Şimdi Ara

Yok Artık Citizen Burayıda mı Hackledin ? (2. sayfa)

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
1 Misafir - 1 Masaüstü
5 sn
30
Cevap
0
Favori
1.591
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: önceki 12
Sayfaya Git
Git
Giriş
Mesaj
  • quote:

    Orijinalden alıntı: ayten532

    Citizien kafkasayada açan bir çiçektir ayrıca yiğitlik, mertlik anlamlarınada gelmektedir.

    _____________________________




  • citizen her yerdedir
    _____________________________
    Ne kadar yükselirsen uçmayı bilmeyenlere o kadar küçük görünürsün.
  • quote:

    Orijinalden alıntı: TheDarkDefender

    Citizen:

    Ortaçağ sanatı, Hırıstiyanlığın yayıldığı ülkelerde doğmuş ve onun hizmetinde gelişmiş olan dinsel nitelikli bir sanattır. Roma İmparatorluğu 4.yüzyılda Hıristiyan dinini kabulünden sonra ikiye ayrılınca, Ortaçağ sanatı da Batı ve Doğu Hıristiyan Sanatı olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Ortodoks mezhebine bağlı olan Doğu Hıristiyan Sanatı, Katolik Roma’dan farklı bir yol izlemiş ve “Bizans Sanatı” olarak adlandırılmıştır.

    Bu dönem 0-1 yaş arasındaki bebeklik dönemini kapsar. Oral dönemde temel haz kaynağı emmedir. Emme pasif ve bağımlı bir davranıştır. Freud’a göre anne ya da anne yerine geçen yetişkin tarafından çocuğun memeden erken kesilmesi ya da aksine çok uzun emzirilmesi onun bu döneme bağımlı olmasına neden olmaktadır.Emme ihtiyacı daha sonraki yaşamında da sürmektedir. Örneğin, öğrencilerin sinirli ve gergin olduğunda tırnak yemeleri, Freud’un oral bağımlılık olarak tanımladığı durumun bir göstergesidir. Psikoanalitik görüşe inanan psikologlara göre çocuğun yaşama küsmesi ya da onu sevmesi annenin tutumuna bağlıdır. Çocuğun ilerde göstereceği ruhsal özelliklerin temelini oluşturur. Örneğin,çocuğun birden bire sütten kesilmesi yaşama küsmesine yol açar. Bunu yapan anneye karşıda çocuk düşmanlık duyguları geliştirir. Sevme ve düşmanlık duyguları gibi iki zıt durumda kalan çocuk bilinçsiz olarak ruhsal bir çatışmanın içine girer. Böyle bir kimse anne aracılığıyla diğer insanlara karşı olan sevgi ve bağımlılığını da yitirir. Buda onun toplumsal gelişimini gene olumsuz yönde etkiler. “Doğumdan önceki bir yıl oral dönem olarak anılmaktadır. Bu evrede haz kaynağı,pasif ve bağımlı bir davranış olan emmedir. FREUD’ a göre bebeğin bu evrede anne tarafından aşırı şekilde emzirilmesi veya memeden kesilmesi oral evreye takılmakla sonuçlanır. Dolayısıyla ağız yoluyla haz alma davranışı ilerde başka yaşantılara genellenmekte ve kişilik oral karakter kazanmaktadır. Oral karakterdeki kişiler gergin bağımlı ve karmaşık bir duygusal yapıya sahiptirler.

    Hıristiyanlık, başlangıçta çoktanrılı Roma’nın baskısı yüzenden rahat yayılma olanağı bulamamış, ancak resmi din olarak kabul edildikten sonra gelişme gösterebilmiştir. Batı Roma İmparatorluğu topraklarında yaşayan Hıristiyan toplulukları 4. yüzyıla kadar inançlarını yayma konusunda özgür değillerdi. Ölülerini gömerken gösterişli ayinler yaptıkları, bu yüzden de kovuşturmaya uğradıkları için mezarlıklarını yer altında yapmak zorunda kalmışlardır. Uzun ve karmaşık dehlizlerden oluşan bu yeraltı şehirlerine “Katakomb” adı verilir. Araştırmacılar tarafından uzun süre Hıristiyanların gizlice yaşadıkları şehirler sanılan katakombların sonradan yalnızca ölü gömülen ve ibadet edilen yerler oldukları anlaşılmıştır Nitekim, katakomblarda duvarlarına mezarlar oyulmuş dar koridorlardan ve girişteki ibadet salonundan başka, yaşamaya elverişli mekanlara rastlanmamıştır.

    Eğitimden bahsedildiğinde, genellikle, eğitim işine eğitimci ve öğrenci olarak katılanlar; öğretmenler ve öğrenciler, çocuklar ve gençler, anaokulu öğretmen ve bakıcıları, çıraklar ve ustalar, anne-babalar ve okul yöneticileri vs. akla gelir. Yâni eğitim deyince ilk akla gelen,eğitici ile eğitilenler arasındaki kişisel ilişkilerdir. Daha açık bir söyleyişle; öğretmen ili öğrenci arasındaki karşılıklı ilişkilerin şekli ve izleri, çocuk gelişiminin ortaya çıkardığı ihtiyaçlar, eğitsel ilişkinin meydana geldiği okul ve çevre ortamı, eğitime etki eden çevre faktörleri, çocukların tecrübe kazanmaları ve yetenekleri, eğiticinin pedagojik hedefleri, kullanılan eğitim araç ve metodları ile ilgileniriz.

    Eğitim, toplumun sosyal kurumlarından bir tanesidir. Her çocuk belirli bir aile içinde doğar, belirli bir sosyal tabakanın dilini ve görgü kurallarını öğrenir, bir köy veya şehir ortamında büyür, ilkokulda ve öğretim sisteminin diğer okullarında okur. Küçük çocukluk yaşlarından itibaren çeşitli arkadaş çevredeki içine girerek oyunlarını bu çevreler içinde oynar, sohbet eder, bu gruplarla bütünleşir. Kitap, gazete, dergi okur; sinemaya, tiyatroya gider, radyo dinler, televizyon seyreder... Bütün bunlar insanların ve özellikle yeni yetişen nesillerin içinde yaşadıkları toplumdan etkilenme yollarından bazılarıdır. İçinde yaşanılan bu ortamlar, çocukları ve gençleri hayatın amacı, önyargılar ve değer hükümleri, tutumlar, vaziyet alışlar, bütün düşünce ve davranış yönlerinden etkiler, yönlendirir ve kalıplaştırır. İşte burada kısaca değinilmeye çalışılan toplum ile eğitsel yetiştirme arasındaki karşılıklı ilişkileri, bağlantıları ve etkilemeleri inceleyen bilim dalına Eğitim Sosyolojisi denir.

    Türkiye'de eğitim sosyolojisi olarak adlandırılan bilim dalı, dünyada kendisi ile ilgili literatürdeki ikili yaklaşımın ikisini birden ifade etmektedir. Bu bilim dalının tarihinde özellikle etkili olmuş bu ikili yaklaşım şunlardır: Toplumun sosyal yapısını bir bütün kabul ederek onun kurumlarından birisi olan eğitimi ele alıp incelemektedir. Burada sosyolojik metodlar kullanıldığı gibi, araştırmaların odak noktası ve konuya bakış açısı da sosyolojiktir. Türkçeye "Eğitsel Sosyoloji" olarak çevrilebileceğimiz "Educational Sociology" ("Paedagogische Soziologie") ise odak noktası olarak eğitimi almakta; eğitim sistemi, öğretmen-öğrenci ilişkileri, sınıfların durumu, ders programları, eğitimde uygulanan metodları vs. incelemektedir. Yaklaşımlar farklı olmasına rağmen ele alınan konular aşağı yukarı aynı olduğu için, Eğitim Sosyolojisi derslerinde her iki yaklaşımın da eğitim ve toplum konularını ele alma tarzları ve çıkardıkları sonuçlar birlikte verilmeye çalışılmaktadır. Zaten son yıllarda bu tartışmaların en yoğun olduğu Amerika Birleşik Devletleri'nde de iki akımın birbirine yaklaştığı ve birleştiği görülmektedir.

    Eğitim Sosyolojisinin ana konularına girmeden önce, eğitim ve sosyoloji kelimelerini, bizim için ne ifade ettikleri noktasından ele almak lâzımdır. Sosyolojik açıdan eğitim, bireyin içinde yaşadığı toplumda yeteneğini, tutumlarını ve olumlu yöndeki diğer davranış biçimlerini geliştirdiği bir süreçler toplamıdır. Başka bir tanıma göre de eğitim, bireyin toplumsallaşması ve ferdî gelişimini - ilgi ve ihtiyaçları doğrultusunda - en yüksek düzeye çıkarması için düzenlemiş, kontrollü bir çevredeki toplumsal süreçtir. Sosyolojiye göre eğitim, bir sosyalleşme veya sonradan topluma katılanlar için bir integrasyon (bütünleşme, kaynaşma, intibak) sürecidir. Sosyoloji ise, insanların meydana getirdikleri toplulukların ve toplumsal kurumların sistematik incelemesini yapan bir bilimdir. Sosyoloji, insanın sosyal davranışlarını inceler, toplumsal davranışın kalıplaşmış şekillerini, bu alandaki toplumsal kuralları ve "toplumsal yasaları" tespit etmeye çalışır; modern toplumlarla ilgilenir.

    Eğitim, toplum içinde cereyan eden bir sosyalleşme olgusu olarak ele alındığında, okullar ve diğer eğitim-öğretim birimleri de bu toplumsal olguyu organize ettiğinden eğitim de bir sosyal olay olarak ele alınmakta; eğitim olgusuna sosyal yönden yapılan yaklaşım ve incelemeler de Eğitim Sosyolojisi adı altında toplanmaktadır.

    Hıristiyanlık, başlangıçta Yahudiliğin tasvir yasağını benimsediği için ilk resim örnekleri, ancak 3. yüzyıldaki katakomb duvarlarında karışmıza çıkar. Bu resimler genellikle çok basit ve şematiktir. Okuma yazma bilmeyen Hıristiyanların vaazlarda anlatılan dinsel olayları gözlerinde canlandırabilmeleri için yapılmışlardı. Aslında bu resimlerin her biri basit birer semboldürler. Ama bu basit semboller bile, o dönemde inançlı kişilerin zihinlerinde bir takım dinsel imgeler uyandırmaya yetiyordu. Örneğin, Roma’daki Priscilla Katakombu’nda tasvir edilen İsa’nın oniki havarisiyle birlikte yediği ve onlara kutsal ekmekle şarap dağıttığı Son Akşam Yemeği sahnesi, ıncil’de geçen ve tüm Hıristiyanların bildiği bir olaydır. Bu yüzden resmi yapan sanatçı, olayı ısa ile yalnız altı havarisini basit bir sofra önünde göstermekle yetinmiştir.

    Batı Roma, 4. yüzyıldan başlayarak Kuzeyli kavimlerin istilasına uğramıştı. Amansız Hun akınlarıyla yurtlarından atılan Cermen ulusları, Avrupa’nın çeşitli yörelerine yayılmışlar, zayıf düşen Roma bunlarla başa çıkamamıştır. Ostrogotlar ve Lombartlar ıtalya’da, Franklar orta ve batı Avrupa’da, Vizigotlar ıspanya’da, Vikingler ve Anglosaksonlar ıskandinavya ve ıngiltere’de egemenlik kurmuşlardır. Romalıların “barbar” saydıkları bu kavimlerin aslında kendilerine özgü uygarlıkları ve sanatları vardı. Bu kavimler, Hıristiyanlığı benimsedikten sonra yerleştikleri ülkelerin kültürünü de özümleyerek, 11. yüzyılın ortalarına kadar güçlü bir sanat etkinliği yaratmışlardır. Bugün Osla Gemi Müzesi’nde bulunan 9. yüzyılı ait bir Viking Gemisi’nin burnu, Vikinglerin başarılı tahta oymacılı¤ını yansıtan güzel bir örnektir.

    Erken Hıristiyan sanatının oluşumunda Helen-Latin kültürü kadar kuzey kavimlerinin de katkısı olmuştur. Bu dönemin sanatı putperestlik inançlarından izler taşımakla birlikte aslında tümüyle Hıristiyanlı¤ın hizmetindeydi. Bu dönemde dinsel olmayan tek örnek, Bayeux Halısı’dır. 70 metre boyundaki bu ola¤anüstü yapıtta Normanların ıngiltere’yi istilası anlatılmıştır. 6. yüzyıl başında ıtalya’nın Ravenna kentinde yapılmış olan Ostrogot kralı Büyük Thedoric’in Mezar Anıtı ise erken mimarlık örneklerinden biridir. Bu görkemli anıtta merkezi planlı, dışı mermer kaplı Roma yapılarının etkileri kolayca farkedilir. Lombartların 7. yüzyılda Kuzey ıtalya’nın Perugia kentinde inşa ettikleri Kilise de eski Yunan ve Roma tapınaklarını anımsatmaktadır. Benzerlik, özellikle dışa açık sütunlu cephede ve üçgen alınlıklı çatı örtüsünde dikkati çeker.

    8. yüzyılda batı ve orta Avrupa’ya hakim olan Franklar, ünlü kralları Charlemagne döneminde topraklarını daha da genişleterek, Avrupa’nın en güçlü devletini kurmuşlardır. Charlemagne, bir cermen prensliğinden Roma anlamında bir imparatorluk yaratmıştır. Kendini Kutsal Roma-Cermen İmparatoru ilan etmiştir. Birleşik bir Avrupa’nın kurulması ve Batı kültürünün temellerinin atılması bakımından önem taşıyan bu döneme “Karolenj Rönesansı” adı verilmiştir. Bu dönemin en tipik mimarlık örneği başkent Aachen’daki İmparatorluk Kilisesi”dir. Çevresi daha sonraları Gotik üslupta yapılarla kuşatılmış olan bu kilise, sekizgen gövdeli, yüksek kasnaklı, dilimli kubbeli bir yapıdır. Çevresindeki yapılardan ayrı düşünülürse, anıtsal bir görünüm taşıdığı hemen anlaşılır. Charlemagne’ın kurdurduğu bu merkezi planlı yapıya Ravenna’da bulunan 546 tarihli bir Bizans kilisesi olan San Vitale’nin örnek olduğu düşünülmektedir. Aachen şapeli’nin iç yapısı da ilginçtir. Sekiz masif ayağı dayanan kubbeli orta mekan iki katlıdır. Bu mekan altta bir koridor, üstte ise sütunlu galerilerle çevrilidir. Yapının dış görünümündeki anıtsallık, damarlı ve renkli mermerlerle kaplı iç mekanda daha da belirgindir.

    Patlıcanları temizleyin, soyun ve ortasından yarın, sonra enlemesine de bir yarık yapın. Tuzlayıp, yarım saat sonra yıkayıp bir tabağa çıkarın.Soğan ve sarımsakları piyaz biçimi doğrayın. Üç domatesi ufak ufak kesin. Patlıcanları sararıncaya kadar zeytinyağda kızarttıktan sonra pişireceğiniz tencereye dizin, aynı yağda soğan ve sarımsağı kavurun, ardından domatesleri de katıp çevirin. 15 dakika pişirin. Maydanozu katın, daha sonra bu içi patlıcanlara doldurun. Suyunu koyun. Üzerine 2 domates ve biber dilimleri koyarak yarım saat pişirin, soğutun.

    Karolenj İmparatorluğu 10. yüzyılda ikiye bölünmüş, doğu kesimi Kral Büyük Otto’nun yönetimine geçmiştir. Yeni bir canlanışa sahne olan bu dönemin ve yörenin sanatı, “Otto Sanatı” diye tanımlanır. Bu dönemin mimarlık yapıtlarına örnek olarak 11. yüzyılın ilk yarısında yapımı tamamlanan Hildesheim’daki Saint Michael Manastırı gösterilebilir. Bu kilisede bazilika planı uygulanmıştır. Vatikan’da bulunan San Pietro Kilisesi’nin 16. yüzyılda çizilmiş eski bir resmi, bazilikal plan tipinin ana hatlarını göstermesi bakımından önemlidir. Bu çizimde görüldüğü gibi, erken örnekleri Geç Roma ve Bizans’a dayanan bazilikal plan tipinde uzunlamasına ana mekan, sütunlara dayanan kemerlerle yan mekanlara açılmaktadır. Bu yan mekanlara orta ve yan nefler denir. Orta nefte, girişin karışsındaki duvar, yarım daire biçiminde dışarı taşırılmıştır. Dini törenlerin yapıldığı, ilahilerin okunduğu bu bölüme “Apsis” adı verilir. Genellikle apsis yönünde nefleri dik olarak kesen uzun bir mekan daha yer alır. Kral galerisinin ve kilise orgunun bulunduğu bu mekana ise “Transept” denir. Saint Michael Kilisesi’nde olduğu gibi bazen giriş yönüne de ikinci bir transept eklenir, orta nefle transeptin kesiştiği bölümler, birer kuleyle yükseltilirdi. Yuvarlak kemerlerin, masif ayakların ve kalın duvarların kullanıldığı bu yapılar, daha sonraki yüzyılda görülen Romanesk mimarinin öncüleri olmuştur.

    Gerek Charlemagne gerekse Otto döneminde el sanatları ve kitap resimleri alanlarında da ilginç örneklerle karışlaşılır. Dini törenlerde kullanılan 8. yüzyıla ait kutsal bir şarap kabı olan Tassilo Kalisi (Kremsmünster Manastırı) hem biçim hem işçilik bakımından dönemin yetkin bir örneğidir. III. Otto İncili’nin (Bayerische Staatsbibliothek, Munich) altın kaplamalı ve değerli taşlarla süslü cilt kapağının ortasında yer alan fildişi kabartma da dönemin ince el işçiliğini gösteren güzel bir örnektir. Bu kabartmada “Meryem’in Ölümü” konu edilmiştir.

    Fasulyelerin kılçıklarını ayıklayın ve çapraz küçük parçalar halinde (Baklavaya benzer şekilde) kesin. Tuzlu suda, ağzı kapalı bir tencerede, 15 dk kadar haşlayın. Fasulyelerin fazla yumuşamamalarına dikkat edin. Pırasayı çok ince doğrayın. Tereyağını büyük bir tavada eritin ve doğranmış pırasayı ekleyip, 2-3 dk sote edin. Haşlanmış taze fasulyeyi de ekleyip, 10 dk daha kavurmaya devam edin. Yumurtaları el mikseriyle çırpın ve pırasalı fasulye karışımına ilave edip, 3-4 dk daha, devamlı karıştırarak, pişirin. Tuz ve karabiber katıp, hemen servis yapın.

    Erken dönemde duvar resminin yanı sıra minyatür adı verilen kitap resmi de yaygınlık kazanmıştır. Bu dönemin minyatür sanatında görülen özellikleri başarıyla yansıtan örneklerden biri de 845 tarihli Bamberg İncili’nde (Staadliche Bibliothek, Bamberg) yer alan Adem ile Havva kompozisyonudur. Bu minyatürde Adem ile Havva’nın yaradılışından, şeytana uyup yasak meyvayı yemelerine, cennetten kovulmalarına ve yeryüzünde çileli bir hayat sürmelerine kadar geçen olaylar anlatılmaktadır. Basit ve şematik bir anlatım söz konusudur. Bütün bu olaylar şerit halindeki sahnelerde bir yazı okur gibi izlenebilir. Bu özellik, Ortaçağ resminde yaygın bir anlatım biçimidir. Otto dönemine ait kitap resimlerinde ise daha ileri bir aşamaya tanık olunur. Kral Otto’ya sunulan bir kitabın (Musée Condé, Chantilly) ilk sayfasında Hıristiyan dünyasının hakimi olarak tahtında oturan kral ve buyruğundaki eyalet prensleri gösterilmiştir. Sahne, dengeli bir kompozisyon düzeni ve başarılı bir renk uyumu içinde resimlenmiştir.

    1066 yılında İngiltere’yi işgal eden Normanlar, yeni bir mimari üslubu da beraberlerinde getirmişlerdir. Bu üslup ıngiltere’de “Norman üslubu”, Avrupa kıtasında ise “Roman üslubu” adını almıştır. 1050’lerde başladığı kabul edilen Romanesk, Avrupa’nın yeni bir canlanış dönemi olmuştur. Özellikle Haçlı seferleri, değişik sınıftan kişilerin birbirine kaynaşmasını sağlamış, kilise her tür sanatın koruyuculuğunu yapacak bir düzeye ulaşmıştır.

    Romanesk sanat deyince ilk akla gelen, Ortaçağ’ın büyük manastır yapılarıdır. Bunlar, yalnız dinsel değil, sosyal ve kültürel etkinlikleri de içeren yapı kompleksleridir. Romanesk kiliseler ise kalın taş duvarları, masif kuleleri ve heybetli görünümleriyle kimi zaman bir şatoyu anımsatırlar. Romanesk mimarlık üslubuna Avrupa’nın değişik yörelerinde rastlanır. Ama en tipik ve anıtsal örnekler daha çok Almanya, Fransa ve ıngiltere’de toplanmıştır.

    Uzun yüzyıllar boyunca eğitim, toplumun ahlâk kurallarının, ekonomik ve politik yapısının belirlediği - ama kesin olarak belirlediği - ve mevcut toplumsal düzeni aynen devam ettirmeyi sağlayacak vatandaşlar yetiştirmeyi amaçlayan bir sistem olarak görüldü. Öyle ki, toplum düzeni ve onun felsefî ahlâki ve politik kuralları, öğretmen ile öğrenci arasındaki ilişkiyi, eğitimin amaçlarını, eğiticinin hedeflerini, eğitim araçlarını ve vasıtalarını tek başına belirliyordu. Avrupa'da 18. yüzyılın ortalarına kadar hem okullarda hem de okul dışı dinî ve meslekî eğitim kurumlarında verilen eğitim, eğiticilerin öğrenciler üzerindeki kesin egemenliğine dayanıyor ve yeni nesiller mevcut toplumsal düzenin devamını sağlamak için zamanın toplumsal ihtiyaçlarına ve gereklerine göre düzenleniyordu.Antik Roma, M.Ö. 9. yüzyılda İtalya Yarımadası'nda kurulan Roma şehir devletinden doğarak tüm Akdeniz'i çevreleyen muazzam bir imparatorluk haline gelen medeniyetin adıdır. Yaklaşık 12. yüzyıl boyunca varlığını sürdürmüş olan Roma uygarlığı bir monarşiden oligarşi ve cumhuriyetin bileşimi bir demokrasiye ve daha sonra da otokratik bir imparatorluğa dönüşmüştür.Fetih ve asimilasyon yollarıyla Batı Avrupa ve Akdeniz'i çevreleyen bölgede egemen olan Roma İmparatorluğu, iç istikrarsızlıkların ve özellikle de göçebe toplulukların akınlarıyla yıpranmaya başlamıştır. Bu etkiler sonucunda Hispanya, Galya ve İtalya'yı içine alan batı imparatorluğu 5. yüzyılda bağımsız krallıklara bölündü. İmparatorluğun batı kesiminin dağılması, tarihçiler tarafından Antik Çağlar'ın sonu, Orta Çağ'ın, aynı zamanda Karanlık Çağ'ın da başlangıç tarihi olarak kabul edilir. Öte yandan İstanbul'dan yönetilen doğu imparatorluğu, 1453 yılına kadar varlığını sürdürmüştür.Roma uygarlığı, kültürel olarak yoğun biçimde ilham ve örnek aldığı Antik Yunan ile birlikte "klasik antikite"ye dahil edilir. Antik Roma Batı dünyasındaki hukuk, savaş, sanat, edebiyat, mimari, teknoloji ve dil konularının gelişimine büyük katkıda bulunmuştur ve hâlen de günümüz dünyası üzerinde büyük etkiye sahiptir.

    Tarihte artık klâsik olmuş olan bu tezi ilk defa 1888 yılında W.Dithey, "eğitim, toplumun bir fonksiyonudur" şeklinde formüle etmişti. Buna göre eğitim hedefleri toplumun hedeflerinin aynısı idi. Eğitim düşünce ve hareketleri sosyal yapıya bağlı ilişkiler tarafından, "toplumsal güç" ve politik çıkarlar bakımından belirleniyordu. Öyle ki eğitim, mevcut yönetim-yönetilen (iktidar-halk) ilişkilerinin sağlamlaştırılarak sürdürülmesine yarıyordu.

    18. yüzyılın ortalarından itibaren aşırı derecede hızlanmış olan toplumsal değişmede eğitim, çok önemli bir rol oynayamadı. W.F. Ogburn'ün "kültürel geri-kalma" (cultural lag", "kulturelles Zurückleiben") teorisine göre, toplumdaki bütün kültürel unsurlar aynı değişme sürecini paralel zamanlar içinde geçirmediler; "maddî kültür" dediğimiz bilim ve teknik keşifleri, bilgi ve metodları, "manevî kültür" ("immaterialle Kultur") dediğimiz toplumsal kurumlar, değerler, kurallar, dünya görüşleri, örgütler vs. den daha yavaş bir gelişme gösterdiler ve onların gerisinde kaldılar. Oysa günümüzde ise tam tersi bir durumla karşılaşmaktayız. Bugün maddî kültür unsurları alabildiğine bir gelişme içinde bulunmalarına karşın, manevî kültür unsurları önemli bir gerilik içinde bulunmakta; yeni değerler yaratılmadığı gibi eskilere karşı da vaziyet alınmakta ve insanlar büyük bir manevi boşluk içinde bunalımlara düşmektedirler.

    Genellikle Eğitim Sosyolojisinin kurucusu olarak kabul edilen Fransız sosyologu E.Durkheim, eğitimi toplumun bir fonksiyonu olarak görmeye devam etti. Ona göre eğitim, topluma bağlı değişkenlerden biri idi ve amacı da çocukları ve gençleri, içinde yaşadıkları topluma katmak, oraya uyum yapmalarını sağlamak; bu toplumsal ve politik sistemi anlamalarını ve işleyişine katılmalarını temin etmek idi. Hatta bazı anne-babalar istemeseler bile, çocukların başarılı olabilmeleri için, içinde bulundukları toplum düzenine uygun, sosyal yönden arzu edilen çerçevede yetiştirmek zorundadırlar. Bu, çocukların hayatta başarılı olabilmeleri için vazgeçilmez bir esastır.

    Eğitim-toplum ilişkilerindeki bu aşırı görüş insanın tamamen toplum tarafından şekillendirildiğini kabul ediyor ve onu, toplum düzeni içindeki sosyal rollerden kendisine uygun düşenleri seçip oynayan bir "rol oyuncusu" olarak görüyordu. Ancak bu görüşün bir antitezi olarak, eğitim toplumdan bağımsız bir değişken olduğu ve toplumun eğitim tarafından şekillendirilip değiştirdiği görüşü savunulmaktadır. Dilthey'in tezine tamamen zıt olan bu görüşe göre de "toplum, eğitimin bir fonksiyonudur". Eğitim, toplumu yenileştirme ve değiştirme, mevcut toplumsal, politik güç ve fikirleri kontrol altına alma, şekillendirme gücüne sahiptir. Sosyal bilimler tarihinde bu tip bir görüşün ilk savunucularından biri J.G.Fichte idi. Ona göre, eğitim sisteminde ve bilhassa ilkokul düzeyindeki eğitim-öğretim yürüten öğretmenlerin çalışmalarıyla toplum yapısında büyük değişikler olur. Fichte, Alman milletinin Napolyon'un işgalinden kurtulmasının ancak bu yolla mümkün olabileceğini savunuyordu. Tanınmış Amerikalı eğitim düşünürü J. Dewey de 1899'da yayınladığı "Eğitim ve Toplum" adlı eserinde, eğitim sistemini, toplumsal değişimin doğrudan doğruya bir aracı olarak görüyor; toplumsal reformların yapılmasını okullardan bekliyordu.

    Yukarıda kısaca söz edilen görüşler, eğitim ile toplum arasında diyalektik bir ilişki olduğunu göstermektedir. Bu kitapta işlenecek olan eğitim ile toplum arasındaki bağlantılara, düşünce tarihinin ilk dönemlerinden beri dikkat çekilmektedir. Platon, Aristoteles, Poseidonius, Çiçero gibi antik Yunan ve Roma dönemi düşünür ve siyasetçilerinin eserlerinde eğitim olgusuna toplumsal, felsefî ve politik yaklaşımlar görülmektedir. Ortaçağ düşünce hayatında da, toplumsal yaşam ile eğitim bir görülmeye devam etmiştir. Ancak daha sonra eğitim ve toplum, felsefî ve teolojik görüşlerin kontrolünden kurtulmuştur. Bu, İngiltere'de de J.Locke; Fransa'da, J.-J. Rousseau ve Almanya'da J.G.Herder tarafından gerçekleştirilmiştir. Bilimsel ve teknik keşifler, icatlar, gittikçe artan nüfus, üretim tekniğinde ortaya çıkan yeni düzenlemeler sosyal yaşayış biçimindeki değişiklikleri zorunlu kılmıştır. Bu arada politik iktidarlar da toplumsal değişmeye ayak uydurmak zorunda kalmışlardır. O zaman bu sosyo-ekonomik değişiklikler içerisindeki insanlarda kendi çıkarlarını düşünen, rasyonel davranan, feodal yapılardan ve geleneksel meslek bağlarından kurtulan bireyler olarak ortaya çıktılar. Bunun sonucu olarak da, eğitim ve öğretim anlayışı ferdin kendini bağımsızlaştırmasına ve toplum yapısındaki değişikliklere uymak zorunda kaldı.

    J.-J. Rousseau, ferdin doğuştan getirdiği saf tabiatını temele alan bir eğitim teorisi geliştirdi. Onun "Emile veya Eğitim Üzerine" adlı pedagojik romanında vurgulamak istediği, ferdin doğuştan esas olarak temiz olduğu, ancak feodal toplumun ve eğitim dahil bütün toplumsal kurumların daha sonra kişinin temizliğini ve ahlâkını bozduğu idi. Ona göre eğitim, toplumun, dinî, felsefî, ahlâki ve politik sistemlerin çocuğa kabul ettirilmesi değil; çocuğun serbest gelişimini, "tabiî gelişimini" sağlayıcı bir düzen olmalı idi. Rousseau'nun eğitim anlayışı yalnız bu değildir; onun eğitim anlayışını toplum anlayışı ile birlikte ele almalıdır. Ona göre toplum, o topluma katılan insanların bağımsız ve mantıklı düşünüp anlaşmalarıyla ("sosyal sözleşme") kurulmalıdır; bu da ancak demokratik bir cumhuriyet şeklinde mümkündür. Onun "tabiata geri dönme" şeklindeki eğitim görüşü toplum ve medeniyet düşmanı bir görüş değil, sosyal eşitsizliğe ve çatışmalara yol açan o zamanki eğitim ve toplum düzenine karşı bir vaziyet alıştır.

    Rousseau'nun açtığı bu çığır, daha sonra da devam etmiş ve bugün de hâlâ temsilcileri bulunmaktadır. Bunların en tanınmışları M.J.A. Condorcet, I.Kant, W.v. Humboldt, K.Marx, S.Freud, W.Reich, H.Marcuse, J.Habermas tır. Bunlar eğitimden, insanın kendini gerçekleştirmesi ve haklarını elde etmesi ("Emanzipation") yolunda ona yardım etmesini istemekte ve genellikle radikal ütopyalar şeklinde, daha iyi ve çocuklara uygun bir toplum kurulmasını hayal etmektedirler. Bunlara göre toplumsal statüler, çocukların kimin çocuğu olarak doğduklarına veya ailelerin servetlerine bakılmaksızın, şans eşitliğine dayalı bir eğitim sistemi içinde yetişecek çocukların yükselebilecekleri yerlere göre verilmelidir. Yani eğitim, bir taraftan çocukları ve gençleri toplumsal ve geleneksel bağlardan kurtardığı gibi, öte yandan da toplumsal yapı, eğitim tarafından belirlenmiş olmaktadır. Toplumun eğitimi veya eğitimin toplumu belirlediği şeklindeki diyalektik görüşlere gerçekçi bir yaklaşımla bakıldığında bunların aslında iç-içe oldukları, birbirlerini karşılıklı etkiledikleri ve belirledikleri ortaya çıkmaktadır.

    Eğitimin toplumsal olarak üstlendiği görev, diyalektik bir yapı göstermektedir; eğitim hem yetiştirdiği çocukları ve gençleri içinde yaşayacakları topluma uyan birer şahsiyet olarak yetiştirmek için toplum düzenini ve kültürünü onlara aktarmakta hem de bu çocuklara ve gençlere, toplum yapısını değiştirici, düzeltici ve ileriye götürücü, eleştirici düşünceyi vermeye çalışmaktadır.

    Eğitimde bu iki yöne daima dikkat edilmelidir; gençler hem devlet ve toplum için, onların kültür ve kanunlarına uyacak şeklinde yetiştirilmeli hem de ileriye yönelik olumlu değişiklikleri yapabilecek güçte olmalıdırlar. Aslında birbirine zıt gibi görünen bu hususlar, daha dikkatlice incelendiğinde, sadece görünürde bir zıtlık olduğu ortaya çıkar; eğitimde her iki husus ne kadar mükemmel bir şekilde gerçekleştirilse, zıtlığın o kadar belirsiz bir şekilde ortadan kalktığı görülecektir. Yalnız burada toplumsal ve bireysel ilgi ve ihtiyaçlar çok dikkatli değerlendirilmelidir.

    Romanesk mimarinin en yaygın formu, çok nefli ve transeptli bazilikal formdur. Bu üsluptaki kiliselerde orta nef ile yan neflerin bağlantısı, 11. yüzyılda yapımına başlanan Speyer Katedrali’nde olduğu gibi masif ayaklara dayanan yuvarlak kemerlerle sağlanmıştır. Roma yapılarından alınan yarım daire biçimli yuvarlak kemer, Romanesk mimarinin en belirgin özelliklerinden biridir. Bu dönemde yapıların örtü biçimleri de değişmiştir. Erken dönemlerde kullanılan ahşap kirişli çatılar bu dönemde de kullanılmakla birlikte artık esas örtü biçimi, “tonoz” olmuştur. Yuvarlak kemerlerle dörtgen bölümlerin oluşturulduğu neflerin üzerini dilimli kubbeleri andıran çapraz tonozlar örtmektedir.

    Bu dönemde mimarlık ön plandaydı, öteki sanat dalları ise onun zenginlik ve anlamını arttırmak için birbiriyle yarışıyorlardı. Örneğin, Romanesk heykel sanatı mimariden ayrı düşünülemez. 11. yüzyılda tamamlanan Poiters’deki Notre-Dame Kilisesi’nin cephesinde ayakta duran, oturan, bir konuyla ilgili olarak gruplaşan çok sayıda kabartma figür görülmektedir. Bu kabartmalar, yapının cephesini görkemli bir biçimde süslemekle kalmayıp, ona hareket, soluk alan bir canlılık da katmaktadırlar. Romanesk heykel, yalnız cephelerde değil, iç mekanda da mimari organlara bağlı olarak geniş yer tutar. ıçiçe geçmiş çok sayıda figürden oluşan sütun ve ayaklar, bunun en ilginç örnekleridir. Kimi sütun başlıkları da neredeyse birer heykele dönüşmüştür. Bu özelliği en iyi gösteren örneklerden biri de Chauvigny’deki Saint Pierre Kilisesi’nde bulunan sütun başlığıdır. Sanatçı, sütun başlığı gibi dar bir alana yargı gününde günahların tartılması konusunu ustalıkla sığdırmayı başarmıştır. Dönemin heykel ustaları yalnız yapı cephelerinde değil, alınlıklarda, silmelerde, tunç ve ahşap kapı kanatlarında da Tevrat ve ıncil’de anlatılan olayları ve kişileri betimlemekten geri durmamışlardır.

    Heykel alanındaki bu açılıma karışlık, dönemin resim sanatında özellikle kitap resminde daha sıkı kalıplara, daha belirgin şemalara bağlı bir anlatıma tanık olunur. 1188 tarihli bir Kitap Resmi’nde (Welfenchronik, Weingarten Manastırı) İmparator Frederich Barbarossa ve oğulları Kral Henry ile Kont Frederich betimlenmiştir. ılk göze çarpan özellik, konuyla ilgili sahne düzenlemesinin statik bir soyut kalıp içine alınması, nakış ögelerinin de bu soyutluğu arttırmış olmasıdır. Romanesk duvar resimlerinde de aynı katı ve soyut anlatım kalıbı kullanılmıştır. Bugün Barselona’da Catalina Güzel Sanatlar Müzesi’nde bulunan 1123 tarihli bir Duvar Resmi’nde, Hiristiyan dünyasının tek hakimi anlamında betimlenmiş ısa fügürü, bu özelliği en iyi yansıtan örneklerden biridir.

    Romanesk dönemi Ortaçağ’ın son büyük aşaması olan “Gotik dönem” izlemiştir. 12. yüzyıl ortalarında başlayan Gotik sanat, Rönesans dönemine kadar sürmüştür. Romanesk deyince akla manastır yapıları geliyordu, Gotik denildiğinde ilk akla gelen ise, sivri çatı ve kuleleriyle göğe doğru yükselen, dev boyutlu katedral yapılarıdır. Gotik mimarlığın 1122’de Abbot Suger tarafından tasarımlanan, Paris yakınındaki St. Denis Manastır Kilisesi ile başladığı kabul edilir. Ama en yetkin klasik örnekler Fransa’nın Ile de France bölgesinde, yapımlarına 13. yüzyılda başlanan Laon, Chartes, Reims, Amiens ile Paris Notre-Dame Katedralleri’dir.

    Katedraller, Ortaçağ kentlerine biçim vermiş, kent ekonomilerinin gelişmesine önemli katkıda bulunmuşlardır. Bu dev yapıların tamamlanması, çok kere yüzyıldan fazla sürüyor, kent, onun çevresinden başlayarak halkalar halinde genişliyordu. Ayrıca yapı, il ve çevresinden çok sayıda işçiyi kendine çekiyor, ekonomik etkinlik de o ölçüde canlanıp büyüyordu. Bir Romanesk kiliseden çıkıp, bir Gotik katedrale girildiğinde aradaki büyük fark hemen anlaşılır. Gotik katedrallerde daha geniş nefler, daha ışıklı bir ortam ve kendini yukarlara çeken daha hafif bir mekan ile karışlaşılır. Gotik mimarinin bu başarısı iki yeni buluşa dayanır. Birincisi sivri kemerlere dayanan kaburgalı tonoz sistemidir. ıkincisi ise yapıyı dıştan destekleyen payanda kemerlerinin kullanılmış olmasıdır. Romanesk mimaride kullanılan yuvarlak kemerlerin yerini Gotik mimaride sivri kemerler almıştır. Böylece kemere binen yükün yanlara doğru zorlaması azaltılıp, aşağı doğru akması sağlanmıştır. Ayrıca kaburgalı yapısıyla tonozun ağırlığı azaltılmış, kemere daha az yük bindirilmiş olur. Ama kemerler sivri olsa da bir ölçüde dışa zorlama söz konusuydu. Kemerleri taşıyan demet biçimi sütun ya da ince ayaklar bu zorlamaya dayanmayabilirdi. Mimarlar bu sakıncayı gidermek için kritik noktalarda payanda kemerleri kullanmışlardır. Payanda kemerleri yapıların yan ve arka cephelerinin bir yapı iskelesi görünümü almasına yol açıyordu. Ancak dış duvarların kitlesel görünümünüde önlemiş oluyordu. yan ve arka cephelerin bu durumuna karışlık, katedrallerin ön cepheleri gerçekten çok görkemli ve anıtsal bir görünüm taşırlar. Ön cephelerde genellikle kapıların üstünde içeri doğru kademeli olarak daralan büyük alınlıklar, kademeleri oluşturan silmelerde ise çok sayıda aziz figürü yer alır. Orta bölümde vitraylı yuvarlak bir pencere ile iki yanda dar ve yüksek pencereler bulunur. Üst bölümde yine bir sıra aziz figürü taşa işlenmiştir. Her iki yanda ise görkemli çan kuleleri yükselir. Klasik bir Fransız katedrali olan Reims’in cephesi bu tanıma en iyi uyan örnektir.

    Katedraller, Avrupa’nın değişik yörelerinde gerek plan gerek dış görünüm bakımından farklı biçimler kazanmıştır. Gotik mimari ıngiltere’de değişik özellikler taşır. ıngiliz Gotik mimarı Lincoln Katedrali’nde olduğu gibi, iç mekan örtüsünde de değişik ve ilginç uygulamalara gitmiştir. Londra Westminster Katedrali şapelinde tonoz kaburgalarının yelpaze biçimini aldığı görülür. Böylece taşıyıcı organlar, aynı zamanda dekoratif bir işlev de kazanmışlardır. ıtalyan Gotiğinin başarılı yapılarından biri olan Milano Katedrali’nin arka cephesinde ise mimar, ustalıklı bir düzenleme ve ince bir taş işçiliği ile payanda kemerlerinin yapı iskelesini andıran görünümünü gizlemeyi başarmıştır.

    Gotik katedrallerde bütün ağırlık sivri kemerlerle sütun ve ayaklara aktarıldığı için taşıyıcı öge olarak duvara gerek kalmıyordu. Böylece ara bölümlere boydan boya pencereler açılabiliyor, bunlar da renkli camlarla kaplanabiliyordu. Çeşitli motiflerle ve figürlerle süslenen bu renkli camlara “vitray” adı verilir. Paris Notre-Dame Katedrali cephesindeki “gül pencere”, dönemin vitray sanatının en görkemli örneklerinden biridir. Gotik katedrallerde çok sayıda renkli pencere, iç mekanın aydınlanmasını sağlamakla kalmıyor, renkli ışıklar yapının içinde büyülü bir dinsel atmosfer oluşturuyordu. Gotik sanatta vitray, iç mekana büyülü bir hava vermekle kalmaz, resim sanatını da kapsar. Chartres Katedrali’ndeki vitrayda “Meryem’in Ölümü” sahnesinin büyük bir ustalıkla betimlendiği görülür.

    Heykel sanatı, Gotik dönemde de mimariyle bağıntısını sürdürmüştür. Bu bağıntı özellikle cephe dekorasyonunda dikkati çeker. Katedralin bir parçası durumundaki bu heykellerin, yapının yüksekliğine uygun olarak normalden daha uzun yapıldıkları görülür. Bunlar donmuş gibi dimdik duran figürlerdir. Heykel sanatındaki bu donmuşluk, 13. yüzyıl ortalarında yumuşamaya, aziz figürleri bol giysileri içinde kımıldamaya, donuk yüzlü melekler gülümsemeye başlarlar. Kucağında çocuk ısa’yı taşıyan bakire Meryem heykellerindeki dini ağırlığın giderek dünyasal bir ana oğul sevgisine dönüşüp, hafiflediği sezinlenir. Gotiğin son döneminin resim sanatında da katı kalıpların gevşediğini, şematik anlatımların yerini doğalcı betimlere bırakmaya başladığını görürüz.

    _____________________________

    SONY XPERIA™ Z5 | Graphite Black




  • oha ben de karşılaştım citizen le :D
    _____________________________
    Bir üstaddan alıntı:
    "iki dandik tasolasyon efecti için mi çıkıcak ps4"

  • quote:

    Orijinalden alıntı: AnitabLake


    quote:

    Orijinalden alıntı: TheDarkDefender

    Citizen:

    Ortaçağ sanatı, Hırıstiyanlığın yayıldığı ülkelerde doğmuş ve onun hizmetinde gelişmiş olan dinsel nitelikli bir sanattır. Roma İmparatorluğu 4.yüzyılda Hıristiyan dinini kabulünden sonra ikiye ayrılınca, Ortaçağ sanatı da Batı ve Doğu Hıristiyan Sanatı olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Ortodoks mezhebine bağlı olan Doğu Hıristiyan Sanatı, Katolik Roma’dan farklı bir yol izlemiş ve “Bizans Sanatı” olarak adlandırılmıştır.

    Bu dönem 0-1 yaş arasındaki bebeklik dönemini kapsar. Oral dönemde temel haz kaynağı emmedir. Emme pasif ve bağımlı bir davranıştır. Freud’a göre anne ya da anne yerine geçen yetişkin tarafından çocuğun memeden erken kesilmesi ya da aksine çok uzun emzirilmesi onun bu döneme bağımlı olmasına neden olmaktadır.Emme ihtiyacı daha sonraki yaşamında da sürmektedir. Örneğin, öğrencilerin sinirli ve gergin olduğunda tırnak yemeleri, Freud’un oral bağımlılık olarak tanımladığı durumun bir göstergesidir. Psikoanalitik görüşe inanan psikologlara göre çocuğun yaşama küsmesi ya da onu sevmesi annenin tutumuna bağlıdır. Çocuğun ilerde göstereceği ruhsal özelliklerin temelini oluşturur. Örneğin,çocuğun birden bire sütten kesilmesi yaşama küsmesine yol açar. Bunu yapan anneye karşıda çocuk düşmanlık duyguları geliştirir. Sevme ve düşmanlık duyguları gibi iki zıt durumda kalan çocuk bilinçsiz olarak ruhsal bir çatışmanın içine girer. Böyle bir kimse anne aracılığıyla diğer insanlara karşı olan sevgi ve bağımlılığını da yitirir. Buda onun toplumsal gelişimini gene olumsuz yönde etkiler. “Doğumdan önceki bir yıl oral dönem olarak anılmaktadır. Bu evrede haz kaynağı,pasif ve bağımlı bir davranış olan emmedir. FREUD’ a göre bebeğin bu evrede anne tarafından aşırı şekilde emzirilmesi veya memeden kesilmesi oral evreye takılmakla sonuçlanır. Dolayısıyla ağız yoluyla haz alma davranışı ilerde başka yaşantılara genellenmekte ve kişilik oral karakter kazanmaktadır. Oral karakterdeki kişiler gergin bağımlı ve karmaşık bir duygusal yapıya sahiptirler.

    Hıristiyanlık, başlangıçta çoktanrılı Roma’nın baskısı yüzenden rahat yayılma olanağı bulamamış, ancak resmi din olarak kabul edildikten sonra gelişme gösterebilmiştir. Batı Roma İmparatorluğu topraklarında yaşayan Hıristiyan toplulukları 4. yüzyıla kadar inançlarını yayma konusunda özgür değillerdi. Ölülerini gömerken gösterişli ayinler yaptıkları, bu yüzden de kovuşturmaya uğradıkları için mezarlıklarını yer altında yapmak zorunda kalmışlardır. Uzun ve karmaşık dehlizlerden oluşan bu yeraltı şehirlerine “Katakomb” adı verilir. Araştırmacılar tarafından uzun süre Hıristiyanların gizlice yaşadıkları şehirler sanılan katakombların sonradan yalnızca ölü gömülen ve ibadet edilen yerler oldukları anlaşılmıştır Nitekim, katakomblarda duvarlarına mezarlar oyulmuş dar koridorlardan ve girişteki ibadet salonundan başka, yaşamaya elverişli mekanlara rastlanmamıştır.

    Eğitimden bahsedildiğinde, genellikle, eğitim işine eğitimci ve öğrenci olarak katılanlar; öğretmenler ve öğrenciler, çocuklar ve gençler, anaokulu öğretmen ve bakıcıları, çıraklar ve ustalar, anne-babalar ve okul yöneticileri vs. akla gelir. Yâni eğitim deyince ilk akla gelen,eğitici ile eğitilenler arasındaki kişisel ilişkilerdir. Daha açık bir söyleyişle; öğretmen ili öğrenci arasındaki karşılıklı ilişkilerin şekli ve izleri, çocuk gelişiminin ortaya çıkardığı ihtiyaçlar, eğitsel ilişkinin meydana geldiği okul ve çevre ortamı, eğitime etki eden çevre faktörleri, çocukların tecrübe kazanmaları ve yetenekleri, eğiticinin pedagojik hedefleri, kullanılan eğitim araç ve metodları ile ilgileniriz.

    Eğitim, toplumun sosyal kurumlarından bir tanesidir. Her çocuk belirli bir aile içinde doğar, belirli bir sosyal tabakanın dilini ve görgü kurallarını öğrenir, bir köy veya şehir ortamında büyür, ilkokulda ve öğretim sisteminin diğer okullarında okur. Küçük çocukluk yaşlarından itibaren çeşitli arkadaş çevredeki içine girerek oyunlarını bu çevreler içinde oynar, sohbet eder, bu gruplarla bütünleşir. Kitap, gazete, dergi okur; sinemaya, tiyatroya gider, radyo dinler, televizyon seyreder... Bütün bunlar insanların ve özellikle yeni yetişen nesillerin içinde yaşadıkları toplumdan etkilenme yollarından bazılarıdır. İçinde yaşanılan bu ortamlar, çocukları ve gençleri hayatın amacı, önyargılar ve değer hükümleri, tutumlar, vaziyet alışlar, bütün düşünce ve davranış yönlerinden etkiler, yönlendirir ve kalıplaştırır. İşte burada kısaca değinilmeye çalışılan toplum ile eğitsel yetiştirme arasındaki karşılıklı ilişkileri, bağlantıları ve etkilemeleri inceleyen bilim dalına Eğitim Sosyolojisi denir.

    Türkiye'de eğitim sosyolojisi olarak adlandırılan bilim dalı, dünyada kendisi ile ilgili literatürdeki ikili yaklaşımın ikisini birden ifade etmektedir. Bu bilim dalının tarihinde özellikle etkili olmuş bu ikili yaklaşım şunlardır: Toplumun sosyal yapısını bir bütün kabul ederek onun kurumlarından birisi olan eğitimi ele alıp incelemektedir. Burada sosyolojik metodlar kullanıldığı gibi, araştırmaların odak noktası ve konuya bakış açısı da sosyolojiktir. Türkçeye "Eğitsel Sosyoloji" olarak çevrilebileceğimiz "Educational Sociology" ("Paedagogische Soziologie") ise odak noktası olarak eğitimi almakta; eğitim sistemi, öğretmen-öğrenci ilişkileri, sınıfların durumu, ders programları, eğitimde uygulanan metodları vs. incelemektedir. Yaklaşımlar farklı olmasına rağmen ele alınan konular aşağı yukarı aynı olduğu için, Eğitim Sosyolojisi derslerinde her iki yaklaşımın da eğitim ve toplum konularını ele alma tarzları ve çıkardıkları sonuçlar birlikte verilmeye çalışılmaktadır. Zaten son yıllarda bu tartışmaların en yoğun olduğu Amerika Birleşik Devletleri'nde de iki akımın birbirine yaklaştığı ve birleştiği görülmektedir.

    Eğitim Sosyolojisinin ana konularına girmeden önce, eğitim ve sosyoloji kelimelerini, bizim için ne ifade ettikleri noktasından ele almak lâzımdır. Sosyolojik açıdan eğitim, bireyin içinde yaşadığı toplumda yeteneğini, tutumlarını ve olumlu yöndeki diğer davranış biçimlerini geliştirdiği bir süreçler toplamıdır. Başka bir tanıma göre de eğitim, bireyin toplumsallaşması ve ferdî gelişimini - ilgi ve ihtiyaçları doğrultusunda - en yüksek düzeye çıkarması için düzenlemiş, kontrollü bir çevredeki toplumsal süreçtir. Sosyolojiye göre eğitim, bir sosyalleşme veya sonradan topluma katılanlar için bir integrasyon (bütünleşme, kaynaşma, intibak) sürecidir. Sosyoloji ise, insanların meydana getirdikleri toplulukların ve toplumsal kurumların sistematik incelemesini yapan bir bilimdir. Sosyoloji, insanın sosyal davranışlarını inceler, toplumsal davranışın kalıplaşmış şekillerini, bu alandaki toplumsal kuralları ve "toplumsal yasaları" tespit etmeye çalışır; modern toplumlarla ilgilenir.

    Eğitim, toplum içinde cereyan eden bir sosyalleşme olgusu olarak ele alındığında, okullar ve diğer eğitim-öğretim birimleri de bu toplumsal olguyu organize ettiğinden eğitim de bir sosyal olay olarak ele alınmakta; eğitim olgusuna sosyal yönden yapılan yaklaşım ve incelemeler de Eğitim Sosyolojisi adı altında toplanmaktadır.

    Hıristiyanlık, başlangıçta Yahudiliğin tasvir yasağını benimsediği için ilk resim örnekleri, ancak 3. yüzyıldaki katakomb duvarlarında karışmıza çıkar. Bu resimler genellikle çok basit ve şematiktir. Okuma yazma bilmeyen Hıristiyanların vaazlarda anlatılan dinsel olayları gözlerinde canlandırabilmeleri için yapılmışlardı. Aslında bu resimlerin her biri basit birer semboldürler. Ama bu basit semboller bile, o dönemde inançlı kişilerin zihinlerinde bir takım dinsel imgeler uyandırmaya yetiyordu. Örneğin, Roma’daki Priscilla Katakombu’nda tasvir edilen İsa’nın oniki havarisiyle birlikte yediği ve onlara kutsal ekmekle şarap dağıttığı Son Akşam Yemeği sahnesi, ıncil’de geçen ve tüm Hıristiyanların bildiği bir olaydır. Bu yüzden resmi yapan sanatçı, olayı ısa ile yalnız altı havarisini basit bir sofra önünde göstermekle yetinmiştir.

    Batı Roma, 4. yüzyıldan başlayarak Kuzeyli kavimlerin istilasına uğramıştı. Amansız Hun akınlarıyla yurtlarından atılan Cermen ulusları, Avrupa’nın çeşitli yörelerine yayılmışlar, zayıf düşen Roma bunlarla başa çıkamamıştır. Ostrogotlar ve Lombartlar ıtalya’da, Franklar orta ve batı Avrupa’da, Vizigotlar ıspanya’da, Vikingler ve Anglosaksonlar ıskandinavya ve ıngiltere’de egemenlik kurmuşlardır. Romalıların “barbar” saydıkları bu kavimlerin aslında kendilerine özgü uygarlıkları ve sanatları vardı. Bu kavimler, Hıristiyanlığı benimsedikten sonra yerleştikleri ülkelerin kültürünü de özümleyerek, 11. yüzyılın ortalarına kadar güçlü bir sanat etkinliği yaratmışlardır. Bugün Osla Gemi Müzesi’nde bulunan 9. yüzyılı ait bir Viking Gemisi’nin burnu, Vikinglerin başarılı tahta oymacılı¤ını yansıtan güzel bir örnektir.

    Erken Hıristiyan sanatının oluşumunda Helen-Latin kültürü kadar kuzey kavimlerinin de katkısı olmuştur. Bu dönemin sanatı putperestlik inançlarından izler taşımakla birlikte aslında tümüyle Hıristiyanlı¤ın hizmetindeydi. Bu dönemde dinsel olmayan tek örnek, Bayeux Halısı’dır. 70 metre boyundaki bu ola¤anüstü yapıtta Normanların ıngiltere’yi istilası anlatılmıştır. 6. yüzyıl başında ıtalya’nın Ravenna kentinde yapılmış olan Ostrogot kralı Büyük Thedoric’in Mezar Anıtı ise erken mimarlık örneklerinden biridir. Bu görkemli anıtta merkezi planlı, dışı mermer kaplı Roma yapılarının etkileri kolayca farkedilir. Lombartların 7. yüzyılda Kuzey ıtalya’nın Perugia kentinde inşa ettikleri Kilise de eski Yunan ve Roma tapınaklarını anımsatmaktadır. Benzerlik, özellikle dışa açık sütunlu cephede ve üçgen alınlıklı çatı örtüsünde dikkati çeker.

    8. yüzyılda batı ve orta Avrupa’ya hakim olan Franklar, ünlü kralları Charlemagne döneminde topraklarını daha da genişleterek, Avrupa’nın en güçlü devletini kurmuşlardır. Charlemagne, bir cermen prensliğinden Roma anlamında bir imparatorluk yaratmıştır. Kendini Kutsal Roma-Cermen İmparatoru ilan etmiştir. Birleşik bir Avrupa’nın kurulması ve Batı kültürünün temellerinin atılması bakımından önem taşıyan bu döneme “Karolenj Rönesansı” adı verilmiştir. Bu dönemin en tipik mimarlık örneği başkent Aachen’daki İmparatorluk Kilisesi”dir. Çevresi daha sonraları Gotik üslupta yapılarla kuşatılmış olan bu kilise, sekizgen gövdeli, yüksek kasnaklı, dilimli kubbeli bir yapıdır. Çevresindeki yapılardan ayrı düşünülürse, anıtsal bir görünüm taşıdığı hemen anlaşılır. Charlemagne’ın kurdurduğu bu merkezi planlı yapıya Ravenna’da bulunan 546 tarihli bir Bizans kilisesi olan San Vitale’nin örnek olduğu düşünülmektedir. Aachen şapeli’nin iç yapısı da ilginçtir. Sekiz masif ayağı dayanan kubbeli orta mekan iki katlıdır. Bu mekan altta bir koridor, üstte ise sütunlu galerilerle çevrilidir. Yapının dış görünümündeki anıtsallık, damarlı ve renkli mermerlerle kaplı iç mekanda daha da belirgindir.

    Patlıcanları temizleyin, soyun ve ortasından yarın, sonra enlemesine de bir yarık yapın. Tuzlayıp, yarım saat sonra yıkayıp bir tabağa çıkarın.Soğan ve sarımsakları piyaz biçimi doğrayın. Üç domatesi ufak ufak kesin. Patlıcanları sararıncaya kadar zeytinyağda kızarttıktan sonra pişireceğiniz tencereye dizin, aynı yağda soğan ve sarımsağı kavurun, ardından domatesleri de katıp çevirin. 15 dakika pişirin. Maydanozu katın, daha sonra bu içi patlıcanlara doldurun. Suyunu koyun. Üzerine 2 domates ve biber dilimleri koyarak yarım saat pişirin, soğutun.

    Karolenj İmparatorluğu 10. yüzyılda ikiye bölünmüş, doğu kesimi Kral Büyük Otto’nun yönetimine geçmiştir. Yeni bir canlanışa sahne olan bu dönemin ve yörenin sanatı, “Otto Sanatı” diye tanımlanır. Bu dönemin mimarlık yapıtlarına örnek olarak 11. yüzyılın ilk yarısında yapımı tamamlanan Hildesheim’daki Saint Michael Manastırı gösterilebilir. Bu kilisede bazilika planı uygulanmıştır. Vatikan’da bulunan San Pietro Kilisesi’nin 16. yüzyılda çizilmiş eski bir resmi, bazilikal plan tipinin ana hatlarını göstermesi bakımından önemlidir. Bu çizimde görüldüğü gibi, erken örnekleri Geç Roma ve Bizans’a dayanan bazilikal plan tipinde uzunlamasına ana mekan, sütunlara dayanan kemerlerle yan mekanlara açılmaktadır. Bu yan mekanlara orta ve yan nefler denir. Orta nefte, girişin karışsındaki duvar, yarım daire biçiminde dışarı taşırılmıştır. Dini törenlerin yapıldığı, ilahilerin okunduğu bu bölüme “Apsis” adı verilir. Genellikle apsis yönünde nefleri dik olarak kesen uzun bir mekan daha yer alır. Kral galerisinin ve kilise orgunun bulunduğu bu mekana ise “Transept” denir. Saint Michael Kilisesi’nde olduğu gibi bazen giriş yönüne de ikinci bir transept eklenir, orta nefle transeptin kesiştiği bölümler, birer kuleyle yükseltilirdi. Yuvarlak kemerlerin, masif ayakların ve kalın duvarların kullanıldığı bu yapılar, daha sonraki yüzyılda görülen Romanesk mimarinin öncüleri olmuştur.

    Gerek Charlemagne gerekse Otto döneminde el sanatları ve kitap resimleri alanlarında da ilginç örneklerle karışlaşılır. Dini törenlerde kullanılan 8. yüzyıla ait kutsal bir şarap kabı olan Tassilo Kalisi (Kremsmünster Manastırı) hem biçim hem işçilik bakımından dönemin yetkin bir örneğidir. III. Otto İncili’nin (Bayerische Staatsbibliothek, Munich) altın kaplamalı ve değerli taşlarla süslü cilt kapağının ortasında yer alan fildişi kabartma da dönemin ince el işçiliğini gösteren güzel bir örnektir. Bu kabartmada “Meryem’in Ölümü” konu edilmiştir.

    Fasulyelerin kılçıklarını ayıklayın ve çapraz küçük parçalar halinde (Baklavaya benzer şekilde) kesin. Tuzlu suda, ağzı kapalı bir tencerede, 15 dk kadar haşlayın. Fasulyelerin fazla yumuşamamalarına dikkat edin. Pırasayı çok ince doğrayın. Tereyağını büyük bir tavada eritin ve doğranmış pırasayı ekleyip, 2-3 dk sote edin. Haşlanmış taze fasulyeyi de ekleyip, 10 dk daha kavurmaya devam edin. Yumurtaları el mikseriyle çırpın ve pırasalı fasulye karışımına ilave edip, 3-4 dk daha, devamlı karıştırarak, pişirin. Tuz ve karabiber katıp, hemen servis yapın.

    Erken dönemde duvar resminin yanı sıra minyatür adı verilen kitap resmi de yaygınlık kazanmıştır. Bu dönemin minyatür sanatında görülen özellikleri başarıyla yansıtan örneklerden biri de 845 tarihli Bamberg İncili’nde (Staadliche Bibliothek, Bamberg) yer alan Adem ile Havva kompozisyonudur. Bu minyatürde Adem ile Havva’nın yaradılışından, şeytana uyup yasak meyvayı yemelerine, cennetten kovulmalarına ve yeryüzünde çileli bir hayat sürmelerine kadar geçen olaylar anlatılmaktadır. Basit ve şematik bir anlatım söz konusudur. Bütün bu olaylar şerit halindeki sahnelerde bir yazı okur gibi izlenebilir. Bu özellik, Ortaçağ resminde yaygın bir anlatım biçimidir. Otto dönemine ait kitap resimlerinde ise daha ileri bir aşamaya tanık olunur. Kral Otto’ya sunulan bir kitabın (Musée Condé, Chantilly) ilk sayfasında Hıristiyan dünyasının hakimi olarak tahtında oturan kral ve buyruğundaki eyalet prensleri gösterilmiştir. Sahne, dengeli bir kompozisyon düzeni ve başarılı bir renk uyumu içinde resimlenmiştir.

    1066 yılında İngiltere’yi işgal eden Normanlar, yeni bir mimari üslubu da beraberlerinde getirmişlerdir. Bu üslup ıngiltere’de “Norman üslubu”, Avrupa kıtasında ise “Roman üslubu” adını almıştır. 1050’lerde başladığı kabul edilen Romanesk, Avrupa’nın yeni bir canlanış dönemi olmuştur. Özellikle Haçlı seferleri, değişik sınıftan kişilerin birbirine kaynaşmasını sağlamış, kilise her tür sanatın koruyuculuğunu yapacak bir düzeye ulaşmıştır.

    Romanesk sanat deyince ilk akla gelen, Ortaçağ’ın büyük manastır yapılarıdır. Bunlar, yalnız dinsel değil, sosyal ve kültürel etkinlikleri de içeren yapı kompleksleridir. Romanesk kiliseler ise kalın taş duvarları, masif kuleleri ve heybetli görünümleriyle kimi zaman bir şatoyu anımsatırlar. Romanesk mimarlık üslubuna Avrupa’nın değişik yörelerinde rastlanır. Ama en tipik ve anıtsal örnekler daha çok Almanya, Fransa ve ıngiltere’de toplanmıştır.

    Uzun yüzyıllar boyunca eğitim, toplumun ahlâk kurallarının, ekonomik ve politik yapısının belirlediği - ama kesin olarak belirlediği - ve mevcut toplumsal düzeni aynen devam ettirmeyi sağlayacak vatandaşlar yetiştirmeyi amaçlayan bir sistem olarak görüldü. Öyle ki, toplum düzeni ve onun felsefî ahlâki ve politik kuralları, öğretmen ile öğrenci arasındaki ilişkiyi, eğitimin amaçlarını, eğiticinin hedeflerini, eğitim araçlarını ve vasıtalarını tek başına belirliyordu. Avrupa'da 18. yüzyılın ortalarına kadar hem okullarda hem de okul dışı dinî ve meslekî eğitim kurumlarında verilen eğitim, eğiticilerin öğrenciler üzerindeki kesin egemenliğine dayanıyor ve yeni nesiller mevcut toplumsal düzenin devamını sağlamak için zamanın toplumsal ihtiyaçlarına ve gereklerine göre düzenleniyordu.Antik Roma, M.Ö. 9. yüzyılda İtalya Yarımadası'nda kurulan Roma şehir devletinden doğarak tüm Akdeniz'i çevreleyen muazzam bir imparatorluk haline gelen medeniyetin adıdır. Yaklaşık 12. yüzyıl boyunca varlığını sürdürmüş olan Roma uygarlığı bir monarşiden oligarşi ve cumhuriyetin bileşimi bir demokrasiye ve daha sonra da otokratik bir imparatorluğa dönüşmüştür.Fetih ve asimilasyon yollarıyla Batı Avrupa ve Akdeniz'i çevreleyen bölgede egemen olan Roma İmparatorluğu, iç istikrarsızlıkların ve özellikle de göçebe toplulukların akınlarıyla yıpranmaya başlamıştır. Bu etkiler sonucunda Hispanya, Galya ve İtalya'yı içine alan batı imparatorluğu 5. yüzyılda bağımsız krallıklara bölündü. İmparatorluğun batı kesiminin dağılması, tarihçiler tarafından Antik Çağlar'ın sonu, Orta Çağ'ın, aynı zamanda Karanlık Çağ'ın da başlangıç tarihi olarak kabul edilir. Öte yandan İstanbul'dan yönetilen doğu imparatorluğu, 1453 yılına kadar varlığını sürdürmüştür.Roma uygarlığı, kültürel olarak yoğun biçimde ilham ve örnek aldığı Antik Yunan ile birlikte "klasik antikite"ye dahil edilir. Antik Roma Batı dünyasındaki hukuk, savaş, sanat, edebiyat, mimari, teknoloji ve dil konularının gelişimine büyük katkıda bulunmuştur ve hâlen de günümüz dünyası üzerinde büyük etkiye sahiptir.

    Tarihte artık klâsik olmuş olan bu tezi ilk defa 1888 yılında W.Dithey, "eğitim, toplumun bir fonksiyonudur" şeklinde formüle etmişti. Buna göre eğitim hedefleri toplumun hedeflerinin aynısı idi. Eğitim düşünce ve hareketleri sosyal yapıya bağlı ilişkiler tarafından, "toplumsal güç" ve politik çıkarlar bakımından belirleniyordu. Öyle ki eğitim, mevcut yönetim-yönetilen (iktidar-halk) ilişkilerinin sağlamlaştırılarak sürdürülmesine yarıyordu.

    18. yüzyılın ortalarından itibaren aşırı derecede hızlanmış olan toplumsal değişmede eğitim, çok önemli bir rol oynayamadı. W.F. Ogburn'ün "kültürel geri-kalma" (cultural lag", "kulturelles Zurückleiben") teorisine göre, toplumdaki bütün kültürel unsurlar aynı değişme sürecini paralel zamanlar içinde geçirmediler; "maddî kültür" dediğimiz bilim ve teknik keşifleri, bilgi ve metodları, "manevî kültür" ("immaterialle Kultur") dediğimiz toplumsal kurumlar, değerler, kurallar, dünya görüşleri, örgütler vs. den daha yavaş bir gelişme gösterdiler ve onların gerisinde kaldılar. Oysa günümüzde ise tam tersi bir durumla karşılaşmaktayız. Bugün maddî kültür unsurları alabildiğine bir gelişme içinde bulunmalarına karşın, manevî kültür unsurları önemli bir gerilik içinde bulunmakta; yeni değerler yaratılmadığı gibi eskilere karşı da vaziyet alınmakta ve insanlar büyük bir manevi boşluk içinde bunalımlara düşmektedirler.

    Genellikle Eğitim Sosyolojisinin kurucusu olarak kabul edilen Fransız sosyologu E.Durkheim, eğitimi toplumun bir fonksiyonu olarak görmeye devam etti. Ona göre eğitim, topluma bağlı değişkenlerden biri idi ve amacı da çocukları ve gençleri, içinde yaşadıkları topluma katmak, oraya uyum yapmalarını sağlamak; bu toplumsal ve politik sistemi anlamalarını ve işleyişine katılmalarını temin etmek idi. Hatta bazı anne-babalar istemeseler bile, çocukların başarılı olabilmeleri için, içinde bulundukları toplum düzenine uygun, sosyal yönden arzu edilen çerçevede yetiştirmek zorundadırlar. Bu, çocukların hayatta başarılı olabilmeleri için vazgeçilmez bir esastır.

