Afrikâ-i Osmanî (Osmanlı Afrikası) ve Afrikaya Yardım Zamanı
Afrika kıtasındaki Osmanlı varlığı için kullanılan kavram “Afrikâ-yi Osmânî” yani Osmanlı Afrikası kavramıdır. Kavramın ilk defa ne zaman kullanıldığı, coğrafi olarak nereye tekabul ettiği henüz tam olarak bilinmemektedir. “Afrikâ-yi Osmânî” yani Osmanlı Afrikası, Osmanlı Devleti’nin kıtanın sadece Kuzeyindeki faaliyetleri için değil, genelinde göstermiş olduğu varlık alanı için kullanılmalıdır. Böylece Kızıldeniz liman şehirlerinde, Habeşistan ve Somali’yi içine alan Afrika Boynuzunda, Doğu Afrika sahillerinde, Sudan’ın derinliklerindeki Osmanlı faaliyetleri daha iyi anlaşılabilir..
Afrika, İslam ve Osmanlı tarihinin en önemli sayfalarından biri oldu asırlarca. Son 3, 4 asırdır Afrika’yı sömürgeleştiren Avrupalılar, sultanların saraylarında altın ararken Osmanlı ise Emperyalizm’e karşı bu kara kıtayı korumaya çalışıyordu. İnsanlığın yüz karası olan köle ticaretleri ile kıtanın kökünü kurutan Batılılar, bir ahlaksız işgal taktiği olarak ise Misyonerlik silahını kullandılar. Buna rağmen arşivlerden çıkan belgeler 93 harbinde Osmanlı’ya yardım gönderen fakir Afrikalıları ve Osmanlı’nın yetimlerine sahip çıkan Moritusluları yazıyor. Bu nedenle Afrika bizimdir, yüreğimizdir, kardeşimizdir.
Osmanlı donanmaları bugünkü Kenya sahillerine kadar sefer yapıp Portekizlilere göz açtırmıyordu. Kısacası her şeyden önce Afrika yerlilerinin daha az köleleşmesini, kaynaklarının korunmasını, dinlerinin ve dillerinin, ticari hayatlarının muhafazasını sağladı. Sadece sahiller değil iç bölgelerden de on binlerce hacı adayı her yıl Kutsal topraklara güven içerisinde gelip geri döndüler. Eğer bugün İspanya’da Müslüman varlığı yoksa Osmanlı onlara yardım edemediği için yoktur. Afrika’da varsa Osmanlı devleti buraya yardım edebildiği için vardır. Yine bugün Tunus, Cezayir, Fas, Libya ve Mısır, hatta Somali, Sudan gibi ülkeler varsa bunlar doğrudan Osmanlı’nın izleridir.
Osmanlı Afrikalılara hükmetmemiş, bilakis onlara hizmet etmiştir. Anadolu insanını Afrika yerlilerinin güvenliği için asırlarca seferber etmiştir. Avrupalılar gibi sömürge faaliyetlerinde onları silâh altına alıp cephelerde savaştırmamıştır. Osmanlı aslında sömürge kavramının içine ne giriyorsa tam tersini yapmıştır. Yeraltı ve yer üstü kaynaklarına dokunmamıştır. Kısacası bir insana karşı yapılması gereken bütün insanî görevleri yerine getirmiştir. Onlara yabancı muamelesinde bulunmamış, bilakis oraya sevk ettiği askerlerin ve sivil memurların çoğu yerli ailelerle evlilik yoluyla akraba oldular. Yaptıkları Afrika Afrikalıların düsturuyla sınırlı kaldı. Onlara kendi vatanlarında yaşama azmini öğretti. Geçmişin şanlı sayfaları arasında onların da ataları olduklarını öğretti. Lisanları, dinleri, kültürleri olduğunu bugün fark ediyorlarsa bu ana vatanlarına bağlı kalmalarıyla mümkün oldu. Bunu Osmanlı sağladı. Her şeyden önce Osmanlı Devleti Müslüman toplumların gözünde İslam’ın halifesinin devletiydi. Avrupa istilaları karşısında durabilen tek İslam devletidir. Kıta dışındaki devletlerle münasebetlerinde en fazla güven duydukları yer İstanbul idi. Başları darda kalınca hemen İstanbul’a geliyorlardı. Bu durum 1900’lerin başına kadar devam etti. Onlar Osmanlıları en zor şartlarında bile yanlarında görmek istediler. Onlar olduğu sürece Osmanlı Devleti uzun ömürlü oldu, Osmanlı Devleti olduğu için onlar kendi kimlikleriyle her türlü varlıklarını sürdürdüler. Osmanlı Devleti onlara kendi dillerini öğretmediği gibi kendi soyundan gelenlerin bile yerli toplumlarla karışmasını kolaylaştırdı.
