Şimdi Ara

••••TÜRK ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ •••• (6. sayfa)

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
3 Misafir - 3 Masaüstü
5 sn
1.818
Cevap
16
Favori
434.088
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: önceki 45678
Sayfaya Git
Git
sonraki
Giriş
Mesaj
  • Bilge Kağan

    Bilge Kağan, 683 yılında doğdu. Babası Göktürk Devleti’ni yeniden kuran İlteriş Kutlug Kağan, annesi İlbilge Hatun’dur. 8 yaşında babasını yitiren Bilge, 24 yıl boyunca Göktürk Devleti kağanlığı yapan amcası Kapağan Kağan’ın elinde büyüdü.
    Bilge Kağan, amcası öldüğünde yerine geçen oğlu İnal’ı devirerek 32 yaşında Göktürk Devleti’nin başına geçti. Devletin yönetimini ele alan Bilge’nin ilk işi iyi bir yönetim oluşturmak oldu. Bunun için, ordunun başına 31 yaşındaki kardeşi Kül Tegin’i, vezirliğe de Tonyukuk’u getirdi.




    Bilge Kağan’ın en büyük hayali milletini yerleşik hayata geçirip onları şehirlerde oturtmak idi. Ama buna vezir Tonyukuk karşı çıkarak, “Türkler, Çinlilerin yüzde biri kadar bile değildiler. Su ve otlak peşindedirler. Avcılık yaparlar. Belli bir yerleri yoktur ve savaşçıdırlar. Kendilerini güçlü görünce, orduları yürütürler. Güçsüz bulunca kaçarlar ve gizlenirler. Çinlilerin sayı üstünlüklerini böylece etkisiz kılarlar. Türkleri surlarla çevrili bir kentte toplarsanız ve bir kez Çin’e yenilirseniz, onların tutsağı olursunuz ” dedi.
    Bilge Kağan, bir dönem de Türkler arasında Budizm’i yaymak hevesine kapıldı. Tapınaklar yaparak Türkleri Budist yapmak arzusunu taşıdı. Vezir Tonyukuk, bu düşünceye de karşı çıkarak, Budizm’in insandaki hükmetme ve iktidar duygusunu zaafa uğrattığını, kuvvet ve savaşçılık yolunun bu olmadığını, eğer Türk milletinin yaşaması isteniyorsa bu din ve tapınakların ülkeye sokulmaması gerektiğini söyledi.

    Bilge Kağan, çok itibar ettiği Veziri Tonyukuk’un tavsiyelerine uyarak, aklından geçen bu planları yapmadı.
    Bilge Kağan döneminde Göktürk Devleti’nin sınırları Çin’in Şan-Tung ovasından, İç Asya’da Karaşar bölgesine, kuzeyde Bayırku sahasından Ani ırmağı havalisi ve Batı Demir Kapı’ya (Ceyhun Irmağı’nın yakınında Semerkant-Belh yolu üzerinde) kadar ulaştı.
    Önce veziri Tonyukuk’u sonra kardeşi Kül Tegin’i kaybeden Bilge Kağan’ı, Çinlilerle işbirliği yapan bakanı Buyrak Cor zehirledi. Yatağında hasta yatarken, kendisini zehirleten bakan ve yardımcısını öldürten Bilge Kağan, 25 Kasım 734’de öldü.
    Bilge Kağan’ın cenazesi 22 Haziran 735 tarihinde büyük bir törenle defnedildi.




  • TANRI'NIN KIRBACI ATTİLA

    --------------------------------------------------------------------------------

    Attila

    Büyük Türk-Hun İmparatoru'dur. 395 yılında doğdu. Hun Devleti'nin kurucularından Muncuk'un oğludur. 434 yılında kardeşi Bledu ile birlikte İmparatorluğun başına geçti. Bir süre sonra kardeşinin öldürülmesiyle Tuna kıyılarından Çin Seddi'ne kadar uzayan imparatorluğun tek hâkimi oldu. 750 bin kişilik ordusuyla Galya şehirlerini alt üst etti. Orleans'ı kuşattı. Kuzey İtalya'yı silindir gibi ezip geçti. Avrupa'yı titreten bir cihangir oldu. 453 yılında öldü.Tıpkı Büyük İskender gibi bütün dünyaya hâkim olmak ihtirası ile dopdolu bulunan Attila, bu büyük emelini tamamen gerçekleþtiremedi. Ancak tarihin tanıdığı en ünlü cihangirlerden biri oldu.Gençliðini barış için rehin olarak Roma'da geçirmiş, bu yüzden Roma kültürünün yanı sıra zaaflarını ve karakterlerini incelemişti. Latince'yi de ana dili gibi öğrenmişti. Hükümdar olduktan sonra Romalılar hakkındaki bütün bu bilgilerini en iyi şekilde değerlendirmeyi başardı.

    Attilâ önce Doðu Roma'yı hedef aldı. Bizans üzerine yürüdü. Kendisinden aman dileyen İmparatoru yıllık vergiye bağladı. Bir süre sonra vergisini ödemeyen imparatora, bunu pek pahalıya ödetti. Balkanlardan Mora'ya, oradan İstanbul kapılarına kadar olan bölgeyi ele geçirdi. Bizanslılar vergiyi iki misline çıkartarak İstanbul'u kurtardılar. Fakat, bu arada Bizans İmparatoru III. Valentinianus, bir suikastçi göndererek Attilâ'yı öldürtmeye teşebbüs etti. Bu teşebbüs sonuçsuz kaldı. İmparator bu kez kendi emriyle suikasti hazırlayanın kafasını kestirip Attilâ'ya göndermekle, kendisini temize çıkarmaya kalkıştı.

    Bu arada III. Valentinianus'un hayatı boyunca evlenmemeye mahkum ettiği kız kardeşi, rahibe olarak kapatıldığı manastırdan Attilâ'ya bir nişan yüzüğü göndererek kendisiyle evlenmeye hazır olduğunu bildirdi. Bütün Avrupa'ya dehşet saçan Attilâ, Bizans İmparatoru'na daha sert bir mesaj göndererek, nişanlısının kapatılmış bulunduðu manastırdan serbest bırakılmasını ve müstakbel eşine çeyiz olarak Batı Roma İmparatorluğunun yarısının verilmesini istedi. III. Valentinianus, Büyük Türk-Hun İmparatoru'nun bu teklifi karşısında kara kara düşüncelere daldı. Bunun verdiði huzursuzluk bütün Bizans'ı kapladý. Doðu Roma Ýmpatorluðu sýnýrlarý içinde bitip tükenmek bilmeyen korkulu günler ve aylar baþladý, Attilâ'nýn bütün emeli Batý ile Doðu Roma Ýmparatorluklarýnýn kendisine karþý birleþmelerini önlemekti. Ýki cephede birden savaþmak istemiyordu. Doðu Roma'yý bu huzursuzluðun içinde býraktýktan sonra ani bir kararla Batý Roma'ya yürüdü. Bir hallaç pamuðu gibi attý, Batý Roma Ýmparatorluðu'nu.
    Roma'ya girmesinin gün meselesi halini aldýðý bir sýrada Papa III. Leon, bizzat Attilâ'nýn karargâhýna giderek Roma'yý çiðnememesi için ricada bulundu. Hattâ bunun için kendisine yalvardý. Papanýn bu yalvarýþý karþýsýnda istilâyý durdurmayý kabul eden Attilâ, Romalýlarý çok aðýr bir vergiye baðladý.Sekiz yýl içinde bütün Avrupa'da eþi görülmemiþ ölçüde büyük bir istilâda bulunan Attilâ, korku ve dehþet ifade eden tek isim oluvermiþti. Bu yüzden son derece âdil bir hükümdar olmasýna raðmen bütün Avrupa kendisini barbar gözüyle gördü. Onun etrafýna saçtýðý büyük korku ve dehþetin psikolojik bir sonucu olmuþtu bu yanlýþ teþhis...