    Eğitim-toplum ilişkilerindeki bu aşırı görüş insanın tamamen toplum tarafından şekillendirildiğini kabul ediyor ve onu, toplum düzeni içindeki sosyal rollerden kendisine uygun düşenleri seçip oynayan bir "rol oyuncusu" olarak görüyordu. Ancak bu görüşün bir antitezi olarak, eğitim toplumdan bağımsız bir değişken olduğu ve toplumun eğitim tarafından şekillendirilip değiştirdiği görüşü savunulmaktadır. Dilthey'in tezine tamamen zıt olan bu görüşe göre de "toplum, eğitimin bir fonksiyonudur". Eğitim, toplumu yenileştirme ve değiştirme, mevcut toplumsal, politik güç ve fikirleri kontrol altına alma, şekillendirme gücüne sahiptir. Sosyal bilimler tarihinde bu tip bir görüşün ilk savunucularından biri J.G.Fichte idi. Ona göre, eğitim sisteminde ve bilhassa ilkokul düzeyindeki eğitim-öğretim yürüten öğretmenlerin çalışmalarıyla toplum yapısında büyük değişikler olur. Fichte, Alman milletinin Napolyon'un işgalinden kurtulmasının ancak bu yolla mümkün olabileceğini savunuyordu. Tanınmış Amerikalı eğitim düşünürü J. Dewey de 1899'da yayınladığı "Eğitim ve Toplum" adlı eserinde, eğitim sistemini, toplumsal değişimin doğrudan doğruya bir aracı olarak görüyor; toplumsal reformların yapılmasını okullardan bekliyordu.

    Yukarıda kısaca söz edilen görüşler, eğitim ile toplum arasında diyalektik bir ilişki olduğunu göstermektedir. Bu kitapta işlenecek olan eğitim ile toplum arasındaki bağlantılara, düşünce tarihinin ilk dönemlerinden beri dikkat çekilmektedir. Platon, Aristoteles, Poseidonius, Çiçero gibi antik Yunan ve Roma dönemi düşünür ve siyasetçilerinin eserlerinde eğitim olgusuna toplumsal, felsefî ve politik yaklaşımlar görülmektedir. Ortaçağ düşünce hayatında da, toplumsal yaşam ile eğitim bir görülmeye devam etmiştir. Ancak daha sonra eğitim ve toplum, felsefî ve teolojik görüşlerin kontrolünden kurtulmuştur. Bu, İngiltere'de de J.Locke; Fransa'da, J.-J. Rousseau ve Almanya'da J.G.Herder tarafından gerçekleştirilmiştir. Bilimsel ve teknik keşifler, icatlar, gittikçe artan nüfus, üretim tekniğinde ortaya çıkan yeni düzenlemeler sosyal yaşayış biçimindeki değişiklikleri zorunlu kılmıştır. Bu arada politik iktidarlar da toplumsal değişmeye ayak uydurmak zorunda kalmışlardır. O zaman bu sosyo-ekonomik değişiklikler içerisindeki insanlarda kendi çıkarlarını düşünen, rasyonel davranan, feodal yapılardan ve geleneksel meslek bağlarından kurtulan bireyler olarak ortaya çıktılar. Bunun sonucu olarak da, eğitim ve öğretim anlayışı ferdin kendini bağımsızlaştırmasına ve toplum yapısındaki değişikliklere uymak zorunda kaldı.

    J.-J. Rousseau, ferdin doğuştan getirdiği saf tabiatını temele alan bir eğitim teorisi geliştirdi. Onun "Emile veya Eğitim Üzerine" adlı pedagojik romanında vurgulamak istediği, ferdin doğuştan esas olarak temiz olduğu, ancak feodal toplumun ve eğitim dahil bütün toplumsal kurumların daha sonra kişinin temizliğini ve ahlâkını bozduğu idi. Ona göre eğitim, toplumun, dinî, felsefî, ahlâki ve politik sistemlerin çocuğa kabul ettirilmesi değil; çocuğun serbest gelişimini, "tabiî gelişimini" sağlayıcı bir düzen olmalı idi. Rousseau'nun eğitim anlayışı yalnız bu değildir; onun eğitim anlayışını toplum anlayışı ile birlikte ele almalıdır. Ona göre toplum, o topluma katılan insanların bağımsız ve mantıklı düşünüp anlaşmalarıyla ("sosyal sözleşme") kurulmalıdır; bu da ancak demokratik bir cumhuriyet şeklinde mümkündür. Onun "tabiata geri dönme" şeklindeki eğitim görüşü toplum ve medeniyet düşmanı bir görüş değil, sosyal eşitsizliğe ve çatışmalara yol açan o zamanki eğitim ve toplum düzenine karşı bir vaziyet alıştır.

    Rousseau'nun açtığı bu çığır, daha sonra da devam etmiş ve bugün de hâlâ temsilcileri bulunmaktadır. Bunların en tanınmışları M.J.A. Condorcet, I.Kant, W.v. Humboldt, K.Marx, S.Freud, W.Reich, H.Marcuse, J.Habermas tır. Bunlar eğitimden, insanın kendini gerçekleştirmesi ve haklarını elde etmesi ("Emanzipation") yolunda ona yardım etmesini istemekte ve genellikle radikal ütopyalar şeklinde, daha iyi ve çocuklara uygun bir toplum kurulmasını hayal etmektedirler. Bunlara göre toplumsal statüler, çocukların kimin çocuğu olarak doğduklarına veya ailelerin servetlerine bakılmaksızın, şans eşitliğine dayalı bir eğitim sistemi içinde yetişecek çocukların yükselebilecekleri yerlere göre verilmelidir. Yani eğitim, bir taraftan çocukları ve gençleri toplumsal ve geleneksel bağlardan kurtardığı gibi, öte yandan da toplumsal yapı, eğitim tarafından belirlenmiş olmaktadır. Toplumun eğitimi veya eğitimin toplumu belirlediği şeklindeki diyalektik görüşlere gerçekçi bir yaklaşımla bakıldığında bunların aslında iç-içe oldukları, birbirlerini karşılıklı etkiledikleri ve belirledikleri ortaya çıkmaktadır.

    Eğitimin toplumsal olarak üstlendiği görev, diyalektik bir yapı göstermektedir; eğitim hem yetiştirdiği çocukları ve gençleri içinde yaşayacakları topluma uyan birer şahsiyet olarak yetiştirmek için toplum düzenini ve kültürünü onlara aktarmakta hem de bu çocuklara ve gençlere, toplum yapısını değiştirici, düzeltici ve ileriye götürücü, eleştirici düşünceyi vermeye çalışmaktadır.

    Eğitimde bu iki yöne daima dikkat edilmelidir; gençler hem devlet ve toplum için, onların kültür ve kanunlarına uyacak şeklinde yetiştirilmeli hem de ileriye yönelik olumlu değişiklikleri yapabilecek güçte olmalıdırlar. Aslında birbirine zıt gibi görünen bu hususlar, daha dikkatlice incelendiğinde, sadece görünürde bir zıtlık olduğu ortaya çıkar; eğitimde her iki husus ne kadar mükemmel bir şekilde gerçekleştirilse, zıtlığın o kadar belirsiz bir şekilde ortadan kalktığı görülecektir. Yalnız burada toplumsal ve bireysel ilgi ve ihtiyaçlar çok dikkatli değerlendirilmelidir.

    Romanesk mimarinin en yaygın formu, çok nefli ve transeptli bazilikal formdur. Bu üsluptaki kiliselerde orta nef ile yan neflerin bağlantısı, 11. yüzyılda yapımına başlanan Speyer Katedrali’nde olduğu gibi masif ayaklara dayanan yuvarlak kemerlerle sağlanmıştır. Roma yapılarından alınan yarım daire biçimli yuvarlak kemer, Romanesk mimarinin en belirgin özelliklerinden biridir. Bu dönemde yapıların örtü biçimleri de değişmiştir. Erken dönemlerde kullanılan ahşap kirişli çatılar bu dönemde de kullanılmakla birlikte artık esas örtü biçimi, “tonoz” olmuştur. Yuvarlak kemerlerle dörtgen bölümlerin oluşturulduğu neflerin üzerini dilimli kubbeleri andıran çapraz tonozlar örtmektedir.

    Bu dönemde mimarlık ön plandaydı, öteki sanat dalları ise onun zenginlik ve anlamını arttırmak için birbiriyle yarışıyorlardı. Örneğin, Romanesk heykel sanatı mimariden ayrı düşünülemez. 11. yüzyılda tamamlanan Poiters’deki Notre-Dame Kilisesi’nin cephesinde ayakta duran, oturan, bir konuyla ilgili olarak gruplaşan çok sayıda kabartma figür görülmektedir. Bu kabartmalar, yapının cephesini görkemli bir biçimde süslemekle kalmayıp, ona hareket, soluk alan bir canlılık da katmaktadırlar. Romanesk heykel, yalnız cephelerde değil, iç mekanda da mimari organlara bağlı olarak geniş yer tutar. ıçiçe geçmiş çok sayıda figürden oluşan sütun ve ayaklar, bunun en ilginç örnekleridir. Kimi sütun başlıkları da neredeyse birer heykele dönüşmüştür. Bu özelliği en iyi gösteren örneklerden biri de Chauvigny’deki Saint Pierre Kilisesi’nde bulunan sütun başlığıdır. Sanatçı, sütun başlığı gibi dar bir alana yargı gününde günahların tartılması konusunu ustalıkla sığdırmayı başarmıştır. Dönemin heykel ustaları yalnız yapı cephelerinde değil, alınlıklarda, silmelerde, tunç ve ahşap kapı kanatlarında da Tevrat ve ıncil’de anlatılan olayları ve kişileri betimlemekten geri durmamışlardır.

    Heykel alanındaki bu açılıma karışlık, dönemin resim sanatında özellikle kitap resminde daha sıkı kalıplara, daha belirgin şemalara bağlı bir anlatıma tanık olunur. 1188 tarihli bir Kitap Resmi’nde (Welfenchronik, Weingarten Manastırı) İmparator Frederich Barbarossa ve oğulları Kral Henry ile Kont Frederich betimlenmiştir. ılk göze çarpan özellik, konuyla ilgili sahne düzenlemesinin statik bir soyut kalıp içine alınması, nakış ögelerinin de bu soyutluğu arttırmış olmasıdır. Romanesk duvar resimlerinde de aynı katı ve soyut anlatım kalıbı kullanılmıştır. Bugün Barselona’da Catalina Güzel Sanatlar Müzesi’nde bulunan 1123 tarihli bir Duvar Resmi’nde, Hiristiyan dünyasının tek hakimi anlamında betimlenmiş ısa fügürü, bu özelliği en iyi yansıtan örneklerden biridir.

    Romanesk dönemi Ortaçağ’ın son büyük aşaması olan “Gotik dönem” izlemiştir. 12. yüzyıl ortalarında başlayan Gotik sanat, Rönesans dönemine kadar sürmüştür. Romanesk deyince akla manastır yapıları geliyordu, Gotik denildiğinde ilk akla gelen ise, sivri çatı ve kuleleriyle göğe doğru yükselen, dev boyutlu katedral yapılarıdır. Gotik mimarlığın 1122’de Abbot Suger tarafından tasarımlanan, Paris yakınındaki St. Denis Manastır Kilisesi ile başladığı kabul edilir. Ama en yetkin klasik örnekler Fransa’nın Ile de France bölgesinde, yapımlarına 13. yüzyılda başlanan Laon, Chartes, Reims, Amiens ile Paris Notre-Dame Katedralleri’dir.

    Katedraller, Ortaçağ kentlerine biçim vermiş, kent ekonomilerinin gelişmesine önemli katkıda bulunmuşlardır. Bu dev yapıların tamamlanması, çok kere yüzyıldan fazla sürüyor, kent, onun çevresinden başlayarak halkalar halinde genişliyordu. Ayrıca yapı, il ve çevresinden çok sayıda işçiyi kendine çekiyor, ekonomik etkinlik de o ölçüde canlanıp büyüyordu. Bir Romanesk kiliseden çıkıp, bir Gotik katedrale girildiğinde aradaki büyük fark hemen anlaşılır. Gotik katedrallerde daha geniş nefler, daha ışıklı bir ortam ve kendini yukarlara çeken daha hafif bir mekan ile karışlaşılır. Gotik mimarinin bu başarısı iki yeni buluşa dayanır. Birincisi sivri kemerlere dayanan kaburgalı tonoz sistemidir. ıkincisi ise yapıyı dıştan destekleyen payanda kemerlerinin kullanılmış olmasıdır. Romanesk mimaride kullanılan yuvarlak kemerlerin yerini Gotik mimaride sivri kemerler almıştır. Böylece kemere binen yükün yanlara doğru zorlaması azaltılıp, aşağı doğru akması sağlanmıştır. Ayrıca kaburgalı yapısıyla tonozun ağırlığı azaltılmış, kemere daha az yük bindirilmiş olur. Ama kemerler sivri olsa da bir ölçüde dışa zorlama söz konusuydu. Kemerleri taşıyan demet biçimi sütun ya da ince ayaklar bu zorlamaya dayanmayabilirdi. Mimarlar bu sakıncayı gidermek için kritik noktalarda payanda kemerleri kullanmışlardır. Payanda kemerleri yapıların yan ve arka cephelerinin bir yapı iskelesi görünümü almasına yol açıyordu. Ancak dış duvarların kitlesel görünümünüde önlemiş oluyordu. yan ve arka cephelerin bu durumuna karışlık, katedrallerin ön cepheleri gerçekten çok görkemli ve anıtsal bir görünüm taşırlar. Ön cephelerde genellikle kapıların üstünde içeri doğru kademeli olarak daralan büyük alınlıklar, kademeleri oluşturan silmelerde ise çok sayıda aziz figürü yer alır. Orta bölümde vitraylı yuvarlak bir pencere ile iki yanda dar ve yüksek pencereler bulunur. Üst bölümde yine bir sıra aziz figürü taşa işlenmiştir. Her iki yanda ise görkemli çan kuleleri yükselir. Klasik bir Fransız katedrali olan Reims’in cephesi bu tanıma en iyi uyan örnektir.

    Katedraller, Avrupa’nın değişik yörelerinde gerek plan gerek dış görünüm bakımından farklı biçimler kazanmıştır. Gotik mimari ıngiltere’de değişik özellikler taşır. ıngiliz Gotik mimarı Lincoln Katedrali’nde olduğu gibi, iç mekan örtüsünde de değişik ve ilginç uygulamalara gitmiştir. Londra Westminster Katedrali şapelinde tonoz kaburgalarının yelpaze biçimini aldığı görülür. Böylece taşıyıcı organlar, aynı zamanda dekoratif bir işlev de kazanmışlardır. ıtalyan Gotiğinin başarılı yapılarından biri olan Milano Katedrali’nin arka cephesinde ise mimar, ustalıklı bir düzenleme ve ince bir taş işçiliği ile payanda kemerlerinin yapı iskelesini andıran görünümünü gizlemeyi başarmıştır.

    Gotik katedrallerde bütün ağırlık sivri kemerlerle sütun ve ayaklara aktarıldığı için taşıyıcı öge olarak duvara gerek kalmıyordu. Böylece ara bölümlere boydan boya pencereler açılabiliyor, bunlar da renkli camlarla kaplanabiliyordu. Çeşitli motiflerle ve figürlerle süslenen bu renkli camlara “vitray” adı verilir. Paris Notre-Dame Katedrali cephesindeki “gül pencere”, dönemin vitray sanatının en görkemli örneklerinden biridir. Gotik katedrallerde çok sayıda renkli pencere, iç mekanın aydınlanmasını sağlamakla kalmıyor, renkli ışıklar yapının içinde büyülü bir dinsel atmosfer oluşturuyordu. Gotik sanatta vitray, iç mekana büyülü bir hava vermekle kalmaz, resim sanatını da kapsar. Chartres Katedrali’ndeki vitrayda “Meryem’in Ölümü” sahnesinin büyük bir ustalıkla betimlendiği görülür.

    Heykel sanatı, Gotik dönemde de mimariyle bağıntısını sürdürmüştür. Bu bağıntı özellikle cephe dekorasyonunda dikkati çeker. Katedralin bir parçası durumundaki bu heykellerin, yapının yüksekliğine uygun olarak normalden daha uzun yapıldıkları görülür. Bunlar donmuş gibi dimdik duran figürlerdir. Heykel sanatındaki bu donmuşluk, 13. yüzyıl ortalarında yumuşamaya, aziz figürleri bol giysileri içinde kımıldamaya, donuk yüzlü melekler gülümsemeye başlarlar. Kucağında çocuk ısa’yı taşıyan bakire Meryem heykellerindeki dini ağırlığın giderek dünyasal bir ana oğul sevgisine dönüşüp, hafiflediği sezinlenir. Gotiğin son döneminin resim sanatında da katı kalıpların gevşediğini, şematik anlatımların yerini doğalcı betimlere bırakmaya başladığını görürüz.






    Ayrıca;

    Küreselleşme, ekonomik, sosyal, teknolojik, kültürel, politik ve ekolojik denge açılardan global bütünleşmenin, entegrasyon ve dayanışmanın artması anlamına gelmektedir.Küreselleşme kavramının en çarpıcı özelliklerinden biri, olası etkilerinin çok sayıda ve çeşitli olduğu izlenimini vermesidir. Küreselleşme, yalın toplumsal gerçekleri oldukça aşan spekülasyonlar, varsayımlar, güçlü toplumsal imgeler ve metaforlar üretme ka-pasitesiyle olağanüstü doğurgan bir kavramdır. Hatta, bir çok düşünürün de belirttiği gibi bu kavramın çok boyutluluğu onu, sınırlarını çizme uğraşını bile zora sokmaktadır. Bu anlamda küreselleşme, sosyal bilimlerin her dalında yaygın kullanılan bir kavram olmakla beraber, genellikle bir "durum"dan, daha çok bir "akım"ı veya bir zihniyeti ima eder hale getirilmiştir. Tanımdan da anlaşılacağı gibi küreselleşme sadece sosyolojinin konusu değildir fakat sosyolojik açıdan toplumsal alandaki bir değişimi ifade etmektedir. Değişimi anlamak açısından Robertson' şöyle demştir: "...Küreselleşme teması anlayışları aralarında farklılık göstermesine rağmen küreselleşme diye adlandırılan şeyi anlamanın en iyi yolunun, dünyanın 'birleşik' hale geldiği, ama kesinlikle safdil işlevselci tarzda bütünleşmediği 'biçim sorunu' üzerinde yoğunlaşmak olduğunu düşünmektedir”
    Dünyanın birleşik hale gelmesi, tekdüze dinamikler ile oluşan bir süreç değildir. Çünkü küreselleşme, ekonomik olduğu kadar siyasal, teknolojik ve kültürel boyutlu bir süreçtir. Giddens’a göre küreselleşme, tek bir süreç değildir, karmaşık süreçlerin bir araya geldiği bir olgular kümesidir. Üstelik çelişkili ya da birbirine zıt etkenlerin devreye girdiği bir süreçtir. Çoğu insanın gözünde, küreselleşme basitçe gücün ya da etkinin yerel toplulukların elinden alınıp küresel arenaya aktarılmasından ibarettir.
    Bu sürecin toplumsal yaşama yönelik bir etkisine bakarsak Giddens, modernliğin sonucu olarak değerlendirdiği küreselleşmeyi, uzak yerleşimlerin birbiri ile ilişkilendirildiği yerel oluşumların millerce ötedeki olaylarla biçimlendirildiği dünya çapındaki toplumsal ilişkilerin yoğunlaşması olarak tanımlamaktadır. Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, bu çok boyutlu kavram etki ettiği toplumsal gerçeklik türüne göre bireylerin kafasında da çeşitli anlamlar oluşturmaktadır. Bu anlamda bazıları için küreselleşme, kapitalizmin gücünü temsil ederken, bazıları için de, dünyanın batılılaşmasını ifade etmektedir. Bazıları küreselleşmenin yoğunluk ve artan melezleşmeyle birlikte heterojenlik yarattığını düşünürken, bir diğer grup homojenliği artırdığını düşünmektedir.
    Devlet dışı sosyal organizasyonlar küreselleşmeyi, çevre hareketi, demokratikleşme ve insanileştirme gibi pozitif sosyal amaçları sağlayacak kaldıraç olarak görürken, iş adamları için artan kâr ve güç stratejisi ve hükümetler için de çok sık olarak devlet gücünde artış sağlamanın yerine kullanılmaktadır. Giddens, küreselleşmeyi, bir çeşit sadece veya kısmen batılılaştırma olarak görür. Elbette batılı ülkeler ve daha genelde sanayi ülkeleri, yoksul ülkelere kıyasla dünyadaki gelişmeleri hâlâ çok daha fazla etkileyecek güce sahiptirler. Ama küreselleşmenin başka bir boyutu, beraberinde giderek merkezsizleşmeyi; belli bir ülkeler grubunun denetiminin ortadan kalkmasını, büyük kuruluşlarının denetim gücünün iyice azalmasını da getirmesidir. Sonuç olarak bu küreselleşmeyi daha iyi anlayabilmek için bu kavramın toplumsal yaşama olan etkilerini ayrı ayrı başlıklar halinde ele alıp değerlendirmek gerekecektir. Ama unutulmaması gereken unsur bu etkileri ayırma çabasının sadece küreselleşmenin daha kolay anlaşılabilmesine yönelik olduğudur.

    Balıklarda burun (nostril), solunum için değil, suda çözünmüş kimyasal maddeleri koklamaya yarayan bir duyu organıdır. Koku alma kapsülleri üst çene üzerinde bulunan bir çift (veya bir adet) burun çukuruna yerleşmiştir. Koku maddelerini taşıyan su burun deliklerine girip çıkarken, koklama kapsüllerini yalayarak sinirleri uyarır. Bu duyu köpek balıkları gibi bazı balıklarda çok kuvvetlidir. Köpek balıkları kan kokusunu yüzlerce metre uzaktan alabilirler.Balıklarda dış ve orta kulak yoktur. İşitme organı bir kapsül içinde bulunan iç kulaktan ibaret olup, sudaki ses titreşimlerini idrak eder. Bu işitme organına “labirent” denir. İşitmede etkili olduğu gibi, dengenin sağlanmasında, ağırlık ve yerçekimi tespitinde de önemli rol oynar. İçlerinde kalsiyum karbonattan yapılmış “otolit” adı verilen cisimcikler de bulunur. Bazı balıklarda hava kesesinin ön kısmının her iki yanında iç kulakla ilişkili dörder adet kemikcik bulunur. “Weber cihazı” adını alan bu sistem ses dalgalarını ve basınç değişimini iç kulağa ileterek daha iyi işitmeğe yardım eder. Küçük frekanslı titreşimler, yanal çizgi sistemiyle idrak edilir. Bu, vücudun yanlarında derinin altında uzanan içi mukus dolu bir çift kanaldır. Belirli aralıklarla bu kanalı pulların arasından veya ortasından dışarı bağlayan yollar, bu yolların ucunda içinde sıvı ve sinir hücreleri bulunan bir torba vardır. Sudaki titreşimler bu sıvıya geçerek sinir hücreleri tarafından idrak edilir. Mesaj daha sonra sinirler vasıtasıyla beyne iletilir.Bir başka balığın hareketinin doğurduğu titreşimleri, yanındaki balık bu yolla duyar. Yan organ çok alçak frekanslı titreşimleri idrak edip işitmeye yardımcı olduğu gibi, su akıntısının yönünü, sıcaklık ve soğukluk farklarını da tesbit eder. Yan organ işitmede de yardımcı olur. Ses ve basınç dalgalarını tesbit edebilir. Kemikli balıklarda, vücudun her iki yanında solungaçlardan kuyruk yüzgecine kadar uzanır.

    Akşamdan fasulyeyi temizleyip bolca yıkayın. Sonra tencereye yeterince su doldurup ıslatın. Sabaha kadar bu tencerede bekletip yumuşamasını sağlayın. Soğanı ufak ufak doğrayın. Tencereye yağı koyup pembeleştirin. Doğranmış domatesi veya salçayı ilave edip biraz daha kavurun. Sonra fasulyeyi suyuyla beraber bu karışıma ilave edin. Tuzunu ve biberini ilave edip pişirin. Sucukları halka halka doğrayıp tavanın içinde bir miktar yağla fazla kurutmadan kavurun. Fasulyelerin üzerine ekleyin. 1-2 taşım daha kaynatıp tencerenin altını kapatın. Biraz dinlendirdikten sonra sıcak olarak servise sunun.

    Bir çok araştırmacıya göre temel anlamda küreselleşme,kökenleri 1960'larda ortaya çıkan dönüşüm ve hızlı değişimlere dayalı, politik sonuçları beraberinde getiren ekonomik bir süreçtir. Küreselleşme, ulus aşırı şirketlerin uluslararası yatırım stratejilerinde, özellikle üretimin yerel olmaktan çıkarılıp farklı bölgelerde gerçekleştirilmesini içeren radikal bir yeniden konum belirleme çabası gerektirmektedir. 1970'lerdeki iktisadi krizler sonucunda ulus aşırı firmalar ulusal üretim hatalarını artık uluslararası hale getirmek zorunda kalmışlardır. Bu durum , üretimin uluslararasılaşması olarak anılmaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD önderliğinde oluşturulan yeni ekonomik ve siyasi dünya düzeni , yani Pax Americana, uluslararası ekonomide karşılıklı değişim yaklaşımına dayanmaktadır. Uluslararası mal, sermaye ve bilgi akışının kolaylaşması ve güvenli bir hale gelmesi ile Pax Americana uluslar arası ekonominin karşılıklı değişim yaklaşımından küresel üretime dönüşmesine yardımcı olmuştur.

    Küreselleşme hareketlerinin yaklaşık son 20 yılda ortaya çıktığı ve hız kazandığı görülmektedir. Küreselleşen dünyanın anlaşılması bir çok açıdan oldukça karmaşıktır. Küreselleşme, bünyesinde farklı boyutlarda bir çok konuyu barındıran karmaşık bir sosyal, ekonomik ve politik içeriğe sahiptir. Ekonomistler ve ekolojistler benzer şekilde "küresel yerelleşme (küyerelleşme)" kavramından söz edilmektedir. Bu yaklaşım "küresel düşün, yerel faaliyet göster" sloganıyla ifade edilmektedir. Gerek piyasa koşullarının zorlaması, gerekse sosyal yapı nedeniyle değişik piyasalar , şirketler ve sektörler değişik şekillerde örgütlenmektedir. Öte yandan , esas itibariyle ekonomik bir olgu olarak görülen küreselleşmeye, sosyologlar kültürel bir süreç olarak bakmaktadırlar. Sıkça değinildiği gibi dünya küçülmekte ama bütünleşmemektedir. Ekonomiler birbirine yaklaştıkça uluslar, kentler ve bölgeler birbirinden ayrılmaktadır. Küresel ekonomik bütünleşme süreci politik ve sosyal dağılmayı hızlandırmaktadır. Aile bağları kopmakta, yerleşik otoriteler sarsılmakta, yerel toplum bağları zorlanmaktadır. Uluslar da tıpkı hücreler gibi bölünerek çoğalmaktadır.

    Küreselleşme süreci hızlandıkça her biçimiyle yöreselliğin etkilerinin arttığı görülmektedir. Dünyanın her tarafındaki insanların büyük kısmı için bir yere bağlı olmak her zamanki kadar önem taşımaktadır. Kimlikleri bir yere bağlı olan ve başka bir yerde yaşamayı düşünemeyen bu insanlar yaşamak için belli bir toprağa ve kendilerini daha iyi hissetmek için kendi kültür ve dillerine dayanma ihtiyacı hissetmektedirler.

    Küreselleşmeyle beraber dünyada artan kutuplaşmalar ve oluşturulan birlikler , küreselleşmenin getirdiği sonuçlardan yalnız biridir.Nitekim, Birleşmiş Milletler 1945'te sadece 51 ülkeyle kurulmuştu. 1960 yılında 100,1984'te 159 ülkenin BM’e kayıtlı olduğu görülmektedir.1993 ortalarında ise, Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla birlikte üye sayısı184'e yükselmiştir.Başlangıçta Rusya’ya karşı kurulan NATO , küreselleşmeyle beraber şekil değiştirmiştir. Bu günlerde ise Rusya’nın da NATO ile flörtü sürmektedir.

    Sovyetler Birliğinin dağılmasının ardından dünyada askeri açıdan tek süper güç olarak ABD'nin kalmasına rağmen , ekonomik olarak üç süper gücün varlığından söz etmek mümkündür. Altın Üçgen ya da kısaca Üçlü olarak isimlendirilen bu güçler ABD, AB ve Japonya'dır. Söz konusu üç güç, dünya üzerindeki doğrudan dış yatırımlar ve uluslararası ticaretin büyük bölümüne hakimdirler. Bu üçlünün ilişkileri yakın coğrafyalarını da önemli ölçüde etkilemektedir. Nitekim, ABD; Kanada, Orta ve Güney Amerika ülkeleri, AB; Doğu Blok Ülkeleri ve Japonya da Pasifik bölgesindeki ülkelerle yakın ilişki içindedir. Doğudan dış yatırımlar; ticaret, mali kaynak akışı ve teknoloji transferi ile yakın ilişkisi nedeniyle iktisadi gelişme açısından önemli bir hale gelmiştir. Ancak, tüm gelişmekte olan ülkelerin üçlü gücün yatırımlarını çekmekte başarılı olduğu söylenemez. Bu yatırım fonlarının büyük bölümü çok uluslu işletmeler tarafından , en yakın komşu ülkeden başlayarak bölgesel iletişim ağları kurma amacıyla kullanılmaktadır. Nitekim, Meksika'daki toplam doğrudan dış yatırımların yüzde 61'i ABD kökenli işletmelerden gelirken , Güney Kore'nin doğrudan dış yatırımlarının yüzde 52 'si Japon firmalarınca sağlanmaktadır. 1990'ların başında gelişmekte olan ülkelere yapılan tüm yatırımların yarısından fazlası Brezilya, Çin, Hong Kong ,Meksika ve Singapur'a yapılmaktaydı. Bu durumun en önemli sebeplerinden biri , söz konusu ülkelerin üçlü güçle olan yakın ilişkileridir. II

    Dünyadaki değişim eğilimini gözlemlediğimizde globalleşme ile birlikte dikkati çeken bir diğer olgunun yerelleşmeolduğunu görüyoruz. Glokalleşme son zamanlarda yaygın olarak benimsenen ve kullanılan kavramlardan birisi. Glokalleşme, kısaca “uluslararası ilişkilerde global gerçeklerden hareket ederek global düşünmeyi, otarşizm yerine dışa açılmayı, dünya ekonomisi ile bütünleşmeyi; ülke içinde ise merkezi yönetim kanalıyla ekonomiyi ve siyaseti yönlendirme yerine yerel yönetimleri daha fazla güçlendirmeyi” ifade ediyor. Yerelleşmenin siyasal gücün tek elde toplanmasını önleyeceği ve böylece yerel demokrasiyi güçlendireceği ifade ediliyor. Desantralizasyon ya da adem-i merkeziyetçi yönetim kavramları yerelleşme ile aynı anlama geliyor. Yerelleşme, gerçekten de yerel demokrasiyi güçlendirmek için çok önem taşıyor. Yerel özerklik için yerel yönetimlerin merkezi yönetimlerin boyunduruğundan kurtarılmaları gerekiyor. Ancak yerelleşme bir taraftan, yerel halkın yönetime katılmasını sağlayarak demokrasiyi geliştirecek bir görevi yerine getirirken, öte taraftan yerel tiranlığı ve despotizmi de ortaya çıkarabilecek bir etki gösterebilir.

    Küreselleşme süreci içinde paradoksal bir çatışmayı bulunduran bir süreçtir. Ülkeler arasında da ülke içinde de , sektörler arasında da sektör içinde de kaybedenler ve kazananlar bu süreçte birlikte barınmaktadır. Küreselleşme sürecinden ülkeler, kurumlar , meslekler, ve kişiler açısından kazanan ve kaybedenler bulunmaktadır. Özellikle son dönemde küreselleşme sürecinin yarattığı toplumsal eşitsizliklere ilişkin önemli eleştiriler yapılmaktadır. Bunun yanında küreselleşme sürecinde kuralların konulmasında ve çözüm önerilerinin hayata geçirilmesine dair ciddi tartışmalar yapılmaktadır.

    Küreselleşme sürecinin hız kazanmasında enformasyon teknolojilerinin önemli bir rol oynadığını aşikardır. Özellikle 1970' li yıllarda hız kazanan enformasyon teknolojilerinin yükselişi ve kitle üretim ve tüketiminin krize girmesi üretimin yapısında ciddi dönüşümler yaşanmasını beraberinde getirdi. Bilgi ve hizmet işleri ve işçileri yaşanan süreçte önem kazanırken mavi yakalı işçiler, ve imalat işleri eski önemlerini kaybetmeye başladılar

    Bilgi ve enformasyon sektörlerinin öne çıkması sanayi toplumunun mavi yakalı işçisine olan talebi azaltmış ve belirli sektörler dışında firmalar küçülme yoluna gitmişlerdir. Aynı zamanda bu süreç beyaz yakalı bilgi işçisine olan talebi arttırırken milyonlarca mavi yakalı işçi istihdam sürecinin dışında kalmıştır. Yaşanan gelişmeler hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde işsizlik sorununu ortaya çıkarmıştır. Bilgi ve hizmet işlerinde çalışan son derece vasıflı, eğitimi , yaratıcılığı, yüksek bilgi işçileri bu dönüşümden kazançlı çıkan grubu oluşturmaktadır.

    Toffler işsizliğin artık niceliksel olmaktan çıktığını ve niteliksel olduğunu belirtmektedir. Yeni iş alanları açmakla işsizlerin sayısı azaltılamamaktadır, çünkü sorun artık sayı sorunu değildir. Toffler her işsize karşı on tane işçi aranıyor ilanı da çıksa , on milyon işçi aranırken ortada bir milyon işsiz de olsa , o bir milyon kişi , yeterli beceri ve bilgiye sahip olmadıkça , istenen işi yapamayacağını belirtmektedir. Beceriler artık öyle çeşitlidir ki ve öyle çabuk değişmektedir ki, işçilerin geçmişteki kadar ucuza değiştirilip yerine yenilerinin alınması düşünülemez. Para ve sayı artık sorunu çözemez hale gelmiştir.III Dolayısıyla hızlı değişen teknoloji ve yenilikler karşısında bunları kullanabilecek beceri ve bilgiye dayalı işçilerin önemi büyük önem kazanmaktadır.

    Son çeyrek yüzyılda istihdam ve sektörel yapıdaki dönüşüm, bilgi ve hizmet işlerinin öne çıkması sonucu sendikal yapıda da ciddi sorunlar yaşanmasına neden olmuştur. Küreselleşme sürecinde sendikal yapının gittikçe zayıfladığı görülmektedir. Toffler sendikaların daha çok zanaat veya seri üretime göre tasarlanmış oldukları için , ya tümüyle değişmeleri ya da süper-sembolik ekonomiye uygun yeni örgütlenme biçimlerinin düşünülmesinin şart olduğunu belirtiyor. Sendikaların devam edebilmesi için işçileri tek bir kitle olarak düşünmekten vazgeçip , tek tek bireyler olarak düşünmeye başlamaları gerekir.IV

    Sendikalar vasıfsız işçiler için aidiyet duygusu sağlamaktaydı. Sendikaların zayıflaması ve işsizlikteki artış işçilerin yeni aidiyet alanları arayışına yol açmıştır. Ayrıca işsiz kalmış ve yakın zamanda iş bulamayacak durumda olan büyük bir kitle için geleceğe yönelik güvensizlik ve belirsizlik artmıştır. Bozkurt, küreselleşme sürecinin en çok tartışılan sonuçlarından birisinin gittikçe artan belirsizlik ve güvensizlik olduğunu belirtmektedir. Bu sadece gelir düzeyi düşük gruplar arasında değil, orta sınıflar arasında da giderek yaygınlaşıyor.V Gittikçe artan belirsizlik ve güvensizlik kişilere aidiyet ve kimlik sağlama işlevi gören fundemantalist ve milliyetçi akımların güçlenmesini de beraberinde getirmektedir. Nitekim dünyada milliyetçi hareketlerin güçlenmesi , ırkçılık, dini hareketlerin artışı küreselleşme sürecinin ivme kazandığı gelişmelerdir. Küreselleşme sürecinde işsiz kalan veya gelecek belirsizliği ve ümitsizliği bulunan kesimler kendilerine parlak bir gelecek vaat eden büyük hayaller sunan söylemlere kolayca yönelebilmektedirler.

    Ekonomik küreselleşme gelir eşitsizliğini hem ülke içinde hem de ülkeler arasında dramatik olarak arttırmaktadır . Dünyanın zengin ülkelerinde yaşayan %20 üst gelir dilimiyle fakir ülkelerde yaşayan %20 lik alt kesim arasındaki gelir farkı 1960 yılında 30 kat iken bu oran 1997 'de 74 katına fırlamıştır. Dünyanın en zengin 200 insanı net kazancını 1994-1998 yılları arasında iki kat arttırarak 1 trilyon doların üstüne çıkarmışlardır. En zengin 3 milyarderin servetlerinin toplamı 600 milyondan fazla nüfusun yaşadığı az gelişmiş ülkelerin GDP' sinden daha fazladır.1970'den beri Amerika'da en üstteki %1 lik hane halkı ulusal gelirden aldığı payı iki kat artırmıştır. En üst %1 lik kesim halen alttaki %95 lik gruptan daha fazla zenginliğe sahiptir.

    Bilgi ve enformasyon teknolojilerinin rekabette üstünlüğü yarattığı bir dönemde , yeni enformasyon teknolojilerini yaratan ve kullanan ülke ve grupların gelişmiş ülkeler olması ülkeler arasındaki eşitsizliği daha da arttırmaktadır. Nitekim 2000 İnsani Kalkınma Raporuna göre internet dünyadaki en zengin %20'nin internet kullanımındaki oranı %93,3 iken en fakir %20 sinde bu oran %0.2 dir. Dolayısıyla yakın gelecekte de eşitsizliğin giderilmesine yönelik büyük bir umut yok gibidir. Eşitsizliğin artışı bir çok ülkede , 1998 Endonezya örneğinde olduğu gibi sosyal patlamaları ve huzursuzlukları da beraberinde getirmektedir. Aynı zamanda gelişmiş ülkeler arasında ticari blokların oluşması ve bölgeselleşme iddiaları bu bloklar dışında kalan az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin durumunu daha da güçleştirmektedir.

    Küreselleşmeye yöneltilen en büyük eleştirilerin ve yaşanan sorunların merkezinde çokuluslu sermayenin küreselleşme sürecinde kuralları koyduğu ve bu kurallar karşısında ulusal hükümetlerin politika oluşturmakta yetersiz kaldığıdır. Aynı zamanda enformasyon ağlarıyla finans piyasalarının birbirine bağlı olduğu bir küresel ekonomide uluslar üstü sermayenin çok kısa zamanda mevcut ülkeyi terk etmesi Rusya ve Asya krizlerinde görüldüğü gibi küresel krizlere neden olmaktadır.Dünya ihracatında önemli bir gücü elinde bulunduran küresel şirketlerin merkezi birkaç ülkede odaklanmaktadır.

    Uluslar arası sermayenin ve küresel şirketlerin kuralları belirlediği ve piyasaları biçimlendirdiği küresel ekonomide sosyal politikaların ve maliyetlerinin sorumluluğunu üstlenen çıkmamaktadır. Her ne pahasına olursa olsun ekonomik gelişme hedeflenirken , sosyal gelişmenin ve adaletin göz ardı edilmesi eşitsizlik, yoksulluk ve dışlanma sorunlarının uluslar arası boyut kazanmasını hızlandırmaktadır. Dolayısıyla eğitim ve sağlık alanlarında sorunlar yaşanmakta, doğanın tükenme hızı artmakta , çevre sorunları şiddetlenmekte, uluslararası çalışma standartları aşınmakta, gerçek ücretlerde gerilemeler gözlenmekte, çocuk işçi istihdamı artmakta , işten çıkarmalar yoğunlaşmakta, işsizlik sorunu yapısallaşmakta, sosyal huzursuzluklar ve şiddet artmaktadır.

    Yeni küresel elektronik ekonomide , fon yöneticileri, bankacılar, büyük şirketler ve onların yanı sıra milyonlarca bireysel yatırımcı , büyük miktarda sermayeyi tek bir tuşu tıklayarak dünyanın bir ucundan öbür ucuna aktarabiliyorlar. Ve bu hareketleriyle , Asya'daki olaylarda seyrettiğimiz üzere , kaya gibi sağlam görünen ekonomilerin tüm istikrarını bozabiliyorlar.VI Yaşanan krizlerin bir çoğu çokuluslu şirketlerin ve uluslarüstü sermayenin kendilerine daha cazip imkanlar ve ortamlar ortaya koyan ülke ve finans piyasalarına gitmesinden kaynaklanmaktadır. Uluslar üstü sermayeye yapılan kısıtlamalar ülkeden çokuluslu şirket ve sermeyenin kaçmasına neden olmaktadır.

    Mevcut kurumlar günümüzde finans piyasalarında yaşanan krizlere çözüm bulamamaktadırlar. Uluslar üstü sermayenin kontrol edilememesi ve tek tuşla bulunulan ülkeyi terk edebilme hareketliliğinin yüksekliği önümüzdeki dönemde tartışılacak en önemli konulardan birini oluşturacaktır. Çözüm olarak önerilen uluslar arası para hareketlerinin uluslar arası vergilendirmeyle kontrol altına alınması ve yabancı sermayeye belli koşullarda izin verilmesi gibi yöntemlerin uygulanabilirliği ülkeler arasındaki eşitsizlikler de dikkate alındığında mümkün gözükmemektedir. Küreselleşme süreciyle birlikte ulus devletin konumuna yönelik tartışmalarda şiddetlenmektedir.

    Dünyada bir globalleşmeden söz ederken Türkiye’nin konumu ve geleceği nasıl olur veya nasıl olacak diye bir soru sormamız gerekir. Globalleşen dünyada bir çok kutuplaşmalar ve çeşitli bloklar oluşmaktadır. Türkiye bu gibi yapılara entegre mi olmalı yoksa , otarşik bir yapıda mı bulunmalıdır? Bütün bu sorulara cevap vermek için ülkelerin politikalarına bakmamız gerekir. Örneğin ABD’nin politikası menfaat politikasıdır, eğer bir şeyden çıkar sağlıyorsa ya da faydalı görünüyorsa ABD, o ise girer. ABD için ülkesinin menfaatleri en yüksek seviyededir. Yeri geldiğinde en azılı düşmanıyla bile dost olabilir. Küreselleşme bir taraftan gelişmiş ülkeleri daha zengin yaparken diğer taraftan da fakir ülkeler daha fakir olmaktadır.Dünyanın giderek küresel bir yoksullaşmasından söz edilmektedir. Belli kurum ve devletler dünya ekonomisinin yarıya yakın payını alırken,diğer devletler daha azını almak zorunda kalıyor. Bu da küreselleşmenin devamında sekteye yol açmaktadır. Giderek küreselleşmeye karşı protestolar ve mitingler yapılmakta, yeni sosyal ve siyasal yapı biçimleri ortaya çıkmaktadır. Artık, küreselleşme taraftarları ve karşıtları diye belli gruplar var.

    Küreselleşme içinde Türkiye’ye baktığımızda etkin bir siyaset ve politikadan söz edemeyiz. Her ne kadar dünya küreselleşse de , her ne kadar ülkeler bir birine yakınlaşsa da, Türkiye etkin ve tavizsiz bir politika gütmedikten sonra ve daha da önemlisi iyi bir ekonomiye sahip olmadıktan sonra globalleşen dünyada herhangi bir söz hakkının bulunmayacağı çoğu tarafından bilinmektedir. Politikacılar da bunun bilincinde ve bundan dolayı AB’ye girmek için yoğun bir çapa harcamaktadırlar.Ayrıca küreselleşmenin getirdiği bir çok sorun da belirmektedir.

    Küyerelleşme ve ekolojik tehlike giderek önem kazanmakta, ulusal olan değersizleşmededir. İşte bu noktada bir ülke vatandaşından veya ulustan söz etmek de olanaksızlaşıyor. Artık, ülkeler politikalarını gözden geçirmekte ve baskıcı zihniyete sahip yönetimler yerini gederek demokratik yönetimlere bırakmaktadır. Bunda da etkin olan olgu ise küyerelleşmedir. Ülkeler içinde bir çok etnik unsurları barındırmaktadır ve bu topluluklar özerkliklerini isteme hakkına sahip olmaya başladılar küreselleşmeyle. Nitekim çoğu ülke politikaları da bu yönde bir politika gütmek zorunda kalmıştır. Bu çok kültürlülük siyasi doğruculuk ile ülke politikalarında güvence altına alınmaya çalışılmaktadır. Bu ABD’de totaliteryen bir yapıya dönüşürken, bizde ise başı boşluk söz konusudur.

    Küreselleşme postmodernizmin bir söylemi gibidir. Postmodernizmin söylemlerinde insana değer verilmekte, çoğulculuk önemsenmekte ve insanın topluma yabancılaşması hoş görülmemektedir ama, her zaman söylemler pratikte uygulanamamaktadır. Bildiğimiz gibi küreselleşme yeni bir kapitalizm oluşturmaktadır. Bu da yeni liberallerin politikalarından türemektedir. Fukuyama, dünyanın artık liberal ekonomi ve politikalara bağlı olacağını ve giderek liberal politikaların ülke politikalarını belirleyeceğinden söz etmektedir. Tabi ki bu da yeni bir kapitalizm oluşturacaktır.

    Bütün bu söylem ve beliren yapılara bakarsak, Türkiye için bir gelecek profili çizebilmek mümkün gözükmektedir. Türkiye’nin şu anki politikasına baktığımızda ABD yanlısı bir yanı var, bu da bize ileride Türkiye’nin de bu yeni liberal politikalara uyum sağlayacağı ve ülke içindeki sosyo-politik yapısını bu şekilde ayarlayacağı izlenimini bize vermektedir. Şunu da belirtmek gerekir ki, eğer Türkiye akıllı bir politika öne sürmezse yeni sosyo-ekonomik krizlere ulaşabilir. İlk önce Türkiye’nin yapması gereken; IMF’nin elinden kurtulması ve kendi sanayisini kurmasıdır. Yabancı sermayeden çok ülke vatandaşına güvenmeli, bir şey ortaya sunulurken vatandaşın fikri alınmalı ve daha doğrusu ülke içindeki çeşitli etnik kimliklere olanaklar sunulmalı,dışlanmamalı ve onlara demokrasinin gereği olan her türlü etkinliğe katılma imkanı sunulmalı. Bu ülke içinde yaşayan bütün vatandaşlara sunulması gereken haktır ayrıca. Örneğin; insanlar istediği sendika ya da sivil toplum kuruluşlarına üye olabilmelidir. Ama Türkiye’de bu, pek de mümkün değil, çünkü daha demokrasi kültürü, diyalojik demokrasi ve sivil itiraz gibi kavramlar gelişmemiştir. Hatta diyebiliriz ki, Türkiye’deki millet vekillerini çoğu bu kavramları dahi bilmemektedir. Bu gibi kavramları bilmeyenlerden nasıl böyle bir istekte bulunabiliriz ki? O zaman yapılması gereken politika yapanların bilgilenmesi ve değiştirilmesi gerekir. Bunu da yapacak olan halktır, halk da kendini yetiştirmeli ve sorumlu bir vatandaş olmalı, dahası hak ve özgürlüklerinin bilincinde olmalıdır.

    Özellikle son dönemde finans piyasalarında yaşanan ve etkileri global düzeyde görülen krizlerin engellenmesine yönelik olarak ciddi arayışlar söz konusu.Küresel düzeyde kuralların ve kurumların oluşturulmasında ciddi bir belirsizlik var. Bu konuda ulus devletler tek başlarına yetersiz kalmaktadır.Nitekim çokuluslu sermaye ulusal engellerle karşılaştığında kendisine çok daha cazip imkanlar sunan başka bir ülkeye çok hızlı bir şekilde gidebiliyor.

    Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumlar da Uluslar arası krizlere çözüm bulmada ve kuralları oluşturmada çok yetersiz kalmaktadır.Küresel bir yönetimin kurulması ve ülkelerin küresel düzeyde belli konularda işbirliği yapması küresel kuralların oluşturulmasında ve krizlerin çözümlenmesinde getirilen bir öneri ama, yakın bir dönemde küresel yönetimin etkin bir şekilde kurulması mümkün görünmemektedir. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki gelişmişlik farkı ve eşitsizliğin giderek artması ülkeler arasında küreselleşmeye tepkileri arttırmaktadır.

    Bir çok araştırmacıya göre temel anlamda küreselleşme,kökenleri 1960'larda ortaya çıkan dönüşüm ve hızlı değişimlere dayalı, politik sonuçları beraberinde getiren ekonomik bir süreçtir. Küreselleşme, ulus aşırı şirketlerin uluslararası yatırım stratejilerinde, özellikle üretimin yerel olmaktan çıkarılıp farklı bölgelerde gerçekleştirilmesini içeren radikal bir yeniden konum belirleme çabası gerektirmektedir. 1970'lerdeki iktisadi krizler sonucunda ulus aşırı firmalar ulusal üretim hatalarını artık uluslararası hale getirmek zorunda kalmışlardır. Bu durum , üretimin uluslararasılaşması olarak anılmaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD önderliğinde oluşturulan yeni ekonomik ve siyasi dünya düzeni , yani Pax Americana, uluslararası ekonomide karşılıklı değişim yaklaşımına dayanmaktadır. Uluslararası mal, sermaye ve bilgi akışının kolaylaşması ve güvenli bir hale gelmesi ile Pax Americana uluslar arası ekonominin karşılıklı değişim yaklaşımından küresel üretime dönüşmesine yardımcı olmuştur.

    Küreselleşme hareketlerinin yaklaşık son 20 yılda ortaya çıktığı ve hız kazandığı görülmektedir. Küreselleşen dünyanın anlaşılması bir çok açıdan oldukça karmaşıktır. Küreselleşme, bünyesinde farklı boyutlarda bir çok konuyu barındıran karmaşık bir sosyal, ekonomik ve politik içeriğe sahiptir. Ekonomistler ve ekolojistler benzer şekilde "küresel yerelleşme (küyerelleşme)" kavramından söz edilmektedir. Bu yaklaşım "küresel düşün, yerel faaliyet göster" sloganıyla ifade edilmektedir. Gerek piyasa koşullarının zorlaması, gerekse sosyal yapı nedeniyle değişik piyasalar , şirketler ve sektörler değişik şekillerde örgütlenmektedir. Öte yandan , esas itibariyle ekonomik bir olgu olarak görülen küreselleşmeye, sosyologlar kültürel bir süreç olarak bakmaktadırlar. Sıkça değinildiği gibi dünya küçülmekte ama bütünleşmemektedir. Ekonomiler birbirine yaklaştıkça uluslar, kentler ve bölgeler birbirinden ayrılmaktadır. Küresel ekonomik bütünleşme süreci politik ve sosyal dağılmayı hızlandırmaktadır. Aile bağları kopmakta, yerleşik otoriteler sarsılmakta, yerel toplum bağları zorlanmaktadır. Uluslar da tıpkı hücreler gibi bölünerek çoğalmaktadır.

    Küreselleşme süreci hızlandıkça her biçimiyle yöreselliğin etkilerinin arttığı görülmektedir. Dünyanın her tarafındaki insanların büyük kısmı için bir yere bağlı olmak her zamanki kadar önem taşımaktadır. Kimlikleri bir yere bağlı olan ve başka bir yerde yaşamayı düşünemeyen bu insanlar yaşamak için belli bir toprağa ve kendilerini daha iyi hissetmek için kendi kültür ve dillerine dayanma ihtiyacı hissetmektedirler.

    Küreselleşmeyle beraber dünyada artan kutuplaşmalar ve oluşturulan birlikler , küreselleşmenin getirdiği sonuçlardan yalnız biridir.Nitekim, Birleşmiş Milletler 1945'te sadece 51 ülkeyle kurulmuştu. 1960 yılında 100,1984'te 159 ülkenin BM’e kayıtlı olduğu görülmektedir.1993 ortalarında ise, Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla birlikte üye sayısı184'e yükselmiştir.Başlangıçta Rusya’ya karşı kurulan NATO , küreselleşmeyle beraber şekil değiştirmiştir. Bu günlerde ise Rusya’nın da NATO ile flörtü sürmektedir.

    Sovyetler Birliğinin dağılmasının ardından dünyada askeri açıdan tek süper güç olarak ABD'nin kalmasına rağmen , ekonomik olarak üç süper gücün varlığından söz etmek mümkündür. Altın Üçgen ya da kısaca Üçlü olarak isimlendirilen bu güçler ABD, AB ve Japonya'dır. Söz konusu üç güç, dünya üzerindeki doğrudan dış yatırımlar ve uluslararası ticaretin büyük bölümüne hakimdirler. Bu üçlünün ilişkileri yakın coğrafyalarını da önemli ölçüde etkilemektedir. Nitekim, ABD; Kanada, Orta ve Güney Amerika ülkeleri, AB; Doğu Blok Ülkeleri ve Japonya da Pasifik bölgesindeki ülkelerle yakın ilişki içindedir. Doğudan dış yatırımlar; ticaret, mali kaynak akışı ve teknoloji transferi ile yakın ilişkisi nedeniyle iktisadi gelişme açısından önemli bir hale gelmiştir. Ancak, tüm gelişmekte olan ülkelerin üçlü gücün yatırımlarını çekmekte başarılı olduğu söylenemez. Bu yatırım fonlarının büyük bölümü çok uluslu işletmeler tarafından , en yakın komşu ülkeden başlayarak bölgesel iletişim ağları kurma amacıyla kullanılmaktadır. Nitekim, Meksika'daki toplam doğrudan dış yatırımların yüzde 61'i ABD kökenli işletmelerden gelirken , Güney Kore'nin doğrudan dış yatırımlarının yüzde 52 'si Japon firmalarınca sağlanmaktadır. 1990'ların başında gelişmekte olan ülkelere yapılan tüm yatırımların yarısından fazlası Brezilya, Çin, Hong Kong ,Meksika ve Singapur'a yapılmaktaydı. Bu durumun en önemli sebeplerinden biri , söz konusu ülkelerin üçlü güçle olan yakın ilişkileridir. II

    Dünyadaki değişim eğilimini gözlemlediğimizde globalleşme ile birlikte dikkati çeken bir diğer olgunun yerelleşmeolduğunu görüyoruz. Glokalleşme son zamanlarda yaygın olarak benimsenen ve kullanılan kavramlardan birisi. Glokalleşme, kısaca “uluslararası ilişkilerde global gerçeklerden hareket ederek global düşünmeyi, otarşizm yerine dışa açılmayı, dünya ekonomisi ile bütünleşmeyi; ülke içinde ise merkezi yönetim kanalıyla ekonomiyi ve siyaseti yönlendirme yerine yerel yönetimleri daha fazla güçlendirmeyi” ifade ediyor. Yerelleşmenin siyasal gücün tek elde toplanmasını önleyeceği ve böylece yerel demokrasiyi güçlendireceği ifade ediliyor. Desantralizasyon ya da adem-i merkeziyetçi yönetim kavramları yerelleşme ile aynı anlama geliyor. Yerelleşme, gerçekten de yerel demokrasiyi güçlendirmek için çok önem taşıyor. Yerel özerklik için yerel yönetimlerin merkezi yönetimlerin boyunduruğundan kurtarılmaları gerekiyor. Ancak yerelleşme bir taraftan, yerel halkın yönetime katılmasını sağlayarak demokrasiyi geliştirecek bir görevi yerine getirirken, öte taraftan yerel tiranlığı ve despotizmi de ortaya çıkarabilecek bir etki gösterebilir.

    Küreselleşme süreci içinde paradoksal bir çatışmayı bulunduran bir süreçtir. Ülkeler arasında da ülke içinde de , sektörler arasında da sektör içinde de kaybedenler ve kazananlar bu süreçte birlikte barınmaktadır. Küreselleşme sürecinden ülkeler, kurumlar , meslekler, ve kişiler açısından kazanan ve kaybedenler bulunmaktadır. Özellikle son dönemde küreselleşme sürecinin yarattığı toplumsal eşitsizliklere ilişkin önemli eleştiriler yapılmaktadır. Bunun yanında küreselleşme sürecinde kuralların konulmasında ve çözüm önerilerinin hayata geçirilmesine dair ciddi tartışmalar yapılmaktadır.

    Küreselleşme sürecinin hız kazanmasında enformasyon teknolojilerinin önemli bir rol oynadığını aşikardır. Özellikle 1970' li yıllarda hız kazanan enformasyon teknolojilerinin yükselişi ve kitle üretim ve tüketiminin krize girmesi üretimin yapısında ciddi dönüşümler yaşanmasını beraberinde getirdi. Bilgi ve hizmet işleri ve işçileri yaşanan süreçte önem kazanırken mavi yakalı işçiler, ve imalat işleri eski önemlerini kaybetmeye başladılar

    Bilgi ve enformasyon sektörlerinin öne çıkması sanayi toplumunun mavi yakalı işçisine olan talebi azaltmış ve belirli sektörler dışında firmalar küçülme yoluna gitmişlerdir. Aynı zamanda bu süreç beyaz yakalı bilgi işçisine olan talebi arttırırken milyonlarca mavi yakalı işçi istihdam sürecinin dışında kalmıştır. Yaşanan gelişmeler hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde işsizlik sorununu ortaya çıkarmıştır. Bilgi ve hizmet işlerinde çalışan son derece vasıflı, eğitimi , yaratıcılığı, yüksek bilgi işçileri bu dönüşümden kazançlı çıkan grubu oluşturmaktadır.

    Toffler işsizliğin artık niceliksel olmaktan çıktığını ve niteliksel olduğunu belirtmektedir. Yeni iş alanları açmakla işsizlerin sayısı azaltılamamaktadır, çünkü sorun artık sayı sorunu değildir. Toffler her işsize karşı on tane işçi aranıyor ilanı da çıksa , on milyon işçi aranırken ortada bir milyon işsiz de olsa , o bir milyon kişi , yeterli beceri ve bilgiye sahip olmadıkça , istenen işi yapamayacağını belirtmektedir. Beceriler artık öyle çeşitlidir ki ve öyle çabuk değişmektedir ki, işçilerin geçmişteki kadar ucuza değiştirilip yerine yenilerinin alınması düşünülemez. Para ve sayı artık sorunu çözemez hale gelmiştir.III Dolayısıyla hızlı değişen teknoloji ve yenilikler karşısında bunları kullanabilecek beceri ve bilgiye dayalı işçilerin önemi büyük önem kazanmaktadır.

    Son çeyrek yüzyılda istihdam ve sektörel yapıdaki dönüşüm, bilgi ve hizmet işlerinin öne çıkması sonucu sendikal yapıda da ciddi sorunlar yaşanmasına neden olmuştur. Küreselleşme sürecinde sendikal yapının gittikçe zayıfladığı görülmektedir. Toffler sendikaların daha çok zanaat veya seri üretime göre tasarlanmış oldukları için , ya tümüyle değişmeleri ya da süper-sembolik ekonomiye uygun yeni örgütlenme biçimlerinin düşünülmesinin şart olduğunu belirtiyor. Sendikaların devam edebilmesi için işçileri tek bir kitle olarak düşünmekten vazgeçip , tek tek bireyler olarak düşünmeye başlamaları gerekir.IV

    Sendikalar vasıfsız işçiler için aidiyet duygusu sağlamaktaydı. Sendikaların zayıflaması ve işsizlikteki artış işçilerin yeni aidiyet alanları arayışına yol açmıştır. Ayrıca işsiz kalmış ve yakın zamanda iş bulamayacak durumda olan büyük bir kitle için geleceğe yönelik güvensizlik ve belirsizlik artmıştır. Bozkurt, küreselleşme sürecinin en çok tartışılan sonuçlarından birisinin gittikçe artan belirsizlik ve güvensizlik olduğunu belirtmektedir. Bu sadece gelir düzeyi düşük gruplar arasında değil, orta sınıflar arasında da giderek yaygınlaşıyor.V Gittikçe artan belirsizlik ve güvensizlik kişilere aidiyet ve kimlik sağlama işlevi gören fundemantalist ve milliyetçi akımların güçlenmesini de beraberinde getirmektedir. Nitekim dünyada milliyetçi hareketlerin güçlenmesi , ırkçılık, dini hareketlerin artışı küreselleşme sürecinin ivme kazandığı gelişmelerdir. Küreselleşme sürecinde işsiz kalan veya gelecek belirsizliği ve ümitsizliği bulunan kesimler kendilerine parlak bir gelecek vaat eden büyük hayaller sunan söylemlere kolayca yönelebilmektedirler.

    Ekonomik küreselleşme gelir eşitsizliğini hem ülke içinde hem de ülkeler arasında dramatik olarak arttırmaktadır . Dünyanın zengin ülkelerinde yaşayan %20 üst gelir dilimiyle fakir ülkelerde yaşayan %20 lik alt kesim arasındaki gelir farkı 1960 yılında 30 kat iken bu oran 1997 'de 74 katına fırlamıştır. Dünyanın en zengin 200 insanı net kazancını 1994-1998 yılları arasında iki kat arttırarak 1 trilyon doların üstüne çıkarmışlardır. En zengin 3 milyarderin servetlerinin toplamı 600 milyondan fazla nüfusun yaşadığı az gelişmiş ülkelerin GDP' sinden daha fazladır.1970'den beri Amerika'da en üstteki %1 lik hane halkı ulusal gelirden aldığı payı iki kat artırmıştır. En üst %1 lik kesim halen alttaki %95 lik gruptan daha fazla zenginliğe sahiptir.

    Bilgi ve enformasyon teknolojilerinin rekabette üstünlüğü yarattığı bir dönemde , yeni enformasyon teknolojilerini yaratan ve kullanan ülke ve grupların gelişmiş ülkeler olması ülkeler arasındaki eşitsizliği daha da arttırmaktadır. Nitekim 2000 İnsani Kalkınma Raporuna göre internet dünyadaki en zengin %20'nin internet kullanımındaki oranı %93,3 iken en fakir %20 sinde bu oran %0.2 dir. Dolayısıyla yakın gelecekte de eşitsizliğin giderilmesine yönelik büyük bir umut yok gibidir. Eşitsizliğin artışı bir çok ülkede , 1998 Endonezya örneğinde olduğu gibi sosyal patlamaları ve huzursuzlukları da beraberinde getirmektedir. Aynı zamanda gelişmiş ülkeler arasında ticari blokların oluşması ve bölgeselleşme iddiaları bu bloklar dışında kalan az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin durumunu daha da güçleştirmektedir.

    Küreselleşmeye yöneltilen en büyük eleştirilerin ve yaşanan sorunların merkezinde çokuluslu sermayenin küreselleşme sürecinde kuralları koyduğu ve bu kurallar karşısında ulusal hükümetlerin politika oluşturmakta yetersiz kaldığıdır. Aynı zamanda enformasyon ağlarıyla finans piyasalarının birbirine bağlı olduğu bir küresel ekonomide uluslar üstü sermayenin çok kısa zamanda mevcut ülkeyi terk etmesi Rusya ve Asya krizlerinde görüldüğü gibi küresel krizlere neden olmaktadır.Dünya ihracatında önemli bir gücü elinde bulunduran küresel şirketlerin merkezi birkaç ülkede odaklanmaktadır.

    Uluslar arası sermayenin ve küresel şirketlerin kuralları belirlediği ve piyasaları biçimlendirdiği küresel ekonomide sosyal politikaların ve maliyetlerinin sorumluluğunu üstlenen çıkmamaktadır. Her ne pahasına olursa olsun ekonomik gelişme hedeflenirken , sosyal gelişmenin ve adaletin göz ardı edilmesi eşitsizlik, yoksulluk ve dışlanma sorunlarının uluslar arası boyut kazanmasını hızlandırmaktadır. Dolayısıyla eğitim ve sağlık alanlarında sorunlar yaşanmakta, doğanın tükenme hızı artmakta , çevre sorunları şiddetlenmekte, uluslararası çalışma standartları aşınmakta, gerçek ücretlerde gerilemeler gözlenmekte, çocuk işçi istihdamı artmakta , işten çıkarmalar yoğunlaşmakta, işsizlik sorunu yapısallaşmakta, sosyal huzursuzluklar ve şiddet artmaktadır.

    Yeni küresel elektronik ekonomide , fon yöneticileri, bankacılar, büyük şirketler ve onların yanı sıra milyonlarca bireysel yatırımcı , büyük miktarda sermayeyi tek bir tuşu tıklayarak dünyanın bir ucundan öbür ucuna aktarabiliyorlar. Ve bu hareketleriyle , Asya'daki olaylarda seyrettiğimiz üzere , kaya gibi sağlam görünen ekonomilerin tüm istikrarını bozabiliyorlar.VI Yaşanan krizlerin bir çoğu çokuluslu şirketlerin ve uluslarüstü sermayenin kendilerine daha cazip imkanlar ve ortamlar ortaya koyan ülke ve finans piyasalarına gitmesinden kaynaklanmaktadır. Uluslar üstü sermayeye yapılan kısıtlamalar ülkeden çokuluslu şirket ve sermeyenin kaçmasına neden olmaktadır.

    Mevcut kurumlar günümüzde finans piyasalarında yaşanan krizlere çözüm bulamamaktadırlar. Uluslar üstü sermayenin kontrol edilememesi ve tek tuşla bulunulan ülkeyi terk edebilme hareketliliğinin yüksekliği önümüzdeki dönemde tartışılacak en önemli konulardan birini oluşturacaktır. Çözüm olarak önerilen uluslar arası para hareketlerinin uluslar arası vergilendirmeyle kontrol altına alınması ve yabancı sermayeye belli koşullarda izin verilmesi gibi yöntemlerin uygulanabilirliği ülkeler arasındaki eşitsizlikler de dikkate alındığında mümkün gözükmemektedir. Küreselleşme süreciyle birlikte ulus devletin konumuna yönelik tartışmalarda şiddetlenmektedir.

    Dünyada bir globalleşmeden söz ederken Türkiye’nin konumu ve geleceği nasıl olur veya nasıl olacak diye bir soru sormamız gerekir. Globalleşen dünyada bir çok kutuplaşmalar ve çeşitli bloklar oluşmaktadır. Türkiye bu gibi yapılara entegre mi olmalı yoksa , otarşik bir yapıda mı bulunmalıdır? Bütün bu sorulara cevap vermek için ülkelerin politikalarına bakmamız gerekir. Örneğin ABD’nin politikası menfaat politikasıdır, eğer bir şeyden çıkar sağlıyorsa ya da faydalı görünüyorsa ABD, o ise girer. ABD için ülkesinin menfaatleri en yüksek seviyededir. Yeri geldiğinde en azılı düşmanıyla bile dost olabilir. Küreselleşme bir taraftan gelişmiş ülkeleri daha zengin yaparken diğer taraftan da fakir ülkeler daha fakir olmaktadır.Dünyanın giderek küresel bir yoksullaşmasından söz edilmektedir. Belli kurum ve devletler dünya ekonomisinin yarıya yakın payını alırken,diğer devletler daha azını almak zorunda kalıyor. Bu da küreselleşmenin devamında sekteye yol açmaktadır. Giderek küreselleşmeye karşı protestolar ve mitingler yapılmakta, yeni sosyal ve siyasal yapı biçimleri ortaya çıkmaktadır. Artık, küreselleşme taraftarları ve karşıtları diye belli gruplar var.

    Küreselleşme içinde Türkiye’ye baktığımızda etkin bir siyaset ve politikadan söz edemeyiz. Her ne kadar dünya küreselleşse de , her ne kadar ülkeler bir birine yakınlaşsa da, Türkiye etkin ve tavizsiz bir politika gütmedikten sonra ve daha da önemlisi iyi bir ekonomiye sahip olmadıktan sonra globalleşen dünyada herhangi bir söz hakkının bulunmayacağı çoğu tarafından bilinmektedir. Politikacılar da bunun bilincinde ve bundan dolayı AB’ye girmek için yoğun bir çapa harcamaktadırlar.Ayrıca küreselleşmenin getirdiği bir çok sorun da belirmektedir.

    Küyerelleşme ve ekolojik tehlike giderek önem kazanmakta, ulusal olan değersizleşmededir. İşte bu noktada bir ülke vatandaşından veya ulustan söz etmek de olanaksızlaşıyor. Artık, ülkeler politikalarını gözden geçirmekte ve baskıcı zihniyete sahip yönetimler yerini gederek demokratik yönetimlere bırakmaktadır. Bunda da etkin olan olgu ise küyerelleşmedir. Ülkeler içinde bir çok etnik unsurları barındırmaktadır ve bu topluluklar özerkliklerini isteme hakkına sahip olmaya başladılar küreselleşmeyle. Nitekim çoğu ülke politikaları da bu yönde bir politika gütmek zorunda kalmıştır. Bu çok kültürlülük siyasi doğruculuk ile ülke politikalarında güvence altına alınmaya çalışılmaktadır. Bu ABD’de totaliteryen bir yapıya dönüşürken, bizde ise başı boşluk söz konusudur.

