Şimdi Ara

Anlamlı, İnsanın 'İçine İşleyen' Hikayeler.. Mutlaka Okuyun!! (17. sayfa)

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
526
Cevap
163
Favori
330.546
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
9 oy
Öne Çıkar
Sayfa: önceki 1516171819
Sayfaya Git
Git
sonraki
Giriş
Mesaj
  • Hikaye olmasa da güzel:


    ÇOCUĞUNU ÖYLE KARŞILA Kİ;
    eve geldiği zaman en güzel yere geldiğini hissetsin....

    EŞİNİ ÖYLE KARŞILA Kİ;
    yanına geldiği zaman en doğru insana kavuştuğunu hissetsin....

    ANNENİ ÖYLE KARŞILA Kİ;
    doğumdaki ağrılar lezzetle takas etsin ....

    BABANI ÖYLE KARŞILA Kİ;
    ömür boyu bir başka evlada imrenmesin;

    FAKİRİ ÖYLE KARŞILA Kİ;
    ona serdiğinden büyük bir dua sofrası sersin...

    ZENGİNİ ÖYLE KARŞILA Kİ;
    gönlünü gördüğünde kendi gönlünün fakirliğinden kahretsin...

    DOSTUNU ÖYLE KARŞILA Kİ;
    gözündeki ışıltıda yüreğinin sıcaklığını bulsun..

    DÜŞMANINI ÖYLE KARŞILA Kİ;
    sana dost olmadığı için hayıflansın..
  • ATATÜRK ve HALİL AĞA