    Attilâ yalnýz büyük bir istilâcý ve yaman bir komutan deðil, mükemmel bir hükümdardý. Tarih onu, milletine medenî bir düzen veren ve dünyada posta teþkilatýný kuran ilk kiþi olarak tanýr.Attilâ'nýn ilk eþi ve baþ kadýný Arýkan idi. Ölümünden sonra yerine geçen oðlu Ýlek'in anasý olan Arýkan'dan baþka bir kaç kadýn daha almýþtý. 453 yýlýnda büyük Türk-Hun Ýmparatorluðu'nun baþkenti olan Etzelburg'da (Bugün Macaristan sýnýrlarý içinde bulunan Attila þehri) Ýlkido adýnda genç bir kýzla evlendi. Elli sekiz yaþýnda olmasýna raðmen son derece dinç ve kuvvetli idi. Zifaf gecesinin sabahýnda, bütün Avrupa'yý tir tir titreten cihangir, yataðýnda ölü bulundu. Aðzýndan, burnundan boþanan kanlarla, bütün yatak kýpkýrmýzý olmuþtu. Ölümünün þiddetli bir burun kanamasýndan mý, bir hastalýktan mý, yoksa bir suikast sonucu mu meydana geldiði kesinlikle anlaþýlamadý.

    Cenazesi, ölümünün ertesi günü yapýlan çok büyük bir törenle kaldýrýldý. Cesedi altýn bir tabuta konulmuþtu. Bu tabut, önce gümüþ, sonra da demir bir mahfazanýn içine yerleþtirilmiþ ve böylece topraða verilmiþti.Attilâ, ölümünden sonra, kimse tarafýndan rahatsýz edilmeden ebedî uykusunu uyumak isterdi. Bunu, böyle vasiyet etmiþti. Bu nedenle mezarýný kazýp kendisini topraða verenler okla vurulmak suretiyle hemen oracýkta öldürüldü. Sonra mezarýnýn yanýndan geçmekte olan bir çayýn mecrasý deðiþtirildi. Sular baþta tarafa, muhtemel olarak mezarýn üzerinden verilen yeni mecrasýna akýtýldý. Böylelikle büyük cihangirin son arzusu yerine getirilmiþ oldu.
    Ne yazýk ki bugün mezarýnýn yeri dahi bilinmez...




  • OĞUZ KAĞAN VE OĞUZ KAĞAN DESTANI

    --------------------------------------------------------------------------------

    OĞUZ - KAĞAN DESTANI


    TÜRK MİTOLOJİSİ

    OĞUZ - KAĞAN DESTANI

    1. OĞUZ DESTANININ ÖZELLİKLERİ

    Eski Türk tarihinde hükümdarların doğuşu, efsanelere büründürülmüş ve kutsal bir olay gibi anlatılmışlardı. Hükümdarlar böyle kutsallaştırılıp, gökten indirilir iken; elbetteki Oğuz-Kağan gibi, bütün Türk kaviminin atası olan kutsal bir kişinin menşeleri de, Tanrıya ve göğe bağlanacaktı. Eski Türklere göre herşeyi yaratan ve her varlığın sahibi olan tek kutsal şey, gökteki biricik Tanrı idi. Aslında göğün kendisi olan Tanrı değildi. Çünkü gök de, yer gibi, maddî birer varlık ve yüce Tanrı tarafından yaratılmış, dünyanın birer parçası idiler. Gök, bir tane idi ve dünyamızın üstünü, bir kubbe şeklinde kaplıyordu. Fakat bu kubbenin üstünde, daha bir çok gökler vardı. Ayın güneşin ve türlü yıldızlar ile burçların dolaştıkları, ayrı ayrı gökler, uzayın sonsuzluklarını kendi aralarında paylaşıyorlardı. Bütün bunların üstünde, bir gök daha vardı ki, bu gökte yaratıcı, büyük ve tek Tanrı oturuyordu. Eski Türkler, ğögün katlarını üst üste koyma yolu ile saymamışlardı. Fakat sonradan, biraz da dış tesirler sebebi ile gökleri, yedi veya dokuz kat olarak tarif etmeğe başladılar.

    "Oğuz-Kağan destanına, Uygur çağından sonra, hafif dış tesirler girmeğe başladı":

    Göktürk çağında, eski Türk dini ile inançları, bozulmadan devam etmekte ve gittikçe de gelişmekte idi. Uygur devleti kurulup da, yeni bir çok dinler Türkler arasına girmeğe başlayınca, durum biraz daha değişti. Çünkü Uygurlar, çok daha önceleri Çin'in ortalarında gezmişler, ticaret yapmışlar ve birçok insanlarla karşılaşarak, konuşmuşlardı. "Bu dış ilişkiler, Uygurlara birçok yeni görüşler getirmiş ve onlarda, büyük dinlere inanmak ihtiyacını doğurmuştur." Ticaret, eski Türk savaşçılarının dini ile, pek bağdaşan bir meslek değildi. Eski Türk dini, disiplin, otorite ve savaşçılığı, herşeyden üstün tutuyordu. Halbuki tüccarlar, daha geniş ve rahat bir hayata sahip olmak zorunda idiler. İşte bunun içindir ki, bu zamana kadar Türkler göğe ve gökten gelen kutsallıklara inanırlar iken, Uygur çağında durum birdenbire değişiyordu. Uygurlar, köklerini Suriye'den alıp, İran'da gelişen Mani dinini aldıktan sonra, aya daha çok önem vermeye başladılar. Aslında ise Türklerde, kutsal olan en önemli şey, gökten sonra dünyamızı ışıtan güneş idi. "Uygurların, güneşten aya geçmiş olmaları, yeni bir düşüncenin başlangıcı gibi sayılabilirdi". Bu sebeple, Uygurlar çağında yazılmış Oğuz-Kağan destanlarında, eski Türklerin dedikleri gibi kutsal kişiler, artık "Göğün oğlu" değil; "Ayın oğulları" oluyorlardı. Oğuz-Kağan da "Ay Tanrı" nın bir oğlu idi. Destan, daha başlangıçta, şöyle başlıyordu:

    "Aydın oldu gözleri, renklendi ışık doldu,
    "Ay-Kağan'ın o gündü, bir erkek oğlu oldu!"

