek ve Mutlak olanın zuhura gelme muradıyla, gizli hazinesinin fetholup sırrın keşfedilir hale gelmesi için, Arşı, Kürsiyi, unsurları, nebat, ve hayvanı geçtikten sonra, en kemal haliyle kendini ancak insanda seyrettiğini anlatır.

    Cisimler alemi dört ruhdan (aslında tek) oluşmuştur.1-İnsani Ruh,2-Hayvani Ruh,3-Nebati Ruh, 4-Madeni(Cemadi) Ruh. Bu alem cereyan ve deveran üzerine kurulmuştur.Deverandan cereyan,cereyandan ise hayat meydana gelmektedir. Bu bir kanundur.Böylece varlıkların her biri esmanın(isimlerin) mazharı olup,Külli iradenin hükmünü yerine getirmekte ve nefsine yani zannına göre Rabbini bilmektedir. Bu durumlar dunyada ilahi bir duzen,değişmez bir kuraldır.Allahın tezahürü böyle gerektirmekte olup,bütün varlıklar onun kader çizgisi içinde kulluk görevini yerine getirmekle yükümlüdür. “Her bir birim varoluş gayesinin gereğini meydana getirmek üzere görevlendirilmiştir. Ve kişi ilm-i ilahide, şu anda hangi hareket üzere ise o biçimde programlanmış olarak vardır. ” Hz.Muhammed(s.a.v).Aslında varlıklar bir bütündür. Fakat parçaları ile karakter taşırlar.Bütün eşya ve varlıklar insanda biraraya gelir. Evrenin başlangıç ve bitiş noktası insandır. Sonsuz varlıkların ayetleri,secdegah ve kıblesi de her an için insandır. Kelime-i tevhid de bu durum bir sır olarak ifade edilmektedir.Cenab-ı Hak : La ilahe illallah diyerek varlığını ve birliğini ortaya koymuş Muhammedün Resulullah demekle de anlam ve maksadı açıklamıştır.Biraz daha açarsak; "La ilahe" demekle sıfatının belirişinden önceki varlığını gizli olan Rablığını açıklamış,"illallah" demekle de varlığı tecelli ettikten sonraki durumu yani yaratılmışlar alemini ifade edilmiştir. Burada eşyadaki varlığı ve ilahi sıfatları ispat edilmekte olup bu da aslının yansıması olan Ceberrut, Melekut ve Mülk alemleridir.Bu alemlerdeki beliriş fanidir fakat bunların aslı bakidir.Kısaca bilinmekliğine sebebtir.Aslında bütün bu bolümlemeler ve izahatlar anlatım içindir.Aslında ayrı gayrı yoktur. "Muhammedün Resulullah" ile de varlığına delil olarak bilinmesi ve tasdik edilmesini istemiştir.Hükmünün icrasının onunla olduğu anlatılmış oluyor.Bu da onun rahmet ve şefaat edici olduğunu müjdeleyerek sanatındaki hikmeti beyan etmiş oluyor.

    Zatı ve şahsıyla tanıyamadığımız Allah'ı, tecellileriyle ve sıfatları ile tanırız. Allah'ın zatı sıfatlarla, sıfatlar da varlıklar, hareketler ve olaylarla perdelidir. Varlık perdesini aralayan bir kişi hareketleri, hareketler perdesini geçen sıfatların sırlarını, sıfatlar perdesini aralayan da zatın nurunu görür ve orada erir.

    "Kim bildi efalini
    Ol bildi sıfatını

    Anda gördü Zatını
    Sen seni bil seni
    Görünen sıfatındır
    Anı gören Zatındır

    Gayrı ne hacetindir
    Sen seni bil sen seni " ( Hacı Bayram-ı Veli)

    Ayrı ayrı manalar izhar eden varlıkların kendilerine ait bir varlığı olmadığı, varlığın Allah'a ait olduğunu idrak Tevhid, bunu yaşam biçimine dönüştürmek ise Vahdet'tir.

    İnsanı Allah'a karşı perdeleyen en büyük şey, onun kendi varlığıdır. Allah, apaçık olan bir gizli ve büsbütün gizli olan bir apaçıktır! Allah'ın zatı sıfatlarda, sıfatlar fiillerde, fiiller varlıklarda ve olaylarda ortaya çıkmaktadır. Allah bütün yarattıklarının her zerresinde her an hazır ve onları sürekli yönlendirmektedir. O "göklerin ve yerlerin nuru" (Kurân-ı Kerim 24/349) olarak her an her yerdedir. O, her an, her yerde tecelli etmektedir. "O her an yeni bir şe'ndedir." (Kur'ân-ı Kerim 55/29). Her şey her an değişmektedir ve değişim onun kudreti ve iradesinin açılımıdır. Allah bütün evrende, bir taraftan her varlığın en küçük zerresinin içinde, bir taraftan bütün evrende en büyük olayların her anını idare eden bir mutlak varlık halinde bulunmaktadır. Allah ismiyle işaret olunan, sonsuz ve sınırsız bir varlıktır Orijin yapı... Mânâ, enerji ve madde platformlarında değişik isimler alır. Allah kavramı, mânânın bile özünde mütalaa edilmelidir. Bu idrâke, Kelime-i Tevhid ile ulaşılır ve Allah isminin mânâsı rastgele bir şekilde değil, Kur'an'da ifade edildiği gibi anlaşılmalıdır;

    "Feeynema tuvellu fesemme vechullah" (Bakara/115) (Her ne yana dönerseniz Allah'ın Vech'i oradadır.) Allah'ın Vech'i yani yüzü, bildiğimiz şekil, suret anlamına gelmemektedir. Zahir göz ile bu yüzü tesbit etmek mümkün değildir. Zira, Allah'ın yüzü Vahid (tek) olan mânâdır. Mânâ ise, beş duyunun ötesinde, basiretle algılanabilir. Basir isminin mânâsı, bireyin kendi Vech'ini görebilmesine vesile olur.

    "Hu vel Evvelu vel Ahiru ve'z- Zahiru vel Batın” (Hadid 3)

    (Sonsuz bir öncelik ve sonsuz bir gelecek sahibidir, beş duyu ile tesbit edebildiğiniz veya edemediğiniz tüm varlık O'dur)

    "Ve nahnu ekrabu ileyhi min habliveriyd"

    (Biz O'na (insana) şah damarıdan daha yakınız) "Ve fiy enfisukim efela tubsirun"(Zariyat 21) (Nefislerinizde, hâlâ görmüyor musunuz!)

    Allah isminin işaret ettiği mânânın en güzel tarifini, İhlas Suresi yapmaktadır; "De ki, O Allah Ahâd'dır. Allah Samed'dir. Lem yelid ve lem yuled'dir. Ve lem yekun lehu küfüven Ahad'dır." .Yani sonsuz, sınırsız, bölünmesi parçalanması, cüzlere ayrılması mümkün olmayan Tek.. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, ihtiyaçtan beridir. O, ancak Mahlûkatın ihtiyacını karşılar. Doğmamıştır, herhangi bir varlık O'nu doğurmamıştır. O da herhangi bir şeyi doğurmamıştır. Allah'ın benzeri ve misli yoktur, çünkü O; VAHİDÜ'L-AHAD olan varlıktır.

