Şimdi Ara

••••TÜRK ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ •••• (8. sayfa)

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
1.817
Cevap
16
Favori
434.104
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: önceki 678910
Sayfaya Git
Git
sonraki
Giriş
Mesaj
  • Bir zahmet eklermisin benide



  • Osmanlı'da Kadının Yeri

    Osmanlı... Kadını, erkeği ve çocuğuyla, padişahı ve dilencisiyle, okçusu ve hukukçusuyla yabancı bir tarihtir bize. Onu buzlu camların ardından seyr ede ede gözlerimiz bozulmuş olmalı ki, burnumuzun dibindeki bu engin ve dahi zengin tarihi küçülte küçülte bir hal olmuşuz. Kendimize benzetmişiz onu. Zannetmişiz ki, bugün ne isek, birkaç yüzyıl öncesinde de aşağı yukarı aynı şeydik, hatta daha da kötü vaziyetteydik. Temel varsayımımız değişmiyor ama: Biz ileri bir toplumuz, geçmiştekiler geriydi.

    Bir kere tarihi evrim geçiren bir süreç olarak kurguladığınız, yani ilerlemeci bir tarih algılayışına kapı açtığınız zaman gelecek, geçmişten mutlaka daha iyi olacak diye düşünmeye başlarsınız. Gariptir, hayvanlar âleminde bir evrim olduğuna inanmayan ve Darwinr;e ateş püsküren çevreler bile aynı evrim kanununu sosyal alanda geçerli ve gayet meşru sayarlar. Oysa ikisinin de çıkış noktası aynıdır: İnsanlık evrim geçirmektedir. Tek farkları, birisinin biyolojik, öbürünün sosyal olarak evrim geçirdiğimizi savunmasıdır. İlerleme kanunu, ikisinde de esas ve mutlaktır.

    Her neyse, burada evrimi tartışacak değilim. Maksadım, Osmanlı kadın tarihine bugün etrafımıza örülen zırhlar arasından bir pencere açmak. Duvar sağlam olunca korkarım bu açma işlemi biraz hasarlı olacak; ama deneyeceğim.

    Ronald Jenningsr17;in Kayseri, Kıbrıs ve Trabzon, İsrailli araştırmacı Haim Gerber in Bursa Şeriyye Sicilleri üzerinde, Yvonne J. Sengr17;in ise Üsküdar Tereke Defterleri üzerinde yaptığı çalışmalar Osmanlı kadın tarihinin karanlık bölgelerine güçlü birer ışık tutuyor.

    Mesela Jennings, Osmanlı mahkemelerinin kapısının, gayrimüslim kadınlar dahil bütün şikayetçilere açık olduğunun altını çiziyor ve kadınların nikâh, boşanma, mülkiyet hakları ve miras gibi konularda kendilerine adil davranılmadığını düşündükleri zaman sık sık mahkemelerin kapısını çaldıklarını ortaya koyuyor. Yani öyle pasif, köleleştirilmiş, bütün hayatı kocasının iki dudağı arasından çıkacak söze bağlı bir Osmanlı kadın tipi hayalden ibarettir. Hatta incelediği dönemde Kayserili kadınların yüzde 80;i bizzat mahkemeye gelmiş, ancak yüzde 20 si yerlerine vekil göndermiştir. En çarpıcı örneklerden birisi, babası tarafından zorla istemediği bir erkekle evlendirilmek istenen kızın Sipahi Mehmedr17;le değil, İbrahim Çelebir17;yle evlenmek istediğini kadıya söylemesi ve işin daha da tuhafı, mahkemenin kızı haklı görüp İbrahimr17;le evlenmesinin haklı olacağına karar vermesidir.

    Gerber, 16. yüzyıl Bursa mahkeme kayıtlarını incelediği zaman çok eşlilik konusunda Batır17;daki önyargıların ne kadar geçersiz olduklarını tespit etmiş. 1545-1659 dönemindeki 114 yıllık kayıtlar, erkeğin yüzde 92 sinin tek eşli olduğunu, iki eşli olanların oranının yüzde 7, üç eşli olanların ise yüzde 1 den daha az olduğunu göstermiş Gerberr e. Dilimize doladığımız 4 eşliliğe ise bu dönemde hiç rastlanmaması tesadüf olamaz herhalde!

    Sengr in Üsküdar la ilgili İngilizce doktora tezi ise Üsküdarlı kadınların 1521-1524 yıllarında şirketlere ortak olmaktan tutun da kredi vermeye kadar pek çok r16;erkek işir17;ne bulaştıklarını ortaya koyuyor. (Mafyaya bulaşmışlar mı, henüz bilmiyoruz!) 16. yüzyılda son derece aktif olan Üsküdarlı kadınlar, Osmanlı kadınlarının evlerinde mahpus hayatı yaşadıkları efsanesini bir kere daha gömüyorlar mitoloji mezarlığına. Tabii anlayana... (Bu bilgileri Metin Yükselr International Journal of Turkish Studiesr1;, cilt 11, No: 1-2r17;deki makalesinden derledim.)

    Söz Üsküdarr dan açılmışken bu defa Sengr17;in Üsküdarlı kadınlarının yüz yıl ilerisinde yaşamış bir kadın cerrahtan söz edelim;

    Salih binti Küpeli Hatun dan.

    Başbakanlık Osmanlı Arşivlerinde (Maliyeden Müdevver Defterler de) 1622 yılından (Genç Osman dönemi) itibaren rastladığımız bir dizi belge, bizi Üsküdarlı bir kadın cerrahla tanıştırmaktadır. Bu kadar belgenin peş peşe sıralanması da göstermektedir ki, devrin en ünlü ve başı en kalabalık fıtık cerrahı, Saliha Hatunr17;dur. Üstelik bir belgeden öğrendiğimize göre bu kadın, Kıptî, yani Çingener17;dir.

    Evet, aynı dönemde Avrupa şehirlerinden kovulan Çingeneler, üstelik kadınken Osmanlı Devleti nin başkentinin göbeğinde resmî olarak doktorluk yapıyor ve bunlar resmî kayıtlara geçiyor ve biz hâlâ Osmanlı kadınını köleleştirilmiş, eve kapatılmış, bütün hakları elinden alınmış gibi sunuyor ve bundan da garip bir haz duyuyoruz. İlerlemiş olduğumuzu nasıl ispat edeceğiz aksi halde? Onlar geri olarak sunulmalı ki, ileri olduğumuz anlaşılabilsin! Öyle değil mi?

    Velhasıl Saliha Hatun, Üsküdarr da kadın-erkek fark etmeden hastalarına hizmet veriyor, onlara şifa dağıtıyor, arı gibi çalışıyor. Üstelik de her hastasıyla bir sözleşme imzalamak ve tedavi ücretinin yarısından fazlasını peşin almak şartıyla. Saliha Hatunr17;un hastalarına bir şart daha koştuğunu görüyoruz. Hasta tedavi sırasında ölürse sorumluluğu kabul etmediğine ve hasta sahiplerinin herhangi bir sorgu sualine muhatap olmayacağına dair bir de belge düzenletiyor: Bunlardan birini paylaşayım sizinle (hasta konuşuyor):

    r0;Müddet-i medîd fıtık arızasına mübtela olup mur17;aleceye şiddet-i ihtiyacım olup mezbure hatunı maraz-ı mezkûra ilac eylemek içün 800 akçe ücret ile icar idüb ücret-i merkumeden 500 akçasını ber-vech-i peşin mester17;cire-i mersume hatuna ifa ve teslim idüp icare-i mezkureden 300 akçesi halen zimmetimde mezbure hatuna ait ve raci deynimdedir, bi-emrillahi teala mezbure hatunun mübaşereti sebebiyle maraz-ı mersumdan ifakat bulmayup helak olursam veresemden ve ahardan mezbure Saliha Hatunr17;u dem ü diyetime müteallik rencide idüp dava ve niza eylemesünler..

    Yani, uzun süredir fıtık illetine tutulmuştum, tedaviye şiddetle ihtiyacım vardı, Saliha Hatunr17;u bulup hastalığımı iyileştirmesi için 800 akçe ücretle tuttum, 500 akçesini peşin verdim, kalan 300 akçe de yanımdadır ve bu para da onundur. Allahr17;ın emri vaki olup da ameliyat masasından kalkamaz ve ölürsem varislerim ve onların çocukları bu kadına beni öldürdü diye diyet uygulatmaya kalkıp dava ve kavga meselesi yapmasınlar. Yani ben kendi rızamla doktorumun ellerine teslim oluyorum, sorumluluk tamamen bendedir.