    Eski Türkler de iyi ve güzel olayları, aydınlık ve ışıkla anlatırlardı. Biz, nasıl yeni bir oğlu olan dostumuza, "Gözlerin aydın olsun" diyor isek, onlar da Oğuz-Kağan'ın doğuşu dolayısı ile, "Ay Kağan'ın gözleri aydın oldu, renklendi", diyorlardı.

    "Müslüman olmuş Oğuz Türklerinin destanları da, Türk mitolojisinin en eski motifleri ile dolu idiler":

    Fakat Türkler, çoktan müslüman olmuş ve İsl'miyetin ana prensiplerine gönülden bağlanmışlardı. Aslında ise, İsl'miyet ile eski Türk dini arasında büyük ayrılıklar da yoktu. Buna rağmen, eski Oğuz-Kağan destanları, elbetteki İsl'milyetin birçok inançları ile uygunluk gösteremeyecekti. Bunun içindir ki, İsl'miyetten sonra yazılan Oğuz-Kağan destanlarında, biraz daha değişiklik yapılmış ve İsl'miyete uydurulmuştu. İsl'miyeti kabul eden Türkler bizce Uygurlara nazaran, eski Türk an'anesini ve töresini daha çok korumuşlardı. Tabiî olarak biz Oğuz Türkleri üzerine, daha büyük bir önem veriyoruz. "Çünkü Oğuzlar, bütün Ortaasya ve Türk âleminin, en soylu ve en gelişmiş zümreleri idiler". Şehir hayatına çoktan başlamış olmalarına rağmen, eski Türk devlet teşkil'tı ile disiplini, onların ruhlarından henüz daha silinmemişlerdi. Bu sebeple Oğuz Türklerinin destanlarında, Uygurlarınkine nazaran, daha eski ve daha köklü motifler görüyoruz. İsl'miyetten sonraki Türk destanlarına göre, "Oğuz-Han'ın babası Kara-Han" idi. Oğuz Han'ın babasının, "Kara-Han" adını alması da boş değildi. Eski Türklerde, "Ak ve kara soylular ile halkı birbirinden ayıran, sembolik renkler" idi. "Ak-Kemik", Kağanlar ile, onların oğulları idiler. "Kara-Kemik" ise, halk tabakasından başka bir şey değildi. Diğer kitaplarımızda da her zaman söylediğimiz gibi, Türk halklarının "ak" ve "kara" şeklinde ayrılmış olmalarına rağmen, aralarında bir sınıf mücadelesi yoktu. Müslüman Türkler, Oğuz-Han'ın babasına "Kara-Han" diyorlardı. Çünkü kendisi Müslüman değildi. Müslüman olmak isteyen oğlu Oğuz-Han'a da engel olmak istemişti. Tabiî olarak bu fikirlerimiz tam ve kesin değildir. Fakat Türk tarihi ve an'aneleri hakkındaki bilgilerimiz, bizi bu sonuca doğru sürüklemektedirler. Oğuz Han Müslüman Türklere göre, babasından çok, an'anesine bağlıdır. Bu sebeple Oğuz destanını anlatmağa başlarlar iken, hemen şöyle derler:

    Üç gün üç gece geçti, annesine gelmedi,
    Annenin memesinden, bir damla süt emmedi.
    Bana gelmedi diye, annesi ağlıyordu,
    Sütümü emmedi diye, kalbini dağlıyordu.
    Ağlayıp sızlıyordu, beşiğe dolanarak,
    Sütümü, az em diye, çocuğa yalvararak!

    2. TÜRK MİTOLOJİSİ VE KUTSAL ÇOCUKLAR

    Oğuz Han diğer Türk destanlarında olduğu gibi doğar doğmaz, bir olgunluk ve erginlik gösteriyordu. Annesi, henüz daha Müslüman olmamıştı. Annesine karşı, bu kırgınlığın sebebi de, bundan başka birşey olmamalıydı. Nitekim az sonra Oğuz Han annesi ile konuşmağa başlar ve ona şöyle der:

    Ey, benim güzel annem, öğüdümü alırsan!
    Yüce Tanrı'ya tapıp, eğer hakkı tanırsan!
    O zaman memen alır, ak sütünü emerim!
    Bana lâyık olursan, adına anne derim!
    Oğuz-Kağan'ın annesi, henüz daha üç günlük beşikte yatan çocuğunun, böyle konuşup söyleşmeye başladığını görünce, ona kalpten bağlanır ve Tanrıya inandığını oğluna söyler. Müslüman Türklerin söyledikleri bu Tanrı, İsl'miyetin Allah'ından başka birşey değildi. Fakat aynı zamanda destanlar, zaman zaman bir "Gök Tanrısı" ndan da söz açıyorlar ve eski Türklerin, gerçek inançlarını açığa vurmaktan geri kalmıyorlardı. Eski Türklerde de "üç sayısı" ve "üç yaşında" olma önemli idi. Fakat Türk mitolojisinin en önemli sayısı "yedi" ile "dokuz" sayılarıdır. Müslüman Türklerin Oğuz destanlarında: "Oğuz-Kağan, üç gün içinde olgunlaşmıştı". Halbuki eski Altay destanlarında: "Çocuğun olgunlaşması için, yedi günün geçmiş olması gerekiyordu". Hatta çok güzel, şöyle bir Altay efsanesi de vardır:



    Altay'da olmuş idi, bir çocuk doğmuş idi,
    Dünyaya gelir iken, nurlara boğmuş idi.
    Yedi kurtlar uçmuşlar, koku alıp koşmuşlar,
    "Çocuğu ver", demişler, uluyarak coşmuşlar.
    Annesi çok ağlamış, yüreğini dağlamış,
    Çocuk da dile gelmiş, yarasını bağlamış.
    Demiş: "Anne, sızlama! Oyala da, ağlama!
    "Yedi gün mühlet iste, işi bağla sağlama!"
    Yedi gün mühlet dolmuş, annenin benzi solmuş,
    Oğlan beşiği kırmış, bir civan yiğit olmuş.

    Bu Altay efsanesi mitolojinin ta kendisidir. Gerçi Oğuz-Kağan destanı da, bir mitolojidir. Fakat büyük devletler kurup gelişen Türk toplumları, onun içindeki akla uymayan motifleri ayıklamış ve gerçekçi bir şekle sokmuşlardı. Oğuz-Kağan destanında, göklerde dolaşıp, ğögün çeşitli katlarını zapteme ve türlü ruhlarla çarpışma, kutsal bir Hakandı. Fakat O, daha çok, bir insandı. İnsanlık özelliklerini taşımış ve insanların yaşadığı yeryüzünü zaptederek, Tanrı adına, idare etmeğe memur edilmişti. Az önce özetini yaptığımız Altay efsanesi dikkatle incelenince, daha birçok mitolojik motifler de ortaya çıkacaktır. Meselâ "Yedi kurt"."Büyük ayı burcu" nun, yedi yıldızında başka bir şey değildi. Çünkü Türklere göre: "(Büyükayı burcu'nun yedi yıldızı, kalın ve demir zincirlerle Kutup yıldızı'na bağlanmış, yedi azgın kurt idiler). Bir ara bu kurtlar, çocuğun atı ile tayını da alıp götürmek isterler. Bu savaşlar sırasında çocuk sıkışınca, akıllı ve kutsal buzağısı da ona yol gösterir ve başarı sağlamasına imkân verir. (Türklere göre 'Küçükayı burcu', iki at tarafından çekilen, bir arabadan başka birşey değildi.) Bu burcun etrafından dönen Büyükayı burcunun yedi kurdu, bu iki atı yakalayıp yemek isterler ve bunun için de gökyüzünde, durmadan onların etrafında dönerlerdi. (Altay efsanesi göre). Küçükayı burcu, çocuğun dostu ve yakını idi. Boğa burcu da, herhalde yine bu kahramanın buzağısından başka birşey olmamalıydı".