    Gelelim Kelime-i Tevhid'in diğer yönlerine; Birinci mânâda "la ilahe" "tanrı yoktur ", ikinci mânâda ise, var olduğunu kabullendiğin varlıklar ancak Allah'ın vücuduyla kâimdir. Ayrı ayrı varlıklar görme. "Ayrı ayrı varlıklar yok, Allah var!.." demektir.

    Onsekizbin alemin cümlesi BiR içinde

    Kimse yok BiR den ayruk, söylenir BiR içinde

    Cümle BiR onu BiRler, cümle ona giderler

    Cümle dil onu söyler, her BiR tebdil içinde

    ***

    “Her nereye baksam Allahı görürüm” Hz.Ali(r.a) , “Görmediğim Allaha ibadet etmem” Hz.Ali(r.a)

    "..Ve iz kale rabbiküm lil melaiketi inniy cailun fil ard halife.." (Bakara 30) (Ben yeryüzünde bir halife meydana getireceğim). Halife olan varlık, vasfını ötede bir tanrıdan almamaktadır. Bu idrak, O'nun özünden gelmektedir. Esma-ül Hüsna'nın yoğunlaşması ve zuhura çıkması ile ‘Halife’ adını almıştır. Halifenin müstakil bir varlığı yoktur. Bundan ötürü, aslında mevcut olan tüm özellikler onda mevcuttur. Bu âyeti ve yapılan yorumları Et-Tin Suresindeki bir bölüm âyetle özdeşleştirebiliriz. Şöyle ki; "Lekad halaknel insane fiy ahseni takvim sümme redetnahü esfele safiliyn" (95/4-5) (Biz insanı en güzel biçimde yarattık, sonra onu aşağıların aşağısına indirdik). Esma'nın ilk zuhura çıkışı ile var olan; mükemmel şekilde yaratılan varlık, Ruhu Azam (Muhammedi cevher), diğer adıyla İnsan-ı Kâmil'dir.

    Bizim bildiğimiz mânâda, bir suretle var olan ve ‘beşer’ ismini alan insan değildir. Öz Ruh'un, (İnsan-ı Kâmil'in) yoğunlaşmasıyla birimlilik âlemi ve insan meydana gelmiştir. Bilinen anlamdaki insanın, bu Ruhu tüm kemâlâtı ile algılaması, "Halife" adını almasına neden olmuştur.

    Bayram özüni bildi
    Bileni anda buldu

    Bulan ol kendi oldu
    Sen seni bil sen seni. (Hacı Bayram-ı Veli)

    Niyazi Mısri:

    Sağı solu gözler idim, DOST yüzün görsem deyu,
    Ben taşrada arar idim, ol can içinde CAN imiş!..

    Öyle sanırdım, ayrıyem; DOST ayrıdır, ben gayrıyem
    Benden görüp işiteni, bildim ol canan imiş!..

    derken, benzer ifadeler aşağıdaki satırlarda, Yunus Emre tarafından dile getirilmiştir.

    "Her kancaru bakar isem O'ldur gözüme görünen “ ve "Kancaru bakar isem onsuz yer görmezem."

    "Cümle yerde Hakk hazır, göz gerektir göresi"

    ***

    "Ey dün ü gün Hakk isteyen, bilmez misin Hakk nerdedir?
    Her nerdeysem orda hazır, nere bakarsam ordadır”.

    ***

    "Hakk cihana doludur, kimseler Hakk'ı bilmez
    Onu sen senden iste, o senden ayrı kalmaz."

    ***

    "Çün ki gördüm ben Hakk'ımı, Hakk ile olmuşum biliş
    Her kancaru baktım ise hep görünendir cümle Hakk”.

    ***

    "Nereye bakarısam dopdolusun
    Seni nere koyam benden içeri?"

    ***

    Baştan ayağa değin, Haktır ki seni tutmuş

    Haktan ayrı ne vardır, Kalma guman içinde

    Konunun anlaşılması için bugünün bilimsel bulgu ve verilerinden de yararlanabiliriz.Şöyleki; Bugün, bilim çevrelerince, Evrenin yapısı ve bununla direkt bağlantılı olarak, Evreni algılayan yorumlayan insan beyninin işleyiş tarzı hakkında bir takım görüşler ortaya atılmaktadır. 1940'lı yıllarda fareler üzerinde bir takım deneyler yapıldı. Farelerin beyninin bir kısmı alındı ve göstereceği tavırlar izlendi. Sonuçta fare, kendisine öğretilen yolu, beyninin bir kısmı alınmadan önceki gibi bulabilmekteydi. Yine görme merkezinin yüzde 98'i alınmış bir kedi, görme fonksiyonunu eskisi gibi yerine getirebilmekteydi. Bu durum, bilimadamlarını şaşırttı. Nörofizikçi Karl Pribram, beynin holografik özellik gösterdiğini düşünerek, bu husustaki çalışmalarına ağırlık verdi. 1960'lı yıllarda hologram prensibi ile ilgili okuduğu bir yazı, kendisinin düşündükleriyle paraleldi. Pribram'a göre, beyin fonksiyonları holografik olarak çalışmaktaydı. Beyinde görüntü yoktu, peki o zaman neyin hologramı oluşmaktaydı. Gerçek olan neydi? Görünen dünya mı, beynin algıladığı dalgalar mı, yoksa bundan da öte bir şey mi? Bugünkü fizik anlayışımıza göre Evren, birbirini kesen pek çok elektromanyetik dalgalardan meydana gelmiştir. Bu tanıma göre, uzayda boşluk yoktur, her yer doluluktur. Ünlü fizikçi David Bohm, atomaltı parçacıklarla ilgili araştırmaları neticesinde Evren'in de dev bir hologram olduğu kanısına vardı. Bohm'un en önemli tesbitlerinden biri, günlük yaşantımızın gerçekte bir holografik görüntü olduğudur. Ona göre Evren, sonsuz ve sınırsız "TEK" bir holografik yapıdır ve parçalardan söz etmek anlamsızdır.

    Bilim bu tesbitleri henüz yapmamış iken, Tasavvuf ehli kişilerin çok uzun yıllardan beri, dille getirdiklerini düşündüğümüzde, esasında çok farklı şeyler söylemediklerini görüyoruz. Üstelik, onlar bunu bir hal olarak yaşarlarken, bir kısmı yaşadıkları bu hakikatı dışarıya aksettirmemiş, bazıları ise, içinde bulundukları toplumun anlayış seviyesine uygun, bir tarzda açıklamaya çalışmıştır.