    Küreselleşme postmodernizmin bir söylemi gibidir. Postmodernizmin söylemlerinde insana değer verilmekte, çoğulculuk önemsenmekte ve insanın topluma yabancılaşması hoş görülmemektedir ama, her zaman söylemler pratikte uygulanamamaktadır. Bildiğimiz gibi küreselleşme yeni bir kapitalizm oluşturmaktadır. Bu da yeni liberallerin politikalarından türemektedir. Fukuyama, dünyanın artık liberal ekonomi ve politikalara bağlı olacağını ve giderek liberal politikaların ülke politikalarını belirleyeceğinden söz etmektedir. Tabi ki bu da yeni bir kapitalizm oluşturacaktır.

    Bütün bu söylem ve beliren yapılara bakarsak, Türkiye için bir gelecek profili çizebilmek mümkün gözükmektedir. Türkiye’nin şu anki politikasına baktığımızda ABD yanlısı bir yanı var, bu da bize ileride Türkiye’nin de bu yeni liberal politikalara uyum sağlayacağı ve ülke içindeki sosyo-politik yapısını bu şekilde ayarlayacağı izlenimini bize vermektedir. Şunu da belirtmek gerekir ki, eğer Türkiye akıllı bir politika öne sürmezse yeni sosyo-ekonomik krizlere ulaşabilir. İlk önce Türkiye’nin yapması gereken; IMF’nin elinden kurtulması ve kendi sanayisini kurmasıdır. Yabancı sermayeden çok ülke vatandaşına güvenmeli, bir şey ortaya sunulurken vatandaşın fikri alınmalı ve daha doğrusu ülke içindeki çeşitli etnik kimliklere olanaklar sunulmalı,dışlanmamalı ve onlara demokrasinin gereği olan her türlü etkinliğe katılma imkanı sunulmalı. Bu ülke içinde yaşayan bütün vatandaşlara sunulması gereken haktır ayrıca. Örneğin; insanlar istediği sendika ya da sivil toplum kuruluşlarına üye olabilmelidir. Ama Türkiye’de bu, pek de mümkün değil, çünkü daha demokrasi kültürü, diyalojik demokrasi ve sivil itiraz gibi kavramlar gelişmemiştir. Hatta diyebiliriz ki, Türkiye’deki millet vekillerini çoğu bu kavramları dahi bilmemektedir. Bu gibi kavramları bilmeyenlerden nasıl böyle bir istekte bulunabiliriz ki? O zaman yapılması gereken politika yapanların bilgilenmesi ve değiştirilmesi gerekir. Bunu da yapacak olan halktır, halk da kendini yetiştirmeli ve sorumlu bir vatandaş olmalı, dahası hak ve özgürlüklerinin bilincinde olmalıdır.

    Özellikle son dönemde finans piyasalarında yaşanan ve etkileri global düzeyde görülen krizlerin engellenmesine yönelik olarak ciddi arayışlar söz konusu.Küresel düzeyde kuralların ve kurumların oluşturulmasında ciddi bir belirsizlik var. Bu konuda ulus devletler tek başlarına yetersiz kalmaktadır.Nitekim çokuluslu sermaye ulusal engellerle karşılaştığında kendisine çok daha cazip imkanlar sunan başka bir ülkeye çok hızlı bir şekilde gidebiliyor.

    Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumlar da Uluslar arası krizlere çözüm bulmada ve kuralları oluşturmada çok yetersiz kalmaktadır.Küresel bir yönetimin kurulması ve ülkelerin küresel düzeyde belli konularda işbirliği yapması küresel kuralların oluşturulmasında ve krizlerin çözümlenmesinde getirilen bir öneri ama, yakın bir dönemde küresel yönetimin etkin bir şekilde kurulması mümkün görünmemektedir. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki gelişmişlik farkı ve eşitsizliğin giderek artması ülkeler arasında küreselleşmeye tepkileri arttırmaktadır.

    Enformasyon teknolojilerini kullananların küreselleşme sürecinde avantaj kazanması ve bu teknolojilere ve alt yapıya sahip ülkelerin gelişmiş ülkeler olması aradaki gelişmişlik farkını açmaktadır. Küreselleşme sürecinde gelişmiş ülkelerde de az gelişmiş ülkelerde de bu sürece tepkiler yükselmekte ve içe kapanmaya yönelik sesler gelmektedir. Milliyetçi partilerin ve ırkçı hareketlerin yükselişine bu süreçte tanık olunmaktadır. Gelişmiş ülkelerden az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere yönelik olarak dolaylı ve doğrudan yardımların artması küresel huzursuzlukları azaltmada izlenebilecek bir yoldur. Ve bunun örnekleri de son dönemde sıkça görülmektedir. Buna rağmen özellikle bu süreçte hem sermaye hem de teknoloji ve insan gücü açısından çok geride bulunan bir çok Afrika ve üçüncü dünya ülkesinin durumu karamsar gözükmektedir.

    Sürekli öğrenme, ülke , kurum ve kuruluşlar açısından rekabette avantajın temel anahtarı olacaktır. Sendikalar geçmişten farklı olarak yeni işlevler yüklenmek zorunda kalacaklardır. Bilgi işçileri ve yeni ekonominin yükselişi sendikaların güç kaybının devam etmesine neden olacaktır. Sendikaların varlığını devam ettirebilmeleri amacıyla uluslar üstü sermaye gibi sendikalarında küresel gelişmeleri takip etme ve küresel düzeyde işbirliğine gitmeleri gerekmektedir.

    Enformasyon teknolojilerini kullananların küreselleşme sürecinde avantaj kazanması ve bu teknolojilere ve alt yapıya sahip ülkelerin gelişmiş ülkeler olması aradaki gelişmişlik farkını açmaktadır. Küreselleşme sürecinde gelişmiş ülkelerde de az gelişmiş ülkelerde de bu sürece tepkiler yükselmekte ve içe kapanmaya yönelik sesler gelmektedir. Milliyetçi partilerin ve ırkçı hareketlerin yükselişine bu süreçte tanık olunmaktadır. Gelişmiş ülkelerden az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere yönelik olarak dolaylı ve doğrudan yardımların artması küresel huzursuzlukları azaltmada izlenebilecek bir yoldur. Ve bunun örnekleri de son dönemde sıkça görülmektedir. Buna rağmen özellikle bu süreçte hem sermaye hem de teknoloji ve insan gücü açısından çok geride bulunan bir çok Afrika ve üçüncü dünya ülkesinin durumu karamsar gözükmektedir.
    _____________________________
    ''My friend, do you fly away now?
    To a world that abhors you and I?

    All that awaits you is a somber morrow
    No matter where the winds may blow''




  • quote:

    Orijinalden alıntı: whtswrongstupid


    quote:

    Orijinalden alıntı: Robinson_Crusoe
    citizen kim yahu,

    Bimin prezervatif markasi

    ihihihihhh
    _____________________________
    Alem Bakar Neo Akar
    Zotac rtx 5080 amp infinity @3270mhz //Mi 14 pro 512gb
  • quote:

    Orijinalden alıntı: TheDarkDefender


    quote:

    Orijinalden alıntı: AnitabLake


    quote:

    Orijinalden alıntı: TheDarkDefender

    Citizen:

    Ortaçağ sanatı, Hırıstiyanlığın yayıldığı ülkelerde doğmuş ve onun hizmetinde gelişmiş olan dinsel nitelikli bir sanattır. Roma İmparatorluğu 4.yüzyılda Hıristiyan dinini kabulünden sonra ikiye ayrılınca, Ortaçağ sanatı da Batı ve Doğu Hıristiyan Sanatı olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Ortodoks mezhebine bağlı olan Doğu Hıristiyan Sanatı, Katolik Roma�dan farklı bir yol izlemiş ve �Bizans Sanatı� olarak adlandırılmıştır.

    Bu dönem 0-1 yaş arasındaki bebeklik dönemini kapsar. Oral dönemde temel haz kaynağı emmedir. Emme pasif ve bağımlı bir davranıştır. Freud�a göre anne ya da anne yerine geçen yetişkin tarafından çocuğun memeden erken kesilmesi ya da aksine çok uzun emzirilmesi onun bu döneme bağımlı olmasına neden olmaktadır.Emme ihtiyacı daha sonraki yaşamında da sürmektedir. Örneğin, öğrencilerin sinirli ve gergin olduğunda tırnak yemeleri, Freud�un oral bağımlılık olarak tanımladığı durumun bir göstergesidir. Psikoanalitik görüşe inanan psikologlara göre çocuğun yaşama küsmesi ya da onu sevmesi annenin tutumuna bağlıdır. Çocuğun ilerde göstereceği ruhsal özelliklerin temelini oluşturur. Örneğin,çocuğun birden bire sütten kesilmesi yaşama küsmesine yol açar. Bunu yapan anneye karşıda çocuk düşmanlık duyguları geliştirir. Sevme ve düşmanlık duyguları gibi iki zıt durumda kalan çocuk bilinçsiz olarak ruhsal bir çatışmanın içine girer. Böyle bir kimse anne aracılığıyla diğer insanlara karşı olan sevgi ve bağımlılığını da yitirir. Buda onun toplumsal gelişimini gene olumsuz yönde etkiler. �Doğumdan önceki bir yıl oral dönem olarak anılmaktadır. Bu evrede haz kaynağı,pasif ve bağımlı bir davranış olan emmedir. FREUD� a göre bebeğin bu evrede anne tarafından aşırı şekilde emzirilmesi veya memeden kesilmesi oral evreye takılmakla sonuçlanır. Dolayısıyla ağız yoluyla haz alma davranışı ilerde başka yaşantılara genellenmekte ve kişilik oral karakter kazanmaktadır. Oral karakterdeki kişiler gergin bağımlı ve karmaşık bir duygusal yapıya sahiptirler.

    Hıristiyanlık, başlangıçta çoktanrılı Roma�nın baskısı yüzenden rahat yayılma olanağı bulamamış, ancak resmi din olarak kabul edildikten sonra gelişme gösterebilmiştir. Batı Roma İmparatorluğu topraklarında yaşayan Hıristiyan toplulukları 4. yüzyıla kadar inançlarını yayma konusunda özgür değillerdi. Ölülerini gömerken gösterişli ayinler yaptıkları, bu yüzden de kovuşturmaya uğradıkları için mezarlıklarını yer altında yapmak zorunda kalmışlardır. Uzun ve karmaşık dehlizlerden oluşan bu yeraltı şehirlerine �Katakomb� adı verilir. Araştırmacılar tarafından uzun süre Hıristiyanların gizlice yaşadıkları şehirler sanılan katakombların sonradan yalnızca ölü gömülen ve ibadet edilen yerler oldukları anlaşılmıştır Nitekim, katakomblarda duvarlarına mezarlar oyulmuş dar koridorlardan ve girişteki ibadet salonundan başka, yaşamaya elverişli mekanlara rastlanmamıştır.

    Eğitimden bahsedildiğinde, genellikle, eğitim işine eğitimci ve öğrenci olarak katılanlar; öğretmenler ve öğrenciler, çocuklar ve gençler, anaokulu öğretmen ve bakıcıları, çıraklar ve ustalar, anne-babalar ve okul yöneticileri vs. akla gelir. Yâni eğitim deyince ilk akla gelen,eğitici ile eğitilenler arasındaki kişisel ilişkilerdir. Daha açık bir söyleyişle; öğretmen ili öğrenci arasındaki karşılıklı ilişkilerin şekli ve izleri, çocuk gelişiminin ortaya çıkardığı ihtiyaçlar, eğitsel ilişkinin meydana geldiği okul ve çevre ortamı, eğitime etki eden çevre faktörleri, çocukların tecrübe kazanmaları ve yetenekleri, eğiticinin pedagojik hedefleri, kullanılan eğitim araç ve metodları ile ilgileniriz.

    Eğitim, toplumun sosyal kurumlarından bir tanesidir. Her çocuk belirli bir aile içinde doğar, belirli bir sosyal tabakanın dilini ve görgü kurallarını öğrenir, bir köy veya şehir ortamında büyür, ilkokulda ve öğretim sisteminin diğer okullarında okur. Küçük çocukluk yaşlarından itibaren çeşitli arkadaş çevredeki içine girerek oyunlarını bu çevreler içinde oynar, sohbet eder, bu gruplarla bütünleşir. Kitap, gazete, dergi okur; sinemaya, tiyatroya gider, radyo dinler, televizyon seyreder... Bütün bunlar insanların ve özellikle yeni yetişen nesillerin içinde yaşadıkları toplumdan etkilenme yollarından bazılarıdır. İçinde yaşanılan bu ortamlar, çocukları ve gençleri hayatın amacı, önyargılar ve değer hükümleri, tutumlar, vaziyet alışlar, bütün düşünce ve davranış yönlerinden etkiler, yönlendirir ve kalıplaştırır. İşte burada kısaca değinilmeye çalışılan toplum ile eğitsel yetiştirme arasındaki karşılıklı ilişkileri, bağlantıları ve etkilemeleri inceleyen bilim dalına Eğitim Sosyolojisi denir.

    Türkiye'de eğitim sosyolojisi olarak adlandırılan bilim dalı, dünyada kendisi ile ilgili literatürdeki ikili yaklaşımın ikisini birden ifade etmektedir. Bu bilim dalının tarihinde özellikle etkili olmuş bu ikili yaklaşım şunlardır: Toplumun sosyal yapısını bir bütün kabul ederek onun kurumlarından birisi olan eğitimi ele alıp incelemektedir. Burada sosyolojik metodlar kullanıldığı gibi, araştırmaların odak noktası ve konuya bakış açısı da sosyolojiktir. Türkçeye "Eğitsel Sosyoloji" olarak çevrilebileceğimiz "Educational Sociology" ("Paedagogische Soziologie") ise odak noktası olarak eğitimi almakta; eğitim sistemi, öğretmen-öğrenci ilişkileri, sınıfların durumu, ders programları, eğitimde uygulanan metodları vs. incelemektedir. Yaklaşımlar farklı olmasına rağmen ele alınan konular aşağı yukarı aynı olduğu için, Eğitim Sosyolojisi derslerinde her iki yaklaşımın da eğitim ve toplum konularını ele alma tarzları ve çıkardıkları sonuçlar birlikte verilmeye çalışılmaktadır. Zaten son yıllarda bu tartışmaların en yoğun olduğu Amerika Birleşik Devletleri'nde de iki akımın birbirine yaklaştığı ve birleştiği görülmektedir.

    Eğitim Sosyolojisinin ana konularına girmeden önce, eğitim ve sosyoloji kelimelerini, bizim için ne ifade ettikleri noktasından ele almak lâzımdır. Sosyolojik açıdan eğitim, bireyin içinde yaşadığı toplumda yeteneğini, tutumlarını ve olumlu yöndeki diğer davranış biçimlerini geliştirdiği bir süreçler toplamıdır. Başka bir tanıma göre de eğitim, bireyin toplumsallaşması ve ferdî gelişimini - ilgi ve ihtiyaçları doğrultusunda - en yüksek düzeye çıkarması için düzenlemiş, kontrollü bir çevredeki toplumsal süreçtir. Sosyolojiye göre eğitim, bir sosyalleşme veya sonradan topluma katılanlar için bir integrasyon (bütünleşme, kaynaşma, intibak) sürecidir. Sosyoloji ise, insanların meydana getirdikleri toplulukların ve toplumsal kurumların sistematik incelemesini yapan bir bilimdir. Sosyoloji, insanın sosyal davranışlarını inceler, toplumsal davranışın kalıplaşmış şekillerini, bu alandaki toplumsal kuralları ve "toplumsal yasaları" tespit etmeye çalışır; modern toplumlarla ilgilenir.

    Eğitim, toplum içinde cereyan eden bir sosyalleşme olgusu olarak ele alındığında, okullar ve diğer eğitim-öğretim birimleri de bu toplumsal olguyu organize ettiğinden eğitim de bir sosyal olay olarak ele alınmakta; eğitim olgusuna sosyal yönden yapılan yaklaşım ve incelemeler de Eğitim Sosyolojisi adı altında toplanmaktadır.

    Hıristiyanlık, başlangıçta Yahudiliğin tasvir yasağını benimsediği için ilk resim örnekleri, ancak 3. yüzyıldaki katakomb duvarlarında karışmıza çıkar. Bu resimler genellikle çok basit ve şematiktir. Okuma yazma bilmeyen Hıristiyanların vaazlarda anlatılan dinsel olayları gözlerinde canlandırabilmeleri için yapılmışlardı. Aslında bu resimlerin her biri basit birer semboldürler. Ama bu basit semboller bile, o dönemde inançlı kişilerin zihinlerinde bir takım dinsel imgeler uyandırmaya yetiyordu. Örneğin, Roma�daki Priscilla Katakombu�nda tasvir edilen İsa�nın oniki havarisiyle birlikte yediği ve onlara kutsal ekmekle şarap dağıttığı Son Akşam Yemeği sahnesi, ıncil�de geçen ve tüm Hıristiyanların bildiği bir olaydır. Bu yüzden resmi yapan sanatçı, olayı ısa ile yalnız altı havarisini basit bir sofra önünde göstermekle yetinmiştir.

    Batı Roma, 4. yüzyıldan başlayarak Kuzeyli kavimlerin istilasına uğramıştı. Amansız Hun akınlarıyla yurtlarından atılan Cermen ulusları, Avrupa�nın çeşitli yörelerine yayılmışlar, zayıf düşen Roma bunlarla başa çıkamamıştır. Ostrogotlar ve Lombartlar ıtalya�da, Franklar orta ve batı Avrupa�da, Vizigotlar ıspanya�da, Vikingler ve Anglosaksonlar ıskandinavya ve ıngiltere�de egemenlik kurmuşlardır. Romalıların �barbar� saydıkları bu kavimlerin aslında kendilerine özgü uygarlıkları ve sanatları vardı. Bu kavimler, Hıristiyanlığı benimsedikten sonra yerleştikleri ülkelerin kültürünü de özümleyerek, 11. yüzyılın ortalarına kadar güçlü bir sanat etkinliği yaratmışlardır. Bugün Osla Gemi Müzesi�nde bulunan 9. yüzyılı ait bir Viking Gemisi�nin burnu, Vikinglerin başarılı tahta oymacılı¤ını yansıtan güzel bir örnektir.

    Erken Hıristiyan sanatının oluşumunda Helen-Latin kültürü kadar kuzey kavimlerinin de katkısı olmuştur. Bu dönemin sanatı putperestlik inançlarından izler taşımakla birlikte aslında tümüyle Hıristiyanlı¤ın hizmetindeydi. Bu dönemde dinsel olmayan tek örnek, Bayeux Halısı�dır. 70 metre boyundaki bu ola¤anüstü yapıtta Normanların ıngiltere�yi istilası anlatılmıştır. 6. yüzyıl başında ıtalya�nın Ravenna kentinde yapılmış olan Ostrogot kralı Büyük Thedoric�in Mezar Anıtı ise erken mimarlık örneklerinden biridir. Bu görkemli anıtta merkezi planlı, dışı mermer kaplı Roma yapılarının etkileri kolayca farkedilir. Lombartların 7. yüzyılda Kuzey ıtalya�nın Perugia kentinde inşa ettikleri Kilise de eski Yunan ve Roma tapınaklarını anımsatmaktadır. Benzerlik, özellikle dışa açık sütunlu cephede ve üçgen alınlıklı çatı örtüsünde dikkati çeker.

    8. yüzyılda batı ve orta Avrupa�ya hakim olan Franklar, ünlü kralları Charlemagne döneminde topraklarını daha da genişleterek, Avrupa�nın en güçlü devletini kurmuşlardır. Charlemagne, bir cermen prensliğinden Roma anlamında bir imparatorluk yaratmıştır. Kendini Kutsal Roma-Cermen İmparatoru ilan etmiştir. Birleşik bir Avrupa�nın kurulması ve Batı kültürünün temellerinin atılması bakımından önem taşıyan bu döneme �Karolenj Rönesansı� adı verilmiştir. Bu dönemin en tipik mimarlık örneği başkent Aachen�daki İmparatorluk Kilisesi�dir. Çevresi daha sonraları Gotik üslupta yapılarla kuşatılmış olan bu kilise, sekizgen gövdeli, yüksek kasnaklı, dilimli kubbeli bir yapıdır. Çevresindeki yapılardan ayrı düşünülürse, anıtsal bir görünüm taşıdığı hemen anlaşılır. Charlemagne�ın kurdurduğu bu merkezi planlı yapıya Ravenna�da bulunan 546 tarihli bir Bizans kilisesi olan San Vitale�nin örnek olduğu düşünülmektedir. Aachen şapeli�nin iç yapısı da ilginçtir. Sekiz masif ayağı dayanan kubbeli orta mekan iki katlıdır. Bu mekan altta bir koridor, üstte ise sütunlu galerilerle çevrilidir. Yapının dış görünümündeki anıtsallık, damarlı ve renkli mermerlerle kaplı iç mekanda daha da belirgindir.

    Patlıcanları temizleyin, soyun ve ortasından yarın, sonra enlemesine de bir yarık yapın. Tuzlayıp, yarım saat sonra yıkayıp bir tabağa çıkarın.Soğan ve sarımsakları piyaz biçimi doğrayın. Üç domatesi ufak ufak kesin. Patlıcanları sararıncaya kadar zeytinyağda kızarttıktan sonra pişireceğiniz tencereye dizin, aynı yağda soğan ve sarımsağı kavurun, ardından domatesleri de katıp çevirin. 15 dakika pişirin. Maydanozu katın, daha sonra bu içi patlıcanlara doldurun. Suyunu koyun. Üzerine 2 domates ve biber dilimleri koyarak yarım saat pişirin, soğutun.

    Karolenj İmparatorluğu 10. yüzyılda ikiye bölünmüş, doğu kesimi Kral Büyük Otto�nun yönetimine geçmiştir. Yeni bir canlanışa sahne olan bu dönemin ve yörenin sanatı, �Otto Sanatı� diye tanımlanır. Bu dönemin mimarlık yapıtlarına örnek olarak 11. yüzyılın ilk yarısında yapımı tamamlanan Hildesheim�daki Saint Michael Manastırı gösterilebilir. Bu kilisede bazilika planı uygulanmıştır. Vatikan�da bulunan San Pietro Kilisesi�nin 16. yüzyılda çizilmiş eski bir resmi, bazilikal plan tipinin ana hatlarını göstermesi bakımından önemlidir. Bu çizimde görüldüğü gibi, erken örnekleri Geç Roma ve Bizans�a dayanan bazilikal plan tipinde uzunlamasına ana mekan, sütunlara dayanan kemerlerle yan mekanlara açılmaktadır. Bu yan mekanlara orta ve yan nefler denir. Orta nefte, girişin karışsındaki duvar, yarım daire biçiminde dışarı taşırılmıştır. Dini törenlerin yapıldığı, ilahilerin okunduğu bu bölüme �Apsis� adı verilir. Genellikle apsis yönünde nefleri dik olarak kesen uzun bir mekan daha yer alır. Kral galerisinin ve kilise orgunun bulunduğu bu mekana ise �Transept� denir. Saint Michael Kilisesi�nde olduğu gibi bazen giriş yönüne de ikinci bir transept eklenir, orta nefle transeptin kesiştiği bölümler, birer kuleyle yükseltilirdi. Yuvarlak kemerlerin, masif ayakların ve kalın duvarların kullanıldığı bu yapılar, daha sonraki yüzyılda görülen Romanesk mimarinin öncüleri olmuştur.

    Gerek Charlemagne gerekse Otto döneminde el sanatları ve kitap resimleri alanlarında da ilginç örneklerle karışlaşılır. Dini törenlerde kullanılan 8. yüzyıla ait kutsal bir şarap kabı olan Tassilo Kalisi (Kremsmünster Manastırı) hem biçim hem işçilik bakımından dönemin yetkin bir örneğidir. III. Otto İncili�nin (Bayerische Staatsbibliothek, Munich) altın kaplamalı ve değerli taşlarla süslü cilt kapağının ortasında yer alan fildişi kabartma da dönemin ince el işçiliğini gösteren güzel bir örnektir. Bu kabartmada �Meryem�in Ölümü� konu edilmiştir.

    Fasulyelerin kılçıklarını ayıklayın ve çapraz küçük parçalar halinde (Baklavaya benzer şekilde) kesin. Tuzlu suda, ağzı kapalı bir tencerede, 15 dk kadar haşlayın. Fasulyelerin fazla yumuşamamalarına dikkat edin. Pırasayı çok ince doğrayın. Tereyağını büyük bir tavada eritin ve doğranmış pırasayı ekleyip, 2-3 dk sote edin. Haşlanmış taze fasulyeyi de ekleyip, 10 dk daha kavurmaya devam edin. Yumurtaları el mikseriyle çırpın ve pırasalı fasulye karışımına ilave edip, 3-4 dk daha, devamlı karıştırarak, pişirin. Tuz ve karabiber katıp, hemen servis yapın.

    Erken dönemde duvar resminin yanı sıra minyatür adı verilen kitap resmi de yaygınlık kazanmıştır. Bu dönemin minyatür sanatında görülen özellikleri başarıyla yansıtan örneklerden biri de 845 tarihli Bamberg İncili�nde (Staadliche Bibliothek, Bamberg) yer alan Adem ile Havva kompozisyonudur. Bu minyatürde Adem ile Havva�nın yaradılışından, şeytana uyup yasak meyvayı yemelerine, cennetten kovulmalarına ve yeryüzünde çileli bir hayat sürmelerine kadar geçen olaylar anlatılmaktadır. Basit ve şematik bir anlatım söz konusudur. Bütün bu olaylar şerit halindeki sahnelerde bir yazı okur gibi izlenebilir. Bu özellik, Ortaçağ resminde yaygın bir anlatım biçimidir. Otto dönemine ait kitap resimlerinde ise daha ileri bir aşamaya tanık olunur. Kral Otto�ya sunulan bir kitabın (Musée Condé, Chantilly) ilk sayfasında Hıristiyan dünyasının hakimi olarak tahtında oturan kral ve buyruğundaki eyalet prensleri gösterilmiştir. Sahne, dengeli bir kompozisyon düzeni ve başarılı bir renk uyumu içinde resimlenmiştir.

    1066 yılında İngiltere�yi işgal eden Normanlar, yeni bir mimari üslubu da beraberlerinde getirmişlerdir. Bu üslup ıngiltere�de �Norman üslubu�, Avrupa kıtasında ise �Roman üslubu� adını almıştır. 1050�lerde başladığı kabul edilen Romanesk, Avrupa�nın yeni bir canlanış dönemi olmuştur. Özellikle Haçlı seferleri, değişik sınıftan kişilerin birbirine kaynaşmasını sağlamış, kilise her tür sanatın koruyuculuğunu yapacak bir düzeye ulaşmıştır.

    Romanesk sanat deyince ilk akla gelen, Ortaçağ�ın büyük manastır yapılarıdır. Bunlar, yalnız dinsel değil, sosyal ve kültürel etkinlikleri de içeren yapı kompleksleridir. Romanesk kiliseler ise kalın taş duvarları, masif kuleleri ve heybetli görünümleriyle kimi zaman bir şatoyu anımsatırlar. Romanesk mimarlık üslubuna Avrupa�nın değişik yörelerinde rastlanır. Ama en tipik ve anıtsal örnekler daha çok Almanya, Fransa ve ıngiltere�de toplanmıştır.

    Uzun yüzyıllar boyunca eğitim, toplumun ahlâk kurallarının, ekonomik ve politik yapısının belirlediği - ama kesin olarak belirlediği - ve mevcut toplumsal düzeni aynen devam ettirmeyi sağlayacak vatandaşlar yetiştirmeyi amaçlayan bir sistem olarak görüldü. Öyle ki, toplum düzeni ve onun felsefî ahlâki ve politik kuralları, öğretmen ile öğrenci arasındaki ilişkiyi, eğitimin amaçlarını, eğiticinin hedeflerini, eğitim araçlarını ve vasıtalarını tek başına belirliyordu. Avrupa'da 18. yüzyılın ortalarına kadar hem okullarda hem de okul dışı dinî ve meslekî eğitim kurumlarında verilen eğitim, eğiticilerin öğrenciler üzerindeki kesin egemenliğine dayanıyor ve yeni nesiller mevcut toplumsal düzenin devamını sağlamak için zamanın toplumsal ihtiyaçlarına ve gereklerine göre düzenleniyordu.Antik Roma, M.Ö. 9. yüzyılda İtalya Yarımadası'nda kurulan Roma şehir devletinden doğarak tüm Akdeniz'i çevreleyen muazzam bir imparatorluk haline gelen medeniyetin adıdır. Yaklaşık 12. yüzyıl boyunca varlığını sürdürmüş olan Roma uygarlığı bir monarşiden oligarşi ve cumhuriyetin bileşimi bir demokrasiye ve daha sonra da otokratik bir imparatorluğa dönüşmüştür.Fetih ve asimilasyon yollarıyla Batı Avrupa ve Akdeniz'i çevreleyen bölgede egemen olan Roma İmparatorluğu, iç istikrarsızlıkların ve özellikle de göçebe toplulukların akınlarıyla yıpranmaya başlamıştır. Bu etkiler sonucunda Hispanya, Galya ve İtalya'yı içine alan batı imparatorluğu 5. yüzyılda bağımsız krallıklara bölündü. İmparatorluğun batı kesiminin dağılması, tarihçiler tarafından Antik Çağlar'ın sonu, Orta Çağ'ın, aynı zamanda Karanlık Çağ'ın da başlangıç tarihi olarak kabul edilir. Öte yandan İstanbul'dan yönetilen doğu imparatorluğu, 1453 yılına kadar varlığını sürdürmüştür.Roma uygarlığı, kültürel olarak yoğun biçimde ilham ve örnek aldığı Antik Yunan ile birlikte "klasik antikite"ye dahil edilir. Antik Roma Batı dünyasındaki hukuk, savaş, sanat, edebiyat, mimari, teknoloji ve dil konularının gelişimine büyük katkıda bulunmuştur ve hâlen de günümüz dünyası üzerinde büyük etkiye sahiptir.

    Tarihte artık klâsik olmuş olan bu tezi ilk defa 1888 yılında W.Dithey, "eğitim, toplumun bir fonksiyonudur" şeklinde formüle etmişti. Buna göre eğitim hedefleri toplumun hedeflerinin aynısı idi. Eğitim düşünce ve hareketleri sosyal yapıya bağlı ilişkiler tarafından, "toplumsal güç" ve politik çıkarlar bakımından belirleniyordu. Öyle ki eğitim, mevcut yönetim-yönetilen (iktidar-halk) ilişkilerinin sağlamlaştırılarak sürdürülmesine yarıyordu.

    18. yüzyılın ortalarından itibaren aşırı derecede hızlanmış olan toplumsal değişmede eğitim, çok önemli bir rol oynayamadı. W.F. Ogburn'ün "kültürel geri-kalma" (cultural lag", "kulturelles Zurückleiben") teorisine göre, toplumdaki bütün kültürel unsurlar aynı değişme sürecini paralel zamanlar içinde geçirmediler; "maddî kültür" dediğimiz bilim ve teknik keşifleri, bilgi ve metodları, "manevî kültür" ("immaterialle Kultur") dediğimiz toplumsal kurumlar, değerler, kurallar, dünya görüşleri, örgütler vs. den daha yavaş bir gelişme gösterdiler ve onların gerisinde kaldılar. Oysa günümüzde ise tam tersi bir durumla karşılaşmaktayız. Bugün maddî kültür unsurları alabildiğine bir gelişme içinde bulunmalarına karşın, manevî kültür unsurları önemli bir gerilik içinde bulunmakta; yeni değerler yaratılmadığı gibi eskilere karşı da vaziyet alınmakta ve insanlar büyük bir manevi boşluk içinde bunalımlara düşmektedirler.

    Genellikle Eğitim Sosyolojisinin kurucusu olarak kabul edilen Fransız sosyologu E.Durkheim, eğitimi toplumun bir fonksiyonu olarak görmeye devam etti. Ona göre eğitim, topluma bağlı değişkenlerden biri idi ve amacı da çocukları ve gençleri, içinde yaşadıkları topluma katmak, oraya uyum yapmalarını sağlamak; bu toplumsal ve politik sistemi anlamalarını ve işleyişine katılmalarını temin etmek idi. Hatta bazı anne-babalar istemeseler bile, çocukların başarılı olabilmeleri için, içinde bulundukları toplum düzenine uygun, sosyal yönden arzu edilen çerçevede yetiştirmek zorundadırlar. Bu, çocukların hayatta başarılı olabilmeleri için vazgeçilmez bir esastır.

    Eğitim-toplum ilişkilerindeki bu aşırı görüş insanın tamamen toplum tarafından şekillendirildiğini kabul ediyor ve onu, toplum düzeni içindeki sosyal rollerden kendisine uygun düşenleri seçip oynayan bir "rol oyuncusu" olarak görüyordu. Ancak bu görüşün bir antitezi olarak, eğitim toplumdan bağımsız bir değişken olduğu ve toplumun eğitim tarafından şekillendirilip değiştirdiği görüşü savunulmaktadır. Dilthey'in tezine tamamen zıt olan bu görüşe göre de "toplum, eğitimin bir fonksiyonudur". Eğitim, toplumu yenileştirme ve değiştirme, mevcut toplumsal, politik güç ve fikirleri kontrol altına alma, şekillendirme gücüne sahiptir. Sosyal bilimler tarihinde bu tip bir görüşün ilk savunucularından biri J.G.Fichte idi. Ona göre, eğitim sisteminde ve bilhassa ilkokul düzeyindeki eğitim-öğretim yürüten öğretmenlerin çalışmalarıyla toplum yapısında büyük değişikler olur. Fichte, Alman milletinin Napolyon'un işgalinden kurtulmasının ancak bu yolla mümkün olabileceğini savunuyordu. Tanınmış Amerikalı eğitim düşünürü J. Dewey de 1899'da yayınladığı "Eğitim ve Toplum" adlı eserinde, eğitim sistemini, toplumsal değişimin doğrudan doğruya bir aracı olarak görüyor; toplumsal reformların yapılmasını okullardan bekliyordu.

    Yukarıda kısaca söz edilen görüşler, eğitim ile toplum arasında diyalektik bir ilişki olduğunu göstermektedir. Bu kitapta işlenecek olan eğitim ile toplum arasındaki bağlantılara, düşünce tarihinin ilk dönemlerinden beri dikkat çekilmektedir. Platon, Aristoteles, Poseidonius, Çiçero gibi antik Yunan ve Roma dönemi düşünür ve siyasetçilerinin eserlerinde eğitim olgusuna toplumsal, felsefî ve politik yaklaşımlar görülmektedir. Ortaçağ düşünce hayatında da, toplumsal yaşam ile eğitim bir görülmeye devam etmiştir. Ancak daha sonra eğitim ve toplum, felsefî ve teolojik görüşlerin kontrolünden kurtulmuştur. Bu, İngiltere'de de J.Locke; Fransa'da, J.-J. Rousseau ve Almanya'da J.G.Herder tarafından gerçekleştirilmiştir. Bilimsel ve teknik keşifler, icatlar, gittikçe artan nüfus, üretim tekniğinde ortaya çıkan yeni düzenlemeler sosyal yaşayış biçimindeki değişiklikleri zorunlu kılmıştır. Bu arada politik iktidarlar da toplumsal değişmeye ayak uydurmak zorunda kalmışlardır. O zaman bu sosyo-ekonomik değişiklikler içerisindeki insanlarda kendi çıkarlarını düşünen, rasyonel davranan, feodal yapılardan ve geleneksel meslek bağlarından kurtulan bireyler olarak ortaya çıktılar. Bunun sonucu olarak da, eğitim ve öğretim anlayışı ferdin kendini bağımsızlaştırmasına ve toplum yapısındaki değişikliklere uymak zorunda kaldı.

    J.-J. Rousseau, ferdin doğuştan getirdiği saf tabiatını temele alan bir eğitim teorisi geliştirdi. Onun "Emile veya Eğitim Üzerine" adlı pedagojik romanında vurgulamak istediği, ferdin doğuştan esas olarak temiz olduğu, ancak feodal toplumun ve eğitim dahil bütün toplumsal kurumların daha sonra kişinin temizliğini ve ahlâkını bozduğu idi. Ona göre eğitim, toplumun, dinî, felsefî, ahlâki ve politik sistemlerin çocuğa kabul ettirilmesi değil; çocuğun serbest gelişimini, "tabiî gelişimini" sağlayıcı bir düzen olmalı idi. Rousseau'nun eğitim anlayışı yalnız bu değildir; onun eğitim anlayışını toplum anlayışı ile birlikte ele almalıdır. Ona göre toplum, o topluma katılan insanların bağımsız ve mantıklı düşünüp anlaşmalarıyla ("sosyal sözleşme") kurulmalıdır; bu da ancak demokratik bir cumhuriyet şeklinde mümkündür. Onun "tabiata geri dönme" şeklindeki eğitim görüşü toplum ve medeniyet düşmanı bir görüş değil, sosyal eşitsizliğe ve çatışmalara yol açan o zamanki eğitim ve toplum düzenine karşı bir vaziyet alıştır.

    Rousseau'nun açtığı bu çığır, daha sonra da devam etmiş ve bugün de hâlâ temsilcileri bulunmaktadır. Bunların en tanınmışları M.J.A. Condorcet, I.Kant, W.v. Humboldt, K.Marx, S.Freud, W.Reich, H.Marcuse, J.Habermas tır. Bunlar eğitimden, insanın kendini gerçekleştirmesi ve haklarını elde etmesi ("Emanzipation") yolunda ona yardım etmesini istemekte ve genellikle radikal ütopyalar şeklinde, daha iyi ve çocuklara uygun bir toplum kurulmasını hayal etmektedirler. Bunlara göre toplumsal statüler, çocukların kimin çocuğu olarak doğduklarına veya ailelerin servetlerine bakılmaksızın, şans eşitliğine dayalı bir eğitim sistemi içinde yetişecek çocukların yükselebilecekleri yerlere göre verilmelidir. Yani eğitim, bir taraftan çocukları ve gençleri toplumsal ve geleneksel bağlardan kurtardığı gibi, öte yandan da toplumsal yapı, eğitim tarafından belirlenmiş olmaktadır. Toplumun eğitimi veya eğitimin toplumu belirlediği şeklindeki diyalektik görüşlere gerçekçi bir yaklaşımla bakıldığında bunların aslında iç-içe oldukları, birbirlerini karşılıklı etkiledikleri ve belirledikleri ortaya çıkmaktadır.

    Eğitimin toplumsal olarak üstlendiği görev, diyalektik bir yapı göstermektedir; eğitim hem yetiştirdiği çocukları ve gençleri içinde yaşayacakları topluma uyan birer şahsiyet olarak yetiştirmek için toplum düzenini ve kültürünü onlara aktarmakta hem de bu çocuklara ve gençlere, toplum yapısını değiştirici, düzeltici ve ileriye götürücü, eleştirici düşünceyi vermeye çalışmaktadır.

    Eğitimde bu iki yöne daima dikkat edilmelidir; gençler hem devlet ve toplum için, onların kültür ve kanunlarına uyacak şeklinde yetiştirilmeli hem de ileriye yönelik olumlu değişiklikleri yapabilecek güçte olmalıdırlar. Aslında birbirine zıt gibi görünen bu hususlar, daha dikkatlice incelendiğinde, sadece görünürde bir zıtlık olduğu ortaya çıkar; eğitimde her iki husus ne kadar mükemmel bir şekilde gerçekleştirilse, zıtlığın o kadar belirsiz bir şekilde ortadan kalktığı görülecektir. Yalnız burada toplumsal ve bireysel ilgi ve ihtiyaçlar çok dikkatli değerlendirilmelidir.

    Romanesk mimarinin en yaygın formu, çok nefli ve transeptli bazilikal formdur. Bu üsluptaki kiliselerde orta nef ile yan neflerin bağlantısı, 11. yüzyılda yapımına başlanan Speyer Katedrali�nde olduğu gibi masif ayaklara dayanan yuvarlak kemerlerle sağlanmıştır. Roma yapılarından alınan yarım daire biçimli yuvarlak kemer, Romanesk mimarinin en belirgin özelliklerinden biridir. Bu dönemde yapıların örtü biçimleri de değişmiştir. Erken dönemlerde kullanılan ahşap kirişli çatılar bu dönemde de kullanılmakla birlikte artık esas örtü biçimi, �tonoz� olmuştur. Yuvarlak kemerlerle dörtgen bölümlerin oluşturulduğu neflerin üzerini dilimli kubbeleri andıran çapraz tonozlar örtmektedir.

    Bu dönemde mimarlık ön plandaydı, öteki sanat dalları ise onun zenginlik ve anlamını arttırmak için birbiriyle yarışıyorlardı. Örneğin, Romanesk heykel sanatı mimariden ayrı düşünülemez. 11. yüzyılda tamamlanan Poiters�deki Notre-Dame Kilisesi�nin cephesinde ayakta duran, oturan, bir konuyla ilgili olarak gruplaşan çok sayıda kabartma figür görülmektedir. Bu kabartmalar, yapının cephesini görkemli bir biçimde süslemekle kalmayıp, ona hareket, soluk alan bir canlılık da katmaktadırlar. Romanesk heykel, yalnız cephelerde değil, iç mekanda da mimari organlara bağlı olarak geniş yer tutar. ıçiçe geçmiş çok sayıda figürden oluşan sütun ve ayaklar, bunun en ilginç örnekleridir. Kimi sütun başlıkları da neredeyse birer heykele dönüşmüştür. Bu özelliği en iyi gösteren örneklerden biri de Chauvigny�deki Saint Pierre Kilisesi�nde bulunan sütun başlığıdır. Sanatçı, sütun başlığı gibi dar bir alana yargı gününde günahların tartılması konusunu ustalıkla sığdırmayı başarmıştır. Dönemin heykel ustaları yalnız yapı cephelerinde değil, alınlıklarda, silmelerde, tunç ve ahşap kapı kanatlarında da Tevrat ve ıncil�de anlatılan olayları ve kişileri betimlemekten geri durmamışlardır.

    Heykel alanındaki bu açılıma karışlık, dönemin resim sanatında özellikle kitap resminde daha sıkı kalıplara, daha belirgin şemalara bağlı bir anlatıma tanık olunur. 1188 tarihli bir Kitap Resmi�nde (Welfenchronik, Weingarten Manastırı) İmparator Frederich Barbarossa ve oğulları Kral Henry ile Kont Frederich betimlenmiştir. ılk göze çarpan özellik, konuyla ilgili sahne düzenlemesinin statik bir soyut kalıp içine alınması, nakış ögelerinin de bu soyutluğu arttırmış olmasıdır. Romanesk duvar resimlerinde de aynı katı ve soyut anlatım kalıbı kullanılmıştır. Bugün Barselona�da Catalina Güzel Sanatlar Müzesi�nde bulunan 1123 tarihli bir Duvar Resmi�nde, Hiristiyan dünyasının tek hakimi anlamında betimlenmiş ısa fügürü, bu özelliği en iyi yansıtan örneklerden biridir.

    Romanesk dönemi Ortaçağ�ın son büyük aşaması olan �Gotik dönem� izlemiştir. 12. yüzyıl ortalarında başlayan Gotik sanat, Rönesans dönemine kadar sürmüştür. Romanesk deyince akla manastır yapıları geliyordu, Gotik denildiğinde ilk akla gelen ise, sivri çatı ve kuleleriyle göğe doğru yükselen, dev boyutlu katedral yapılarıdır. Gotik mimarlığın 1122�de Abbot Suger tarafından tasarımlanan, Paris yakınındaki St. Denis Manastır Kilisesi ile başladığı kabul edilir. Ama en yetkin klasik örnekler Fransa�nın Ile de France bölgesinde, yapımlarına 13. yüzyılda başlanan Laon, Chartes, Reims, Amiens ile Paris Notre-Dame Katedralleri�dir.

    Katedraller, Ortaçağ kentlerine biçim vermiş, kent ekonomilerinin gelişmesine önemli katkıda bulunmuşlardır. Bu dev yapıların tamamlanması, çok kere yüzyıldan fazla sürüyor, kent, onun çevresinden başlayarak halkalar halinde genişliyordu. Ayrıca yapı, il ve çevresinden çok sayıda işçiyi kendine çekiyor, ekonomik etkinlik de o ölçüde canlanıp büyüyordu. Bir Romanesk kiliseden çıkıp, bir Gotik katedrale girildiğinde aradaki büyük fark hemen anlaşılır. Gotik katedrallerde daha geniş nefler, daha ışıklı bir ortam ve kendini yukarlara çeken daha hafif bir mekan ile karışlaşılır. Gotik mimarinin bu başarısı iki yeni buluşa dayanır. Birincisi sivri kemerlere dayanan kaburgalı tonoz sistemidir. ıkincisi ise yapıyı dıştan destekleyen payanda kemerlerinin kullanılmış olmasıdır. Romanesk mimaride kullanılan yuvarlak kemerlerin yerini Gotik mimaride sivri kemerler almıştır. Böylece kemere binen yükün yanlara doğru zorlaması azaltılıp, aşağı doğru akması sağlanmıştır. Ayrıca kaburgalı yapısıyla tonozun ağırlığı azaltılmış, kemere daha az yük bindirilmiş olur. Ama kemerler sivri olsa da bir ölçüde dışa zorlama söz konusuydu. Kemerleri taşıyan demet biçimi sütun ya da ince ayaklar bu zorlamaya dayanmayabilirdi. Mimarlar bu sakıncayı gidermek için kritik noktalarda payanda kemerleri kullanmışlardır. Payanda kemerleri yapıların yan ve arka cephelerinin bir yapı iskelesi görünümü almasına yol açıyordu. Ancak dış duvarların kitlesel görünümünüde önlemiş oluyordu. yan ve arka cephelerin bu durumuna karışlık, katedrallerin ön cepheleri gerçekten çok görkemli ve anıtsal bir görünüm taşırlar. Ön cephelerde genellikle kapıların üstünde içeri doğru kademeli olarak daralan büyük alınlıklar, kademeleri oluşturan silmelerde ise çok sayıda aziz figürü yer alır. Orta bölümde vitraylı yuvarlak bir pencere ile iki yanda dar ve yüksek pencereler bulunur. Üst bölümde yine bir sıra aziz figürü taşa işlenmiştir. Her iki yanda ise görkemli çan kuleleri yükselir. Klasik bir Fransız katedrali olan Reims�in cephesi bu tanıma en iyi uyan örnektir.

    Katedraller, Avrupa�nın değişik yörelerinde gerek plan gerek dış görünüm bakımından farklı biçimler kazanmıştır. Gotik mimari ıngiltere�de değişik özellikler taşır. ıngiliz Gotik mimarı Lincoln Katedrali�nde olduğu gibi, iç mekan örtüsünde de değişik ve ilginç uygulamalara gitmiştir. Londra Westminster Katedrali şapelinde tonoz kaburgalarının yelpaze biçimini aldığı görülür. Böylece taşıyıcı organlar, aynı zamanda dekoratif bir işlev de kazanmışlardır. ıtalyan Gotiğinin başarılı yapılarından biri olan Milano Katedrali�nin arka cephesinde ise mimar, ustalıklı bir düzenleme ve ince bir taş işçiliği ile payanda kemerlerinin yapı iskelesini andıran görünümünü gizlemeyi başarmıştır.

    Gotik katedrallerde bütün ağırlık sivri kemerlerle sütun ve ayaklara aktarıldığı için taşıyıcı öge olarak duvara gerek kalmıyordu. Böylece ara bölümlere boydan boya pencereler açılabiliyor, bunlar da renkli camlarla kaplanabiliyordu. Çeşitli motiflerle ve figürlerle süslenen bu renkli camlara �vitray� adı verilir. Paris Notre-Dame Katedrali cephesindeki �gül pencere�, dönemin vitray sanatının en görkemli örneklerinden biridir. Gotik katedrallerde çok sayıda renkli pencere, iç mekanın aydınlanmasını sağlamakla kalmıyor, renkli ışıklar yapının içinde büyülü bir dinsel atmosfer oluşturuyordu. Gotik sanatta vitray, iç mekana büyülü bir hava vermekle kalmaz, resim sanatını da kapsar. Chartres Katedrali�ndeki vitrayda �Meryem�in Ölümü� sahnesinin büyük bir ustalıkla betimlendiği görülür.

    Heykel sanatı, Gotik dönemde de mimariyle bağıntısını sürdürmüştür. Bu bağıntı özellikle cephe dekorasyonunda dikkati çeker. Katedralin bir parçası durumundaki bu heykellerin, yapının yüksekliğine uygun olarak normalden daha uzun yapıldıkları görülür. Bunlar donmuş gibi dimdik duran figürlerdir. Heykel sanatındaki bu donmuşluk, 13. yüzyıl ortalarında yumuşamaya, aziz figürleri bol giysileri içinde kımıldamaya, donuk yüzlü melekler gülümsemeye başlarlar. Kucağında çocuk ısa�yı taşıyan bakire Meryem heykellerindeki dini ağırlığın giderek dünyasal bir ana oğul sevgisine dönüşüp, hafiflediği sezinlenir. Gotiğin son döneminin resim sanatında da katı kalıpların gevşediğini, şematik anlatımların yerini doğalcı betimlere bırakmaya başladığını görürüz.






    Ayrıca;

    Küreselleşme, ekonomik, sosyal, teknolojik, kültürel, politik ve ekolojik denge açılardan global bütünleşmenin, entegrasyon ve dayanışmanın artması anlamına gelmektedir.Küreselleşme kavramının en çarpıcı özelliklerinden biri, olası etkilerinin çok sayıda ve çeşitli olduğu izlenimini vermesidir. Küreselleşme, yalın toplumsal gerçekleri oldukça aşan spekülasyonlar, varsayımlar, güçlü toplumsal imgeler ve metaforlar üretme ka-pasitesiyle olağanüstü doğurgan bir kavramdır. Hatta, bir çok düşünürün de belirttiği gibi bu kavramın çok boyutluluğu onu, sınırlarını çizme uğraşını bile zora sokmaktadır. Bu anlamda küreselleşme, sosyal bilimlerin her dalında yaygın kullanılan bir kavram olmakla beraber, genellikle bir "durum"dan, daha çok bir "akım"ı veya bir zihniyeti ima eder hale getirilmiştir. Tanımdan da anlaşılacağı gibi küreselleşme sadece sosyolojinin konusu değildir fakat sosyolojik açıdan toplumsal alandaki bir değişimi ifade etmektedir. Değişimi anlamak açısından Robertson' şöyle demştir: "...Küreselleşme teması anlayışları aralarında farklılık göstermesine rağmen küreselleşme diye adlandırılan şeyi anlamanın en iyi yolunun, dünyanın 'birleşik' hale geldiği, ama kesinlikle safdil işlevselci tarzda bütünleşmediği 'biçim sorunu' üzerinde yoğunlaşmak olduğunu düşünmektedir�
    Dünyanın birleşik hale gelmesi, tekdüze dinamikler ile oluşan bir süreç değildir. Çünkü küreselleşme, ekonomik olduğu kadar siyasal, teknolojik ve kültürel boyutlu bir süreçtir. Giddens�a göre küreselleşme, tek bir süreç değildir, karmaşık süreçlerin bir araya geldiği bir olgular kümesidir. Üstelik çelişkili ya da birbirine zıt etkenlerin devreye girdiği bir süreçtir. Çoğu insanın gözünde, küreselleşme basitçe gücün ya da etkinin yerel toplulukların elinden alınıp küresel arenaya aktarılmasından ibarettir.
    Bu sürecin toplumsal yaşama yönelik bir etkisine bakarsak Giddens, modernliğin sonucu olarak değerlendirdiği küreselleşmeyi, uzak yerleşimlerin birbiri ile ilişkilendirildiği yerel oluşumların millerce ötedeki olaylarla biçimlendirildiği dünya çapındaki toplumsal ilişkilerin yoğunlaşması olarak tanımlamaktadır. Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, bu çok boyutlu kavram etki ettiği toplumsal gerçeklik türüne göre bireylerin kafasında da çeşitli anlamlar oluşturmaktadır. Bu anlamda bazıları için küreselleşme, kapitalizmin gücünü temsil ederken, bazıları için de, dünyanın batılılaşmasını ifade etmektedir. Bazıları küreselleşmenin yoğunluk ve artan melezleşmeyle birlikte heterojenlik yarattığını düşünürken, bir diğer grup homojenliği artırdığını düşünmektedir.
    Devlet dışı sosyal organizasyonlar küreselleşmeyi, çevre hareketi, demokratikleşme ve insanileştirme gibi pozitif sosyal amaçları sağlayacak kaldıraç olarak görürken, iş adamları için artan kâr ve güç stratejisi ve hükümetler için de çok sık olarak devlet gücünde artış sağlamanın yerine kullanılmaktadır. Giddens, küreselleşmeyi, bir çeşit sadece veya kısmen batılılaştırma olarak görür. Elbette batılı ülkeler ve daha genelde sanayi ülkeleri, yoksul ülkelere kıyasla dünyadaki gelişmeleri hâlâ çok daha fazla etkileyecek güce sahiptirler. Ama küreselleşmenin başka bir boyutu, beraberinde giderek merkezsizleşmeyi; belli bir ülkeler grubunun denetiminin ortadan kalkmasını, büyük kuruluşlarının denetim gücünün iyice azalmasını da getirmesidir. Sonuç olarak bu küreselleşmeyi daha iyi anlayabilmek için bu kavramın toplumsal yaşama olan etkilerini ayrı ayrı başlıklar halinde ele alıp değerlendirmek gerekecektir. Ama unutulmaması gereken unsur bu etkileri ayırma çabasının sadece küreselleşmenin daha kolay anlaşılabilmesine yönelik olduğudur.

    Balıklarda burun (nostril), solunum için değil, suda çözünmüş kimyasal maddeleri koklamaya yarayan bir duyu organıdır. Koku alma kapsülleri üst çene üzerinde bulunan bir çift (veya bir adet) burun çukuruna yerleşmiştir. Koku maddelerini taşıyan su burun deliklerine girip çıkarken, koklama kapsüllerini yalayarak sinirleri uyarır. Bu duyu köpek balıkları gibi bazı balıklarda çok kuvvetlidir. Köpek balıkları kan kokusunu yüzlerce metre uzaktan alabilirler.Balıklarda dış ve orta kulak yoktur. İşitme organı bir kapsül içinde bulunan iç kulaktan ibaret olup, sudaki ses titreşimlerini idrak eder. Bu işitme organına �labirent� denir. İşitmede etkili olduğu gibi, dengenin sağlanmasında, ağırlık ve yerçekimi tespitinde de önemli rol oynar. İçlerinde kalsiyum karbonattan yapılmış �otolit� adı verilen cisimcikler de bulunur. Bazı balıklarda hava kesesinin ön kısmının her iki yanında iç kulakla ilişkili dörder adet kemikcik bulunur. �Weber cihazı� adını alan bu sistem ses dalgalarını ve basınç değişimini iç kulağa ileterek daha iyi işitmeğe yardım eder. Küçük frekanslı titreşimler, yanal çizgi sistemiyle idrak edilir. Bu, vücudun yanlarında derinin altında uzanan içi mukus dolu bir çift kanaldır. Belirli aralıklarla bu kanalı pulların arasından veya ortasından dışarı bağlayan yollar, bu yolların ucunda içinde sıvı ve sinir hücreleri bulunan bir torba vardır. Sudaki titreşimler bu sıvıya geçerek sinir hücreleri tarafından idrak edilir. Mesaj daha sonra sinirler vasıtasıyla beyne iletilir.Bir başka balığın hareketinin doğurduğu titreşimleri, yanındaki balık bu yolla duyar. Yan organ çok alçak frekanslı titreşimleri idrak edip işitmeye yardımcı olduğu gibi, su akıntısının yönünü, sıcaklık ve soğukluk farklarını da tesbit eder. Yan organ işitmede de yardımcı olur. Ses ve basınç dalgalarını tesbit edebilir. Kemikli balıklarda, vücudun her iki yanında solungaçlardan kuyruk yüzgecine kadar uzanır.

    Akşamdan fasulyeyi temizleyip bolca yıkayın. Sonra tencereye yeterince su doldurup ıslatın. Sabaha kadar bu tencerede bekletip yumuşamasını sağlayın. Soğanı ufak ufak doğrayın. Tencereye yağı koyup pembeleştirin. Doğranmış domatesi veya salçayı ilave edip biraz daha kavurun. Sonra fasulyeyi suyuyla beraber bu karışıma ilave edin. Tuzunu ve biberini ilave edip pişirin. Sucukları halka halka doğrayıp tavanın içinde bir miktar yağla fazla kurutmadan kavurun. Fasulyelerin üzerine ekleyin. 1-2 taşım daha kaynatıp tencerenin altını kapatın. Biraz dinlendirdikten sonra sıcak olarak servise sunun.

    Bir çok araştırmacıya göre temel anlamda küreselleşme,kökenleri 1960'larda ortaya çıkan dönüşüm ve hızlı değişimlere dayalı, politik sonuçları beraberinde getiren ekonomik bir süreçtir. Küreselleşme, ulus aşırı şirketlerin uluslararası yatırım stratejilerinde, özellikle üretimin yerel olmaktan çıkarılıp farklı bölgelerde gerçekleştirilmesini içeren radikal bir yeniden konum belirleme çabası gerektirmektedir. 1970'lerdeki iktisadi krizler sonucunda ulus aşırı firmalar ulusal üretim hatalarını artık uluslararası hale getirmek zorunda kalmışlardır. Bu durum , üretimin uluslararasılaşması olarak anılmaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD önderliğinde oluşturulan yeni ekonomik ve siyasi dünya düzeni , yani Pax Americana, uluslararası ekonomide karşılıklı değişim yaklaşımına dayanmaktadır. Uluslararası mal, sermaye ve bilgi akışının kolaylaşması ve güvenli bir hale gelmesi ile Pax Americana uluslar arası ekonominin karşılıklı değişim yaklaşımından küresel üretime dönüşmesine yardımcı olmuştur.

    Küreselleşme hareketlerinin yaklaşık son 20 yılda ortaya çıktığı ve hız kazandığı görülmektedir. Küreselleşen dünyanın anlaşılması bir çok açıdan oldukça karmaşıktır. Küreselleşme, bünyesinde farklı boyutlarda bir çok konuyu barındıran karmaşık bir sosyal, ekonomik ve politik içeriğe sahiptir. Ekonomistler ve ekolojistler benzer şekilde "küresel yerelleşme (küyerelleşme)" kavramından söz edilmektedir. Bu yaklaşım "küresel düşün, yerel faaliyet göster" sloganıyla ifade edilmektedir. Gerek piyasa koşullarının zorlaması, gerekse sosyal yapı nedeniyle değişik piyasalar , şirketler ve sektörler değişik şekillerde örgütlenmektedir. Öte yandan , esas itibariyle ekonomik bir olgu olarak görülen küreselleşmeye, sosyologlar kültürel bir süreç olarak bakmaktadırlar. Sıkça değinildiği gibi dünya küçülmekte ama bütünleşmemektedir. Ekonomiler birbirine yaklaştıkça uluslar, kentler ve bölgeler birbirinden ayrılmaktadır. Küresel ekonomik bütünleşme süreci politik ve sosyal dağılmayı hızlandırmaktadır. Aile bağları kopmakta, yerleşik otoriteler sarsılmakta, yerel toplum bağları zorlanmaktadır. Uluslar da tıpkı hücreler gibi bölünerek çoğalmaktadır.

    Küreselleşme süreci hızlandıkça her biçimiyle yöreselliğin etkilerinin arttığı görülmektedir. Dünyanın her tarafındaki insanların büyük kısmı için bir yere bağlı olmak her zamanki kadar önem taşımaktadır. Kimlikleri bir yere bağlı olan ve başka bir yerde yaşamayı düşünemeyen bu insanlar yaşamak için belli bir toprağa ve kendilerini daha iyi hissetmek için kendi kültür ve dillerine dayanma ihtiyacı hissetmektedirler.

    Küreselleşmeyle beraber dünyada artan kutuplaşmalar ve oluşturulan birlikler , küreselleşmenin getirdiği sonuçlardan yalnız biridir.Nitekim, Birleşmiş Milletler 1945'te sadece 51 ülkeyle kurulmuştu. 1960 yılında 100,1984'te 159 ülkenin BM�e kayıtlı olduğu görülmektedir.1993 ortalarında ise, Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla birlikte üye sayısı184'e yükselmiştir.Başlangıçta Rusya�ya karşı kurulan NATO , küreselleşmeyle beraber şekil değiştirmiştir. Bu günlerde ise Rusya�nın da NATO ile flörtü sürmektedir.

    Sovyetler Birliğinin dağılmasının ardından dünyada askeri açıdan tek süper güç olarak ABD'nin kalmasına rağmen , ekonomik olarak üç süper gücün varlığından söz etmek mümkündür. Altın Üçgen ya da kısaca Üçlü olarak isimlendirilen bu güçler ABD, AB ve Japonya'dır. Söz konusu üç güç, dünya üzerindeki doğrudan dış yatırımlar ve uluslararası ticaretin büyük bölümüne hakimdirler. Bu üçlünün ilişkileri yakın coğrafyalarını da önemli ölçüde etkilemektedir. Nitekim, ABD; Kanada, Orta ve Güney Amerika ülkeleri, AB; Doğu Blok Ülkeleri ve Japonya da Pasifik bölgesindeki ülkelerle yakın ilişki içindedir. Doğudan dış yatırımlar; ticaret, mali kaynak akışı ve teknoloji transferi ile yakın ilişkisi nedeniyle iktisadi gelişme açısından önemli bir hale gelmiştir. Ancak, tüm gelişmekte olan ülkelerin üçlü gücün yatırımlarını çekmekte başarılı olduğu söylenemez. Bu yatırım fonlarının büyük bölümü çok uluslu işletmeler tarafından , en yakın komşu ülkeden başlayarak bölgesel iletişim ağları kurma amacıyla kullanılmaktadır. Nitekim, Meksika'daki toplam doğrudan dış yatırımların yüzde 61'i ABD kökenli işletmelerden gelirken , Güney Kore'nin doğrudan dış yatırımlarının yüzde 52 'si Japon firmalarınca sağlanmaktadır. 1990'ların başında gelişmekte olan ülkelere yapılan tüm yatırımların yarısından fazlası Brezilya, Çin, Hong Kong ,Meksika ve Singapur'a yapılmaktaydı. Bu durumun en önemli sebeplerinden biri , söz konusu ülkelerin üçlü güçle olan yakın ilişkileridir. II

    Dünyadaki değişim eğilimini gözlemlediğimizde globalleşme ile birlikte dikkati çeken bir diğer olgunun yerelleşmeolduğunu görüyoruz. Glokalleşme son zamanlarda yaygın olarak benimsenen ve kullanılan kavramlardan birisi. Glokalleşme, kısaca �uluslararası ilişkilerde global gerçeklerden hareket ederek global düşünmeyi, otarşizm yerine dışa açılmayı, dünya ekonomisi ile bütünleşmeyi; ülke içinde ise merkezi yönetim kanalıyla ekonomiyi ve siyaseti yönlendirme yerine yerel yönetimleri daha fazla güçlendirmeyi� ifade ediyor. Yerelleşmenin siyasal gücün tek elde toplanmasını önleyeceği ve böylece yerel demokrasiyi güçlendireceği ifade ediliyor. Desantralizasyon ya da adem-i merkeziyetçi yönetim kavramları yerelleşme ile aynı anlama geliyor. Yerelleşme, gerçekten de yerel demokrasiyi güçlendirmek için çok önem taşıyor. Yerel özerklik için yerel yönetimlerin merkezi yönetimlerin boyunduruğundan kurtarılmaları gerekiyor. Ancak yerelleşme bir taraftan, yerel halkın yönetime katılmasını sağlayarak demokrasiyi geliştirecek bir görevi yerine getirirken, öte taraftan yerel tiranlığı ve despotizmi de ortaya çıkarabilecek bir etki gösterebilir.

    Küreselleşme süreci içinde paradoksal bir çatışmayı bulunduran bir süreçtir. Ülkeler arasında da ülke içinde de , sektörler arasında da sektör içinde de kaybedenler ve kazananlar bu süreçte birlikte barınmaktadır. Küreselleşme sürecinden ülkeler, kurumlar , meslekler, ve kişiler açısından kazanan ve kaybedenler bulunmaktadır. Özellikle son dönemde küreselleşme sürecinin yarattığı toplumsal eşitsizliklere ilişkin önemli eleştiriler yapılmaktadır. Bunun yanında küreselleşme sürecinde kuralların konulmasında ve çözüm önerilerinin hayata geçirilmesine dair ciddi tartışmalar yapılmaktadır.

    Küreselleşme sürecinin hız kazanmasında enformasyon teknolojilerinin önemli bir rol oynadığını aşikardır. Özellikle 1970' li yıllarda hız kazanan enformasyon teknolojilerinin yükselişi ve kitle üretim ve tüketiminin krize girmesi üretimin yapısında ciddi dönüşümler yaşanmasını beraberinde getirdi. Bilgi ve hizmet işleri ve işçileri yaşanan süreçte önem kazanırken mavi yakalı işçiler, ve imalat işleri eski önemlerini kaybetmeye başladılar

    Bilgi ve enformasyon sektörlerinin öne çıkması sanayi toplumunun mavi yakalı işçisine olan talebi azaltmış ve belirli sektörler dışında firmalar küçülme yoluna gitmişlerdir. Aynı zamanda bu süreç beyaz yakalı bilgi işçisine olan talebi arttırırken milyonlarca mavi yakalı işçi istihdam sürecinin dışında kalmıştır. Yaşanan gelişmeler hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde işsizlik sorununu ortaya çıkarmıştır. Bilgi ve hizmet işlerinde çalışan son derece vasıflı, eğitimi , yaratıcılığı, yüksek bilgi işçileri bu dönüşümden kazançlı çıkan grubu oluşturmaktadır.

    Toffler işsizliğin artık niceliksel olmaktan çıktığını ve niteliksel olduğunu belirtmektedir. Yeni iş alanları açmakla işsizlerin sayısı azaltılamamaktadır, çünkü sorun artık sayı sorunu değildir. Toffler her işsize karşı on tane işçi aranıyor ilanı da çıksa , on milyon işçi aranırken ortada bir milyon işsiz de olsa , o bir milyon kişi , yeterli beceri ve bilgiye sahip olmadıkça , istenen işi yapamayacağını belirtmektedir. Beceriler artık öyle çeşitlidir ki ve öyle çabuk değişmektedir ki, işçilerin geçmişteki kadar ucuza değiştirilip yerine yenilerinin alınması düşünülemez. Para ve sayı artık sorunu çözemez hale gelmiştir.III Dolayısıyla hızlı değişen teknoloji ve yenilikler karşısında bunları kullanabilecek beceri ve bilgiye dayalı işçilerin önemi büyük önem kazanmaktadır.

    Son çeyrek yüzyılda istihdam ve sektörel yapıdaki dönüşüm, bilgi ve hizmet işlerinin öne çıkması sonucu sendikal yapıda da ciddi sorunlar yaşanmasına neden olmuştur. Küreselleşme sürecinde sendikal yapının gittikçe zayıfladığı görülmektedir. Toffler sendikaların daha çok zanaat veya seri üretime göre tasarlanmış oldukları için , ya tümüyle değişmeleri ya da süper-sembolik ekonomiye uygun yeni örgütlenme biçimlerinin düşünülmesinin şart olduğunu belirtiyor. Sendikaların devam edebilmesi için işçileri tek bir kitle olarak düşünmekten vazgeçip , tek tek bireyler olarak düşünmeye başlamaları gerekir.IV

    Sendikalar vasıfsız işçiler için aidiyet duygusu sağlamaktaydı. Sendikaların zayıflaması ve işsizlikteki artış işçilerin yeni aidiyet alanları arayışına yol açmıştır. Ayrıca işsiz kalmış ve yakın zamanda iş bulamayacak durumda olan büyük bir kitle için geleceğe yönelik güvensizlik ve belirsizlik artmıştır. Bozkurt, küreselleşme sürecinin en çok tartışılan sonuçlarından birisinin gittikçe artan belirsizlik ve güvensizlik olduğunu belirtmektedir. Bu sadece gelir düzeyi düşük gruplar arasında değil, orta sınıflar arasında da giderek yaygınlaşıyor.V Gittikçe artan belirsizlik ve güvensizlik kişilere aidiyet ve kimlik sağlama işlevi gören fundemantalist ve milliyetçi akımların güçlenmesini de beraberinde getirmektedir. Nitekim dünyada milliyetçi hareketlerin güçlenmesi , ırkçılık, dini hareketlerin artışı küreselleşme sürecinin ivme kazandığı gelişmelerdir. Küreselleşme sürecinde işsiz kalan veya gelecek belirsizliği ve ümitsizliği bulunan kesimler kendilerine parlak bir gelecek vaat eden büyük hayaller sunan söylemlere kolayca yönelebilmektedirler.