    Bilindiği gibi bu uygulama, tehlikeli ameliyatlar için bugün de geçerlidir. Osmanlılar r16;rıza senedir diyorlardı buna. Bu senetlerden o kadar çok örnek var ki saymakla bitmez. Biter de yerimiz izin vermez. (Merak edenler, yakınlarda Biofarma Şirketi tarafından büyük bir özenle bastırılan r0;Osmanlılarda Sağlıkr1; adlı 2 cilt halinde bastırılan muhteşem kitaba başvurabilirler. Kitabı yayına sevgili dostum Coşkun Yılmaz ve Necdet Yılmaz hazırlamış. İçerisinde onlarca akademisyenin katkıları yanında, Saliha Hatunr17;unkiler de dahil olmak üzere Osmanlı sağlık hayatıyla ilgili 800 belge de yer alıyor.)

    Saliha Hatun gibi niceleri var ki, yaşamamış hükmündedir gözümüzde. Osmanlı kadınlarına yeniden nefes aldıracak ve asırlık yanılgılarımızı silip süpürecek belgeler arşivlerde, bizi bekliyor. Şimdilik konuşabiliriz. Onlar konuşmaya başlayınca biz susacağız nasıl olsa!



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Toyota SUPRA -- 7 Nisan 2008; 19:00:08 >




  • ekle benide
  • ok imzayi ekledim eklebeni kardess
  • hoşgeldiniz beyler
  • yeni arkadaşlar eklendi.
  • Plevne Marşı

  • beyler
    magnum_1453 klübe giremeyeceğini söyledi
    lütfen sizde ona msj atın burdanda birşeyler söyleyin geri gelsin onsuz klübün tadı çıkmıyor
  • quote:

    Orjinalden alıntı: _HURMACI_

    Plevne Marşı




    EYVALAH.

    ATALARIMIZIN RUHU ŞAD OLSUN




  • Osmanli Mehter Marsi Animasyonlu olarak çok güzel anlatılmış.




    @Jan!ssaRy

    Ben de şikayet ettim ve o kişinin banlanması için elimden geleni yapardım ama yine de kötü olmayalım.
  • sağolun yönetici kardes
    videolar çok güzel saolun
    bu da benden bir paylaşım;
    Faziletliydik: Kimsenin malına, mülküne göz dikmezdik. Kimsenin namusuna yan bakmazdık. Hırsızlık nedir bilmez, dilenciliği meslek edinmez, kimseyi de küçümsemezdik.



    Dürüsttük: Bir zamanlar, Londra Ticaret Odası'nın en görünür yerinde şu mealde bir tavsiye levhası asılıydı: "Türklerle alışveriş et, yanılmazsın."



    İtibarlıydık: Bir zamanlar, Hollanda Ticaret Odası'nın toplantılarında oylar eşit çıkınca, Osmanlılarla alışverişi olan tüccarın oyu iki sayılır, onun dediği olurdu.



    Temizdik: Yere bile tükürmezdik. Hatta, Osmanlı askeri teşkilatını Avrupa'ya tanıtmasıyla meşhur Comte de Marsigil, yere tükürmedikleri için atalarımızı şöyle eleştiriyor: "Türkler hiçbir zaman yere tükürmezler. Daima yutkunurlar. Bunun için de saçlarında sakallarında bir hararet olur ve zamanla saçları, kaşları, sakalları dökülür."



    Çevreciydik: Kurak günlerde ücretle adamlar tutup sokaktaki ulu ağaçları sulatır, göçmen kuşların yorgunluk atması için, saçak altlarına kuş sarayları yapardık. Bunlara öyle çok örnek var ki, saymakla bitmez.



    Harama el sürmezdik: Fransız müellif Motray, 1700'lerdeki halimizi şöyle anlatıyor: "Türk dükkânlarında hiçbir zaman tek meteliğim kaybolmamıştır. Ne zaman bir şey unutsam, hiç tanımadığım dükkâncılar, arkamdan adam koşturmuşlar, hatta birkaç kere Beyoğlu'ndaki ikametgâhıma kadar gelmişlerdir."



    Medeni idik: İngiliz sefiri Sir James Porter ise, 1740'ların Türkiye'si için şunları söylüyor: "Gerek İstanbul'da, gerekse imparatorluğun diğer şehirlerinde hüküm süren emniyet ve asayiş, hiçbir tereddüde imkân bırakmayacak şekilde ispat etmektedir ki, Türkler çok medeni insanlardır."



    Dosdoğruyduk: Fransız generallerden Comte de Bonneval ise, şu hükmü veriyor: "Haksızlık, murabahacılık [aşırı kâr koyma, tefecilik], inhisarcılık [tekelcilik] ve hırsızlık gibi suçlar, Türkler arasında meçhuldür... Öyle bir dürüstlük gösterirler ki, insan, çok defa Türklerin doğruluklarına hayran kalır."



    Hırsızlık nedir bilmezdik: Fransız müellif Dr. Brayer, 1830'ların İstanbul'unu getiriyor önümüze: "Evlerin kapısının şöyle böyle kapatıldığı ve dükkânların çoğunlukla umumî ahlâka itimaden açık bırakıldığı İstanbul'da her sene azami beş-altı hırsızlık vakası görülür."

    Ubicini, Dr. Brayer'i şöyle doğruluyor: "Bu muazzam payitahtta dükkâncılar, namaz saatlerinde dükkânlarını açık bırakıp camiye gittikleri ve geceleri evlerin kapısı basit bir mandalla kapatıldığı halde, senede dört hırsızlık vakası bile olmaz. Ahalisi sırf Hıristiyan olan Galata ile Beyoğlu'nda ise hırsızlık ve cinayet vakaları olmadan gün geçmez."



    Naziktik: Edmondo de Amicis isimli İtalyan gezgini, yine 1880'lerin "biz"ini anlatıyor bize: "İstanbul Türk halkı Avrupa'nın en nazik ve en kibar insanlarıdır. Sokakta kavga enderdir. Kahkaha sesi, nadirattan işitilir. O kadar müsamahakârdırlar ki; ibadet saatlerinde bile camilerini gezebilir, bizim kiliselerde gördüğünüz kolaylığın çok fazlasını görürsünüz."



    Cihana örnektik: Türkiye Seyahatnâmesi'yle meşhur Du Loir'un 1650'lerdeki hükmü şöyle: "Hiç şüphesiz ki, ahlâk bakımından Türk siyasetiyle medeni hayatı bütün cihana örnek olabilecek vaziyettedir."

    Şefkatimiz yalnızca insana yönelik değildi, hayvanları, hatta bitkileri bile kapsıyordu.



    Hayata karşı saygılıydık: Bu konuda dilerseniz Elisee Recus'u dinleyelim, bize 1880'lerdeki halimizi anlatsın: "Türklerdeki iyilik duygusu, hayvanları dahi kucaklamıştır. Birçok köyde eşekler haftada iki gün izinli sayılır... Türklerle Rumların karışık olarak yaşadığı köylerde ise, bir evin hangi tarafa ait olduğunu kolaylıkla anlayabilirsiniz. Eğer evin bacasında leylekler yuva yapmışsa, bilin ki o ev bir Türk evidir." (Küçük Asya, c. 9)



    Hayırseverdik: Comte de Marsigli'yi tekrar dinleyelim: "Yazın İstanbul'dan Sofya'ya giderken dağlardan anayol üzerine inmiş köylülerin, yolculara, bedava ayran dağıttıklarına şahit oldum."

    Aynı müellif, ceddimizin hayırseverlikte fazla ileri gittikleri kanaatindedir. Şöyle diyor: "Fakat şunu da ifade etmeliyim ki, bu dindarâne hareketlerinde biraz fazla ileri gitmektedirler. İyiliklerini yalnız insan cinsine hasretmekle kalmayıp, hayvanlara ve hatta bitkilere bile teşmil ederler."

    Bu tespiti, İslâm ve Türk düşmanı Avukat Guer misallendiriyor: "Türk şefkati, hayvanlara bile şamildir" dedikten sonra şu örneği zikrediyor: "Hayvanları beslemek için vakıflar ve ücretli adamları vardır. Bu adamlar, sokak başlarında sahipsiz köpeklere ve kedilere et dağıtırlar...

    Sokaktaki ağaçların kuraklıktan kurumasını önlemek için bir fakire para verip sulatacak kadar kaçık Müslümanlara bile rastlamak mümkündür..."

    "Kaçık"lığın kaynağını da veriyor adam:

    "Birçokları da sırf azad etmek için kuşbazlardan kuş satın alırlar.

    Bunu yapan bir Türk'e, bir gün, yaptığı işin neye yaradığını sordum.

    Küçümseyerek baktı ve şu cevabı verdi:

    'Allah'ın rızasını tahsile [kazanmaya] yarar.'"

    Ne dersiniz?

    Galiba, geçmişimizden uzaklaşmak, bize çok pahalıya patladı.

    İşte sorulmaya değer ve cevaplanması elzem olan soru:

    "Bizde, o zaman var olup da bugün olmayan nedir?