    Görülüyor ki, Oğuz-Kağan destanı birdenbire uydurulmuş ve yazılmış bir hikâye değildi. Onun kökleri, yüzyıllar önce inanılmış ve söylenmiş, Türk efsaneleri ile inançlarına dayanıyordu. Süzüle, süzüle, akla mantığa uymayan bölümlerin, gerçeğe uydurulması ile, bütün Türklerin malı olan Oğuz-Kağan destanı meydana gelmişti.
    3. OĞUZ - KAĞAN'IN DOĞUŞU
    "Oğuz-Kağan, kutsal bir şekilde doğmuştu":

    Az önce, büyük Türk kahramanlarının, genel olarak kutsal bir şekilde doğduklarını söylemiştik. Elbette ki Oğuz-Kağan'ın da doğuşu da, kutsal ve fevkal'de bir şekilde olmalıydı. Nitekim Uygurların Oğuz-Kağan destanı, O'nun doğuşunu şöyle anlatıyordu:

    Gök mavisiydi sanki, benzi bu oğlancığın!
    Ağzı kıpkızıl ateş, rengi bu oğlancığın!
    Al, al idi gözleri, saçları da kapkara,
    Perilerden de güzel, kaşları var ne kara!
    Oğuz-Kağan doğarken, benzinin rengi tıpkı gök mavisi gibi idi. Yüz, eski Türklere göre, insanın en önemli bir yeri idi. Utanç, kötülük ve hatta kutsallık bile, insanın yüzüne akseden özellikleri idiler. Kötü bir insanın yüzü, elbette kara idi. İyilerin de yüzleri, aktı. Ama kutsal insanların yüz rengi, gök mavisinden başka birşey olamazdı. Çünkü gök, Tanrı'nın oturduğu ve hatta bazan, Tanrı'nın kendisinden başka birşey değildi. "Oğuz-Kağan doğarken, yüzünün gök renkten olması, onun gökten geldiğini ve Tanrı'nın rengini taşıdığını gösteren bir belirti idi." Biz yanlış olarak Türklerin, "Gök Börü", yani gök kurt dedikleri kutsal kurda, bozkurt adını veregelmişiz. Aslında ise gök ile boz arasında büyük ayrılıklar vardır. Türklerin kutsal kurtlarının rengi de gök idi. Çünkü o Tanrı tarafından gönderilmiş bir elçiden başka bir şey değildi. Belki de Tanrı'nın ta kendisi idi. Tanrı, kurt şekline girerek Türklere görünüyor ve onlara başarı yolu açıyordu. Onun için de, kurdun rengi gömgök idi. Daha sonraları Türkler, gök rengini olgunluk, erginlik ve tecrübenin bir sembolü olarak görmüşlerdir.

    Oğuz-Kağan'ın ağzı ateşe niçin benzetilmişti":

    Bugün Anadolu'da söylenen, "Gözleri Kanlı" deyimi de, bize çok şeyler ifade eder. O'nun gözlerinin al oluşu, daha doğrusu kan rengine benzemesi, Oğuz-Kağan'ın büyük bahadarlığının, bir özelliğinden başka bir şey değildi. Cengiz-Han da doğarken "avucunun içinde bir kan pıhtısı" tutuyordu. Bunu gören annesi ile babası şaşırmış ve hemen Şamanlara koşmuşlardı. Şamanlar ise, O'nun dünyayı zaptedeceğini ve büyük bir bahadır olacağını söylemişlerdi. Fakat Cengiz-Han çağı ile ilgili efsaneler, en eski Türk ve Ortaasya özelliklerini göstermiyorlardı. Elbetteki onları kökleri de, Türk mitolojisine dayanıyordu. Fakat Çin yolu ile, Moğollara birçok yabancı tesirler girmişti. Türklerde yeni doğan kahramanlar, avuçlarında bir kan pıhtısı tutmazlardı. Çünkü biraz da, eski Hint mitolojisinin motiflerinden biri idi. "Türklerin kahramanlarının gözleri, kırmızı ve kızıldır." Çinde de, bu vardır. Fakat çin kahramanlarının gözleri yalnız kırmızı olmakla kalmazlar, aynı zamandan cam gibi de parlarlardı. Çinliler, "Büyük bir Göktürk Kağanı Mohan Kağan'dan söz açarken, onun da yüzünün kıpkırmızı ve gözlerinin cam gibi parladığını" söylüyorlardı. Herhalde Mohan-Kağan, acayip bir fizyonomiye sahip değildi. Fakat 20 sene müddetle, bütün Çin'i korkutmuş ve diz çöktürmüş bir hükümdardı. Eski Türkler, kırmızı renk için genel olarak "al" sözünü kullanırlardı. Fakat bu söz sonradan, biraz da manevi bir anlam almıştı. Nitekim loğusaları basan ve kötülük yapan, "Albastı" da, yine bu rengi taşıyordu. Altay Türkleri, büyük kurt sürülerini idare edip, köylere korkunç zararlar veren kurtlara da, zaman, zaman, "al-börü" derlerdi. Bu allık, kurdun veya albastı gibi ruhların renginden dolayı değil; daha çok, onların korkunç zararlar vermesinden ileri geliyordu. Çünkü onlar güçlü ve kudretli idiler. Tıpkı yeryüzünü zapteden ve kendi egemenliği altında toplayan Oğuz-Kağan gibi.

    "Oğuz-Kağan'ın yüzünün rengi gök mavisi, gözleri de al, yani kırmızı idi".

    Bazıları al sözünü, "ela" şeklinde anlamak istemişlerdi. Fakat tabiî olarak, bunun aslı yoktur. Çünkü, "Oğuz-Kağan'ın saçları da kara" idi. Sarı değil. Bu sebeple gözlerinin el' olmasına da, hiçbir sebep yoktu.