    Ekonomik küreselleşme gelir eşitsizliğini hem ülke içinde hem de ülkeler arasında dramatik olarak arttırmaktadır . Dünyanın zengin ülkelerinde yaşayan %20 üst gelir dilimiyle fakir ülkelerde yaşayan %20 lik alt kesim arasındaki gelir farkı 1960 yılında 30 kat iken bu oran 1997 'de 74 katına fırlamıştır. Dünyanın en zengin 200 insanı net kazancını 1994-1998 yılları arasında iki kat arttırarak 1 trilyon doların üstüne çıkarmışlardır. En zengin 3 milyarderin servetlerinin toplamı 600 milyondan fazla nüfusun yaşadığı az gelişmiş ülkelerin GDP' sinden daha fazladır.1970'den beri Amerika'da en üstteki %1 lik hane halkı ulusal gelirden aldığı payı iki kat artırmıştır. En üst %1 lik kesim halen alttaki %95 lik gruptan daha fazla zenginliğe sahiptir.

    Bilgi ve enformasyon teknolojilerinin rekabette üstünlüğü yarattığı bir dönemde , yeni enformasyon teknolojilerini yaratan ve kullanan ülke ve grupların gelişmiş ülkeler olması ülkeler arasındaki eşitsizliği daha da arttırmaktadır. Nitekim 2000 İnsani Kalkınma Raporuna göre internet dünyadaki en zengin %20'nin internet kullanımındaki oranı %93,3 iken en fakir %20 sinde bu oran %0.2 dir. Dolayısıyla yakın gelecekte de eşitsizliğin giderilmesine yönelik büyük bir umut yok gibidir. Eşitsizliğin artışı bir çok ülkede , 1998 Endonezya örneğinde olduğu gibi sosyal patlamaları ve huzursuzlukları da beraberinde getirmektedir. Aynı zamanda gelişmiş ülkeler arasında ticari blokların oluşması ve bölgeselleşme iddiaları bu bloklar dışında kalan az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin durumunu daha da güçleştirmektedir.

    Küreselleşmeye yöneltilen en büyük eleştirilerin ve yaşanan sorunların merkezinde çokuluslu sermayenin küreselleşme sürecinde kuralları koyduğu ve bu kurallar karşısında ulusal hükümetlerin politika oluşturmakta yetersiz kaldığıdır. Aynı zamanda enformasyon ağlarıyla finans piyasalarının birbirine bağlı olduğu bir küresel ekonomide uluslar üstü sermayenin çok kısa zamanda mevcut ülkeyi terk etmesi Rusya ve Asya krizlerinde görüldüğü gibi küresel krizlere neden olmaktadır.Dünya ihracatında önemli bir gücü elinde bulunduran küresel şirketlerin merkezi birkaç ülkede odaklanmaktadır.

    Uluslar arası sermayenin ve küresel şirketlerin kuralları belirlediği ve piyasaları biçimlendirdiği küresel ekonomide sosyal politikaların ve maliyetlerinin sorumluluğunu üstlenen çıkmamaktadır. Her ne pahasına olursa olsun ekonomik gelişme hedeflenirken , sosyal gelişmenin ve adaletin göz ardı edilmesi eşitsizlik, yoksulluk ve dışlanma sorunlarının uluslar arası boyut kazanmasını hızlandırmaktadır. Dolayısıyla eğitim ve sağlık alanlarında sorunlar yaşanmakta, doğanın tükenme hızı artmakta , çevre sorunları şiddetlenmekte, uluslararası çalışma standartları aşınmakta, gerçek ücretlerde gerilemeler gözlenmekte, çocuk işçi istihdamı artmakta , işten çıkarmalar yoğunlaşmakta, işsizlik sorunu yapısallaşmakta, sosyal huzursuzluklar ve şiddet artmaktadır.

    Yeni küresel elektronik ekonomide , fon yöneticileri, bankacılar, büyük şirketler ve onların yanı sıra milyonlarca bireysel yatırımcı , büyük miktarda sermayeyi tek bir tuşu tıklayarak dünyanın bir ucundan öbür ucuna aktarabiliyorlar. Ve bu hareketleriyle , Asya'daki olaylarda seyrettiğimiz üzere , kaya gibi sağlam görünen ekonomilerin tüm istikrarını bozabiliyorlar.VI Yaşanan krizlerin bir çoğu çokuluslu şirketlerin ve uluslarüstü sermayenin kendilerine daha cazip imkanlar ve ortamlar ortaya koyan ülke ve finans piyasalarına gitmesinden kaynaklanmaktadır. Uluslar üstü sermayeye yapılan kısıtlamalar ülkeden çokuluslu şirket ve sermeyenin kaçmasına neden olmaktadır.

    Mevcut kurumlar günümüzde finans piyasalarında yaşanan krizlere çözüm bulamamaktadırlar. Uluslar üstü sermayenin kontrol edilememesi ve tek tuşla bulunulan ülkeyi terk edebilme hareketliliğinin yüksekliği önümüzdeki dönemde tartışılacak en önemli konulardan birini oluşturacaktır. Çözüm olarak önerilen uluslar arası para hareketlerinin uluslar arası vergilendirmeyle kontrol altına alınması ve yabancı sermayeye belli koşullarda izin verilmesi gibi yöntemlerin uygulanabilirliği ülkeler arasındaki eşitsizlikler de dikkate alındığında mümkün gözükmemektedir. Küreselleşme süreciyle birlikte ulus devletin konumuna yönelik tartışmalarda şiddetlenmektedir.

    Dünyada bir globalleşmeden söz ederken Türkiye�nin konumu ve geleceği nasıl olur veya nasıl olacak diye bir soru sormamız gerekir. Globalleşen dünyada bir çok kutuplaşmalar ve çeşitli bloklar oluşmaktadır. Türkiye bu gibi yapılara entegre mi olmalı yoksa , otarşik bir yapıda mı bulunmalıdır? Bütün bu sorulara cevap vermek için ülkelerin politikalarına bakmamız gerekir. Örneğin ABD�nin politikası menfaat politikasıdır, eğer bir şeyden çıkar sağlıyorsa ya da faydalı görünüyorsa ABD, o ise girer. ABD için ülkesinin menfaatleri en yüksek seviyededir. Yeri geldiğinde en azılı düşmanıyla bile dost olabilir. Küreselleşme bir taraftan gelişmiş ülkeleri daha zengin yaparken diğer taraftan da fakir ülkeler daha fakir olmaktadır.Dünyanın giderek küresel bir yoksullaşmasından söz edilmektedir. Belli kurum ve devletler dünya ekonomisinin yarıya yakın payını alırken,diğer devletler daha azını almak zorunda kalıyor. Bu da küreselleşmenin devamında sekteye yol açmaktadır. Giderek küreselleşmeye karşı protestolar ve mitingler yapılmakta, yeni sosyal ve siyasal yapı biçimleri ortaya çıkmaktadır. Artık, küreselleşme taraftarları ve karşıtları diye belli gruplar var.

    Küreselleşme içinde Türkiye�ye baktığımızda etkin bir siyaset ve politikadan söz edemeyiz. Her ne kadar dünya küreselleşse de , her ne kadar ülkeler bir birine yakınlaşsa da, Türkiye etkin ve tavizsiz bir politika gütmedikten sonra ve daha da önemlisi iyi bir ekonomiye sahip olmadıktan sonra globalleşen dünyada herhangi bir söz hakkının bulunmayacağı çoğu tarafından bilinmektedir. Politikacılar da bunun bilincinde ve bundan dolayı AB�ye girmek için yoğun bir çapa harcamaktadırlar.Ayrıca küreselleşmenin getirdiği bir çok sorun da belirmektedir.

    Küyerelleşme ve ekolojik tehlike giderek önem kazanmakta, ulusal olan değersizleşmededir. İşte bu noktada bir ülke vatandaşından veya ulustan söz etmek de olanaksızlaşıyor. Artık, ülkeler politikalarını gözden geçirmekte ve baskıcı zihniyete sahip yönetimler yerini gederek demokratik yönetimlere bırakmaktadır. Bunda da etkin olan olgu ise küyerelleşmedir. Ülkeler içinde bir çok etnik unsurları barındırmaktadır ve bu topluluklar özerkliklerini isteme hakkına sahip olmaya başladılar küreselleşmeyle. Nitekim çoğu ülke politikaları da bu yönde bir politika gütmek zorunda kalmıştır. Bu çok kültürlülük siyasi doğruculuk ile ülke politikalarında güvence altına alınmaya çalışılmaktadır. Bu ABD�de totaliteryen bir yapıya dönüşürken, bizde ise başı boşluk söz konusudur.

    Küreselleşme postmodernizmin bir söylemi gibidir. Postmodernizmin söylemlerinde insana değer verilmekte, çoğulculuk önemsenmekte ve insanın topluma yabancılaşması hoş görülmemektedir ama, her zaman söylemler pratikte uygulanamamaktadır. Bildiğimiz gibi küreselleşme yeni bir kapitalizm oluşturmaktadır. Bu da yeni liberallerin politikalarından türemektedir. Fukuyama, dünyanın artık liberal ekonomi ve politikalara bağlı olacağını ve giderek liberal politikaların ülke politikalarını belirleyeceğinden söz etmektedir. Tabi ki bu da yeni bir kapitalizm oluşturacaktır.

    Bütün bu söylem ve beliren yapılara bakarsak, Türkiye için bir gelecek profili çizebilmek mümkün gözükmektedir. Türkiye�nin şu anki politikasına baktığımızda ABD yanlısı bir yanı var, bu da bize ileride Türkiye�nin de bu yeni liberal politikalara uyum sağlayacağı ve ülke içindeki sosyo-politik yapısını bu şekilde ayarlayacağı izlenimini bize vermektedir. Şunu da belirtmek gerekir ki, eğer Türkiye akıllı bir politika öne sürmezse yeni sosyo-ekonomik krizlere ulaşabilir. İlk önce Türkiye�nin yapması gereken; IMF�nin elinden kurtulması ve kendi sanayisini kurmasıdır. Yabancı sermayeden çok ülke vatandaşına güvenmeli, bir şey ortaya sunulurken vatandaşın fikri alınmalı ve daha doğrusu ülke içindeki çeşitli etnik kimliklere olanaklar sunulmalı,dışlanmamalı ve onlara demokrasinin gereği olan her türlü etkinliğe katılma imkanı sunulmalı. Bu ülke içinde yaşayan bütün vatandaşlara sunulması gereken haktır ayrıca. Örneğin; insanlar istediği sendika ya da sivil toplum kuruluşlarına üye olabilmelidir. Ama Türkiye�de bu, pek de mümkün değil, çünkü daha demokrasi kültürü, diyalojik demokrasi ve sivil itiraz gibi kavramlar gelişmemiştir. Hatta diyebiliriz ki, Türkiye�deki millet vekillerini çoğu bu kavramları dahi bilmemektedir. Bu gibi kavramları bilmeyenlerden nasıl böyle bir istekte bulunabiliriz ki? O zaman yapılması gereken politika yapanların bilgilenmesi ve değiştirilmesi gerekir. Bunu da yapacak olan halktır, halk da kendini yetiştirmeli ve sorumlu bir vatandaş olmalı, dahası hak ve özgürlüklerinin bilincinde olmalıdır.

    Özellikle son dönemde finans piyasalarında yaşanan ve etkileri global düzeyde görülen krizlerin engellenmesine yönelik olarak ciddi arayışlar söz konusu.Küresel düzeyde kuralların ve kurumların oluşturulmasında ciddi bir belirsizlik var. Bu konuda ulus devletler tek başlarına yetersiz kalmaktadır.Nitekim çokuluslu sermaye ulusal engellerle karşılaştığında kendisine çok daha cazip imkanlar sunan başka bir ülkeye çok hızlı bir şekilde gidebiliyor.

    Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumlar da Uluslar arası krizlere çözüm bulmada ve kuralları oluşturmada çok yetersiz kalmaktadır.Küresel bir yönetimin kurulması ve ülkelerin küresel düzeyde belli konularda işbirliği yapması küresel kuralların oluşturulmasında ve krizlerin çözümlenmesinde getirilen bir öneri ama, yakın bir dönemde küresel yönetimin etkin bir şekilde kurulması mümkün görünmemektedir. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki gelişmişlik farkı ve eşitsizliğin giderek artması ülkeler arasında küreselleşmeye tepkileri arttırmaktadır.

    Bir çok araştırmacıya göre temel anlamda küreselleşme,kökenleri 1960'larda ortaya çıkan dönüşüm ve hızlı değişimlere dayalı, politik sonuçları beraberinde getiren ekonomik bir süreçtir. Küreselleşme, ulus aşırı şirketlerin uluslararası yatırım stratejilerinde, özellikle üretimin yerel olmaktan çıkarılıp farklı bölgelerde gerçekleştirilmesini içeren radikal bir yeniden konum belirleme çabası gerektirmektedir. 1970'lerdeki iktisadi krizler sonucunda ulus aşırı firmalar ulusal üretim hatalarını artık uluslararası hale getirmek zorunda kalmışlardır. Bu durum , üretimin uluslararasılaşması olarak anılmaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD önderliğinde oluşturulan yeni ekonomik ve siyasi dünya düzeni , yani Pax Americana, uluslararası ekonomide karşılıklı değişim yaklaşımına dayanmaktadır. Uluslararası mal, sermaye ve bilgi akışının kolaylaşması ve güvenli bir hale gelmesi ile Pax Americana uluslar arası ekonominin karşılıklı değişim yaklaşımından küresel üretime dönüşmesine yardımcı olmuştur.

    Küreselleşme hareketlerinin yaklaşık son 20 yılda ortaya çıktığı ve hız kazandığı görülmektedir. Küreselleşen dünyanın anlaşılması bir çok açıdan oldukça karmaşıktır. Küreselleşme, bünyesinde farklı boyutlarda bir çok konuyu barındıran karmaşık bir sosyal, ekonomik ve politik içeriğe sahiptir. Ekonomistler ve ekolojistler benzer şekilde "küresel yerelleşme (küyerelleşme)" kavramından söz edilmektedir. Bu yaklaşım "küresel düşün, yerel faaliyet göster" sloganıyla ifade edilmektedir. Gerek piyasa koşullarının zorlaması, gerekse sosyal yapı nedeniyle değişik piyasalar , şirketler ve sektörler değişik şekillerde örgütlenmektedir. Öte yandan , esas itibariyle ekonomik bir olgu olarak görülen küreselleşmeye, sosyologlar kültürel bir süreç olarak bakmaktadırlar. Sıkça değinildiği gibi dünya küçülmekte ama bütünleşmemektedir. Ekonomiler birbirine yaklaştıkça uluslar, kentler ve bölgeler birbirinden ayrılmaktadır. Küresel ekonomik bütünleşme süreci politik ve sosyal dağılmayı hızlandırmaktadır. Aile bağları kopmakta, yerleşik otoriteler sarsılmakta, yerel toplum bağları zorlanmaktadır. Uluslar da tıpkı hücreler gibi bölünerek çoğalmaktadır.

    Küreselleşme süreci hızlandıkça her biçimiyle yöreselliğin etkilerinin arttığı görülmektedir. Dünyanın her tarafındaki insanların büyük kısmı için bir yere bağlı olmak her zamanki kadar önem taşımaktadır. Kimlikleri bir yere bağlı olan ve başka bir yerde yaşamayı düşünemeyen bu insanlar yaşamak için belli bir toprağa ve kendilerini daha iyi hissetmek için kendi kültür ve dillerine dayanma ihtiyacı hissetmektedirler.

    Küreselleşmeyle beraber dünyada artan kutuplaşmalar ve oluşturulan birlikler , küreselleşmenin getirdiği sonuçlardan yalnız biridir.Nitekim, Birleşmiş Milletler 1945'te sadece 51 ülkeyle kurulmuştu. 1960 yılında 100,1984'te 159 ülkenin BM�e kayıtlı olduğu görülmektedir.1993 ortalarında ise, Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla birlikte üye sayısı184'e yükselmiştir.Başlangıçta Rusya�ya karşı kurulan NATO , küreselleşmeyle beraber şekil değiştirmiştir. Bu günlerde ise Rusya�nın da NATO ile flörtü sürmektedir.

    Sovyetler Birliğinin dağılmasının ardından dünyada askeri açıdan tek süper güç olarak ABD'nin kalmasına rağmen , ekonomik olarak üç süper gücün varlığından söz etmek mümkündür. Altın Üçgen ya da kısaca Üçlü olarak isimlendirilen bu güçler ABD, AB ve Japonya'dır. Söz konusu üç güç, dünya üzerindeki doğrudan dış yatırımlar ve uluslararası ticaretin büyük bölümüne hakimdirler. Bu üçlünün ilişkileri yakın coğrafyalarını da önemli ölçüde etkilemektedir. Nitekim, ABD; Kanada, Orta ve Güney Amerika ülkeleri, AB; Doğu Blok Ülkeleri ve Japonya da Pasifik bölgesindeki ülkelerle yakın ilişki içindedir. Doğudan dış yatırımlar; ticaret, mali kaynak akışı ve teknoloji transferi ile yakın ilişkisi nedeniyle iktisadi gelişme açısından önemli bir hale gelmiştir. Ancak, tüm gelişmekte olan ülkelerin üçlü gücün yatırımlarını çekmekte başarılı olduğu söylenemez. Bu yatırım fonlarının büyük bölümü çok uluslu işletmeler tarafından , en yakın komşu ülkeden başlayarak bölgesel iletişim ağları kurma amacıyla kullanılmaktadır. Nitekim, Meksika'daki toplam doğrudan dış yatırımların yüzde 61'i ABD kökenli işletmelerden gelirken , Güney Kore'nin doğrudan dış yatırımlarının yüzde 52 'si Japon firmalarınca sağlanmaktadır. 1990'ların başında gelişmekte olan ülkelere yapılan tüm yatırımların yarısından fazlası Brezilya, Çin, Hong Kong ,Meksika ve Singapur'a yapılmaktaydı. Bu durumun en önemli sebeplerinden biri , söz konusu ülkelerin üçlü güçle olan yakın ilişkileridir. II

    Dünyadaki değişim eğilimini gözlemlediğimizde globalleşme ile birlikte dikkati çeken bir diğer olgunun yerelleşmeolduğunu görüyoruz. Glokalleşme son zamanlarda yaygın olarak benimsenen ve kullanılan kavramlardan birisi. Glokalleşme, kısaca �uluslararası ilişkilerde global gerçeklerden hareket ederek global düşünmeyi, otarşizm yerine dışa açılmayı, dünya ekonomisi ile bütünleşmeyi; ülke içinde ise merkezi yönetim kanalıyla ekonomiyi ve siyaseti yönlendirme yerine yerel yönetimleri daha fazla güçlendirmeyi� ifade ediyor. Yerelleşmenin siyasal gücün tek elde toplanmasını önleyeceği ve böylece yerel demokrasiyi güçlendireceği ifade ediliyor. Desantralizasyon ya da adem-i merkeziyetçi yönetim kavramları yerelleşme ile aynı anlama geliyor. Yerelleşme, gerçekten de yerel demokrasiyi güçlendirmek için çok önem taşıyor. Yerel özerklik için yerel yönetimlerin merkezi yönetimlerin boyunduruğundan kurtarılmaları gerekiyor. Ancak yerelleşme bir taraftan, yerel halkın yönetime katılmasını sağlayarak demokrasiyi geliştirecek bir görevi yerine getirirken, öte taraftan yerel tiranlığı ve despotizmi de ortaya çıkarabilecek bir etki gösterebilir.

    Küreselleşme süreci içinde paradoksal bir çatışmayı bulunduran bir süreçtir. Ülkeler arasında da ülke içinde de , sektörler arasında da sektör içinde de kaybedenler ve kazananlar bu süreçte birlikte barınmaktadır. Küreselleşme sürecinden ülkeler, kurumlar , meslekler, ve kişiler açısından kazanan ve kaybedenler bulunmaktadır. Özellikle son dönemde küreselleşme sürecinin yarattığı toplumsal eşitsizliklere ilişkin önemli eleştiriler yapılmaktadır. Bunun yanında küreselleşme sürecinde kuralların konulmasında ve çözüm önerilerinin hayata geçirilmesine dair ciddi tartışmalar yapılmaktadır.

    Küreselleşme sürecinin hız kazanmasında enformasyon teknolojilerinin önemli bir rol oynadığını aşikardır. Özellikle 1970' li yıllarda hız kazanan enformasyon teknolojilerinin yükselişi ve kitle üretim ve tüketiminin krize girmesi üretimin yapısında ciddi dönüşümler yaşanmasını beraberinde getirdi. Bilgi ve hizmet işleri ve işçileri yaşanan süreçte önem kazanırken mavi yakalı işçiler, ve imalat işleri eski önemlerini kaybetmeye başladılar

    Bilgi ve enformasyon sektörlerinin öne çıkması sanayi toplumunun mavi yakalı işçisine olan talebi azaltmış ve belirli sektörler dışında firmalar küçülme yoluna gitmişlerdir. Aynı zamanda bu süreç beyaz yakalı bilgi işçisine olan talebi arttırırken milyonlarca mavi yakalı işçi istihdam sürecinin dışında kalmıştır. Yaşanan gelişmeler hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde işsizlik sorununu ortaya çıkarmıştır. Bilgi ve hizmet işlerinde çalışan son derece vasıflı, eğitimi , yaratıcılığı, yüksek bilgi işçileri bu dönüşümden kazançlı çıkan grubu oluşturmaktadır.

    Toffler işsizliğin artık niceliksel olmaktan çıktığını ve niteliksel olduğunu belirtmektedir. Yeni iş alanları açmakla işsizlerin sayısı azaltılamamaktadır, çünkü sorun artık sayı sorunu değildir. Toffler her işsize karşı on tane işçi aranıyor ilanı da çıksa , on milyon işçi aranırken ortada bir milyon işsiz de olsa , o bir milyon kişi , yeterli beceri ve bilgiye sahip olmadıkça , istenen işi yapamayacağını belirtmektedir. Beceriler artık öyle çeşitlidir ki ve öyle çabuk değişmektedir ki, işçilerin geçmişteki kadar ucuza değiştirilip yerine yenilerinin alınması düşünülemez. Para ve sayı artık sorunu çözemez hale gelmiştir.III Dolayısıyla hızlı değişen teknoloji ve yenilikler karşısında bunları kullanabilecek beceri ve bilgiye dayalı işçilerin önemi büyük önem kazanmaktadır.

    Son çeyrek yüzyılda istihdam ve sektörel yapıdaki dönüşüm, bilgi ve hizmet işlerinin öne çıkması sonucu sendikal yapıda da ciddi sorunlar yaşanmasına neden olmuştur. Küreselleşme sürecinde sendikal yapının gittikçe zayıfladığı görülmektedir. Toffler sendikaların daha çok zanaat veya seri üretime göre tasarlanmış oldukları için , ya tümüyle değişmeleri ya da süper-sembolik ekonomiye uygun yeni örgütlenme biçimlerinin düşünülmesinin şart olduğunu belirtiyor. Sendikaların devam edebilmesi için işçileri tek bir kitle olarak düşünmekten vazgeçip , tek tek bireyler olarak düşünmeye başlamaları gerekir.IV

    Sendikalar vasıfsız işçiler için aidiyet duygusu sağlamaktaydı. Sendikaların zayıflaması ve işsizlikteki artış işçilerin yeni aidiyet alanları arayışına yol açmıştır. Ayrıca işsiz kalmış ve yakın zamanda iş bulamayacak durumda olan büyük bir kitle için geleceğe yönelik güvensizlik ve belirsizlik artmıştır. Bozkurt, küreselleşme sürecinin en çok tartışılan sonuçlarından birisinin gittikçe artan belirsizlik ve güvensizlik olduğunu belirtmektedir. Bu sadece gelir düzeyi düşük gruplar arasında değil, orta sınıflar arasında da giderek yaygınlaşıyor.V Gittikçe artan belirsizlik ve güvensizlik kişilere aidiyet ve kimlik sağlama işlevi gören fundemantalist ve milliyetçi akımların güçlenmesini de beraberinde getirmektedir. Nitekim dünyada milliyetçi hareketlerin güçlenmesi , ırkçılık, dini hareketlerin artışı küreselleşme sürecinin ivme kazandığı gelişmelerdir. Küreselleşme sürecinde işsiz kalan veya gelecek belirsizliği ve ümitsizliği bulunan kesimler kendilerine parlak bir gelecek vaat eden büyük hayaller sunan söylemlere kolayca yönelebilmektedirler.

    Ekonomik küreselleşme gelir eşitsizliğini hem ülke içinde hem de ülkeler arasında dramatik olarak arttırmaktadır . Dünyanın zengin ülkelerinde yaşayan %20 üst gelir dilimiyle fakir ülkelerde yaşayan %20 lik alt kesim arasındaki gelir farkı 1960 yılında 30 kat iken bu oran 1997 'de 74 katına fırlamıştır. Dünyanın en zengin 200 insanı net kazancını 1994-1998 yılları arasında iki kat arttırarak 1 trilyon doların üstüne çıkarmışlardır. En zengin 3 milyarderin servetlerinin toplamı 600 milyondan fazla nüfusun yaşadığı az gelişmiş ülkelerin GDP' sinden daha fazladır.1970'den beri Amerika'da en üstteki %1 lik hane halkı ulusal gelirden aldığı payı iki kat artırmıştır. En üst %1 lik kesim halen alttaki %95 lik gruptan daha fazla zenginliğe sahiptir.

    Bilgi ve enformasyon teknolojilerinin rekabette üstünlüğü yarattığı bir dönemde , yeni enformasyon teknolojilerini yaratan ve kullanan ülke ve grupların gelişmiş ülkeler olması ülkeler arasındaki eşitsizliği daha da arttırmaktadır. Nitekim 2000 İnsani Kalkınma Raporuna göre internet dünyadaki en zengin %20'nin internet kullanımındaki oranı %93,3 iken en fakir %20 sinde bu oran %0.2 dir. Dolayısıyla yakın gelecekte de eşitsizliğin giderilmesine yönelik büyük bir umut yok gibidir. Eşitsizliğin artışı bir çok ülkede , 1998 Endonezya örneğinde olduğu gibi sosyal patlamaları ve huzursuzlukları da beraberinde getirmektedir. Aynı zamanda gelişmiş ülkeler arasında ticari blokların oluşması ve bölgeselleşme iddiaları bu bloklar dışında kalan az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin durumunu daha da güçleştirmektedir.

    Küreselleşmeye yöneltilen en büyük eleştirilerin ve yaşanan sorunların merkezinde çokuluslu sermayenin küreselleşme sürecinde kuralları koyduğu ve bu kurallar karşısında ulusal hükümetlerin politika oluşturmakta yetersiz kaldığıdır. Aynı zamanda enformasyon ağlarıyla finans piyasalarının birbirine bağlı olduğu bir küresel ekonomide uluslar üstü sermayenin çok kısa zamanda mevcut ülkeyi terk etmesi Rusya ve Asya krizlerinde görüldüğü gibi küresel krizlere neden olmaktadır.Dünya ihracatında önemli bir gücü elinde bulunduran küresel şirketlerin merkezi birkaç ülkede odaklanmaktadır.

    Uluslar arası sermayenin ve küresel şirketlerin kuralları belirlediği ve piyasaları biçimlendirdiği küresel ekonomide sosyal politikaların ve maliyetlerinin sorumluluğunu üstlenen çıkmamaktadır. Her ne pahasına olursa olsun ekonomik gelişme hedeflenirken , sosyal gelişmenin ve adaletin göz ardı edilmesi eşitsizlik, yoksulluk ve dışlanma sorunlarının uluslar arası boyut kazanmasını hızlandırmaktadır. Dolayısıyla eğitim ve sağlık alanlarında sorunlar yaşanmakta, doğanın tükenme hızı artmakta , çevre sorunları şiddetlenmekte, uluslararası çalışma standartları aşınmakta, gerçek ücretlerde gerilemeler gözlenmekte, çocuk işçi istihdamı artmakta , işten çıkarmalar yoğunlaşmakta, işsizlik sorunu yapısallaşmakta, sosyal huzursuzluklar ve şiddet artmaktadır.

    Yeni küresel elektronik ekonomide , fon yöneticileri, bankacılar, büyük şirketler ve onların yanı sıra milyonlarca bireysel yatırımcı , büyük miktarda sermayeyi tek bir tuşu tıklayarak dünyanın bir ucundan öbür ucuna aktarabiliyorlar. Ve bu hareketleriyle , Asya'daki olaylarda seyrettiğimiz üzere , kaya gibi sağlam görünen ekonomilerin tüm istikrarını bozabiliyorlar.VI Yaşanan krizlerin bir çoğu çokuluslu şirketlerin ve uluslarüstü sermayenin kendilerine daha cazip imkanlar ve ortamlar ortaya koyan ülke ve finans piyasalarına gitmesinden kaynaklanmaktadır. Uluslar üstü sermayeye yapılan kısıtlamalar ülkeden çokuluslu şirket ve sermeyenin kaçmasına neden olmaktadır.

    Mevcut kurumlar günümüzde finans piyasalarında yaşanan krizlere çözüm bulamamaktadırlar. Uluslar üstü sermayenin kontrol edilememesi ve tek tuşla bulunulan ülkeyi terk edebilme hareketliliğinin yüksekliği önümüzdeki dönemde tartışılacak en önemli konulardan birini oluşturacaktır. Çözüm olarak önerilen uluslar arası para hareketlerinin uluslar arası vergilendirmeyle kontrol altına alınması ve yabancı sermayeye belli koşullarda izin verilmesi gibi yöntemlerin uygulanabilirliği ülkeler arasındaki eşitsizlikler de dikkate alındığında mümkün gözükmemektedir. Küreselleşme süreciyle birlikte ulus devletin konumuna yönelik tartışmalarda şiddetlenmektedir.

    Dünyada bir globalleşmeden söz ederken Türkiye�nin konumu ve geleceği nasıl olur veya nasıl olacak diye bir soru sormamız gerekir. Globalleşen dünyada bir çok kutuplaşmalar ve çeşitli bloklar oluşmaktadır. Türkiye bu gibi yapılara entegre mi olmalı yoksa , otarşik bir yapıda mı bulunmalıdır? Bütün bu sorulara cevap vermek için ülkelerin politikalarına bakmamız gerekir. Örneğin ABD�nin politikası menfaat politikasıdır, eğer bir şeyden çıkar sağlıyorsa ya da faydalı görünüyorsa ABD, o ise girer. ABD için ülkesinin menfaatleri en yüksek seviyededir. Yeri geldiğinde en azılı düşmanıyla bile dost olabilir. Küreselleşme bir taraftan gelişmiş ülkeleri daha zengin yaparken diğer taraftan da fakir ülkeler daha fakir olmaktadır.Dünyanın giderek küresel bir yoksullaşmasından söz edilmektedir. Belli kurum ve devletler dünya ekonomisinin yarıya yakın payını alırken,diğer devletler daha azını almak zorunda kalıyor. Bu da küreselleşmenin devamında sekteye yol açmaktadır. Giderek küreselleşmeye karşı protestolar ve mitingler yapılmakta, yeni sosyal ve siyasal yapı biçimleri ortaya çıkmaktadır. Artık, küreselleşme taraftarları ve karşıtları diye belli gruplar var.

    Küreselleşme içinde Türkiye�ye baktığımızda etkin bir siyaset ve politikadan söz edemeyiz. Her ne kadar dünya küreselleşse de , her ne kadar ülkeler bir birine yakınlaşsa da, Türkiye etkin ve tavizsiz bir politika gütmedikten sonra ve daha da önemlisi iyi bir ekonomiye sahip olmadıktan sonra globalleşen dünyada herhangi bir söz hakkının bulunmayacağı çoğu tarafından bilinmektedir. Politikacılar da bunun bilincinde ve bundan dolayı AB�ye girmek için yoğun bir çapa harcamaktadırlar.Ayrıca küreselleşmenin getirdiği bir çok sorun da belirmektedir.

    Küyerelleşme ve ekolojik tehlike giderek önem kazanmakta, ulusal olan değersizleşmededir. İşte bu noktada bir ülke vatandaşından veya ulustan söz etmek de olanaksızlaşıyor. Artık, ülkeler politikalarını gözden geçirmekte ve baskıcı zihniyete sahip yönetimler yerini gederek demokratik yönetimlere bırakmaktadır. Bunda da etkin olan olgu ise küyerelleşmedir. Ülkeler içinde bir çok etnik unsurları barındırmaktadır ve bu topluluklar özerkliklerini isteme hakkına sahip olmaya başladılar küreselleşmeyle. Nitekim çoğu ülke politikaları da bu yönde bir politika gütmek zorunda kalmıştır. Bu çok kültürlülük siyasi doğruculuk ile ülke politikalarında güvence altına alınmaya çalışılmaktadır. Bu ABD�de totaliteryen bir yapıya dönüşürken, bizde ise başı boşluk söz konusudur.

    Küreselleşme postmodernizmin bir söylemi gibidir. Postmodernizmin söylemlerinde insana değer verilmekte, çoğulculuk önemsenmekte ve insanın topluma yabancılaşması hoş görülmemektedir ama, her zaman söylemler pratikte uygulanamamaktadır. Bildiğimiz gibi küreselleşme yeni bir kapitalizm oluşturmaktadır. Bu da yeni liberallerin politikalarından türemektedir. Fukuyama, dünyanın artık liberal ekonomi ve politikalara bağlı olacağını ve giderek liberal politikaların ülke politikalarını belirleyeceğinden söz etmektedir. Tabi ki bu da yeni bir kapitalizm oluşturacaktır.

    Bütün bu söylem ve beliren yapılara bakarsak, Türkiye için bir gelecek profili çizebilmek mümkün gözükmektedir. Türkiye�nin şu anki politikasına baktığımızda ABD yanlısı bir yanı var, bu da bize ileride Türkiye�nin de bu yeni liberal politikalara uyum sağlayacağı ve ülke içindeki sosyo-politik yapısını bu şekilde ayarlayacağı izlenimini bize vermektedir. Şunu da belirtmek gerekir ki, eğer Türkiye akıllı bir politika öne sürmezse yeni sosyo-ekonomik krizlere ulaşabilir. İlk önce Türkiye�nin yapması gereken; IMF�nin elinden kurtulması ve kendi sanayisini kurmasıdır. Yabancı sermayeden çok ülke vatandaşına güvenmeli, bir şey ortaya sunulurken vatandaşın fikri alınmalı ve daha doğrusu ülke içindeki çeşitli etnik kimliklere olanaklar sunulmalı,dışlanmamalı ve onlara demokrasinin gereği olan her türlü etkinliğe katılma imkanı sunulmalı. Bu ülke içinde yaşayan bütün vatandaşlara sunulması gereken haktır ayrıca. Örneğin; insanlar istediği sendika ya da sivil toplum kuruluşlarına üye olabilmelidir. Ama Türkiye�de bu, pek de mümkün değil, çünkü daha demokrasi kültürü, diyalojik demokrasi ve sivil itiraz gibi kavramlar gelişmemiştir. Hatta diyebiliriz ki, Türkiye�deki millet vekillerini çoğu bu kavramları dahi bilmemektedir. Bu gibi kavramları bilmeyenlerden nasıl böyle bir istekte bulunabiliriz ki? O zaman yapılması gereken politika yapanların bilgilenmesi ve değiştirilmesi gerekir. Bunu da yapacak olan halktır, halk da kendini yetiştirmeli ve sorumlu bir vatandaş olmalı, dahası hak ve özgürlüklerinin bilincinde olmalıdır.

    Özellikle son dönemde finans piyasalarında yaşanan ve etkileri global düzeyde görülen krizlerin engellenmesine yönelik olarak ciddi arayışlar söz konusu.Küresel düzeyde kuralların ve kurumların oluşturulmasında ciddi bir belirsizlik var. Bu konuda ulus devletler tek başlarına yetersiz kalmaktadır.Nitekim çokuluslu sermaye ulusal engellerle karşılaştığında kendisine çok daha cazip imkanlar sunan başka bir ülkeye çok hızlı bir şekilde gidebiliyor.

    Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumlar da Uluslar arası krizlere çözüm bulmada ve kuralları oluşturmada çok yetersiz kalmaktadır.Küresel bir yönetimin kurulması ve ülkelerin küresel düzeyde belli konularda işbirliği yapması küresel kuralların oluşturulmasında ve krizlerin çözümlenmesinde getirilen bir öneri ama, yakın bir dönemde küresel yönetimin etkin bir şekilde kurulması mümkün görünmemektedir. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki gelişmişlik farkı ve eşitsizliğin giderek artması ülkeler arasında küreselleşmeye tepkileri arttırmaktadır.

    Enformasyon teknolojilerini kullananların küreselleşme sürecinde avantaj kazanması ve bu teknolojilere ve alt yapıya sahip ülkelerin gelişmiş ülkeler olması aradaki gelişmişlik farkını açmaktadır. Küreselleşme sürecinde gelişmiş ülkelerde de az gelişmiş ülkelerde de bu sürece tepkiler yükselmekte ve içe kapanmaya yönelik sesler gelmektedir. Milliyetçi partilerin ve ırkçı hareketlerin yükselişine bu süreçte tanık olunmaktadır. Gelişmiş ülkelerden az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere yönelik olarak dolaylı ve doğrudan yardımların artması küresel huzursuzlukları azaltmada izlenebilecek bir yoldur. Ve bunun örnekleri de son dönemde sıkça görülmektedir. Buna rağmen özellikle bu süreçte hem sermaye hem de teknoloji ve insan gücü açısından çok geride bulunan bir çok Afrika ve üçüncü dünya ülkesinin durumu karamsar gözükmektedir.

    Sürekli öğrenme, ülke , kurum ve kuruluşlar açısından rekabette avantajın temel anahtarı olacaktır. Sendikalar geçmişten farklı olarak yeni işlevler yüklenmek zorunda kalacaklardır. Bilgi işçileri ve yeni ekonominin yükselişi sendikaların güç kaybının devam etmesine neden olacaktır. Sendikaların varlığını devam ettirebilmeleri amacıyla uluslar üstü sermaye gibi sendikalarında küresel gelişmeleri takip etme ve küresel düzeyde işbirliğine gitmeleri gerekmektedir.

    Enformasyon teknolojilerini kullananların küreselleşme sürecinde avantaj kazanması ve bu teknolojilere ve alt yapıya sahip ülkelerin gelişmiş ülkeler olması aradaki gelişmişlik farkını açmaktadır. Küreselleşme sürecinde gelişmiş ülkelerde de az gelişmiş ülkelerde de bu sürece tepkiler yükselmekte ve içe kapanmaya yönelik sesler gelmektedir. Milliyetçi partilerin ve ırkçı hareketlerin yükselişine bu süreçte tanık olunmaktadır. Gelişmiş ülkelerden az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere yönelik olarak dolaylı ve doğrudan yardımların artması küresel huzursuzlukları azaltmada izlenebilecek bir yoldur. Ve bunun örnekleri de son dönemde sıkça görülmektedir. Buna rağmen özellikle bu süreçte hem sermaye hem de teknoloji ve insan gücü açısından çok geride bulunan bir çok Afrika ve üçüncü dünya ülkesinin durumu karamsar gözükmektedir.



    katılıyorum
    _____________________________




  • quote:

    Orijinalden alıntı: 7-24 Jojuk


    quote:

    Orijinalden alıntı: TheDarkDefender


    quote:

    Orijinalden alıntı: AnitabLake


    quote:

    Orijinalden alıntı: TheDarkDefender

    Citizen:

    Ortaçağ sanatı, Hırıstiyanlığın yayıldığı ülkelerde doğmuş ve onun hizmetinde gelişmiş olan dinsel nitelikli bir sanattır. Roma İmparatorluğu 4.yüzyılda Hıristiyan dinini kabulünden sonra ikiye ayrılınca, Ortaçağ sanatı da Batı ve Doğu Hıristiyan Sanatı olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Ortodoks mezhebine bağlı olan Doğu Hıristiyan Sanatı, Katolik Roma�dan farklı bir yol izlemiş ve �Bizans Sanatı� olarak adlandırılmıştır.

    Bu dönem 0-1 yaş arasındaki bebeklik dönemini kapsar. Oral dönemde temel haz kaynağı emmedir. Emme pasif ve bağımlı bir davranıştır. Freud�a göre anne ya da anne yerine geçen yetişkin tarafından çocuğun memeden erken kesilmesi ya da aksine çok uzun emzirilmesi onun bu döneme bağımlı olmasına neden olmaktadır.Emme ihtiyacı daha sonraki yaşamında da sürmektedir. Örneğin, öğrencilerin sinirli ve gergin olduğunda tırnak yemeleri, Freud�un oral bağımlılık olarak tanımladığı durumun bir göstergesidir. Psikoanalitik görüşe inanan psikologlara göre çocuğun yaşama küsmesi ya da onu sevmesi annenin tutumuna bağlıdır. Çocuğun ilerde göstereceği ruhsal özelliklerin temelini oluşturur. Örneğin,çocuğun birden bire sütten kesilmesi yaşama küsmesine yol açar. Bunu yapan anneye karşıda çocuk düşmanlık duyguları geliştirir. Sevme ve düşmanlık duyguları gibi iki zıt durumda kalan çocuk bilinçsiz olarak ruhsal bir çatışmanın içine girer. Böyle bir kimse anne aracılığıyla diğer insanlara karşı olan sevgi ve bağımlılığını da yitirir. Buda onun toplumsal gelişimini gene olumsuz yönde etkiler. �Doğumdan önceki bir yıl oral dönem olarak anılmaktadır. Bu evrede haz kaynağı,pasif ve bağımlı bir davranış olan emmedir. FREUD� a göre bebeğin bu evrede anne tarafından aşırı şekilde emzirilmesi veya memeden kesilmesi oral evreye takılmakla sonuçlanır. Dolayısıyla ağız yoluyla haz alma davranışı ilerde başka yaşantılara genellenmekte ve kişilik oral karakter kazanmaktadır. Oral karakterdeki kişiler gergin bağımlı ve karmaşık bir duygusal yapıya sahiptirler.

    Hıristiyanlık, başlangıçta çoktanrılı Roma�nın baskısı yüzenden rahat yayılma olanağı bulamamış, ancak resmi din olarak kabul edildikten sonra gelişme gösterebilmiştir. Batı Roma İmparatorluğu topraklarında yaşayan Hıristiyan toplulukları 4. yüzyıla kadar inançlarını yayma konusunda özgür değillerdi. Ölülerini gömerken gösterişli ayinler yaptıkları, bu yüzden de kovuşturmaya uğradıkları için mezarlıklarını yer altında yapmak zorunda kalmışlardır. Uzun ve karmaşık dehlizlerden oluşan bu yeraltı şehirlerine �Katakomb� adı verilir. Araştırmacılar tarafından uzun süre Hıristiyanların gizlice yaşadıkları şehirler sanılan katakombların sonradan yalnızca ölü gömülen ve ibadet edilen yerler oldukları anlaşılmıştır Nitekim, katakomblarda duvarlarına mezarlar oyulmuş dar koridorlardan ve girişteki ibadet salonundan başka, yaşamaya elverişli mekanlara rastlanmamıştır.

    Eğitimden bahsedildiğinde, genellikle, eğitim işine eğitimci ve öğrenci olarak katılanlar; öğretmenler ve öğrenciler, çocuklar ve gençler, anaokulu öğretmen ve bakıcıları, çıraklar ve ustalar, anne-babalar ve okul yöneticileri vs. akla gelir. Yâni eğitim deyince ilk akla gelen,eğitici ile eğitilenler arasındaki kişisel ilişkilerdir. Daha açık bir söyleyişle; öğretmen ili öğrenci arasındaki karşılıklı ilişkilerin şekli ve izleri, çocuk gelişiminin ortaya çıkardığı ihtiyaçlar, eğitsel ilişkinin meydana geldiği okul ve çevre ortamı, eğitime etki eden çevre faktörleri, çocukların tecrübe kazanmaları ve yetenekleri, eğiticinin pedagojik hedefleri, kullanılan eğitim araç ve metodları ile ilgileniriz.

    Eğitim, toplumun sosyal kurumlarından bir tanesidir. Her çocuk belirli bir aile içinde doğar, belirli bir sosyal tabakanın dilini ve görgü kurallarını öğrenir, bir köy veya şehir ortamında büyür, ilkokulda ve öğretim sisteminin diğer okullarında okur. Küçük çocukluk yaşlarından itibaren çeşitli arkadaş çevredeki içine girerek oyunlarını bu çevreler içinde oynar, sohbet eder, bu gruplarla bütünleşir. Kitap, gazete, dergi okur; sinemaya, tiyatroya gider, radyo dinler, televizyon seyreder... Bütün bunlar insanların ve özellikle yeni yetişen nesillerin içinde yaşadıkları toplumdan etkilenme yollarından bazılarıdır. İçinde yaşanılan bu ortamlar, çocukları ve gençleri hayatın amacı, önyargılar ve değer hükümleri, tutumlar, vaziyet alışlar, bütün düşünce ve davranış yönlerinden etkiler, yönlendirir ve kalıplaştırır. İşte burada kısaca değinilmeye çalışılan toplum ile eğitsel yetiştirme arasındaki karşılıklı ilişkileri, bağlantıları ve etkilemeleri inceleyen bilim dalına Eğitim Sosyolojisi denir.

    Türkiye'de eğitim sosyolojisi olarak adlandırılan bilim dalı, dünyada kendisi ile ilgili literatürdeki ikili yaklaşımın ikisini birden ifade etmektedir. Bu bilim dalının tarihinde özellikle etkili olmuş bu ikili yaklaşım şunlardır: Toplumun sosyal yapısını bir bütün kabul ederek onun kurumlarından birisi olan eğitimi ele alıp incelemektedir. Burada sosyolojik metodlar kullanıldığı gibi, araştırmaların odak noktası ve konuya bakış açısı da sosyolojiktir. Türkçeye "Eğitsel Sosyoloji" olarak çevrilebileceğimiz "Educational Sociology" ("Paedagogische Soziologie") ise odak noktası olarak eğitimi almakta; eğitim sistemi, öğretmen-öğrenci ilişkileri, sınıfların durumu, ders programları, eğitimde uygulanan metodları vs. incelemektedir. Yaklaşımlar farklı olmasına rağmen ele alınan konular aşağı yukarı aynı olduğu için, Eğitim Sosyolojisi derslerinde her iki yaklaşımın da eğitim ve toplum konularını ele alma tarzları ve çıkardıkları sonuçlar birlikte verilmeye çalışılmaktadır. Zaten son yıllarda bu tartışmaların en yoğun olduğu Amerika Birleşik Devletleri'nde de iki akımın birbirine yaklaştığı ve birleştiği görülmektedir.

    Eğitim Sosyolojisinin ana konularına girmeden önce, eğitim ve sosyoloji kelimelerini, bizim için ne ifade ettikleri noktasından ele almak lâzımdır. Sosyolojik açıdan eğitim, bireyin içinde yaşadığı toplumda yeteneğini, tutumlarını ve olumlu yöndeki diğer davranış biçimlerini geliştirdiği bir süreçler toplamıdır. Başka bir tanıma göre de eğitim, bireyin toplumsallaşması ve ferdî gelişimini - ilgi ve ihtiyaçları doğrultusunda - en yüksek düzeye çıkarması için düzenlemiş, kontrollü bir çevredeki toplumsal süreçtir. Sosyolojiye göre eğitim, bir sosyalleşme veya sonradan topluma katılanlar için bir integrasyon (bütünleşme, kaynaşma, intibak) sürecidir. Sosyoloji ise, insanların meydana getirdikleri toplulukların ve toplumsal kurumların sistematik incelemesini yapan bir bilimdir. Sosyoloji, insanın sosyal davranışlarını inceler, toplumsal davranışın kalıplaşmış şekillerini, bu alandaki toplumsal kuralları ve "toplumsal yasaları" tespit etmeye çalışır; modern toplumlarla ilgilenir.

    Eğitim, toplum içinde cereyan eden bir sosyalleşme olgusu olarak ele alındığında, okullar ve diğer eğitim-öğretim birimleri de bu toplumsal olguyu organize ettiğinden eğitim de bir sosyal olay olarak ele alınmakta; eğitim olgusuna sosyal yönden yapılan yaklaşım ve incelemeler de Eğitim Sosyolojisi adı altında toplanmaktadır.

    Hıristiyanlık, başlangıçta Yahudiliğin tasvir yasağını benimsediği için ilk resim örnekleri, ancak 3. yüzyıldaki katakomb duvarlarında karışmıza çıkar. Bu resimler genellikle çok basit ve şematiktir. Okuma yazma bilmeyen Hıristiyanların vaazlarda anlatılan dinsel olayları gözlerinde canlandırabilmeleri için yapılmışlardı. Aslında bu resimlerin her biri basit birer semboldürler. Ama bu basit semboller bile, o dönemde inançlı kişilerin zihinlerinde bir takım dinsel imgeler uyandırmaya yetiyordu. Örneğin, Roma�daki Priscilla Katakombu�nda tasvir edilen İsa�nın oniki havarisiyle birlikte yediği ve onlara kutsal ekmekle şarap dağıttığı Son Akşam Yemeği sahnesi, ıncil�de geçen ve tüm Hıristiyanların bildiği bir olaydır. Bu yüzden resmi yapan sanatçı, olayı ısa ile yalnız altı havarisini basit bir sofra önünde göstermekle yetinmiştir.

    Batı Roma, 4. yüzyıldan başlayarak Kuzeyli kavimlerin istilasına uğramıştı. Amansız Hun akınlarıyla yurtlarından atılan Cermen ulusları, Avrupa�nın çeşitli yörelerine yayılmışlar, zayıf düşen Roma bunlarla başa çıkamamıştır. Ostrogotlar ve Lombartlar ıtalya�da, Franklar orta ve batı Avrupa�da, Vizigotlar ıspanya�da, Vikingler ve Anglosaksonlar ıskandinavya ve ıngiltere�de egemenlik kurmuşlardır. Romalıların �barbar� saydıkları bu kavimlerin aslında kendilerine özgü uygarlıkları ve sanatları vardı. Bu kavimler, Hıristiyanlığı benimsedikten sonra yerleştikleri ülkelerin kültürünü de özümleyerek, 11. yüzyılın ortalarına kadar güçlü bir sanat etkinliği yaratmışlardır. Bugün Osla Gemi Müzesi�nde bulunan 9. yüzyılı ait bir Viking Gemisi�nin burnu, Vikinglerin başarılı tahta oymacılı¤ını yansıtan güzel bir örnektir.

    Erken Hıristiyan sanatının oluşumunda Helen-Latin kültürü kadar kuzey kavimlerinin de katkısı olmuştur. Bu dönemin sanatı putperestlik inançlarından izler taşımakla birlikte aslında tümüyle Hıristiyanlı¤ın hizmetindeydi. Bu dönemde dinsel olmayan tek örnek, Bayeux Halısı�dır. 70 metre boyundaki bu ola¤anüstü yapıtta Normanların ıngiltere�yi istilası anlatılmıştır. 6. yüzyıl başında ıtalya�nın Ravenna kentinde yapılmış olan Ostrogot kralı Büyük Thedoric�in Mezar Anıtı ise erken mimarlık örneklerinden biridir. Bu görkemli anıtta merkezi planlı, dışı mermer kaplı Roma yapılarının etkileri kolayca farkedilir. Lombartların 7. yüzyılda Kuzey ıtalya�nın Perugia kentinde inşa ettikleri Kilise de eski Yunan ve Roma tapınaklarını anımsatmaktadır. Benzerlik, özellikle dışa açık sütunlu cephede ve üçgen alınlıklı çatı örtüsünde dikkati çeker.

    8. yüzyılda batı ve orta Avrupa�ya hakim olan Franklar, ünlü kralları Charlemagne döneminde topraklarını daha da genişleterek, Avrupa�nın en güçlü devletini kurmuşlardır. Charlemagne, bir cermen prensliğinden Roma anlamında bir imparatorluk yaratmıştır. Kendini Kutsal Roma-Cermen İmparatoru ilan etmiştir. Birleşik bir Avrupa�nın kurulması ve Batı kültürünün temellerinin atılması bakımından önem taşıyan bu döneme �Karolenj Rönesansı� adı verilmiştir. Bu dönemin en tipik mimarlık örneği başkent Aachen�daki İmparatorluk Kilisesi�dir. Çevresi daha sonraları Gotik üslupta yapılarla kuşatılmış olan bu kilise, sekizgen gövdeli, yüksek kasnaklı, dilimli kubbeli bir yapıdır. Çevresindeki yapılardan ayrı düşünülürse, anıtsal bir görünüm taşıdığı hemen anlaşılır. Charlemagne�ın kurdurduğu bu merkezi planlı yapıya Ravenna�da bulunan 546 tarihli bir Bizans kilisesi olan San Vitale�nin örnek olduğu düşünülmektedir. Aachen şapeli�nin iç yapısı da ilginçtir. Sekiz masif ayağı dayanan kubbeli orta mekan iki katlıdır. Bu mekan altta bir koridor, üstte ise sütunlu galerilerle çevrilidir. Yapının dış görünümündeki anıtsallık, damarlı ve renkli mermerlerle kaplı iç mekanda daha da belirgindir.

    Patlıcanları temizleyin, soyun ve ortasından yarın, sonra enlemesine de bir yarık yapın. Tuzlayıp, yarım saat sonra yıkayıp bir tabağa çıkarın.Soğan ve sarımsakları piyaz biçimi doğrayın. Üç domatesi ufak ufak kesin. Patlıcanları sararıncaya kadar zeytinyağda kızarttıktan sonra pişireceğiniz tencereye dizin, aynı yağda soğan ve sarımsağı kavurun, ardından domatesleri de katıp çevirin. 15 dakika pişirin. Maydanozu katın, daha sonra bu içi patlıcanlara doldurun. Suyunu koyun. Üzerine 2 domates ve biber dilimleri koyarak yarım saat pişirin, soğutun.

    Karolenj İmparatorluğu 10. yüzyılda ikiye bölünmüş, doğu kesimi Kral Büyük Otto�nun yönetimine geçmiştir. Yeni bir canlanışa sahne olan bu dönemin ve yörenin sanatı, �Otto Sanatı� diye tanımlanır. Bu dönemin mimarlık yapıtlarına örnek olarak 11. yüzyılın ilk yarısında yapımı tamamlanan Hildesheim�daki Saint Michael Manastırı gösterilebilir. Bu kilisede bazilika planı uygulanmıştır. Vatikan�da bulunan San Pietro Kilisesi�nin 16. yüzyılda çizilmiş eski bir resmi, bazilikal plan tipinin ana hatlarını göstermesi bakımından önemlidir. Bu çizimde görüldüğü gibi, erken örnekleri Geç Roma ve Bizans�a dayanan bazilikal plan tipinde uzunlamasına ana mekan, sütunlara dayanan kemerlerle yan mekanlara açılmaktadır. Bu yan mekanlara orta ve yan nefler denir. Orta nefte, girişin karışsındaki duvar, yarım daire biçiminde dışarı taşırılmıştır. Dini törenlerin yapıldığı, ilahilerin okunduğu bu bölüme �Apsis� adı verilir. Genellikle apsis yönünde nefleri dik olarak kesen uzun bir mekan daha yer alır. Kral galerisinin ve kilise orgunun bulunduğu bu mekana ise �Transept� denir. Saint Michael Kilisesi�nde olduğu gibi bazen giriş yönüne de ikinci bir transept eklenir, orta nefle transeptin kesiştiği bölümler, birer kuleyle yükseltilirdi. Yuvarlak kemerlerin, masif ayakların ve kalın duvarların kullanıldığı bu yapılar, daha sonraki yüzyılda görülen Romanesk mimarinin öncüleri olmuştur.

    Gerek Charlemagne gerekse Otto döneminde el sanatları ve kitap resimleri alanlarında da ilginç örneklerle karışlaşılır. Dini törenlerde kullanılan 8. yüzyıla ait kutsal bir şarap kabı olan Tassilo Kalisi (Kremsmünster Manastırı) hem biçim hem işçilik bakımından dönemin yetkin bir örneğidir. III. Otto İncili�nin (Bayerische Staatsbibliothek, Munich) altın kaplamalı ve değerli taşlarla süslü cilt kapağının ortasında yer alan fildişi kabartma da dönemin ince el işçiliğini gösteren güzel bir örnektir. Bu kabartmada �Meryem�in Ölümü� konu edilmiştir.

    Fasulyelerin kılçıklarını ayıklayın ve çapraz küçük parçalar halinde (Baklavaya benzer şekilde) kesin. Tuzlu suda, ağzı kapalı bir tencerede, 15 dk kadar haşlayın. Fasulyelerin fazla yumuşamamalarına dikkat edin. Pırasayı çok ince doğrayın. Tereyağını büyük bir tavada eritin ve doğranmış pırasayı ekleyip, 2-3 dk sote edin. Haşlanmış taze fasulyeyi de ekleyip, 10 dk daha kavurmaya devam edin. Yumurtaları el mikseriyle çırpın ve pırasalı fasulye karışımına ilave edip, 3-4 dk daha, devamlı karıştırarak, pişirin. Tuz ve karabiber katıp, hemen servis yapın.

    Erken dönemde duvar resminin yanı sıra minyatür adı verilen kitap resmi de yaygınlık kazanmıştır. Bu dönemin minyatür sanatında görülen özellikleri başarıyla yansıtan örneklerden biri de 845 tarihli Bamberg İncili�nde (Staadliche Bibliothek, Bamberg) yer alan Adem ile Havva kompozisyonudur. Bu minyatürde Adem ile Havva�nın yaradılışından, şeytana uyup yasak meyvayı yemelerine, cennetten kovulmalarına ve yeryüzünde çileli bir hayat sürmelerine kadar geçen olaylar anlatılmaktadır. Basit ve şematik bir anlatım söz konusudur. Bütün bu olaylar şerit halindeki sahnelerde bir yazı okur gibi izlenebilir. Bu özellik, Ortaçağ resminde yaygın bir anlatım biçimidir. Otto dönemine ait kitap resimlerinde ise daha ileri bir aşamaya tanık olunur. Kral Otto�ya sunulan bir kitabın (Musée Condé, Chantilly) ilk sayfasında Hıristiyan dünyasının hakimi olarak tahtında oturan kral ve buyruğundaki eyalet prensleri gösterilmiştir. Sahne, dengeli bir kompozisyon düzeni ve başarılı bir renk uyumu içinde resimlenmiştir.

    1066 yılında İngiltere�yi işgal eden Normanlar, yeni bir mimari üslubu da beraberlerinde getirmişlerdir. Bu üslup ıngiltere�de �Norman üslubu�, Avrupa kıtasında ise �Roman üslubu� adını almıştır. 1050�lerde başladığı kabul edilen Romanesk, Avrupa�nın yeni bir canlanış dönemi olmuştur. Özellikle Haçlı seferleri, değişik sınıftan kişilerin birbirine kaynaşmasını sağlamış, kilise her tür sanatın koruyuculuğunu yapacak bir düzeye ulaşmıştır.

    Romanesk sanat deyince ilk akla gelen, Ortaçağ�ın büyük manastır yapılarıdır. Bunlar, yalnız dinsel değil, sosyal ve kültürel etkinlikleri de içeren yapı kompleksleridir. Romanesk kiliseler ise kalın taş duvarları, masif kuleleri ve heybetli görünümleriyle kimi zaman bir şatoyu anımsatırlar. Romanesk mimarlık üslubuna Avrupa�nın değişik yörelerinde rastlanır. Ama en tipik ve anıtsal örnekler daha çok Almanya, Fransa ve ıngiltere�de toplanmıştır.

    Uzun yüzyıllar boyunca eğitim, toplumun ahlâk kurallarının, ekonomik ve politik yapısının belirlediği - ama kesin olarak belirlediği - ve mevcut toplumsal düzeni aynen devam ettirmeyi sağlayacak vatandaşlar yetiştirmeyi amaçlayan bir sistem olarak görüldü. Öyle ki, toplum düzeni ve onun felsefî ahlâki ve politik kuralları, öğretmen ile öğrenci arasındaki ilişkiyi, eğitimin amaçlarını, eğiticinin hedeflerini, eğitim araçlarını ve vasıtalarını tek başına belirliyordu. Avrupa'da 18. yüzyılın ortalarına kadar hem okullarda hem de okul dışı dinî ve meslekî eğitim kurumlarında verilen eğitim, eğiticilerin öğrenciler üzerindeki kesin egemenliğine dayanıyor ve yeni nesiller mevcut toplumsal düzenin devamını sağlamak için zamanın toplumsal ihtiyaçlarına ve gereklerine göre düzenleniyordu.Antik Roma, M.Ö. 9. yüzyılda İtalya Yarımadası'nda kurulan Roma şehir devletinden doğarak tüm Akdeniz'i çevreleyen muazzam bir imparatorluk haline gelen medeniyetin adıdır. Yaklaşık 12. yüzyıl boyunca varlığını sürdürmüş olan Roma uygarlığı bir monarşiden oligarşi ve cumhuriyetin bileşimi bir demokrasiye ve daha sonra da otokratik bir imparatorluğa dönüşmüştür.Fetih ve asimilasyon yollarıyla Batı Avrupa ve Akdeniz'i çevreleyen bölgede egemen olan Roma İmparatorluğu, iç istikrarsızlıkların ve özellikle de göçebe toplulukların akınlarıyla yıpranmaya başlamıştır. Bu etkiler sonucunda Hispanya, Galya ve İtalya'yı içine alan batı imparatorluğu 5. yüzyılda bağımsız krallıklara bölündü. İmparatorluğun batı kesiminin dağılması, tarihçiler tarafından Antik Çağlar'ın sonu, Orta Çağ'ın, aynı zamanda Karanlık Çağ'ın da başlangıç tarihi olarak kabul edilir. Öte yandan İstanbul'dan yönetilen doğu imparatorluğu, 1453 yılına kadar varlığını sürdürmüştür.Roma uygarlığı, kültürel olarak yoğun biçimde ilham ve örnek aldığı Antik Yunan ile birlikte "klasik antikite"ye dahil edilir. Antik Roma Batı dünyasındaki hukuk, savaş, sanat, edebiyat, mimari, teknoloji ve dil konularının gelişimine büyük katkıda bulunmuştur ve hâlen de günümüz dünyası üzerinde büyük etkiye sahiptir.

    Tarihte artık klâsik olmuş olan bu tezi ilk defa 1888 yılında W.Dithey, "eğitim, toplumun bir fonksiyonudur" şeklinde formüle etmişti. Buna göre eğitim hedefleri toplumun hedeflerinin aynısı idi. Eğitim düşünce ve hareketleri sosyal yapıya bağlı ilişkiler tarafından, "toplumsal güç" ve politik çıkarlar bakımından belirleniyordu. Öyle ki eğitim, mevcut yönetim-yönetilen (iktidar-halk) ilişkilerinin sağlamlaştırılarak sürdürülmesine yarıyordu.

    18. yüzyılın ortalarından itibaren aşırı derecede hızlanmış olan toplumsal değişmede eğitim, çok önemli bir rol oynayamadı. W.F. Ogburn'ün "kültürel geri-kalma" (cultural lag", "kulturelles Zurückleiben") teorisine göre, toplumdaki bütün kültürel unsurlar aynı değişme sürecini paralel zamanlar içinde geçirmediler; "maddî kültür" dediğimiz bilim ve teknik keşifleri, bilgi ve metodları, "manevî kültür" ("immaterialle Kultur") dediğimiz toplumsal kurumlar, değerler, kurallar, dünya görüşleri, örgütler vs. den daha yavaş bir gelişme gösterdiler ve onların gerisinde kaldılar. Oysa günümüzde ise tam tersi bir durumla karşılaşmaktayız. Bugün maddî kültür unsurları alabildiğine bir gelişme içinde bulunmalarına karşın, manevî kültür unsurları önemli bir gerilik içinde bulunmakta; yeni değerler yaratılmadığı gibi eskilere karşı da vaziyet alınmakta ve insanlar büyük bir manevi boşluk içinde bunalımlara düşmektedirler.

    Genellikle Eğitim Sosyolojisinin kurucusu olarak kabul edilen Fransız sosyologu E.Durkheim, eğitimi toplumun bir fonksiyonu olarak görmeye devam etti. Ona göre eğitim, topluma bağlı değişkenlerden biri idi ve amacı da çocukları ve gençleri, içinde yaşadıkları topluma katmak, oraya uyum yapmalarını sağlamak; bu toplumsal ve politik sistemi anlamalarını ve işleyişine katılmalarını temin etmek idi. Hatta bazı anne-babalar istemeseler bile, çocukların başarılı olabilmeleri için, içinde bulundukları toplum düzenine uygun, sosyal yönden arzu edilen çerçevede yetiştirmek zorundadırlar. Bu, çocukların hayatta başarılı olabilmeleri için vazgeçilmez bir esastır.

    Eğitim-toplum ilişkilerindeki bu aşırı görüş insanın tamamen toplum tarafından şekillendirildiğini kabul ediyor ve onu, toplum düzeni içindeki sosyal rollerden kendisine uygun düşenleri seçip oynayan bir "rol oyuncusu" olarak görüyordu. Ancak bu görüşün bir antitezi olarak, eğitim toplumdan bağımsız bir değişken olduğu ve toplumun eğitim tarafından şekillendirilip değiştirdiği görüşü savunulmaktadır. Dilthey'in tezine tamamen zıt olan bu görüşe göre de "toplum, eğitimin bir fonksiyonudur". Eğitim, toplumu yenileştirme ve değiştirme, mevcut toplumsal, politik güç ve fikirleri kontrol altına alma, şekillendirme gücüne sahiptir. Sosyal bilimler tarihinde bu tip bir görüşün ilk savunucularından biri J.G.Fichte idi. Ona göre, eğitim sisteminde ve bilhassa ilkokul düzeyindeki eğitim-öğretim yürüten öğretmenlerin çalışmalarıyla toplum yapısında büyük değişikler olur. Fichte, Alman milletinin Napolyon'un işgalinden kurtulmasının ancak bu yolla mümkün olabileceğini savunuyordu. Tanınmış Amerikalı eğitim düşünürü J. Dewey de 1899'da yayınladığı "Eğitim ve Toplum" adlı eserinde, eğitim sistemini, toplumsal değişimin doğrudan doğruya bir aracı olarak görüyor; toplumsal reformların yapılmasını okullardan bekliyordu.

    Yukarıda kısaca söz edilen görüşler, eğitim ile toplum arasında diyalektik bir ilişki olduğunu göstermektedir. Bu kitapta işlenecek olan eğitim ile toplum arasındaki bağlantılara, düşünce tarihinin ilk dönemlerinden beri dikkat çekilmektedir. Platon, Aristoteles, Poseidonius, Çiçero gibi antik Yunan ve Roma dönemi düşünür ve siyasetçilerinin eserlerinde eğitim olgusuna toplumsal, felsefî ve politik yaklaşımlar görülmektedir. Ortaçağ düşünce hayatında da, toplumsal yaşam ile eğitim bir görülmeye devam etmiştir. Ancak daha sonra eğitim ve toplum, felsefî ve teolojik görüşlerin kontrolünden kurtulmuştur. Bu, İngiltere'de de J.Locke; Fransa'da, J.-J. Rousseau ve Almanya'da J.G.Herder tarafından gerçekleştirilmiştir. Bilimsel ve teknik keşifler, icatlar, gittikçe artan nüfus, üretim tekniğinde ortaya çıkan yeni düzenlemeler sosyal yaşayış biçimindeki değişiklikleri zorunlu kılmıştır. Bu arada politik iktidarlar da toplumsal değişmeye ayak uydurmak zorunda kalmışlardır. O zaman bu sosyo-ekonomik değişiklikler içerisindeki insanlarda kendi çıkarlarını düşünen, rasyonel davranan, feodal yapılardan ve geleneksel meslek bağlarından kurtulan bireyler olarak ortaya çıktılar. Bunun sonucu olarak da, eğitim ve öğretim anlayışı ferdin kendini bağımsızlaştırmasına ve toplum yapısındaki değişikliklere uymak zorunda kaldı.