    Nasıl kaybettik?

    Nasıl buluruz?"

    işte düşündürücü bir soru bu soruya allah rızası için cevap verelim birbirimizden fikirler alıp kendimizi adam edelim
    LÜTFEN CEVAP VERİN




  • konu açıldığında osmanlı ve TÜRK tarih kulubü idi şimdi osmanlı tarihi olmuş.osmanlı ve TÜRK tarih kulubü diye konu açıyorsunuz 3,4 kişi haricinde TÜRK tarihinden örnek veren yok TÜRK tarihi 1071 den başlamaz veya sadece osmanlı demek değildir.Osmanlı dediğin, Türk tarihi denen engin denize dökülmüş olan nehirlerden sadece biridir .
  • ben de varım kardeş gurur duyuyorum..
  • hoşgeldin..
  • Kostaki Musurus Paşa



    19. yy dünya tarihinin şekillenmesinde çok önemli bir yere sahip olan Londra’da, otuz beş yıl gibi uzun bir süre Osmanlı Devleti’nin elçiliğini yapmış olan Kostaki Musurus’un, tarih araştırmacıları tarafından çok az bilinmesi, bu çalışmanın ortaya çıkarılması için gerekli teşviki ve merakı beraberinde getirmiştir. Kostaki Musurus’un ailesiyle ilgili yapılan araştırmalarda maalesef çok fazla detaya ulaşılamamıştır. Musurus’un Babası, 18.yy’da İstanbul’a göç etmiş Giritli bir tüccar olan Pavlaki Muzurus idi.[1] “Musuruslar” İstanbul’un önde gelen köklü ve varlıklı Fenerli Rum ailelerindendi.[2] Gerçek ismi ‘Kostaki’ olmakla beraber genellikle ailesinin ismi olan “Musurus”la tanındı.

    Kostaki Musurus, tarihi kesin olmamakla beraber İstanbul Arnavutköy’de 1814-1815 yıllarında doğmuştur.[3] Musurus’un nasıl bir eğitim aldığıyla ilgili kaynaklarda her ne kadar fazla malumat yoksa da bir süre Babıali Tercüme Odası’nda çalıştığı, özel hocalardan ders aldığı,[4] Rumca ve Fransızca’ya hakim olduğu bilinmektedir.[5] Kostaki Musurus’un diplomasi yolunda yükselmesine yol açacak olan ilk adımları kendisi hakkında yine çok az bilgiye sahip olduğumuz İstefanaki Vogorides sayesinde olmuştur. Vogorides aslen Bulgar olup Sisam Beyliği ve Eflak-Boğdan Voyvodalıkları kendisine tevcih edilmişti.[6] Tanzimat’ın hazırlayıcısı Mustafa Reşit’in de yakın arkadaşıydı. İşte buradan hareketle Musurus’un diplomaside yükselmesinin dinamiklerini de bulabiliyoruz. Çünkü Yeni Fenerli denilen Rumlar Osmanlı Devleti içerisinde elit bir tabakaydılar. Büyük ailelerden oluşan bu Fener aileleri evlilikler yoluyla genişlemişler siyasi ve sosyal nüfuz sahibi olmuşlardı.[7] Bunlar Mustafa Reşit Paşa’nın amaçladığı, farklılıkların Osmanlı paydasında bütünleştiği bir düşüncedeydiler. Yunan bağımsızlığına taraf olmayan bu Rumlar, temelde Osmanlı bütünlüğünü istemişlerdir.[8] Bu durum aslında Tanzimat Fermanı ile amaçlananların erken bir somut örneğiydi de.


    Sisam Adasındaki Hizmetleri

    Yukarıdaki bölümde belirtildiği üzere Fener Rum Aileleri arasında akrabalıklar bulunmaktaydı. Devlet-Toplum katmanlarında tabiatiyle birbirlerini kollamaktaydılar. Kostaki Musurus, İstefanaki Vogorides gibi dönemin ileri gelenlerinden birisi tarafından kollanarak, 1834 yılının Nisan ayında (H. Evâhir-i Zilkaade 1249), Sisam Adasına, kendisinin yerine vekalet etmek üzere Komiser göreviyle atandı.[9] Vogorides’in bu davranışı Sisamlıların Ada’nın ‘Bey’i olarak gönderilen İstefanaki Vogorides’i ve ardından Bey Vekili olarak gönderilen oğlu Gabriel Kristeviç’i kabul etmemelerinden kaynaklanıyordu.[10] Kostaki Musurus, Sisam Adasında ilk önce 1832 yılında Ada’ya yönelik Muhtariyet imtiyazlarını içeren fermanı[11] uygulamaya çalıştı; bunun ilk örneği olarak Sisam Genel Meclislerini topladı.[12]Ayrıca Osmanlı Devleti’nin Sisam’a yönelik verdiği ticari imtiyazları değerlendirmek suretiyle ada halkının sevgisini ve güvenini de kazanmaya çalıştı.[13] Sisam Adasında ayaklanmaları teşvik eden Kaptan İstemidiyadi ile bir hayli uğraşmak zorunda kalan Musurus, burada haksız yere vergi toplamakla suçlandı.[14] Aslında Musurus halktan zorla vergi almamış bilakis devletin zorunlu kıldığı 400.000 kuruş olan yıllık vergiyi toplamıştı.[15] Fakat vergilerin toplandığı sırada Sisam’da galeyana gelen bir kısım halk ellerinde silahlarla Musurus’tan vergilerini zorla geri almışlardı. Bu gelişmeler üzerine Osmanlı Devleti Ada vergisinin usulüne uygun olduğunu belirten ferman göndermiş ve vergi tekrar geri alınmıştı.[16] Musurus asiler yüzünden Sisam’da idari açıdan zor günler geçirdi. Burada çıkan a ayaklanmalarda Yunanistan’ın parmağı vardı.[17] Osmanlı Devleti Ada’da neler olduğunu öğrenmek için birkaç kez tahkikat memuru gönderdi.[18] Musurus’un Sisam’da halkın sevgisini kazanarak ayaklanma planlarını bozması asilerin çok zoruna gitti, hatta asiler katledilmesi için karar bile aldılar.[19] Netice itibariyle Kostaki Musurus, Sisam’daki bu ilk memuriyetinde iyi bir idare gerçekleştirerek halkın büyük beğenisini kazandı.[20] Sisam’daki bu hizmetleri Babıali tarafından da takdir edildi ve kendisine Sultan II. Mahmut tarafından 1837 tarihinde bir “Nişân-ı Âli” verildi.[21] Musurus bu başarılarına rağmen erken denilebilecek bir sürede görevden alınmıştır. Bunun nedeninin İstefanaki Vogorides’in asilerin bertaraf edilmesi üzerine kendi oğlu Gabriel Kristeviç’i göreve getirmek istemiş olabileceği düşünülmektedir. Musurus’un Sisam’dan kesin ayrılış tarihine vesikalarda tesadüf edilmemekle beraber 1835 yılının sonları ile 1836 yılının ilk ayları olduğu düşünülmektedir. Çünkü 1837 tarihinde verilen Nişan-ı Âli vesikasında kendisinden “sabık” olarak bahsedilmiştir.[22]


    Yunanistan Elçiliğindeki Hizmetleri

    Kostaki Musurus Sisam’daki ilk görevinden sonra İstanbul’a geldi ve bir müddet sonra 1839 yılında İstefanaki Vogorides’in ikinci kızı “Ana” ile evlendi.[23] Daha öncede belirtildiği gibi Fenerli Rum aileleri kendi içlerinde evlilikler yoluyla dışarıya kapalı ırsi bir üst tabakayı oluşturuyorlardı.[24] Ki bu üst tabaka fener aileleri hem iş alanında hem de devlet memuriyetlerinde birbirlerini gözetiyorlardı. Musurus’un evliliği işte böyle bir “sınıf oluşturma”nın ve gözetmenin örneklerinden biri olarak kabul edilebilir. Musurus’un, Vogorides’in kızıyla evlenmesi yüksek memuriyetlere hızla atanmasını beraberinde getirdi. Çünkü kayınpederi Vogorides, Tanzimat’ın mimarı Mustafa Reşit ile yakın arkadaştı. Mustafa Reşit ise Osmanlıcı bir düşüncede olan bu fenerlileri ulaşmak istediği mozaiğin en önemli parçalarından olarak görmekte ve kollamaktaydı. Bundan dolayı olsa gerek Musurus’u Yunanistan’a elçi olarak gönderdi. Musurus’un Atina’ya gönderilmesinin bunun dışında çeşitli nedenleri de vardır. Her ne kadar ilişkiler yumuşamışsa da, Yunanistan, Osmanlı coğrafyasında ayrılıkçı düşünceleri gizliden gizliye teşvik etmekte Osmanlı Devleti’nin tebaası arasında eşit davranmadığını iddia etmekteydi. Ayrıca Yunan bağımsızlığı sonrası müslümanların geride kalan malları meselesi de uzun zamandır çözüm bekliyordu. İşte bu nedenlerle Yunanistan’da elçi bulundurmak gerekli görülmüştü. Elçi olarak özellikle Musurus’un gönderilmesi ise Babıali’nin tebaası arasında eşit davrandığını gösterme gayreti olarak kabul edilebilir. Böylece Yunanistan’ın iddiaları çürütülmek istenilmişti. Musurus’un Yunanistan’a Maslahatgüzar olarak atandığına dair irade 15 Mart 1840 (10 Muharrem 1256) tarihinde çıktı. [25] Musurus’a Maslahatgüzarlık rütbesinin verilmesinden hemen birkaç gün sonra Kayınpederi Vogorides Maslahatgüzarlık rütbesiyle diplomat atamanın Osmanlı Devleti aleyhine olabilecek dezavantajlarını ortaya koyan bir yazıyı Babıali’ye sundu. Vogorides’e göre Maslahatgüzarlık rütbesiyle diplomat atamak Avrupa’da tatbik edilen usule uygun değildi.[26] Bu durum üzerine yapılan görüşmelerde rütbesinin Küçükelçiliğe yükseltilmesi uygun bulundu.[27] Musurus, bu şekilde yapılan bir düzenlemeden sonra aylık 6.000 kuruş maaşla 1840 yılı Mayıs ayı içerisinde Atina’ya atanmıştır.[28]