    4. OĞUZ - KAĞAN'IN ÇOCUKLUĞU

    "Türk mitolojisinde kahramanlar, 'üç' veya 'yedi' günde konuşurlardı":

    Az önce, Müslüman olmuş Türklerin Oğuz-Kağan destanlarından söz açarken, Oğuz-Kağan'ın üç günde konuşmağa başladığını belirtmiştik. İsl'miyetin tesirleri görülmeyen, Uygurca Oğuz Kağan destanında da, aynı şeyleri görüyoruz. Ama, yukarıda da dediğimiz gibi, eski Türk efsanelerinde büyük kahramanlar çoğu zaman "Yedi günde kendilerine gelir ve kırk gün sonra da bir delikanlı gibi hayata başlarlardı". Nitekim Uygurların Oğuz Destanı, Oğuz'un küçüklüğünü şöyle anlatıyordu:

    Geldi ana göğsünü, aldı emdi sütünü,
    İstemedi bir daha, içmek kendi sütünü.
    Pişmemiş etler ister, aş yemek ister oldu,
    Etraftan şarap ister, eğlenmek ister oldu.
    Ansızın dile geldi, şiirler düzer oldu,
    Aradan kırk gün geçti, oynaşır, gezer oldu.

    Geldi ana göğsünü, aldı emdi sütünü,
    İstemedi bir daha, içmek kendi sütünü.
    Pişmemiş etler ister, aş yemek ister oldu,
    Etraftan şarap ister, eğlenmek ister oldu.
    Ansızın dile geldi, şiirler düzer oldu,
    Aradan kırk gün geçti, oynaşır, gezer oldu.

    "Türkler yemeklerini, ilk çağlardan beri pişirerek yerlerdi":

    Türkler herhalde, tarihten çok önceki çağlarda bile, yemeklerini pişirerek yemeğe başlamışlardı. Nitekim, Göktürklerin Çin kaynaklarında bulunan ilk efsaneleri de, "İlk Türk Atasının, ateşi ic't ettiğini ve yemekleri pişirmeği öğrettiğini," söylüyordu. Sibirya'nın tundralarında yaşayan geri halklar, Türklere nazaran çok daha sonraki çağlarda yemeklerini pişirip, yemeği öğrendiler. Nitekim, Fin'lerle Macar'ların ataları olan Batı Sibiryalılar, kendi atalarının çiğ et yediklerini söylerler ve bununla öğünürlerdi. Onlar, daha güneylerindeki Ortaasya Türk halklarına, "yemeklerini pişirenler" derler ve kendilerini, onlardan ayırırlardı. Gerçi bu Sibirya halkların da, sonradan yemeklerini pişirmeğe başlamışlardı. Ama, zaman zaman bu eski hatıraları yadetmek için "çiğ et yeme törenleri" yapmağı da, ihmal etmezlerdi. Türk mitolojisinde, Türk çiğ et yediğine dair, elimizde hiçbir delil yoktur. Ama büyük kahramanlar, o kadar korkunç idiler ki, zaman zaman çiğ et bile yerlerdi. Onun için Oğuz-Kağan'ın, çiğ et istemesinin sebebi de, bundan ileri geliyordu.

    "Oğuz-Han'ın vücudu, güçlü ve korkunç hayvanlara benzetilirdi":

    Dede Korkut masallarında da büyük kahramanların yürüyüşü, arslanlara benzetilmiş ve vücut yapıları da, korkunç hayvanlar gibi anlatılmışlardı. Oğuz-Kağan destanında da, az da olsa bunları görmüyor değiliz. Uygurların Oğuz destanı, Oğuz-Kağan'ın şeklini, şöyle anlatıyordu:

    Öküz ayağı gibi, idi sanki ayağı,
    Kurdun bileği gibi, idi sanki bileği.
    Benzer idi omuzu, ala samurunkine,
    Göğsü de yakın idi, koca ayınınkine!
    Destana göre, Oğuz'un elleri ve pençesi, ayının büyük ve güçlü pençesini andırıyordu. Ama kurdun bileği başka idi. Kurt, yeryüzündeki hayvanlar içinde, koşma bakımından, en dayanıklı hayvandı. Bir türlü yorulma bilmezdi. Bileği ince idi. Fakat o ince bilekli kurdun pençesi korkunçtu. Bir samur büyüklüğündeki, kıllı omuzlar ve ayının göğsü gibi, gergin ve şişkin ğögüsler, Oğuz-Kağan'ın bir insan olarak ne derece güçlü olduğunu anlatmağa yarayan sözlerdi.

    "Oğuz-Kağan'ın vücudu niçin "tüylü" idi":

    Eski Türkler, "ilk insanın, tüylü olduğuna inanırlardı." Altaylarda yaşayan birçok efsanelerde, bu konu ile ilgili, sayısız örneklere rastlıyoruz: "Tüylere kaplı olan ilk insan, Tanrı'ya karşı günah işlemiş ve bundan dolayı da tüyleri dökülmüştü. Tüyleri dökülünce de insanoğlu, bir türlü hastalıktan kurtulamamış ve ölümsüzlüğü elinden kaçırmıştı. (Bir söylenişe göre) Tanrı, insanı yaratırken şeytan gelmiş ve insanın üzerine tükürerek, her tarafına pislik içinde bırakmıştı. Tanrı da, insanın dışını içine, içini de dışına çevirmek zorunda kalmıştı. Bu suretle insanın içinde kalan şeytanın pisliği ve tüyler, insanoğlunun ruhunu ve ahl'kını kötü yapmıştı. İnsanın gerçi dışı, Tanrı yapısı idi ve güzeldi ama; içi şeytan tarafından kirletilmiş ve şeytana benzer, bir özelliğe bürünmüştü". Bu sebeple Oğus destanında, bu çok eski Türk inançlarının izlerini de buluyoruz. Çünkü Oğuz-Kağan, bizim gibi tüysüz değil; her tarafı kıllarla dolu ve fevkal'de bir yaratıktı:

    Bir insan idi fakat, tüyleri dolu idi,
    Vücudu kıllı idi, çok uzun boylu idi.
    Güder at sürüleri, tutar, atlara biner,
    Daha bu yaşta iken, çıkar, avlara gider.
    Geceler günler geçti, nice seneler doldu.
    Oğuz da büyüyerek, bir yahşi yiğit oldu!
    5. OĞUZ - KAĞAN'IN GENÇLİĞİ


    Türk mitolojisinde büyük kahramanların, çocukluk ile gençliğini birbirinden ayıran, bazı önemli, çağlar vardı. Altay efsanelerinde bu çağ, daha çok "Ad koyma" töreni ile başlardı. Adı olmayan bir çocuk, henüz daha yetişkin bir genç ve kahraman sayılmazdı. Bir gencin ad alabilmesi de, kolay bir iş değildi. Elbette adsız bir insan olamazdı. Her çocuğa Türkler, doğuşundan itibaren bir ad verirlerdi. Fakat bu ad, onun gerçek adı ve ünvanı sayılmazdı. Hatta Türkler kahramanlarına, her yeni bir başarı üzerine, yeni bir ad daha verirlerdi. Daha yüksek bir rütbeye terfi eden kimseler bile, yeni memuriyet unvanı ile beraber, ayrıca bir ad da alırlardı. Bu sebeple Çin kaynakları, bu bakımdan bize bir çok güçlükler çıkarmışlardır. Meselâ, büyük bir komutan veya Kağan'ın, bir gençlik adı vardır. Geçliğinde büyük şöhret elde eden bu komutanlar, Çin kaynaklarında çoğu zaman, gençlik adları ile adlandırılırlardı. Zaman zaman bunlar, bazı savaşlar dolayısı ile yeni ünvanlar alırlardı. Fakat Çin kaynaklarında bu Türkler, gençlik ve olgunluk adları ile geçince, tarihçeler için, kimin kim olduğunu anlamak, adet' çok güç bir hale girer. Bu sebeple Oğuz Han'ında, gerçek bir ad ve unvan alabilmesi için, büyük bir kahramanlık ve başarı göstermesi l'zımdı. Eski Türk tarihinde de, "Baş kesmeyen ve kan dökmeyen" şehzadelere, gerçek adları verilmezdi.