    Yüce önder Atatürk, Cumhuriyet’i kurduğu yıllarda devlet işlerinden yorgun düşmüştü. Yeni yönetim biçiminin vatandaşlar tarafından nasıl karşılandığını merak eder olmuştu.
    Bir gün canı iyice sıkılmıştı. Nuri Conker’i yanına çağırarak:
    “Gel, yardım et bana... Kaçalım köşkten...”
    Onun bu içtenlikli isteğine karşı çıkmak, büyük bir haksızlık olacaktı.
    “Tamam, sen planı hazırla ben uygulamasını yaparım...”
    Atatürk ve Nuri Conker, birinin hazırladığı, ötekinin uyguladığı plan sonunda Florya Köşkü’nün tüm nöbetçilerini atlatırlar ve köşkten kaçarlar. Altlarında, Nuri Conker’in bir arkadaşının arabası vardı. Eylül sonu akşamı sonbaharın tadını çıkartarak, Çekmece’ye doğru gidiyorlardı.
    Birden Atatürk’ün gözleri akşam güneşi altında çift süren bir köylüye takıldı. Yaşlı bir adamdı bu. Sapanın sapına iyice yapışmış, toprakları yavaş yavaş deviriyordu. Fakat çiftin bir yanında öküz, bir yanında merkep vardı. Eşit güçle çekilmediği için sapan yalpa yapıyordu. Atatürk şoföre durmasını söyledi. İndiler. Köylüye seslendi:
    “Kolay gelsin ağa...”
    Köylü bu sese başını çevirmeden karşılık verdi:
    “Kolay gelsin.”
    “İşler nasıl ağa? Bu yıl mahsulden yüzünüz güldü mü?
    Köylü isteksiz konuştu:
    “Tanrı’nın gücüne gitmesin bey, bu yıl yufkaydı mahsul. Kabahatin acığı bizde, acığı yukarıda! Biz geç davrandık, yukarısı da rahmeti esirgedi.”
    “Bakıyorum, sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?”
    “Var olmasına vardı ya, Hıdrellez'de vergi memurları sattılar.”
    “Hiç vergi memurları köylünün üretim aracını satar mı? Olmaz böyle şey! Muhtara şikayet etseydin...”
    Köylü güldü:
    “Muhtar başımda deel miydi!? Memurun a bey?"
    Atatürk dudaklarını dişleri arasında ezerek konuştu:
    “Kaymakama gitseydin.”
    Köylü Halil Ağa iyice güldü.
    “Sen de benle gönül mü eyleyon beyim?” dedi.
    “Kaymakamın haberi olmadan bizim buralardan kuş bile uçmaz.”
    Atatürk konuşmayı sürdürdü:
    “E peki, İstanbul şuracıkta. Geleydin valiye anlataydın derdini... Onun işi bu değil mi?"
    Köylü, Atatürk’ün saflığına inanmış, iyiden iyiye gülüyordu. Konuşmanın tadını çıkardığı için keyiflenmişti de biraz. Kestirip attı:
    “Bırak şu sağarı Allasen, biz onun buralardan gelip geçtiğini çok gördük. Yakasına yapışsak acep derdimizi duyurabilir miyiz?"
    Atatürk sordu :
    “Adın ne senin ağa?”
    “Halil… Köylük yerde sorsan Halil Ağa derler...”
    “Demek varlıklısın? Ağa dediklerine göre.”
    “Acık çiftimiz – çubuğumuz varken adımız ağaya çıkmış.”
    “Peki Halil Ağa, senin işin beni bayağı meraklandırdı. Benim bildiğime göre, bir çiftçinin üretim aracı elinden alınmaz. Sen aldılar diyorsun. Hadi kaymakam şöyle, vali böyle diyelim; e peki bir başvekil, İsmet Paşa var bilir misin?”
    “Bilmez olur muyum beyim?”
    “Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul’a geliyor. Florya Köşkü’ne iniyor. Köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona... Herhalde çaresini bulurdu.”
    “Sen benim konuşmamdan hoşlaştın, gönül eyliyorsun. Ama bak şimci, tutalım gittim vardım, beni o kapıya koymazlar ya... Tutalım ki koydular, koskoca İsmet Paşa’mızı göstermezler ya. Tut ki gösterdiler ya, ona halimi nasıl yanacağım hele; o sağarın sağarı! Heç işitmez beni...”
    Nuri Conker lafa karışmak istedi. Atatürk bir hareketiyle onu durdurdu.
    “E peki bakalım, bu dediğime ne bulacaksın?” dedi. "Atatürk koca yaz şuracıkta oturup duruyordu. Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya!.."
    Köylü iyice keyiflenmiş, gülüyordu:
    “Sen ne diyon bey?” dedi. "Mustafa Kemal Paşa Atatürk’ümüzün yüzünü görmek için peygamber gücü gerek… Hem, tut ki gördük. Yiyip içmekten, işinden gücünden başını kaldırıp bizim öküzün arkasından mı seyirecek?..”
    Halil Ağa, sigarasının son nefesini ciğerlerine doldururken, Atatürk’ten yeni aldığı sigarayı da kulağının arkasına yerleştiriyor, çiftinin başına gitmeye hazırlanıyordu. Konuşacak bir şey kalmamıştı. Atatürk köylünün omzuna elini koyarak,
    “Senden hoşlandım Halil Ağa.” dedi. Bir gün köyüne de gelir, bir ayranını içerim. Açık yürekli bir vatandaşsın. Ama yine de sana söylüyorum, hakkını kimsede bırakma, ara!”
    Döndüler, arabaya bindiler. Halil Ağa onları uğurladı.
    “Meraklanma beyim, eyvallah heç kimse bizim hakkımıza el değdiremez. Fakat bu, Baba’ya borçtur. Ödenmesi gerek...”
    Otomobil hareket etti. Atatürk’ün canı sıkılmıştı.
    “Bir uygun yerde dönelim, tadı kaçtı bu işin!..” dedi.
    Dönüş yolunda Atatürk konuşmuyor, sigara üstüne sigara yakıyordu. Yüzünde ince bir keder vardı.
    “Yahu çocuk, şu Halil Ağa’nın vergi borcundan öküzünü satmışız, merkeple çift sürüyor, hala da “Devlet Baba” diyor. Ne mübarek millet, bu millet...”
    Köşke döndüklerinde Atatürk yaverine emretti:
    Şimdi; İstanbul’da ne kadar bakan, milletvekili varsa hepsini telefonla bulacaksın!.. Bu akşam kendilerini yemeğe bekliyorum. Ayrıca Vali Muhittin Üstündağ ile İsmet Paşa’yı bul, onlara da haber ver.
    Yaver odadan çıktı. Atatürk, Nuri Conker’e döndü:
    “Şimdi sen de arabayla çıkıp o Halil Ağa’ya gideceksin. Ona benim kim olduğumu söyleme. Tüccar, zengin bir adam filan dersin. Seni sevdi, sana öküz alıverecek.” diye bir şeyler söyle, kandır. Kuşkulandırmadan al, getir buraya.”
    O akşam Atatürk’ün sofrasında Başbakan İsmet İnönü, bakanlar, milletvekilleri ve İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ'dan oluşan yirmibeş konuk vardı.
    Atatürk, ”Bu akşam soframıza efendimiz gelecek.” dedi. ”Kendisine nasıl davranacağınızı çok merak ediyorum.”
    Bir süre sonra içeri baş yaver girdi ve Atatürk’ün kulağına bir şeyler söyledi.
    Atatürk ”Buyursun!” dedi.
    Başyaver kapıyı açıp da Halil Ağa, gündüz konuştuğu beyin sofranın başında oturduğunu, yanı başında da İsmet Paşa’nın yer aldığını görünce, şaşkınlıktan dona kaldı. Dizlerinin bağı çözülmüştü.
    Atatürk onu görünce ayağa kalktı. Arkasından tüm konuklar da ayağa kalktılar.
    Atatürk son konuğunu, ”Hoşgeldin Halil Ağa.” diye karşıladıktan sonra kendisini sofradaki konuklarına tanıttı:
    “İşte beklediğimiz efendimiz.” dedi.
    Nuri Conker, Halil Ağa’yı Atatürk’ün sağ başına oturttu, kendisi de yanındaki sandalyeye geçti. Atatürk sofradakilere, o gün köşkten nasıl kaçtığını, Halil Ağa’yı bir yanında öküz, bir yanında merkeple çift sürerken nasıl gördüğünü, sigara yakmak bahanesiyle nasıl kendisi ile konuştuğunu ayrıntılı bir biçimde anlattıktan sonra şöyle dedi.
    “Şimdi gerisini Halil Ağa ile birlikte yanınızda tekrarlayacağız. Ben sorduklarımı baştan soracağım, Halil Ağa da orada bana söylediklerini olduğu gibi tekrarlayacak.”
    Halil Ağa’ya döndü:
    “Bak beri Halil Ağa.” dedi. ”Sen benim bu akşam başmisafirimsin. Senin açık sözlülüğünü pek çok beğendiğimi bugün söyledim. Konuşmamızdan sana hiçbir zarar gelmeyecek. Öküzü de alacağım. Ama şimdi ben tarla da sorduklarımı baştan soracağım, sen de orada söylediklerini aynen tekrarlayacaksın. İşte soruyorum:
    “Bakıyorum, sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?”
    Halil Ağa, dudakları titreyerek Atatürk’ün ayağına kapanacak oldu. Atatürk önledi:
    “Yoo, bak böyle şey istemem. Soruyorum, cevap ver.”
    Soru-cevap valiye kadar aynen tekrarlandı.
    Sofradakiler, soluk almadan konuşmayı izliyorlardı. Ürkütücü sorulara gelmişti sıra. Atatürk sordu.
    “Peki, İstanbul şuracıkta, gideydin valiye, anlataydın derdini… Onun işi bu değil mi?"
    Vali Muhittin Üstündağ, Halil Ağa’nın ancak iki metre ötesinde kendisine bakıyordu. Nasıl desin?
    Ter basmıştı iyice, işi savuşturmanın yoluna kaçtı:
    “Vali paşamızı biz görüp dururuz buralarda. Eteğine düşsek derdimizi duyurabilirmiyiz ki…"
    “Olmadı bu, Halil Ağa!.. Bana dediğin gibi dos doğru…"
    “Böyle demedik mi beyim?..”
    “Yaa, ben mi yanlış anladım?..”
    “Dur soralım bakalım Nuri’ye. Nuri, böyle mi dedi bize Halil Ağa?”
    Nuri Conker karşılık verdi:
    “Hayır Paşam!..”
    “Gördün mü?.. Demek aklında yanlış kalmış. Hani bir şey dediydin sen, vali neden duymazmış?.. Aynen bana söylediğin gibi söyle.”
    Halil Ağa kekeleyerek konuştu:
    “Köylük yerinde bizim dilimiz sağar demeye alışmıştır, paşam.” dedi. ”Kusura kalma gayri...”
    “Diplomatsın ki yaman diplomatsın, Halil Ağa… Ama şimdi diplomatlık sırası değil. Doğru konuşacağız… Söyle bana, orada dediğin gibi…”
    Halil Ağa gözünü yumup başını yere eğdi.
    “Şaşırmıştım, ağzımdan yanlışlıkla 'Bırak bu sağarı.' diye bir laf kaçırmıştım…”
    Sofrada gülüşmeler başlamıştı.
    “Hadı bunu da oldu diyelim. Geçelim gerisine: E Peki, bir Başvekil İsmet Paşa var, bilir misin?”
    Halil Ağa, İsmet Paşa'nın yüzüne baktı ve gözlerini yere indirdi:
    “Şanlı İsmet Paşa’mız bilinmez olur mu? O bugüne bugün...”
    Atatürk, Halil Ağa’yı durdurdu.
    “Bırak şimdi övgüleri.” dedi. ”Ben şimdi gerisini getireyim: Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul’a geliyor, Florya Köşk’üne iniyor, köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona. Herhalde bir çaresini bulurdu.”
    Halil Ağa yine kaçamak yanıt verdi.
    “Kapıya koymazlar bizi, koysalar da şanlı paşamıza öküzümüzü mü yanacağız!..."
    Atatürk’ün sesi iyice sertleşti:
    “Beni uğraştırma, Halil Ağa.” dedi. "Erkek adam sözünü yalamaz, ne dediysen, tıpkısını tekrarlayacaksın!.."
    Halil Ağa ürktü, toparlandı. Başını yine yere gömüp konuştu.
    “Şanlı paşamıza da sağar dedik ya...”
    “Yalnız sağar değil, 'sağarın sağarı' değil miydi?”
    Halil Ağa yere eğik başını acıyla salladı.
    “Öyle dedikti paşam, doğrusun!” diyebildi.
    Atatürk İsmet Paşa konusunda daha fazla ısrar etmedi, sözü kendine getirdi:
    “Son soruyu sorayım şimdi.” dedi ”Bunun da karşılığını ver, öküzünü al git. Koca yaz şuracıkta Atatürk oturmuyor mu? Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini, o da seni yüzüstü bırakacak değildi ya?"
    “Hiç bırakır mı aslan paşam benim!... Erip erişir de tarlama dek gelir halimi dinler.”
    “Bırak bunları Halil Ağa, dediğini tekrarla.”
    Halil Ağa birden diklendi. Herşeyi göze almış insanların yiğitliği içinde doğruldu. Atatürk’ün gözlerinin içine bakarak konuştu:
    “İşte bunu demem paşam!” dedi. ”Ağzıma ateş doldur, işte bunu demem!”
    Atatürk gülmeye başladı:
    “Zorlatacak bizi bu Halil Ağa, laf anlamıyor ” dedi. ”Mustafa Kemal Atatürk’ümüzün yüzünü görmek için peygamber gücü gerek demiştin, yanılmıyorsam. Görsem de işinden gücünden, yiyip içmekten başını kaldıracak da bizim öküzün arkasından mı seyirtecek demiştin.”
    Halil Ağa’nın gözlerinden yaşlar inmeye başladı. Taş kesilmiş, duruyordu. Atatürk konuşmasını içtenlikle sürdürdü:
    “Atatürk de işi içkiye vurmuş, sarhoşun biri demesine getirdin ya, fazla üstelemeyelim.” dedi.
    “Şimdi bak, beni dinle Halil Ağa… Seni şu kadar üzmemin sebebi, şunu anlatmak içindi: Şu gördüğün altı bay, hükümet… Yani, biri başbakan, ötekiler de bakan! Memlekete göz kulak olacak, işleri evirip çevirecekler diye bu makama getirilmişler. Bir kanun gerekti mi? Bu baylar hemen sıvanırlar, İsviçre’den mi olur, Fransa’dan mı, velhasıl neredense, bir kanun buluşturulur, Türkçe’ye çevirtirler, sonra basıp imzayı göndeririler. Büyük Millet Meclisine… Bu millet Meclisi dediğin, şu alt baştan senin yanına kadar olan beyler. Kanun bunlara gelir. Bunlar da, hükümet elbette incelemiş, gereğini düşünmüştür, benim ayrıca zorlanmama gerek yok derler ve kaldırırlar parmaklarını, olur sana bir kanun!.. Ama sonra bir vergi memuru gelir, vergi borcundan Halil Ağa‘nın öküzünü çeker satar… Halil Ağa da tarlasını bir yanda merkeple, bir yanda öküz, ırgalana ırgalana sürmeye çalışır. Ama üretim düşermiş, ekin zorlaşırmış, kimin umurunda… Sonra ben bunları görürüm, içim kan ağlar, işitirim, tasalanırım! E... hakça söyle bakalım Halil Ağa... Sen benim yerimde olsan, efkar dağıtmak için, bunları bu beylerle konuşmak için içmez misin? Ama sonra da Halil Ağa tutar, sana sarhoş der…”
    Halil Ağa’nın dili çözülmüştü:
    “Öyle diyen yok haşa!... Dinden çıkmak gibidir… Buldun mu bunu hacısı da içer, hocası da içer…”
    "Peki sen de içer misin?"
    “Hiç bulunur da içilmez olur mu paşam?.. İçeriz ki, tıpkı şerbet gibi!.."
    Atatürk hizmet edenlere işaret etti. Kadehleri doldurttu. Kendi kadehini Halil Ağa’ya uzattı.
    “Hadi bakalım Halil Ağa.” dedi.
    “Sağlığına içelim.”
    ………………
    Daha sonra Halil Ağa, köyüne dönmek için müsaade ister.
    Atatürk Nuri Conker'e işaret eder. Halil Ağa önce Atatürk’ü, daha sonra da salonda bulunanları selamlayarak salondan ayrılır.
    Atatürk, sofradaki öteki konuklarına döndü:
    “Efendimizin halini gördünüz mü beyler?" dedi. ”Devlet size böyle davransa, siz ne yapardınız? Mübarek millet bu, adam millet bu… Şimdi bu adam milletin karşısında adam olmak bize düşüyor!.."
    Sofrada kesin bir sessizlik vardı .Kimse gözlerini Atatürk’ten ayıramıyordu:
    “Halil Ağa’nın öküzünü satıp, üretimini aksatan kanunu ya biz yaptık ya da bizim yaptığımız kanun yanlış yorumlanarak Halil Ağa’nın öküzünü satıyor. İkisi de bence birbirinden farksız… Böyle bir kanun yaptıksa, memleket çıkarlarına aykırıdır. Nasıl yaparız, nasıl yapmışız bunu? Eğer yaptığımız kanun doğru da yorumlanması yanlış oluyorsa, o zaman sormak lazım: Hükümet nasıl bir yöntem içindedir. Sonra unutmayın ki, olay İstanbul’da geçiyor. Bunun Van’ı var, Bitlis’i var, kıyı bucak ilçesi var. Acaba oralarda neler oluyor? BU ÇARK İYİ DÖNMÜYOR BEYLER!..."