    Kostaki Musurus’un Atina’ya atanması Osmanlı-Yunanistan ilişkilerinde bir dönüm noktasıydı. Çünkü Musurus bir Rum idi ve atandığı yer ise Rumların merkeziydi. Bir Rum’un Osmanlı Devleti menfaatleri için gayret sarfetmesi ileri ki bölümlerde görüleceği üzere Yunanlıların düşmanlığını celb edecek ve ilişkiler gerginleşecekti. Musurus, Atina’da ilk iş olarak Müslümanların geride kalan mallarının geri iadesi ve tazminatlarının ödenmesi meseleleriyle uğraştı. Osmanlı Devleti vesikalarında Emlak-ı İslam olarak nitelendirilen bu mesele, İngiltere’yi Stratford Cannıng, Rusya’yı Apolinyar Pontiyaf, Fransa’yı Jan Edvar Baron Borinyo de Varen’in temsil ettiği Yunanistan’ın bağımsızlığına son noktayı koyan 22 Temmuz 1832 tarihli İstanbul Mukavelenamesinde belirtilmişti.[29] Buna göre Yunanistan’da kalan Müslümanların malları 18 aylık bir süre içerisinde piyasa değerlerine uygun olarak satılacak ve sahiplerine bedelleri ödenecekti. Fakat Musurus’un Atina’ya elçi atandığı 1840 yılına gelinene kadar Müslümanların malları satılmış olmasına rağmen bedelleri ödenmemişti. Bazı emlaklar ise Yunanlılar tarafından zorla gasp edilmişti. Osmanlı Devleti’nin göndermiş olduğu memurlar ve Yunan tarafının ilgisizliği meselenin çözülmesini geciktirmiş ve emlak sahipleri zor durumda kalmışlardı.[30] İşte bu sorunu bitirmek isteyen Musurus hemen teşebbüslerde bulunmaya başladı. Hatta Mustafa Reşit Paşa 17 Ocak 1842 tarihli bir yazısında bunu şöyle dile getirmişti: “Taraf-ı Devlet-i Aliyye’den mukaddemlerde füruht-ı emlâke me’mur bulunanlar bu hususa kat’a dikkat etmemişler iken Yunanistan’da olan Devlet-i Aliyye Sefiri Kostaki bendeleri doğrusu bu hususu meydana çıkarub iddia eylediğinde...”.[31] Musurus, Emlak-ı İslam meselesinin çözülmesi için 1832 Antlaşmasına imza koyan devletlerin aracı olmasını istedi. Bunun üzerine dönemin İngiltere, Fransa ve Rusya Elçileri tarafından Yunanistan’a ortak bir nota verilerek çözümden yana tavır koyması istendi.[32] Yunanistan bu gelişme üzerine tavrını yumuşatmış 1841 yılına gelinene kadar Yunanistan dahilinde emlakları alınmış olanların bir listesini çıkartmıştır.[33] Listenin çıkarılmasında büyük emeği olan Musurus’un gayretleriyle Yunanistan toplam 8.796.100 kuruş olan dokuz yıllık tazminatları ödemeyi kabul etmiştir. Daha sonraki dönemlerde bu mesele bir hayli uzamış ve Yunan Kralı tazminatların %8 faiz ile ödenmesini de kabul etti.[34]

    Kostaki Musurus’un Atina Elçiliği döneminde ilgilendiği diğer bir konu ise İpsara Adası’yla diğer ada firarilerinin Yunan Meclisine girmelerini engellemeye çalışmak olmuştu. İpsara Adası, Ege Denizinde bulunan küçük bir ada idi. İdari olarak Sakız Adasına bağlıydı. İpsaralılar Sakız Adalılarla beraber 1821 yılı Yunan Ayaklanmalarına katılmışlardı. Bu dönemlerden itibaren Yunanistan’da politika ve ticarete atılmışlardı. Hatta Osmanlı vatandaşı olmalarına rağmen Yunan Meclislerine “Vekil” olarak bile girmişlerdi.[35] Yunanistan bağımsızlığını kazandıktan sonra da uluslararası hukuka aykırı olarak İpsaralılara vekil olma imtiyazını tanıyan bir tasarı hazırlamıştı. Musurus bu tasarıyı, Osmanlı Devleti menfaatlerinin aleyhine yorumladı ve geri alınması için faaliyetlerde bulunmaya başladı. Musurus’un düşüncesine göre şayet bu tasarı kabul edilirse diğer firarilere de örnek teşkil edecekti. [36] Tasarının Yunan Meclisinde kabul edilmesi üzerine Yunanistan protesto edildi.[37] Protestoya rağmen Yunanistan bu meseledeki tavrını değiştirmedi hatta tasarı diğer firarileri de kapsayacak biçimde genişletildi.[38] Yunanistan protestonun biraz olsun etkisiyle seçim kanununda değişiklik yaparak firarilerin bir mahalde toplanmasını ve vekil seçmek için en az üç bin nüfusa sahip olunmasını kararlaştırdı. Aslında bu durum Osmanlı Devleti açısından daha da tehlikeli sonuçları doğurabilirdi. Çünkü firariler gerekli nüfusa erişmek için Osmanlı’nın elindeki bölgelerden yandaşlarını kendilerine katılmaya davet edebilirler; bunun sonucu olarak Osmanlı Devleti topraklarında asayişsizlik doğabilirdi. Ayrıca en önemlisi firariler Yunan Meclisine Osmanlı egemenliğindeki yerler adına katılacaklardı, ki bu yeni durum buraların elden çıkmasına yol açabilecekti.[39]İpsaralılarla beraber Selanik, Tırhala, Girit ve diğer bölgelerden firarilerin Yunan Meclisine girmeleri[40] üzerine Yunanistan ikinci defa protesto edildi. Musurus firarilere tanınan bu imtiyazların altında Yunanistan’ın başka amaçlarının olduğunu söylemekteydi.[41] Yunanistan’ın protesto edilmesiyle beraber Osmanlı Elçilerinin İngiltere ve diğer Avrupa devletlerindeki diplomasi faaliyetleri de yoğunlaştı ve Yunanistan maddeyi anayasadan geri çekmek zorunda kaldı.[42] Daha sonra ise İngiltere’nin devreye girmesiyle firarilerin doğdukları bölge isimlerini kullanmadan Yunan Meclisine girmeleri kabul edildi.[43] Kostaki Musurus, Atina’da Osmanlı Devleti lehinde gazetelerde haber yayımlatmak içinde faaliyetlerde bulundu. Bu amaçla 1846 yılında 4.000 kuruş ve 1847 yılında 6.000 kuruş kendisine hemen gönderildi.[44] Ayrıca bu sıralarda rütbesi de Küçükelçilikten Ortaelçiliğe terfi ettirilmiştir.[45] Musurus Yunanistan’da bulunduğu süre içerisinde Osmanlı Devleti’ni bir hayli uğraştıran Eterya Cemiyeti ile ilgili olarak da çalışmalarda bulunmuştur. Hatta cemiyetin üyelerinden biri, rüşvet karşılığı kendisine cemiyetin amaç ve faaliyetleri hakkında bilgi sızdırıyordu.[46] Cemiyetin bu çalışmalarıyla ilgili olarak büyük devlet elçileri nezdinde de teşebbüslerde bulunan Musurus, gelişmeleri Babıali’ye haber etti, ve Yunanistan’ın büyük devletler tarafından uyarılmasını istedi.[47]

    Musurus Yunanistan’da bulunduğu süre içerisinde diplomatik açıdan en zorlu yıllarını 1846-1848 yıllarında yaşamıştır. Musurus’un bir Rum olarak Osmanlı Devleti bütünlüğünden ve menfaatlerinden yana sert tavır koyması Yunanistan’da tepkilere yol açtı. Gerek Eterya Cemiyeti gerekse diğer fırkalar arasında hızlı bir şekilde Kostaki Musurus düşmanlığı yayılmaktaydı. Hatta bir defasında Yunan Bakan Kolti meclisteki konuşmasında Musurus’u açıkça hedef gösteren sözler bile sarfetti. Bundan cesaret alan Zefir Gazetesi de Musurus’un katledilmesi gerektiği hakkında haber yaptı.[48] Bu ortamda başka ciddi bir problem daha ortaya çıktı. Daha önceden Tırhala, Selanik ve Girit ayaklanmalarında rol almış olan Albay Karatassos Yunanistan’a dönmüş ve Yaver-i Harb olmuştu.