Avrupalılar yerli sultanların saraylarında tonlarca altın bulma hayaliyle dolaşırken Osmanlı memurları Fizan’ın kasabalarındaki yıkık duvarların dibinde bulunan ve yıllar önce tedavülden kalkan sikke altınlarını İstanbul’daki darphane’ye göndererek yenileri ile değiştirip sahiplerine iade ediyordu. Arşiv belgeleri her şeyi ortaya koymakta. Osmanlı Devleti Afrika’nın ortasındaki Fizan’da bir cami duvarı içinde bulunan miadı dolmuş altın sikkelerini darphaneye göndermiş ve yenilerini mirasçılara teslim etmişti. Fransa ve İngiltere ise Müslüman sultanların saraylarında ne kadar altın ele geçireceklerinin ince hesaplarını yapıyorlardı.
Osmanlı’nın en güç günlerinde bile dünyanın diğer uçlarından insanlar ve milletler ona el uzatmaya çalışırken Afrika bu duruma sessiz kalamazdı elbette. Osmanlılar başına kötü bir hal gelecek olsa yardımlar bir şekilde akmaya başlıyordu. Özellikle düşmanları tarafından kendisine bir savaş başlatıldığı zaman aynı anda dünya Müslümanları sadece dua etmekle yetinmiyorlardı. Cepheye koşma imkanı olanlar koşuyor, koşamayanlar da her türlü maddi desteği vermek için seferber oluyorlar. İşte bu yardımlardan biri de Hint Okyanusu’nun uçsuz bucaksız suları üzerinde küçücük bir ada olan Moritus’ta yaşayan Müslümanların 93 harbi olarak bildiğimiz Osmanlı – Rus savaşına yaptıkları yardımdı. 19 Temmuz 1877 tarihinde 850 liralık bir poliçe ile İngiltere’deki Osmanlı sefareti üzerinden İstanbul’a gönderilen bu yardımlar çok önemliydi. Yine adadaki Müslümanların ileri gelenlerinden birisi Osmanlı şehitlerinden geride kalanlar için 125 İngiliz Sterlini tutarındaki yardımı başka bir poliçe ile gönderdi.
Osmanlılar Avrupalı devletlerin müşterek siyasetinin kurbanı oldular. Avrupalılar masa başında çizdikleri haritaları Osmanlılardan gizli tutup ele geçirmek istedikleri yerlere çok sayıda ajanı bilim adamı, misyoner ve daha başka kılıklarla gönderdiler. Hem de Osmanlı Devleti’nden buyrultular alarak ve gittikleri yerlerde krallar gibi ağırlanmalarını sağlayarak bunu yaptılar. Barışçı yollarla gelip silahlarla sömürge idarelerini ikame ettiler. Dostuz dediler, düşmanlık gösterdiler. İşte Osmanlı bunu yapmadı. Hatta Kavalalı Mehmed Ali Paşa defalarca yerlilere eziyet etmemesi konusunda uyarıldı. Kısacası Osmanlı döneminde Afrika Afrikalılarındı, sömürgecilikle el değiştirip Avrupalıların oldu. Avrupalılar her şeyden önce kıtayı aralarında paramparça ettiler. Kölelik yasaklanana kadar yüz milyon civarında tahmin edilen insanı buradan hayvan götürür gibi Amerika kıtasına ve daha başka diyarlara taşındılar. İnançları değiştirilip Hıristiyanlaştırıldılar. Dilleri unutturulup Avrupa dilleri hala resmi dil olarak kullandırılıp geleneksel eğitim sistemlerinden koparıldılar. Ama mesela içlerinden Avrupalı bilim adamaları seviyesinde insan yetişmesine imkân verilmedi. Afrikalılara size medeniyet getiriyoruz dediler, hiç acımadan medeniyetin dışına ittiler. Bütün dünyayla bağları koparıldı, her türlü açlık ve bulaşıcı hastalığa maruz bırakıldılar. Yeraltı ve yer üstü kaynakları sonsuza kadar ellerinde kalacak şekilde tapulanmış gibi muameleye tabi tutuldu.