    Kaynak : İsmet Bozdağ”Atatürk’ün Fikir Sofrası”




  • mesajım bulunsun
  • reserved
  • oğlum ağlamamak için kasılmaktan kızarmışım bölüm yöneticisi neden kızardın iyimisin diyince ayıldım olaya bu ne arkadaş yaa umarım hepimiz yaşarız böyle güzel şeyler ama sonları böyle kanserli felan olmasın tabi
  • Londra'daki camiye yeni bir imam gönderilmiş. Adam şehre gitmek için hep aynı otobüse biniyor ve çoğu zaman da aynı söföre rastlıyormuş.

    Bir gün, bilet alırken şoför yanlışlıkla 20 Kuruş (Penny) fazla vermiş. İmam, yanlışlığı oturup da parasını sayınca fark etmiş.

    Kendi kendine "20 Kuruş'u geri versem mi şöföre?" diye düşünüyormuş.

    Ama içinden bir ses diyormuş ki "Çok gülünç bir para ve şoförün umurunda değil. Otobüs şirketi çok para kazanıyor zaten... Sadece 20 Kuruş onlara bir şey yapmaz."

    "Bu parayı saklayabilirim." diye düşünmüş, "Allah'dan gelen bir hediye gibi..."

    İnecegi durağa gelince, imam kalkmış ve fikrini değiştirmiş, inmeden önce şoförün yanına gitmiş, 20 Kuruş'u geri vermiş ve demiş ki:

    "Paranın üstünü fazla verdiniz."

    Şöför gülümsemiş ve demiş ki :

    "Siz caminin yeni imamısınız değil mi? Aslında uzun zamandır sizi caminizde ziyaret etmek istiyordum, İslam'ı öğrenmek için. Bu yüzden bilerek size fazla para verdim. Nasıl tepki vereceğinizi görmek istedim."