    Karatassos bir sabah erkenden Osmanlı Elçiliğine gelip Pasaportunun vize edilmesini istedi. O esnada Sefaret Katibi kendisine Musurus’un uyumakta olduğunu bir saat sonra gelmesi gerektiğini söyledi. Karatassos ise vize konusunda çok ısrarlı davranmaktaydı. Durum Musurus’a haber verildi. Musurus bu şahsın Osmanlı Devleti aleyhine olan faaliyetlerini bildiğinden pasaportunu kendi inisiyatifiyle vize etmekten kaçındı. Çünkü Osmanlı aleyhine faaliyetlerde bulunmuş birine verilecek vize diğer şahıslara da örnek olabilirdi. Bu yüzden durumu Babıali’ye bildireceğini belirtmişti.[49] Babıali bunun üzerine Musurus’a gönderdiği talimatta Osmanlı Devleti aleyhinde çalışanlara vize verilmemesini bildirdi. Musurus bu şekilde bir talimata rağmen sırf Karatasso’nun rütbesinden dolayı kendisine vize verilmesi için Babıali’den özel izin isteyeceğini ve beklemesi gerektiğini söyledi.[50] Bu meselenin hemen ertesi günü 17 Ocak 1847’de Saray’da tüm diğer devlet elçilerinin de bulunduğu bir balo tertip edilmişti. Yunan Kralı, elçilere ‘Hoşgeldiniz’ merasiminde bulunduğu esnada sıra Musurus’a geldiğinde Karatasso’ya vize verilmemesine tepkiyle şöyle dedi: “ Mösyö, Yunan Kralı kendisine ibraz eylediğiniz hürmet ve riayetten ziyade hürmete şayan idüğü memûlûnde idim”. Musurus kendisine herkesin gözü önünde yapılan bu tahkir üzerine hemen Başbakan Kolti ile görüştü. Kolti’de Musurus’a pasaportun vize edilmesi gerektiğini söyledi. Musurus ise rütbesi ne olursa olsun devletinin talimatı dışına çıkamayacağını ifade ederek vize veremediğini söyledi.[51] Babıali Musurus’a yapılan bu durumu haber alınca, Yunanistan’a elçisinden özür dilenmesi gerektiğini bildiren bir ültimatom verdi. Şayet Yunanistan bu isteği reddederse Musurus yerine Konsolos bırakarak maiyyeti ile beraber İstanbul’a dönecekti. Yunanistan’ın tarziye talebini yerine getirmemesi üzerine Musurus ve elçilik çalışanları Ereğli Vapuru ile İstanbul’a getirildi.[52] Bu gelişmeler üzerine olay giderek büyüdü. Osmanlı Devleti ilişkilerin kesilmesi üzerine sınırlarda asayişe dikkat edilmesi gerektiğini bildiren emirler gönderdi.[53] Musurus’tan Tarziye dilenmesi Babıali için bir prestij meselesi halini almıştı. Bu nedenle 12 Mayıs 1847’de Meclis-i Has toplandı ve Yunanistan’a yeni bir ültimatom verilmesi kararı alındı. Ültimatomda Yunanistan’ın Kostaki Musurus’tan özür dilemesi gerektiği tekrarlanarak şayet bu gerçekleşmezse alınan beş maddelik kararların lüzumu üzerine uygulanacağı belirtildi. Bu amaçla ilk aşamada Yunan Konsoloslarla irtibatın kesilerek gönderilmeleriyle Yunan Gemilerinin liman ticaretinin engellenmesi tedbirleri uygulanmaya konuldu. [54] Yunan Kralı bu ültimatoma karşılık özür dilemektense “tahtı ve tacımı bırakırım” diye cevap verdi.[55] Fakat daha sonra Rusya’nın araya girmesiyle Yunan Kralı 20 Aralık 1847 tarihinde Musurus’tan özür diledi.[56] Yunanistan’ın uluslararası hâl alan tarziye meselesine muvafakat etmesiyle Musurus’un Atina’ya tekrar gönderilmesi konusu gündeme geldi. Fakat bu konuda Avusturya Elçisi endişeli idi. O’na göre Musurus’un Yunanistan’a tekrar atanması aynı sorunları bir kez daha doğurabilirdi. Bu yüzden Musurus yerine başka biri atanmalıydı.[57] Diğer devlet elçilerinin de bu konuda endişeleri vardı. Fakat Babıali özellikle Musurus’ta ısrarlı davrandı ve bu konuda istediğini gerçekleştirdi. Kostaki Musurus bunun üzerine 5 Şubat 1848 tarihinde Atina’ya döndü.[58]

    Osmanlı Devleti bu şekilde diplomatik bir zafer kazanmış olmanın gururunu yaşamaktaydı. Rum olan elçisi yine Rumların merkezi olan bir devlette Tanzimat ve Osmanlıcılığın en güzel örneğini ortaya koymuştu. Bu durum Osmanlının eşit davranmadığı hakkında iddialara en iyi cevaptı. Yunan Hükümetinin özür dilemesiyle Musurus’un Yunanistan’a tekrar gönderilmesi Yunan kamuoyunda hiç iyi karşılanmamıştı. Çünkü muhalifler kendi etnik ve dinlerinden birinin Osmanlı Devleti lehine çalışmasını ve prestij kayıplarını içlerine sindiremiyorlardı. Bu nedenle Yunanistan’da Musurus aleyhine daha sert bir hava oluşmaya başlamıştı bile. Yunan Hükümeti, o esnada Yunanistan’da çıkan huzursuzlukları Musurus’un teşvik ettiği yönünde iddialar öne sürmekteydi. Bu durum Musurus’u muhaliflerin hedefi haline getirdi. Musurus, kendisinin hedef gösterilmesini Hariciye Nezareti nezdinde protesto etti. Bu gelişme üzerine Yunan Hükümeti, kendisinin can güvenliği için dört jandarma görevlendirdi.[59] Fakat alınan bu önlemlere rağmen Musurus suikasta uğradı. Sefaret Katiplerinin hizmetinde çalışan Nikola adında biri 19 Ağustos 1848 yılında suikasta teşebbüs etti. Nikola, Musurus elçiliğin yazı odasında otururken içeriye pasaport imzalamak amacıyla girdi ve elindeki kağıtları atarak gizlemiş olduğu silahla Musurus’a beş el ateş etti. Ateş ettikten hemen sonra dışarı kaçan Nikola, “Zalimi idam eyledim” diye sokaklarda sevinç naraları atmıştı. Musurus bu suikastı kurşun parçalarının sadece sağ koluna isabet etmesiyle neticelenen sakatlık şeklinde hafif atlattı.[60] Osmanlı Devleti suikastçı Nikola’yı kendi vatandaşı olduğundan 21 Eylül 1848 tarihinde Yunan Hükümetinden istedi;[61] fakat ilk başlarda olumsuz cevap aldı. Neticede diğer devletlerin araya girmeleri ve baskısıyla[62] Yunanistan, Nikola’yı 27 Haziran 1849 yılında Osmanlı Devleti’ne teslim etti.[63] Belgenin tarihinden de anlaşıldığı üzere Osmanlı Devleti Musurus’un o tarihte Viyana Elçiliğinde bulunmasına rağmen işin takipçisi olmuştu.