Afrikalı Hıristiyanlığın nasıl bir din olduğunu anlayana kadar zaten kendisini o inancın içine hapsedilmiş olarak buldu. Artık o daireden çıkması mümkün değildi. Çünkü yaşama şansı o dine bağlılığı ile alakalı idi. 1900’lerin başında 300 milyonluk kıtada 10 milyon yerli Hıristiyan varken bugün bir milyarlık kıtada en 250–300 milyon Hıristiyan olduğu ileri sürülmektedir. Otuzda bir gibi düşük orandan dörtte bir oranına çıktılar. Bugün kıtada sadece Katolikler 10 milyon öğrenciye modern eğitim vermektedirler. Eğitim almak isteyen çocuklar önce vaftiz edilip sonra daha ileri seviyedeki imkânlardan yararlanıyorlar.
İnsanlık tarihinin en berbat köle ticareti bugünkü Avrupa’nın reform ve Rönesans hareketleri esnasında yapıldı. Avrupalılar, Afrikalı insanlar hayvan gibi alınıp satılırken lüks saraylar ve akademilerde insan hakları, medeniyet naraları atarak dünyayı yeni şekil verdiler. Afrika’da yaşanan insanlık ayıbı gizlenerek Avrupa’da fikir hürriyeti, kadın hakları ve daha nice jargonlaşan ifade ile dünyayı kandırdılar. Ama Afrikalıların o dünyada hemen hemen hiç yeri yoktu.
Paris’te yayınlanmakta olan Echos de l’Orient isimli derginin 1923 yılı Ekim ayında çıkan 80. sayısında ele alınan bir yazıda Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması üzerine Madagaskarlı Müslümanların duydukları sevinci ifade eden kelimeler inanılır gibi değil. 7 Ekim 1923 tarihinde bu derginin Madagaskar’ın önemli şehirlerinden Tamatave’deki muhabiri Paris’e önemli bir haber geçmişti. Onun bildirdiğine göre Türkiye Cumhuriyeti ile Düvel-i Muazzama arasında varılan anlaşma, Afrika’nın en güneyindeki Müslümanları sevince boğmuştu. Uzun zamandır böyle bir habere susamış olan bu adanın Müslümanları yüzlerini göğe çevirip bağımsız Türkiye’nin refahı ve geleceği için Allah’a dua etmeye başlamışlardı. Hatta Lozan antlaşmasının imzalanmasını bir başarı olarak görüp sevinç gözyaşlarına hâkim olamamışlardı. Derginin daimi okurları arasında bulunan İbrahim Mansur isimli bir Müslüman’ın Osmanlıların Avrupalılara karşı yaptığı savaş esnasında bitmek tükenmek bilmeyen bir gayret içerisinde olduğundan bahsetmekteydi. Çünkü o, Anadolu Müslümanlarının savaş kurbanlarına verilmek üzere durmadan maddi yardım toplamakla meşguldü. Fransa’da yaşadığı anlaşılan bu gayretkeş Müslüman, Lozan antlaşmasının imzalanmasını duyar duymaz ülkesine bir telgraf çekerek bütün Madagaskar Müslümanlarının bu önemli olayı bayram olarak kutlamalarını ve bu önemli gün dolayısı ile bütün işyerlerini kapatmalarını istedi. Gerçekten de ertesi gün sabahleyin Müslümanların ve Hintlilerin bütün işyerleri kapandı. Saat sabah 9’da Madagaskar’daki tüm camilerde Türkiye’nin bağımsızlığı için şehit düşenlere dualar edildi. Devasa adanın her tarafına asılan Türk bayrakları burayı işgal altında tutan