    İnerken imam artık bacaklarını hissetmiyormuş, yere yığılacakmış neredeyse, bir direğe tutunmuş ve kendine gelmeye çalışmış.

    Gözlerinden yaşlar dökülerek demiş ki:

    "Allah'ım, az daha İslam'ı 20 Kuruş'a satıyordum!"



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi unsal07 -- 18 Ağustos 2012; 12:53:56 >




  • AŞK


    Dedesi, Bağdat kadısı, babası, padişah tarafından atanan Heyet-i Ayan azası’ydı.

    Çamlıca’da, uşaklı bahçıvanlı, muhteşem bi köşkte yaşayan, oturmasını kalkmasını, ecnebi lisanları bilen, yakışıklı bi delikanlıydı. Yüksek tahsil için İskoçya’ya gönderildi. Ve, Londra’da bi partide gördü onu... Güzeller güzeli İngiliz genç kadın, şahane gülümsüyor, etrafına ışık saçıyordu. Vuruldu, âşık oldu. Gözler her şeyi anlatır derler ya, belli ki, hisleri karşılıksız değildi. Zaten, zarif bi kaç kısa cümleden oluşan sohbet sırasında işareti almış, genç kadının her gün Hyde Park’ta at gezintisi yaptığını öğrenmişti. Sabahın köründe, soluğu Hyde Park’ta aldı.
    Aaa ne tesadüf filan... Birlikte at bindiler, yemek yediler, muhabbeti ilerlettiler. Rüya gibiydi. Rüya gibiydi ama, uyanması da vardı... Tahsilini tamamlamıştı, yurda dönmesi gerekiyordu. Kalsa, olmaz, bıraksa, hiç olmaz. Pat diye, benimle evlenip Türkiye’ye gelir misin dedi. Genç kadın sevinç çığlığı attı, coşkuyla boynuna atlayıverdi. Sonra... Az geri çekildi, oturdu, boynu büküldü, hayatta en çok istediğim şey bu ama, maalesef imkânsız, Jack var dedi.

    Jack de kim yahu?

    Genç kadının ailesi tiyatrocuydu, ordan oraya turneyle dolaşan kumpanyaları vardı. Babası ölünce, annesi
    bi adamla Avustralya’ya kaçmış, kızını anneannesine bırakmıştı. Anneanne, n’aapsın, torununu acilen başgöz etmiş, talihsizlik işte, savaşa giden damat, kimbilir nerde mıhlanmış, geri dönmemiş, ardında, henüz 16 yaşında hamile bi dul bırakmıştı. Jack, oğluydu.

    Delikanlı dinledi, dinledi, önce sıkı sıkı sarıldı, sonra, hiç sorun değil, oğlumuzla gideriz dedi.

    Orient Express...
    Ver elini İstanbul.
    Delikanlı hiç sorun değil demişti ama, sorun büyüktü. Esir şehrin insanlarıydı İstanbul... Mustafa Kemal Bandırma’ya binerken,
    İngiliz gelinin, İngiliz işgalindeki kâbusu başlıyordu.

    Dedim ya, işgal yıllarıydı, herkes herkese şüpheyle bakıp, memleketi satanları mimlerken... Faytona binip, köşke geldiler. Aman da efendim hoş gelmişiniz sefalar getirmişiniz diye kucaklaşma beklenirken, bismillah, nerden bulup getirdin bu gâvuru dedi, delikanlının ailesi! Memleket İngiliz süngüsü altında inim inim inlerken, İngiliz gelin olacak iş değildi yani.

    Aşklarına sığınıp, göğüs gerdiler. Sevdiği adam uğruna, kara çarşafa bile girdi İngiliz gelin, Müslüman oldu, Nadide adını aldı. Kaderin cilvesi mi desek, ne desek... Mustafa Kemal Bandırma’ya binerken İstanbul’a inen bu genç kadının nüfus kâğıdına, doğum yeri olarak Bandırma yazıldı... Çünkü, nüfus memuru doğum yerinin Londra olduğunu gördü, Londra Mondra olmaz, olsa olsa Bandırma’dır diye kaydetti!

    Memleket kurtuldu, cumhuriyet kuruldu. Hariciye’ye giren delikanlı, Lozan’da İsmet İnönü’nün özel kalem müdürü oldu. Şak, kanun çıktı, hariciyecilerin eşi ecnebi olamaz... İnönü, pek beğendiği delikanlıya kıyamadı, boşan, birlikte yaşa, mesleğine devam et dedi. Delikanlı, bu teklifi hakaret olarak kabul etti. Benim için ailesini, memleketini, dinini terk eden eşime bunu yapamam, mesleğimden vazgeçerim, aşkımdan asla dedi.

    Bastı istifayı, ıvır zıvır işler yaparak, evini geçindirmeye çalıştı. O zamanlar memur değilsen, ayvayı yiyordun. Ayvayı yedi. Hayatları kaydı. Önce eldeki avuçtaki bitti, sonra gümüşler satıldı, ardından köşk gitti... Dımdızlak kaldılar. Kiraya çıktılar. Tükene tükene, gecekonduya kadar düştüler. Çocukları olmuştu. Saracak bez yoktu. Çarşafları yırttılar. Bi eli yağda bi eli balda doğup büyüyen delikanlı, eşinin hiç sızlanmadan dimdik duruşunu gördükçe, yeniden yeniden âşık oluyordu ama, kahrından alkole dadanmıştı. Çalışamaz hale geliyor, daha çok sefalete sürükleniyorlardı. Hayatlarında eksilmeyen tek kavram, mutluluktu. Mutluydular.