    6. OĞUZ'UN BİR GERGEDAN ÖLDÜRMESİ

    "Oğuz korkunç bir gergedan öldürerek, erginliğini ispat etmişti":

    Bunun içindir ki, Oğuz-Kağan, insanları ve sürüleri yiyen bir gergedanı öldürür ve milletini, büyük bir bel'dan kurtarır. Eski Türkler, karanlık ve sık ormanlara da saygı gösterir ve hatta onlara tapılanırlardı. Türk tarihinde, yeni tahta çıkan hükümdarların, bir orman dikerek, kendi adlarına yetiştirdikleri de görülmemiş değildir. Nitekim Oğu-Kağan destanında da, Oğuz'un yurdunun yanında büyük bir orman ve içinde de bir "gergedan" yaşardı. Destan bu olayı şöyle anlatıyordu:

    Bir büyük orman vardı, Oğuz yurdundan içre,
    Ne nehir ırmaklar, akardı bu orman içre.
    Ne çok av hayvanları, ormanda yaşar idi,
    Ne çok av kuşları da, üstünde uçar idi.
    Ormanda yaşar idi, çok büyük bir gergedan,
    Yer idi yaşatmazdı, ne hayvan ne de insan!
    Başardı sürüleri, yer idi hep atları,
    Yokluk verir insana, alırdı hayatları!
    Vermedi hiçbir zaman, insanoğluna aman!

    Hepimiz biliyoruz ki, Ortaasya'da "gergedan" yoktu. Türklerin gergedan görmüş olmaları da, pek ihtimal dahilinde değildi. Ama gergedanın, çok korkunç bir hayvan olduğu kulaktan kulağa, Ortaasya'ya kadar gelmiş ve Türk mitolojisinde de gerekli yerini almıştı. Gergedanın yaşadığı bölgeler, Çin'e yakın olan bölgelerdi. Fakat Çinliler de gergedanın esas şeklini bilmiyorlardı. Çinlilere göre, "Gergedan, burnunun ucunda sivri boynuzu bulunan, bir geyikten başka birşey değildi". Ama gergedan, Çin'de büyük bir öneme sahipti. Çünkü Çin İmparatorları ile büyük komutanlar, zırhlarını gergedan derisinden yaparlardı. Bu bakımdan onlar gergedanın derisini ve dolayısı ile, bu hayvanın büyüklüğünü de tasavvur edebiliyorlardı. Gergedan motifi bakımından Türk mitolojisine, Çin tesirleri de olabilirdi. Fakat gergedanla ilgili bilgiler Türklere daha çok Batı Türkistan ve Hindistan yolu ile gelmişti. Türkler gergedana "kıyant" derlerdi. Bu söz de, Hindistan ile Batı Türkistan'da yayılmış bir deyimdi. Oğuz-Kağan, kendi milletine bu kadar zarar veren gergedanı duyunca, onu avlamak ister ve yola çıkar. Destan Oğuz'un yıla çıkışını şöyle anlatıyordu:

    Oğuz-Kağan derlerdi, çok alp bir kişi vardı,
    Avlarım gergedan: diye o yere vardı.
    Kargı, kılıç aldı, kalkan ile ok ile,
    Dedi: "Gergedan artık, kendisini yok bile!
    Ormanda avlanarak bir geyiği avladı,
    Bir söğüt dalı alıp, bir ağaca bağladı.
    Döndü gitti evine, sabah olmadan önce,
    Tam tan ağarıyordu, geyiğine dönünce,
    Anladı ki gergedan, geyiği çoktan yuttu,
    Geyiğin yerine de, büyük bir ayı tuttu.
    Belinden çıkararak, altın bakma kuşağı,
    Ayıyı astı yine, o ağaçtan aşağı,

    Tabiî olarak efsaneye göre, gergedan ayıyı da yutmuştu. Çok iyi biliyoruz ki gergedan, otla geçinen bir hayvandır. Halbuki gergedanı yakından tanımayan Türkler, onun et yediğini zannediyorlardı. Çünkü onlara göre, bütün korkunç hayvanlar et yerler ve etle beslenirlerdi. Oğuz'un belindeki kuşağı altındı. "Kuşak, Türkler için çok önemli bir hükümdar sembolüdür". Çünkü her hükümdarın belindeki kemerin altın olması, onun hükümdarlığını gösteren bir sembol ve belirti idi. Oğuz-Kağan, daha gençliğinde bu kuşağı kuşanmış ve hükümdarlığa hazırlanmıştı. Öyle öyle anlaşılıyor ki Oğuz-Kağan gergedana büyük bir tuzak kurmuş ve onu, bu yolla avlamak istemişti. Fakat gergedan, her defasında bu tuzağa düşmeden, gelip, avını almasını bilmişti. Bunun için Oğuz, başka yol görmemiş ve bizzat kendisi, gergedanın karşısına çıkarak, onu öldürmek zorunda kalmıştı. Destan bu korkunç vuruşmayı da, şöyle anlatıyordu:

    Yine sabah olmuştu, ağarmıştı çoktan tan,
    Oğuz baktı ki almış ayısını gergedan.
    Artık bu durum onu, can evinden vurmuştu,
    Ağaca kendi gidip, tam altında durmuştu!
    Gergedan geldiğinde, Oğuz'u görüp durdu,
    Oğuz'un kalkanına, gerilip bir baş vurdu!
    Kargıyla gergedanın, başına vurdu Oğuz!
    Öldürüp gergedanı, kurtardı yurdu Oğuz!
    Keserek kılıcıyla, hemen başını aldı,
    Döndü gitti evine, iline haber saldı!