Fransa’nın bayraklarına karıştı. O güne kadar Madagaskar’da böyle bir coşku ve bu kadar Türk bayrağı daha önce görülmemişti. Akşam ise yine bütün camilerde hatimler ve mevlitler okundu. Tamate şehrinde yaşayan Müslüman toplumu adına Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne (TBMM) bir tebrik telgrafı çekildi. Telgraf çok kısaydı; “İslam’ın muzaffer davası için sonsuz minnetimizle. Türkiye için yeni bir dönemin ortaya çıkışı yolunda TBMM ile fikir birliği içindeyiz” denildi. Fakat ilgi bu kadar da değildir. Madagaskarlı Müslüman gönüllüler tarafından Tanarive ve Tamatave şehirlerinden Türkiye’deki yetimler ve savaş gazileri yararına toplanan yardımlar listeler halinde Echos de l’Orient dergisine gönderiliyor ve burada yayınlanıyordu.13. listede bu amaçla yardımda bulunan 33 Müslüman’ın adı yer alıyordu. İçlerinde çok yüksek yardımlarda bulunan 3 Müslüman vardı ve bunlar 500’er Fransız Frankı yardım göndermişlerdi. İmkanları sınırlı olduğu halde mutlaka yardım etmek isteyen Müslümanlar ise 5 Frank dahi olsa göndermeyi ihmal etmemişlerdi. Bu listede bulunanların çoğunun 25’er Frank yardımda bulunduğuna şahit oluyoruz. Sadece bu 13. Listede yer alan Müslümanların biriktirdiği yardım miktarı toplam 2.779 Frank 80 Kuruş’a ulaşmıştı.
16. yüzyılda Osmanlı Devleti ile Portekiz güçleri arasında Kızıldeniz ve Hint Okyanusu kıyılarını kontrol altına almak için yapılan mücadeleler, 1555 yılında Özdemir Paşa tarafından Habeş Eyaleti’nin kurulması, 1876 yılında Mısır Hidivliği üzerinden kurulan ve bugünkü Uganda sınırları içerisinde yer alan Hatt-ı İstivâ Eyaleti, Osmanlı Devleti’nin Afrika kıtasındaki varlığının kıtanın sadece kuzeyi ile sınırlı olmadığını, güney ve doğu bölgelerinde de önemli siyasî faaliyetler içerisinde bulunduğunu göstermektedir.
Yemen Beylerbeyi Özdemir Paşa'nın 1555'te kurduğu Habeş Eyâleti, 1916 yılına kadar dört asra yakın mevcudiyetini sürdürüyordu. Osmanlıların hükümran olduğu o zamanki Habeş Eyaleti'ne bugünkü Etyopya, Somali, Eritre ve Cibuti dahil bulunuyordu. Sudan Eyâleti'ne bağlı olarak Hatt-ı İstivâ (Ekvator) Vilâyeti kuruldu. Osmanlı dönemi Afrika'sının bazı ilçeleri sonradan bağımsız devletler olmuştur: Reşade İlçesi Çad Devleti, Kavar İlçesi de Nijer Devleti hâline gelmiştir. Osmanlının bu ilgisi Güney Afrika'ya kadar uzanmıştır. Son Osmanlı halifeleri buralara İslâm tebliğcileri göndermişlerdir. Güney Afrika'da Osmanlı Türk sevgisi o derece yaygınlaşmıştır ki, 1911'de İtalya'nın Trablusgarp'ı işgali sırasında, Johannesburg'daki Müslümanlar gönüllü olarak savaşmak istediklerini Osmanlı Harbiye Nezareti'ne bildirmişlerdir.
(1) (http://www.osmanliafrikasi.com) (2) (Doç. Dr. Ahmet Kavas'ın Timeturk röportajından faydalanılarak alıntı) (3) (Hatice Uğur, Anlayış Dergisi) (4) (Reşat Nuri Erol, Milli Çözüm Dergisi)