    Kostaki Musurus’un yukarıda verilen Yunanistan Elçiliği döneminde Osmanlı Devleti için çok önemli faaliyetlerde bulunduğu görülmektedir. Musurus’un özellikle Atina’ya atanması imparatorluğun büyük bir nüfusunu oluşturan Rumları etkilemeye yönelikti. Böylece tebaası arasında Tanzimat Fermanı’nın bir pratiği olarak eşit davrandığını göstermeye çalışmıştı. Fakat Musurus’un Yunanistan’da Osmanlı Devleti lehine faaliyetleri can güvenliğini bile tehlikeye sokmuştu. Babıali Tanzimatçı bir elçisini kaybetmek istemediğinden Kostaki Musurus’un başka bir yerde görevlendirilmesini uygun gördü. İşte bu nedenle Kostaki Musurus 12 Ekim 1848 tarihinde Atina elçiliğinden alındı.[64]

    Viyana Elçiliği
    Kostaki Musurus, Atina elçiliğinden alındıktan sonra 25 Ekim 1848 tarihinde Viyana Elçiliği’ne memur kılındı.[65] Aslında Musurus hakkında daha Atina Elçiliğinde iken 6 Ekim 1848 tarihinde Avrupa’da ortaya çıkan “mesâil-i mühimmeden” dolayı Viyana’ya geçici “Ortaelçi” olarak gönderilmesine dair irade sadır olmuştu.[66] Viyana Elçiliği, Musurus’un küçük Yunanistan’dan büyük Avrupa diplomasisine geçiş yaptığı önemli bir dönemeçtir. Viyana Elçiliği sırasında Kostaki Musurus’u diplomasi hayatında biraz daha ön plana çıkaran gelişme, Macar Mültecileri meselesi idi. Fransa’da ortaya çıkan 1848 İhtilalleri, daha Musurus Viyana’ya varmadan Avusturya-Macaristan’ı sarsmıştı. Avusturya Krallığının bir Hırvat’ı Macaristan’a başkomutan olarak ataması üzerine Macarlar ayaklanmıştı. Bu esnada Avusturya Kralı olan Fransuva-Josef ayaklanmalar üzerine Macaristan’ı ilhak ettiğini duyurdu. Buna karşın Macarlarda bağımsızlıklarını ilan etmişlerdi; bu gelişme üzerine iki taraf arasında çatışmalar başlamıştı. Avusturya Kralı Rusya’dan yardım istemiş ve çok geçmeden elde etmişti. Bu gelişme üzerine Macarlar yenilmiş ve kaçmaya başlamışlardı. İşte bu esnada bir çoğu Osmanlı Devleti sınırlarına girerek sığınma talep etmişlerdi.[67] Tahminen 3000 kadar mülteci[68] Osmanlı Devleti’ni Rusya ve Avusturya ile karşı karşıya getirmişti.[69] Çünkü bu devletler firarilerin kendilerine verilmesini istemişlerdi. Osmanlı Devleti başta Reşit Paşa olmak üzere bu iadeye dini nedenlerle karşı çıkmıştı. Osmanlı’nın bu sert tavrı almasının arkasında ise Cevdet Paşa’nın belirttiğine göre İngiliz desteği yatıyordu.[70] Başta İngiltere olmak üzere Avrupa kamuoyu ve diğer devletler Osmanlı Devleti’ni destekliyorlardı. Neticede 1849 yılının Kasım ayı başlarında Avusturya ve Rusya geri adım attı ve Musurus’un da teklifi ile mültecilerin Kütahya’da iskan edilmesi önerisini kabul ettiler.[71] Mülteciler Meselesinde Osmanlı Devleti’nin bu tavrı özellikle Avrupa kamuoyunu çok etkiledi. Paris ve Londra sokaklarında bir Türk görülse “Yaşasın Türkler” diye tezahüratta bulunulurdu.[72] Osmanlı Devleti’nin Musurus’un teklifi ile sahipsiz mültecileri Kütahya’da yerleştirmesi, Kırım Savaşında Rusya’ya karşı Osmanlı Devleti’nin Avrupa desteğini almasının duygusal nedenlerini oluşturmuştu.[73] Musurus’un Viyana Elçiliğinde uluslararası bir konuda kilit bir görev üstlenmesi muhaliflerinin artmasına da yol açmıştı. Bunların en başında ise Avusturya Prensi Schwarzenberg gelmekteydi. Sinan Kuneralp’in makalesinde belirttiğine göre Prensin talebi ile Musurus Viyana elçiliğinden alınmıştı.[74] Musurus’un sadece Prensin isteği doğrultusunda görevden alınmadığı düşünülmektedir. Zira Musurus’un Viyana Elçiliğine atandığını bildiren İrade de[75] “muvakkat” kaydının olmasının görevden alınmasında etkili olduğu düşünülmektedir. Musurus 13 Eylül 1850 tarihinde[76] görevden alındıktan sonra İstanbul’a daha dönmeden kendisine başka bir görev verildi. Sardunya’da yeni Kral Viktor Emanuel tahta çıkmış fakat Osmanlı Devleti tarafından hala tebrik edilmemişti.[77] İstanbul’dan Sardunya’ya hususi bir memur göndermek çok masraflıydı. Bu yüzden Musurus’a, dönüş harcırahı olan on bin florin’e ilave olarak otuz bin kuruş daha verildi; ve beraberinde Başserkatibi biraderi Pavlaki ile oradan Sardunya’ya geçmesi sağlandı.[78] Sardunya Kralı tahta çıkışını tebrik için gelen Musurus’a “Sen Moris” ve “Lazar” nişanları rütbesiyle kendisinin resminin işlenmiş olduğu bir tütün tabakasını hediye etti.[79]

    İngiltere Elçiliği
    Kostaki Musurus’un Londra Elçiliğine atanması İngiltere’de düzenlenecek uluslararası bir serginin hemen öncesine rastlar. Babıali, İngiltere’de Prusya ve Rusya İmparatorları ile önemli devlet adamlarının katılacakları sergiyi iyi ilişkilerini geliştirmek için kaçırılmaz bir fırsat telakki etmişti. İşte bu iyi ilişkilerde bulunmaya “tam ehil” kişi ise Kostaki Musurus’tu. Musurus 23 Mart 1851 tarihinde Kıbrıslı Mehmet Emin Paşa yerine Londra Elçiliğine dört beş aylık bir süre için tayin edildi. Mehmet Emin Paşa Londra’da Büyükelçi rütbesinde idi. Musurus’un nasıl bir rütbe ile atanacağı bu yüzden tartışılmıştı. Bulunan çözüm ise İngiltere’nin Büyükelçilerini geçici süreliğine merkeze alırken yerlerine Ortaelçi bırakması uygulamasıydı.[80] İşte Babıali’de aynen bunu yaptı ve Musurus’un Ortaelçi rütbesiyle gönderilmesini kabul etti.[81] Beraberinde ise Tahrirat-ı Hariciye Odasından Ziya Bey Başserkatibi, İstefanaki Bey’in oğlu Yanko ise Sefaret Müsteşarı unvanlarıyla görevlendirildiler.[82] Musurus ve beraberindeki heyet İngiltere’de büyük bir ilgi ile karşılandılar. Kraliçe sergiye gönderilen Osmanlı mallarına bakmış ve Feyz-i Bahri vapurunu izlemişti.[83] Musurus’un 19.yy’lın dünya siyasetine yön veren İngiltere’ye atanması sıradan bir memuriyet değildi. Kabiliyeti ve diplomasi alanındaki tecrübelerini kullanarak İngiltere’de bulunduğu 35 yıllık elçiliği içerisinde çok önemli vazifeler üstlendi. 1850 yılından 1885’e doğru gidersek Osmanlı Devleti’nin bu devrede en çok İngiltere ile ilişkilerde bulunduğu görülmektedir. Bu, ya doğrudan İngiltere ile ilgili meselelerden kaynaklanmaktaydı ya da denge ve dost devlet siyasetinin merkezi İngiltere’nin aracılığının istenmesiyle olmaktaydı. 1854 yılına gelindiğinde dost devlet İngiltere rolü daha da önem kazandı; çünkü Rusya gerçekte Osmanlı Devleti’ni parçalamak görünürde kutsal yerler meselesinden dolayı savaş ilan etti. Bu durumda Rusya’yı durdurabilecek denge devlet İngiltere’ydi. Osmanlı Devleti, büyük devletlerin Viyana Notasını kabul etmeyerek durumu İngiltere’de bulunan Musurus’a bildirdi. Musurus, Lord Klarandon ile görüşerek İngiltere’nin desteğini almaya çalıştı.[84] Hatta bu esnada Osmanlı’nın Viyana Notasını değiştirme isteğini “çirkin bir hareket” olarak niteleyen Times Gazetesi, Musurus’un teşvik ve baskıları ile bir ilave neşrederek hatasını affettirmeye çalıştı. Bu amaçla Osmanlı Devleti’nin Musurus’a göndermiş olduğu resmi cevabı gazete aynen yayımladı.[85] Zaten Musurus 1853 yılından beri İngiltere’de gazetelerde Osmanlı Devleti lehine haberler çıkarmak için faaliyetlerde bulunmaktaydı.[86] Musurus, Sinop faciasından sonra faaliyetlerini yoğunlaştırdı. Lord Klarandon faciadan dolayı çok üzgün ve bitkindi; şimdilik iki donanmanın yardım edeceğini beyan etmişti.[87] İngiltere’nin doğu sömürge yolları Rus tehdidine girmek üzereydi. Musurus, Kırım’a yönelik bir hareketin Rusları durduracağı düşüncesindeydi. Osmanlı Devleti’ne yardıma gelen Fransa ve İngiltere askerlerinin nasıl bir statüye sahip olacaklarını anlaşmaya bağlamaya çalıştı. Osmanlı’ya yapılacak yardımların karşılığında ıslahat taleplerinin olacağı hakkında İstanbul’a yazılar gönderdi.[88] Neticede Kırım Savaşı müttefik kuvvetlerle beraber kazanıldı. Musurus, zaferi kutlamak için kraliçenin de katıldığı bir balo düzenledi; balonun masrafları 10.790 akçeydi .[89]