    Bu bir acaip haldir bu hale kimse ermez

    Alimle davi kılar, Veli değme göz görmez

    İlm ile hikmet ile, kimse ermez bu sırra

    Bu bir acaib sırdır, ilme kitaba sığmaz



    Alem ilmi okuyan, dört mezhep sırrın duyan

    Aciz kaldı bu yolda, bu aşka el uramaz

    Yunus canını terk et, bildiklerini terk et

    Fena olmayan suret, şahına vasıl olmaz

    ***

    Unuttum din diyanet, kaldı benden

    Bu ne mezheptir, dinden içeri

    Dinin terk edenin küfürdür işi

    Bu ne küfürdür imandan içeri

    Geçer iken Yunus şeş oldu dosta

    Ki kaldı kapıda andan içeri

    ***

    Yunus bu cezbe sözlerin cahillere söylemegil

    Bilmezmisin cahillerin nice geçer zamanesi

    ***

    Ey sözlerin aslın bilen, gel de bu söz kandan gelir

    Söz aslını anlamayan, sanır bu söz benden gelir

    Söz karadan aktan değil, yazıp okumaktan değil

    Bu yürüyen halktan değil, halık avazından gelir



    Şimdi biz bir takım bilimsel verilerin ışığı altında, onların bir zamanlar ne demek istediklerini daha iyi anlayabilmekteyiz. Hologram prensibi, tasavvufun anlatmak istediğinin, kısmen de olsa daha iyi anlaşılabilmesini sağlamıştır. Genel anlamda TÜM'ün sahip olduğu bütün özelliklerin boyutsal olarak her birimde nasıl mevcut olabildiğini açıklar. Bu ifade tarzının anlaşılması ile, bizden ayrı, ötelerde olduğu düşünülen Tanrı imajı yıkılarak, gerçek "Allah" kavramı ortaya çıkmaktadır. Bu noktada tasavvuf ile hologramın ne olduğu hakkında kısa bir bilgi verelim, sonra da birleştikleri noktaları tespit etmeye çalışalım.

    Tasavvuf, tek bir varlığı ve bir hakikatı tüm boyutları ile inceleyen bir felsefedir diyebiliriz. Bu felsefenin temeli düşünceye dayanır, Düşünme neticesi tespit edilenler ise, bizzat yaşanır. Kur'an'ın ve hadislerin anlaşılabilmesi, tasavvuf erlerinin, verdikleri ipuçlarının çözülebilmesi, değerlendirilebilmesi için, bu felsefenin bilinmesi mutlak olarak zorunludur. Hologram ise, en kısa tanımıyla üç boyutlu görüntü kaydetme yöntemi'dir. Hologram tekniğinin en önemli özelliği, hologram plakasına cisimlerin görüntüsünün değil; o görüntünün elde edilmesi için gerekli bilgilerin kaydedilmesi, dolayısıyla hologram plakasının en küçük parçasının bile, Bütün'ün tüm bilgilerini içerebilecek kapasiteye sahip olmasıdır. Bu tekniği kısaca şu şekilde anlatabiliriz:

    Bir lazer kaynağından gelen ışın, yarı geçirgen bir ayna tarafından ikiye ayrılır. Bu ışınlardan biri, hologram plakasına doğrudan ulaşır, öbürü ise görüntülenmek istenen cisme yöneltilir ve oradan yansıyarak hologram plakasına varır. Hologram plakasına doğrudan gelen lazer ışını ile cisimden yansıyarak gelen lazer ışını, bu plaka üzerinde bir girişim modeli oluşturur. Böylece cismin görüntüsü kaydedilmiş olur. Daha sonra, kayıt sırasında kullanılan frekansta ve aynı açıdan yeni bir lazer ışını ile hologram plakası aydınlatılacak olursa, görüntülenen cisim, üç boyutlu olarak odanın içinde canlanır. Plaka, kendisine gelen ışınları tıpkı görüntüsü saptanan cisim gibi yansıtacağı için, görüntü net ve eksiksiz olacaktır. Beyin hücreleri dediğimiz nöronlar da, tek tek birer mini hologram gibidirler ve gelen impalsları frekanslarına ayırarak algılarlar. Her bir hücrenin etkinliği, kendi içinde bir dalga boyu oluşturmaktadır. Bir sürü hücrenin dalga boylarının birbiriyle girişim yapmalarından oluşan holografik model, bizim beş duyuyla algıladığımız görüntüyü ortaya koymaktadır. İnsan beyni de pek çok mini hologramdan oluşmuş büyük bir hologram olarak düşünülebilir. Çünkü beyindeki her hücre, esasında her işlevi yapabilecek yetenek ve kabiliyette var olmuştur. Ancak, kozmik programlanmadan sonradır ki, hücreler özelleşerek kendilerine ait işlevleri meydana getirirler.

    Bu açıklayıcı bilgilerden sonra, dini verilerin de ışığı altında beynin nasıl programlandığını düşünelim... Kişinin "Ayan-ı Sabite" denilen, sabitleşmiş ana programını oluşturan yüz yirminci gündeki kozmik ışınlar, meleki tesirler ile yedinci ve dokuzuncu aylarda ve nihayet doğum anında alınan tesirler ile beyin programlanmaktadır. Zaten insan, Allah isimlerinin manalarının bir terkip halinde oluşmasıyla meydana gelmiş bir birim. Ve bu kemalatın genetik verilerle insandan insana nakledilmiş olması dolayısıyla, bu doksan dokuz isim her insanda mevcut. (Bakara 30-31) Ayrıca İnsan, Zat, Sıfat, Esma ve Ef'al boyutlarını özünde bulunduran bir birim. Hologram prensibinin en önemli özelliği, her noktasının bütün cismin görüntüsünü verebilmesidir. Hologramın her noktasına cismin her tarafından ışın dalgaları gelmekte ve orada kaydedilmektedir. Bu nedenle, hologram plakası ne kadar koparılsa, kırılsa bile her parça bütünün bilgisini içinde taşımakta ve gerektiğinde bütünün tam görüntüsünü tek başına vermektedir.

    Şimdi, bu verilerle şu sonuçlara ulaşabiliriz: Görüntülenmesi istenen cisimden yansıyarak gelen lazer ışınının hologram plakasına cismin görüntüsünü kaydetmesi gibi, insan beyinleri de, doğum öncesi ve doğum anında, kökeni meleklere dayanan burçlar olarak tabir ettiğimiz sayısız takım yıldızlardan gelen kozmik ışınlarla programlanmış oluyor. Nasıl benzer frekanstaki ışınları plakaya gönderdiğiniz zaman cisim üç boyutlu olarak ortaya çıkıyorsa, Burçlardan ve Güneş sistemindeki planetlerden gelen ışınlar da, o programlanmış olan insan beyinlerini etkilemekte ve kişilerden programları doğrultusunda çeşitli fiillerin, davranışların ve düşüncelerin ortaya çıkmasına neden olmaktadırlar.

    Aslında plaka üzerinde görülen üç boyutlu cismin gerçekte bir varlığı yoktur, dalga boylarının oluşturduğu bir modeldir (ya da hayaldir) biz onu var gibi görmekteyiz. Bunun gibi, insan beyni de bu noktada tıpkı bir hologram gibi çalışmaktadır ve biz beş duyumuzun kapasitesi gereğince kendimizi bir birim gibi kabul edip, çevremizde gördüğümüz her şeyin de varolduğunu sanırız. Gerçekte, o hologram plakasındaki görüntünün bir gerçekliği olmadığı gibi, çevremizde görüp var kabul ettiğimiz bir takım şeylerin de bir varlığı yoktur. Fiil diye algılananlar tamamiyle manalardır. Tasavvuf erleri bu anlamda "eşyanın menşe-i"ni düşünmek tevhiddir demiştir. Her mana ise, belli frekanstaki bir dalga boyudur. Böylece beyin holografik olarak evreni algılamaktadır.