    J.-J. Rousseau, ferdin doğuştan getirdiği saf tabiatını temele alan bir eğitim teorisi geliştirdi. Onun "Emile veya Eğitim Üzerine" adlı pedagojik romanında vurgulamak istediği, ferdin doğuştan esas olarak temiz olduğu, ancak feodal toplumun ve eğitim dahil bütün toplumsal kurumların daha sonra kişinin temizliğini ve ahlâkını bozduğu idi. Ona göre eğitim, toplumun, dinî, felsefî, ahlâki ve politik sistemlerin çocuğa kabul ettirilmesi değil; çocuğun serbest gelişimini, "tabiî gelişimini" sağlayıcı bir düzen olmalı idi. Rousseau'nun eğitim anlayışı yalnız bu değildir; onun eğitim anlayışını toplum anlayışı ile birlikte ele almalıdır. Ona göre toplum, o topluma katılan insanların bağımsız ve mantıklı düşünüp anlaşmalarıyla ("sosyal sözleşme") kurulmalıdır; bu da ancak demokratik bir cumhuriyet şeklinde mümkündür. Onun "tabiata geri dönme" şeklindeki eğitim görüşü toplum ve medeniyet düşmanı bir görüş değil, sosyal eşitsizliğe ve çatışmalara yol açan o zamanki eğitim ve toplum düzenine karşı bir vaziyet alıştır.

    Rousseau'nun açtığı bu çığır, daha sonra da devam etmiş ve bugün de hâlâ temsilcileri bulunmaktadır. Bunların en tanınmışları M.J.A. Condorcet, I.Kant, W.v. Humboldt, K.Marx, S.Freud, W.Reich, H.Marcuse, J.Habermas tır. Bunlar eğitimden, insanın kendini gerçekleştirmesi ve haklarını elde etmesi ("Emanzipation") yolunda ona yardım etmesini istemekte ve genellikle radikal ütopyalar şeklinde, daha iyi ve çocuklara uygun bir toplum kurulmasını hayal etmektedirler. Bunlara göre toplumsal statüler, çocukların kimin çocuğu olarak doğduklarına veya ailelerin servetlerine bakılmaksızın, şans eşitliğine dayalı bir eğitim sistemi içinde yetişecek çocukların yükselebilecekleri yerlere göre verilmelidir. Yani eğitim, bir taraftan çocukları ve gençleri toplumsal ve geleneksel bağlardan kurtardığı gibi, öte yandan da toplumsal yapı, eğitim tarafından belirlenmiş olmaktadır. Toplumun eğitimi veya eğitimin toplumu belirlediği şeklindeki diyalektik görüşlere gerçekçi bir yaklaşımla bakıldığında bunların aslında iç-içe oldukları, birbirlerini karşılıklı etkiledikleri ve belirledikleri ortaya çıkmaktadır.

    Eğitimin toplumsal olarak üstlendiği görev, diyalektik bir yapı göstermektedir; eğitim hem yetiştirdiği çocukları ve gençleri içinde yaşayacakları topluma uyan birer şahsiyet olarak yetiştirmek için toplum düzenini ve kültürünü onlara aktarmakta hem de bu çocuklara ve gençlere, toplum yapısını değiştirici, düzeltici ve ileriye götürücü, eleştirici düşünceyi vermeye çalışmaktadır.

    Eğitimde bu iki yöne daima dikkat edilmelidir; gençler hem devlet ve toplum için, onların kültür ve kanunlarına uyacak şeklinde yetiştirilmeli hem de ileriye yönelik olumlu değişiklikleri yapabilecek güçte olmalıdırlar. Aslında birbirine zıt gibi görünen bu hususlar, daha dikkatlice incelendiğinde, sadece görünürde bir zıtlık olduğu ortaya çıkar; eğitimde her iki husus ne kadar mükemmel bir şekilde gerçekleştirilse, zıtlığın o kadar belirsiz bir şekilde ortadan kalktığı görülecektir. Yalnız burada toplumsal ve bireysel ilgi ve ihtiyaçlar çok dikkatli değerlendirilmelidir.

    Romanesk mimarinin en yaygın formu, çok nefli ve transeptli bazilikal formdur. Bu üsluptaki kiliselerde orta nef ile yan neflerin bağlantısı, 11. yüzyılda yapımına başlanan Speyer Katedrali�nde olduğu gibi masif ayaklara dayanan yuvarlak kemerlerle sağlanmıştır. Roma yapılarından alınan yarım daire biçimli yuvarlak kemer, Romanesk mimarinin en belirgin özelliklerinden biridir. Bu dönemde yapıların örtü biçimleri de değişmiştir. Erken dönemlerde kullanılan ahşap kirişli çatılar bu dönemde de kullanılmakla birlikte artık esas örtü biçimi, �tonoz� olmuştur. Yuvarlak kemerlerle dörtgen bölümlerin oluşturulduğu neflerin üzerini dilimli kubbeleri andıran çapraz tonozlar örtmektedir.

    Bu dönemde mimarlık ön plandaydı, öteki sanat dalları ise onun zenginlik ve anlamını arttırmak için birbiriyle yarışıyorlardı. Örneğin, Romanesk heykel sanatı mimariden ayrı düşünülemez. 11. yüzyılda tamamlanan Poiters�deki Notre-Dame Kilisesi�nin cephesinde ayakta duran, oturan, bir konuyla ilgili olarak gruplaşan çok sayıda kabartma figür görülmektedir. Bu kabartmalar, yapının cephesini görkemli bir biçimde süslemekle kalmayıp, ona hareket, soluk alan bir canlılık da katmaktadırlar. Romanesk heykel, yalnız cephelerde değil, iç mekanda da mimari organlara bağlı olarak geniş yer tutar. ıçiçe geçmiş çok sayıda figürden oluşan sütun ve ayaklar, bunun en ilginç örnekleridir. Kimi sütun başlıkları da neredeyse birer heykele dönüşmüştür. Bu özelliği en iyi gösteren örneklerden biri de Chauvigny�deki Saint Pierre Kilisesi�nde bulunan sütun başlığıdır. Sanatçı, sütun başlığı gibi dar bir alana yargı gününde günahların tartılması konusunu ustalıkla sığdırmayı başarmıştır. Dönemin heykel ustaları yalnız yapı cephelerinde değil, alınlıklarda, silmelerde, tunç ve ahşap kapı kanatlarında da Tevrat ve ıncil�de anlatılan olayları ve kişileri betimlemekten geri durmamışlardır.

    Heykel alanındaki bu açılıma karışlık, dönemin resim sanatında özellikle kitap resminde daha sıkı kalıplara, daha belirgin şemalara bağlı bir anlatıma tanık olunur. 1188 tarihli bir Kitap Resmi�nde (Welfenchronik, Weingarten Manastırı) İmparator Frederich Barbarossa ve oğulları Kral Henry ile Kont Frederich betimlenmiştir. ılk göze çarpan özellik, konuyla ilgili sahne düzenlemesinin statik bir soyut kalıp içine alınması, nakış ögelerinin de bu soyutluğu arttırmış olmasıdır. Romanesk duvar resimlerinde de aynı katı ve soyut anlatım kalıbı kullanılmıştır. Bugün Barselona�da Catalina Güzel Sanatlar Müzesi�nde bulunan 1123 tarihli bir Duvar Resmi�nde, Hiristiyan dünyasının tek hakimi anlamında betimlenmiş ısa fügürü, bu özelliği en iyi yansıtan örneklerden biridir.

    Romanesk dönemi Ortaçağ�ın son büyük aşaması olan �Gotik dönem� izlemiştir. 12. yüzyıl ortalarında başlayan Gotik sanat, Rönesans dönemine kadar sürmüştür. Romanesk deyince akla manastır yapıları geliyordu, Gotik denildiğinde ilk akla gelen ise, sivri çatı ve kuleleriyle göğe doğru yükselen, dev boyutlu katedral yapılarıdır. Gotik mimarlığın 1122�de Abbot Suger tarafından tasarımlanan, Paris yakınındaki St. Denis Manastır Kilisesi ile başladığı kabul edilir. Ama en yetkin klasik örnekler Fransa�nın Ile de France bölgesinde, yapımlarına 13. yüzyılda başlanan Laon, Chartes, Reims, Amiens ile Paris Notre-Dame Katedralleri�dir.

    Katedraller, Ortaçağ kentlerine biçim vermiş, kent ekonomilerinin gelişmesine önemli katkıda bulunmuşlardır. Bu dev yapıların tamamlanması, çok kere yüzyıldan fazla sürüyor, kent, onun çevresinden başlayarak halkalar halinde genişliyordu. Ayrıca yapı, il ve çevresinden çok sayıda işçiyi kendine çekiyor, ekonomik etkinlik de o ölçüde canlanıp büyüyordu. Bir Romanesk kiliseden çıkıp, bir Gotik katedrale girildiğinde aradaki büyük fark hemen anlaşılır. Gotik katedrallerde daha geniş nefler, daha ışıklı bir ortam ve kendini yukarlara çeken daha hafif bir mekan ile karışlaşılır. Gotik mimarinin bu başarısı iki yeni buluşa dayanır. Birincisi sivri kemerlere dayanan kaburgalı tonoz sistemidir. ıkincisi ise yapıyı dıştan destekleyen payanda kemerlerinin kullanılmış olmasıdır. Romanesk mimaride kullanılan yuvarlak kemerlerin yerini Gotik mimaride sivri kemerler almıştır. Böylece kemere binen yükün yanlara doğru zorlaması azaltılıp, aşağı doğru akması sağlanmıştır. Ayrıca kaburgalı yapısıyla tonozun ağırlığı azaltılmış, kemere daha az yük bindirilmiş olur. Ama kemerler sivri olsa da bir ölçüde dışa zorlama söz konusuydu. Kemerleri taşıyan demet biçimi sütun ya da ince ayaklar bu zorlamaya dayanmayabilirdi. Mimarlar bu sakıncayı gidermek için kritik noktalarda payanda kemerleri kullanmışlardır. Payanda kemerleri yapıların yan ve arka cephelerinin bir yapı iskelesi görünümü almasına yol açıyordu. Ancak dış duvarların kitlesel görünümünüde önlemiş oluyordu. yan ve arka cephelerin bu durumuna karışlık, katedrallerin ön cepheleri gerçekten çok görkemli ve anıtsal bir görünüm taşırlar. Ön cephelerde genellikle kapıların üstünde içeri doğru kademeli olarak daralan büyük alınlıklar, kademeleri oluşturan silmelerde ise çok sayıda aziz figürü yer alır. Orta bölümde vitraylı yuvarlak bir pencere ile iki yanda dar ve yüksek pencereler bulunur. Üst bölümde yine bir sıra aziz figürü taşa işlenmiştir. Her iki yanda ise görkemli çan kuleleri yükselir. Klasik bir Fransız katedrali olan Reims�in cephesi bu tanıma en iyi uyan örnektir.

    Katedraller, Avrupa�nın değişik yörelerinde gerek plan gerek dış görünüm bakımından farklı biçimler kazanmıştır. Gotik mimari ıngiltere�de değişik özellikler taşır. ıngiliz Gotik mimarı Lincoln Katedrali�nde olduğu gibi, iç mekan örtüsünde de değişik ve ilginç uygulamalara gitmiştir. Londra Westminster Katedrali şapelinde tonoz kaburgalarının yelpaze biçimini aldığı görülür. Böylece taşıyıcı organlar, aynı zamanda dekoratif bir işlev de kazanmışlardır. ıtalyan Gotiğinin başarılı yapılarından biri olan Milano Katedrali�nin arka cephesinde ise mimar, ustalıklı bir düzenleme ve ince bir taş işçiliği ile payanda kemerlerinin yapı iskelesini andıran görünümünü gizlemeyi başarmıştır.

    Gotik katedrallerde bütün ağırlık sivri kemerlerle sütun ve ayaklara aktarıldığı için taşıyıcı öge olarak duvara gerek kalmıyordu. Böylece ara bölümlere boydan boya pencereler açılabiliyor, bunlar da renkli camlarla kaplanabiliyordu. Çeşitli motiflerle ve figürlerle süslenen bu renkli camlara �vitray� adı verilir. Paris Notre-Dame Katedrali cephesindeki �gül pencere�, dönemin vitray sanatının en görkemli örneklerinden biridir. Gotik katedrallerde çok sayıda renkli pencere, iç mekanın aydınlanmasını sağlamakla kalmıyor, renkli ışıklar yapının içinde büyülü bir dinsel atmosfer oluşturuyordu. Gotik sanatta vitray, iç mekana büyülü bir hava vermekle kalmaz, resim sanatını da kapsar. Chartres Katedrali�ndeki vitrayda �Meryem�in Ölümü� sahnesinin büyük bir ustalıkla betimlendiği görülür.

    Heykel sanatı, Gotik dönemde de mimariyle bağıntısını sürdürmüştür. Bu bağıntı özellikle cephe dekorasyonunda dikkati çeker. Katedralin bir parçası durumundaki bu heykellerin, yapının yüksekliğine uygun olarak normalden daha uzun yapıldıkları görülür. Bunlar donmuş gibi dimdik duran figürlerdir. Heykel sanatındaki bu donmuşluk, 13. yüzyıl ortalarında yumuşamaya, aziz figürleri bol giysileri içinde kımıldamaya, donuk yüzlü melekler gülümsemeye başlarlar. Kucağında çocuk ısa�yı taşıyan bakire Meryem heykellerindeki dini ağırlığın giderek dünyasal bir ana oğul sevgisine dönüşüp, hafiflediği sezinlenir. Gotiğin son döneminin resim sanatında da katı kalıpların gevşediğini, şematik anlatımların yerini doğalcı betimlere bırakmaya başladığını görürüz.






    Ayrıca;

    Küreselleşme, ekonomik, sosyal, teknolojik, kültürel, politik ve ekolojik denge açılardan global bütünleşmenin, entegrasyon ve dayanışmanın artması anlamına gelmektedir.Küreselleşme kavramının en çarpıcı özelliklerinden biri, olası etkilerinin çok sayıda ve çeşitli olduğu izlenimini vermesidir. Küreselleşme, yalın toplumsal gerçekleri oldukça aşan spekülasyonlar, varsayımlar, güçlü toplumsal imgeler ve metaforlar üretme ka-pasitesiyle olağanüstü doğurgan bir kavramdır. Hatta, bir çok düşünürün de belirttiği gibi bu kavramın çok boyutluluğu onu, sınırlarını çizme uğraşını bile zora sokmaktadır. Bu anlamda küreselleşme, sosyal bilimlerin her dalında yaygın kullanılan bir kavram olmakla beraber, genellikle bir "durum"dan, daha çok bir "akım"ı veya bir zihniyeti ima eder hale getirilmiştir. Tanımdan da anlaşılacağı gibi küreselleşme sadece sosyolojinin konusu değildir fakat sosyolojik açıdan toplumsal alandaki bir değişimi ifade etmektedir. Değişimi anlamak açısından Robertson' şöyle demştir: "...Küreselleşme teması anlayışları aralarında farklılık göstermesine rağmen küreselleşme diye adlandırılan şeyi anlamanın en iyi yolunun, dünyanın 'birleşik' hale geldiği, ama kesinlikle safdil işlevselci tarzda bütünleşmediği 'biçim sorunu' üzerinde yoğunlaşmak olduğunu düşünmektedir�
    Dünyanın birleşik hale gelmesi, tekdüze dinamikler ile oluşan bir süreç değildir. Çünkü küreselleşme, ekonomik olduğu kadar siyasal, teknolojik ve kültürel boyutlu bir süreçtir. Giddens�a göre küreselleşme, tek bir süreç değildir, karmaşık süreçlerin bir araya geldiği bir olgular kümesidir. Üstelik çelişkili ya da birbirine zıt etkenlerin devreye girdiği bir süreçtir. Çoğu insanın gözünde, küreselleşme basitçe gücün ya da etkinin yerel toplulukların elinden alınıp küresel arenaya aktarılmasından ibarettir.
    Bu sürecin toplumsal yaşama yönelik bir etkisine bakarsak Giddens, modernliğin sonucu olarak değerlendirdiği küreselleşmeyi, uzak yerleşimlerin birbiri ile ilişkilendirildiği yerel oluşumların millerce ötedeki olaylarla biçimlendirildiği dünya çapındaki toplumsal ilişkilerin yoğunlaşması olarak tanımlamaktadır. Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, bu çok boyutlu kavram etki ettiği toplumsal gerçeklik türüne göre bireylerin kafasında da çeşitli anlamlar oluşturmaktadır. Bu anlamda bazıları için küreselleşme, kapitalizmin gücünü temsil ederken, bazıları için de, dünyanın batılılaşmasını ifade etmektedir. Bazıları küreselleşmenin yoğunluk ve artan melezleşmeyle birlikte heterojenlik yarattığını düşünürken, bir diğer grup homojenliği artırdığını düşünmektedir.
    Devlet dışı sosyal organizasyonlar küreselleşmeyi, çevre hareketi, demokratikleşme ve insanileştirme gibi pozitif sosyal amaçları sağlayacak kaldıraç olarak görürken, iş adamları için artan kâr ve güç stratejisi ve hükümetler için de çok sık olarak devlet gücünde artış sağlamanın yerine kullanılmaktadır. Giddens, küreselleşmeyi, bir çeşit sadece veya kısmen batılılaştırma olarak görür. Elbette batılı ülkeler ve daha genelde sanayi ülkeleri, yoksul ülkelere kıyasla dünyadaki gelişmeleri hâlâ çok daha fazla etkileyecek güce sahiptirler. Ama küreselleşmenin başka bir boyutu, beraberinde giderek merkezsizleşmeyi; belli bir ülkeler grubunun denetiminin ortadan kalkmasını, büyük kuruluşlarının denetim gücünün iyice azalmasını da getirmesidir. Sonuç olarak bu küreselleşmeyi daha iyi anlayabilmek için bu kavramın toplumsal yaşama olan etkilerini ayrı ayrı başlıklar halinde ele alıp değerlendirmek gerekecektir. Ama unutulmaması gereken unsur bu etkileri ayırma çabasının sadece küreselleşmenin daha kolay anlaşılabilmesine yönelik olduğudur.

    Balıklarda burun (nostril), solunum için değil, suda çözünmüş kimyasal maddeleri koklamaya yarayan bir duyu organıdır. Koku alma kapsülleri üst çene üzerinde bulunan bir çift (veya bir adet) burun çukuruna yerleşmiştir. Koku maddelerini taşıyan su burun deliklerine girip çıkarken, koklama kapsüllerini yalayarak sinirleri uyarır. Bu duyu köpek balıkları gibi bazı balıklarda çok kuvvetlidir. Köpek balıkları kan kokusunu yüzlerce metre uzaktan alabilirler.Balıklarda dış ve orta kulak yoktur. İşitme organı bir kapsül içinde bulunan iç kulaktan ibaret olup, sudaki ses titreşimlerini idrak eder. Bu işitme organına �labirent� denir. İşitmede etkili olduğu gibi, dengenin sağlanmasında, ağırlık ve yerçekimi tespitinde de önemli rol oynar. İçlerinde kalsiyum karbonattan yapılmış �otolit� adı verilen cisimcikler de bulunur. Bazı balıklarda hava kesesinin ön kısmının her iki yanında iç kulakla ilişkili dörder adet kemikcik bulunur. �Weber cihazı� adını alan bu sistem ses dalgalarını ve basınç değişimini iç kulağa ileterek daha iyi işitmeğe yardım eder. Küçük frekanslı titreşimler, yanal çizgi sistemiyle idrak edilir. Bu, vücudun yanlarında derinin altında uzanan içi mukus dolu bir çift kanaldır. Belirli aralıklarla bu kanalı pulların arasından veya ortasından dışarı bağlayan yollar, bu yolların ucunda içinde sıvı ve sinir hücreleri bulunan bir torba vardır. Sudaki titreşimler bu sıvıya geçerek sinir hücreleri tarafından idrak edilir. Mesaj daha sonra sinirler vasıtasıyla beyne iletilir.Bir başka balığın hareketinin doğurduğu titreşimleri, yanındaki balık bu yolla duyar. Yan organ çok alçak frekanslı titreşimleri idrak edip işitmeye yardımcı olduğu gibi, su akıntısının yönünü, sıcaklık ve soğukluk farklarını da tesbit eder. Yan organ işitmede de yardımcı olur. Ses ve basınç dalgalarını tesbit edebilir. Kemikli balıklarda, vücudun her iki yanında solungaçlardan kuyruk yüzgecine kadar uzanır.

    Akşamdan fasulyeyi temizleyip bolca yıkayın. Sonra tencereye yeterince su doldurup ıslatın. Sabaha kadar bu tencerede bekletip yumuşamasını sağlayın. Soğanı ufak ufak doğrayın. Tencereye yağı koyup pembeleştirin. Doğranmış domatesi veya salçayı ilave edip biraz daha kavurun. Sonra fasulyeyi suyuyla beraber bu karışıma ilave edin. Tuzunu ve biberini ilave edip pişirin. Sucukları halka halka doğrayıp tavanın içinde bir miktar yağla fazla kurutmadan kavurun. Fasulyelerin üzerine ekleyin. 1-2 taşım daha kaynatıp tencerenin altını kapatın. Biraz dinlendirdikten sonra sıcak olarak servise sunun.

    Bir çok araştırmacıya göre temel anlamda küreselleşme,kökenleri 1960'larda ortaya çıkan dönüşüm ve hızlı değişimlere dayalı, politik sonuçları beraberinde getiren ekonomik bir süreçtir. Küreselleşme, ulus aşırı şirketlerin uluslararası yatırım stratejilerinde, özellikle üretimin yerel olmaktan çıkarılıp farklı bölgelerde gerçekleştirilmesini içeren radikal bir yeniden konum belirleme çabası gerektirmektedir. 1970'lerdeki iktisadi krizler sonucunda ulus aşırı firmalar ulusal üretim hatalarını artık uluslararası hale getirmek zorunda kalmışlardır. Bu durum , üretimin uluslararasılaşması olarak anılmaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD önderliğinde oluşturulan yeni ekonomik ve siyasi dünya düzeni , yani Pax Americana, uluslararası ekonomide karşılıklı değişim yaklaşımına dayanmaktadır. Uluslararası mal, sermaye ve bilgi akışının kolaylaşması ve güvenli bir hale gelmesi ile Pax Americana uluslar arası ekonominin karşılıklı değişim yaklaşımından küresel üretime dönüşmesine yardımcı olmuştur.

    Küreselleşme hareketlerinin yaklaşık son 20 yılda ortaya çıktığı ve hız kazandığı görülmektedir. Küreselleşen dünyanın anlaşılması bir çok açıdan oldukça karmaşıktır. Küreselleşme, bünyesinde farklı boyutlarda bir çok konuyu barındıran karmaşık bir sosyal, ekonomik ve politik içeriğe sahiptir. Ekonomistler ve ekolojistler benzer şekilde "küresel yerelleşme (küyerelleşme)" kavramından söz edilmektedir. Bu yaklaşım "küresel düşün, yerel faaliyet göster" sloganıyla ifade edilmektedir. Gerek piyasa koşullarının zorlaması, gerekse sosyal yapı nedeniyle değişik piyasalar , şirketler ve sektörler değişik şekillerde örgütlenmektedir. Öte yandan , esas itibariyle ekonomik bir olgu olarak görülen küreselleşmeye, sosyologlar kültürel bir süreç olarak bakmaktadırlar. Sıkça değinildiği gibi dünya küçülmekte ama bütünleşmemektedir. Ekonomiler birbirine yaklaştıkça uluslar, kentler ve bölgeler birbirinden ayrılmaktadır. Küresel ekonomik bütünleşme süreci politik ve sosyal dağılmayı hızlandırmaktadır. Aile bağları kopmakta, yerleşik otoriteler sarsılmakta, yerel toplum bağları zorlanmaktadır. Uluslar da tıpkı hücreler gibi bölünerek çoğalmaktadır.

    Küreselleşme süreci hızlandıkça her biçimiyle yöreselliğin etkilerinin arttığı görülmektedir. Dünyanın her tarafındaki insanların büyük kısmı için bir yere bağlı olmak her zamanki kadar önem taşımaktadır. Kimlikleri bir yere bağlı olan ve başka bir yerde yaşamayı düşünemeyen bu insanlar yaşamak için belli bir toprağa ve kendilerini daha iyi hissetmek için kendi kültür ve dillerine dayanma ihtiyacı hissetmektedirler.

    Küreselleşmeyle beraber dünyada artan kutuplaşmalar ve oluşturulan birlikler , küreselleşmenin getirdiği sonuçlardan yalnız biridir.Nitekim, Birleşmiş Milletler 1945'te sadece 51 ülkeyle kurulmuştu. 1960 yılında 100,1984'te 159 ülkenin BM�e kayıtlı olduğu görülmektedir.1993 ortalarında ise, Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla birlikte üye sayısı184'e yükselmiştir.Başlangıçta Rusya�ya karşı kurulan NATO , küreselleşmeyle beraber şekil değiştirmiştir. Bu günlerde ise Rusya�nın da NATO ile flörtü sürmektedir.

    Sovyetler Birliğinin dağılmasının ardından dünyada askeri açıdan tek süper güç olarak ABD'nin kalmasına rağmen , ekonomik olarak üç süper gücün varlığından söz etmek mümkündür. Altın Üçgen ya da kısaca Üçlü olarak isimlendirilen bu güçler ABD, AB ve Japonya'dır. Söz konusu üç güç, dünya üzerindeki doğrudan dış yatırımlar ve uluslararası ticaretin büyük bölümüne hakimdirler. Bu üçlünün ilişkileri yakın coğrafyalarını da önemli ölçüde etkilemektedir. Nitekim, ABD; Kanada, Orta ve Güney Amerika ülkeleri, AB; Doğu Blok Ülkeleri ve Japonya da Pasifik bölgesindeki ülkelerle yakın ilişki içindedir. Doğudan dış yatırımlar; ticaret, mali kaynak akışı ve teknoloji transferi ile yakın ilişkisi nedeniyle iktisadi gelişme açısından önemli bir hale gelmiştir. Ancak, tüm gelişmekte olan ülkelerin üçlü gücün yatırımlarını çekmekte başarılı olduğu söylenemez. Bu yatırım fonlarının büyük bölümü çok uluslu işletmeler tarafından , en yakın komşu ülkeden başlayarak bölgesel iletişim ağları kurma amacıyla kullanılmaktadır. Nitekim, Meksika'daki toplam doğrudan dış yatırımların yüzde 61'i ABD kökenli işletmelerden gelirken , Güney Kore'nin doğrudan dış yatırımlarının yüzde 52 'si Japon firmalarınca sağlanmaktadır. 1990'ların başında gelişmekte olan ülkelere yapılan tüm yatırımların yarısından fazlası Brezilya, Çin, Hong Kong ,Meksika ve Singapur'a yapılmaktaydı. Bu durumun en önemli sebeplerinden biri , söz konusu ülkelerin üçlü güçle olan yakın ilişkileridir. II

    Dünyadaki değişim eğilimini gözlemlediğimizde globalleşme ile birlikte dikkati çeken bir diğer olgunun yerelleşmeolduğunu görüyoruz. Glokalleşme son zamanlarda yaygın olarak benimsenen ve kullanılan kavramlardan birisi. Glokalleşme, kısaca �uluslararası ilişkilerde global gerçeklerden hareket ederek global düşünmeyi, otarşizm yerine dışa açılmayı, dünya ekonomisi ile bütünleşmeyi; ülke içinde ise merkezi yönetim kanalıyla ekonomiyi ve siyaseti yönlendirme yerine yerel yönetimleri daha fazla güçlendirmeyi� ifade ediyor. Yerelleşmenin siyasal gücün tek elde toplanmasını önleyeceği ve böylece yerel demokrasiyi güçlendireceği ifade ediliyor. Desantralizasyon ya da adem-i merkeziyetçi yönetim kavramları yerelleşme ile aynı anlama geliyor. Yerelleşme, gerçekten de yerel demokrasiyi güçlendirmek için çok önem taşıyor. Yerel özerklik için yerel yönetimlerin merkezi yönetimlerin boyunduruğundan kurtarılmaları gerekiyor. Ancak yerelleşme bir taraftan, yerel halkın yönetime katılmasını sağlayarak demokrasiyi geliştirecek bir görevi yerine getirirken, öte taraftan yerel tiranlığı ve despotizmi de ortaya çıkarabilecek bir etki gösterebilir.

    Küreselleşme süreci içinde paradoksal bir çatışmayı bulunduran bir süreçtir. Ülkeler arasında da ülke içinde de , sektörler arasında da sektör içinde de kaybedenler ve kazananlar bu süreçte birlikte barınmaktadır. Küreselleşme sürecinden ülkeler, kurumlar , meslekler, ve kişiler açısından kazanan ve kaybedenler bulunmaktadır. Özellikle son dönemde küreselleşme sürecinin yarattığı toplumsal eşitsizliklere ilişkin önemli eleştiriler yapılmaktadır. Bunun yanında küreselleşme sürecinde kuralların konulmasında ve çözüm önerilerinin hayata geçirilmesine dair ciddi tartışmalar yapılmaktadır.

    Küreselleşme sürecinin hız kazanmasında enformasyon teknolojilerinin önemli bir rol oynadığını aşikardır. Özellikle 1970' li yıllarda hız kazanan enformasyon teknolojilerinin yükselişi ve kitle üretim ve tüketiminin krize girmesi üretimin yapısında ciddi dönüşümler yaşanmasını beraberinde getirdi. Bilgi ve hizmet işleri ve işçileri yaşanan süreçte önem kazanırken mavi yakalı işçiler, ve imalat işleri eski önemlerini kaybetmeye başladılar

    Bilgi ve enformasyon sektörlerinin öne çıkması sanayi toplumunun mavi yakalı işçisine olan talebi azaltmış ve belirli sektörler dışında firmalar küçülme yoluna gitmişlerdir. Aynı zamanda bu süreç beyaz yakalı bilgi işçisine olan talebi arttırırken milyonlarca mavi yakalı işçi istihdam sürecinin dışında kalmıştır. Yaşanan gelişmeler hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde işsizlik sorununu ortaya çıkarmıştır. Bilgi ve hizmet işlerinde çalışan son derece vasıflı, eğitimi , yaratıcılığı, yüksek bilgi işçileri bu dönüşümden kazançlı çıkan grubu oluşturmaktadır.

    Toffler işsizliğin artık niceliksel olmaktan çıktığını ve niteliksel olduğunu belirtmektedir. Yeni iş alanları açmakla işsizlerin sayısı azaltılamamaktadır, çünkü sorun artık sayı sorunu değildir. Toffler her işsize karşı on tane işçi aranıyor ilanı da çıksa , on milyon işçi aranırken ortada bir milyon işsiz de olsa , o bir milyon kişi , yeterli beceri ve bilgiye sahip olmadıkça , istenen işi yapamayacağını belirtmektedir. Beceriler artık öyle çeşitlidir ki ve öyle çabuk değişmektedir ki, işçilerin geçmişteki kadar ucuza değiştirilip yerine yenilerinin alınması düşünülemez. Para ve sayı artık sorunu çözemez hale gelmiştir.III Dolayısıyla hızlı değişen teknoloji ve yenilikler karşısında bunları kullanabilecek beceri ve bilgiye dayalı işçilerin önemi büyük önem kazanmaktadır.

    Son çeyrek yüzyılda istihdam ve sektörel yapıdaki dönüşüm, bilgi ve hizmet işlerinin öne çıkması sonucu sendikal yapıda da ciddi sorunlar yaşanmasına neden olmuştur. Küreselleşme sürecinde sendikal yapının gittikçe zayıfladığı görülmektedir. Toffler sendikaların daha çok zanaat veya seri üretime göre tasarlanmış oldukları için , ya tümüyle değişmeleri ya da süper-sembolik ekonomiye uygun yeni örgütlenme biçimlerinin düşünülmesinin şart olduğunu belirtiyor. Sendikaların devam edebilmesi için işçileri tek bir kitle olarak düşünmekten vazgeçip , tek tek bireyler olarak düşünmeye başlamaları gerekir.IV

    Sendikalar vasıfsız işçiler için aidiyet duygusu sağlamaktaydı. Sendikaların zayıflaması ve işsizlikteki artış işçilerin yeni aidiyet alanları arayışına yol açmıştır. Ayrıca işsiz kalmış ve yakın zamanda iş bulamayacak durumda olan büyük bir kitle için geleceğe yönelik güvensizlik ve belirsizlik artmıştır. Bozkurt, küreselleşme sürecinin en çok tartışılan sonuçlarından birisinin gittikçe artan belirsizlik ve güvensizlik olduğunu belirtmektedir. Bu sadece gelir düzeyi düşük gruplar arasında değil, orta sınıflar arasında da giderek yaygınlaşıyor.V Gittikçe artan belirsizlik ve güvensizlik kişilere aidiyet ve kimlik sağlama işlevi gören fundemantalist ve milliyetçi akımların güçlenmesini de beraberinde getirmektedir. Nitekim dünyada milliyetçi hareketlerin güçlenmesi , ırkçılık, dini hareketlerin artışı küreselleşme sürecinin ivme kazandığı gelişmelerdir. Küreselleşme sürecinde işsiz kalan veya gelecek belirsizliği ve ümitsizliği bulunan kesimler kendilerine parlak bir gelecek vaat eden büyük hayaller sunan söylemlere kolayca yönelebilmektedirler.

    Ekonomik küreselleşme gelir eşitsizliğini hem ülke içinde hem de ülkeler arasında dramatik olarak arttırmaktadır . Dünyanın zengin ülkelerinde yaşayan %20 üst gelir dilimiyle fakir ülkelerde yaşayan %20 lik alt kesim arasındaki gelir farkı 1960 yılında 30 kat iken bu oran 1997 'de 74 katına fırlamıştır. Dünyanın en zengin 200 insanı net kazancını 1994-1998 yılları arasında iki kat arttırarak 1 trilyon doların üstüne çıkarmışlardır. En zengin 3 milyarderin servetlerinin toplamı 600 milyondan fazla nüfusun yaşadığı az gelişmiş ülkelerin GDP' sinden daha fazladır.1970'den beri Amerika'da en üstteki %1 lik hane halkı ulusal gelirden aldığı payı iki kat artırmıştır. En üst %1 lik kesim halen alttaki %95 lik gruptan daha fazla zenginliğe sahiptir.

    Bilgi ve enformasyon teknolojilerinin rekabette üstünlüğü yarattığı bir dönemde , yeni enformasyon teknolojilerini yaratan ve kullanan ülke ve grupların gelişmiş ülkeler olması ülkeler arasındaki eşitsizliği daha da arttırmaktadır. Nitekim 2000 İnsani Kalkınma Raporuna göre internet dünyadaki en zengin %20'nin internet kullanımındaki oranı %93,3 iken en fakir %20 sinde bu oran %0.2 dir. Dolayısıyla yakın gelecekte de eşitsizliğin giderilmesine yönelik büyük bir umut yok gibidir. Eşitsizliğin artışı bir çok ülkede , 1998 Endonezya örneğinde olduğu gibi sosyal patlamaları ve huzursuzlukları da beraberinde getirmektedir. Aynı zamanda gelişmiş ülkeler arasında ticari blokların oluşması ve bölgeselleşme iddiaları bu bloklar dışında kalan az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin durumunu daha da güçleştirmektedir.

    Küreselleşmeye yöneltilen en büyük eleştirilerin ve yaşanan sorunların merkezinde çokuluslu sermayenin küreselleşme sürecinde kuralları koyduğu ve bu kurallar karşısında ulusal hükümetlerin politika oluşturmakta yetersiz kaldığıdır. Aynı zamanda enformasyon ağlarıyla finans piyasalarının birbirine bağlı olduğu bir küresel ekonomide uluslar üstü sermayenin çok kısa zamanda mevcut ülkeyi terk etmesi Rusya ve Asya krizlerinde görüldüğü gibi küresel krizlere neden olmaktadır.Dünya ihracatında önemli bir gücü elinde bulunduran küresel şirketlerin merkezi birkaç ülkede odaklanmaktadır.

    Uluslar arası sermayenin ve küresel şirketlerin kuralları belirlediği ve piyasaları biçimlendirdiği küresel ekonomide sosyal politikaların ve maliyetlerinin sorumluluğunu üstlenen çıkmamaktadır. Her ne pahasına olursa olsun ekonomik gelişme hedeflenirken , sosyal gelişmenin ve adaletin göz ardı edilmesi eşitsizlik, yoksulluk ve dışlanma sorunlarının uluslar arası boyut kazanmasını hızlandırmaktadır. Dolayısıyla eğitim ve sağlık alanlarında sorunlar yaşanmakta, doğanın tükenme hızı artmakta , çevre sorunları şiddetlenmekte, uluslararası çalışma standartları aşınmakta, gerçek ücretlerde gerilemeler gözlenmekte, çocuk işçi istihdamı artmakta , işten çıkarmalar yoğunlaşmakta, işsizlik sorunu yapısallaşmakta, sosyal huzursuzluklar ve şiddet artmaktadır.

    Yeni küresel elektronik ekonomide , fon yöneticileri, bankacılar, büyük şirketler ve onların yanı sıra milyonlarca bireysel yatırımcı , büyük miktarda sermayeyi tek bir tuşu tıklayarak dünyanın bir ucundan öbür ucuna aktarabiliyorlar. Ve bu hareketleriyle , Asya'daki olaylarda seyrettiğimiz üzere , kaya gibi sağlam görünen ekonomilerin tüm istikrarını bozabiliyorlar.VI Yaşanan krizlerin bir çoğu çokuluslu şirketlerin ve uluslarüstü sermayenin kendilerine daha cazip imkanlar ve ortamlar ortaya koyan ülke ve finans piyasalarına gitmesinden kaynaklanmaktadır. Uluslar üstü sermayeye yapılan kısıtlamalar ülkeden çokuluslu şirket ve sermeyenin kaçmasına neden olmaktadır.

    Mevcut kurumlar günümüzde finans piyasalarında yaşanan krizlere çözüm bulamamaktadırlar. Uluslar üstü sermayenin kontrol edilememesi ve tek tuşla bulunulan ülkeyi terk edebilme hareketliliğinin yüksekliği önümüzdeki dönemde tartışılacak en önemli konulardan birini oluşturacaktır. Çözüm olarak önerilen uluslar arası para hareketlerinin uluslar arası vergilendirmeyle kontrol altına alınması ve yabancı sermayeye belli koşullarda izin verilmesi gibi yöntemlerin uygulanabilirliği ülkeler arasındaki eşitsizlikler de dikkate alındığında mümkün gözükmemektedir. Küreselleşme süreciyle birlikte ulus devletin konumuna yönelik tartışmalarda şiddetlenmektedir.

    Dünyada bir globalleşmeden söz ederken Türkiye�nin konumu ve geleceği nasıl olur veya nasıl olacak diye bir soru sormamız gerekir. Globalleşen dünyada bir çok kutuplaşmalar ve çeşitli bloklar oluşmaktadır. Türkiye bu gibi yapılara entegre mi olmalı yoksa , otarşik bir yapıda mı bulunmalıdır? Bütün bu sorulara cevap vermek için ülkelerin politikalarına bakmamız gerekir. Örneğin ABD�nin politikası menfaat politikasıdır, eğer bir şeyden çıkar sağlıyorsa ya da faydalı görünüyorsa ABD, o ise girer. ABD için ülkesinin menfaatleri en yüksek seviyededir. Yeri geldiğinde en azılı düşmanıyla bile dost olabilir. Küreselleşme bir taraftan gelişmiş ülkeleri daha zengin yaparken diğer taraftan da fakir ülkeler daha fakir olmaktadır.Dünyanın giderek küresel bir yoksullaşmasından söz edilmektedir. Belli kurum ve devletler dünya ekonomisinin yarıya yakın payını alırken,diğer devletler daha azını almak zorunda kalıyor. Bu da küreselleşmenin devamında sekteye yol açmaktadır. Giderek küreselleşmeye karşı protestolar ve mitingler yapılmakta, yeni sosyal ve siyasal yapı biçimleri ortaya çıkmaktadır. Artık, küreselleşme taraftarları ve karşıtları diye belli gruplar var.

    Küreselleşme içinde Türkiye�ye baktığımızda etkin bir siyaset ve politikadan söz edemeyiz. Her ne kadar dünya küreselleşse de , her ne kadar ülkeler bir birine yakınlaşsa da, Türkiye etkin ve tavizsiz bir politika gütmedikten sonra ve daha da önemlisi iyi bir ekonomiye sahip olmadıktan sonra globalleşen dünyada herhangi bir söz hakkının bulunmayacağı çoğu tarafından bilinmektedir. Politikacılar da bunun bilincinde ve bundan dolayı AB�ye girmek için yoğun bir çapa harcamaktadırlar.Ayrıca küreselleşmenin getirdiği bir çok sorun da belirmektedir.

    Küyerelleşme ve ekolojik tehlike giderek önem kazanmakta, ulusal olan değersizleşmededir. İşte bu noktada bir ülke vatandaşından veya ulustan söz etmek de olanaksızlaşıyor. Artık, ülkeler politikalarını gözden geçirmekte ve baskıcı zihniyete sahip yönetimler yerini gederek demokratik yönetimlere bırakmaktadır. Bunda da etkin olan olgu ise küyerelleşmedir. Ülkeler içinde bir çok etnik unsurları barındırmaktadır ve bu topluluklar özerkliklerini isteme hakkına sahip olmaya başladılar küreselleşmeyle. Nitekim çoğu ülke politikaları da bu yönde bir politika gütmek zorunda kalmıştır. Bu çok kültürlülük siyasi doğruculuk ile ülke politikalarında güvence altına alınmaya çalışılmaktadır. Bu ABD�de totaliteryen bir yapıya dönüşürken, bizde ise başı boşluk söz konusudur.

    Küreselleşme postmodernizmin bir söylemi gibidir. Postmodernizmin söylemlerinde insana değer verilmekte, çoğulculuk önemsenmekte ve insanın topluma yabancılaşması hoş görülmemektedir ama, her zaman söylemler pratikte uygulanamamaktadır. Bildiğimiz gibi küreselleşme yeni bir kapitalizm oluşturmaktadır. Bu da yeni liberallerin politikalarından türemektedir. Fukuyama, dünyanın artık liberal ekonomi ve politikalara bağlı olacağını ve giderek liberal politikaların ülke politikalarını belirleyeceğinden söz etmektedir. Tabi ki bu da yeni bir kapitalizm oluşturacaktır.

    Bütün bu söylem ve beliren yapılara bakarsak, Türkiye için bir gelecek profili çizebilmek mümkün gözükmektedir. Türkiye�nin şu anki politikasına baktığımızda ABD yanlısı bir yanı var, bu da bize ileride Türkiye�nin de bu yeni liberal politikalara uyum sağlayacağı ve ülke içindeki sosyo-politik yapısını bu şekilde ayarlayacağı izlenimini bize vermektedir. Şunu da belirtmek gerekir ki, eğer Türkiye akıllı bir politika öne sürmezse yeni sosyo-ekonomik krizlere ulaşabilir. İlk önce Türkiye�nin yapması gereken; IMF�nin elinden kurtulması ve kendi sanayisini kurmasıdır. Yabancı sermayeden çok ülke vatandaşına güvenmeli, bir şey ortaya sunulurken vatandaşın fikri alınmalı ve daha doğrusu ülke içindeki çeşitli etnik kimliklere olanaklar sunulmalı,dışlanmamalı ve onlara demokrasinin gereği olan her türlü etkinliğe katılma imkanı sunulmalı. Bu ülke içinde yaşayan bütün vatandaşlara sunulması gereken haktır ayrıca. Örneğin; insanlar istediği sendika ya da sivil toplum kuruluşlarına üye olabilmelidir. Ama Türkiye�de bu, pek de mümkün değil, çünkü daha demokrasi kültürü, diyalojik demokrasi ve sivil itiraz gibi kavramlar gelişmemiştir. Hatta diyebiliriz ki, Türkiye�deki millet vekillerini çoğu bu kavramları dahi bilmemektedir. Bu gibi kavramları bilmeyenlerden nasıl böyle bir istekte bulunabiliriz ki? O zaman yapılması gereken politika yapanların bilgilenmesi ve değiştirilmesi gerekir. Bunu da yapacak olan halktır, halk da kendini yetiştirmeli ve sorumlu bir vatandaş olmalı, dahası hak ve özgürlüklerinin bilincinde olmalıdır.

    Özellikle son dönemde finans piyasalarında yaşanan ve etkileri global düzeyde görülen krizlerin engellenmesine yönelik olarak ciddi arayışlar söz konusu.Küresel düzeyde kuralların ve kurumların oluşturulmasında ciddi bir belirsizlik var. Bu konuda ulus devletler tek başlarına yetersiz kalmaktadır.Nitekim çokuluslu sermaye ulusal engellerle karşılaştığında kendisine çok daha cazip imkanlar sunan başka bir ülkeye çok hızlı bir şekilde gidebiliyor.

    Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumlar da Uluslar arası krizlere çözüm bulmada ve kuralları oluşturmada çok yetersiz kalmaktadır.Küresel bir yönetimin kurulması ve ülkelerin küresel düzeyde belli konularda işbirliği yapması küresel kuralların oluşturulmasında ve krizlerin çözümlenmesinde getirilen bir öneri ama, yakın bir dönemde küresel yönetimin etkin bir şekilde kurulması mümkün görünmemektedir. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki gelişmişlik farkı ve eşitsizliğin giderek artması ülkeler arasında küreselleşmeye tepkileri arttırmaktadır.

    Bir çok araştırmacıya göre temel anlamda küreselleşme,kökenleri 1960'larda ortaya çıkan dönüşüm ve hızlı değişimlere dayalı, politik sonuçları beraberinde getiren ekonomik bir süreçtir. Küreselleşme, ulus aşırı şirketlerin uluslararası yatırım stratejilerinde, özellikle üretimin yerel olmaktan çıkarılıp farklı bölgelerde gerçekleştirilmesini içeren radikal bir yeniden konum belirleme çabası gerektirmektedir. 1970'lerdeki iktisadi krizler sonucunda ulus aşırı firmalar ulusal üretim hatalarını artık uluslararası hale getirmek zorunda kalmışlardır. Bu durum , üretimin uluslararasılaşması olarak anılmaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD önderliğinde oluşturulan yeni ekonomik ve siyasi dünya düzeni , yani Pax Americana, uluslararası ekonomide karşılıklı değişim yaklaşımına dayanmaktadır. Uluslararası mal, sermaye ve bilgi akışının kolaylaşması ve güvenli bir hale gelmesi ile Pax Americana uluslar arası ekonominin karşılıklı değişim yaklaşımından küresel üretime dönüşmesine yardımcı olmuştur.

    Küreselleşme hareketlerinin yaklaşık son 20 yılda ortaya çıktığı ve hız kazandığı görülmektedir. Küreselleşen dünyanın anlaşılması bir çok açıdan oldukça karmaşıktır. Küreselleşme, bünyesinde farklı boyutlarda bir çok konuyu barındıran karmaşık bir sosyal, ekonomik ve politik içeriğe sahiptir. Ekonomistler ve ekolojistler benzer şekilde "küresel yerelleşme (küyerelleşme)" kavramından söz edilmektedir. Bu yaklaşım "küresel düşün, yerel faaliyet göster" sloganıyla ifade edilmektedir. Gerek piyasa koşullarının zorlaması, gerekse sosyal yapı nedeniyle değişik piyasalar , şirketler ve sektörler değişik şekillerde örgütlenmektedir. Öte yandan , esas itibariyle ekonomik bir olgu olarak görülen küreselleşmeye, sosyologlar kültürel bir süreç olarak bakmaktadırlar. Sıkça değinildiği gibi dünya küçülmekte ama bütünleşmemektedir. Ekonomiler birbirine yaklaştıkça uluslar, kentler ve bölgeler birbirinden ayrılmaktadır. Küresel ekonomik bütünleşme süreci politik ve sosyal dağılmayı hızlandırmaktadır. Aile bağları kopmakta, yerleşik otoriteler sarsılmakta, yerel toplum bağları zorlanmaktadır. Uluslar da tıpkı hücreler gibi bölünerek çoğalmaktadır.

    Küreselleşme süreci hızlandıkça her biçimiyle yöreselliğin etkilerinin arttığı görülmektedir. Dünyanın her tarafındaki insanların büyük kısmı için bir yere bağlı olmak her zamanki kadar önem taşımaktadır. Kimlikleri bir yere bağlı olan ve başka bir yerde yaşamayı düşünemeyen bu insanlar yaşamak için belli bir toprağa ve kendilerini daha iyi hissetmek için kendi kültür ve dillerine dayanma ihtiyacı hissetmektedirler.

    Küreselleşmeyle beraber dünyada artan kutuplaşmalar ve oluşturulan birlikler , küreselleşmenin getirdiği sonuçlardan yalnız biridir.Nitekim, Birleşmiş Milletler 1945'te sadece 51 ülkeyle kurulmuştu. 1960 yılında 100,1984'te 159 ülkenin BM�e kayıtlı olduğu görülmektedir.1993 ortalarında ise, Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla birlikte üye sayısı184'e yükselmiştir.Başlangıçta Rusya�ya karşı kurulan NATO , küreselleşmeyle beraber şekil değiştirmiştir. Bu günlerde ise Rusya�nın da NATO ile flörtü sürmektedir.

    Sovyetler Birliğinin dağılmasının ardından dünyada askeri açıdan tek süper güç olarak ABD'nin kalmasına rağmen , ekonomik olarak üç süper gücün varlığından söz etmek mümkündür. Altın Üçgen ya da kısaca Üçlü olarak isimlendirilen bu güçler ABD, AB ve Japonya'dır. Söz konusu üç güç, dünya üzerindeki doğrudan dış yatırımlar ve uluslararası ticaretin büyük bölümüne hakimdirler. Bu üçlünün ilişkileri yakın coğrafyalarını da önemli ölçüde etkilemektedir. Nitekim, ABD; Kanada, Orta ve Güney Amerika ülkeleri, AB; Doğu Blok Ülkeleri ve Japonya da Pasifik bölgesindeki ülkelerle yakın ilişki içindedir. Doğudan dış yatırımlar; ticaret, mali kaynak akışı ve teknoloji transferi ile yakın ilişkisi nedeniyle iktisadi gelişme açısından önemli bir hale gelmiştir. Ancak, tüm gelişmekte olan ülkelerin üçlü gücün yatırımlarını çekmekte başarılı olduğu söylenemez. Bu yatırım fonlarının büyük bölümü çok uluslu işletmeler tarafından , en yakın komşu ülkeden başlayarak bölgesel iletişim ağları kurma amacıyla kullanılmaktadır. Nitekim, Meksika'daki toplam doğrudan dış yatırımların yüzde 61'i ABD kökenli işletmelerden gelirken , Güney Kore'nin doğrudan dış yatırımlarının yüzde 52 'si Japon firmalarınca sağlanmaktadır. 1990'ların başında gelişmekte olan ülkelere yapılan tüm yatırımların yarısından fazlası Brezilya, Çin, Hong Kong ,Meksika ve Singapur'a yapılmaktaydı. Bu durumun en önemli sebeplerinden biri , söz konusu ülkelerin üçlü güçle olan yakın ilişkileridir. II

    Dünyadaki değişim eğilimini gözlemlediğimizde globalleşme ile birlikte dikkati çeken bir diğer olgunun yerelleşmeolduğunu görüyoruz. Glokalleşme son zamanlarda yaygın olarak benimsenen ve kullanılan kavramlardan birisi. Glokalleşme, kısaca �uluslararası ilişkilerde global gerçeklerden hareket ederek global düşünmeyi, otarşizm yerine dışa açılmayı, dünya ekonomisi ile bütünleşmeyi; ülke içinde ise merkezi yönetim kanalıyla ekonomiyi ve siyaseti yönlendirme yerine yerel yönetimleri daha fazla güçlendirmeyi� ifade ediyor. Yerelleşmenin siyasal gücün tek elde toplanmasını önleyeceği ve böylece yerel demokrasiyi güçlendireceği ifade ediliyor. Desantralizasyon ya da adem-i merkeziyetçi yönetim kavramları yerelleşme ile aynı anlama geliyor. Yerelleşme, gerçekten de yerel demokrasiyi güçlendirmek için çok önem taşıyor. Yerel özerklik için yerel yönetimlerin merkezi yönetimlerin boyunduruğundan kurtarılmaları gerekiyor. Ancak yerelleşme bir taraftan, yerel halkın yönetime katılmasını sağlayarak demokrasiyi geliştirecek bir görevi yerine getirirken, öte taraftan yerel tiranlığı ve despotizmi de ortaya çıkarabilecek bir etki gösterebilir.

    Küreselleşme süreci içinde paradoksal bir çatışmayı bulunduran bir süreçtir. Ülkeler arasında da ülke içinde de , sektörler arasında da sektör içinde de kaybedenler ve kazananlar bu süreçte birlikte barınmaktadır. Küreselleşme sürecinden ülkeler, kurumlar , meslekler, ve kişiler açısından kazanan ve kaybedenler bulunmaktadır. Özellikle son dönemde küreselleşme sürecinin yarattığı toplumsal eşitsizliklere ilişkin önemli eleştiriler yapılmaktadır. Bunun yanında küreselleşme sürecinde kuralların konulmasında ve çözüm önerilerinin hayata geçirilmesine dair ciddi tartışmalar yapılmaktadır.

    Küreselleşme sürecinin hız kazanmasında enformasyon teknolojilerinin önemli bir rol oynadığını aşikardır. Özellikle 1970' li yıllarda hız kazanan enformasyon teknolojilerinin yükselişi ve kitle üretim ve tüketiminin krize girmesi üretimin yapısında ciddi dönüşümler yaşanmasını beraberinde getirdi. Bilgi ve hizmet işleri ve işçileri yaşanan süreçte önem kazanırken mavi yakalı işçiler, ve imalat işleri eski önemlerini kaybetmeye başladılar

    Bilgi ve enformasyon sektörlerinin öne çıkması sanayi toplumunun mavi yakalı işçisine olan talebi azaltmış ve belirli sektörler dışında firmalar küçülme yoluna gitmişlerdir. Aynı zamanda bu süreç beyaz yakalı bilgi işçisine olan talebi arttırırken milyonlarca mavi yakalı işçi istihdam sürecinin dışında kalmıştır. Yaşanan gelişmeler hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde işsizlik sorununu ortaya çıkarmıştır. Bilgi ve hizmet işlerinde çalışan son derece vasıflı, eğitimi , yaratıcılığı, yüksek bilgi işçileri bu dönüşümden kazançlı çıkan grubu oluşturmaktadır.

    Toffler işsizliğin artık niceliksel olmaktan çıktığını ve niteliksel olduğunu belirtmektedir. Yeni iş alanları açmakla işsizlerin sayısı azaltılamamaktadır, çünkü sorun artık sayı sorunu değildir. Toffler her işsize karşı on tane işçi aranıyor ilanı da çıksa , on milyon işçi aranırken ortada bir milyon işsiz de olsa , o bir milyon kişi , yeterli beceri ve bilgiye sahip olmadıkça , istenen işi yapamayacağını belirtmektedir. Beceriler artık öyle çeşitlidir ki ve öyle çabuk değişmektedir ki, işçilerin geçmişteki kadar ucuza değiştirilip yerine yenilerinin alınması düşünülemez. Para ve sayı artık sorunu çözemez hale gelmiştir.III Dolayısıyla hızlı değişen teknoloji ve yenilikler karşısında bunları kullanabilecek beceri ve bilgiye dayalı işçilerin önemi büyük önem kazanmaktadır.

    Son çeyrek yüzyılda istihdam ve sektörel yapıdaki dönüşüm, bilgi ve hizmet işlerinin öne çıkması sonucu sendikal yapıda da ciddi sorunlar yaşanmasına neden olmuştur. Küreselleşme sürecinde sendikal yapının gittikçe zayıfladığı görülmektedir. Toffler sendikaların daha çok zanaat veya seri üretime göre tasarlanmış oldukları için , ya tümüyle değişmeleri ya da süper-sembolik ekonomiye uygun yeni örgütlenme biçimlerinin düşünülmesinin şart olduğunu belirtiyor. Sendikaların devam edebilmesi için işçileri tek bir kitle olarak düşünmekten vazgeçip , tek tek bireyler olarak düşünmeye başlamaları gerekir.IV

    Sendikalar vasıfsız işçiler için aidiyet duygusu sağlamaktaydı. Sendikaların zayıflaması ve işsizlikteki artış işçilerin yeni aidiyet alanları arayışına yol açmıştır. Ayrıca işsiz kalmış ve yakın zamanda iş bulamayacak durumda olan büyük bir kitle için geleceğe yönelik güvensizlik ve belirsizlik artmıştır. Bozkurt, küreselleşme sürecinin en çok tartışılan sonuçlarından birisinin gittikçe artan belirsizlik ve güvensizlik olduğunu belirtmektedir. Bu sadece gelir düzeyi düşük gruplar arasında değil, orta sınıflar arasında da giderek yaygınlaşıyor.V Gittikçe artan belirsizlik ve güvensizlik kişilere aidiyet ve kimlik sağlama işlevi gören fundemantalist ve milliyetçi akımların güçlenmesini de beraberinde getirmektedir. Nitekim dünyada milliyetçi hareketlerin güçlenmesi , ırkçılık, dini hareketlerin artışı küreselleşme sürecinin ivme kazandığı gelişmelerdir. Küreselleşme sürecinde işsiz kalan veya gelecek belirsizliği ve ümitsizliği bulunan kesimler kendilerine parlak bir gelecek vaat eden büyük hayaller sunan söylemlere kolayca yönelebilmektedirler.

    Ekonomik küreselleşme gelir eşitsizliğini hem ülke içinde hem de ülkeler arasında dramatik olarak arttırmaktadır . Dünyanın zengin ülkelerinde yaşayan %20 üst gelir dilimiyle fakir ülkelerde yaşayan %20 lik alt kesim arasındaki gelir farkı 1960 yılında 30 kat iken bu oran 1997 'de 74 katına fırlamıştır. Dünyanın en zengin 200 insanı net kazancını 1994-1998 yılları arasında iki kat arttırarak 1 trilyon doların üstüne çıkarmışlardır. En zengin 3 milyarderin servetlerinin toplamı 600 milyondan fazla nüfusun yaşadığı az gelişmiş ülkelerin GDP' sinden daha fazladır.1970'den beri Amerika'da en üstteki %1 lik hane halkı ulusal gelirden aldığı payı iki kat artırmıştır. En üst %1 lik kesim halen alttaki %95 lik gruptan daha fazla zenginliğe sahiptir.

    Bilgi ve enformasyon teknolojilerinin rekabette üstünlüğü yarattığı bir dönemde , yeni enformasyon teknolojilerini yaratan ve kullanan ülke ve grupların gelişmiş ülkeler olması ülkeler arasındaki eşitsizliği daha da arttırmaktadır. Nitekim 2000 İnsani Kalkınma Raporuna göre internet dünyadaki en zengin %20'nin internet kullanımındaki oranı %93,3 iken en fakir %20 sinde bu oran %0.2 dir. Dolayısıyla yakın gelecekte de eşitsizliğin giderilmesine yönelik büyük bir umut yok gibidir. Eşitsizliğin artışı bir çok ülkede , 1998 Endonezya örneğinde olduğu gibi sosyal patlamaları ve huzursuzlukları da beraberinde getirmektedir. Aynı zamanda gelişmiş ülkeler arasında ticari blokların oluşması ve bölgeselleşme iddiaları bu bloklar dışında kalan az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin durumunu daha da güçleştirmektedir.

    Küreselleşmeye yöneltilen en büyük eleştirilerin ve yaşanan sorunların merkezinde çokuluslu sermayenin küreselleşme sürecinde kuralları koyduğu ve bu kurallar karşısında ulusal hükümetlerin politika oluşturmakta yetersiz kaldığıdır. Aynı zamanda enformasyon ağlarıyla finans piyasalarının birbirine bağlı olduğu bir küresel ekonomide uluslar üstü sermayenin çok kısa zamanda mevcut ülkeyi terk etmesi Rusya ve Asya krizlerinde görüldüğü gibi küresel krizlere neden olmaktadır.Dünya ihracatında önemli bir gücü elinde bulunduran küresel şirketlerin merkezi birkaç ülkede odaklanmaktadır.

    Uluslar arası sermayenin ve küresel şirketlerin kuralları belirlediği ve piyasaları biçimlendirdiği küresel ekonomide sosyal politikaların ve maliyetlerinin sorumluluğunu üstlenen çıkmamaktadır. Her ne pahasına olursa olsun ekonomik gelişme hedeflenirken , sosyal gelişmenin ve adaletin göz ardı edilmesi eşitsizlik, yoksulluk ve dışlanma sorunlarının uluslar arası boyut kazanmasını hızlandırmaktadır. Dolayısıyla eğitim ve sağlık alanlarında sorunlar yaşanmakta, doğanın tükenme hızı artmakta , çevre sorunları şiddetlenmekte, uluslararası çalışma standartları aşınmakta, gerçek ücretlerde gerilemeler gözlenmekte, çocuk işçi istihdamı artmakta , işten çıkarmalar yoğunlaşmakta, işsizlik sorunu yapısallaşmakta, sosyal huzursuzluklar ve şiddet artmaktadır.

    Yeni küresel elektronik ekonomide , fon yöneticileri, bankacılar, büyük şirketler ve onların yanı sıra milyonlarca bireysel yatırımcı , büyük miktarda sermayeyi tek bir tuşu tıklayarak dünyanın bir ucundan öbür ucuna aktarabiliyorlar. Ve bu hareketleriyle , Asya'daki olaylarda seyrettiğimiz üzere , kaya gibi sağlam görünen ekonomilerin tüm istikrarını bozabiliyorlar.VI Yaşanan krizlerin bir çoğu çokuluslu şirketlerin ve uluslarüstü sermayenin kendilerine daha cazip imkanlar ve ortamlar ortaya koyan ülke ve finans piyasalarına gitmesinden kaynaklanmaktadır. Uluslar üstü sermayeye yapılan kısıtlamalar ülkeden çokuluslu şirket ve sermeyenin kaçmasına neden olmaktadır.

    Mevcut kurumlar günümüzde finans piyasalarında yaşanan krizlere çözüm bulamamaktadırlar. Uluslar üstü sermayenin kontrol edilememesi ve tek tuşla bulunulan ülkeyi terk edebilme hareketliliğinin yüksekliği önümüzdeki dönemde tartışılacak en önemli konulardan birini oluşturacaktır. Çözüm olarak önerilen uluslar arası para hareketlerinin uluslar arası vergilendirmeyle kontrol altına alınması ve yabancı sermayeye belli koşullarda izin verilmesi gibi yöntemlerin uygulanabilirliği ülkeler arasındaki eşitsizlikler de dikkate alındığında mümkün gözükmemektedir. Küreselleşme süreciyle birlikte ulus devletin konumuna yönelik tartışmalarda şiddetlenmektedir.

    Dünyada bir globalleşmeden söz ederken Türkiye�nin konumu ve geleceği nasıl olur veya nasıl olacak diye bir soru sormamız gerekir. Globalleşen dünyada bir çok kutuplaşmalar ve çeşitli bloklar oluşmaktadır. Türkiye bu gibi yapılara entegre mi olmalı yoksa , otarşik bir yapıda mı bulunmalıdır? Bütün bu sorulara cevap vermek için ülkelerin politikalarına bakmamız gerekir. Örneğin ABD�nin politikası menfaat politikasıdır, eğer bir şeyden çıkar sağlıyorsa ya da faydalı görünüyorsa ABD, o ise girer. ABD için ülkesinin menfaatleri en yüksek seviyededir. Yeri geldiğinde en azılı düşmanıyla bile dost olabilir. Küreselleşme bir taraftan gelişmiş ülkeleri daha zengin yaparken diğer taraftan da fakir ülkeler daha fakir olmaktadır.Dünyanın giderek küresel bir yoksullaşmasından söz edilmektedir. Belli kurum ve devletler dünya ekonomisinin yarıya yakın payını alırken,diğer devletler daha azını almak zorunda kalıyor. Bu da küreselleşmenin devamında sekteye yol açmaktadır. Giderek küreselleşmeye karşı protestolar ve mitingler yapılmakta, yeni sosyal ve siyasal yapı biçimleri ortaya çıkmaktadır. Artık, küreselleşme taraftarları ve karşıtları diye belli gruplar var.

    Küreselleşme içinde Türkiye�ye baktığımızda etkin bir siyaset ve politikadan söz edemeyiz. Her ne kadar dünya küreselleşse de , her ne kadar ülkeler bir birine yakınlaşsa da, Türkiye etkin ve tavizsiz bir politika gütmedikten sonra ve daha da önemlisi iyi bir ekonomiye sahip olmadıktan sonra globalleşen dünyada herhangi bir söz hakkının bulunmayacağı çoğu tarafından bilinmektedir. Politikacılar da bunun bilincinde ve bundan dolayı AB�ye girmek için yoğun bir çapa harcamaktadırlar.Ayrıca küreselleşmenin getirdiği bir çok sorun da belirmektedir.

    Küyerelleşme ve ekolojik tehlike giderek önem kazanmakta, ulusal olan değersizleşmededir. İşte bu noktada bir ülke vatandaşından veya ulustan söz etmek de olanaksızlaşıyor. Artık, ülkeler politikalarını gözden geçirmekte ve baskıcı zihniyete sahip yönetimler yerini gederek demokratik yönetimlere bırakmaktadır. Bunda da etkin olan olgu ise küyerelleşmedir. Ülkeler içinde bir çok etnik unsurları barındırmaktadır ve bu topluluklar özerkliklerini isteme hakkına sahip olmaya başladılar küreselleşmeyle. Nitekim çoğu ülke politikaları da bu yönde bir politika gütmek zorunda kalmıştır. Bu çok kültürlülük siyasi doğruculuk ile ülke politikalarında güvence altına alınmaya çalışılmaktadır. Bu ABD�de totaliteryen bir yapıya dönüşürken, bizde ise başı boşluk söz konusudur.

    Küreselleşme postmodernizmin bir söylemi gibidir. Postmodernizmin söylemlerinde insana değer verilmekte, çoğulculuk önemsenmekte ve insanın topluma yabancılaşması hoş görülmemektedir ama, her zaman söylemler pratikte uygulanamamaktadır. Bildiğimiz gibi küreselleşme yeni bir kapitalizm oluşturmaktadır. Bu da yeni liberallerin politikalarından türemektedir. Fukuyama, dünyanın artık liberal ekonomi ve politikalara bağlı olacağını ve giderek liberal politikaların ülke politikalarını belirleyeceğinden söz etmektedir. Tabi ki bu da yeni bir kapitalizm oluşturacaktır.

    Bütün bu söylem ve beliren yapılara bakarsak, Türkiye için bir gelecek profili çizebilmek mümkün gözükmektedir. Türkiye�nin şu anki politikasına baktığımızda ABD yanlısı bir yanı var, bu da bize ileride Türkiye�nin de bu yeni liberal politikalara uyum sağlayacağı ve ülke içindeki sosyo-politik yapısını bu şekilde ayarlayacağı izlenimini bize vermektedir. Şunu da belirtmek gerekir ki, eğer Türkiye akıllı bir politika öne sürmezse yeni sosyo-ekonomik krizlere ulaşabilir. İlk önce Türkiye�nin yapması gereken; IMF�nin elinden kurtulması ve kendi sanayisini kurmasıdır. Yabancı sermayeden çok ülke vatandaşına güvenmeli, bir şey ortaya sunulurken vatandaşın fikri alınmalı ve daha doğrusu ülke içindeki çeşitli etnik kimliklere olanaklar sunulmalı,dışlanmamalı ve onlara demokrasinin gereği olan her türlü etkinliğe katılma imkanı sunulmalı. Bu ülke içinde yaşayan bütün vatandaşlara sunulması gereken haktır ayrıca. Örneğin; insanlar istediği sendika ya da sivil toplum kuruluşlarına üye olabilmelidir. Ama Türkiye�de bu, pek de mümkün değil, çünkü daha demokrasi kültürü, diyalojik demokrasi ve sivil itiraz gibi kavramlar gelişmemiştir. Hatta diyebiliriz ki, Türkiye�deki millet vekillerini çoğu bu kavramları dahi bilmemektedir. Bu gibi kavramları bilmeyenlerden nasıl böyle bir istekte bulunabiliriz ki? O zaman yapılması gereken politika yapanların bilgilenmesi ve değiştirilmesi gerekir. Bunu da yapacak olan halktır, halk da kendini yetiştirmeli ve sorumlu bir vatandaş olmalı, dahası hak ve özgürlüklerinin bilincinde olmalıdır.

    Özellikle son dönemde finans piyasalarında yaşanan ve etkileri global düzeyde görülen krizlerin engellenmesine yönelik olarak ciddi arayışlar söz konusu.Küresel düzeyde kuralların ve kurumların oluşturulmasında ciddi bir belirsizlik var. Bu konuda ulus devletler tek başlarına yetersiz kalmaktadır.Nitekim çokuluslu sermaye ulusal engellerle karşılaştığında kendisine çok daha cazip imkanlar sunan başka bir ülkeye çok hızlı bir şekilde gidebiliyor.

    Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumlar da Uluslar arası krizlere çözüm bulmada ve kuralları oluşturmada çok yetersiz kalmaktadır.Küresel bir yönetimin kurulması ve ülkelerin küresel düzeyde belli konularda işbirliği yapması küresel kuralların oluşturulmasında ve krizlerin çözümlenmesinde getirilen bir öneri ama, yakın bir dönemde küresel yönetimin etkin bir şekilde kurulması mümkün görünmemektedir. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki gelişmişlik farkı ve eşitsizliğin giderek artması ülkeler arasında küreselleşmeye tepkileri arttırmaktadır.

    Enformasyon teknolojilerini kullananların küreselleşme sürecinde avantaj kazanması ve bu teknolojilere ve alt yapıya sahip ülkelerin gelişmiş ülkeler olması aradaki gelişmişlik farkını açmaktadır. Küreselleşme sürecinde gelişmiş ülkelerde de az gelişmiş ülkelerde de bu sürece tepkiler yükselmekte ve içe kapanmaya yönelik sesler gelmektedir. Milliyetçi partilerin ve ırkçı hareketlerin yükselişine bu süreçte tanık olunmaktadır. Gelişmiş ülkelerden az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere yönelik olarak dolaylı ve doğrudan yardımların artması küresel huzursuzlukları azaltmada izlenebilecek bir yoldur. Ve bunun örnekleri de son dönemde sıkça görülmektedir. Buna rağmen özellikle bu süreçte hem sermaye hem de teknoloji ve insan gücü açısından çok geride bulunan bir çok Afrika ve üçüncü dünya ülkesinin durumu karamsar gözükmektedir.

    Sürekli öğrenme, ülke , kurum ve kuruluşlar açısından rekabette avantajın temel anahtarı olacaktır. Sendikalar geçmişten farklı olarak yeni işlevler yüklenmek zorunda kalacaklardır. Bilgi işçileri ve yeni ekonominin yükselişi sendikaların güç kaybının devam etmesine neden olacaktır. Sendikaların varlığını devam ettirebilmeleri amacıyla uluslar üstü sermaye gibi sendikalarında küresel gelişmeleri takip etme ve küresel düzeyde işbirliğine gitmeleri gerekmektedir.

    Enformasyon teknolojilerini kullananların küreselleşme sürecinde avantaj kazanması ve bu teknolojilere ve alt yapıya sahip ülkelerin gelişmiş ülkeler olması aradaki gelişmişlik farkını açmaktadır. Küreselleşme sürecinde gelişmiş ülkelerde de az gelişmiş ülkelerde de bu sürece tepkiler yükselmekte ve içe kapanmaya yönelik sesler gelmektedir. Milliyetçi partilerin ve ırkçı hareketlerin yükselişine bu süreçte tanık olunmaktadır. Gelişmiş ülkelerden az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere yönelik olarak dolaylı ve doğrudan yardımların artması küresel huzursuzlukları azaltmada izlenebilecek bir yoldur. Ve bunun örnekleri de son dönemde sıkça görülmektedir. Buna rağmen özellikle bu süreçte hem sermaye hem de teknoloji ve insan gücü açısından çok geride bulunan bir çok Afrika ve üçüncü dünya ülkesinin durumu karamsar gözükmektedir.



    katılıyorum


    Katılmıyorum.

    Üşenmedim okudum
    _____________________________




  • quote:

    Orijinalden alıntı: ğ.


    quote:

    Orijinalden alıntı: 7-24 Jojuk


    quote:

    Orijinalden alıntı: TheDarkDefender


    quote:

    Orijinalden alıntı: AnitabLake


    quote:

    Orijinalden alıntı: TheDarkDefender

    Citizen:

    Ortaçağ sanatı, Hırıstiyanlığın yayıldığı ülkelerde doğmuş ve onun hizmetinde gelişmiş olan dinsel nitelikli bir sanattır. Roma İmparatorluğu 4.yüzyılda Hıristiyan dinini kabulünden sonra ikiye ayrılınca, Ortaçağ sanatı da Batı ve Doğu Hıristiyan Sanatı olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Ortodoks mezhebine bağlı olan Doğu Hıristiyan Sanatı, Katolik Roma�dan farklı bir yol izlemiş ve �Bizans Sanatı� olarak adlandırılmıştır.

    Bu dönem 0-1 yaş arasındaki bebeklik dönemini kapsar. Oral dönemde temel haz kaynağı emmedir. Emme pasif ve bağımlı bir davranıştır. Freud�a göre anne ya da anne yerine geçen yetişkin tarafından çocuğun memeden erken kesilmesi ya da aksine çok uzun emzirilmesi onun bu döneme bağımlı olmasına neden olmaktadır.Emme ihtiyacı daha sonraki yaşamında da sürmektedir. Örneğin, öğrencilerin sinirli ve gergin olduğunda tırnak yemeleri, Freud�un oral bağımlılık olarak tanımladığı durumun bir göstergesidir. Psikoanalitik görüşe inanan psikologlara göre çocuğun yaşama küsmesi ya da onu sevmesi annenin tutumuna bağlıdır. Çocuğun ilerde göstereceği ruhsal özelliklerin temelini oluşturur. Örneğin,çocuğun birden bire sütten kesilmesi yaşama küsmesine yol açar. Bunu yapan anneye karşıda çocuk düşmanlık duyguları geliştirir. Sevme ve düşmanlık duyguları gibi iki zıt durumda kalan çocuk bilinçsiz olarak ruhsal bir çatışmanın içine girer. Böyle bir kimse anne aracılığıyla diğer insanlara karşı olan sevgi ve bağımlılığını da yitirir. Buda onun toplumsal gelişimini gene olumsuz yönde etkiler. �Doğumdan önceki bir yıl oral dönem olarak anılmaktadır. Bu evrede haz kaynağı,pasif ve bağımlı bir davranış olan emmedir. FREUD� a göre bebeğin bu evrede anne tarafından aşırı şekilde emzirilmesi veya memeden kesilmesi oral evreye takılmakla sonuçlanır. Dolayısıyla ağız yoluyla haz alma davranışı ilerde başka yaşantılara genellenmekte ve kişilik oral karakter kazanmaktadır. Oral karakterdeki kişiler gergin bağımlı ve karmaşık bir duygusal yapıya sahiptirler.

    Hıristiyanlık, başlangıçta çoktanrılı Roma�nın baskısı yüzenden rahat yayılma olanağı bulamamış, ancak resmi din olarak kabul edildikten sonra gelişme gösterebilmiştir. Batı Roma İmparatorluğu topraklarında yaşayan Hıristiyan toplulukları 4. yüzyıla kadar inançlarını yayma konusunda özgür değillerdi. Ölülerini gömerken gösterişli ayinler yaptıkları, bu yüzden de kovuşturmaya uğradıkları için mezarlıklarını yer altında yapmak zorunda kalmışlardır. Uzun ve karmaşık dehlizlerden oluşan bu yeraltı şehirlerine �Katakomb� adı verilir. Araştırmacılar tarafından uzun süre Hıristiyanların gizlice yaşadıkları şehirler sanılan katakombların sonradan yalnızca ölü gömülen ve ibadet edilen yerler oldukları anlaşılmıştır Nitekim, katakomblarda duvarlarına mezarlar oyulmuş dar koridorlardan ve girişteki ibadet salonundan başka, yaşamaya elverişli mekanlara rastlanmamıştır.

    Eğitimden bahsedildiğinde, genellikle, eğitim işine eğitimci ve öğrenci olarak katılanlar; öğretmenler ve öğrenciler, çocuklar ve gençler, anaokulu öğretmen ve bakıcıları, çıraklar ve ustalar, anne-babalar ve okul yöneticileri vs. akla gelir. Yâni eğitim deyince ilk akla gelen,eğitici ile eğitilenler arasındaki kişisel ilişkilerdir. Daha açık bir söyleyişle; öğretmen ili öğrenci arasındaki karşılıklı ilişkilerin şekli ve izleri, çocuk gelişiminin ortaya çıkardığı ihtiyaçlar, eğitsel ilişkinin meydana geldiği okul ve çevre ortamı, eğitime etki eden çevre faktörleri, çocukların tecrübe kazanmaları ve yetenekleri, eğiticinin pedagojik hedefleri, kullanılan eğitim araç ve metodları ile ilgileniriz.

    Eğitim, toplumun sosyal kurumlarından bir tanesidir. Her çocuk belirli bir aile içinde doğar, belirli bir sosyal tabakanın dilini ve görgü kurallarını öğrenir, bir köy veya şehir ortamında büyür, ilkokulda ve öğretim sisteminin diğer okullarında okur. Küçük çocukluk yaşlarından itibaren çeşitli arkadaş çevredeki içine girerek oyunlarını bu çevreler içinde oynar, sohbet eder, bu gruplarla bütünleşir. Kitap, gazete, dergi okur; sinemaya, tiyatroya gider, radyo dinler, televizyon seyreder... Bütün bunlar insanların ve özellikle yeni yetişen nesillerin içinde yaşadıkları toplumdan etkilenme yollarından bazılarıdır. İçinde yaşanılan bu ortamlar, çocukları ve gençleri hayatın amacı, önyargılar ve değer hükümleri, tutumlar, vaziyet alışlar, bütün düşünce ve davranış yönlerinden etkiler, yönlendirir ve kalıplaştırır. İşte burada kısaca değinilmeye çalışılan toplum ile eğitsel yetiştirme arasındaki karşılıklı ilişkileri, bağlantıları ve etkilemeleri inceleyen bilim dalına Eğitim Sosyolojisi denir.

    Türkiye'de eğitim sosyolojisi olarak adlandırılan bilim dalı, dünyada kendisi ile ilgili literatürdeki ikili yaklaşımın ikisini birden ifade etmektedir. Bu bilim dalının tarihinde özellikle etkili olmuş bu ikili yaklaşım şunlardır: Toplumun sosyal yapısını bir bütün kabul ederek onun kurumlarından birisi olan eğitimi ele alıp incelemektedir. Burada sosyolojik metodlar kullanıldığı gibi, araştırmaların odak noktası ve konuya bakış açısı da sosyolojiktir. Türkçeye "Eğitsel Sosyoloji" olarak çevrilebileceğimiz "Educational Sociology" ("Paedagogische Soziologie") ise odak noktası olarak eğitimi almakta; eğitim sistemi, öğretmen-öğrenci ilişkileri, sınıfların durumu, ders programları, eğitimde uygulanan metodları vs. incelemektedir. Yaklaşımlar farklı olmasına rağmen ele alınan konular aşağı yukarı aynı olduğu için, Eğitim Sosyolojisi derslerinde her iki yaklaşımın da eğitim ve toplum konularını ele alma tarzları ve çıkardıkları sonuçlar birlikte verilmeye çalışılmaktadır. Zaten son yıllarda bu tartışmaların en yoğun olduğu Amerika Birleşik Devletleri'nde de iki akımın birbirine yaklaştığı ve birleştiği görülmektedir.

    Eğitim Sosyolojisinin ana konularına girmeden önce, eğitim ve sosyoloji kelimelerini, bizim için ne ifade ettikleri noktasından ele almak lâzımdır. Sosyolojik açıdan eğitim, bireyin içinde yaşadığı toplumda yeteneğini, tutumlarını ve olumlu yöndeki diğer davranış biçimlerini geliştirdiği bir süreçler toplamıdır. Başka bir tanıma göre de eğitim, bireyin toplumsallaşması ve ferdî gelişimini - ilgi ve ihtiyaçları doğrultusunda - en yüksek düzeye çıkarması için düzenlemiş, kontrollü bir çevredeki toplumsal süreçtir. Sosyolojiye göre eğitim, bir sosyalleşme veya sonradan topluma katılanlar için bir integrasyon (bütünleşme, kaynaşma, intibak) sürecidir. Sosyoloji ise, insanların meydana getirdikleri toplulukların ve toplumsal kurumların sistematik incelemesini yapan bir bilimdir. Sosyoloji, insanın sosyal davranışlarını inceler, toplumsal davranışın kalıplaşmış şekillerini, bu alandaki toplumsal kuralları ve "toplumsal yasaları" tespit etmeye çalışır; modern toplumlarla ilgilenir.

    Eğitim, toplum içinde cereyan eden bir sosyalleşme olgusu olarak ele alındığında, okullar ve diğer eğitim-öğretim birimleri de bu toplumsal olguyu organize ettiğinden eğitim de bir sosyal olay olarak ele alınmakta; eğitim olgusuna sosyal yönden yapılan yaklaşım ve incelemeler de Eğitim Sosyolojisi adı altında toplanmaktadır.

    Hıristiyanlık, başlangıçta Yahudiliğin tasvir yasağını benimsediği için ilk resim örnekleri, ancak 3. yüzyıldaki katakomb duvarlarında karışmıza çıkar. Bu resimler genellikle çok basit ve şematiktir. Okuma yazma bilmeyen Hıristiyanların vaazlarda anlatılan dinsel olayları gözlerinde canlandırabilmeleri için yapılmışlardı. Aslında bu resimlerin her biri basit birer semboldürler. Ama bu basit semboller bile, o dönemde inançlı kişilerin zihinlerinde bir takım dinsel imgeler uyandırmaya yetiyordu. Örneğin, Roma�daki Priscilla Katakombu�nda tasvir edilen İsa�nın oniki havarisiyle birlikte yediği ve onlara kutsal ekmekle şarap dağıttığı Son Akşam Yemeği sahnesi, ıncil�de geçen ve tüm Hıristiyanların bildiği bir olaydır. Bu yüzden resmi yapan sanatçı, olayı ısa ile yalnız altı havarisini basit bir sofra önünde göstermekle yetinmiştir.

    Batı Roma, 4. yüzyıldan başlayarak Kuzeyli kavimlerin istilasına uğramıştı. Amansız Hun akınlarıyla yurtlarından atılan Cermen ulusları, Avrupa�nın çeşitli yörelerine yayılmışlar, zayıf düşen Roma bunlarla başa çıkamamıştır. Ostrogotlar ve Lombartlar ıtalya�da, Franklar orta ve batı Avrupa�da, Vizigotlar ıspanya�da, Vikingler ve Anglosaksonlar ıskandinavya ve ıngiltere�de egemenlik kurmuşlardır. Romalıların �barbar� saydıkları bu kavimlerin aslında kendilerine özgü uygarlıkları ve sanatları vardı. Bu kavimler, Hıristiyanlığı benimsedikten sonra yerleştikleri ülkelerin kültürünü de özümleyerek, 11. yüzyılın ortalarına kadar güçlü bir sanat etkinliği yaratmışlardır. Bugün Osla Gemi Müzesi�nde bulunan 9. yüzyılı ait bir Viking Gemisi�nin burnu, Vikinglerin başarılı tahta oymacılı¤ını yansıtan güzel bir örnektir.

    Erken Hıristiyan sanatının oluşumunda Helen-Latin kültürü kadar kuzey kavimlerinin de katkısı olmuştur. Bu dönemin sanatı putperestlik inançlarından izler taşımakla birlikte aslında tümüyle Hıristiyanlı¤ın hizmetindeydi. Bu dönemde dinsel olmayan tek örnek, Bayeux Halısı�dır. 70 metre boyundaki bu ola¤anüstü yapıtta Normanların ıngiltere�yi istilası anlatılmıştır. 6. yüzyıl başında ıtalya�nın Ravenna kentinde yapılmış olan Ostrogot kralı Büyük Thedoric�in Mezar Anıtı ise erken mimarlık örneklerinden biridir. Bu görkemli anıtta merkezi planlı, dışı mermer kaplı Roma yapılarının etkileri kolayca farkedilir. Lombartların 7. yüzyılda Kuzey ıtalya�nın Perugia kentinde inşa ettikleri Kilise de eski Yunan ve Roma tapınaklarını anımsatmaktadır. Benzerlik, özellikle dışa açık sütunlu cephede ve üçgen alınlıklı çatı örtüsünde dikkati çeker.

    8. yüzyılda batı ve orta Avrupa�ya hakim olan Franklar, ünlü kralları Charlemagne döneminde topraklarını daha da genişleterek, Avrupa�nın en güçlü devletini kurmuşlardır. Charlemagne, bir cermen prensliğinden Roma anlamında bir imparatorluk yaratmıştır. Kendini Kutsal Roma-Cermen İmparatoru ilan etmiştir. Birleşik bir Avrupa�nın kurulması ve Batı kültürünün temellerinin atılması bakımından önem taşıyan bu döneme �Karolenj Rönesansı� adı verilmiştir. Bu dönemin en tipik mimarlık örneği başkent Aachen�daki İmparatorluk Kilisesi�dir. Çevresi daha sonraları Gotik üslupta yapılarla kuşatılmış olan bu kilise, sekizgen gövdeli, yüksek kasnaklı, dilimli kubbeli bir yapıdır. Çevresindeki yapılardan ayrı düşünülürse, anıtsal bir görünüm taşıdığı hemen anlaşılır. Charlemagne�ın kurdurduğu bu merkezi planlı yapıya Ravenna�da bulunan 546 tarihli bir Bizans kilisesi olan San Vitale�nin örnek olduğu düşünülmektedir. Aachen şapeli�nin iç yapısı da ilginçtir. Sekiz masif ayağı dayanan kubbeli orta mekan iki katlıdır. Bu mekan altta bir koridor, üstte ise sütunlu galerilerle çevrilidir. Yapının dış görünümündeki anıtsallık, damarlı ve renkli mermerlerle kaplı iç mekanda daha da belirgindir.

    Patlıcanları temizleyin, soyun ve ortasından yarın, sonra enlemesine de bir yarık yapın. Tuzlayıp, yarım saat sonra yıkayıp bir tabağa çıkarın.Soğan ve sarımsakları piyaz biçimi doğrayın. Üç domatesi ufak ufak kesin. Patlıcanları sararıncaya kadar zeytinyağda kızarttıktan sonra pişireceğiniz tencereye dizin, aynı yağda soğan ve sarımsağı kavurun, ardından domatesleri de katıp çevirin. 15 dakika pişirin. Maydanozu katın, daha sonra bu içi patlıcanlara doldurun. Suyunu koyun. Üzerine 2 domates ve biber dilimleri koyarak yarım saat pişirin, soğutun.

    Karolenj İmparatorluğu 10. yüzyılda ikiye bölünmüş, doğu kesimi Kral Büyük Otto�nun yönetimine geçmiştir. Yeni bir canlanışa sahne olan bu dönemin ve yörenin sanatı, �Otto Sanatı� diye tanımlanır. Bu dönemin mimarlık yapıtlarına örnek olarak 11. yüzyılın ilk yarısında yapımı tamamlanan Hildesheim�daki Saint Michael Manastırı gösterilebilir. Bu kilisede bazilika planı uygulanmıştır. Vatikan�da bulunan San Pietro Kilisesi�nin 16. yüzyılda çizilmiş eski bir resmi, bazilikal plan tipinin ana hatlarını göstermesi bakımından önemlidir. Bu çizimde görüldüğü gibi, erken örnekleri Geç Roma ve Bizans�a dayanan bazilikal plan tipinde uzunlamasına ana mekan, sütunlara dayanan kemerlerle yan mekanlara açılmaktadır. Bu yan mekanlara orta ve yan nefler denir. Orta nefte, girişin karışsındaki duvar, yarım daire biçiminde dışarı taşırılmıştır. Dini törenlerin yapıldığı, ilahilerin okunduğu bu bölüme �Apsis� adı verilir. Genellikle apsis yönünde nefleri dik olarak kesen uzun bir mekan daha yer alır. Kral galerisinin ve kilise orgunun bulunduğu bu mekana ise �Transept� denir. Saint Michael Kilisesi�nde olduğu gibi bazen giriş yönüne de ikinci bir transept eklenir, orta nefle transeptin kesiştiği bölümler, birer kuleyle yükseltilirdi. Yuvarlak kemerlerin, masif ayakların ve kalın duvarların kullanıldığı bu yapılar, daha sonraki yüzyılda görülen Romanesk mimarinin öncüleri olmuştur.

    Gerek Charlemagne gerekse Otto döneminde el sanatları ve kitap resimleri alanlarında da ilginç örneklerle karışlaşılır. Dini törenlerde kullanılan 8. yüzyıla ait kutsal bir şarap kabı olan Tassilo Kalisi (Kremsmünster Manastırı) hem biçim hem işçilik bakımından dönemin yetkin bir örneğidir. III. Otto İncili�nin (Bayerische Staatsbibliothek, Munich) altın kaplamalı ve değerli taşlarla süslü cilt kapağının ortasında yer alan fildişi kabartma da dönemin ince el işçiliğini gösteren güzel bir örnektir. Bu kabartmada �Meryem�in Ölümü� konu edilmiştir.

    Fasulyelerin kılçıklarını ayıklayın ve çapraz küçük parçalar halinde (Baklavaya benzer şekilde) kesin. Tuzlu suda, ağzı kapalı bir tencerede, 15 dk kadar haşlayın. Fasulyelerin fazla yumuşamamalarına dikkat edin. Pırasayı çok ince doğrayın. Tereyağını büyük bir tavada eritin ve doğranmış pırasayı ekleyip, 2-3 dk sote edin. Haşlanmış taze fasulyeyi de ekleyip, 10 dk daha kavurmaya devam edin. Yumurtaları el mikseriyle çırpın ve pırasalı fasulye karışımına ilave edip, 3-4 dk daha, devamlı karıştırarak, pişirin. Tuz ve karabiber katıp, hemen servis yapın.

    Erken dönemde duvar resminin yanı sıra minyatür adı verilen kitap resmi de yaygınlık kazanmıştır. Bu dönemin minyatür sanatında görülen özellikleri başarıyla yansıtan örneklerden biri de 845 tarihli Bamberg İncili�nde (Staadliche Bibliothek, Bamberg) yer alan Adem ile Havva kompozisyonudur. Bu minyatürde Adem ile Havva�nın yaradılışından, şeytana uyup yasak meyvayı yemelerine, cennetten kovulmalarına ve yeryüzünde çileli bir hayat sürmelerine kadar geçen olaylar anlatılmaktadır. Basit ve şematik bir anlatım söz konusudur. Bütün bu olaylar şerit halindeki sahnelerde bir yazı okur gibi izlenebilir. Bu özellik, Ortaçağ resminde yaygın bir anlatım biçimidir. Otto dönemine ait kitap resimlerinde ise daha ileri bir aşamaya tanık olunur. Kral Otto�ya sunulan bir kitabın (Musée Condé, Chantilly) ilk sayfasında Hıristiyan dünyasının hakimi olarak tahtında oturan kral ve buyruğundaki eyalet prensleri gösterilmiştir. Sahne, dengeli bir kompozisyon düzeni ve başarılı bir renk uyumu içinde resimlenmiştir.

    1066 yılında İngiltere�yi işgal eden Normanlar, yeni bir mimari üslubu da beraberlerinde getirmişlerdir. Bu üslup ıngiltere�de �Norman üslubu�, Avrupa kıtasında ise �Roman üslubu� adını almıştır. 1050�lerde başladığı kabul edilen Romanesk, Avrupa�nın yeni bir canlanış dönemi olmuştur. Özellikle Haçlı seferleri, değişik sınıftan kişilerin birbirine kaynaşmasını sağlamış, kilise her tür sanatın koruyuculuğunu yapacak bir düzeye ulaşmıştır.

    Romanesk sanat deyince ilk akla gelen, Ortaçağ�ın büyük manastır yapılarıdır. Bunlar, yalnız dinsel değil, sosyal ve kültürel etkinlikleri de içeren yapı kompleksleridir. Romanesk kiliseler ise kalın taş duvarları, masif kuleleri ve heybetli görünümleriyle kimi zaman bir şatoyu anımsatırlar. Romanesk mimarlık üslubuna Avrupa�nın değişik yörelerinde rastlanır. Ama en tipik ve anıtsal örnekler daha çok Almanya, Fransa ve ıngiltere�de toplanmıştır.

    Uzun yüzyıllar boyunca eğitim, toplumun ahlâk kurallarının, ekonomik ve politik yapısının belirlediği - ama kesin olarak belirlediği - ve mevcut toplumsal düzeni aynen devam ettirmeyi sağlayacak vatandaşlar yetiştirmeyi amaçlayan bir sistem olarak görüldü. Öyle ki, toplum düzeni ve onun felsefî ahlâki ve politik kuralları, öğretmen ile öğrenci arasındaki ilişkiyi, eğitimin amaçlarını, eğiticinin hedeflerini, eğitim araçlarını ve vasıtalarını tek başına belirliyordu. Avrupa'da 18. yüzyılın ortalarına kadar hem okullarda hem de okul dışı dinî ve meslekî eğitim kurumlarında verilen eğitim, eğiticilerin öğrenciler üzerindeki kesin egemenliğine dayanıyor ve yeni nesiller mevcut toplumsal düzenin devamını sağlamak için zamanın toplumsal ihtiyaçlarına ve gereklerine göre düzenleniyordu.Antik Roma, M.Ö. 9. yüzyılda İtalya Yarımadası'nda kurulan Roma şehir devletinden doğarak tüm Akdeniz'i çevreleyen muazzam bir imparatorluk haline gelen medeniyetin adıdır. Yaklaşık 12. yüzyıl boyunca varlığını sürdürmüş olan Roma uygarlığı bir monarşiden oligarşi ve cumhuriyetin bileşimi bir demokrasiye ve daha sonra da otokratik bir imparatorluğa dönüşmüştür.Fetih ve asimilasyon yollarıyla Batı Avrupa ve Akdeniz'i çevreleyen bölgede egemen olan Roma İmparatorluğu, iç istikrarsızlıkların ve özellikle de göçebe toplulukların akınlarıyla yıpranmaya başlamıştır. Bu etkiler sonucunda Hispanya, Galya ve İtalya'yı içine alan batı imparatorluğu 5. yüzyılda bağımsız krallıklara bölündü. İmparatorluğun batı kesiminin dağılması, tarihçiler tarafından Antik Çağlar'ın sonu, Orta Çağ'ın, aynı zamanda Karanlık Çağ'ın da başlangıç tarihi olarak kabul edilir. Öte yandan İstanbul'dan yönetilen doğu imparatorluğu, 1453 yılına kadar varlığını sürdürmüştür.Roma uygarlığı, kültürel olarak yoğun biçimde ilham ve örnek aldığı Antik Yunan ile birlikte "klasik antikite"ye dahil edilir. Antik Roma Batı dünyasındaki hukuk, savaş, sanat, edebiyat, mimari, teknoloji ve dil konularının gelişimine büyük katkıda bulunmuştur ve hâlen de günümüz dünyası üzerinde büyük etkiye sahiptir.

    Tarihte artık klâsik olmuş olan bu tezi ilk defa 1888 yılında W.Dithey, "eğitim, toplumun bir fonksiyonudur" şeklinde formüle etmişti. Buna göre eğitim hedefleri toplumun hedeflerinin aynısı idi. Eğitim düşünce ve hareketleri sosyal yapıya bağlı ilişkiler tarafından, "toplumsal güç" ve politik çıkarlar bakımından belirleniyordu. Öyle ki eğitim, mevcut yönetim-yönetilen (iktidar-halk) ilişkilerinin sağlamlaştırılarak sürdürülmesine yarıyordu.

    18. yüzyılın ortalarından itibaren aşırı derecede hızlanmış olan toplumsal değişmede eğitim, çok önemli bir rol oynayamadı. W.F. Ogburn'ün "kültürel geri-kalma" (cultural lag", "kulturelles Zurückleiben") teorisine göre, toplumdaki bütün kültürel unsurlar aynı değişme sürecini paralel zamanlar içinde geçirmediler; "maddî kültür" dediğimiz bilim ve teknik keşifleri, bilgi ve metodları, "manevî kültür" ("immaterialle Kultur") dediğimiz toplumsal kurumlar, değerler, kurallar, dünya görüşleri, örgütler vs. den daha yavaş bir gelişme gösterdiler ve onların gerisinde kaldılar. Oysa günümüzde ise tam tersi bir durumla karşılaşmaktayız. Bugün maddî kültür unsurları alabildiğine bir gelişme içinde bulunmalarına karşın, manevî kültür unsurları önemli bir gerilik içinde bulunmakta; yeni değerler yaratılmadığı gibi eskilere karşı da vaziyet alınmakta ve insanlar büyük bir manevi boşluk içinde bunalımlara düşmektedirler.

    Genellikle Eğitim Sosyolojisinin kurucusu olarak kabul edilen Fransız sosyologu E.Durkheim, eğitimi toplumun bir fonksiyonu olarak görmeye devam etti. Ona göre eğitim, topluma bağlı değişkenlerden biri idi ve amacı da çocukları ve gençleri, içinde yaşadıkları topluma katmak, oraya uyum yapmalarını sağlamak; bu toplumsal ve politik sistemi anlamalarını ve işleyişine katılmalarını temin etmek idi. Hatta bazı anne-babalar istemeseler bile, çocukların başarılı olabilmeleri için, içinde bulundukları toplum düzenine uygun, sosyal yönden arzu edilen çerçevede yetiştirmek zorundadırlar. Bu, çocukların hayatta başarılı olabilmeleri için vazgeçilmez bir esastır.

    Eğitim-toplum ilişkilerindeki bu aşırı görüş insanın tamamen toplum tarafından şekillendirildiğini kabul ediyor ve onu, toplum düzeni içindeki sosyal rollerden kendisine uygun düşenleri seçip oynayan bir "rol oyuncusu" olarak görüyordu. Ancak bu görüşün bir antitezi olarak, eğitim toplumdan bağımsız bir değişken olduğu ve toplumun eğitim tarafından şekillendirilip değiştirdiği görüşü savunulmaktadır. Dilthey'in tezine tamamen zıt olan bu görüşe göre de "toplum, eğitimin bir fonksiyonudur". Eğitim, toplumu yenileştirme ve değiştirme, mevcut toplumsal, politik güç ve fikirleri kontrol altına alma, şekillendirme gücüne sahiptir. Sosyal bilimler tarihinde bu tip bir görüşün ilk savunucularından biri J.G.Fichte idi. Ona göre, eğitim sisteminde ve bilhassa ilkokul düzeyindeki eğitim-öğretim yürüten öğretmenlerin çalışmalarıyla toplum yapısında büyük değişikler olur. Fichte, Alman milletinin Napolyon'un işgalinden kurtulmasının ancak bu yolla mümkün olabileceğini savunuyordu. Tanınmış Amerikalı eğitim düşünürü J. Dewey de 1899'da yayınladığı "Eğitim ve Toplum" adlı eserinde, eğitim sistemini, toplumsal değişimin doğrudan doğruya bir aracı olarak görüyor; toplumsal reformların yapılmasını okullardan bekliyordu.

    Yukarıda kısaca söz edilen görüşler, eğitim ile toplum arasında diyalektik bir ilişki olduğunu göstermektedir. Bu kitapta işlenecek olan eğitim ile toplum arasındaki bağlantılara, düşünce tarihinin ilk dönemlerinden beri dikkat çekilmektedir. Platon, Aristoteles, Poseidonius, Çiçero gibi antik Yunan ve Roma dönemi düşünür ve siyasetçilerinin eserlerinde eğitim olgusuna toplumsal, felsefî ve politik yaklaşımlar görülmektedir. Ortaçağ düşünce hayatında da, toplumsal yaşam ile eğitim bir görülmeye devam etmiştir. Ancak daha sonra eğitim ve toplum, felsefî ve teolojik görüşlerin kontrolünden kurtulmuştur. Bu, İngiltere'de de J.Locke; Fransa'da, J.-J. Rousseau ve Almanya'da J.G.Herder tarafından gerçekleştirilmiştir. Bilimsel ve teknik keşifler, icatlar, gittikçe artan nüfus, üretim tekniğinde ortaya çıkan yeni düzenlemeler sosyal yaşayış biçimindeki değişiklikleri zorunlu kılmıştır. Bu arada politik iktidarlar da toplumsal değişmeye ayak uydurmak zorunda kalmışlardır. O zaman bu sosyo-ekonomik değişiklikler içerisindeki insanlarda kendi çıkarlarını düşünen, rasyonel davranan, feodal yapılardan ve geleneksel meslek bağlarından kurtulan bireyler olarak ortaya çıktılar. Bunun sonucu olarak da, eğitim ve öğretim anlayışı ferdin kendini bağımsızlaştırmasına ve toplum yapısındaki değişikliklere uymak zorunda kaldı.

    J.-J. Rousseau, ferdin doğuştan getirdiği saf tabiatını temele alan bir eğitim teorisi geliştirdi. Onun "Emile veya Eğitim Üzerine" adlı pedagojik romanında vurgulamak istediği, ferdin doğuştan esas olarak temiz olduğu, ancak feodal toplumun ve eğitim dahil bütün toplumsal kurumların daha sonra kişinin temizliğini ve ahlâkını bozduğu idi. Ona göre eğitim, toplumun, dinî, felsefî, ahlâki ve politik sistemlerin çocuğa kabul ettirilmesi değil; çocuğun serbest gelişimini, "tabiî gelişimini" sağlayıcı bir düzen olmalı idi. Rousseau'nun eğitim anlayışı yalnız bu değildir; onun eğitim anlayışını toplum anlayışı ile birlikte ele almalıdır. Ona göre toplum, o topluma katılan insanların bağımsız ve mantıklı düşünüp anlaşmalarıyla ("sosyal sözleşme") kurulmalıdır; bu da ancak demokratik bir cumhuriyet şeklinde mümkündür. Onun "tabiata geri dönme" şeklindeki eğitim görüşü toplum ve medeniyet düşmanı bir görüş değil, sosyal eşitsizliğe ve çatışmalara yol açan o zamanki eğitim ve toplum düzenine karşı bir vaziyet alıştır.

    Rousseau'nun açtığı bu çığır, daha sonra da devam etmiş ve bugün de hâlâ temsilcileri bulunmaktadır. Bunların en tanınmışları M.J.A. Condorcet, I.Kant, W.v. Humboldt, K.Marx, S.Freud, W.Reich, H.Marcuse, J.Habermas tır. Bunlar eğitimden, insanın kendini gerçekleştirmesi ve haklarını elde etmesi ("Emanzipation") yolunda ona yardım etmesini istemekte ve genellikle radikal ütopyalar şeklinde, daha iyi ve çocuklara uygun bir toplum kurulmasını hayal etmektedirler. Bunlara göre toplumsal statüler, çocukların kimin çocuğu olarak doğduklarına veya ailelerin servetlerine bakılmaksızın, şans eşitliğine dayalı bir eğitim sistemi içinde yetişecek çocukların yükselebilecekleri yerlere göre verilmelidir. Yani eğitim, bir taraftan çocukları ve gençleri toplumsal ve geleneksel bağlardan kurtardığı gibi, öte yandan da toplumsal yapı, eğitim tarafından belirlenmiş olmaktadır. Toplumun eğitimi veya eğitimin toplumu belirlediği şeklindeki diyalektik görüşlere gerçekçi bir yaklaşımla bakıldığında bunların aslında iç-içe oldukları, birbirlerini karşılıklı etkiledikleri ve belirledikleri ortaya çıkmaktadır.

    Eğitimin toplumsal olarak üstlendiği görev, diyalektik bir yapı göstermektedir; eğitim hem yetiştirdiği çocukları ve gençleri içinde yaşayacakları topluma uyan birer şahsiyet olarak yetiştirmek için toplum düzenini ve kültürünü onlara aktarmakta hem de bu çocuklara ve gençlere, toplum yapısını değiştirici, düzeltici ve ileriye götürücü, eleştirici düşünceyi vermeye çalışmaktadır.

    Eğitimde bu iki yöne daima dikkat edilmelidir; gençler hem devlet ve toplum için, onların kültür ve kanunlarına uyacak şeklinde yetiştirilmeli hem de ileriye yönelik olumlu değişiklikleri yapabilecek güçte olmalıdırlar. Aslında birbirine zıt gibi görünen bu hususlar, daha dikkatlice incelendiğinde, sadece görünürde bir zıtlık olduğu ortaya çıkar; eğitimde her iki husus ne kadar mükemmel bir şekilde gerçekleştirilse, zıtlığın o kadar belirsiz bir şekilde ortadan kalktığı görülecektir. Yalnız burada toplumsal ve bireysel ilgi ve ihtiyaçlar çok dikkatli değerlendirilmelidir.

    Romanesk mimarinin en yaygın formu, çok nefli ve transeptli bazilikal formdur. Bu üsluptaki kiliselerde orta nef ile yan neflerin bağlantısı, 11. yüzyılda yapımına başlanan Speyer Katedrali�nde olduğu gibi masif ayaklara dayanan yuvarlak kemerlerle sağlanmıştır. Roma yapılarından alınan yarım daire biçimli yuvarlak kemer, Romanesk mimarinin en belirgin özelliklerinden biridir. Bu dönemde yapıların örtü biçimleri de değişmiştir. Erken dönemlerde kullanılan ahşap kirişli çatılar bu dönemde de kullanılmakla birlikte artık esas örtü biçimi, �tonoz� olmuştur. Yuvarlak kemerlerle dörtgen bölümlerin oluşturulduğu neflerin üzerini dilimli kubbeleri andıran çapraz tonozlar örtmektedir.

    Bu dönemde mimarlık ön plandaydı, öteki sanat dalları ise onun zenginlik ve anlamını arttırmak için birbiriyle yarışıyorlardı. Örneğin, Romanesk heykel sanatı mimariden ayrı düşünülemez. 11. yüzyılda tamamlanan Poiters�deki Notre-Dame Kilisesi�nin cephesinde ayakta duran, oturan, bir konuyla ilgili olarak gruplaşan çok sayıda kabartma figür görülmektedir. Bu kabartmalar, yapının cephesini görkemli bir biçimde süslemekle kalmayıp, ona hareket, soluk alan bir canlılık da katmaktadırlar. Romanesk heykel, yalnız cephelerde değil, iç mekanda da mimari organlara bağlı olarak geniş yer tutar. ıçiçe geçmiş çok sayıda figürden oluşan sütun ve ayaklar, bunun en ilginç örnekleridir. Kimi sütun başlıkları da neredeyse birer heykele dönüşmüştür. Bu özelliği en iyi gösteren örneklerden biri de Chauvigny�deki Saint Pierre Kilisesi�nde bulunan sütun başlığıdır. Sanatçı, sütun başlığı gibi dar bir alana yargı gününde günahların tartılması konusunu ustalıkla sığdırmayı başarmıştır. Dönemin heykel ustaları yalnız yapı cephelerinde değil, alınlıklarda, silmelerde, tunç ve ahşap kapı kanatlarında da Tevrat ve ıncil�de anlatılan olayları ve kişileri betimlemekten geri durmamışlardır.

    Heykel alanındaki bu açılıma karışlık, dönemin resim sanatında özellikle kitap resminde daha sıkı kalıplara, daha belirgin şemalara bağlı bir anlatıma tanık olunur. 1188 tarihli bir Kitap Resmi�nde (Welfenchronik, Weingarten Manastırı) İmparator Frederich Barbarossa ve oğulları Kral Henry ile Kont Frederich betimlenmiştir. ılk göze çarpan özellik, konuyla ilgili sahne düzenlemesinin statik bir soyut kalıp içine alınması, nakış ögelerinin de bu soyutluğu arttırmış olmasıdır. Romanesk duvar resimlerinde de aynı katı ve soyut anlatım kalıbı kullanılmıştır. Bugün Barselona�da Catalina Güzel Sanatlar Müzesi�nde bulunan 1123 tarihli bir Duvar Resmi�nde, Hiristiyan dünyasının tek hakimi anlamında betimlenmiş ısa fügürü, bu özelliği en iyi yansıtan örneklerden biridir.

    Romanesk dönemi Ortaçağ�ın son büyük aşaması olan �Gotik dönem� izlemiştir. 12. yüzyıl ortalarında başlayan Gotik sanat, Rönesans dönemine kadar sürmüştür. Romanesk deyince akla manastır yapıları geliyordu, Gotik denildiğinde ilk akla gelen ise, sivri çatı ve kuleleriyle göğe doğru yükselen, dev boyutlu katedral yapılarıdır. Gotik mimarlığın 1122�de Abbot Suger tarafından tasarımlanan, Paris yakınındaki St. Denis Manastır Kilisesi ile başladığı kabul edilir. Ama en yetkin klasik örnekler Fransa�nın Ile de France bölgesinde, yapımlarına 13. yüzyılda başlanan Laon, Chartes, Reims, Amiens ile Paris Notre-Dame Katedralleri�dir.

    Katedraller, Ortaçağ kentlerine biçim vermiş, kent ekonomilerinin gelişmesine önemli katkıda bulunmuşlardır. Bu dev yapıların tamamlanması, çok kere yüzyıldan fazla sürüyor, kent, onun çevresinden başlayarak halkalar halinde genişliyordu. Ayrıca yapı, il ve çevresinden çok sayıda işçiyi kendine çekiyor, ekonomik etkinlik de o ölçüde canlanıp büyüyordu. Bir Romanesk kiliseden çıkıp, bir Gotik katedrale girildiğinde aradaki büyük fark hemen anlaşılır. Gotik katedrallerde daha geniş nefler, daha ışıklı bir ortam ve kendini yukarlara çeken daha hafif bir mekan ile karışlaşılır. Gotik mimarinin bu başarısı iki yeni buluşa dayanır. Birincisi sivri kemerlere dayanan kaburgalı tonoz sistemidir. ıkincisi ise yapıyı dıştan destekleyen payanda kemerlerinin kullanılmış olmasıdır. Romanesk mimaride kullanılan yuvarlak kemerlerin yerini Gotik mimaride sivri kemerler almıştır. Böylece kemere binen yükün yanlara doğru zorlaması azaltılıp, aşağı doğru akması sağlanmıştır. Ayrıca kaburgalı yapısıyla tonozun ağırlığı azaltılmış, kemere daha az yük bindirilmiş olur. Ama kemerler sivri olsa da bir ölçüde dışa zorlama söz konusuydu. Kemerleri taşıyan demet biçimi sütun ya da ince ayaklar bu zorlamaya dayanmayabilirdi. Mimarlar bu sakıncayı gidermek için kritik noktalarda payanda kemerleri kullanmışlardır. Payanda kemerleri yapıların yan ve arka cephelerinin bir yapı iskelesi görünümü almasına yol açıyordu. Ancak dış duvarların kitlesel görünümünüde önlemiş oluyordu. yan ve arka cephelerin bu durumuna karışlık, katedrallerin ön cepheleri gerçekten çok görkemli ve anıtsal bir görünüm taşırlar. Ön cephelerde genellikle kapıların üstünde içeri doğru kademeli olarak daralan büyük alınlıklar, kademeleri oluşturan silmelerde ise çok sayıda aziz figürü yer alır. Orta bölümde vitraylı yuvarlak bir pencere ile iki yanda dar ve yüksek pencereler bulunur. Üst bölümde yine bir sıra aziz figürü taşa işlenmiştir. Her iki yanda ise görkemli çan kuleleri yükselir. Klasik bir Fransız katedrali olan Reims�in cephesi bu tanıma en iyi uyan örnektir.

    Katedraller, Avrupa�nın değişik yörelerinde gerek plan gerek dış görünüm bakımından farklı biçimler kazanmıştır. Gotik mimari ıngiltere�de değişik özellikler taşır. ıngiliz Gotik mimarı Lincoln Katedrali�nde olduğu gibi, iç mekan örtüsünde de değişik ve ilginç uygulamalara gitmiştir. Londra Westminster Katedrali şapelinde tonoz kaburgalarının yelpaze biçimini aldığı görülür. Böylece taşıyıcı organlar, aynı zamanda dekoratif bir işlev de kazanmışlardır. ıtalyan Gotiğinin başarılı yapılarından biri olan Milano Katedrali�nin arka cephesinde ise mimar, ustalıklı bir düzenleme ve ince bir taş işçiliği ile payanda kemerlerinin yapı iskelesini andıran görünümünü gizlemeyi başarmıştır.

    Gotik katedrallerde bütün ağırlık sivri kemerlerle sütun ve ayaklara aktarıldığı için taşıyıcı öge olarak duvara gerek kalmıyordu. Böylece ara bölümlere boydan boya pencereler açılabiliyor, bunlar da renkli camlarla kaplanabiliyordu. Çeşitli motiflerle ve figürlerle süslenen bu renkli camlara �vitray� adı verilir. Paris Notre-Dame Katedrali cephesindeki �gül pencere�, dönemin vitray sanatının en görkemli örneklerinden biridir. Gotik katedrallerde çok sayıda renkli pencere, iç mekanın aydınlanmasını sağlamakla kalmıyor, renkli ışıklar yapının içinde büyülü bir dinsel atmosfer oluşturuyordu. Gotik sanatta vitray, iç mekana büyülü bir hava vermekle kalmaz, resim sanatını da kapsar. Chartres Katedrali�ndeki vitrayda �Meryem�in Ölümü� sahnesinin büyük bir ustalıkla betimlendiği görülür.

    Heykel sanatı, Gotik dönemde de mimariyle bağıntısını sürdürmüştür. Bu bağıntı özellikle cephe dekorasyonunda dikkati çeker. Katedralin bir parçası durumundaki bu heykellerin, yapının yüksekliğine uygun olarak normalden daha uzun yapıldıkları görülür. Bunlar donmuş gibi dimdik duran figürlerdir. Heykel sanatındaki bu donmuşluk, 13. yüzyıl ortalarında yumuşamaya, aziz figürleri bol giysileri içinde kımıldamaya, donuk yüzlü melekler gülümsemeye başlarlar. Kucağında çocuk ısa�yı taşıyan bakire Meryem heykellerindeki dini ağırlığın giderek dünyasal bir ana oğul sevgisine dönüşüp, hafiflediği sezinlenir. Gotiğin son döneminin resim sanatında da katı kalıpların gevşediğini, şematik anlatımların yerini doğalcı betimlere bırakmaya başladığını görürüz.






    Ayrıca;

    Küreselleşme, ekonomik, sosyal, teknolojik, kültürel, politik ve ekolojik denge açılardan global bütünleşmenin, entegrasyon ve dayanışmanın artması anlamına gelmektedir.Küreselleşme kavramının en çarpıcı özelliklerinden biri, olası etkilerinin çok sayıda ve çeşitli olduğu izlenimini vermesidir. Küreselleşme, yalın toplumsal gerçekleri oldukça aşan spekülasyonlar, varsayımlar, güçlü toplumsal imgeler ve metaforlar üretme ka-pasitesiyle olağanüstü doğurgan bir kavramdır. Hatta, bir çok düşünürün de belirttiği gibi bu kavramın çok boyutluluğu onu, sınırlarını çizme uğraşını bile zora sokmaktadır. Bu anlamda küreselleşme, sosyal bilimlerin her dalında yaygın kullanılan bir kavram olmakla beraber, genellikle bir "durum"dan, daha çok bir "akım"ı veya bir zihniyeti ima eder hale getirilmiştir. Tanımdan da anlaşılacağı gibi küreselleşme sadece sosyolojinin konusu değildir fakat sosyolojik açıdan toplumsal alandaki bir değişimi ifade etmektedir. Değişimi anlamak açısından Robertson' şöyle demştir: "...Küreselleşme teması anlayışları aralarında farklılık göstermesine rağmen küreselleşme diye adlandırılan şeyi anlamanın en iyi yolunun, dünyanın 'birleşik' hale geldiği, ama kesinlikle safdil işlevselci tarzda bütünleşmediği 'biçim sorunu' üzerinde yoğunlaşmak olduğunu düşünmektedir�
    Dünyanın birleşik hale gelmesi, tekdüze dinamikler ile oluşan bir süreç değildir. Çünkü küreselleşme, ekonomik olduğu kadar siyasal, teknolojik ve kültürel boyutlu bir süreçtir. Giddens�a göre küreselleşme, tek bir süreç değildir, karmaşık süreçlerin bir araya geldiği bir olgular kümesidir. Üstelik çelişkili ya da birbirine zıt etkenlerin devreye girdiği bir süreçtir. Çoğu insanın gözünde, küreselleşme basitçe gücün ya da etkinin yerel toplulukların elinden alınıp küresel arenaya aktarılmasından ibarettir.
    Bu sürecin toplumsal yaşama yönelik bir etkisine bakarsak Giddens, modernliğin sonucu olarak değerlendirdiği küreselleşmeyi, uzak yerleşimlerin birbiri ile ilişkilendirildiği yerel oluşumların millerce ötedeki olaylarla biçimlendirildiği dünya çapındaki toplumsal ilişkilerin yoğunlaşması olarak tanımlamaktadır. Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, bu çok boyutlu kavram etki ettiği toplumsal gerçeklik türüne göre bireylerin kafasında da çeşitli anlamlar oluşturmaktadır. Bu anlamda bazıları için küreselleşme, kapitalizmin gücünü temsil ederken, bazıları için de, dünyanın batılılaşmasını ifade etmektedir. Bazıları küreselleşmenin yoğunluk ve artan melezleşmeyle birlikte heterojenlik yarattığını düşünürken, bir diğer grup homojenliği artırdığını düşünmektedir.
    Devlet dışı sosyal organizasyonlar küreselleşmeyi, çevre hareketi, demokratikleşme ve insanileştirme gibi pozitif sosyal amaçları sağlayacak kaldıraç olarak görürken, iş adamları için artan kâr ve güç stratejisi ve hükümetler için de çok sık olarak devlet gücünde artış sağlamanın yerine kullanılmaktadır. Giddens, küreselleşmeyi, bir çeşit sadece veya kısmen batılılaştırma olarak görür. Elbette batılı ülkeler ve daha genelde sanayi ülkeleri, yoksul ülkelere kıyasla dünyadaki gelişmeleri hâlâ çok daha fazla etkileyecek güce sahiptirler. Ama küreselleşmenin başka bir boyutu, beraberinde giderek merkezsizleşmeyi; belli bir ülkeler grubunun denetiminin ortadan kalkmasını, büyük kuruluşlarının denetim gücünün iyice azalmasını da getirmesidir. Sonuç olarak bu küreselleşmeyi daha iyi anlayabilmek için bu kavramın toplumsal yaşama olan etkilerini ayrı ayrı başlıklar halinde ele alıp değerlendirmek gerekecektir. Ama unutulmaması gereken unsur bu etkileri ayırma çabasının sadece küreselleşmenin daha kolay anlaşılabilmesine yönelik olduğudur.

    Balıklarda burun (nostril), solunum için değil, suda çözünmüş kimyasal maddeleri koklamaya yarayan bir duyu organıdır. Koku alma kapsülleri üst çene üzerinde bulunan bir çift (veya bir adet) burun çukuruna yerleşmiştir. Koku maddelerini taşıyan su burun deliklerine girip çıkarken, koklama kapsüllerini yalayarak sinirleri uyarır. Bu duyu köpek balıkları gibi bazı balıklarda çok kuvvetlidir. Köpek balıkları kan kokusunu yüzlerce metre uzaktan alabilirler.Balıklarda dış ve orta kulak yoktur. İşitme organı bir kapsül içinde bulunan iç kulaktan ibaret olup, sudaki ses titreşimlerini idrak eder. Bu işitme organına �labirent� denir. İşitmede etkili olduğu gibi, dengenin sağlanmasında, ağırlık ve yerçekimi tespitinde de önemli rol oynar. İçlerinde kalsiyum karbonattan yapılmış �otolit� adı verilen cisimcikler de bulunur. Bazı balıklarda hava kesesinin ön kısmının her iki yanında iç kulakla ilişkili dörder adet kemikcik bulunur. �Weber cihazı� adını alan bu sistem ses dalgalarını ve basınç değişimini iç kulağa ileterek daha iyi işitmeğe yardım eder. Küçük frekanslı titreşimler, yanal çizgi sistemiyle idrak edilir. Bu, vücudun yanlarında derinin altında uzanan içi mukus dolu bir çift kanaldır. Belirli aralıklarla bu kanalı pulların arasından veya ortasından dışarı bağlayan yollar, bu yolların ucunda içinde sıvı ve sinir hücreleri bulunan bir torba vardır. Sudaki titreşimler bu sıvıya geçerek sinir hücreleri tarafından idrak edilir. Mesaj daha sonra sinirler vasıtasıyla beyne iletilir.Bir başka balığın hareketinin doğurduğu titreşimleri, yanındaki balık bu yolla duyar. Yan organ çok alçak frekanslı titreşimleri idrak edip işitmeye yardımcı olduğu gibi, su akıntısının yönünü, sıcaklık ve soğukluk farklarını da tesbit eder. Yan organ işitmede de yardımcı olur. Ses ve basınç dalgalarını tesbit edebilir. Kemikli balıklarda, vücudun her iki yanında solungaçlardan kuyruk yüzgecine kadar uzanır.

    Akşamdan fasulyeyi temizleyip bolca yıkayın. Sonra tencereye yeterince su doldurup ıslatın. Sabaha kadar bu tencerede bekletip yumuşamasını sağlayın. Soğanı ufak ufak doğrayın. Tencereye yağı koyup pembeleştirin. Doğranmış domatesi veya salçayı ilave edip biraz daha kavurun. Sonra fasulyeyi suyuyla beraber bu karışıma ilave edin. Tuzunu ve biberini ilave edip pişirin. Sucukları halka halka doğrayıp tavanın içinde bir miktar yağla fazla kurutmadan kavurun. Fasulyelerin üzerine ekleyin. 1-2 taşım daha kaynatıp tencerenin altını kapatın. Biraz dinlendirdikten sonra sıcak olarak servise sunun.

    Bir çok araştırmacıya göre temel anlamda küreselleşme,kökenleri 1960'larda ortaya çıkan dönüşüm ve hızlı değişimlere dayalı, politik sonuçları beraberinde getiren ekonomik bir süreçtir. Küreselleşme, ulus aşırı şirketlerin uluslararası yatırım stratejilerinde, özellikle üretimin yerel olmaktan çıkarılıp farklı bölgelerde gerçekleştirilmesini içeren radikal bir yeniden konum belirleme çabası gerektirmektedir. 1970'lerdeki iktisadi krizler sonucunda ulus aşırı firmalar ulusal üretim hatalarını artık uluslararası hale getirmek zorunda kalmışlardır. Bu durum , üretimin uluslararasılaşması olarak anılmaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD önderliğinde oluşturulan yeni ekonomik ve siyasi dünya düzeni , yani Pax Americana, uluslararası ekonomide karşılıklı değişim yaklaşımına dayanmaktadır. Uluslararası mal, sermaye ve bilgi akışının kolaylaşması ve güvenli bir hale gelmesi ile Pax Americana uluslar arası ekonominin karşılıklı değişim yaklaşımından küresel üretime dönüşmesine yardımcı olmuştur.

    Küreselleşme hareketlerinin yaklaşık son 20 yılda ortaya çıktığı ve hız kazandığı görülmektedir. Küreselleşen dünyanın anlaşılması bir çok açıdan oldukça karmaşıktır. Küreselleşme, bünyesinde farklı boyutlarda bir çok konuyu barındıran karmaşık bir sosyal, ekonomik ve politik içeriğe sahiptir. Ekonomistler ve ekolojistler benzer şekilde "küresel yerelleşme (küyerelleşme)" kavramından söz edilmektedir. Bu yaklaşım "küresel düşün, yerel faaliyet göster" sloganıyla ifade edilmektedir. Gerek piyasa koşullarının zorlaması, gerekse sosyal yapı nedeniyle değişik piyasalar , şirketler ve sektörler değişik şekillerde örgütlenmektedir. Öte yandan , esas itibariyle ekonomik bir olgu olarak görülen küreselleşmeye, sosyologlar kültürel bir süreç olarak bakmaktadırlar. Sıkça değinildiği gibi dünya küçülmekte ama bütünleşmemektedir. Ekonomiler birbirine yaklaştıkça uluslar, kentler ve bölgeler birbirinden ayrılmaktadır. Küresel ekonomik bütünleşme süreci politik ve sosyal dağılmayı hızlandırmaktadır. Aile bağları kopmakta, yerleşik otoriteler sarsılmakta, yerel toplum bağları zorlanmaktadır. Uluslar da tıpkı hücreler gibi bölünerek çoğalmaktadır.

    Küreselleşme süreci hızlandıkça her biçimiyle yöreselliğin etkilerinin arttığı görülmektedir. Dünyanın her tarafındaki insanların büyük kısmı için bir yere bağlı olmak her zamanki kadar önem taşımaktadır. Kimlikleri bir yere bağlı olan ve başka bir yerde yaşamayı düşünemeyen bu insanlar yaşamak için belli bir toprağa ve kendilerini daha iyi hissetmek için kendi kültür ve dillerine dayanma ihtiyacı hissetmektedirler.

    Küreselleşmeyle beraber dünyada artan kutuplaşmalar ve oluşturulan birlikler , küreselleşmenin getirdiği sonuçlardan yalnız biridir.Nitekim, Birleşmiş Milletler 1945'te sadece 51 ülkeyle kurulmuştu. 1960 yılında 100,1984'te 159 ülkenin BM�e kayıtlı olduğu görülmektedir.1993 ortalarında ise, Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla birlikte üye sayısı184'e yükselmiştir.Başlangıçta Rusya�ya karşı kurulan NATO , küreselleşmeyle beraber şekil değiştirmiştir. Bu günlerde ise Rusya�nın da NATO ile flörtü sürmektedir.

    Sovyetler Birliğinin dağılmasının ardından dünyada askeri açıdan tek süper güç olarak ABD'nin kalmasına rağmen , ekonomik olarak üç süper gücün varlığından söz etmek mümkündür. Altın Üçgen ya da kısaca Üçlü olarak isimlendirilen bu güçler ABD, AB ve Japonya'dır. Söz konusu üç güç, dünya üzerindeki doğrudan dış yatırımlar ve uluslararası ticaretin büyük bölümüne hakimdirler. Bu üçlünün ilişkileri yakın coğrafyalarını da önemli ölçüde etkilemektedir. Nitekim, ABD; Kanada, Orta ve Güney Amerika ülkeleri, AB; Doğu Blok Ülkeleri ve Japonya da Pasifik bölgesindeki ülkelerle yakın ilişki içindedir. Doğudan dış yatırımlar; ticaret, mali kaynak akışı ve teknoloji transferi ile yakın ilişkisi nedeniyle iktisadi gelişme açısından önemli bir hale gelmiştir. Ancak, tüm gelişmekte olan ülkelerin üçlü gücün yatırımlarını çekmekte başarılı olduğu söylenemez. Bu yatırım fonlarının büyük bölümü çok uluslu işletmeler tarafından , en yakın komşu ülkeden başlayarak bölgesel iletişim ağları kurma amacıyla kullanılmaktadır. Nitekim, Meksika'daki toplam doğrudan dış yatırımların yüzde 61'i ABD kökenli işletmelerden gelirken , Güney Kore'nin doğrudan dış yatırımlarının yüzde 52 'si Japon firmalarınca sağlanmaktadır. 1990'ların başında gelişmekte olan ülkelere yapılan tüm yatırımların yarısından fazlası Brezilya, Çin, Hong Kong ,Meksika ve Singapur'a yapılmaktaydı. Bu durumun en önemli sebeplerinden biri , söz konusu ülkelerin üçlü güçle olan yakın ilişkileridir. II

    Dünyadaki değişim eğilimini gözlemlediğimizde globalleşme ile birlikte dikkati çeken bir diğer olgunun yerelleşmeolduğunu görüyoruz. Glokalleşme son zamanlarda yaygın olarak benimsenen ve kullanılan kavramlardan birisi. Glokalleşme, kısaca �uluslararası ilişkilerde global gerçeklerden hareket ederek global düşünmeyi, otarşizm yerine dışa açılmayı, dünya ekonomisi ile bütünleşmeyi; ülke içinde ise merkezi yönetim kanalıyla ekonomiyi ve siyaseti yönlendirme yerine yerel yönetimleri daha fazla güçlendirmeyi� ifade ediyor. Yerelleşmenin siyasal gücün tek elde toplanmasını önleyeceği ve böylece yerel demokrasiyi güçlendireceği ifade ediliyor. Desantralizasyon ya da adem-i merkeziyetçi yönetim kavramları yerelleşme ile aynı anlama geliyor. Yerelleşme, gerçekten de yerel demokrasiyi güçlendirmek için çok önem taşıyor. Yerel özerklik için yerel yönetimlerin merkezi yönetimlerin boyunduruğundan kurtarılmaları gerekiyor. Ancak yerelleşme bir taraftan, yerel halkın yönetime katılmasını sağlayarak demokrasiyi geliştirecek bir görevi yerine getirirken, öte taraftan yerel tiranlığı ve despotizmi de ortaya çıkarabilecek bir etki gösterebilir.

    Küreselleşme süreci içinde paradoksal bir çatışmayı bulunduran bir süreçtir. Ülkeler arasında da ülke içinde de , sektörler arasında da sektör içinde de kaybedenler ve kazananlar bu süreçte birlikte barınmaktadır. Küreselleşme sürecinden ülkeler, kurumlar , meslekler, ve kişiler açısından kazanan ve kaybedenler bulunmaktadır. Özellikle son dönemde küreselleşme sürecinin yarattığı toplumsal eşitsizliklere ilişkin önemli eleştiriler yapılmaktadır. Bunun yanında küreselleşme sürecinde kuralların konulmasında ve çözüm önerilerinin hayata geçirilmesine dair ciddi tartışmalar yapılmaktadır.

    Küreselleşme sürecinin hız kazanmasında enformasyon teknolojilerinin önemli bir rol oynadığını aşikardır. Özellikle 1970' li yıllarda hız kazanan enformasyon teknolojilerinin yükselişi ve kitle üretim ve tüketiminin krize girmesi üretimin yapısında ciddi dönüşümler yaşanmasını beraberinde getirdi. Bilgi ve hizmet işleri ve işçileri yaşanan süreçte önem kazanırken mavi yakalı işçiler, ve imalat işleri eski önemlerini kaybetmeye başladılar

    Bilgi ve enformasyon sektörlerinin öne çıkması sanayi toplumunun mavi yakalı işçisine olan talebi azaltmış ve belirli sektörler dışında firmalar küçülme yoluna gitmişlerdir. Aynı zamanda bu süreç beyaz yakalı bilgi işçisine olan talebi arttırırken milyonlarca mavi yakalı işçi istihdam sürecinin dışında kalmıştır. Yaşanan gelişmeler hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde işsizlik sorununu ortaya çıkarmıştır. Bilgi ve hizmet işlerinde çalışan son derece vasıflı, eğitimi , yaratıcılığı, yüksek bilgi işçileri bu dönüşümden kazançlı çıkan grubu oluşturmaktadır.

    Toffler işsizliğin artık niceliksel olmaktan çıktığını ve niteliksel olduğunu belirtmektedir. Yeni iş alanları açmakla işsizlerin sayısı azaltılamamaktadır, çünkü sorun artık sayı sorunu değildir. Toffler her işsize karşı on tane işçi aranıyor ilanı da çıksa , on milyon işçi aranırken ortada bir milyon işsiz de olsa , o bir milyon kişi , yeterli beceri ve bilgiye sahip olmadıkça , istenen işi yapamayacağını belirtmektedir. Beceriler artık öyle çeşitlidir ki ve öyle çabuk değişmektedir ki, işçilerin geçmişteki kadar ucuza değiştirilip yerine yenilerinin alınması düşünülemez. Para ve sayı artık sorunu çözemez hale gelmiştir.III Dolayısıyla hızlı değişen teknoloji ve yenilikler karşısında bunları kullanabilecek beceri ve bilgiye dayalı işçilerin önemi büyük önem kazanmaktadır.

    Son çeyrek yüzyılda istihdam ve sektörel yapıdaki dönüşüm, bilgi ve hizmet işlerinin öne çıkması sonucu sendikal yapıda da ciddi sorunlar yaşanmasına neden olmuştur. Küreselleşme sürecinde sendikal yapının gittikçe zayıfladığı görülmektedir. Toffler sendikaların daha çok zanaat veya seri üretime göre tasarlanmış oldukları için , ya tümüyle değişmeleri ya da süper-sembolik ekonomiye uygun yeni örgütlenme biçimlerinin düşünülmesinin şart olduğunu belirtiyor. Sendikaların devam edebilmesi için işçileri tek bir kitle olarak düşünmekten vazgeçip , tek tek bireyler olarak düşünmeye başlamaları gerekir.IV

    Sendikalar vasıfsız işçiler için aidiyet duygusu sağlamaktaydı. Sendikaların zayıflaması ve işsizlikteki artış işçilerin yeni aidiyet alanları arayışına yol açmıştır. Ayrıca işsiz kalmış ve yakın zamanda iş bulamayacak durumda olan büyük bir kitle için geleceğe yönelik güvensizlik ve belirsizlik artmıştır. Bozkurt, küreselleşme sürecinin en çok tartışılan sonuçlarından birisinin gittikçe artan belirsizlik ve güvensizlik olduğunu belirtmektedir. Bu sadece gelir düzeyi düşük gruplar arasında değil, orta sınıflar arasında da giderek yaygınlaşıyor.V Gittikçe artan belirsizlik ve güvensizlik kişilere aidiyet ve kimlik sağlama işlevi gören fundemantalist ve milliyetçi akımların güçlenmesini de beraberinde getirmektedir. Nitekim dünyada milliyetçi hareketlerin güçlenmesi , ırkçılık, dini hareketlerin artışı küreselleşme sürecinin ivme kazandığı gelişmelerdir. Küreselleşme sürecinde işsiz kalan veya gelecek belirsizliği ve ümitsizliği bulunan kesimler kendilerine parlak bir gelecek vaat eden büyük hayaller sunan söylemlere kolayca yönelebilmektedirler.

    Ekonomik küreselleşme gelir eşitsizliğini hem ülke içinde hem de ülkeler arasında dramatik olarak arttırmaktadır . Dünyanın zengin ülkelerinde yaşayan %20 üst gelir dilimiyle fakir ülkelerde yaşayan %20 lik alt kesim arasındaki gelir farkı 1960 yılında 30 kat iken bu oran 1997 'de 74 katına fırlamıştır. Dünyanın en zengin 200 insanı net kazancını 1994-1998 yılları arasında iki kat arttırarak 1 trilyon doların üstüne çıkarmışlardır. En zengin 3 milyarderin servetlerinin toplamı 600 milyondan fazla nüfusun yaşadığı az gelişmiş ülkelerin GDP' sinden daha fazladır.1970'den beri Amerika'da en üstteki %1 lik hane halkı ulusal gelirden aldığı payı iki kat artırmıştır. En üst %1 lik kesim halen alttaki %95 lik gruptan daha fazla zenginliğe sahiptir.

    Bilgi ve enformasyon teknolojilerinin rekabette üstünlüğü yarattığı bir dönemde , yeni enformasyon teknolojilerini yaratan ve kullanan ülke ve grupların gelişmiş ülkeler olması ülkeler arasındaki eşitsizliği daha da arttırmaktadır. Nitekim 2000 İnsani Kalkınma Raporuna göre internet dünyadaki en zengin %20'nin internet kullanımındaki oranı %93,3 iken en fakir %20 sinde bu oran %0.2 dir. Dolayısıyla yakın gelecekte de eşitsizliğin giderilmesine yönelik büyük bir umut yok gibidir. Eşitsizliğin artışı bir çok ülkede , 1998 Endonezya örneğinde olduğu gibi sosyal patlamaları ve huzursuzlukları da beraberinde getirmektedir. Aynı zamanda gelişmiş ülkeler arasında ticari blokların oluşması ve bölgeselleşme iddiaları bu bloklar dışında kalan az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin durumunu daha da güçleştirmektedir.

    Küreselleşmeye yöneltilen en büyük eleştirilerin ve yaşanan sorunların merkezinde çokuluslu sermayenin küreselleşme sürecinde kuralları koyduğu ve bu kurallar karşısında ulusal hükümetlerin politika oluşturmakta yetersiz kaldığıdır. Aynı zamanda enformasyon ağlarıyla finans piyasalarının birbirine bağlı olduğu bir küresel ekonomide uluslar üstü sermayenin çok kısa zamanda mevcut ülkeyi terk etmesi Rusya ve Asya krizlerinde görüldüğü gibi küresel krizlere neden olmaktadır.Dünya ihracatında önemli bir gücü elinde bulunduran küresel şirketlerin merkezi birkaç ülkede odaklanmaktadır.

    Uluslar arası sermayenin ve küresel şirketlerin kuralları belirlediği ve piyasaları biçimlendirdiği küresel ekonomide sosyal politikaların ve maliyetlerinin sorumluluğunu üstlenen çıkmamaktadır. Her ne pahasına olursa olsun ekonomik gelişme hedeflenirken , sosyal gelişmenin ve adaletin göz ardı edilmesi eşitsizlik, yoksulluk ve dışlanma sorunlarının uluslar arası boyut kazanmasını hızlandırmaktadır. Dolayısıyla eğitim ve sağlık alanlarında sorunlar yaşanmakta, doğanın tükenme hızı artmakta , çevre sorunları şiddetlenmekte, uluslararası çalışma standartları aşınmakta, gerçek ücretlerde gerilemeler gözlenmekte, çocuk işçi istihdamı artmakta , işten çıkarmalar yoğunlaşmakta, işsizlik sorunu yapısallaşmakta, sosyal huzursuzluklar ve şiddet artmaktadır.