    Kırım Savaşı’yla maliyesi büyük darbe alan Osmanlı Devleti dış borç almak zorundaydı. Bu amaçla Londra’da bulunan Kostaki Musurus’a 28 Ocak 1854 tarihinde beş milyon lira istikrazında bulunabilmesi için gerekli yetki verildi.[90] Kendisine bu konuda yardımcı olacak diğer bir yetkili ise Londra Başşehbenderi Edward Zührab’dı.[91] Musurus yaptığı girişimler sonucu Banker Rothschild’den Osmanlı Devleti adına beş milyon frank borç aldı. Borç alımında Lord Klarandon da aracı oldu. Alınan bu para yalnız Kırım Savaşının masraflarına harcanacaktı. Musurus bu şartı iptal ettirmeye çalışmışsa da başarılı olamadı.[92] Musurus’un Osmanlı’nın darboğazda olduğu bir anda aldığı bu borç İstanbul’da sevinçle karşılandı. Yapmış olduğu hizmetlerinden ve özellikle istikraz konusundaki çalışmalarından dolayı rütbesi “rütbe-i evvel sınıfı sanisinden sınıf-ı evvele” yükseltilerek ikinci rütbeden bir kıt’a nişan-ı ali verildi.[93] Musurus sonraki dönemlerde de yapılan istikrazlarda hizmetlerinden dolayı ödüllendirilmiştir. Örneğin 1862 yılı istikrazında ki çalışmalarından dolayı kendisine Nişan-ı ali Osmani’nin ikinci rütbesi verildi. Hatta bununla da yetinilmeyerek kendisine Tırhala’da bulunan ve yıllık altmış bin kuruş geliri olan çiftliklerden bir veya iki tanesinin verilmesi kararlaştırıldı.[94]

    Musurus’un gerek Kırım Savaşındaki rolü gerekse ve bilhassa İstikraz konusundaki çalışmaları rütbesinin yükseltilmesini bir kez daha gündeme getirdi. Fakat bu kez Osmanlı tarihinde bir ilk oldu ve Osmanlı Devleti ilk defa bir gayrimüslim devlet adamına “Büyükelçi” rütbesini verdi. Bunun geri planında yatan neden, yukarıda belirtilen hizmetleriyle iyice kuvvetlendirdiği sadakati vardı; ki bunun diğer adı Osmanlılıktı.[95] Osmanlılık, Tanzimat Fermanı ile sistemli hale getirilen reform programının bir parçasıydı. Bu düşünce imparatorluğun tebaasının ve bilhassa gayrimüslimlerin kendilerini -din ve etnik kimliklerinin üstünde- olarak ‘Osmanlı’ adı verilen ortak paydada görmelerini esas almaktaydı. İşte Musurus’a Büyükelçilik rütbesinin verilmesi, tebaanın devlette eşit şartlara ve imkanlara sahip olduğunu göstermesi açısından önemliydi. Bu rütbenin verilmesinin başka nedenleri de vardı. Özellikle müttefik İngiltere’nin gönlünün hoş tutulması bunların başında gelir. Zaten Musurus’a Büyükelçilik rütbesi verildikten sonra İngiltere Kraliçesi bizzat bir mektupla bu konudaki memnuniyetini dile getirdi.[96] Musurus, rütbesinin elçilikte en yüksek dereceye kadar çıkartılmasıyla farklı çevrelerin de ilgi odağı oldu. Oksford Üniversitesi, 7 Haziran 1856 tarihinde iki bin kişilik bir kalabalık önünde kendisine “Fahri Doktora” unvanını verdi. Bu unvanın verilmesi çok önemli olup İngiltere’de sadece Hükümdar ailelerine ve yabancılardan da gerçekten önemli görülen insanlara verilirdi. Musurus bu unvan dolayısıyla yapmış olduğu teşekkür konuşmasında İngiliz Kraliçesi nezdinde Hristiyan tebaasından olan birine elçilik verdiği için Padişaha methiyelerde bulundu.[97]

    Musurus, İngiltere’de bulunduğu süre içerisinde diğer devlet elçileriyle de görüşmelerde bulundu. 1856 yılında Brezilya’nın Londra Ortaelçisi Moreira, Musurus’a iki devlet arasında ticaret antlaşması yapılması teklifinde bulundu.[98] İki yıl süren yazışma ve görüşmelerden sonra Osmanlı Devleti, Musurus’a, Brezilya ile ticaret antlaşması yapması hakkında gerekli izni verdi. Yapılan görüşmeler sonucu Brezilya ile 6 Şubat 1858 tarihinde bir ticaret antlaşması yapıldı. On yıllığına yapılan antlaşma tek taraflı feshedilebilecekti. On bir madde ve bir hatime (sonuç) den oluşan antlaşma, bu konudan kimlere hangi nişanların verileceği ile bitiyordu.[99]

    Kostaki Musurus, 1859 yılında diplomasi hayatının bir ilkini gerçekleştirerek ilk defa uluslararası bir konferansa katıldı. Eflak ve Boğdan Meselesinden dolayı 1858 yılında Paris’te bir konferans toplandı. Alınan karar gereği Osmanlı Devleti’ne yıllık vergi vermek şartıyla, Eflak ve Boğdan, farklı Voyvodalar tarafından kendilerine ait divanları olarak yönetileceklerdi. Fakat konferans dağıldıktan hemen sonra bu iki yerde yapılan seçimlerde halk tek voyvoda üzerinde anlaştı. Albay Cousa adı verilen Voyvoda, Eflak ve Boğdan’ın tek idarecisi kabul edildi. Bu durumda Paris Konferansı çiğnenmiş oluyordu. Osmanlı Devleti yeni durumu görüşmek için 1859 yılında Paris’te konferans toplanılmasını sağladı.[100] İşte bu konferansa Osmanlı Devleti’ni temsilen Paris masrafları için bin lira verilen Kostaki Musurus katıldı.[101] Konferansta Osmanlı Devleti’nin meseleye ilişkin itirazlarını belirten Musurus, diğer devletlerin baskısı ile istediği neticeyi alamadı. Neticede Eflak ve Boğdan’ın tek Voyvoda idaresi altında fakat ayrı meclisleri olarak yönetilmesine karar verildi. Musurus Konferanstan sonra Londra’ya döndü ve bu sırada Paris Konferansındaki hizmetlerinden dolayı ikinci rütbeden Nişan-ı Osmani olan rütbesi[102] birinciye yükseltildi.[103] Aynı yılın 21 Temmuz’unda Belçika ve Felemenk(Hollanda) elçiliklerinin de kendisine verilmesi kararlaştırıldı. Böyle bir kararın nedeni, buralarda müstakil elçi bulundurmanın masraflı olmasıydı. Buna göre Musurus, her yıl Aralık ayında Brüksel ve Lahey’e gidecek, gerekli diplomatik ilişkilerde bulunacak fakat bunun için ayrıca bir maaş almayacaktı.[104] Musurus kendisine bu görevin verilmesinden sonra 20 Eylül’de Lahey’e gitti; burada resmi bir törenle çok “şaşalı” bir şekilde karşılandı. Felemenk Kralı’na, Osmanlı Padişahı’nın iki tane mektubunu sundu; Kral ile karşılıklı görüştü. Kral, Musurus’la görüşmesinde yeni tahta çıkan Sultan Abdülaziz’in cülusunu tebrik ettiğini söyledi ve selamlarını iletmesini istedi. Lahey’de bir süre kaldıktan sonra Brüksel’e doğru yola çıkan Musurus, burada kendi onuruna verilen Süvare’ye katıldı.[105] 1862 yılına gelindiğinde Musurus kariyerinin ikinci uluslararası toplantısı olan Brüksel Konferansına katıldı; bu sırada rütbesi de birinci rütbeden nişân-ı osmaniye yükseltildi.[106] 1861 yılına gelindiğinde Sultan Abdülaziz, Avrupa seyahati düzenlemeye karar verdi. Sultan İngiltere’ye vardığında kendisini karşılayanlar arasında Musurus’ta vardı. Abdülaziz’in Avrupa seyahati Kostaki Musurus’un Osmanlı tarihinde bir ilk’e daha imza atmasını sağladı. Çünkü 14 Temmuz 1867 tarihinde, Sultan Abdülaziz, “Musurus Bege rütbe-i müşir ve vezaret ihsan...”[107] etti. Böylece Musurus, Osmanlı Devleti’nde sadece Müslümanların ulaşabileceği en yüksek memuriyet rütbesini bir gayrimüslim olarak aldı. Bu yeni durum Büyükelçilik rütbesi ile zaten yegane örnek olan Musurus’a ilk gayrimüslim Paşa vasfını da kazandırmıştı.