    Buradan hareketle, makro plandaki Evren de tıpkı beyin hücreleri gibi, kökeni kuantsal enerjiden ibaret bir hologramik yapıdır. Mutlak manadaki Evreni bir an için, hologram plakası gibi düşünün. Sonsuz, sınırsız tek olan Allah, kendindeki manaları seyretmeyi dilemiş ve bu manaları çeşitli şekillerde terkiplendirerek sonsuz sayıda varlıkları meydana getirmiştir. Fakat bu varlıklar, o tek varlığın ilmiyle ve ilminde yoktan var ettiği ilmi suretlerdir. Bu yoktan var ettiği bütün birimler, O'nun ilmiyle, O'nun ilminden ve O'nun varlığından meydana gelmiş olması nedeniyle, o varlıklarda kendi varlığının dışında hiçbir şey mevcut değildir. Tasavvufi anlatımla da olsa evren tek bir ruhtan meydana gelmiştir ve evrende mevcut olan herşey hayatiyetini bu ruhtan alır. Ve bu ruh, aynı zamanda şuurlu bir yapı olması nedeniyle, ilme, iradeye ve kudrete sahiptir. İşte bu evrensel ilim, güç ve irade hologramik bir şekilde Evrenin her katmanındaki her birimin, her noktasında mevcuttur. Bu gerçeğe ermişlerin, "Zerre küllün aynasıdır" şeklinde anlatmaya çalıştığı konu, mutlak bir iradenin yanında bir de irade-i cüz'iyenin var oluşu şeklinde anlaşılmıştır.

    Sizin vücudunuzun her zerresinde o kozmik güç, ilim ve irade aynı orijinal yapısıyla mevcut bulunmaktadır. Ve siz bir şeylerin olmasını istediğiniz zaman, ötelerdeki bir varlıktan talep etmiyorsunuz, kendi varlığınızdakinden, Öz'ünüzden istiyorsunuz. Yani Öz'ünüzde mevcut olan Allah ilmi, kendi dilemesiyle ve kendi kudretiyle isteğinizi açığa çıkarıyor. Holografik yapının önemli bir diğer özelliği ise, zaman ve mekan kavramları olmaksızın, geçmiş, şimdi ve gelecek diye bildiğimiz her şeyi yani tüm bilgileri bir arada bulundurmasıdır. Zaman, mekan, geçmiş, gelecek diye algılananların hepsinin algılayanın kapasitesinden kaynaklanan göreceli değerler olduğu, bir kez de hologram prensibi ile destek görmüştür. Tüm'ün bilgisi, her zerrede özü itibariyle mevcuttur ancak: zerrenin de o tüm bilgiyi değerlendirebilmesi, mevcut kapasiteyi kullanabildiği ya da açığa çıkartabildiği orandadır. Levh-i Mahfuz, "kesreti" yani çokluk kavramlarını meydana getiren Esma Terkiplerinin "kaza ve hüküm", bilgi ve bilinç boyutudur. Allah ilmindeki "hüküm ve takdirin" fiiller alemine yansımasıdır.

    Bu platformda her şey bilgi olarak, tasarım olarak tüm varoluş gerekçesiyle mevcuttur. Burada zaman ve mekan kavramı olmaksızın ezelden ebede kadar her şey bilgi olarak mevcuttur. İşte bu Levh-i Mahfuz alemlerin aynasıdır ve evrenin geni hükmündedir. Evrende ve onun boyutsal tüm katmanlarında meydana gelmiş olan tüm varlıklar, Levh-i Mahfuz diye bilinen bir üst boyutun tafsiliyle meydana gelmişlerdir. Burada mevcut olan her birim, galaksiler, burçlar, güneşler, planetler ve dünya üzerindeki her şey varlığını Allah'ın varlığı ile vardır. Ve her biri kendi boyutunun algılayıcısına göre vardır. Gerçekte var olan, sadece ve sadece tek'tir, varlık Vahidül Ahad olan Allah'dır. Evrende mevcut olan bu mana suretlerinin hepsinin de tek'in tüm özelliklerini içermesi ve müstakil bir varlıklarının, mevcudiyetlerinin olmaması ve Allah her zerrede zatıyla, sıfatlarıyla ve esmasıyla mevcut olduğu içindir ki, evren de holografik özellik göstermektedir. Bunu tespit eden ermişler de "Alemlerin aslı hayaldir" diyerek bu gerçekliğe temas etmişlerdir. (Bu yazıda Hologram ile ilgili bilgiler, Michael Tablot’un Holografik Evren isimli kitabı ile Bilim ve Teknik dergisinden alınmıştır.)

    Aşk ile ister idik yine bulduk ol canı

    Gömlek edinmiş giyer suret ile bu teni

    **

    Yunus imdi sen senden, ayrı değilsin candan

    Sen sende bulmaz isen, nerde bulasın anı



    Alemdeki varlıkların oluşumu her an devam etmektedir. Allah katında zamanın ve mekânın bir anlamı yoktur; Tek bir an vardır ve o an devr-i daim ederek, Allah'ın kudret ve iradesine göre şekillenmektedir. Başlangıç ve bitiş zamanı aynıdır. Oluşlar noktanın sürekli deveranıdır. Var oluş konusunda üç durum söz konusudur; Birincisi mutlak varlıktır. “Var olmak” kendisidir. Onun yüce zati sıfatıdır. İkincisi mutlak yokluktur. Sadece mutlak varlığın bilinmesi için mefhum olarak ortaya çıkarılmış durumdur. Yoktur. Üçüncüsü mümkünattır yani mevcudattır. Varlık verilenlerdir ki; var olabilirde, var olmayabilirde. Bu mevcudatın varlığı, kendinden menkul değil, varlığını verene aittir.Bu mevcudatın iki yönü söz konusudur. Birincisi varlıktan gelen ve ona ait olan varlık yönüdür. ikincisi ise varlığı kendinden olmamakla kendisine ait olan hiçlik - yokluk - çirkinlik - ayıp - terslik yönüdür. Bu mevcudatın benzeri, eşi, dengi veya zıddı olur. Bu mevcudat, mümkünattır. Yani var olmasıda, olmamasıda mümkündür. Varoluşun kitabı kainat ve özeti olan Kur’an, NOKTA ile başlar.Bu nokta herşeyin içinde olduğu tohum anlamında olduğu gibi;Mutlak varlığın bilinmesi için, ortaya çıkarılan YOKLUK anlamındadır. Mevcudatın tümü, içinde yokluk mefhumu olan noktadır. Nokta, tüm mevcudatın-varlıkverilenlerin kendisi ve özetidir. İlmin başı noktadır. Nokta konulmuşturki bununla varlık (vücud) bilinsin.Herşeyin izahı-beyanı bu noktada mevcuttur. İlim şehrinin tanıtımı burdadır.Yokluğun ortaya çıkarılması, varlığın bilinmesi içindir. Çünkü bu boyutta (mevcudat içinde) her anlam karşıtı ile bilinir. Tasavvufta nokta, ahadiyete işaret eder. Vahidiyetin batını AHADİYET, zahiri RAHMANİYET'tir. Ne dün vardır ne de yarın! Evren her an oluş halindedir. "O her an yeni bir şe'ndedir" (Kur'ân-ı Kerim 55/29).

    Varlıkların özünde Allah olunca, tabiatta iyi-kötü, hayır-şer olamayacağı gibi, ölüm diye bir şey de yoktur. Var olmak ve yok olmak aslında bir değişimdir. Varlık ve yokluk da bize göredir. Gerçek anlamda ölüm yoktur.