    "Altay Türk efsanelerindeki kahramanlar da, boynuzlu" canavarlar öldürürlerdi":

    Oğuz-Kağan'ın korkunç bir canavar öldürerek, kendi yurdunu kurtarması, Türk mitolojisinin ilk ve son motifi değildir. Bu motif, dışarıdan gelmiş bir tesire de bağlanamaz. Gerçi Türkler gelişip yayıldıktan sonra, "gergedan" gibi korkunç hayvanların bulunduğunu da duymuşlar ve efsanelerini bu yeni bilgilere göre anlata gelmişlerdi. Fakat bu olayın kökleri, çok eski Türk inançlarından ve efsanelerinden geliyordu. Nitekim, Altay efsanelerinde de, buna benzer olaylar görüyoruz. Bu efsanelerdeki kahramanların, öldürdükleri canavarlar da, "boynuzlu" idiler. Bu efsanelerden birini, çok kısa olarak özetleyip, aşağıda verelim:

    Yedi gün geçmişti ki, oğlan başladı işe,
    Demir beşiği kırdı, kendini attı dışa.
    Yedi dağı dolaştı, yedi geyik avladı,
    Boynuzlarını yonttu, birbirine bağladı.
    Öyle bir yay yaptı ki, kirişsiz olmaz idi,
    Böyle büyük yaya da, her kiriş uymaz idi.
    Duydu bir hayvan varmış, çok büyük bir canavar!
    "Bari gideyim", dedi, "Belki derisi uyar!"
    Oğlan göklere gider, devlerle de savaşır,
    Büyük bir dağa çıkar, canavara ulaşır,
    Bu ne müthiş hayvandı, bir dağa yaslanmıştı,
    Bir dağa da yatmıştı, upuzun uzanmıştı.
    Oğlana bakaraktan, sanki göz kırpıyordu,
    Uzun boynuzlarıyla, gökleri yırtıyordu!...

    Bu Altay efsanesi, tam bir mitolojidir. Çünkü efsanenin kahramanı, atı ile göklerde uçar ve göğün katlarını gezerek, canavarı aramağa koyulur. Oğuz-Kağan destanındaki canavar, Oğuz yurdunun hemen yanındaki bir ormanda yaşamaktadır. Altay efsanesindeki canavar ise, göklerin derinliğindeki, efsanevî dağların ve göllerin içinde yaşar.

    "Müslüman Türkler, Oğuz-Kağan'ın gençliğini mitolojiden kurtarmak istemişlerdi":
    Müslüman Türkler, Oğuz-Han'ın ad alması için, böyle bir kahramanlık yapmasını gerekli görmemişlerdi. Oğuz-Han, kendi adını kendi vermiş ve bütün Oğuz milleti de, onun bu arzusuna uymuşlardı. Efsaneler, onun ad alışını şöyle anlatıyorlardı:

    Büyük toy yapılırdı, eski Türk âdetince,
    Böyle ad seçilirdi, çocuğun kudretince,
    Kara-Han atlar kesti, Oğuz ad bulsun diye,
    Çağırdı hep Türkleri, yurdu şen olsun diye.
    Oğuz-Han birden bire, adım Oğuz'dur dedi,
    Beklemedi kimseyi kendi adını verdi,
    Ne kadar Türk var ise, hepsi şaşa kaldılar,
    Bu Tanrı sözü deyip, buyruğa katıldılar.

    Bundan da anlaşılıyor ki Oğuz-Han'ın daha çok küçük yaşta iken kendi adını koyması, milletince bir Tanrı buyruğu gibi kabul edilmişti. Daha sonraki Türk efsanelerinde olduğu gibi burada, gök sakallı bir ihtiyar görülmüyordu. Oğuz-Han, Tanrının gönderdiği gök sakallı elçilerin yerine bizzat geçmiş ve kendi adını, kendisi vermişti. Daha sonraki Oğuz destanının parçaları sayılan "Dede Korkut" hikâyelerinde, çocukların adları, genel olarak "Dede Korkut" un kendisi tarafından verilirdi. Anadolu Masallarında ise gök sakallı ihtiyarlar ile "Hızır" ın ve hatta "Dede Korkut" yerine, ihtiyar dervişler geçmişlerdi.

    7. OĞUZ KAĞAN'IN EVLENMESİ
    Müslüman Türkler Oğuz Kağan'ı, normal bir insan gibi kabul etmişler ve onu, öylece evlendirerek, bir yuva kurdurmuşlardı. Halbuki İsl'miyetin tesirleri görülmeyen Oğuz destanlarında, durum daha başkadır. Uygurların Oğuz destanına göre Oğuz Kağan, "Gökten inen göğün kızı ve yerdeki bir ağaç koğuğundan çıkan, yerin kızları ile evlenmiş" ve bu yolla soyunu meydana getirmişti. Burada artık Oğuz-Kağan destanı, bir destan değil; daha çok, gerçek bir mitoloji halinde idi. Öyle bir mitoloji ki, Türklerin dünya görüşlerini, uzay anlayışlarını ve dolayısı ile, Cih'n hakimiyeti hakkındaki düşünce ve isteklerini, hep kendisinde topluyordu. Oğuz-Kağan, mitolojik bir Türk hükümdarı idi. Yeryüzünü zaptetmiş ve büyük bir devlet kurmuştu. Bu olay, tıpkı bir tarih gibi anlatılıyordu. Aynı zamanda destanda, bir hikâye çeşnisi de vardı. Ama Oğuz destanı, Binbir Gece Masalları gibi, hayal mahsülü ve uydurulmuş, bir masal değildi. Oğuz-Kağan destanı, Türklerin düşünüş, inanış ve binlerce seneden beri gelişerek, olgunluğa erişmiş fikirlerinin, bir özeti gibi idi. Fikirler, düşünceler ve semboller, tarih olayları ile anlatılmışlardı. Oğuz-Kağan da, hatunları da, çocukları ve akınları da, hepsi birer sembolden başka şeyler değil idiler. Oğuz-Kağan'ın gökten inen kızla evlenişini, Uygurların destanı şöyle anlatıyordu:

    OĞUZ'UN, GÖĞÜN KIZI İLE EVLENMESİ

    Oğuz-Kağan bir yerde, Tanrıya yalvarırken,
    Karanlık bastı birden, bir ışık düştü gökten,
    Öyle bir ışıktı ki, parlak aydan, güneşten.
    Oğuz-Kağan yürüdü, yakınına ışığın,
    Gördü, oturduğunu ortasında bir kızın.
    Bir ben vardı başında, ateş gibi ışığı,
    Çok güzel bir kızdı bu, sanki Kutup yıldızı!.
    Öyle güzel bir kız ki, gülse, gök güle durur!
    Kız ağlamak istese, gök de ağlaya durur!
    Oğuz kızı görünce, gitti aklı beyninden,
    Kıza vuruldu birden, sevdi kızı gönülden.
    Kızla gerdeğe girdi, aldı dilediğinden!