    Yeni küresel elektronik ekonomide , fon yöneticileri, bankacılar, büyük şirketler ve onların yanı sıra milyonlarca bireysel yatırımcı , büyük miktarda sermayeyi tek bir tuşu tıklayarak dünyanın bir ucundan öbür ucuna aktarabiliyorlar. Ve bu hareketleriyle , Asya'daki olaylarda seyrettiğimiz üzere , kaya gibi sağlam görünen ekonomilerin tüm istikrarını bozabiliyorlar.VI Yaşanan krizlerin bir çoğu çokuluslu şirketlerin ve uluslarüstü sermayenin kendilerine daha cazip imkanlar ve ortamlar ortaya koyan ülke ve finans piyasalarına gitmesinden kaynaklanmaktadır. Uluslar üstü sermayeye yapılan kısıtlamalar ülkeden çokuluslu şirket ve sermeyenin kaçmasına neden olmaktadır.

    Mevcut kurumlar günümüzde finans piyasalarında yaşanan krizlere çözüm bulamamaktadırlar. Uluslar üstü sermayenin kontrol edilememesi ve tek tuşla bulunulan ülkeyi terk edebilme hareketliliğinin yüksekliği önümüzdeki dönemde tartışılacak en önemli konulardan birini oluşturacaktır. Çözüm olarak önerilen uluslar arası para hareketlerinin uluslar arası vergilendirmeyle kontrol altına alınması ve yabancı sermayeye belli koşullarda izin verilmesi gibi yöntemlerin uygulanabilirliği ülkeler arasındaki eşitsizlikler de dikkate alındığında mümkün gözükmemektedir. Küreselleşme süreciyle birlikte ulus devletin konumuna yönelik tartışmalarda şiddetlenmektedir.

    Dünyada bir globalleşmeden söz ederken Türkiye�nin konumu ve geleceği nasıl olur veya nasıl olacak diye bir soru sormamız gerekir. Globalleşen dünyada bir çok kutuplaşmalar ve çeşitli bloklar oluşmaktadır. Türkiye bu gibi yapılara entegre mi olmalı yoksa , otarşik bir yapıda mı bulunmalıdır? Bütün bu sorulara cevap vermek için ülkelerin politikalarına bakmamız gerekir. Örneğin ABD�nin politikası menfaat politikasıdır, eğer bir şeyden çıkar sağlıyorsa ya da faydalı görünüyorsa ABD, o ise girer. ABD için ülkesinin menfaatleri en yüksek seviyededir. Yeri geldiğinde en azılı düşmanıyla bile dost olabilir. Küreselleşme bir taraftan gelişmiş ülkeleri daha zengin yaparken diğer taraftan da fakir ülkeler daha fakir olmaktadır.Dünyanın giderek küresel bir yoksullaşmasından söz edilmektedir. Belli kurum ve devletler dünya ekonomisinin yarıya yakın payını alırken,diğer devletler daha azını almak zorunda kalıyor. Bu da küreselleşmenin devamında sekteye yol açmaktadır. Giderek küreselleşmeye karşı protestolar ve mitingler yapılmakta, yeni sosyal ve siyasal yapı biçimleri ortaya çıkmaktadır. Artık, küreselleşme taraftarları ve karşıtları diye belli gruplar var.

    Küreselleşme içinde Türkiye�ye baktığımızda etkin bir siyaset ve politikadan söz edemeyiz. Her ne kadar dünya küreselleşse de , her ne kadar ülkeler bir birine yakınlaşsa da, Türkiye etkin ve tavizsiz bir politika gütmedikten sonra ve daha da önemlisi iyi bir ekonomiye sahip olmadıktan sonra globalleşen dünyada herhangi bir söz hakkının bulunmayacağı çoğu tarafından bilinmektedir. Politikacılar da bunun bilincinde ve bundan dolayı AB�ye girmek için yoğun bir çapa harcamaktadırlar.Ayrıca küreselleşmenin getirdiği bir çok sorun da belirmektedir.

    Küyerelleşme ve ekolojik tehlike giderek önem kazanmakta, ulusal olan değersizleşmededir. İşte bu noktada bir ülke vatandaşından veya ulustan söz etmek de olanaksızlaşıyor. Artık, ülkeler politikalarını gözden geçirmekte ve baskıcı zihniyete sahip yönetimler yerini gederek demokratik yönetimlere bırakmaktadır. Bunda da etkin olan olgu ise küyerelleşmedir. Ülkeler içinde bir çok etnik unsurları barındırmaktadır ve bu topluluklar özerkliklerini isteme hakkına sahip olmaya başladılar küreselleşmeyle. Nitekim çoğu ülke politikaları da bu yönde bir politika gütmek zorunda kalmıştır. Bu çok kültürlülük siyasi doğruculuk ile ülke politikalarında güvence altına alınmaya çalışılmaktadır. Bu ABD�de totaliteryen bir yapıya dönüşürken, bizde ise başı boşluk söz konusudur.

    Küreselleşme postmodernizmin bir söylemi gibidir. Postmodernizmin söylemlerinde insana değer verilmekte, çoğulculuk önemsenmekte ve insanın topluma yabancılaşması hoş görülmemektedir ama, her zaman söylemler pratikte uygulanamamaktadır. Bildiğimiz gibi küreselleşme yeni bir kapitalizm oluşturmaktadır. Bu da yeni liberallerin politikalarından türemektedir. Fukuyama, dünyanın artık liberal ekonomi ve politikalara bağlı olacağını ve giderek liberal politikaların ülke politikalarını belirleyeceğinden söz etmektedir. Tabi ki bu da yeni bir kapitalizm oluşturacaktır.

    Bütün bu söylem ve beliren yapılara bakarsak, Türkiye için bir gelecek profili çizebilmek mümkün gözükmektedir. Türkiye�nin şu anki politikasına baktığımızda ABD yanlısı bir yanı var, bu da bize ileride Türkiye�nin de bu yeni liberal politikalara uyum sağlayacağı ve ülke içindeki sosyo-politik yapısını bu şekilde ayarlayacağı izlenimini bize vermektedir. Şunu da belirtmek gerekir ki, eğer Türkiye akıllı bir politika öne sürmezse yeni sosyo-ekonomik krizlere ulaşabilir. İlk önce Türkiye�nin yapması gereken; IMF�nin elinden kurtulması ve kendi sanayisini kurmasıdır. Yabancı sermayeden çok ülke vatandaşına güvenmeli, bir şey ortaya sunulurken vatandaşın fikri alınmalı ve daha doğrusu ülke içindeki çeşitli etnik kimliklere olanaklar sunulmalı,dışlanmamalı ve onlara demokrasinin gereği olan her türlü etkinliğe katılma imkanı sunulmalı. Bu ülke içinde yaşayan bütün vatandaşlara sunulması gereken haktır ayrıca. Örneğin; insanlar istediği sendika ya da sivil toplum kuruluşlarına üye olabilmelidir. Ama Türkiye�de bu, pek de mümkün değil, çünkü daha demokrasi kültürü, diyalojik demokrasi ve sivil itiraz gibi kavramlar gelişmemiştir. Hatta diyebiliriz ki, Türkiye�deki millet vekillerini çoğu bu kavramları dahi bilmemektedir. Bu gibi kavramları bilmeyenlerden nasıl böyle bir istekte bulunabiliriz ki? O zaman yapılması gereken politika yapanların bilgilenmesi ve değiştirilmesi gerekir. Bunu da yapacak olan halktır, halk da kendini yetiştirmeli ve sorumlu bir vatandaş olmalı, dahası hak ve özgürlüklerinin bilincinde olmalıdır.

    Özellikle son dönemde finans piyasalarında yaşanan ve etkileri global düzeyde görülen krizlerin engellenmesine yönelik olarak ciddi arayışlar söz konusu.Küresel düzeyde kuralların ve kurumların oluşturulmasında ciddi bir belirsizlik var. Bu konuda ulus devletler tek başlarına yetersiz kalmaktadır.Nitekim çokuluslu sermaye ulusal engellerle karşılaştığında kendisine çok daha cazip imkanlar sunan başka bir ülkeye çok hızlı bir şekilde gidebiliyor.

    Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumlar da Uluslar arası krizlere çözüm bulmada ve kuralları oluşturmada çok yetersiz kalmaktadır.Küresel bir yönetimin kurulması ve ülkelerin küresel düzeyde belli konularda işbirliği yapması küresel kuralların oluşturulmasında ve krizlerin çözümlenmesinde getirilen bir öneri ama, yakın bir dönemde küresel yönetimin etkin bir şekilde kurulması mümkün görünmemektedir. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki gelişmişlik farkı ve eşitsizliğin giderek artması ülkeler arasında küreselleşmeye tepkileri arttırmaktadır.

    Bir çok araştırmacıya göre temel anlamda küreselleşme,kökenleri 1960'larda ortaya çıkan dönüşüm ve hızlı değişimlere dayalı, politik sonuçları beraberinde getiren ekonomik bir süreçtir. Küreselleşme, ulus aşırı şirketlerin uluslararası yatırım stratejilerinde, özellikle üretimin yerel olmaktan çıkarılıp farklı bölgelerde gerçekleştirilmesini içeren radikal bir yeniden konum belirleme çabası gerektirmektedir. 1970'lerdeki iktisadi krizler sonucunda ulus aşırı firmalar ulusal üretim hatalarını artık uluslararası hale getirmek zorunda kalmışlardır. Bu durum , üretimin uluslararasılaşması olarak anılmaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD önderliğinde oluşturulan yeni ekonomik ve siyasi dünya düzeni , yani Pax Americana, uluslararası ekonomide karşılıklı değişim yaklaşımına dayanmaktadır. Uluslararası mal, sermaye ve bilgi akışının kolaylaşması ve güvenli bir hale gelmesi ile Pax Americana uluslar arası ekonominin karşılıklı değişim yaklaşımından küresel üretime dönüşmesine yardımcı olmuştur.

    Küreselleşme hareketlerinin yaklaşık son 20 yılda ortaya çıktığı ve hız kazandığı görülmektedir. Küreselleşen dünyanın anlaşılması bir çok açıdan oldukça karmaşıktır. Küreselleşme, bünyesinde farklı boyutlarda bir çok konuyu barındıran karmaşık bir sosyal, ekonomik ve politik içeriğe sahiptir. Ekonomistler ve ekolojistler benzer şekilde "küresel yerelleşme (küyerelleşme)" kavramından söz edilmektedir. Bu yaklaşım "küresel düşün, yerel faaliyet göster" sloganıyla ifade edilmektedir. Gerek piyasa koşullarının zorlaması, gerekse sosyal yapı nedeniyle değişik piyasalar , şirketler ve sektörler değişik şekillerde örgütlenmektedir. Öte yandan , esas itibariyle ekonomik bir olgu olarak görülen küreselleşmeye, sosyologlar kültürel bir süreç olarak bakmaktadırlar. Sıkça değinildiği gibi dünya küçülmekte ama bütünleşmemektedir. Ekonomiler birbirine yaklaştıkça uluslar, kentler ve bölgeler birbirinden ayrılmaktadır. Küresel ekonomik bütünleşme süreci politik ve sosyal dağılmayı hızlandırmaktadır. Aile bağları kopmakta, yerleşik otoriteler sarsılmakta, yerel toplum bağları zorlanmaktadır. Uluslar da tıpkı hücreler gibi bölünerek çoğalmaktadır.

    Küreselleşme süreci hızlandıkça her biçimiyle yöreselliğin etkilerinin arttığı görülmektedir. Dünyanın her tarafındaki insanların büyük kısmı için bir yere bağlı olmak her zamanki kadar önem taşımaktadır. Kimlikleri bir yere bağlı olan ve başka bir yerde yaşamayı düşünemeyen bu insanlar yaşamak için belli bir toprağa ve kendilerini daha iyi hissetmek için kendi kültür ve dillerine dayanma ihtiyacı hissetmektedirler.

    Küreselleşmeyle beraber dünyada artan kutuplaşmalar ve oluşturulan birlikler , küreselleşmenin getirdiği sonuçlardan yalnız biridir.Nitekim, Birleşmiş Milletler 1945'te sadece 51 ülkeyle kurulmuştu. 1960 yılında 100,1984'te 159 ülkenin BM�e kayıtlı olduğu görülmektedir.1993 ortalarında ise, Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla birlikte üye sayısı184'e yükselmiştir.Başlangıçta Rusya�ya karşı kurulan NATO , küreselleşmeyle beraber şekil değiştirmiştir. Bu günlerde ise Rusya�nın da NATO ile flörtü sürmektedir.

    Sovyetler Birliğinin dağılmasının ardından dünyada askeri açıdan tek süper güç olarak ABD'nin kalmasına rağmen , ekonomik olarak üç süper gücün varlığından söz etmek mümkündür. Altın Üçgen ya da kısaca Üçlü olarak isimlendirilen bu güçler ABD, AB ve Japonya'dır. Söz konusu üç güç, dünya üzerindeki doğrudan dış yatırımlar ve uluslararası ticaretin büyük bölümüne hakimdirler. Bu üçlünün ilişkileri yakın coğrafyalarını da önemli ölçüde etkilemektedir. Nitekim, ABD; Kanada, Orta ve Güney Amerika ülkeleri, AB; Doğu Blok Ülkeleri ve Japonya da Pasifik bölgesindeki ülkelerle yakın ilişki içindedir. Doğudan dış yatırımlar; ticaret, mali kaynak akışı ve teknoloji transferi ile yakın ilişkisi nedeniyle iktisadi gelişme açısından önemli bir hale gelmiştir. Ancak, tüm gelişmekte olan ülkelerin üçlü gücün yatırımlarını çekmekte başarılı olduğu söylenemez. Bu yatırım fonlarının büyük bölümü çok uluslu işletmeler tarafından , en yakın komşu ülkeden başlayarak bölgesel iletişim ağları kurma amacıyla kullanılmaktadır. Nitekim, Meksika'daki toplam doğrudan dış yatırımların yüzde 61'i ABD kökenli işletmelerden gelirken , Güney Kore'nin doğrudan dış yatırımlarının yüzde 52 'si Japon firmalarınca sağlanmaktadır. 1990'ların başında gelişmekte olan ülkelere yapılan tüm yatırımların yarısından fazlası Brezilya, Çin, Hong Kong ,Meksika ve Singapur'a yapılmaktaydı. Bu durumun en önemli sebeplerinden biri , söz konusu ülkelerin üçlü güçle olan yakın ilişkileridir. II

    Dünyadaki değişim eğilimini gözlemlediğimizde globalleşme ile birlikte dikkati çeken bir diğer olgunun yerelleşmeolduğunu görüyoruz. Glokalleşme son zamanlarda yaygın olarak benimsenen ve kullanılan kavramlardan birisi. Glokalleşme, kısaca �uluslararası ilişkilerde global gerçeklerden hareket ederek global düşünmeyi, otarşizm yerine dışa açılmayı, dünya ekonomisi ile bütünleşmeyi; ülke içinde ise merkezi yönetim kanalıyla ekonomiyi ve siyaseti yönlendirme yerine yerel yönetimleri daha fazla güçlendirmeyi� ifade ediyor. Yerelleşmenin siyasal gücün tek elde toplanmasını önleyeceği ve böylece yerel demokrasiyi güçlendireceği ifade ediliyor. Desantralizasyon ya da adem-i merkeziyetçi yönetim kavramları yerelleşme ile aynı anlama geliyor. Yerelleşme, gerçekten de yerel demokrasiyi güçlendirmek için çok önem taşıyor. Yerel özerklik için yerel yönetimlerin merkezi yönetimlerin boyunduruğundan kurtarılmaları gerekiyor. Ancak yerelleşme bir taraftan, yerel halkın yönetime katılmasını sağlayarak demokrasiyi geliştirecek bir görevi yerine getirirken, öte taraftan yerel tiranlığı ve despotizmi de ortaya çıkarabilecek bir etki gösterebilir.

    Küreselleşme süreci içinde paradoksal bir çatışmayı bulunduran bir süreçtir. Ülkeler arasında da ülke içinde de , sektörler arasında da sektör içinde de kaybedenler ve kazananlar bu süreçte birlikte barınmaktadır. Küreselleşme sürecinden ülkeler, kurumlar , meslekler, ve kişiler açısından kazanan ve kaybedenler bulunmaktadır. Özellikle son dönemde küreselleşme sürecinin yarattığı toplumsal eşitsizliklere ilişkin önemli eleştiriler yapılmaktadır. Bunun yanında küreselleşme sürecinde kuralların konulmasında ve çözüm önerilerinin hayata geçirilmesine dair ciddi tartışmalar yapılmaktadır.

    Küreselleşme sürecinin hız kazanmasında enformasyon teknolojilerinin önemli bir rol oynadığını aşikardır. Özellikle 1970' li yıllarda hız kazanan enformasyon teknolojilerinin yükselişi ve kitle üretim ve tüketiminin krize girmesi üretimin yapısında ciddi dönüşümler yaşanmasını beraberinde getirdi. Bilgi ve hizmet işleri ve işçileri yaşanan süreçte önem kazanırken mavi yakalı işçiler, ve imalat işleri eski önemlerini kaybetmeye başladılar

    Bilgi ve enformasyon sektörlerinin öne çıkması sanayi toplumunun mavi yakalı işçisine olan talebi azaltmış ve belirli sektörler dışında firmalar küçülme yoluna gitmişlerdir. Aynı zamanda bu süreç beyaz yakalı bilgi işçisine olan talebi arttırırken milyonlarca mavi yakalı işçi istihdam sürecinin dışında kalmıştır. Yaşanan gelişmeler hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde işsizlik sorununu ortaya çıkarmıştır. Bilgi ve hizmet işlerinde çalışan son derece vasıflı, eğitimi , yaratıcılığı, yüksek bilgi işçileri bu dönüşümden kazançlı çıkan grubu oluşturmaktadır.

    Toffler işsizliğin artık niceliksel olmaktan çıktığını ve niteliksel olduğunu belirtmektedir. Yeni iş alanları açmakla işsizlerin sayısı azaltılamamaktadır, çünkü sorun artık sayı sorunu değildir. Toffler her işsize karşı on tane işçi aranıyor ilanı da çıksa , on milyon işçi aranırken ortada bir milyon işsiz de olsa , o bir milyon kişi , yeterli beceri ve bilgiye sahip olmadıkça , istenen işi yapamayacağını belirtmektedir. Beceriler artık öyle çeşitlidir ki ve öyle çabuk değişmektedir ki, işçilerin geçmişteki kadar ucuza değiştirilip yerine yenilerinin alınması düşünülemez. Para ve sayı artık sorunu çözemez hale gelmiştir.III Dolayısıyla hızlı değişen teknoloji ve yenilikler karşısında bunları kullanabilecek beceri ve bilgiye dayalı işçilerin önemi büyük önem kazanmaktadır.

    Son çeyrek yüzyılda istihdam ve sektörel yapıdaki dönüşüm, bilgi ve hizmet işlerinin öne çıkması sonucu sendikal yapıda da ciddi sorunlar yaşanmasına neden olmuştur. Küreselleşme sürecinde sendikal yapının gittikçe zayıfladığı görülmektedir. Toffler sendikaların daha çok zanaat veya seri üretime göre tasarlanmış oldukları için , ya tümüyle değişmeleri ya da süper-sembolik ekonomiye uygun yeni örgütlenme biçimlerinin düşünülmesinin şart olduğunu belirtiyor. Sendikaların devam edebilmesi için işçileri tek bir kitle olarak düşünmekten vazgeçip , tek tek bireyler olarak düşünmeye başlamaları gerekir.IV

    Sendikalar vasıfsız işçiler için aidiyet duygusu sağlamaktaydı. Sendikaların zayıflaması ve işsizlikteki artış işçilerin yeni aidiyet alanları arayışına yol açmıştır. Ayrıca işsiz kalmış ve yakın zamanda iş bulamayacak durumda olan büyük bir kitle için geleceğe yönelik güvensizlik ve belirsizlik artmıştır. Bozkurt, küreselleşme sürecinin en çok tartışılan sonuçlarından birisinin gittikçe artan belirsizlik ve güvensizlik olduğunu belirtmektedir. Bu sadece gelir düzeyi düşük gruplar arasında değil, orta sınıflar arasında da giderek yaygınlaşıyor.V Gittikçe artan belirsizlik ve güvensizlik kişilere aidiyet ve kimlik sağlama işlevi gören fundemantalist ve milliyetçi akımların güçlenmesini de beraberinde getirmektedir. Nitekim dünyada milliyetçi hareketlerin güçlenmesi , ırkçılık, dini hareketlerin artışı küreselleşme sürecinin ivme kazandığı gelişmelerdir. Küreselleşme sürecinde işsiz kalan veya gelecek belirsizliği ve ümitsizliği bulunan kesimler kendilerine parlak bir gelecek vaat eden büyük hayaller sunan söylemlere kolayca yönelebilmektedirler.

    Ekonomik küreselleşme gelir eşitsizliğini hem ülke içinde hem de ülkeler arasında dramatik olarak arttırmaktadır . Dünyanın zengin ülkelerinde yaşayan %20 üst gelir dilimiyle fakir ülkelerde yaşayan %20 lik alt kesim arasındaki gelir farkı 1960 yılında 30 kat iken bu oran 1997 'de 74 katına fırlamıştır. Dünyanın en zengin 200 insanı net kazancını 1994-1998 yılları arasında iki kat arttırarak 1 trilyon doların üstüne çıkarmışlardır. En zengin 3 milyarderin servetlerinin toplamı 600 milyondan fazla nüfusun yaşadığı az gelişmiş ülkelerin GDP' sinden daha fazladır.1970'den beri Amerika'da en üstteki %1 lik hane halkı ulusal gelirden aldığı payı iki kat artırmıştır. En üst %1 lik kesim halen alttaki %95 lik gruptan daha fazla zenginliğe sahiptir.

    Bilgi ve enformasyon teknolojilerinin rekabette üstünlüğü yarattığı bir dönemde , yeni enformasyon teknolojilerini yaratan ve kullanan ülke ve grupların gelişmiş ülkeler olması ülkeler arasındaki eşitsizliği daha da arttırmaktadır. Nitekim 2000 İnsani Kalkınma Raporuna göre internet dünyadaki en zengin %20'nin internet kullanımındaki oranı %93,3 iken en fakir %20 sinde bu oran %0.2 dir. Dolayısıyla yakın gelecekte de eşitsizliğin giderilmesine yönelik büyük bir umut yok gibidir. Eşitsizliğin artışı bir çok ülkede , 1998 Endonezya örneğinde olduğu gibi sosyal patlamaları ve huzursuzlukları da beraberinde getirmektedir. Aynı zamanda gelişmiş ülkeler arasında ticari blokların oluşması ve bölgeselleşme iddiaları bu bloklar dışında kalan az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin durumunu daha da güçleştirmektedir.

    Küreselleşmeye yöneltilen en büyük eleştirilerin ve yaşanan sorunların merkezinde çokuluslu sermayenin küreselleşme sürecinde kuralları koyduğu ve bu kurallar karşısında ulusal hükümetlerin politika oluşturmakta yetersiz kaldığıdır. Aynı zamanda enformasyon ağlarıyla finans piyasalarının birbirine bağlı olduğu bir küresel ekonomide uluslar üstü sermayenin çok kısa zamanda mevcut ülkeyi terk etmesi Rusya ve Asya krizlerinde görüldüğü gibi küresel krizlere neden olmaktadır.Dünya ihracatında önemli bir gücü elinde bulunduran küresel şirketlerin merkezi birkaç ülkede odaklanmaktadır.

    Uluslar arası sermayenin ve küresel şirketlerin kuralları belirlediği ve piyasaları biçimlendirdiği küresel ekonomide sosyal politikaların ve maliyetlerinin sorumluluğunu üstlenen çıkmamaktadır. Her ne pahasına olursa olsun ekonomik gelişme hedeflenirken , sosyal gelişmenin ve adaletin göz ardı edilmesi eşitsizlik, yoksulluk ve dışlanma sorunlarının uluslar arası boyut kazanmasını hızlandırmaktadır. Dolayısıyla eğitim ve sağlık alanlarında sorunlar yaşanmakta, doğanın tükenme hızı artmakta , çevre sorunları şiddetlenmekte, uluslararası çalışma standartları aşınmakta, gerçek ücretlerde gerilemeler gözlenmekte, çocuk işçi istihdamı artmakta , işten çıkarmalar yoğunlaşmakta, işsizlik sorunu yapısallaşmakta, sosyal huzursuzluklar ve şiddet artmaktadır.

    Yeni küresel elektronik ekonomide , fon yöneticileri, bankacılar, büyük şirketler ve onların yanı sıra milyonlarca bireysel yatırımcı , büyük miktarda sermayeyi tek bir tuşu tıklayarak dünyanın bir ucundan öbür ucuna aktarabiliyorlar. Ve bu hareketleriyle , Asya'daki olaylarda seyrettiğimiz üzere , kaya gibi sağlam görünen ekonomilerin tüm istikrarını bozabiliyorlar.VI Yaşanan krizlerin bir çoğu çokuluslu şirketlerin ve uluslarüstü sermayenin kendilerine daha cazip imkanlar ve ortamlar ortaya koyan ülke ve finans piyasalarına gitmesinden kaynaklanmaktadır. Uluslar üstü sermayeye yapılan kısıtlamalar ülkeden çokuluslu şirket ve sermeyenin kaçmasına neden olmaktadır.

    Mevcut kurumlar günümüzde finans piyasalarında yaşanan krizlere çözüm bulamamaktadırlar. Uluslar üstü sermayenin kontrol edilememesi ve tek tuşla bulunulan ülkeyi terk edebilme hareketliliğinin yüksekliği önümüzdeki dönemde tartışılacak en önemli konulardan birini oluşturacaktır. Çözüm olarak önerilen uluslar arası para hareketlerinin uluslar arası vergilendirmeyle kontrol altına alınması ve yabancı sermayeye belli koşullarda izin verilmesi gibi yöntemlerin uygulanabilirliği ülkeler arasındaki eşitsizlikler de dikkate alındığında mümkün gözükmemektedir. Küreselleşme süreciyle birlikte ulus devletin konumuna yönelik tartışmalarda şiddetlenmektedir.

    Dünyada bir globalleşmeden söz ederken Türkiye�nin konumu ve geleceği nasıl olur veya nasıl olacak diye bir soru sormamız gerekir. Globalleşen dünyada bir çok kutuplaşmalar ve çeşitli bloklar oluşmaktadır. Türkiye bu gibi yapılara entegre mi olmalı yoksa , otarşik bir yapıda mı bulunmalıdır? Bütün bu sorulara cevap vermek için ülkelerin politikalarına bakmamız gerekir. Örneğin ABD�nin politikası menfaat politikasıdır, eğer bir şeyden çıkar sağlıyorsa ya da faydalı görünüyorsa ABD, o ise girer. ABD için ülkesinin menfaatleri en yüksek seviyededir. Yeri geldiğinde en azılı düşmanıyla bile dost olabilir. Küreselleşme bir taraftan gelişmiş ülkeleri daha zengin yaparken diğer taraftan da fakir ülkeler daha fakir olmaktadır.Dünyanın giderek küresel bir yoksullaşmasından söz edilmektedir. Belli kurum ve devletler dünya ekonomisinin yarıya yakın payını alırken,diğer devletler daha azını almak zorunda kalıyor. Bu da küreselleşmenin devamında sekteye yol açmaktadır. Giderek küreselleşmeye karşı protestolar ve mitingler yapılmakta, yeni sosyal ve siyasal yapı biçimleri ortaya çıkmaktadır. Artık, küreselleşme taraftarları ve karşıtları diye belli gruplar var.

    Küreselleşme içinde Türkiye�ye baktığımızda etkin bir siyaset ve politikadan söz edemeyiz. Her ne kadar dünya küreselleşse de , her ne kadar ülkeler bir birine yakınlaşsa da, Türkiye etkin ve tavizsiz bir politika gütmedikten sonra ve daha da önemlisi iyi bir ekonomiye sahip olmadıktan sonra globalleşen dünyada herhangi bir söz hakkının bulunmayacağı çoğu tarafından bilinmektedir. Politikacılar da bunun bilincinde ve bundan dolayı AB�ye girmek için yoğun bir çapa harcamaktadırlar.Ayrıca küreselleşmenin getirdiği bir çok sorun da belirmektedir.

    Küyerelleşme ve ekolojik tehlike giderek önem kazanmakta, ulusal olan değersizleşmededir. İşte bu noktada bir ülke vatandaşından veya ulustan söz etmek de olanaksızlaşıyor. Artık, ülkeler politikalarını gözden geçirmekte ve baskıcı zihniyete sahip yönetimler yerini gederek demokratik yönetimlere bırakmaktadır. Bunda da etkin olan olgu ise küyerelleşmedir. Ülkeler içinde bir çok etnik unsurları barındırmaktadır ve bu topluluklar özerkliklerini isteme hakkına sahip olmaya başladılar küreselleşmeyle. Nitekim çoğu ülke politikaları da bu yönde bir politika gütmek zorunda kalmıştır. Bu çok kültürlülük siyasi doğruculuk ile ülke politikalarında güvence altına alınmaya çalışılmaktadır. Bu ABD�de totaliteryen bir yapıya dönüşürken, bizde ise başı boşluk söz konusudur.

    Küreselleşme postmodernizmin bir söylemi gibidir. Postmodernizmin söylemlerinde insana değer verilmekte, çoğulculuk önemsenmekte ve insanın topluma yabancılaşması hoş görülmemektedir ama, her zaman söylemler pratikte uygulanamamaktadır. Bildiğimiz gibi küreselleşme yeni bir kapitalizm oluşturmaktadır. Bu da yeni liberallerin politikalarından türemektedir. Fukuyama, dünyanın artık liberal ekonomi ve politikalara bağlı olacağını ve giderek liberal politikaların ülke politikalarını belirleyeceğinden söz etmektedir. Tabi ki bu da yeni bir kapitalizm oluşturacaktır.

    Bütün bu söylem ve beliren yapılara bakarsak, Türkiye için bir gelecek profili çizebilmek mümkün gözükmektedir. Türkiye�nin şu anki politikasına baktığımızda ABD yanlısı bir yanı var, bu da bize ileride Türkiye�nin de bu yeni liberal politikalara uyum sağlayacağı ve ülke içindeki sosyo-politik yapısını bu şekilde ayarlayacağı izlenimini bize vermektedir. Şunu da belirtmek gerekir ki, eğer Türkiye akıllı bir politika öne sürmezse yeni sosyo-ekonomik krizlere ulaşabilir. İlk önce Türkiye�nin yapması gereken; IMF�nin elinden kurtulması ve kendi sanayisini kurmasıdır. Yabancı sermayeden çok ülke vatandaşına güvenmeli, bir şey ortaya sunulurken vatandaşın fikri alınmalı ve daha doğrusu ülke içindeki çeşitli etnik kimliklere olanaklar sunulmalı,dışlanmamalı ve onlara demokrasinin gereği olan her türlü etkinliğe katılma imkanı sunulmalı. Bu ülke içinde yaşayan bütün vatandaşlara sunulması gereken haktır ayrıca. Örneğin; insanlar istediği sendika ya da sivil toplum kuruluşlarına üye olabilmelidir. Ama Türkiye�de bu, pek de mümkün değil, çünkü daha demokrasi kültürü, diyalojik demokrasi ve sivil itiraz gibi kavramlar gelişmemiştir. Hatta diyebiliriz ki, Türkiye�deki millet vekillerini çoğu bu kavramları dahi bilmemektedir. Bu gibi kavramları bilmeyenlerden nasıl böyle bir istekte bulunabiliriz ki? O zaman yapılması gereken politika yapanların bilgilenmesi ve değiştirilmesi gerekir. Bunu da yapacak olan halktır, halk da kendini yetiştirmeli ve sorumlu bir vatandaş olmalı, dahası hak ve özgürlüklerinin bilincinde olmalıdır.

    Özellikle son dönemde finans piyasalarında yaşanan ve etkileri global düzeyde görülen krizlerin engellenmesine yönelik olarak ciddi arayışlar söz konusu.Küresel düzeyde kuralların ve kurumların oluşturulmasında ciddi bir belirsizlik var. Bu konuda ulus devletler tek başlarına yetersiz kalmaktadır.Nitekim çokuluslu sermaye ulusal engellerle karşılaştığında kendisine çok daha cazip imkanlar sunan başka bir ülkeye çok hızlı bir şekilde gidebiliyor.

    Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumlar da Uluslar arası krizlere çözüm bulmada ve kuralları oluşturmada çok yetersiz kalmaktadır.Küresel bir yönetimin kurulması ve ülkelerin küresel düzeyde belli konularda işbirliği yapması küresel kuralların oluşturulmasında ve krizlerin çözümlenmesinde getirilen bir öneri ama, yakın bir dönemde küresel yönetimin etkin bir şekilde kurulması mümkün görünmemektedir. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki gelişmişlik farkı ve eşitsizliğin giderek artması ülkeler arasında küreselleşmeye tepkileri arttırmaktadır.

    Enformasyon teknolojilerini kullananların küreselleşme sürecinde avantaj kazanması ve bu teknolojilere ve alt yapıya sahip ülkelerin gelişmiş ülkeler olması aradaki gelişmişlik farkını açmaktadır. Küreselleşme sürecinde gelişmiş ülkelerde de az gelişmiş ülkelerde de bu sürece tepkiler yükselmekte ve içe kapanmaya yönelik sesler gelmektedir. Milliyetçi partilerin ve ırkçı hareketlerin yükselişine bu süreçte tanık olunmaktadır. Gelişmiş ülkelerden az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere yönelik olarak dolaylı ve doğrudan yardımların artması küresel huzursuzlukları azaltmada izlenebilecek bir yoldur. Ve bunun örnekleri de son dönemde sıkça görülmektedir. Buna rağmen özellikle bu süreçte hem sermaye hem de teknoloji ve insan gücü açısından çok geride bulunan bir çok Afrika ve üçüncü dünya ülkesinin durumu karamsar gözükmektedir.

    Sürekli öğrenme, ülke , kurum ve kuruluşlar açısından rekabette avantajın temel anahtarı olacaktır. Sendikalar geçmişten farklı olarak yeni işlevler yüklenmek zorunda kalacaklardır. Bilgi işçileri ve yeni ekonominin yükselişi sendikaların güç kaybının devam etmesine neden olacaktır. Sendikaların varlığını devam ettirebilmeleri amacıyla uluslar üstü sermaye gibi sendikalarında küresel gelişmeleri takip etme ve küresel düzeyde işbirliğine gitmeleri gerekmektedir.

    Enformasyon teknolojilerini kullananların küreselleşme sürecinde avantaj kazanması ve bu teknolojilere ve alt yapıya sahip ülkelerin gelişmiş ülkeler olması aradaki gelişmişlik farkını açmaktadır. Küreselleşme sürecinde gelişmiş ülkelerde de az gelişmiş ülkelerde de bu sürece tepkiler yükselmekte ve içe kapanmaya yönelik sesler gelmektedir. Milliyetçi partilerin ve ırkçı hareketlerin yükselişine bu süreçte tanık olunmaktadır. Gelişmiş ülkelerden az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere yönelik olarak dolaylı ve doğrudan yardımların artması küresel huzursuzlukları azaltmada izlenebilecek bir yoldur. Ve bunun örnekleri de son dönemde sıkça görülmektedir. Buna rağmen özellikle bu süreçte hem sermaye hem de teknoloji ve insan gücü açısından çok geride bulunan bir çok Afrika ve üçüncü dünya ülkesinin durumu karamsar gözükmektedir.



    katılıyorum


    Katılmıyorum.

    Üşenmedim okudum


    adam haklı
    _____________________________
    DİK DUR !

    BU BİR UYARIDIR !




  • quote:

    Orijinalden alıntı: nmesiz_


    quote:

    Orijinalden alıntı: ğ.


    quote:

    Orijinalden alıntı: 7-24 Jojuk


    quote:

    Orijinalden alıntı: TheDarkDefender


    quote:

    Orijinalden alıntı: AnitabLake


    quote:

    Orijinalden alıntı: TheDarkDefender

    Citizen:

    Ortaçağ sanatı, Hırıstiyanlığın yayıldığı ülkelerde doğmuş ve onun hizmetinde gelişmiş olan dinsel nitelikli bir sanattır. Roma İmparatorluğu 4.yüzyılda Hıristiyan dinini kabulünden sonra ikiye ayrılınca, Ortaçağ sanatı da Batı ve Doğu Hıristiyan Sanatı olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Ortodoks mezhebine bağlı olan Doğu Hıristiyan Sanatı, Katolik Roma�dan farklı bir yol izlemiş ve �Bizans Sanatı� olarak adlandırılmıştır.

    Bu dönem 0-1 yaş arasındaki bebeklik dönemini kapsar. Oral dönemde temel haz kaynağı emmedir. Emme pasif ve bağımlı bir davranıştır. Freud�a göre anne ya da anne yerine geçen yetişkin tarafından çocuğun memeden erken kesilmesi ya da aksine çok uzun emzirilmesi onun bu döneme bağımlı olmasına neden olmaktadır.Emme ihtiyacı daha sonraki yaşamında da sürmektedir. Örneğin, öğrencilerin sinirli ve gergin olduğunda tırnak yemeleri, Freud�un oral bağımlılık olarak tanımladığı durumun bir göstergesidir. Psikoanalitik görüşe inanan psikologlara göre çocuğun yaşama küsmesi ya da onu sevmesi annenin tutumuna bağlıdır. Çocuğun ilerde göstereceği ruhsal özelliklerin temelini oluşturur. Örneğin,çocuğun birden bire sütten kesilmesi yaşama küsmesine yol açar. Bunu yapan anneye karşıda çocuk düşmanlık duyguları geliştirir. Sevme ve düşmanlık duyguları gibi iki zıt durumda kalan çocuk bilinçsiz olarak ruhsal bir çatışmanın içine girer. Böyle bir kimse anne aracılığıyla diğer insanlara karşı olan sevgi ve bağımlılığını da yitirir. Buda onun toplumsal gelişimini gene olumsuz yönde etkiler. �Doğumdan önceki bir yıl oral dönem olarak anılmaktadır. Bu evrede haz kaynağı,pasif ve bağımlı bir davranış olan emmedir. FREUD� a göre bebeğin bu evrede anne tarafından aşırı şekilde emzirilmesi veya memeden kesilmesi oral evreye takılmakla sonuçlanır. Dolayısıyla ağız yoluyla haz alma davranışı ilerde başka yaşantılara genellenmekte ve kişilik oral karakter kazanmaktadır. Oral karakterdeki kişiler gergin bağımlı ve karmaşık bir duygusal yapıya sahiptirler.

    Hıristiyanlık, başlangıçta çoktanrılı Roma�nın baskısı yüzenden rahat yayılma olanağı bulamamış, ancak resmi din olarak kabul edildikten sonra gelişme gösterebilmiştir. Batı Roma İmparatorluğu topraklarında yaşayan Hıristiyan toplulukları 4. yüzyıla kadar inançlarını yayma konusunda özgür değillerdi. Ölülerini gömerken gösterişli ayinler yaptıkları, bu yüzden de kovuşturmaya uğradıkları için mezarlıklarını yer altında yapmak zorunda kalmışlardır. Uzun ve karmaşık dehlizlerden oluşan bu yeraltı şehirlerine �Katakomb� adı verilir. Araştırmacılar tarafından uzun süre Hıristiyanların gizlice yaşadıkları şehirler sanılan katakombların sonradan yalnızca ölü gömülen ve ibadet edilen yerler oldukları anlaşılmıştır Nitekim, katakomblarda duvarlarına mezarlar oyulmuş dar koridorlardan ve girişteki ibadet salonundan başka, yaşamaya elverişli mekanlara rastlanmamıştır.

    Eğitimden bahsedildiğinde, genellikle, eğitim işine eğitimci ve öğrenci olarak katılanlar; öğretmenler ve öğrenciler, çocuklar ve gençler, anaokulu öğretmen ve bakıcıları, çıraklar ve ustalar, anne-babalar ve okul yöneticileri vs. akla gelir. Yâni eğitim deyince ilk akla gelen,eğitici ile eğitilenler arasındaki kişisel ilişkilerdir. Daha açık bir söyleyişle; öğretmen ili öğrenci arasındaki karşılıklı ilişkilerin şekli ve izleri, çocuk gelişiminin ortaya çıkardığı ihtiyaçlar, eğitsel ilişkinin meydana geldiği okul ve çevre ortamı, eğitime etki eden çevre faktörleri, çocukların tecrübe kazanmaları ve yetenekleri, eğiticinin pedagojik hedefleri, kullanılan eğitim araç ve metodları ile ilgileniriz.

    Eğitim, toplumun sosyal kurumlarından bir tanesidir. Her çocuk belirli bir aile içinde doğar, belirli bir sosyal tabakanın dilini ve görgü kurallarını öğrenir, bir köy veya şehir ortamında büyür, ilkokulda ve öğretim sisteminin diğer okullarında okur. Küçük çocukluk yaşlarından itibaren çeşitli arkadaş çevredeki içine girerek oyunlarını bu çevreler içinde oynar, sohbet eder, bu gruplarla bütünleşir. Kitap, gazete, dergi okur; sinemaya, tiyatroya gider, radyo dinler, televizyon seyreder... Bütün bunlar insanların ve özellikle yeni yetişen nesillerin içinde yaşadıkları toplumdan etkilenme yollarından bazılarıdır. İçinde yaşanılan bu ortamlar, çocukları ve gençleri hayatın amacı, önyargılar ve değer hükümleri, tutumlar, vaziyet alışlar, bütün düşünce ve davranış yönlerinden etkiler, yönlendirir ve kalıplaştırır. İşte burada kısaca değinilmeye çalışılan toplum ile eğitsel yetiştirme arasındaki karşılıklı ilişkileri, bağlantıları ve etkilemeleri inceleyen bilim dalına Eğitim Sosyolojisi denir.

    Türkiye'de eğitim sosyolojisi olarak adlandırılan bilim dalı, dünyada kendisi ile ilgili literatürdeki ikili yaklaşımın ikisini birden ifade etmektedir. Bu bilim dalının tarihinde özellikle etkili olmuş bu ikili yaklaşım şunlardır: Toplumun sosyal yapısını bir bütün kabul ederek onun kurumlarından birisi olan eğitimi ele alıp incelemektedir. Burada sosyolojik metodlar kullanıldığı gibi, araştırmaların odak noktası ve konuya bakış açısı da sosyolojiktir. Türkçeye "Eğitsel Sosyoloji" olarak çevrilebileceğimiz "Educational Sociology" ("Paedagogische Soziologie") ise odak noktası olarak eğitimi almakta; eğitim sistemi, öğretmen-öğrenci ilişkileri, sınıfların durumu, ders programları, eğitimde uygulanan metodları vs. incelemektedir. Yaklaşımlar farklı olmasına rağmen ele alınan konular aşağı yukarı aynı olduğu için, Eğitim Sosyolojisi derslerinde her iki yaklaşımın da eğitim ve toplum konularını ele alma tarzları ve çıkardıkları sonuçlar birlikte verilmeye çalışılmaktadır. Zaten son yıllarda bu tartışmaların en yoğun olduğu Amerika Birleşik Devletleri'nde de iki akımın birbirine yaklaştığı ve birleştiği görülmektedir.

    Eğitim Sosyolojisinin ana konularına girmeden önce, eğitim ve sosyoloji kelimelerini, bizim için ne ifade ettikleri noktasından ele almak lâzımdır. Sosyolojik açıdan eğitim, bireyin içinde yaşadığı toplumda yeteneğini, tutumlarını ve olumlu yöndeki diğer davranış biçimlerini geliştirdiği bir süreçler toplamıdır. Başka bir tanıma göre de eğitim, bireyin toplumsallaşması ve ferdî gelişimini - ilgi ve ihtiyaçları doğrultusunda - en yüksek düzeye çıkarması için düzenlemiş, kontrollü bir çevredeki toplumsal süreçtir. Sosyolojiye göre eğitim, bir sosyalleşme veya sonradan topluma katılanlar için bir integrasyon (bütünleşme, kaynaşma, intibak) sürecidir. Sosyoloji ise, insanların meydana getirdikleri toplulukların ve toplumsal kurumların sistematik incelemesini yapan bir bilimdir. Sosyoloji, insanın sosyal davranışlarını inceler, toplumsal davranışın kalıplaşmış şekillerini, bu alandaki toplumsal kuralları ve "toplumsal yasaları" tespit etmeye çalışır; modern toplumlarla ilgilenir.

    Eğitim, toplum içinde cereyan eden bir sosyalleşme olgusu olarak ele alındığında, okullar ve diğer eğitim-öğretim birimleri de bu toplumsal olguyu organize ettiğinden eğitim de bir sosyal olay olarak ele alınmakta; eğitim olgusuna sosyal yönden yapılan yaklaşım ve incelemeler de Eğitim Sosyolojisi adı altında toplanmaktadır.

    Hıristiyanlık, başlangıçta Yahudiliğin tasvir yasağını benimsediği için ilk resim örnekleri, ancak 3. yüzyıldaki katakomb duvarlarında karışmıza çıkar. Bu resimler genellikle çok basit ve şematiktir. Okuma yazma bilmeyen Hıristiyanların vaazlarda anlatılan dinsel olayları gözlerinde canlandırabilmeleri için yapılmışlardı. Aslında bu resimlerin her biri basit birer semboldürler. Ama bu basit semboller bile, o dönemde inançlı kişilerin zihinlerinde bir takım dinsel imgeler uyandırmaya yetiyordu. Örneğin, Roma�daki Priscilla Katakombu�nda tasvir edilen İsa�nın oniki havarisiyle birlikte yediği ve onlara kutsal ekmekle şarap dağıttığı Son Akşam Yemeği sahnesi, ıncil�de geçen ve tüm Hıristiyanların bildiği bir olaydır. Bu yüzden resmi yapan sanatçı, olayı ısa ile yalnız altı havarisini basit bir sofra önünde göstermekle yetinmiştir.

    Batı Roma, 4. yüzyıldan başlayarak Kuzeyli kavimlerin istilasına uğramıştı. Amansız Hun akınlarıyla yurtlarından atılan Cermen ulusları, Avrupa�nın çeşitli yörelerine yayılmışlar, zayıf düşen Roma bunlarla başa çıkamamıştır. Ostrogotlar ve Lombartlar ıtalya�da, Franklar orta ve batı Avrupa�da, Vizigotlar ıspanya�da, Vikingler ve Anglosaksonlar ıskandinavya ve ıngiltere�de egemenlik kurmuşlardır. Romalıların �barbar� saydıkları bu kavimlerin aslında kendilerine özgü uygarlıkları ve sanatları vardı. Bu kavimler, Hıristiyanlığı benimsedikten sonra yerleştikleri ülkelerin kültürünü de özümleyerek, 11. yüzyılın ortalarına kadar güçlü bir sanat etkinliği yaratmışlardır. Bugün Osla Gemi Müzesi�nde bulunan 9. yüzyılı ait bir Viking Gemisi�nin burnu, Vikinglerin başarılı tahta oymacılı¤ını yansıtan güzel bir örnektir.

    Erken Hıristiyan sanatının oluşumunda Helen-Latin kültürü kadar kuzey kavimlerinin de katkısı olmuştur. Bu dönemin sanatı putperestlik inançlarından izler taşımakla birlikte aslında tümüyle Hıristiyanlı¤ın hizmetindeydi. Bu dönemde dinsel olmayan tek örnek, Bayeux Halısı�dır. 70 metre boyundaki bu ola¤anüstü yapıtta Normanların ıngiltere�yi istilası anlatılmıştır. 6. yüzyıl başında ıtalya�nın Ravenna kentinde yapılmış olan Ostrogot kralı Büyük Thedoric�in Mezar Anıtı ise erken mimarlık örneklerinden biridir. Bu görkemli anıtta merkezi planlı, dışı mermer kaplı Roma yapılarının etkileri kolayca farkedilir. Lombartların 7. yüzyılda Kuzey ıtalya�nın Perugia kentinde inşa ettikleri Kilise de eski Yunan ve Roma tapınaklarını anımsatmaktadır. Benzerlik, özellikle dışa açık sütunlu cephede ve üçgen alınlıklı çatı örtüsünde dikkati çeker.

    8. yüzyılda batı ve orta Avrupa�ya hakim olan Franklar, ünlü kralları Charlemagne döneminde topraklarını daha da genişleterek, Avrupa�nın en güçlü devletini kurmuşlardır. Charlemagne, bir cermen prensliğinden Roma anlamında bir imparatorluk yaratmıştır. Kendini Kutsal Roma-Cermen İmparatoru ilan etmiştir. Birleşik bir Avrupa�nın kurulması ve Batı kültürünün temellerinin atılması bakımından önem taşıyan bu döneme �Karolenj Rönesansı� adı verilmiştir. Bu dönemin en tipik mimarlık örneği başkent Aachen�daki İmparatorluk Kilisesi�dir. Çevresi daha sonraları Gotik üslupta yapılarla kuşatılmış olan bu kilise, sekizgen gövdeli, yüksek kasnaklı, dilimli kubbeli bir yapıdır. Çevresindeki yapılardan ayrı düşünülürse, anıtsal bir görünüm taşıdığı hemen anlaşılır. Charlemagne�ın kurdurduğu bu merkezi planlı yapıya Ravenna�da bulunan 546 tarihli bir Bizans kilisesi olan San Vitale�nin örnek olduğu düşünülmektedir. Aachen şapeli�nin iç yapısı da ilginçtir. Sekiz masif ayağı dayanan kubbeli orta mekan iki katlıdır. Bu mekan altta bir koridor, üstte ise sütunlu galerilerle çevrilidir. Yapının dış görünümündeki anıtsallık, damarlı ve renkli mermerlerle kaplı iç mekanda daha da belirgindir.

    Patlıcanları temizleyin, soyun ve ortasından yarın, sonra enlemesine de bir yarık yapın. Tuzlayıp, yarım saat sonra yıkayıp bir tabağa çıkarın.Soğan ve sarımsakları piyaz biçimi doğrayın. Üç domatesi ufak ufak kesin. Patlıcanları sararıncaya kadar zeytinyağda kızarttıktan sonra pişireceğiniz tencereye dizin, aynı yağda soğan ve sarımsağı kavurun, ardından domatesleri de katıp çevirin. 15 dakika pişirin. Maydanozu katın, daha sonra bu içi patlıcanlara doldurun. Suyunu koyun. Üzerine 2 domates ve biber dilimleri koyarak yarım saat pişirin, soğutun.

    Karolenj İmparatorluğu 10. yüzyılda ikiye bölünmüş, doğu kesimi Kral Büyük Otto�nun yönetimine geçmiştir. Yeni bir canlanışa sahne olan bu dönemin ve yörenin sanatı, �Otto Sanatı� diye tanımlanır. Bu dönemin mimarlık yapıtlarına örnek olarak 11. yüzyılın ilk yarısında yapımı tamamlanan Hildesheim�daki Saint Michael Manastırı gösterilebilir. Bu kilisede bazilika planı uygulanmıştır. Vatikan�da bulunan San Pietro Kilisesi�nin 16. yüzyılda çizilmiş eski bir resmi, bazilikal plan tipinin ana hatlarını göstermesi bakımından önemlidir. Bu çizimde görüldüğü gibi, erken örnekleri Geç Roma ve Bizans�a dayanan bazilikal plan tipinde uzunlamasına ana mekan, sütunlara dayanan kemerlerle yan mekanlara açılmaktadır. Bu yan mekanlara orta ve yan nefler denir. Orta nefte, girişin karışsındaki duvar, yarım daire biçiminde dışarı taşırılmıştır. Dini törenlerin yapıldığı, ilahilerin okunduğu bu bölüme �Apsis� adı verilir. Genellikle apsis yönünde nefleri dik olarak kesen uzun bir mekan daha yer alır. Kral galerisinin ve kilise orgunun bulunduğu bu mekana ise �Transept� denir. Saint Michael Kilisesi�nde olduğu gibi bazen giriş yönüne de ikinci bir transept eklenir, orta nefle transeptin kesiştiği bölümler, birer kuleyle yükseltilirdi. Yuvarlak kemerlerin, masif ayakların ve kalın duvarların kullanıldığı bu yapılar, daha sonraki yüzyılda görülen Romanesk mimarinin öncüleri olmuştur.

    Gerek Charlemagne gerekse Otto döneminde el sanatları ve kitap resimleri alanlarında da ilginç örneklerle karışlaşılır. Dini törenlerde kullanılan 8. yüzyıla ait kutsal bir şarap kabı olan Tassilo Kalisi (Kremsmünster Manastırı) hem biçim hem işçilik bakımından dönemin yetkin bir örneğidir. III. Otto İncili�nin (Bayerische Staatsbibliothek, Munich) altın kaplamalı ve değerli taşlarla süslü cilt kapağının ortasında yer alan fildişi kabartma da dönemin ince el işçiliğini gösteren güzel bir örnektir. Bu kabartmada �Meryem�in Ölümü� konu edilmiştir.

    Fasulyelerin kılçıklarını ayıklayın ve çapraz küçük parçalar halinde (Baklavaya benzer şekilde) kesin. Tuzlu suda, ağzı kapalı bir tencerede, 15 dk kadar haşlayın. Fasulyelerin fazla yumuşamamalarına dikkat edin. Pırasayı çok ince doğrayın. Tereyağını büyük bir tavada eritin ve doğranmış pırasayı ekleyip, 2-3 dk sote edin. Haşlanmış taze fasulyeyi de ekleyip, 10 dk daha kavurmaya devam edin. Yumurtaları el mikseriyle çırpın ve pırasalı fasulye karışımına ilave edip, 3-4 dk daha, devamlı karıştırarak, pişirin. Tuz ve karabiber katıp, hemen servis yapın.

    Erken dönemde duvar resminin yanı sıra minyatür adı verilen kitap resmi de yaygınlık kazanmıştır. Bu dönemin minyatür sanatında görülen özellikleri başarıyla yansıtan örneklerden biri de 845 tarihli Bamberg İncili�nde (Staadliche Bibliothek, Bamberg) yer alan Adem ile Havva kompozisyonudur. Bu minyatürde Adem ile Havva�nın yaradılışından, şeytana uyup yasak meyvayı yemelerine, cennetten kovulmalarına ve yeryüzünde çileli bir hayat sürmelerine kadar geçen olaylar anlatılmaktadır. Basit ve şematik bir anlatım söz konusudur. Bütün bu olaylar şerit halindeki sahnelerde bir yazı okur gibi izlenebilir. Bu özellik, Ortaçağ resminde yaygın bir anlatım biçimidir. Otto dönemine ait kitap resimlerinde ise daha ileri bir aşamaya tanık olunur. Kral Otto�ya sunulan bir kitabın (Musée Condé, Chantilly) ilk sayfasında Hıristiyan dünyasının hakimi olarak tahtında oturan kral ve buyruğundaki eyalet prensleri gösterilmiştir. Sahne, dengeli bir kompozisyon düzeni ve başarılı bir renk uyumu içinde resimlenmiştir.

    1066 yılında İngiltere�yi işgal eden Normanlar, yeni bir mimari üslubu da beraberlerinde getirmişlerdir. Bu üslup ıngiltere�de �Norman üslubu�, Avrupa kıtasında ise �Roman üslubu� adını almıştır. 1050�lerde başladığı kabul edilen Romanesk, Avrupa�nın yeni bir canlanış dönemi olmuştur. Özellikle Haçlı seferleri, değişik sınıftan kişilerin birbirine kaynaşmasını sağlamış, kilise her tür sanatın koruyuculuğunu yapacak bir düzeye ulaşmıştır.

    Romanesk sanat deyince ilk akla gelen, Ortaçağ�ın büyük manastır yapılarıdır. Bunlar, yalnız dinsel değil, sosyal ve kültürel etkinlikleri de içeren yapı kompleksleridir. Romanesk kiliseler ise kalın taş duvarları, masif kuleleri ve heybetli görünümleriyle kimi zaman bir şatoyu anımsatırlar. Romanesk mimarlık üslubuna Avrupa�nın değişik yörelerinde rastlanır. Ama en tipik ve anıtsal örnekler daha çok Almanya, Fransa ve ıngiltere�de toplanmıştır.

    Uzun yüzyıllar boyunca eğitim, toplumun ahlâk kurallarının, ekonomik ve politik yapısının belirlediği - ama kesin olarak belirlediği - ve mevcut toplumsal düzeni aynen devam ettirmeyi sağlayacak vatandaşlar yetiştirmeyi amaçlayan bir sistem olarak görüldü. Öyle ki, toplum düzeni ve onun felsefî ahlâki ve politik kuralları, öğretmen ile öğrenci arasındaki ilişkiyi, eğitimin amaçlarını, eğiticinin hedeflerini, eğitim araçlarını ve vasıtalarını tek başına belirliyordu. Avrupa'da 18. yüzyılın ortalarına kadar hem okullarda hem de okul dışı dinî ve meslekî eğitim kurumlarında verilen eğitim, eğiticilerin öğrenciler üzerindeki kesin egemenliğine dayanıyor ve yeni nesiller mevcut toplumsal düzenin devamını sağlamak için zamanın toplumsal ihtiyaçlarına ve gereklerine göre düzenleniyordu.Antik Roma, M.Ö. 9. yüzyılda İtalya Yarımadası'nda kurulan Roma şehir devletinden doğarak tüm Akdeniz'i çevreleyen muazzam bir imparatorluk haline gelen medeniyetin adıdır. Yaklaşık 12. yüzyıl boyunca varlığını sürdürmüş olan Roma uygarlığı bir monarşiden oligarşi ve cumhuriyetin bileşimi bir demokrasiye ve daha sonra da otokratik bir imparatorluğa dönüşmüştür.Fetih ve asimilasyon yollarıyla Batı Avrupa ve Akdeniz'i çevreleyen bölgede egemen olan Roma İmparatorluğu, iç istikrarsızlıkların ve özellikle de göçebe toplulukların akınlarıyla yıpranmaya başlamıştır. Bu etkiler sonucunda Hispanya, Galya ve İtalya'yı içine alan batı imparatorluğu 5. yüzyılda bağımsız krallıklara bölündü. İmparatorluğun batı kesiminin dağılması, tarihçiler tarafından Antik Çağlar'ın sonu, Orta Çağ'ın, aynı zamanda Karanlık Çağ'ın da başlangıç tarihi olarak kabul edilir. Öte yandan İstanbul'dan yönetilen doğu imparatorluğu, 1453 yılına kadar varlığını sürdürmüştür.Roma uygarlığı, kültürel olarak yoğun biçimde ilham ve örnek aldığı Antik Yunan ile birlikte "klasik antikite"ye dahil edilir. Antik Roma Batı dünyasındaki hukuk, savaş, sanat, edebiyat, mimari, teknoloji ve dil konularının gelişimine büyük katkıda bulunmuştur ve hâlen de günümüz dünyası üzerinde büyük etkiye sahiptir.

    Tarihte artık klâsik olmuş olan bu tezi ilk defa 1888 yılında W.Dithey, "eğitim, toplumun bir fonksiyonudur" şeklinde formüle etmişti. Buna göre eğitim hedefleri toplumun hedeflerinin aynısı idi. Eğitim düşünce ve hareketleri sosyal yapıya bağlı ilişkiler tarafından, "toplumsal güç" ve politik çıkarlar bakımından belirleniyordu. Öyle ki eğitim, mevcut yönetim-yönetilen (iktidar-halk) ilişkilerinin sağlamlaştırılarak sürdürülmesine yarıyordu.

    18. yüzyılın ortalarından itibaren aşırı derecede hızlanmış olan toplumsal değişmede eğitim, çok önemli bir rol oynayamadı. W.F. Ogburn'ün "kültürel geri-kalma" (cultural lag", "kulturelles Zurückleiben") teorisine göre, toplumdaki bütün kültürel unsurlar aynı değişme sürecini paralel zamanlar içinde geçirmediler; "maddî kültür" dediğimiz bilim ve teknik keşifleri, bilgi ve metodları, "manevî kültür" ("immaterialle Kultur") dediğimiz toplumsal kurumlar, değerler, kurallar, dünya görüşleri, örgütler vs. den daha yavaş bir gelişme gösterdiler ve onların gerisinde kaldılar. Oysa günümüzde ise tam tersi bir durumla karşılaşmaktayız. Bugün maddî kültür unsurları alabildiğine bir gelişme içinde bulunmalarına karşın, manevî kültür unsurları önemli bir gerilik içinde bulunmakta; yeni değerler yaratılmadığı gibi eskilere karşı da vaziyet alınmakta ve insanlar büyük bir manevi boşluk içinde bunalımlara düşmektedirler.

    Genellikle Eğitim Sosyolojisinin kurucusu olarak kabul edilen Fransız sosyologu E.Durkheim, eğitimi toplumun bir fonksiyonu olarak görmeye devam etti. Ona göre eğitim, topluma bağlı değişkenlerden biri idi ve amacı da çocukları ve gençleri, içinde yaşadıkları topluma katmak, oraya uyum yapmalarını sağlamak; bu toplumsal ve politik sistemi anlamalarını ve işleyişine katılmalarını temin etmek idi. Hatta bazı anne-babalar istemeseler bile, çocukların başarılı olabilmeleri için, içinde bulundukları toplum düzenine uygun, sosyal yönden arzu edilen çerçevede yetiştirmek zorundadırlar. Bu, çocukların hayatta başarılı olabilmeleri için vazgeçilmez bir esastır.

    Eğitim-toplum ilişkilerindeki bu aşırı görüş insanın tamamen toplum tarafından şekillendirildiğini kabul ediyor ve onu, toplum düzeni içindeki sosyal rollerden kendisine uygun düşenleri seçip oynayan bir "rol oyuncusu" olarak görüyordu. Ancak bu görüşün bir antitezi olarak, eğitim toplumdan bağımsız bir değişken olduğu ve toplumun eğitim tarafından şekillendirilip değiştirdiği görüşü savunulmaktadır. Dilthey'in tezine tamamen zıt olan bu görüşe göre de "toplum, eğitimin bir fonksiyonudur". Eğitim, toplumu yenileştirme ve değiştirme, mevcut toplumsal, politik güç ve fikirleri kontrol altına alma, şekillendirme gücüne sahiptir. Sosyal bilimler tarihinde bu tip bir görüşün ilk savunucularından biri J.G.Fichte idi. Ona göre, eğitim sisteminde ve bilhassa ilkokul düzeyindeki eğitim-öğretim yürüten öğretmenlerin çalışmalarıyla toplum yapısında büyük değişikler olur. Fichte, Alman milletinin Napolyon'un işgalinden kurtulmasının ancak bu yolla mümkün olabileceğini savunuyordu. Tanınmış Amerikalı eğitim düşünürü J. Dewey de 1899'da yayınladığı "Eğitim ve Toplum" adlı eserinde, eğitim sistemini, toplumsal değişimin doğrudan doğruya bir aracı olarak görüyor; toplumsal reformların yapılmasını okullardan bekliyordu.

    Yukarıda kısaca söz edilen görüşler, eğitim ile toplum arasında diyalektik bir ilişki olduğunu göstermektedir. Bu kitapta işlenecek olan eğitim ile toplum arasındaki bağlantılara, düşünce tarihinin ilk dönemlerinden beri dikkat çekilmektedir. Platon, Aristoteles, Poseidonius, Çiçero gibi antik Yunan ve Roma dönemi düşünür ve siyasetçilerinin eserlerinde eğitim olgusuna toplumsal, felsefî ve politik yaklaşımlar görülmektedir. Ortaçağ düşünce hayatında da, toplumsal yaşam ile eğitim bir görülmeye devam etmiştir. Ancak daha sonra eğitim ve toplum, felsefî ve teolojik görüşlerin kontrolünden kurtulmuştur. Bu, İngiltere'de de J.Locke; Fransa'da, J.-J. Rousseau ve Almanya'da J.G.Herder tarafından gerçekleştirilmiştir. Bilimsel ve teknik keşifler, icatlar, gittikçe artan nüfus, üretim tekniğinde ortaya çıkan yeni düzenlemeler sosyal yaşayış biçimindeki değişiklikleri zorunlu kılmıştır. Bu arada politik iktidarlar da toplumsal değişmeye ayak uydurmak zorunda kalmışlardır. O zaman bu sosyo-ekonomik değişiklikler içerisindeki insanlarda kendi çıkarlarını düşünen, rasyonel davranan, feodal yapılardan ve geleneksel meslek bağlarından kurtulan bireyler olarak ortaya çıktılar. Bunun sonucu olarak da, eğitim ve öğretim anlayışı ferdin kendini bağımsızlaştırmasına ve toplum yapısındaki değişikliklere uymak zorunda kaldı.

    J.-J. Rousseau, ferdin doğuştan getirdiği saf tabiatını temele alan bir eğitim teorisi geliştirdi. Onun "Emile veya Eğitim Üzerine" adlı pedagojik romanında vurgulamak istediği, ferdin doğuştan esas olarak temiz olduğu, ancak feodal toplumun ve eğitim dahil bütün toplumsal kurumların daha sonra kişinin temizliğini ve ahlâkını bozduğu idi. Ona göre eğitim, toplumun, dinî, felsefî, ahlâki ve politik sistemlerin çocuğa kabul ettirilmesi değil; çocuğun serbest gelişimini, "tabiî gelişimini" sağlayıcı bir düzen olmalı idi. Rousseau'nun eğitim anlayışı yalnız bu değildir; onun eğitim anlayışını toplum anlayışı ile birlikte ele almalıdır. Ona göre toplum, o topluma katılan insanların bağımsız ve mantıklı düşünüp anlaşmalarıyla ("sosyal sözleşme") kurulmalıdır; bu da ancak demokratik bir cumhuriyet şeklinde mümkündür. Onun "tabiata geri dönme" şeklindeki eğitim görüşü toplum ve medeniyet düşmanı bir görüş değil, sosyal eşitsizliğe ve çatışmalara yol açan o zamanki eğitim ve toplum düzenine karşı bir vaziyet alıştır.

    Rousseau'nun açtığı bu çığır, daha sonra da devam etmiş ve bugün de hâlâ temsilcileri bulunmaktadır. Bunların en tanınmışları M.J.A. Condorcet, I.Kant, W.v. Humboldt, K.Marx, S.Freud, W.Reich, H.Marcuse, J.Habermas tır. Bunlar eğitimden, insanın kendini gerçekleştirmesi ve haklarını elde etmesi ("Emanzipation") yolunda ona yardım etmesini istemekte ve genellikle radikal ütopyalar şeklinde, daha iyi ve çocuklara uygun bir toplum kurulmasını hayal etmektedirler. Bunlara göre toplumsal statüler, çocukların kimin çocuğu olarak doğduklarına veya ailelerin servetlerine bakılmaksızın, şans eşitliğine dayalı bir eğitim sistemi içinde yetişecek çocukların yükselebilecekleri yerlere göre verilmelidir. Yani eğitim, bir taraftan çocukları ve gençleri toplumsal ve geleneksel bağlardan kurtardığı gibi, öte yandan da toplumsal yapı, eğitim tarafından belirlenmiş olmaktadır. Toplumun eğitimi veya eğitimin toplumu belirlediği şeklindeki diyalektik görüşlere gerçekçi bir yaklaşımla bakıldığında bunların aslında iç-içe oldukları, birbirlerini karşılıklı etkiledikleri ve belirledikleri ortaya çıkmaktadır.

    Eğitimin toplumsal olarak üstlendiği görev, diyalektik bir yapı göstermektedir; eğitim hem yetiştirdiği çocukları ve gençleri içinde yaşayacakları topluma uyan birer şahsiyet olarak yetiştirmek için toplum düzenini ve kültürünü onlara aktarmakta hem de bu çocuklara ve gençlere, toplum yapısını değiştirici, düzeltici ve ileriye götürücü, eleştirici düşünceyi vermeye çalışmaktadır.

    Eğitimde bu iki yöne daima dikkat edilmelidir; gençler hem devlet ve toplum için, onların kültür ve kanunlarına uyacak şeklinde yetiştirilmeli hem de ileriye yönelik olumlu değişiklikleri yapabilecek güçte olmalıdırlar. Aslında birbirine zıt gibi görünen bu hususlar, daha dikkatlice incelendiğinde, sadece görünürde bir zıtlık olduğu ortaya çıkar; eğitimde her iki husus ne kadar mükemmel bir şekilde gerçekleştirilse, zıtlığın o kadar belirsiz bir şekilde ortadan kalktığı görülecektir. Yalnız burada toplumsal ve bireysel ilgi ve ihtiyaçlar çok dikkatli değerlendirilmelidir.