    İngiliz anne, adı gibi, hakikaten nadide’ydi... O kör kuruşa muhtaç hallerinde bile, hastaneden atılmış iki çocuklu bi kadına evini açtı, sokakta dilenen bi nineye kendi yatağını verdi, aylarca baktı, yıkadı, pakladı, komşuların fısır fısır dedikodusuna aldırmadan, kaçak olarak yaşayan, dara düşmüş bi Fransız’ı sofrasına oturttu, çocuklarına kuru ekmeği paylaşmayı öğretti.

    Bi gün... İngiltere Elçiliği’nden görevliler geldi, nasıl duydularsa duymuşlar, çocuklarını al, İngiltere’ye dön, eğitimlerini üstlenelim, sosyal güvencen olsun dediler Nadide’ye... Kapıdan kovdu! Eşim Türk, çocuklarım Türk, burada babalarının yanında yaşayacaklar, ben de onların yanında öleceğim, benim için hayatını feda eden eşimi, paraya değişmem dedi.

    İki millet, iki devlet, iki din arasında perişan olmuşlardı ama, aşkları sapasağlamdı.

    Üstelik... Cumhuriyet de sapasağlamdı. O dönemin Cumhuriyet’i, şimdiki gibi sadece parası olanlara değil, gariban ailelerin çocuklarına da fırsat eşitliği sağlıyor, okumaya niyetleri varsa, okutuyor, üniversiteyse üniversite, konservatuvarsa konservatuvar, yeteneğin önünü açıyordu.

    Delikanlı, delikanlı gibi yaşadı, öldü. Nadide zatürreeden vefat etti, hayatının en çetin günlerini yaşadığı İstanbul’da, kızının evinde... En çok kızına güvenir, en çok küçük oğlunu severdi.
    Bu koca yürekli kadının küllerinden doğan kızı, Yıldız...
    Oğlu, Müşfik Kenter’di.

    Boşuna dememişler, işini yapacaksan aşk’la yap diye...

    Ve, merak ederim,
    tiyatroda sahneye koymak
    için abuk sabuk senaryolar aranır hep, niye?



    Yılmaz Özdil - Hürriyet 18/08/2012




  • Bir dostum anlatmıştı:Bir tanıdıklarının
    evinde televizyon arıza yapmış, tamir için
    televizyoncuyu
    çağırmışlar. Tamirci televizyonu tamir için
    arka kapağını bir açmışki, tv nin arka
    kısmında bir sürü
    ekmek kırıntısı var.
    Tabii, kimin yaptığını hemen anlamışlar, evin
    dört yaşındaki yaramaz kızı.Bu hangimizin
    evinde
    gerçekleşirse gerçekleşsin bir çoğumuzun
    tepkisi hemen bağırıp, çağırmalar kızmalar
    hatta daha da
    ileri gidip tamircinin yanında çocuğu
    dövmeya kalkan bile olur.
    Fakat anne öyle yapmamış, çocuğuyla
    konuşmayı denemiş ve ona neden bunu
    yaptığını sormuş aldığı
    cevap karşısında ise hüngür hüngür
    ağlamış,Meğerse çocuk televizyonda
    gösterilen Afrika' daki
    çocukların zayıf hallerini gördükçe,
    mutfaktan ekmek alıp tv' nin arkasındaki
    ızagaradan içeri
    atıyormuş.
    Galiba çocuklar saflığını en iyi koruyan
    canlılardır.Ne güzel düşünce...




  • Baktım konu üç sayfa olmuş ne var diye bir gireyim dedim .

    Gördüm ki konuyu açan kişi 150 mesaj atmış .

    Önce güldüm sonra bastım eksiyi .
  • quote:

    Orijinalden alıntı: Yarr

    Baktım konu üç sayfa olmuş ne var diye bir gireyim dedim .

    Gördüm ki konuyu açan kişi 150 mesaj atmış .

    Önce güldüm sonra bastım eksiyi .

    konunun adından da anlaşılacağı gibi hikayeler var.. bende yorumunu bi halt sandım, önce ciddi ciddi okudum, sonra bastım eksiyi
  • çok güzel yazmışsınız. hepsini okumak istiyorum.


    mesaj burda otlan >>>>>>>>>
  • Mesajim bulunsun , severimboyle hikayeleri.

    < Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >
  • Bugün İzmir'in kurtuluşunun 90. yıldönümü. Bununla ilgili Atatürk'ten kısa bir anı...


    İzmir kurtuldu, çok tatlı bir yorgunluk, Ankara'ya trenle hareket edilecek. Ertesi gün yaveri kompartmanın kapısını çalar, ATATÜRK kapıyı açar. Yorgun, bitkin, kravatını yıkamaktadır.
    Yaveri "Ya Paşam bu ne hal, hiç uyumadınız herhalde, niye böylesiniz?" der.
    - "Ya çocuk, kompartmanıma yastıkla battaniye koymayı unutmuşsunuz. Kolumu yastık yaptım ağrıdı setremi yastık yaptım üşüdüm, bende uyumadım kalktım." der.
    Yaveri; "Aman Paşam! Birimize haber vereydiniz hemen size bir yastıkla battaniye getirirdik." der.
    Ve bir ülke kurtarmaktan dönen komutan tarihi bir cevapla der ki;
    - "Geç farkettim, hepiniz en az benim kadar yorgundunuz. Hiçbirinize kıyamadım. Önemli olan benim uyumam değil, milletimin rahat uyuması."