    Koğıl ölüm endişesin, Aşıklar ölmez bakidir

    Ölüm aşıkın nesidir cun nur-u ilahidir

    Ölümden ne korkarsın çünkü hakka yararsın

    Bil ki ebedi varsın, Ölmek fasid işidir

    ***

    Kal u bela denmeden, Kadimde bile idik

    Biz bir uçar kuş idik , vücut can budağıdır

    Yunus beşaret sana, gel derler dosttan yana

    Ol kimseye ol ana KULLUN YERCİ aslıdır

    Bütün oluşların temelinde Allah vardır; bize bizden yakın olması, yaptığımız her şeyi bilmesi bundandır. Bizim her şeyi kendimiz yapıyormuşuz gibi, başka varlıkların başka şeyler yapıyormuş gibi görünmeleri sadece bir hayaldir. Aslında herşeyi yapan Allah'tır; Kur'ân'da Hz. Muhammed(S.A.V) 'e "Attığın zaman sen atmadın, lâkin Allah attı." (22/17) ifadesi vardır. Burada da sûreten Hz. Peygamberin attığı, ama gerçekte işi yapanın Allah olduğu ifade edilmektedir.

    Tasavvuf'da ; yaratılmış olan herşey insan içindir. Mutasavvıflar, evrenlerin yaratılışını sadece Allah'ın var olup hiç bir şeyin olmadığı "lâ taayyün" devresinden (Hz Ali “Sadece Allah vardı başka hiçbir şey yoktu"), evrenlerin kademe kademe yaratılıp insaniyet mertebesine gelinceye kadarki evrelere kadar incelerler. İnsanın yaratılmasına kadar evrende çeşitli tabiî olaylar olmuş, birçok canlı türleri gelmiş geçmiş ve tam insanın yaşayabileceği bir ortam oluşturulduktan sonra Hz. Âdem yaratılmıştır. Hz. Muhammed(S.A.V) 'in bedenen gelişi de gene insanların belli bir olgunluk düzeyinden sonradır. İnsandan önceki varlık evrenin gayesi, insanın özünü taşıyacak olan bir bedenin hazırlanması idi. İnsanlığın gayesi olan bu İnsan-ı Kamil ( Yani Hakk'ın Zahir yönünün aldığı isim ) beden peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V) dir. İnsanın yaratılmasına gelince, bu hem ilk insanın hem de daha sonraki tek tek her insanın yaratılmasında önemli bir konudur. Evrenler için yer küresi (arz), onun içinde maden-bitki-hayvan üçlüsü diğerlerine göre ayrılmıştır. "Asıl"dan madenler, madenlerden bitkiler, bitkilerden hayvanlar seçilerek geliştirilmiştir ("ıstıfa"). Hayvanlar içinde birçok grup vardır ve insan da ayrı bir varlık katmanı olarak bunlardan seçilip yaratılmıştır. Bu, ilk yaratılmış insan olan Âdem'de böyle olduğu gibi, şimdi yaratılmakta olan her insanda da böyledir.("Hiçbir şeyden haberi olmayan cansızlardan gelişip boy atan bitkiye, bitkiden yaşayış, derde uğrayış varlığına, sonra da güzelim akıl,fikir, ayırt ediş varlığına geldin" Hz.Mevlana). Yeryüzündeki insan, "Allah'ın halifesi" olarak yaratılmıştır (Kur'ân-ı Kerim 2/30). Allah'ın halifesi demek, onun iradesiyle onun çok şanlı ve hayırlı yaratmalarına onu temsilen vesile olmak demektir ki bu yetkinin doğru kullanılıp kullanılmaması melekleri bile endişeye sevketmiştir. Ama Allah, "Ben sizin bilmediğinizi bilirim" diyerek insanın önemini göstermiştir. Varlık evreninin gayesinin insanı yaratmak olduğunu Yüce Allah,peygamberimiz vasıtasıyla bir Hadis-i Kutsi ile bildirmiştir.”Ben gizli bir hazine idim,bilinmek istedim. Sevdim ve bütün cevherlerimi bu alemlere saçtım.(Ademi yarattım)” .Bu hadisle Allah tüm evren ve alemleri bilinmek için yarattığını ifade etmektedir. Bu sözle varoluş şekli açıklanırken, gizli olanın evrensellik ve adem adı altında zahir olduğu da anlatılmaktadır. Evren yaratıldıktan sonra ise sıra kendisini bilebilecek özellikte bir varlığın yaratılmasındaydı. Sıradan bir varlık onu bilemeyeceğine göre ,Bu çok üstün bir varlık olmalıydı.Ve kendi özelliklerini taşıyan (Yeryüzündeki halifesi) bir varlık olarak insanı yarattı (“İnnallahe halake Ademe ala suretihi” – Allah Ademi kendi suretinde yarattı.) Tabii buradaki insan ile Insan-ı Kamil kastedilmektedir. Kişiliği yönü ile İnsan-ı Kâmil, hayatiyeti ile Ruhu Azam adını alan bu muhteşem varlık, Hazreti Muhammed(sav)’in hakikatidir. O zat, genel anlamda Rasullerinin tümünü temsil eder. O zat, tüm rasullerin temsil ettiği yüce değerlerin en üst seviyede kendisinde toplandığı, insan için zirve olan ve insanın yaratılış GAYESİNİ temsil eden bir büyük yaratılıştır. Onun hakikati, tam manası ile, “Allah için” olan, Allahtan ve Allahın olan bir Gaye ve Ruh-Rasuldür.



    Canım kurban olsun senin yoluna

    Adı güzel kendi güzel Muhammed

    Şefaat eyle bu kemter kuluna

    Adı güzel kendi güzel Muhammed


    Dört caryar anun gökçek yaridur

    Anı seven günahlardan beridur

    On sekiz bin alemin sultanıdur

    Adı güzel kendi güzel Muhammed


    Aşık Yunus nider dünyayı sensiz

    Sen hak Peygambersin şeksiz şüphesiz

    Sana uymayanlar gider imansız

    Adı güzel kendi güzel Muhammed


    Hak yarattı alemi,aşkına Muhammed'in
    Ay ü günü yarattı,şevkine Muhammed'in
    Ol! dedi oldu alem,yazıldı levh ü kalem
    Okundu hatm-i kelam,şanına Muhammed'in


    Ferişteler geldiler,saf saf olup durdular
    Beş vakt namaz kıldılar,aşkına Muhammed'in
    Havada uçan kuşlar,yaşarıp dağ ü taşlar
    Yemiş verir ağaçlar,aşkına Muhammed'in


    İmansızlar geldiler,andan iman aldılar
    Beş vakt namaz kıldılar,aşkına Muhammed'in
    Yunus kim ede methi,över Kur'an ayeti
    An! vergil salavatı,aşkına Muhammed'in


    Tüm rasullerin özelliği, onda toplanan özelliklerden birinin temsili ve ifadesidir. O zulümsüz, bütün bir nur ve mana olan asli gayedir. O, tüm mevcudatın Rasulü, sebebi, mevcudatın ve mevcudatın bir özü olan ademin yaratılış gayesidir. O, güzelin mazharı ve “Allah için” olan SEVGİLİDİR. Allah ona, “seni yaratmasaydım eflaki yaratmazdım” demiştir. Et-Tin Sûresinde, “Ahsen-i Takvim” olarak belirtilen O’dur. Yeryüzü İnsan-ı Kâmilleri ise, O’nun vekilleridir. Ve insanlara bu ozelliğe erişme yeteneği verilmiştir. Tasavvufi eğitim işte bu yeteneği geliştirerek talipleri,kendi yetenekleri ölçüsünde İnsan-ı Kamil yapma eğitimidir.