    Kostaki Musurus artık ‘Paşa’ unvanlı bir diplomat olarak Osmanlı Devleti’nin en ciddi meselelerinde görev almaya başladı. 1871 yılında yapılan Londra Konferansında Osmanlı Devleti’nin temsilcisi olarak katılması buna iyi bir örnektir.[108] Konferans, Rusya’nın 1856 Paris Konferansı’nın Karadeniz’in kapalılığı ilkesini değiştirmek istemesi üzerine yapıldı. Rusya Karadeniz’in kapalılığını Panslavizm’i engelleme olarak yorumlamaktaydı. Bu kararı değiştirmek için Osmanlı Devleti’ne nota verdi. Bu gelişme üzerine Paris Konferansına imza koyan devletler durumu görüşmek üzere Londra’da konferans toplanmasına karar verdiler. Konferans, Karadeniz’in Rusya’ya açılması ve Boğazlardan savaş gemilerinin geçmesinin Osmanlı Devleti inisiyatifinde bırakılmasıyla sona erdi. [109]

    Kostaki Musurus Paşa, diplomasi hayatının en zorlu ve aktif yıllarını 93 Harbi ile yaşadı. Bu esnada açılmış olan ilk Osmanlı Parlamentosunda Ayan Meclisine seçildi.[110] İngiltere’de Osmanlı’nın bir Rus saldırısında yalnız kalmaması için girişimlerde bulundu. Osmanlı Devleti askerlerinin dağıtılması ve ıslahatlarda Avrupa gözetimini içeren Londra Konferansını kabul etmediğini bildiren yazıyı Musurus’a gönderdi. Babıali böyle bir gelişmeyi şan ve haysiyetine bir darbe olarak nitelemekteydi.[111] Bu kararın alınması savaşın her an çıkması demekti. Ortaya çıkacak bir savaşta Osmanlı Devleti’nin müttefiksiz ayakta durması çok zordu. Bu yüzden Musurus destek için faaliyetlerde bulundu. İngiltere Başvekili Lord Beaconsfield ile yaptığı görüşmede yardım edileceğine dair haberleri Babıali’ye bildirdi.[112] 93 Harbi’nde Musurus’un yapmış olduğu faaliyetler, başlı başına bir çalışma gerektiğinden bu makalenin sınırlarını aşmaktadır. Söylenecek son söz Musurus’un İngiltere’nin Osmanlı’ya yardım edeceğine iyice inanmış olduğu ve Babıali’yi de bu konuda ikna ettiğinden savaşın sorumluluğunu taşıdığıdır.[113]Kostaki Musurus, 93 Harbinden sonra 1883 yılında yapılan Londra Konferansı’na katıldı; ardından 1884 yılında İngiltere’nin Mısır maliyesiyle ilgili düzenlemiş olduğu konferansa katıldı.[114]

    Emekliliği ve Ailesi
    Kostaki Musurus’un iki kızı ve iki oğlu vardı. Londra Elçiliğinde çocuklarının da yanında görevlendirilmesini istedi, Babıali elçisinin bu talebini olumlu karşıladı. Çocuklarından İstefanaki’ye sefaret ikinci katipliği, Pavlaki’ye ise birinci ateşelik verildi.[115] Bu gelişmeyle Londra Elçiliği uzun bir süre (1907 yılına değin) Musurus ailesinin eline geçmiş oldu. Bu durumu bir Nepotizm (akraba kayırmacılığı) olarak değerlendirenler de bulunmaktadır.[116] Fakat bu durumu tipik bir Nepotizm olarak değerlendirmek biraz acımasız bir tutumdur. Çünkü Musurus’un adı geçen iki oğlu da Fransız Hocalardan hukuk eğitimi almışlar, Fransızca, İngilizce ve Latince’yi öğrenmişlerdi. Musurus’ta zaten bunların sefarette görevlendirilmesiyle ilgili gönderdiği mektubunda, amacının çocuklarını övmek değil gerçekten yetenekli olduklarını ve istihdamlarının Osmanlı için faydalı olacağını belirtmişti. Zaten çocukları öteden beri sefarette gayri resmi olarak çalışmaktaydılar da. Bunun sadece resmileşmesi gerekmekteydi.[117] Musurus ve ailesi İngiltere’de bulunduğu süre içerisinde İngiltere Kraliçesinin aile dostu olmuşlardı. Kraliçe, Musurus’un tertiplediği balolara birçok sefer katıldı. Musurus, bu gecelerde yaşananları övgüyle Babıali’ye bildirmekteydi. Örneğin 1856 yılında düzenlemiş olduğu bir Balo’ya İngiltere Kraliçesi de gelmişti. Gece saat bir’e kadar süren baloda, Kraliçe’nin Musurus ve ailesine olan yakın ilgisi çok konuşulmuştu. Hatta ertesi gün “Morning Post” başta olmak üzere bütün gazeteler bunu haber yapmışlardı. Osmanlı Devleti’de bu baloya büyük önem vermiş ve Musurus’a, eşine bir şeyler alması için ödenek ayırmıştı. Madam Musurus, bu balo için 1200 lira kıymetinde pırlanta ile işlenmiş bir takı almıştı. Bu takı gecede Kraliçenin de ilgisini çekmişti.[118]

    Kostaki Musurus, 1885 yılına gelindiğinde 35 yıldır Londra’da kesintisiz olarak elçilik yapmış ve çok yaşlanmış-yorulmuştu. Musurus’un görevden alınışıyla ilgili arşiv vesikalarında herhangi bir sebep belirtilmediğinden yaşlanmış olmasının görevden alınmasıyla ilgili olduğu düşünülmektedir. Kostaki Musurus 16 Aralık 1885 yılında emekliye ayrıldı.[119] Londra’dan ayrılmadan önce 9 Aralık’ta Kraliçe’nin huzuruna çıkarak vedalaştı. Kraliçe ve Prenses Beatris, Musurus’a olan sevgilerini ayrılırken ona sarılarak gösterdiler.Musurus, Kraliçe’nin bu yakınlığını “bir şeref-i fevkalade” olarak nitelendirmişti. Ayrıca Kraliçe yine hatıra olarak kendisine iki tane “porselen kase” de vermişti. Babıali, Musurus’un emeklilik maaşının sefaret maaşı nispetinde olmasını kabul ederek ona olan sevgisini gösterdi;[121]ayrıca dönüş masrafları için de kendisine 360 lira verdi.[122] Musurus, Dante’nin “İlahi Komedya” adlı eserini Türkçe ve Yunanca’ya çevirdi.[123]Londra’dan döndüğünde Osmanlı Devleti’nin en tecrübeli diplomatı konumundaydı. Bu yüzden kendisine elçilerin şeyhi anlamında “Şeyh’üs Süfera” denildi.[124] 3 Ağustos 1888 tarihinde Harikzadegan Komisyonu Reisliğine seçildi.[125] Emekliliği sırasında devlet işlerinden uzak duramadı. İngiltere’nin Ermeni ve Rumların yoğun olduğu yerlerde ıslahat önerisini, Sultan II. Abdülhamid’e sunduğu bir raporda değerlendirdi ve bu konuda kendi kanaatini belirtti. Raporunda Osmanlı Devleti’nin hiç kimseye ihtiyaç duymaksızın ve hiç kimseyi karıştırmaksızın ıslahat yapabileceğini söylemiş ve örnek olarak da Tanzimat Fermanını göstermişti.[126] Kostaki Musurus Paşa 1891 yılı Mayıs ayı içerisinde vefat etti; aynı zamanda doğduğu yer de olan Arnavutköy de Rum Kilisesi içerisine defnedildi. Vefatından dolayı Standard Gazetesi kendisini metheden kısa bir biyografisini neşretti.[127]



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Toyota SUPRA -- 10 Nisan 2008; 1:28:35 >




  • tam bir arşiv olmuş
  • 
Sayfa: önceki 678910
Sayfaya Git
Git
sonraki
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.