    Ek: 6 sayfanın hesabını bile yapamayıp 3'e indirgeyen TROLL'e cevap vermeye dahi tenzzül edilmemeli. Şurada 6 sayfadır SEVİYELİ bir paylaşım süregeliyor. Kimsenin bunu bozmaya hakkı yok. Aksi halde şikayet edilir. Allah'tan okullar açılıyor haftaya!



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi unsal07 -- 9 Eylül 2012; 17:26:56 >




  • Nerelerden nerelere geldiğimizin küçük bir göstergesi...




    Yıllar önce bir Milli Eğitim Bakanı'nın odasının kapısı çalındı. İçeriden kararlı ve tok bir ses "girin" diye seslendi.

    Oldukça mütevazı döşenmiş odaya iki tane lise talebesi girdi. Tombul yanaklı olan Milli Eğitim Bakanı'nın yanına yanaşarak "Babacığım, merhaba. Elini öpmeye geldik Gazi ile beraber." diyerek arkadaşını gösterdi.

    Mezun olmuşlardı iki samimi arkadaş liseden. Gazi ve Can. Bakanın elini öptükten sonra masanın karşısındaki koltuklara oturdular.

    Tombul yanaklı çocuk söz aldı, "Babacığım, biliyorsun okulumuzu her ikimiz de başarı ile bitirdik. Ve bir yıldır para biriktiriyorduk. Eğer senin de iznin olursa Bakanlığın bursundan yararlanıp Amerika'ya okumaya gitmek istiyoruz." Bakan küçük bir sessizlikten sonra "Oğlum, biraz dışarı çıkar mısın? Bizi arkadaşınla bir iki dakika yanlız bırak." dedi.

    Oğlu dışarı çıktıktan sonra uzun boylu çocuğa şöyle dedi. "Bak evladım, ben sizler gibi başarılı öğrencilerin yurt dışında öğrenim görmesini her zaman desteklerim. Fakat bir bakan olarak oğlumu Amerika'ya gönderirsem, bunu başkaları farklı değerlendireceklerdir. Bu yüzden sadece sana burs vereceğim. Gerekli işlemlerin yapılması için talimatı veririm az sonra. Hayırlı olsun." deyip dışarı çıkmasını söyledi talebenin.
    Heyecan içinde kapının önünde bekleyen bakanın oğluna sarıldı çocuk. "Can, sana bir iyi, bir kötü haberim var. Baban bana burs verdi ama senin gitmeni onaylamıyor."

    Tombul yanaklı çocuk elini cebine atıp bir mendil çıkarttı. İçi para dolu olan mendili arkadaşına verip, "Al bunları Gazi. Nasıl olsa bana lazım değil bu para artık." dedi, bir yıldır biriktirdiği parayı arkadaşına uzattı.

    Oğlunun geleceğini bile ülkesinden sonra düşünen onurlu Milli Egitim Bakanı'mızı, Sayın Hasan Ali Yücel Bey'i saygıyla anıyoruz.

    Oğlu Can büyük edebiyatçı Can Yücel'dir.
    Onun lise arkadaşı Gazi ise dünyanın en ünlü beyin cerrahlarından Prof. Dr. Gazi Yaşargil'dir.




  • Kanuni Sultan Süleyman'dan:

    Süleymaniye Camii'nin inşası sırasında bir Ermeni usta, yanlış duvar yapması sonucu, Kanuni tarafından cezalandırılır. Ermeni usta, Sultan'dan şikayetçi olur.

    Kadı, ikisini de huzuruna çağırır. Kanuni ve usta, kadının karşısında ayakta beklemektedirler. Karar açıklanır: "Kısas!" yani Kanuni de aynı şekilde cezalandırılacaktır. Ermeni usta, adalete hayret eder ve:
    -"Madem dininiz bu kadar adil, hem davamdan vazgeçiyorum hem de Müslüman oluyorum." der.

    Davadan sonra Kanuni, kadıya:
    -"Eğer ben padişahım diye benim lehimde bir karar verseydin, seni bu kılıcımla öldürürdüm"

    Kadı, oturduğu minderin altından bir hançer çıkarır ve:
    -"Sultanım siz de eğer 'ben padişahım' diye kararıma itiraz etseydiniz ben de bu hançeri sizin kalbinize saplardım..."
  • Cristiano Ronaldo: "Başarılarım için arkadaşım Albert Fantrau'ya teşekkür etmeliyim. Beraber 18 yaş altı şampiyonasında oynadık. Bizi izlemeye gelen Sporting Lisbon menajeri kim daha fazla gol atarsa, takıma onu alacağını söylemişti. Maçı 3-0 kazandık, ben ilk golü attım Albert ise ikinci golü attı. Üçüncü golde ise ben dahil herkesi etkileyen bir olay yaşandı. Albert, kaleciyi geçmişti ve ben de yanında koşuyordum. Albert'in tek yapması gereken; topu boş kaleye göndermekti ama o bana pas attı. Maçtan sonra neden yaptığını sorduğumda ise ''Sen benden daha iyisin.'' demişti.''

    Gazeteciler Albert Fantrau'ya hikayenin gerçek olup olmadığını sorduğunda Albert Fantrau: ''Evet, hikaye gerçek. Ronaldo, o maçtan sonra Sporting altyapısına girdi. Ben ise futbolu bıraktım ve şu an işsizim.'' cevabını verdi.