    Böylece bütün evrenin, Allah isimlerinin manaları olduğunu anlayan bir mutasavvıf için, cana yönelerek Allah'ı kendi içinde bulmak, en doğru yoldur.Yunus,

    "İstediğimi buldum eşkere can içinde
    Taşra isteyen kendi, kendi nihân içinde."

    diye başlayan şiirinde, özümüzde Allah'ın bulunduğunu şöyle ifade ediyor:

    "Sayrı olmuş iniler, Kur'ân ününü dinler
    Kur'ân okuyan kendi, kendi Kur'ân içinde.

    Baştan ayağa değin Hakk'tır ki seni tutmuş
    Hakk'tan ayrı ne vardır, kalma gümân içinde

    Girdim gönül şehrine, daldım onun bahrına
    Aşk ile gider iken iz buldum cân içinde."

    İnsanın kendi benliğindeki Allah'a ulaşabilmesi için kendi benliğinde "seyretmesi" gerekir. Bu, çok güzel bir yoldur . İnsana da şah damarından daha yakın, ruhunun, canının tâ içindedir.


    "İstemegil Hakk'ı ırak, gönüldedir Hakk'a durak
    Sen senliği elden bırak, tenden içeri candadır."

    "Yunus sen diler isen, dostu görem der isen
    Aynadır görenlere ol gönüller içinde."

    Yunus Emre, gizli ve örtülü olanın Allah değil insan olduğunu şöyle ifade ediyor:

    "Yunus'tur eşkere nihan, Hakk doludur iki cihan
    Gelsin beri dosta giden; hûr-u kusur Burak nedir?"

    "Bende baktım bende gördüm benim ile bir olanı
    Sûretime cân olanı kimdurur (ben) bildim ahi.
    ...
    İsteyüben bulımazam, ol benisem ya ben hani
    Seçmedin ondan beni, bir kezden ol oldum ahi.
    ...
    Ma'şuk bizimledir bile, ayrı değil kıldan kıla
    Irak sefer bizden kala, dostu yakın buldum ahi.

    Nitekim ben beni buldum, bu oldu kim Hakk'ı buldum
    Korkum onu buluncaydı, korkudan kurtuldum ahi.
    ...
    Yunus kim öldürür seni, veren alır gene cânı
    Bu canlara hükm'edenin, kim idiğim bildim ahi"

    Kişinin gönlünde HAK'kı görebilmesi için cezbe, muhabbet, sırr-ı ilahi denen üç ilke vardır. Bunlardan birincisi bütün varlıklardan yüz çevirip Allah a yönelme, İkincisi Allah'dan başka bir varlığı sevmeme, Allah ın ancak sevgiyle bilinebileceğine inanmaktır. Üçüncüsü de Allah gerçeği sırrına varmadır. Bunun da üç kuralı vardır.

    a) Bütün eylemleri yok sayarak yalnız Allah ı düşünmek, bütün eylemlerde Allah dan başka bir varlık olmadığına inanmak.

    b) Bütün niteliklerin Allah dan geldiğini kavramak, Allah dışında bir niteliğin bulunamayacağı kanısına ulaşmak.

    c) Allah özünden başka bir öz bulunmadığı sonucuna vararak kendi varlığının yokluk olduğunu bilmek.

    Benim canım uyanıktır dost yüzüne bakan benem

    Hem denize karışmağa ırmak olup akan benem

    ***

    Ben hazrete tutum yüzüm ol aşk eri açtı gözüm

    Gösterdi bana kendozum ayet-i kul denen benem

    ***

    Şah didarın gördüm ayan hiç gumansuz belli beyan

    Kafir ola inanmayan ol didara bakan benem

    ***

    Bu cümle canda oynayan damarlarımda kaynayan

    Kulli dillerde söyleyen kulli dili diyen benem


    Yunus, evrenle kaynaşmıştır, her nereye baksa orada Hak'kı müşahade eder. Orada son derece dinamik, canlı, sürekli bir oluş vardır. O oluşa katılma, Allah'ın tecellilerini bir başka gözle görmektir.Evrende asıl olan aşktır, sevgidir. Aşkın kaynağı Allah katındadır ve oradan bir parça aşk bütün evrenlere yayılmıştır. Allah'ın oluşu idare eden sevgisi bütün varlık ve olaylarının en içine, onu karakterize edecek şekilde yerleşmiştir. Varlıkların ve olayların gerçek anlamına, oradan evrenin anlamına ve Allah gerçeğine ulaşmak için, her şeyin özüne doğru gidilmelidir. "Fenâ mertebesi"ne ulaşan mutasavvıf, ancak o mertebede kendisini Allah'ın halifesi gibi görüp bütün oluşa, Allah'ın bu evren ve evrendeki varlıklara çizdiği boyutlar içerisinde, ama bütün zaman ve mekânlarda, bütün varlık katmanlarında ve hallerinde katılır. Nihayet , "sonun başlangıçla birleştiği safha" ya geçilir.

    "Beli" kavlin dedik evvelki demde

    Henuz bir demdir, ol vakt u bu saat

    **

    O Makam zaman ve mekanın olmadığı hiçlik , yokluk makamıdır ki ,orada sadece Allah vardır.

    Benden benliğim gitti hep mülkümü dost yuttu

    La-mekana kavm oldum mekanım yağma olsun

    Anlaşılır ki bilinen tüm mekan ve zamanlar izafi ve zan imiş sadece tek bir "An" varmış.

    “Sadece Allah vardı başka hiçbir şey yoktu işte bu an da o andır” Hz Ali.

    ÖZETLERSEK;

    Sadece O vardı. Bilinmeyi istedi bunu sevgiyle varlık hâline getirmeye karar verdi ve uyguladı. Bütün âlem, maddesi ve mânâsıyla var oldu. Mekânın yaratılışıyla zaman da yaratılmış oldu. Bâ­zı­ları bu­na genesis, bâzıları yaratılış, bâzıları da Big Bang der. Bu ilk yaratılış belli bir yerde olmadı çünkü ondan evvel mekân yoktu; belli bir zamanda da olmadı çünkü ondan evvel zaman yoktu. Bu se­bepledir ki, bizim ölçülerimize göre değer­lendirmek için zihnimizi zorlarsak, yaratılış her yerde ve her zaman oldu, olmakta ve olacak; Big Bang aslâ bitmedi, bit­meyecek, tâ ki yaratılanların farklılıkları bitip de her şey aynı hâle gelinceye kadar. Bâzıları bu farklılıkların azalması, her şeyin sürekli dağılıp gitmesi vâkıâsına entropi der. Çünkü var oluş ancak farklılıkla, izafiyetle mümkün ve farklılıklar orta­dan kalkınca ne zaman kalacak, ne de mekân. Bâzıları bu mukadder hadiseye kıya­met der; ne zaman kopacağı sorulduğunda "ölçü­lemeyecek kadar u­zun bir süre sonra" cevabını verirler çünkü o olduğunda ölçü­lecek zaman kalmayacaktır. Üstelik Big Bang de, kıyamet de hep var olmakta. Bütün madde ve mânâ âlemi her an yeniden yok olup varlığa kavuşmakta. Böyle olduğu için de mâzî, hâl ve âtî hep aynı, O hepsini biliyor ve her şey zâten O'nda. Bâzıları "yaratılışa ne gerek var­dı, O'nun ihtiyacı mı vardı" diye sordular zaman zaman; halbuki yaratılış kaçınıl­mazdı çünkü bütün bu olup bitenler akl-ı hikmet, kudret ve gü­zellikle dolu O'nun bu vasıflarının bir yansıması, bir yanılsaması sâdece; ha­ki­katte ne yaratılış var, ne de yaratılmış. Zâten her şey O! Bu mutlak hakikati kâlbinde hisseden Hallâc-ı Mansûr diye birisini, yaşadığı ruh hâlini konuşma lisanının kifayetsizliği içinde dile getirdi diye, dini-dar olanlar yaktılar.