    Romanesk mimarinin en yaygın formu, çok nefli ve transeptli bazilikal formdur. Bu üsluptaki kiliselerde orta nef ile yan neflerin bağlantısı, 11. yüzyılda yapımına başlanan Speyer Katedrali�nde olduğu gibi masif ayaklara dayanan yuvarlak kemerlerle sağlanmıştır. Roma yapılarından alınan yarım daire biçimli yuvarlak kemer, Romanesk mimarinin en belirgin özelliklerinden biridir. Bu dönemde yapıların örtü biçimleri de değişmiştir. Erken dönemlerde kullanılan ahşap kirişli çatılar bu dönemde de kullanılmakla birlikte artık esas örtü biçimi, �tonoz� olmuştur. Yuvarlak kemerlerle dörtgen bölümlerin oluşturulduğu neflerin üzerini dilimli kubbeleri andıran çapraz tonozlar örtmektedir.

    Bu dönemde mimarlık ön plandaydı, öteki sanat dalları ise onun zenginlik ve anlamını arttırmak için birbiriyle yarışıyorlardı. Örneğin, Romanesk heykel sanatı mimariden ayrı düşünülemez. 11. yüzyılda tamamlanan Poiters�deki Notre-Dame Kilisesi�nin cephesinde ayakta duran, oturan, bir konuyla ilgili olarak gruplaşan çok sayıda kabartma figür görülmektedir. Bu kabartmalar, yapının cephesini görkemli bir biçimde süslemekle kalmayıp, ona hareket, soluk alan bir canlılık da katmaktadırlar. Romanesk heykel, yalnız cephelerde değil, iç mekanda da mimari organlara bağlı olarak geniş yer tutar. ıçiçe geçmiş çok sayıda figürden oluşan sütun ve ayaklar, bunun en ilginç örnekleridir. Kimi sütun başlıkları da neredeyse birer heykele dönüşmüştür. Bu özelliği en iyi gösteren örneklerden biri de Chauvigny�deki Saint Pierre Kilisesi�nde bulunan sütun başlığıdır. Sanatçı, sütun başlığı gibi dar bir alana yargı gününde günahların tartılması konusunu ustalıkla sığdırmayı başarmıştır. Dönemin heykel ustaları yalnız yapı cephelerinde değil, alınlıklarda, silmelerde, tunç ve ahşap kapı kanatlarında da Tevrat ve ıncil�de anlatılan olayları ve kişileri betimlemekten geri durmamışlardır.

    Heykel alanındaki bu açılıma karışlık, dönemin resim sanatında özellikle kitap resminde daha sıkı kalıplara, daha belirgin şemalara bağlı bir anlatıma tanık olunur. 1188 tarihli bir Kitap Resmi�nde (Welfenchronik, Weingarten Manastırı) İmparator Frederich Barbarossa ve oğulları Kral Henry ile Kont Frederich betimlenmiştir. ılk göze çarpan özellik, konuyla ilgili sahne düzenlemesinin statik bir soyut kalıp içine alınması, nakış ögelerinin de bu soyutluğu arttırmış olmasıdır. Romanesk duvar resimlerinde de aynı katı ve soyut anlatım kalıbı kullanılmıştır. Bugün Barselona�da Catalina Güzel Sanatlar Müzesi�nde bulunan 1123 tarihli bir Duvar Resmi�nde, Hiristiyan dünyasının tek hakimi anlamında betimlenmiş ısa fügürü, bu özelliği en iyi yansıtan örneklerden biridir.

    Romanesk dönemi Ortaçağ�ın son büyük aşaması olan �Gotik dönem� izlemiştir. 12. yüzyıl ortalarında başlayan Gotik sanat, Rönesans dönemine kadar sürmüştür. Romanesk deyince akla manastır yapıları geliyordu, Gotik denildiğinde ilk akla gelen ise, sivri çatı ve kuleleriyle göğe doğru yükselen, dev boyutlu katedral yapılarıdır. Gotik mimarlığın 1122�de Abbot Suger tarafından tasarımlanan, Paris yakınındaki St. Denis Manastır Kilisesi ile başladığı kabul edilir. Ama en yetkin klasik örnekler Fransa�nın Ile de France bölgesinde, yapımlarına 13. yüzyılda başlanan Laon, Chartes, Reims, Amiens ile Paris Notre-Dame Katedralleri�dir.

    Katedraller, Ortaçağ kentlerine biçim vermiş, kent ekonomilerinin gelişmesine önemli katkıda bulunmuşlardır. Bu dev yapıların tamamlanması, çok kere yüzyıldan fazla sürüyor, kent, onun çevresinden başlayarak halkalar halinde genişliyordu. Ayrıca yapı, il ve çevresinden çok sayıda işçiyi kendine çekiyor, ekonomik etkinlik de o ölçüde canlanıp büyüyordu. Bir Romanesk kiliseden çıkıp, bir Gotik katedrale girildiğinde aradaki büyük fark hemen anlaşılır. Gotik katedrallerde daha geniş nefler, daha ışıklı bir ortam ve kendini yukarlara çeken daha hafif bir mekan ile karışlaşılır. Gotik mimarinin bu başarısı iki yeni buluşa dayanır. Birincisi sivri kemerlere dayanan kaburgalı tonoz sistemidir. ıkincisi ise yapıyı dıştan destekleyen payanda kemerlerinin kullanılmış olmasıdır. Romanesk mimaride kullanılan yuvarlak kemerlerin yerini Gotik mimaride sivri kemerler almıştır. Böylece kemere binen yükün yanlara doğru zorlaması azaltılıp, aşağı doğru akması sağlanmıştır. Ayrıca kaburgalı yapısıyla tonozun ağırlığı azaltılmış, kemere daha az yük bindirilmiş olur. Ama kemerler sivri olsa da bir ölçüde dışa zorlama söz konusuydu. Kemerleri taşıyan demet biçimi sütun ya da ince ayaklar bu zorlamaya dayanmayabilirdi. Mimarlar bu sakıncayı gidermek için kritik noktalarda payanda kemerleri kullanmışlardır. Payanda kemerleri yapıların yan ve arka cephelerinin bir yapı iskelesi görünümü almasına yol açıyordu. Ancak dış duvarların kitlesel görünümünüde önlemiş oluyordu. yan ve arka cephelerin bu durumuna karışlık, katedrallerin ön cepheleri gerçekten çok görkemli ve anıtsal bir görünüm taşırlar. Ön cephelerde genellikle kapıların üstünde içeri doğru kademeli olarak daralan büyük alınlıklar, kademeleri oluşturan silmelerde ise çok sayıda aziz figürü yer alır. Orta bölümde vitraylı yuvarlak bir pencere ile iki yanda dar ve yüksek pencereler bulunur. Üst bölümde yine bir sıra aziz figürü taşa işlenmiştir. Her iki yanda ise görkemli çan kuleleri yükselir. Klasik bir Fransız katedrali olan Reims�in cephesi bu tanıma en iyi uyan örnektir.

    Katedraller, Avrupa�nın değişik yörelerinde gerek plan gerek dış görünüm bakımından farklı biçimler kazanmıştır. Gotik mimari ıngiltere�de değişik özellikler taşır. ıngiliz Gotik mimarı Lincoln Katedrali�nde olduğu gibi, iç mekan örtüsünde de değişik ve ilginç uygulamalara gitmiştir. Londra Westminster Katedrali şapelinde tonoz kaburgalarının yelpaze biçimini aldığı görülür. Böylece taşıyıcı organlar, aynı zamanda dekoratif bir işlev de kazanmışlardır. ıtalyan Gotiğinin başarılı yapılarından biri olan Milano Katedrali�nin arka cephesinde ise mimar, ustalıklı bir düzenleme ve ince bir taş işçiliği ile payanda kemerlerinin yapı iskelesini andıran görünümünü gizlemeyi başarmıştır.

    Gotik katedrallerde bütün ağırlık sivri kemerlerle sütun ve ayaklara aktarıldığı için taşıyıcı öge olarak duvara gerek kalmıyordu. Böylece ara bölümlere boydan boya pencereler açılabiliyor, bunlar da renkli camlarla kaplanabiliyordu. Çeşitli motiflerle ve figürlerle süslenen bu renkli camlara �vitray� adı verilir. Paris Notre-Dame Katedrali cephesindeki �gül pencere�, dönemin vitray sanatının en görkemli örneklerinden biridir. Gotik katedrallerde çok sayıda renkli pencere, iç mekanın aydınlanmasını sağlamakla kalmıyor, renkli ışıklar yapının içinde büyülü bir dinsel atmosfer oluşturuyordu. Gotik sanatta vitray, iç mekana büyülü bir hava vermekle kalmaz, resim sanatını da kapsar. Chartres Katedrali�ndeki vitrayda �Meryem�in Ölümü� sahnesinin büyük bir ustalıkla betimlendiği görülür.

    Heykel sanatı, Gotik dönemde de mimariyle bağıntısını sürdürmüştür. Bu bağıntı özellikle cephe dekorasyonunda dikkati çeker. Katedralin bir parçası durumundaki bu heykellerin, yapının yüksekliğine uygun olarak normalden daha uzun yapıldıkları görülür. Bunlar donmuş gibi dimdik duran figürlerdir. Heykel sanatındaki bu donmuşluk, 13. yüzyıl ortalarında yumuşamaya, aziz figürleri bol giysileri içinde kımıldamaya, donuk yüzlü melekler gülümsemeye başlarlar. Kucağında çocuk ısa�yı taşıyan bakire Meryem heykellerindeki dini ağırlığın giderek dünyasal bir ana oğul sevgisine dönüşüp, hafiflediği sezinlenir. Gotiğin son döneminin resim sanatında da katı kalıpların gevşediğini, şematik anlatımların yerini doğalcı betimlere bırakmaya başladığını görürüz.






    Ayrıca;

    Küreselleşme, ekonomik, sosyal, teknolojik, kültürel, politik ve ekolojik denge açılardan global bütünleşmenin, entegrasyon ve dayanışmanın artması anlamına gelmektedir.Küreselleşme kavramının en çarpıcı özelliklerinden biri, olası etkilerinin çok sayıda ve çeşitli olduğu izlenimini vermesidir. Küreselleşme, yalın toplumsal gerçekleri oldukça aşan spekülasyonlar, varsayımlar, güçlü toplumsal imgeler ve metaforlar üretme ka-pasitesiyle olağanüstü doğurgan bir kavramdır. Hatta, bir çok düşünürün de belirttiği gibi bu kavramın çok boyutluluğu onu, sınırlarını çizme uğraşını bile zora sokmaktadır. Bu anlamda küreselleşme, sosyal bilimlerin her dalında yaygın kullanılan bir kavram olmakla beraber, genellikle bir "durum"dan, daha çok bir "akım"ı veya bir zihniyeti ima eder hale getirilmiştir. Tanımdan da anlaşılacağı gibi küreselleşme sadece sosyolojinin konusu değildir fakat sosyolojik açıdan toplumsal alandaki bir değişimi ifade etmektedir. Değişimi anlamak açısından Robertson' şöyle demştir: "...Küreselleşme teması anlayışları aralarında farklılık göstermesine rağmen küreselleşme diye adlandırılan şeyi anlamanın en iyi yolunun, dünyanın 'birleşik' hale geldiği, ama kesinlikle safdil işlevselci tarzda bütünleşmediği 'biçim sorunu' üzerinde yoğunlaşmak olduğunu düşünmektedir�
    Dünyanın birleşik hale gelmesi, tekdüze dinamikler ile oluşan bir süreç değildir. Çünkü küreselleşme, ekonomik olduğu kadar siyasal, teknolojik ve kültürel boyutlu bir süreçtir. Giddens�a göre küreselleşme, tek bir süreç değildir, karmaşık süreçlerin bir araya geldiği bir olgular kümesidir. Üstelik çelişkili ya da birbirine zıt etkenlerin devreye girdiği bir süreçtir. Çoğu insanın gözünde, küreselleşme basitçe gücün ya da etkinin yerel toplulukların elinden alınıp küresel arenaya aktarılmasından ibarettir.
    Bu sürecin toplumsal yaşama yönelik bir etkisine bakarsak Giddens, modernliğin sonucu olarak değerlendirdiği küreselleşmeyi, uzak yerleşimlerin birbiri ile ilişkilendirildiği yerel oluşumların millerce ötedeki olaylarla biçimlendirildiği dünya çapındaki toplumsal ilişkilerin yoğunlaşması olarak tanımlamaktadır. Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, bu çok boyutlu kavram etki ettiği toplumsal gerçeklik türüne göre bireylerin kafasında da çeşitli anlamlar oluşturmaktadır. Bu anlamda bazıları için küreselleşme, kapitalizmin gücünü temsil ederken, bazıları için de, dünyanın batılılaşmasını ifade etmektedir. Bazıları küreselleşmenin yoğunluk ve artan melezleşmeyle birlikte heterojenlik yarattığını düşünürken, bir diğer grup homojenliği artırdığını düşünmektedir.
    Devlet dışı sosyal organizasyonlar küreselleşmeyi, çevre hareketi, demokratikleşme ve insanileştirme gibi pozitif sosyal amaçları sağlayacak kaldıraç olarak görürken, iş adamları için artan kâr ve güç stratejisi ve hükümetler için de çok sık olarak devlet gücünde artış sağlamanın yerine kullanılmaktadır. Giddens, küreselleşmeyi, bir çeşit sadece veya kısmen batılılaştırma olarak görür. Elbette batılı ülkeler ve daha genelde sanayi ülkeleri, yoksul ülkelere kıyasla dünyadaki gelişmeleri hâlâ çok daha fazla etkileyecek güce sahiptirler. Ama küreselleşmenin başka bir boyutu, beraberinde giderek merkezsizleşmeyi; belli bir ülkeler grubunun denetiminin ortadan kalkmasını, büyük kuruluşlarının denetim gücünün iyice azalmasını da getirmesidir. Sonuç olarak bu küreselleşmeyi daha iyi anlayabilmek için bu kavramın toplumsal yaşama olan etkilerini ayrı ayrı başlıklar halinde ele alıp değerlendirmek gerekecektir. Ama unutulmaması gereken unsur bu etkileri ayırma çabasının sadece küreselleşmenin daha kolay anlaşılabilmesine yönelik olduğudur.

    Balıklarda burun (nostril), solunum için değil, suda çözünmüş kimyasal maddeleri koklamaya yarayan bir duyu organıdır. Koku alma kapsülleri üst çene üzerinde bulunan bir çift (veya bir adet) burun çukuruna yerleşmiştir. Koku maddelerini taşıyan su burun deliklerine girip çıkarken, koklama kapsüllerini yalayarak sinirleri uyarır. Bu duyu köpek balıkları gibi bazı balıklarda çok kuvvetlidir. Köpek balıkları kan kokusunu yüzlerce metre uzaktan alabilirler.Balıklarda dış ve orta kulak yoktur. İşitme organı bir kapsül içinde bulunan iç kulaktan ibaret olup, sudaki ses titreşimlerini idrak eder. Bu işitme organına �labirent� denir. İşitmede etkili olduğu gibi, dengenin sağlanmasında, ağırlık ve yerçekimi tespitinde de önemli rol oynar. İçlerinde kalsiyum karbonattan yapılmış �otolit� adı verilen cisimcikler de bulunur. Bazı balıklarda hava kesesinin ön kısmının her iki yanında iç kulakla ilişkili dörder adet kemikcik bulunur. �Weber cihazı� adını alan bu sistem ses dalgalarını ve basınç değişimini iç kulağa ileterek daha iyi işitmeğe yardım eder. Küçük frekanslı titreşimler, yanal çizgi sistemiyle idrak edilir. Bu, vücudun yanlarında derinin altında uzanan içi mukus dolu bir çift kanaldır. Belirli aralıklarla bu kanalı pulların arasından veya ortasından dışarı bağlayan yollar, bu yolların ucunda içinde sıvı ve sinir hücreleri bulunan bir torba vardır. Sudaki titreşimler bu sıvıya geçerek sinir hücreleri tarafından idrak edilir. Mesaj daha sonra sinirler vasıtasıyla beyne iletilir.Bir başka balığın hareketinin doğurduğu titreşimleri, yanındaki balık bu yolla duyar. Yan organ çok alçak frekanslı titreşimleri idrak edip işitmeye yardımcı olduğu gibi, su akıntısının yönünü, sıcaklık ve soğukluk farklarını da tesbit eder. Yan organ işitmede de yardımcı olur. Ses ve basınç dalgalarını tesbit edebilir. Kemikli balıklarda, vücudun her iki yanında solungaçlardan kuyruk yüzgecine kadar uzanır.

    Akşamdan fasulyeyi temizleyip bolca yıkayın. Sonra tencereye yeterince su doldurup ıslatın. Sabaha kadar bu tencerede bekletip yumuşamasını sağlayın. Soğanı ufak ufak doğrayın. Tencereye yağı koyup pembeleştirin. Doğranmış domatesi veya salçayı ilave edip biraz daha kavurun. Sonra fasulyeyi suyuyla beraber bu karışıma ilave edin. Tuzunu ve biberini ilave edip pişirin. Sucukları halka halka doğrayıp tavanın içinde bir miktar yağla fazla kurutmadan kavurun. Fasulyelerin üzerine ekleyin. 1-2 taşım daha kaynatıp tencerenin altını kapatın. Biraz dinlendirdikten sonra sıcak olarak servise sunun.

    Bir çok araştırmacıya göre temel anlamda küreselleşme,kökenleri 1960'larda ortaya çıkan dönüşüm ve hızlı değişimlere dayalı, politik sonuçları beraberinde getiren ekonomik bir süreçtir. Küreselleşme, ulus aşırı şirketlerin uluslararası yatırım stratejilerinde, özellikle üretimin yerel olmaktan çıkarılıp farklı bölgelerde gerçekleştirilmesini içeren radikal bir yeniden konum belirleme çabası gerektirmektedir. 1970'lerdeki iktisadi krizler sonucunda ulus aşırı firmalar ulusal üretim hatalarını artık uluslararası hale getirmek zorunda kalmışlardır. Bu durum , üretimin uluslararasılaşması olarak anılmaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD önderliğinde oluşturulan yeni ekonomik ve siyasi dünya düzeni , yani Pax Americana, uluslararası ekonomide karşılıklı değişim yaklaşımına dayanmaktadır. Uluslararası mal, sermaye ve bilgi akışının kolaylaşması ve güvenli bir hale gelmesi ile Pax Americana uluslar arası ekonominin karşılıklı değişim yaklaşımından küresel üretime dönüşmesine yardımcı olmuştur.

    Küreselleşme hareketlerinin yaklaşık son 20 yılda ortaya çıktığı ve hız kazandığı görülmektedir. Küreselleşen dünyanın anlaşılması bir çok açıdan oldukça karmaşıktır. Küreselleşme, bünyesinde farklı boyutlarda bir çok konuyu barındıran karmaşık bir sosyal, ekonomik ve politik içeriğe sahiptir. Ekonomistler ve ekolojistler benzer şekilde "küresel yerelleşme (küyerelleşme)" kavramından söz edilmektedir. Bu yaklaşım "küresel düşün, yerel faaliyet göster" sloganıyla ifade edilmektedir. Gerek piyasa koşullarının zorlaması, gerekse sosyal yapı nedeniyle değişik piyasalar , şirketler ve sektörler değişik şekillerde örgütlenmektedir. Öte yandan , esas itibariyle ekonomik bir olgu olarak görülen küreselleşmeye, sosyologlar kültürel bir süreç olarak bakmaktadırlar. Sıkça değinildiği gibi dünya küçülmekte ama bütünleşmemektedir. Ekonomiler birbirine yaklaştıkça uluslar, kentler ve bölgeler birbirinden ayrılmaktadır. Küresel ekonomik bütünleşme süreci politik ve sosyal dağılmayı hızlandırmaktadır. Aile bağları kopmakta, yerleşik otoriteler sarsılmakta, yerel toplum bağları zorlanmaktadır. Uluslar da tıpkı hücreler gibi bölünerek çoğalmaktadır.

    Küreselleşme süreci hızlandıkça her biçimiyle yöreselliğin etkilerinin arttığı görülmektedir. Dünyanın her tarafındaki insanların büyük kısmı için bir yere bağlı olmak her zamanki kadar önem taşımaktadır. Kimlikleri bir yere bağlı olan ve başka bir yerde yaşamayı düşünemeyen bu insanlar yaşamak için belli bir toprağa ve kendilerini daha iyi hissetmek için kendi kültür ve dillerine dayanma ihtiyacı hissetmektedirler.

    Küreselleşmeyle beraber dünyada artan kutuplaşmalar ve oluşturulan birlikler , küreselleşmenin getirdiği sonuçlardan yalnız biridir.Nitekim, Birleşmiş Milletler 1945'te sadece 51 ülkeyle kurulmuştu. 1960 yılında 100,1984'te 159 ülkenin BM�e kayıtlı olduğu görülmektedir.1993 ortalarında ise, Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla birlikte üye sayısı184'e yükselmiştir.Başlangıçta Rusya�ya karşı kurulan NATO , küreselleşmeyle beraber şekil değiştirmiştir. Bu günlerde ise Rusya�nın da NATO ile flörtü sürmektedir.

    Sovyetler Birliğinin dağılmasının ardından dünyada askeri açıdan tek süper güç olarak ABD'nin kalmasına rağmen , ekonomik olarak üç süper gücün varlığından söz etmek mümkündür. Altın Üçgen ya da kısaca Üçlü olarak isimlendirilen bu güçler ABD, AB ve Japonya'dır. Söz konusu üç güç, dünya üzerindeki doğrudan dış yatırımlar ve uluslararası ticaretin büyük bölümüne hakimdirler. Bu üçlünün ilişkileri yakın coğrafyalarını da önemli ölçüde etkilemektedir. Nitekim, ABD; Kanada, Orta ve Güney Amerika ülkeleri, AB; Doğu Blok Ülkeleri ve Japonya da Pasifik bölgesindeki ülkelerle yakın ilişki içindedir. Doğudan dış yatırımlar; ticaret, mali kaynak akışı ve teknoloji transferi ile yakın ilişkisi nedeniyle iktisadi gelişme açısından önemli bir hale gelmiştir. Ancak, tüm gelişmekte olan ülkelerin üçlü gücün yatırımlarını çekmekte başarılı olduğu söylenemez. Bu yatırım fonlarının büyük bölümü çok uluslu işletmeler tarafından , en yakın komşu ülkeden başlayarak bölgesel iletişim ağları kurma amacıyla kullanılmaktadır. Nitekim, Meksika'daki toplam doğrudan dış yatırımların yüzde 61'i ABD kökenli işletmelerden gelirken , Güney Kore'nin doğrudan dış yatırımlarının yüzde 52 'si Japon firmalarınca sağlanmaktadır. 1990'ların başında gelişmekte olan ülkelere yapılan tüm yatırımların yarısından fazlası Brezilya, Çin, Hong Kong ,Meksika ve Singapur'a yapılmaktaydı. Bu durumun en önemli sebeplerinden biri , söz konusu ülkelerin üçlü güçle olan yakın ilişkileridir. II

    Dünyadaki değişim eğilimini gözlemlediğimizde globalleşme ile birlikte dikkati çeken bir diğer olgunun yerelleşmeolduğunu görüyoruz. Glokalleşme son zamanlarda yaygın olarak benimsenen ve kullanılan kavramlardan birisi. Glokalleşme, kısaca �uluslararası ilişkilerde global gerçeklerden hareket ederek global düşünmeyi, otarşizm yerine dışa açılmayı, dünya ekonomisi ile bütünleşmeyi; ülke içinde ise merkezi yönetim kanalıyla ekonomiyi ve siyaseti yönlendirme yerine yerel yönetimleri daha fazla güçlendirmeyi� ifade ediyor. Yerelleşmenin siyasal gücün tek elde toplanmasını önleyeceği ve böylece yerel demokrasiyi güçlendireceği ifade ediliyor. Desantralizasyon ya da adem-i merkeziyetçi yönetim kavramları yerelleşme ile aynı anlama geliyor. Yerelleşme, gerçekten de yerel demokrasiyi güçlendirmek için çok önem taşıyor. Yerel özerklik için yerel yönetimlerin merkezi yönetimlerin boyunduruğundan kurtarılmaları gerekiyor. Ancak yerelleşme bir taraftan, yerel halkın yönetime katılmasını sağlayarak demokrasiyi geliştirecek bir görevi yerine getirirken, öte taraftan yerel tiranlığı ve despotizmi de ortaya çıkarabilecek bir etki gösterebilir.

    Küreselleşme süreci içinde paradoksal bir çatışmayı bulunduran bir süreçtir. Ülkeler arasında da ülke içinde de , sektörler arasında da sektör içinde de kaybedenler ve kazananlar bu süreçte birlikte barınmaktadır. Küreselleşme sürecinden ülkeler, kurumlar , meslekler, ve kişiler açısından kazanan ve kaybedenler bulunmaktadır. Özellikle son dönemde küreselleşme sürecinin yarattığı toplumsal eşitsizliklere ilişkin önemli eleştiriler yapılmaktadır. Bunun yanında küreselleşme sürecinde kuralların konulmasında ve çözüm önerilerinin hayata geçirilmesine dair ciddi tartışmalar yapılmaktadır.

    Küreselleşme sürecinin hız kazanmasında enformasyon teknolojilerinin önemli bir rol oynadığını aşikardır. Özellikle 1970' li yıllarda hız kazanan enformasyon teknolojilerinin yükselişi ve kitle üretim ve tüketiminin krize girmesi üretimin yapısında ciddi dönüşümler yaşanmasını beraberinde getirdi. Bilgi ve hizmet işleri ve işçileri yaşanan süreçte önem kazanırken mavi yakalı işçiler, ve imalat işleri eski önemlerini kaybetmeye başladılar

    Bilgi ve enformasyon sektörlerinin öne çıkması sanayi toplumunun mavi yakalı işçisine olan talebi azaltmış ve belirli sektörler dışında firmalar küçülme yoluna gitmişlerdir. Aynı zamanda bu süreç beyaz yakalı bilgi işçisine olan talebi arttırırken milyonlarca mavi yakalı işçi istihdam sürecinin dışında kalmıştır. Yaşanan gelişmeler hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde işsizlik sorununu ortaya çıkarmıştır. Bilgi ve hizmet işlerinde çalışan son derece vasıflı, eğitimi , yaratıcılığı, yüksek bilgi işçileri bu dönüşümden kazançlı çıkan grubu oluşturmaktadır.

    Toffler işsizliğin artık niceliksel olmaktan çıktığını ve niteliksel olduğunu belirtmektedir. Yeni iş alanları açmakla işsizlerin sayısı azaltılamamaktadır, çünkü sorun artık sayı sorunu değildir. Toffler her işsize karşı on tane işçi aranıyor ilanı da çıksa , on milyon işçi aranırken ortada bir milyon işsiz de olsa , o bir milyon kişi , yeterli beceri ve bilgiye sahip olmadıkça , istenen işi yapamayacağını belirtmektedir. Beceriler artık öyle çeşitlidir ki ve öyle çabuk değişmektedir ki, işçilerin geçmişteki kadar ucuza değiştirilip yerine yenilerinin alınması düşünülemez. Para ve sayı artık sorunu çözemez hale gelmiştir.III Dolayısıyla hızlı değişen teknoloji ve yenilikler karşısında bunları kullanabilecek beceri ve bilgiye dayalı işçilerin önemi büyük önem kazanmaktadır.

    Son çeyrek yüzyılda istihdam ve sektörel yapıdaki dönüşüm, bilgi ve hizmet işlerinin öne çıkması sonucu sendikal yapıda da ciddi sorunlar yaşanmasına neden olmuştur. Küreselleşme sürecinde sendikal yapının gittikçe zayıfladığı görülmektedir. Toffler sendikaların daha çok zanaat veya seri üretime göre tasarlanmış oldukları için , ya tümüyle değişmeleri ya da süper-sembolik ekonomiye uygun yeni örgütlenme biçimlerinin düşünülmesinin şart olduğunu belirtiyor. Sendikaların devam edebilmesi için işçileri tek bir kitle olarak düşünmekten vazgeçip , tek tek bireyler olarak düşünmeye başlamaları gerekir.IV

    Sendikalar vasıfsız işçiler için aidiyet duygusu sağlamaktaydı. Sendikaların zayıflaması ve işsizlikteki artış işçilerin yeni aidiyet alanları arayışına yol açmıştır. Ayrıca işsiz kalmış ve yakın zamanda iş bulamayacak durumda olan büyük bir kitle için geleceğe yönelik güvensizlik ve belirsizlik artmıştır. Bozkurt, küreselleşme sürecinin en çok tartışılan sonuçlarından birisinin gittikçe artan belirsizlik ve güvensizlik olduğunu belirtmektedir. Bu sadece gelir düzeyi düşük gruplar arasında değil, orta sınıflar arasında da giderek yaygınlaşıyor.V Gittikçe artan belirsizlik ve güvensizlik kişilere aidiyet ve kimlik sağlama işlevi gören fundemantalist ve milliyetçi akımların güçlenmesini de beraberinde getirmektedir. Nitekim dünyada milliyetçi hareketlerin güçlenmesi , ırkçılık, dini hareketlerin artışı küreselleşme sürecinin ivme kazandığı gelişmelerdir. Küreselleşme sürecinde işsiz kalan veya gelecek belirsizliği ve ümitsizliği bulunan kesimler kendilerine parlak bir gelecek vaat eden büyük hayaller sunan söylemlere kolayca yönelebilmektedirler.

    Ekonomik küreselleşme gelir eşitsizliğini hem ülke içinde hem de ülkeler arasında dramatik olarak arttırmaktadır . Dünyanın zengin ülkelerinde yaşayan %20 üst gelir dilimiyle fakir ülkelerde yaşayan %20 lik alt kesim arasındaki gelir farkı 1960 yılında 30 kat iken bu oran 1997 'de 74 katına fırlamıştır. Dünyanın en zengin 200 insanı net kazancını 1994-1998 yılları arasında iki kat arttırarak 1 trilyon doların üstüne çıkarmışlardır. En zengin 3 milyarderin servetlerinin toplamı 600 milyondan fazla nüfusun yaşadığı az gelişmiş ülkelerin GDP' sinden daha fazladır.1970'den beri Amerika'da en üstteki %1 lik hane halkı ulusal gelirden aldığı payı iki kat artırmıştır. En üst %1 lik kesim halen alttaki %95 lik gruptan daha fazla zenginliğe sahiptir.

    Bilgi ve enformasyon teknolojilerinin rekabette üstünlüğü yarattığı bir dönemde , yeni enformasyon teknolojilerini yaratan ve kullanan ülke ve grupların gelişmiş ülkeler olması ülkeler arasındaki eşitsizliği daha da arttırmaktadır. Nitekim 2000 İnsani Kalkınma Raporuna göre internet dünyadaki en zengin %20'nin internet kullanımındaki oranı %93,3 iken en fakir %20 sinde bu oran %0.2 dir. Dolayısıyla yakın gelecekte de eşitsizliğin giderilmesine yönelik büyük bir umut yok gibidir. Eşitsizliğin artışı bir çok ülkede , 1998 Endonezya örneğinde olduğu gibi sosyal patlamaları ve huzursuzlukları da beraberinde getirmektedir. Aynı zamanda gelişmiş ülkeler arasında ticari blokların oluşması ve bölgeselleşme iddiaları bu bloklar dışında kalan az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin durumunu daha da güçleştirmektedir.

    Küreselleşmeye yöneltilen en büyük eleştirilerin ve yaşanan sorunların merkezinde çokuluslu sermayenin küreselleşme sürecinde kuralları koyduğu ve bu kurallar karşısında ulusal hükümetlerin politika oluşturmakta yetersiz kaldığıdır. Aynı zamanda enformasyon ağlarıyla finans piyasalarının birbirine bağlı olduğu bir küresel ekonomide uluslar üstü sermayenin çok kısa zamanda mevcut ülkeyi terk etmesi Rusya ve Asya krizlerinde görüldüğü gibi küresel krizlere neden olmaktadır.Dünya ihracatında önemli bir gücü elinde bulunduran küresel şirketlerin merkezi birkaç ülkede odaklanmaktadır.

    Uluslar arası sermayenin ve küresel şirketlerin kuralları belirlediği ve piyasaları biçimlendirdiği küresel ekonomide sosyal politikaların ve maliyetlerinin sorumluluğunu üstlenen çıkmamaktadır. Her ne pahasına olursa olsun ekonomik gelişme hedeflenirken , sosyal gelişmenin ve adaletin göz ardı edilmesi eşitsizlik, yoksulluk ve dışlanma sorunlarının uluslar arası boyut kazanmasını hızlandırmaktadır. Dolayısıyla eğitim ve sağlık alanlarında sorunlar yaşanmakta, doğanın tükenme hızı artmakta , çevre sorunları şiddetlenmekte, uluslararası çalışma standartları aşınmakta, gerçek ücretlerde gerilemeler gözlenmekte, çocuk işçi istihdamı artmakta , işten çıkarmalar yoğunlaşmakta, işsizlik sorunu yapısallaşmakta, sosyal huzursuzluklar ve şiddet artmaktadır.

    Yeni küresel elektronik ekonomide , fon yöneticileri, bankacılar, büyük şirketler ve onların yanı sıra milyonlarca bireysel yatırımcı , büyük miktarda sermayeyi tek bir tuşu tıklayarak dünyanın bir ucundan öbür ucuna aktarabiliyorlar. Ve bu hareketleriyle , Asya'daki olaylarda seyrettiğimiz üzere , kaya gibi sağlam görünen ekonomilerin tüm istikrarını bozabiliyorlar.VI Yaşanan krizlerin bir çoğu çokuluslu şirketlerin ve uluslarüstü sermayenin kendilerine daha cazip imkanlar ve ortamlar ortaya koyan ülke ve finans piyasalarına gitmesinden kaynaklanmaktadır. Uluslar üstü sermayeye yapılan kısıtlamalar ülkeden çokuluslu şirket ve sermeyenin kaçmasına neden olmaktadır.

    Mevcut kurumlar günümüzde finans piyasalarında yaşanan krizlere çözüm bulamamaktadırlar. Uluslar üstü sermayenin kontrol edilememesi ve tek tuşla bulunulan ülkeyi terk edebilme hareketliliğinin yüksekliği önümüzdeki dönemde tartışılacak en önemli konulardan birini oluşturacaktır. Çözüm olarak önerilen uluslar arası para hareketlerinin uluslar arası vergilendirmeyle kontrol altına alınması ve yabancı sermayeye belli koşullarda izin verilmesi gibi yöntemlerin uygulanabilirliği ülkeler arasındaki eşitsizlikler de dikkate alındığında mümkün gözükmemektedir. Küreselleşme süreciyle birlikte ulus devletin konumuna yönelik tartışmalarda şiddetlenmektedir.

    Dünyada bir globalleşmeden söz ederken Türkiye�nin konumu ve geleceği nasıl olur veya nasıl olacak diye bir soru sormamız gerekir. Globalleşen dünyada bir çok kutuplaşmalar ve çeşitli bloklar oluşmaktadır. Türkiye bu gibi yapılara entegre mi olmalı yoksa , otarşik bir yapıda mı bulunmalıdır? Bütün bu sorulara cevap vermek için ülkelerin politikalarına bakmamız gerekir. Örneğin ABD�nin politikası menfaat politikasıdır, eğer bir şeyden çıkar sağlıyorsa ya da faydalı görünüyorsa ABD, o ise girer. ABD için ülkesinin menfaatleri en yüksek seviyededir. Yeri geldiğinde en azılı düşmanıyla bile dost olabilir. Küreselleşme bir taraftan gelişmiş ülkeleri daha zengin yaparken diğer taraftan da fakir ülkeler daha fakir olmaktadır.Dünyanın giderek küresel bir yoksullaşmasından söz edilmektedir. Belli kurum ve devletler dünya ekonomisinin yarıya yakın payını alırken,diğer devletler daha azını almak zorunda kalıyor. Bu da küreselleşmenin devamında sekteye yol açmaktadır. Giderek küreselleşmeye karşı protestolar ve mitingler yapılmakta, yeni sosyal ve siyasal yapı biçimleri ortaya çıkmaktadır. Artık, küreselleşme taraftarları ve karşıtları diye belli gruplar var.

    Küreselleşme içinde Türkiye�ye baktığımızda etkin bir siyaset ve politikadan söz edemeyiz. Her ne kadar dünya küreselleşse de , her ne kadar ülkeler bir birine yakınlaşsa da, Türkiye etkin ve tavizsiz bir politika gütmedikten sonra ve daha da önemlisi iyi bir ekonomiye sahip olmadıktan sonra globalleşen dünyada herhangi bir söz hakkının bulunmayacağı çoğu tarafından bilinmektedir. Politikacılar da bunun bilincinde ve bundan dolayı AB�ye girmek için yoğun bir çapa harcamaktadırlar.Ayrıca küreselleşmenin getirdiği bir çok sorun da belirmektedir.

    Küyerelleşme ve ekolojik tehlike giderek önem kazanmakta, ulusal olan değersizleşmededir. İşte bu noktada bir ülke vatandaşından veya ulustan söz etmek de olanaksızlaşıyor. Artık, ülkeler politikalarını gözden geçirmekte ve baskıcı zihniyete sahip yönetimler yerini gederek demokratik yönetimlere bırakmaktadır. Bunda da etkin olan olgu ise küyerelleşmedir. Ülkeler içinde bir çok etnik unsurları barındırmaktadır ve bu topluluklar özerkliklerini isteme hakkına sahip olmaya başladılar küreselleşmeyle. Nitekim çoğu ülke politikaları da bu yönde bir politika gütmek zorunda kalmıştır. Bu çok kültürlülük siyasi doğruculuk ile ülke politikalarında güvence altına alınmaya çalışılmaktadır. Bu ABD�de totaliteryen bir yapıya dönüşürken, bizde ise başı boşluk söz konusudur.

    Küreselleşme postmodernizmin bir söylemi gibidir. Postmodernizmin söylemlerinde insana değer verilmekte, çoğulculuk önemsenmekte ve insanın topluma yabancılaşması hoş görülmemektedir ama, her zaman söylemler pratikte uygulanamamaktadır. Bildiğimiz gibi küreselleşme yeni bir kapitalizm oluşturmaktadır. Bu da yeni liberallerin politikalarından türemektedir. Fukuyama, dünyanın artık liberal ekonomi ve politikalara bağlı olacağını ve giderek liberal politikaların ülke politikalarını belirleyeceğinden söz etmektedir. Tabi ki bu da yeni bir kapitalizm oluşturacaktır.

    Bütün bu söylem ve beliren yapılara bakarsak, Türkiye için bir gelecek profili çizebilmek mümkün gözükmektedir. Türkiye�nin şu anki politikasına baktığımızda ABD yanlısı bir yanı var, bu da bize ileride Türkiye�nin de bu yeni liberal politikalara uyum sağlayacağı ve ülke içindeki sosyo-politik yapısını bu şekilde ayarlayacağı izlenimini bize vermektedir. Şunu da belirtmek gerekir ki, eğer Türkiye akıllı bir politika öne sürmezse yeni sosyo-ekonomik krizlere ulaşabilir. İlk önce Türkiye�nin yapması gereken; IMF�nin elinden kurtulması ve kendi sanayisini kurmasıdır. Yabancı sermayeden çok ülke vatandaşına güvenmeli, bir şey ortaya sunulurken vatandaşın fikri alınmalı ve daha doğrusu ülke içindeki çeşitli etnik kimliklere olanaklar sunulmalı,dışlanmamalı ve onlara demokrasinin gereği olan her türlü etkinliğe katılma imkanı sunulmalı. Bu ülke içinde yaşayan bütün vatandaşlara sunulması gereken haktır ayrıca. Örneğin; insanlar istediği sendika ya da sivil toplum kuruluşlarına üye olabilmelidir. Ama Türkiye�de bu, pek de mümkün değil, çünkü daha demokrasi kültürü, diyalojik demokrasi ve sivil itiraz gibi kavramlar gelişmemiştir. Hatta diyebiliriz ki, Türkiye�deki millet vekillerini çoğu bu kavramları dahi bilmemektedir. Bu gibi kavramları bilmeyenlerden nasıl böyle bir istekte bulunabiliriz ki? O zaman yapılması gereken politika yapanların bilgilenmesi ve değiştirilmesi gerekir. Bunu da yapacak olan halktır, halk da kendini yetiştirmeli ve sorumlu bir vatandaş olmalı, dahası hak ve özgürlüklerinin bilincinde olmalıdır.

    Özellikle son dönemde finans piyasalarında yaşanan ve etkileri global düzeyde görülen krizlerin engellenmesine yönelik olarak ciddi arayışlar söz konusu.Küresel düzeyde kuralların ve kurumların oluşturulmasında ciddi bir belirsizlik var. Bu konuda ulus devletler tek başlarına yetersiz kalmaktadır.Nitekim çokuluslu sermaye ulusal engellerle karşılaştığında kendisine çok daha cazip imkanlar sunan başka bir ülkeye çok hızlı bir şekilde gidebiliyor.

    Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumlar da Uluslar arası krizlere çözüm bulmada ve kuralları oluşturmada çok yetersiz kalmaktadır.Küresel bir yönetimin kurulması ve ülkelerin küresel düzeyde belli konularda işbirliği yapması küresel kuralların oluşturulmasında ve krizlerin çözümlenmesinde getirilen bir öneri ama, yakın bir dönemde küresel yönetimin etkin bir şekilde kurulması mümkün görünmemektedir. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki gelişmişlik farkı ve eşitsizliğin giderek artması ülkeler arasında küreselleşmeye tepkileri arttırmaktadır.

    Bir çok araştırmacıya göre temel anlamda küreselleşme,kökenleri 1960'larda ortaya çıkan dönüşüm ve hızlı değişimlere dayalı, politik sonuçları beraberinde getiren ekonomik bir süreçtir. Küreselleşme, ulus aşırı şirketlerin uluslararası yatırım stratejilerinde, özellikle üretimin yerel olmaktan çıkarılıp farklı bölgelerde gerçekleştirilmesini içeren radikal bir yeniden konum belirleme çabası gerektirmektedir. 1970'lerdeki iktisadi krizler sonucunda ulus aşırı firmalar ulusal üretim hatalarını artık uluslararası hale getirmek zorunda kalmışlardır. Bu durum , üretimin uluslararasılaşması olarak anılmaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD önderliğinde oluşturulan yeni ekonomik ve siyasi dünya düzeni , yani Pax Americana, uluslararası ekonomide karşılıklı değişim yaklaşımına dayanmaktadır. Uluslararası mal, sermaye ve bilgi akışının kolaylaşması ve güvenli bir hale gelmesi ile Pax Americana uluslar arası ekonominin karşılıklı değişim yaklaşımından küresel üretime dönüşmesine yardımcı olmuştur.

    Küreselleşme hareketlerinin yaklaşık son 20 yılda ortaya çıktığı ve hız kazandığı görülmektedir. Küreselleşen dünyanın anlaşılması bir çok açıdan oldukça karmaşıktır. Küreselleşme, bünyesinde farklı boyutlarda bir çok konuyu barındıran karmaşık bir sosyal, ekonomik ve politik içeriğe sahiptir. Ekonomistler ve ekolojistler benzer şekilde "küresel yerelleşme (küyerelleşme)" kavramından söz edilmektedir. Bu yaklaşım "küresel düşün, yerel faaliyet göster" sloganıyla ifade edilmektedir. Gerek piyasa koşullarının zorlaması, gerekse sosyal yapı nedeniyle değişik piyasalar , şirketler ve sektörler değişik şekillerde örgütlenmektedir. Öte yandan , esas itibariyle ekonomik bir olgu olarak görülen küreselleşmeye, sosyologlar kültürel bir süreç olarak bakmaktadırlar. Sıkça değinildiği gibi dünya küçülmekte ama bütünleşmemektedir. Ekonomiler birbirine yaklaştıkça uluslar, kentler ve bölgeler birbirinden ayrılmaktadır. Küresel ekonomik bütünleşme süreci politik ve sosyal dağılmayı hızlandırmaktadır. Aile bağları kopmakta, yerleşik otoriteler sarsılmakta, yerel toplum bağları zorlanmaktadır. Uluslar da tıpkı hücreler gibi bölünerek çoğalmaktadır.

    Küreselleşme süreci hızlandıkça her biçimiyle yöreselliğin etkilerinin arttığı görülmektedir. Dünyanın her tarafındaki insanların büyük kısmı için bir yere bağlı olmak her zamanki kadar önem taşımaktadır. Kimlikleri bir yere bağlı olan ve başka bir yerde yaşamayı düşünemeyen bu insanlar yaşamak için belli bir toprağa ve kendilerini daha iyi hissetmek için kendi kültür ve dillerine dayanma ihtiyacı hissetmektedirler.

    Küreselleşmeyle beraber dünyada artan kutuplaşmalar ve oluşturulan birlikler , küreselleşmenin getirdiği sonuçlardan yalnız biridir.Nitekim, Birleşmiş Milletler 1945'te sadece 51 ülkeyle kurulmuştu. 1960 yılında 100,1984'te 159 ülkenin BM�e kayıtlı olduğu görülmektedir.1993 ortalarında ise, Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla birlikte üye sayısı184'e yükselmiştir.Başlangıçta Rusya�ya karşı kurulan NATO , küreselleşmeyle beraber şekil değiştirmiştir. Bu günlerde ise Rusya�nın da NATO ile flörtü sürmektedir.

    Sovyetler Birliğinin dağılmasının ardından dünyada askeri açıdan tek süper güç olarak ABD'nin kalmasına rağmen , ekonomik olarak üç süper gücün varlığından söz etmek mümkündür. Altın Üçgen ya da kısaca Üçlü olarak isimlendirilen bu güçler ABD, AB ve Japonya'dır. Söz konusu üç güç, dünya üzerindeki doğrudan dış yatırımlar ve uluslararası ticaretin büyük bölümüne hakimdirler. Bu üçlünün ilişkileri yakın coğrafyalarını da önemli ölçüde etkilemektedir. Nitekim, ABD; Kanada, Orta ve Güney Amerika ülkeleri, AB; Doğu Blok Ülkeleri ve Japonya da Pasifik bölgesindeki ülkelerle yakın ilişki içindedir. Doğudan dış yatırımlar; ticaret, mali kaynak akışı ve teknoloji transferi ile yakın ilişkisi nedeniyle iktisadi gelişme açısından önemli bir hale gelmiştir. Ancak, tüm gelişmekte olan ülkelerin üçlü gücün yatırımlarını çekmekte başarılı olduğu söylenemez. Bu yatırım fonlarının büyük bölümü çok uluslu işletmeler tarafından , en yakın komşu ülkeden başlayarak bölgesel iletişim ağları kurma amacıyla kullanılmaktadır. Nitekim, Meksika'daki toplam doğrudan dış yatırımların yüzde 61'i ABD kökenli işletmelerden gelirken , Güney Kore'nin doğrudan dış yatırımlarının yüzde 52 'si Japon firmalarınca sağlanmaktadır. 1990'ların başında gelişmekte olan ülkelere yapılan tüm yatırımların yarısından fazlası Brezilya, Çin, Hong Kong ,Meksika ve Singapur'a yapılmaktaydı. Bu durumun en önemli sebeplerinden biri , söz konusu ülkelerin üçlü güçle olan yakın ilişkileridir. II

    Dünyadaki değişim eğilimini gözlemlediğimizde globalleşme ile birlikte dikkati çeken bir diğer olgunun yerelleşmeolduğunu görüyoruz. Glokalleşme son zamanlarda yaygın olarak benimsenen ve kullanılan kavramlardan birisi. Glokalleşme, kısaca �uluslararası ilişkilerde global gerçeklerden hareket ederek global düşünmeyi, otarşizm yerine dışa açılmayı, dünya ekonomisi ile bütünleşmeyi; ülke içinde ise merkezi yönetim kanalıyla ekonomiyi ve siyaseti yönlendirme yerine yerel yönetimleri daha fazla güçlendirmeyi� ifade ediyor. Yerelleşmenin siyasal gücün tek elde toplanmasını önleyeceği ve böylece yerel demokrasiyi güçlendireceği ifade ediliyor. Desantralizasyon ya da adem-i merkeziyetçi yönetim kavramları yerelleşme ile aynı anlama geliyor. Yerelleşme, gerçekten de yerel demokrasiyi güçlendirmek için çok önem taşıyor. Yerel özerklik için yerel yönetimlerin merkezi yönetimlerin boyunduruğundan kurtarılmaları gerekiyor. Ancak yerelleşme bir taraftan, yerel halkın yönetime katılmasını sağlayarak demokrasiyi geliştirecek bir görevi yerine getirirken, öte taraftan yerel tiranlığı ve despotizmi de ortaya çıkarabilecek bir etki gösterebilir.

    Küreselleşme süreci içinde paradoksal bir çatışmayı bulunduran bir süreçtir. Ülkeler arasında da ülke içinde de , sektörler arasında da sektör içinde de kaybedenler ve kazananlar bu süreçte birlikte barınmaktadır. Küreselleşme sürecinden ülkeler, kurumlar , meslekler, ve kişiler açısından kazanan ve kaybedenler bulunmaktadır. Özellikle son dönemde küreselleşme sürecinin yarattığı toplumsal eşitsizliklere ilişkin önemli eleştiriler yapılmaktadır. Bunun yanında küreselleşme sürecinde kuralların konulmasında ve çözüm önerilerinin hayata geçirilmesine dair ciddi tartışmalar yapılmaktadır.

    Küreselleşme sürecinin hız kazanmasında enformasyon teknolojilerinin önemli bir rol oynadığını aşikardır. Özellikle 1970' li yıllarda hız kazanan enformasyon teknolojilerinin yükselişi ve kitle üretim ve tüketiminin krize girmesi üretimin yapısında ciddi dönüşümler yaşanmasını beraberinde getirdi. Bilgi ve hizmet işleri ve işçileri yaşanan süreçte önem kazanırken mavi yakalı işçiler, ve imalat işleri eski önemlerini kaybetmeye başladılar

    Bilgi ve enformasyon sektörlerinin öne çıkması sanayi toplumunun mavi yakalı işçisine olan talebi azaltmış ve belirli sektörler dışında firmalar küçülme yoluna gitmişlerdir. Aynı zamanda bu süreç beyaz yakalı bilgi işçisine olan talebi arttırırken milyonlarca mavi yakalı işçi istihdam sürecinin dışında kalmıştır. Yaşanan gelişmeler hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde işsizlik sorununu ortaya çıkarmıştır. Bilgi ve hizmet işlerinde çalışan son derece vasıflı, eğitimi , yaratıcılığı, yüksek bilgi işçileri bu dönüşümden kazançlı çıkan grubu oluşturmaktadır.

    Toffler işsizliğin artık niceliksel olmaktan çıktığını ve niteliksel olduğunu belirtmektedir. Yeni iş alanları açmakla işsizlerin sayısı azaltılamamaktadır, çünkü sorun artık sayı sorunu değildir. Toffler her işsize karşı on tane işçi aranıyor ilanı da çıksa , on milyon işçi aranırken ortada bir milyon işsiz de olsa , o bir milyon kişi , yeterli beceri ve bilgiye sahip olmadıkça , istenen işi yapamayacağını belirtmektedir. Beceriler artık öyle çeşitlidir ki ve öyle çabuk değişmektedir ki, işçilerin geçmişteki kadar ucuza değiştirilip yerine yenilerinin alınması düşünülemez. Para ve sayı artık sorunu çözemez hale gelmiştir.III Dolayısıyla hızlı değişen teknoloji ve yenilikler karşısında bunları kullanabilecek beceri ve bilgiye dayalı işçilerin önemi büyük önem kazanmaktadır.

    Son çeyrek yüzyılda istihdam ve sektörel yapıdaki dönüşüm, bilgi ve hizmet işlerinin öne çıkması sonucu sendikal yapıda da ciddi sorunlar yaşanmasına neden olmuştur. Küreselleşme sürecinde sendikal yapının gittikçe zayıfladığı görülmektedir. Toffler sendikaların daha çok zanaat veya seri üretime göre tasarlanmış oldukları için , ya tümüyle değişmeleri ya da süper-sembolik ekonomiye uygun yeni örgütlenme biçimlerinin düşünülmesinin şart olduğunu belirtiyor. Sendikaların devam edebilmesi için işçileri tek bir kitle olarak düşünmekten vazgeçip , tek tek bireyler olarak düşünmeye başlamaları gerekir.IV

    Sendikalar vasıfsız işçiler için aidiyet duygusu sağlamaktaydı. Sendikaların zayıflaması ve işsizlikteki artış işçilerin yeni aidiyet alanları arayışına yol açmıştır. Ayrıca işsiz kalmış ve yakın zamanda iş bulamayacak durumda olan büyük bir kitle için geleceğe yönelik güvensizlik ve belirsizlik artmıştır. Bozkurt, küreselleşme sürecinin en çok tartışılan sonuçlarından birisinin gittikçe artan belirsizlik ve güvensizlik olduğunu belirtmektedir. Bu sadece gelir düzeyi düşük gruplar arasında değil, orta sınıflar arasında da giderek yaygınlaşıyor.V Gittikçe artan belirsizlik ve güvensizlik kişilere aidiyet ve kimlik sağlama işlevi gören fundemantalist ve milliyetçi akımların güçlenmesini de beraberinde getirmektedir. Nitekim dünyada milliyetçi hareketlerin güçlenmesi , ırkçılık, dini hareketlerin artışı küreselleşme sürecinin ivme kazandığı gelişmelerdir. Küreselleşme sürecinde işsiz kalan veya gelecek belirsizliği ve ümitsizliği bulunan kesimler kendilerine parlak bir gelecek vaat eden büyük hayaller sunan söylemlere kolayca yönelebilmektedirler.

    Ekonomik küreselleşme gelir eşitsizliğini hem ülke içinde hem de ülkeler arasında dramatik olarak arttırmaktadır . Dünyanın zengin ülkelerinde yaşayan %20 üst gelir dilimiyle fakir ülkelerde yaşayan %20 lik alt kesim arasındaki gelir farkı 1960 yılında 30 kat iken bu oran 1997 'de 74 katına fırlamıştır. Dünyanın en zengin 200 insanı net kazancını 1994-1998 yılları arasında iki kat arttırarak 1 trilyon doların üstüne çıkarmışlardır. En zengin 3 milyarderin servetlerinin toplamı 600 milyondan fazla nüfusun yaşadığı az gelişmiş ülkelerin GDP' sinden daha fazladır.1970'den beri Amerika'da en üstteki %1 lik hane halkı ulusal gelirden aldığı payı iki kat artırmıştır. En üst %1 lik kesim halen alttaki %95 lik gruptan daha fazla zenginliğe sahiptir.

    Bilgi ve enformasyon teknolojilerinin rekabette üstünlüğü yarattığı bir dönemde , yeni enformasyon teknolojilerini yaratan ve kullanan ülke ve grupların gelişmiş ülkeler olması ülkeler arasındaki eşitsizliği daha da arttırmaktadır. Nitekim 2000 İnsani Kalkınma Raporuna göre internet dünyadaki en zengin %20'nin internet kullanımındaki oranı %93,3 iken en fakir %20 sinde bu oran %0.2 dir. Dolayısıyla yakın gelecekte de eşitsizliğin giderilmesine yönelik büyük bir umut yok gibidir. Eşitsizliğin artışı bir çok ülkede , 1998 Endonezya örneğinde olduğu gibi sosyal patlamaları ve huzursuzlukları da beraberinde getirmektedir. Aynı zamanda gelişmiş ülkeler arasında ticari blokların oluşması ve bölgeselleşme iddiaları bu bloklar dışında kalan az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin durumunu daha da güçleştirmektedir.

    Küreselleşmeye yöneltilen en büyük eleştirilerin ve yaşanan sorunların merkezinde çokuluslu sermayenin küreselleşme sürecinde kuralları koyduğu ve bu kurallar karşısında ulusal hükümetlerin politika oluşturmakta yetersiz kaldığıdır. Aynı zamanda enformasyon ağlarıyla finans piyasalarının birbirine bağlı olduğu bir küresel ekonomide uluslar üstü sermayenin çok kısa zamanda mevcut ülkeyi terk etmesi Rusya ve Asya krizlerinde görüldüğü gibi küresel krizlere neden olmaktadır.Dünya ihracatında önemli bir gücü elinde bulunduran küresel şirketlerin merkezi birkaç ülkede odaklanmaktadır.

    Uluslar arası sermayenin ve küresel şirketlerin kuralları belirlediği ve piyasaları biçimlendirdiği küresel ekonomide sosyal politikaların ve maliyetlerinin sorumluluğunu üstlenen çıkmamaktadır. Her ne pahasına olursa olsun ekonomik gelişme hedeflenirken , sosyal gelişmenin ve adaletin göz ardı edilmesi eşitsizlik, yoksulluk ve dışlanma sorunlarının uluslar arası boyut kazanmasını hızlandırmaktadır. Dolayısıyla eğitim ve sağlık alanlarında sorunlar yaşanmakta, doğanın tükenme hızı artmakta , çevre sorunları şiddetlenmekte, uluslararası çalışma standartları aşınmakta, gerçek ücretlerde gerilemeler gözlenmekte, çocuk işçi istihdamı artmakta , işten çıkarmalar yoğunlaşmakta, işsizlik sorunu yapısallaşmakta, sosyal huzursuzluklar ve şiddet artmaktadır.

    Yeni küresel elektronik ekonomide , fon yöneticileri, bankacılar, büyük şirketler ve onların yanı sıra milyonlarca bireysel yatırımcı , büyük miktarda sermayeyi tek bir tuşu tıklayarak dünyanın bir ucundan öbür ucuna aktarabiliyorlar. Ve bu hareketleriyle , Asya'daki olaylarda seyrettiğimiz üzere , kaya gibi sağlam görünen ekonomilerin tüm istikrarını bozabiliyorlar.VI Yaşanan krizlerin bir çoğu çokuluslu şirketlerin ve uluslarüstü sermayenin kendilerine daha cazip imkanlar ve ortamlar ortaya koyan ülke ve finans piyasalarına gitmesinden kaynaklanmaktadır. Uluslar üstü sermayeye yapılan kısıtlamalar ülkeden çokuluslu şirket ve sermeyenin kaçmasına neden olmaktadır.

    Mevcut kurumlar günümüzde finans piyasalarında yaşanan krizlere çözüm bulamamaktadırlar. Uluslar üstü sermayenin kontrol edilememesi ve tek tuşla bulunulan ülkeyi terk edebilme hareketliliğinin yüksekliği önümüzdeki dönemde tartışılacak en önemli konulardan birini oluşturacaktır. Çözüm olarak önerilen uluslar arası para hareketlerinin uluslar arası vergilendirmeyle kontrol altına alınması ve yabancı sermayeye belli koşullarda izin verilmesi gibi yöntemlerin uygulanabilirliği ülkeler arasındaki eşitsizlikler de dikkate alındığında mümkün gözükmemektedir. Küreselleşme süreciyle birlikte ulus devletin konumuna yönelik tartışmalarda şiddetlenmektedir.

    Dünyada bir globalleşmeden söz ederken Türkiye�nin konumu ve geleceği nasıl olur veya nasıl olacak diye bir soru sormamız gerekir. Globalleşen dünyada bir çok kutuplaşmalar ve çeşitli bloklar oluşmaktadır. Türkiye bu gibi yapılara entegre mi olmalı yoksa , otarşik bir yapıda mı bulunmalıdır? Bütün bu sorulara cevap vermek için ülkelerin politikalarına bakmamız gerekir. Örneğin ABD�nin politikası menfaat politikasıdır, eğer bir şeyden çıkar sağlıyorsa ya da faydalı görünüyorsa ABD, o ise girer. ABD için ülkesinin menfaatleri en yüksek seviyededir. Yeri geldiğinde en azılı düşmanıyla bile dost olabilir. Küreselleşme bir taraftan gelişmiş ülkeleri daha zengin yaparken diğer taraftan da fakir ülkeler daha fakir olmaktadır.Dünyanın giderek küresel bir yoksullaşmasından söz edilmektedir. Belli kurum ve devletler dünya ekonomisinin yarıya yakın payını alırken,diğer devletler daha azını almak zorunda kalıyor. Bu da küreselleşmenin devamında sekteye yol açmaktadır. Giderek küreselleşmeye karşı protestolar ve mitingler yapılmakta, yeni sosyal ve siyasal yapı biçimleri ortaya çıkmaktadır. Artık, küreselleşme taraftarları ve karşıtları diye belli gruplar var.

    Küreselleşme içinde Türkiye�ye baktığımızda etkin bir siyaset ve politikadan söz edemeyiz. Her ne kadar dünya küreselleşse de , her ne kadar ülkeler bir birine yakınlaşsa da, Türkiye etkin ve tavizsiz bir politika gütmedikten sonra ve daha da önemlisi iyi bir ekonomiye sahip olmadıktan sonra globalleşen dünyada herhangi bir söz hakkının bulunmayacağı çoğu tarafından bilinmektedir. Politikacılar da bunun bilincinde ve bundan dolayı AB�ye girmek için yoğun bir çapa harcamaktadırlar.Ayrıca küreselleşmenin getirdiği bir çok sorun da belirmektedir.

    Küyerelleşme ve ekolojik tehlike giderek önem kazanmakta, ulusal olan değersizleşmededir. İşte bu noktada bir ülke vatandaşından veya ulustan söz etmek de olanaksızlaşıyor. Artık, ülkeler politikalarını gözden geçirmekte ve baskıcı zihniyete sahip yönetimler yerini gederek demokratik yönetimlere bırakmaktadır. Bunda da etkin olan olgu ise küyerelleşmedir. Ülkeler içinde bir çok etnik unsurları barındırmaktadır ve bu topluluklar özerkliklerini isteme hakkına sahip olmaya başladılar küreselleşmeyle. Nitekim çoğu ülke politikaları da bu yönde bir politika gütmek zorunda kalmıştır. Bu çok kültürlülük siyasi doğruculuk ile ülke politikalarında güvence altına alınmaya çalışılmaktadır. Bu ABD�de totaliteryen bir yapıya dönüşürken, bizde ise başı boşluk söz konusudur.

    Küreselleşme postmodernizmin bir söylemi gibidir. Postmodernizmin söylemlerinde insana değer verilmekte, çoğulculuk önemsenmekte ve insanın topluma yabancılaşması hoş görülmemektedir ama, her zaman söylemler pratikte uygulanamamaktadır. Bildiğimiz gibi küreselleşme yeni bir kapitalizm oluşturmaktadır. Bu da yeni liberallerin politikalarından türemektedir. Fukuyama, dünyanın artık liberal ekonomi ve politikalara bağlı olacağını ve giderek liberal politikaların ülke politikalarını belirleyeceğinden söz etmektedir. Tabi ki bu da yeni bir kapitalizm oluşturacaktır.

    Bütün bu söylem ve beliren yapılara bakarsak, Türkiye için bir gelecek profili çizebilmek mümkün gözükmektedir. Türkiye�nin şu anki politikasına baktığımızda ABD yanlısı bir yanı var, bu da bize ileride Türkiye�nin de bu yeni liberal politikalara uyum sağlayacağı ve ülke içindeki sosyo-politik yapısını bu şekilde ayarlayacağı izlenimini bize vermektedir. Şunu da belirtmek gerekir ki, eğer Türkiye akıllı bir politika öne sürmezse yeni sosyo-ekonomik krizlere ulaşabilir. İlk önce Türkiye�nin yapması gereken; IMF�nin elinden kurtulması ve kendi sanayisini kurmasıdır. Yabancı sermayeden çok ülke vatandaşına güvenmeli, bir şey ortaya sunulurken vatandaşın fikri alınmalı ve daha doğrusu ülke içindeki çeşitli etnik kimliklere olanaklar sunulmalı,dışlanmamalı ve onlara demokrasinin gereği olan her türlü etkinliğe katılma imkanı sunulmalı. Bu ülke içinde yaşayan bütün vatandaşlara sunulması gereken haktır ayrıca. Örneğin; insanlar istediği sendika ya da sivil toplum kuruluşlarına üye olabilmelidir. Ama Türkiye�de bu, pek de mümkün değil, çünkü daha demokrasi kültürü, diyalojik demokrasi ve sivil itiraz gibi kavramlar gelişmemiştir. Hatta diyebiliriz ki, Türkiye�deki millet vekillerini çoğu bu kavramları dahi bilmemektedir. Bu gibi kavramları bilmeyenlerden nasıl böyle bir istekte bulunabiliriz ki? O zaman yapılması gereken politika yapanların bilgilenmesi ve değiştirilmesi gerekir. Bunu da yapacak olan halktır, halk da kendini yetiştirmeli ve sorumlu bir vatandaş olmalı, dahası hak ve özgürlüklerinin bilincinde olmalıdır.

    Özellikle son dönemde finans piyasalarında yaşanan ve etkileri global düzeyde görülen krizlerin engellenmesine yönelik olarak ciddi arayışlar söz konusu.Küresel düzeyde kuralların ve kurumların oluşturulmasında ciddi bir belirsizlik var. Bu konuda ulus devletler tek başlarına yetersiz kalmaktadır.Nitekim çokuluslu sermaye ulusal engellerle karşılaştığında kendisine çok daha cazip imkanlar sunan başka bir ülkeye çok hızlı bir şekilde gidebiliyor.

    Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumlar da Uluslar arası krizlere çözüm bulmada ve kuralları oluşturmada çok yetersiz kalmaktadır.Küresel bir yönetimin kurulması ve ülkelerin küresel düzeyde belli konularda işbirliği yapması küresel kuralların oluşturulmasında ve krizlerin çözümlenmesinde getirilen bir öneri ama, yakın bir dönemde küresel yönetimin etkin bir şekilde kurulması mümkün görünmemektedir. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki gelişmişlik farkı ve eşitsizliğin giderek artması ülkeler arasında küreselleşmeye tepkileri arttırmaktadır.

    Enformasyon teknolojilerini kullananların küreselleşme sürecinde avantaj kazanması ve bu teknolojilere ve alt yapıya sahip ülkelerin gelişmiş ülkeler olması aradaki gelişmişlik farkını açmaktadır. Küreselleşme sürecinde gelişmiş ülkelerde de az gelişmiş ülkelerde de bu sürece tepkiler yükselmekte ve içe kapanmaya yönelik sesler gelmektedir. Milliyetçi partilerin ve ırkçı hareketlerin yükselişine bu süreçte tanık olunmaktadır. Gelişmiş ülkelerden az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere yönelik olarak dolaylı ve doğrudan yardımların artması küresel huzursuzlukları azaltmada izlenebilecek bir yoldur. Ve bunun örnekleri de son dönemde sıkça görülmektedir. Buna rağmen özellikle bu süreçte hem sermaye hem de teknoloji ve insan gücü açısından çok geride bulunan bir çok Afrika ve üçüncü dünya ülkesinin durumu karamsar gözükmektedir.

    Sürekli öğrenme, ülke , kurum ve kuruluşlar açısından rekabette avantajın temel anahtarı olacaktır. Sendikalar geçmişten farklı olarak yeni işlevler yüklenmek zorunda kalacaklardır. Bilgi işçileri ve yeni ekonominin yükselişi sendikaların güç kaybının devam etmesine neden olacaktır. Sendikaların varlığını devam ettirebilmeleri amacıyla uluslar üstü sermaye gibi sendikalarında küresel gelişmeleri takip etme ve küresel düzeyde işbirliğine gitmeleri gerekmektedir.

    Enformasyon teknolojilerini kullananların küreselleşme sürecinde avantaj kazanması ve bu teknolojilere ve alt yapıya sahip ülkelerin gelişmiş ülkeler olması aradaki gelişmişlik farkını açmaktadır. Küreselleşme sürecinde gelişmiş ülkelerde de az gelişmiş ülkelerde de bu sürece tepkiler yükselmekte ve içe kapanmaya yönelik sesler gelmektedir. Milliyetçi partilerin ve ırkçı hareketlerin yükselişine bu süreçte tanık olunmaktadır. Gelişmiş ülkelerden az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere yönelik olarak dolaylı ve doğrudan yardımların artması küresel huzursuzlukları azaltmada izlenebilecek bir yoldur. Ve bunun örnekleri de son dönemde sıkça görülmektedir. Buna rağmen özellikle bu süreçte hem sermaye hem de teknoloji ve insan gücü açısından çok geride bulunan bir çok Afrika ve üçüncü dünya ülkesinin durumu karamsar gözükmektedir.



    katılıyorum


    Katılmıyorum.

    Üşenmedim okudum


    adam haklı


    şokta iyi şokta güzel oldu taam mı
    _____________________________




  • 
Sayfa: önceki 12
Sayfaya Git
Git
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.