    Gazetecilerin ''İşsiz biri olarak bu kadar büyük bir eve, böyle güzel bir arabaya ve ailenin ihtiyaçlarını karşılayacak parayı nereden buldun?'' sorusuna Albert Fantrau'nun verdiği cevap ise her şeyi açıklıyordu; "Bunların hepsi Cristiano Ronaldo'dan.''




  • Daha diğerlerini okumadım ama ilk hikaye çok güzel
  • Daha önce paylaşıldı mı hatırlamıyorum, sayfaları tek tek kontrol etmeye de üşendim açıkçası...


    Öykümüz ünlü Çin düşünürü Lao Tzu'nun zamanında geçer.. Lao Tzu bu öyküyü çok sever, sık sık anlatırmış hatta..

    Efendim köyde bir yaşlı adam varmış.. Çok fakir.. Ama kral bile onu kıskanırmış... Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki..

    Kral at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış...

    - "Bu at, bir at değil benim için.. Bir dost.. İnsan dostunu satar mı" dermiş hep..."

    Bir sabah kalkmışlar ki, at yok.. Köylü ihtiyarın başına toplanmış...

    - "Seni ihtiyar bunak... Bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın" demişler..

    İhtiyar : - "Karar vermek için acele etmeyin" demiş... Sadece "At kayıp" deyin.Çünkü gerçek bu.. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı, bunu henüz bilmiyoruz....Çünkü bu olay henüz bir başlangıç... Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.."

    Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler.Ama aradan 15 gün geçmeden, at bir gece ansızın dönmüş.. Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine.. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takip getirmiş.

    Köylüler, ihtiyar adamın etrafına toplanıp özür dilemişler..

    - "Babalık" demişler.. "Sen haklı çıktın.. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için.. Şimdi bir at sürün var.."

    - "Karar vermek için gene acele ediyorsunuz" demiş ihtiyar.. Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç..Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?.."

    Köylüler bu defa ihtiyarla dalga geçmemişler açıktan ama, içlerinden "Bu herif sahiden gerzek" diye geçirmişler...

    Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış.Köylüler gene gelmisler ihtiyara...

    - "Bir kez daha haklı çıktın" demişler. "Bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok...Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın" demişler..

    İhtiyar : - "Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz" diye cevap vermiş. "O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu... Ötesi sizin verdiğiniz karar.. Ama acaba ne kadar doğru.. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez.."

    Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış.Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çagırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkan yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya esir düşüp köle diye satılacağını herkes biliyormuş....

    Köylüler, gene ihtiyara gelmişler.. "Gene haklı olduğun kanıtlandı" demişler. "Oğlunun bacağı kırık,ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, Şansmış meğer.."

    - "Siz erken karar vermeye devam edin" demiş, ihtiyar.. Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde.. Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Tao/Tanrı biliyor."

    Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatla tamamlarmış, etrafına anlattığında:

    - "Acele karar vermeyin. O zaman sizin de herkesten farkınız kalmaz. Hayatın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar aklın durması halidir. Akıl insanı daima karara zorlar ve gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz."




  • Öfkelenince neden bağırırız?

    Hintli bir ermiş öğrencileri ile gezinirken Ganj nehri kenarında birbirlerine öfke içinde bağıran bir aile görmüş. Öğrencilerine dönüp “insanlar neden birbirlerine öfke ile bağırırlar?” diye sormuş. Öğrencilerden biri “çünkü sükûnetimizi kaybederiz” deyince ermiş “ama öfkelendiğimiz insan yanı başımızdayken neden bağırırız? O kişiye söylemek istediklerimizi daha alçak bir ses tonu ile de aktarabilecekken niye bağırırız?” diye tekrar sormuş.

    Öğrencilerden ses çıkmayınca anlatmaya başlamış: “İki insan birbirine öfkelendiği zaman, kalpleri birbirinden uzaklaşır. Bu uzak mesafeden birbirlerinin kalplerine seslerini duyurabilmek için bağırmak zorunda kalırlar. Ne kadar çok öfkelenirlerse, arada açılan mesafeyi kapatabilmek için o kadar çok bağırmaları gerekir.”

    “Peki, iki insan birbirini sevdiğinde ne olur? Birbirlerine bağırmak yerine sakince konuşurlar, çünkü kalpleri birbirine yakındır, arada mesafe ya yoktur ya da çok azdır. Peki, iki insan birbirini daha da fazla severse ne olur? Artık konuşmazlar, sadece fısıldaşırlar çünkü kalpleri birbirlerine daha da yakınlaşmıştır. Artık bir süre sonra konuşmalarına bile gerek kalmaz, sadece birbirlerine bakmaları yeterli olur. İşte birbirini gerçek anlamda seven iki insanın yakınlığı böyle bir şeydir.”

    Daha sonra ermiş öğrencilerine bakarak şöyle devam etmiş: “Bu nedenle tartıştığınız zaman kalplerinizin arasına mesafe girmesine izin vermeyin. Aranıza mesafe koyacak sözcüklerden uzak durun. Aksi takdirde mesafenin arttığı öyle bir gün gelir ki, geriye dönüp birbirinize yakınlaşacak yolu bulamayabilirsiniz.”




  • Bu konu düşmemeli
  • 
Sayfa: önceki 1516171819
Sayfaya Git
Git
sonraki
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.