    O, fânîler mutlu olsun diye iyi davranan kullarına cennet vaâd etti, kötü davrananların ise cehennemde ceza göreceklerini tebliğ etti; halbuki her an yeniden yaratılan ve kıyamet kopan âlemde cennetin de cehen­nemin de zâten mevcut olduğunu, bâzılarının öbür dünya, bâzılarının öte âlem dedikleri yerin zâten burası, burasının da orası olduğunu allegorik bir şekilde ifâde ettiğini pek çok insan anlayamadı; anlayanlardan Yûnus Emre diye birisi “cennet cennet dedikleri bir­kaç köşkle birkaç hûri, isteyene ver sen onu, bana seni gerek seni” diye yakardı.

    O sevgi ve bilgi olduğu için, kâinatı da sevgi ve bilgi ile yönetti. Big Bang'den sonra her şey sonsuzca dağılıp yok ola­cağına, kümelenerek maddeyi ve enerjiyi oluşturdu. Zâten madde ile enerji denen yaratıklar aynı şeydiler. En küçük zerrelerden son­suz bütünlüğe kadar bütün evren bilginin düzeni içe­risinde sev­giyle birbirine yaklaştı. Bâzıları buna gravite, zayıf güç, çekirdek gücü gibi isimler taktılar; Einstein diye birisi hep­sinin aynı gücün yansımaları olduğunu göstermeye çalıştı, hattâ “Tanrı’nın formülünü bulmak üzereyim” gibi, bâzılarına çok ters gelen lâflar etti. Nötronlar, atomlar, moleküller, gök ci­simleri, yıldızlar, geze­genler oluştu. Bâzıları bunlara kapalı ve açık sistemler dediler.

    En azından bir tânesinin varlığından emin oldu­ğumuz bâzı ge­zegenlerde oksijen, karbon ve azot denen elemanlar öylesine sevgiyle ve bilgiyle birleştiler ki, organik mole­kül­ler teşekkül etti, sonradan bunlar bâzılarının ko­zervat de­dik­leri canlılık öncesi oluşumlar hâline geldiler. Daha sonra bun­lara sevginin kaçınılmaz gereği olarak can verildi. Bâzıları buna ruh, bâzıları soul, bâzıları spirit, bâzıları başka isim­ler verdiler; bu isimlerin hemen hepsi soluk, rüzgâr veya gölge anlamına gelen köklerden türedi çünkü canın uçucu, ölümle cesedi terk edip giden bir cevher olduğu düşü­nül­dü. Can, O'nun mahlûkatın bir kısmına bahşettiği bir ay­rı­calıktı âdeta ama, evrimin kaçınıl­maz özelliği olarak, canlılıkla cansızlığın sınırları da kesin değildi. Bâzılarının virüs, prion gibi isimler taktıkları yaratıklar bu belirsiz sınırda yerlerini aldılar. Bâzılarının canlıları en mütekâmil açık sistemler olarak tanımlamaları, yâni entropiye karşı çıkarken (negentropi yaparken) çevre­deki entropiyi arttırdıklarını söylemeleri pratik açıdan çoğu kişinin işine yaradı ama ekserîsi düşü­nemedi ki, kâinatın kendisi en büyük açık sistemdi ve eğer canlılığın târifi buysa, hareketlilikse, reakti­vi­teyse, malzemeyi alıp kendi işine yarayacak şekilde kullanıp artıkları atmaksa ve eninde so­nunda gene entropiye mağlûp düşüp dezorganize olmaksa, bütün bu kıstaslara en mükemmel şekil­de uyan yaratık kâinatın ta kendisiydi. Yâni can her yerdeydi, ruh her şeydeydi.

    Canın ne olduğu, mâhiyeti gibi suâller pek çok zihni binlerce yıl meşgûl etti. Halbuki can, mutlak hakikât olan O’ndan, sâdece ve sâdece O’ndan başka bir şey değildi. Bunu insan beyninin kavraması mümkün olmadığı için, gönderdiği kutsal kitaplarda değişik isimlerle candan bahsetti ama ne olduğunu anlatmadı; Kur’an-ı Kerîm isimli kitabında ise insanların bu mes’eleyi kav­ra­ya­mayacaklarını açıkça beyan etti.

    Daha güzele ve bilgiliye doğru yolculuk devam etmeliydi tabiî ki, öyle de oldu çünkü O, kendinin sûretini, yan­sımasını ya­ratmak istiyordu. Tek hücreliler, zamanla, bir­le­şerek daha karmaşık çok hücreli canlıları, onlar da, zamanla, muhafaza e­dilmesi daha zor ama gelişmiş büyük canlıları husûle getirdiler. Güzelliğin ve bilginin gereği, her şeyin hep zıddıyla kâim olması gerekiyordu. Elektronun pozitronu, cansızın canlısı, dirinin ölüsü, erkeğin dişisi, hayvanın bitkisi... gibi sonsuz sayıda zıtlıklar oluştu. Bâzıları buna diyalektik de­diler.

    O’nun sevgi ve bilgisinin karşıtı olarak nefret ve cehâlet, hikmetinin karşıtı olarak da taassup ister istemez oluştu. O, bu menfî vasıflara şeytan, iblis, kötü ruh, müsbet olanlara melek, peri, arada ve karışık olanlara cin gibi isimler taktı. Doğum ölümle, iyilik kötülükle, merhamet zulümle, sıhhât hastalıkla, barış savaşla zıtlaştı. Bütün bu kötü gibi görünen var oluşlar aslında evrimin devamı, daha iyiye ve güzele akışın temini için gerekliydi. Bu temel espriyi fark edemeyen bâzıları şeytanı O’nun rakibi zannedip perestiş ettiler, hattâ tapındılar. Halbuki bütün bunlar sâdece ve sâdece insan için mevcuttu; insansız âlemde her şey biteviyeydi, şeytan da kötülük de yoktu. Hepsi, kendi kendini aşmaya mahkûm ve muktedir tek yaratık olan insanla beraber var oldu. Bâzıları Mekke isimli şehirde taşlar atarken orada gerçekten şeytan diye bir varlığın bulunduğunu, bu sûretle onu zayıf düşürdüklerini sandılar; halbuki kendi içlerindeki kötülükleri taşlıyorlardı, kendi ruhlarını temizliyorlardı. O, aynı şehirdeki çok eski bir mâbedi (Kâbe) bütün kendisine inananların teveccüh edecekleri, ibâdet ederken yönelecekleri merkez ilân etti. Mevlâna gibi mutasavvıf denen bâzıları hâricindeki kişiler düşü­nemediler ki, bir an için o bina ortadan kalksa, milyarlarca kişi birbirlerine teveccüh etmekteydiler günde beş kez... Yâni insana, O’nun sûretine, yansımasına; O’na! Bâzıları bu aşkın fikir ve gönül zâ­vi­yesini, her şeyin başının ve sonunun insan olduğunu, insandan başka kıymet hükmünün bulun­madığını vehmeden hümanizm isimli felsefî akımla karıştırıp kızdılar; zâten, bu nüansı farkında olmayan pek çok kişi, bu terimi basitçe insanı sevmek anlamında kullanmaktaydı.

    Bu zıtlıklar birbirlerini tamamladılar, yeni güzel­lik­ler oluş­turdular. Hayvanlar âlemindeki gelişme, aynı minvâl üzre, bâ­zılarının me­meliler, primatlar, hominidler dedikleri yaratıklara kadar ilerledi ve, sonunda, beyni bilinen bütün diğer can­lılardan daha çok gelişmş, soyut düşünme kaâbiliyetine hâiz, kendi kendini aşmaya mecbur ve mahkûm, O'nun hakkında tefekkür etme mazhariyetine sa­hip bir varlık gelişti; bâzıları ona insan, bâzıları eşref-i mahlûkat, bâzıları homo erektus, homo sapiens, homo faber, homo ekonomikus... gibi isimler taktılar. O, sevgi ile birbirlerine yaklaşsınlar diye on­ları ırklara, milletlere, dinlere... böldü; farklılıklar olacaktı ki tekâmül sürsün.

    Hep O'nun hikmeti, kudreti ve bilgisiyle oluşan, sevgisiyle süslenen, tâ ilk yaratılıştan insana kadar mevcut olan bu tekâmülü Darwin ismindeki bir bilim (ve, ne ilginçtir ki din) adamı gibi bâzıları kör tesadüflerle izah etmeye çalıştı, bâzıları da kutsal kitapları hatâlı tefsir edip, bağnazlıkla reddetmeye kalkıştılar.

    O'nun varlığı idrak edilebilecek, kavranabilecek bir şey olmadığı için, ancak sezilebilirdi, hissedilebilirdi, özel bir hâlet-i ruhiye ile daha yakından irtıbat kurulabilirdi. Buna bâzısı mistik yaşantı, bâzısı nirvanah, bâzısı erme, bâzısı başka şey der. Bâzılarının peygamber, nebî, velî, er­miş gibi isimler taktıkları insanlar bu irtıbatan manevî kudretlerince nasiplerini aldılar. Çok özel bâzılarına ise, insanlar O’nu bâri bilgi yoluyla bilsinler diye, O’nun kelâmı olan, yazılı hâle getirildiği için de kutsal kitaplar denen bilgiler gönderildi. Bâzıları bu seçilmiş kulların ortaya koyduğu akâide din adını taktılar. Bütün bu kişilerin arkasından asırlar boyunca milyarlarca insan yürüdü; çünkü insanın özünde, hamurunda iman ihtiyacı vardı, kendini yâni O’nu arıyordu. Bütün yolların O’na, sâdece O’na çıktığını fark edemeyen, çokluktaki birliği göremeyen pek çok insan toplulukları asırlarca birbirleriyle beyhude harbetti. Çünkü dinlerin O’na ulaşmak için birer vâsıta olduğunu idrak edemeyip, birer gâye hâline getirilmesi hatâsına düştüler! Öyle olunca da, O’nun akıl, hikmet ve güzelliğine ters düşen taassup, yâni yobazlık doğdu. Şeytanın ta kendisi olan bu illet sırf din plânında tecahür etmedi zâten; bâzılarının ideoloji, bâzılarının felsefe, bâzılarının dünya görüşü dediği çeşitli inanç sistemlerinin de mutaassıpları, yobazları oluştu birbirlerinin ve kendilerinden farklı gördükleri herkesin gözlerini oymak üzere...

    O, aklın, müsbet ilmin ve hikmetin rehberliğini emretti insana. “Maddî âlemin icaplarını yerine getirin, sonuna kadar mücadele edin, ne zaman ki kudretinizin sonuna gelirsiniz, o zaman bana sığının, duâ edin dedi. Bâzılarının kader, bâzılarının Karma, bâzılarının başka şey dedikleri şeyin O’nun bilgisi ve sevgisiyle oluştuğunu, O’nun kavranamaz ilmiyle düzenlendiğini, ümitsizliğe kapı olmadığını anlattı kullarına. Bâzıları bunu yanlış anladılar, ahmakça bir tevekkülle sâdece duâya, ibâdete sığındılar ve bu dünyanın gereklerini yerine getirmediler. Yenilik ve inkişaf­tan kaçındılar, aklın önderliğini bir tarafa atıp nakilcilik batağına düştüler. Her zerresi tekâmül için yaratılmış bu kâinatta en ufak bir terakkîye dahi karşı çıkar oldular. Bu gibilerin elinde, O’nun in­sana bahşettiği en ulvî ve hakikî huzur aracı olan din bir işkence mekanizmasına dönüştürüldü. Din nâmı altında sevgiden yoksun, içtihad nâmı altında tıkanmış tefsir yumaklarına dayandırılmış kör bilgiye istinad eden, hikmetten mahrum bir zulüm sistemi ortaya çıktı. Buna tepki verenlerin bir kısmı ne yazık ki din düşmanı oldular, sahte peygamberlere kapılandılar veya ümitlerini kaybettiler. Ama O her şeyi bilendi, her zehirin panzehirini de hâlk etmişti. Akılla imânı taassup batağına düş­meden birleştirebilen kullarını hep yarattı, görevlendirdi.

    Zaman içerisinde zaman, mekân içerisinde mekân, sürekli yaratılış ve mahvoluş, hiçlikte heplik, her şeyin sâdece ve sâdece O olması hakikatinin kâlbden idraki ile titreyen gönül gözleri açık kişiler çalışmayı, tekâmüle ve ilme hizmeti en büyük ibâdet kabûl ettiler. Zâten O'’un da mesajı açık ve netti! En son gönderdiği ve değiştirilemezliği O’nun garantisi altında olan kitap OKU diye başlıyordu ve peygamberinin âlimlerin mürekkeplerinin şehitlerin kanından daha kıymetli olduğunu, ilmin dünyanın öte tarafında da olsa gidilip alınmasını tavsiye eden sözleriyle süsleniyordu.

    Tekâmül hep sürüyordu, sürmekte ve sürecek; her şey aslına, O’na dönünceye kadar.

    Ve bu dönüş çoktan oldu, oluyor, olacak. Çünkü “önce”, “şimdi” ve “sonra” hep aynı.

    ***

    ŞİİRLERİ İÇİN BURAYA TIKLAYIN



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi engin_er_26 -- 11 Mayıs 2005, 13:04:38 >




  • 
Sayfa: 1
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.