    Eski Türklere göre, hem gök ve hem de yer, kutsal idiler. İran'da ve Avrupa mitolojisinde olduğu gibi, yer kötülüğün ve fenalığın bir sembolü değildi. Ama gök, yerden daha önemli idi. Bu sebeple Oğuz-Kağan ilk önce, gökten inen kutsal kızla evlenmişti. Daha sonraki Altay efsanelerinde de, buna benzer motifler görüyoruz. "Altay dağlarının vadilerine sıkışmış kalmış olan bu Türkler, büyük devlet kuramamışlardı. Onların, ne Kağanları ve ne de hükümdarları vardı. Bu Türkler arasında, kağanların yerlerini, Şamanlar alıyorlardı". Çünkü, cemiyet içinde söz ve güç sahibi olanlar, Şamanlar idiler. Bu sebeple Şamanların soyları da, eski Türk Kağanları gibi kutsal ve gökten geliyorlardı. Bu efsaneye göre: "Şamanların atası olan büyük bir Şaman, gökle yerin kızı ile evlenmiş ve onlardan, Altay Şamanları türemişti. (Bazıları da), gökle suların kızları ile evlenmişlerdi". Bütün bunlar bize gösteriyor ki, belirli mitoloji motifleri, her bölgeye ve çağa göre değişiyorlar; fakat ana özelliklerini kaybetmiyorlardı. Bundan sonra da Oğuz-Kağan, yerin kızı ile evlenir. Destanlar, Oğuz-Han'ın bu ikinci hatunu buluşunu da, şöyle anlatırlar:

    OĞUZ'UN, YERİN KIZI İLE EVLENMESİ

    Ava gitmişti birgün, ormanda Oğuz-Kağan:
    Gölün tam ortasında, bir ağaç gördü yalnız,
    Ağacın koğuğunda, oturuyordu bir kız.
    Gözü gökten daha gök, sanki Tanrı kızıydı,
    Irmak dalgası gibi, saçları dalgalıydı.
    Bir inci idi dişi, ağzında hep parlayan,
    Kim olsa şöyle derdi, yeryüzünde yaşayan:
    "Ah! Ah! Biz ölüyoruz! Eyvah, biz ölüyoruz!"
    Der, bağırıp dururdu! Tıpkı tatlı süt gibi, acı kımız olurdu!
    Oğuz kızı görünce, başından aklı gitti,
    Nedense yüreğine, kordan bir ateş girdi.
    Gönülden sevdi kızı, tuttu aldı elinden,
    Kızla gerdeği girdi, aldı dilediğinden.

    "Bir gölün ortasında bulunan adalar", Türk mitolojisinin en önemli motiflerinden biridir. Uygurların Türeyiş efsanelerinde ise bu kutsal adacık, iki nehrin kavuştuğu bir yerde bulunuyordu. Oğuz-Han destanındaki Kıpçak Bey'de, "Göl ortasında bulunan bir adacıkta ağaç kovuğunda doğmuştu". Ağaç, köklerini yerden alıyor ve kimbilir yerin ne kadar derinliklerine kadar inebiliyordu. Bu sebeple bereketin sembolü olan ağaç, yerin soylarını da temsil edeyordu. Destan, "Ğögün kızını Kutup yıldızına benzetirken, yerden gelen kızın saçlarını ise, ırmak dalgaları gibi" gösteriyordu. Göğün kızı göğe, yerin kızı da yere benziyordu.

    "Müslüman Türkler, Oğuz-Kağan'ı normal bir insanmış gibi evlendiriyorlardı":

    İsl'miyeti kabul etmiş olan Türkler ise, daha başka türlü düşünüyorlardı. Onlar Oğuz-Han'ı, normal bir insan olarak kubul ediyorlar ve kendi fikrine uygun, bir kız alıyor gibi gösteriyorlardı. Oğuz-Han, iki amcasının da kızını almış; fakat onları yola getirip, müslüman edememişti. Bunun üzerine, her iki karısının da yüzüne bakmamış ve onlara elini bile değdirmemişti. Üçüncü amcasının kızı, diğerlerine nazaran daha çirkindi. Fakat küçüklüğünden beri, Oğuz-Han'ı bütün kalbi ile seviyordu. Oğuz, en sonunda bu kıza getmiş, içini açmış ve müslüman olduğu takdirde, kendisi ile evleneceğini söylemişti. Bu teklifi çoktan beri bekleyen kız, ağlayarak Oğuz'a bakmış ve şöyle demişti:

    Ben ne Allah tanırım, ne de Tanrı bilirim!
    Senin sözün buyruktur, hep peşinden gelirim!
    Sen ne dersen o olur, fermanından çıkamam!
    Sen var iken başımda, başkasına bakamam!

    Oğuz bunu duyunca, çok sevinmiş ve artık kaygısı dinmişti. Bunun üzerine kıza, Tanrıya inanmasını söyleyerek, şöyle demişti:

    Ey, sevgili hatunum! Benim ey eşsiz eşim!
    Gönlümde ebediyen, yanacak ey ateşim!
    Tanrının birliğinde, bir defa iman getir,
    Sev onu! Varlığıma, seninle bir can getir.

    Kız Oğuz Han'ın bu sözü üzerine Tanrıya inandığını söyleyerek artık müslüman olmuştu:

    Sözünü kabul ettim, senin yoluna geldim!
    Tanrının birliğiyle, canımı sana verdim!

    Müslüman olan Türklerin, eski Oğuz-Kağanlarından ve onun destanlarından vazgeçemeyerek, yeni olarak düzdükleri bu hikâyeler, aslında en eski Türk mitolojisinin ana çizgileriyle bir benzerlik göstermiyorlardı. Fakat ne yapsınlar ki, onlar da müslüman olmuşlardı ve müslümanlığı, yalnızca X. yüzyılda değil; ta Oğuz Han zamanından beri tanıdıklarını ve bildiklerini göstermek istiyorlardı. Müslüman tarihçiler, Oğuz-Han'ın yaşadığı çağlar hakkında da, bize bazı bilgiler verirler. Meselâ Hiveli meşhur Ebul Gazi Bahadır Han'a göre Oğuz-Han, zamanımızdan 5000 sene önce yaşamıştı. "En önemli nokta da şu idi ki, Ebul Gazi Bahadır Han Oğuz-Han'ı, İran'ın en eski atalarından daha önceye koyuyor ve Türkleri, bir millet olarak İran'lılardan daha eski tutuyordu. Bu efsaneler Türklerin, İsl'miyeti ve Allah'ı, 5000 sene önceleri ve hatta insanlığın ilk yaratılış sıralarında tanıdıklarını, söylemek istiyorlardı". Henüz daha müslümanlığın ne demek olduğunu bilmeyen Türkler "Allah" sözünden habersiz idi. Eski Türk tarihçilerine göre, "Allah" sözünün manasını anlamayan Türkler, Oğuz-Han'ın şiir okuduğunu veyahut da şarkı söylediğini zannederlermiş. Bunlar da, Müslüman Türkler tarafından, bir Türk olarak uydurulmuş, düzenlenmiş ve geniş halk kitleleri arasında yayılmış hikâyelerdi.

    Öyle anlaşılıyor ki Türkler, İsl'miyetin öncülüğünü, Araplara ve hatta Peygambere bile vermek istemiyorlardı. Bu duruma göre, "Oğuz-Han Türklerin ilk ve en eski peygamberleri oluyordu. Gerçi bu da, İsl'miyetin esaslarına aykırı idi. Fakat Türk kitlelerinin, milliyet ve üstünlük hislerini göstermesi bakımından bizler için bir önem taşıyordu".

    8. YER VE GÖK VARLIKLARININ OĞUZ'UN OĞLU OLMALARI

    "Gök ve yerin türlü varlıkları, Oğuz-Han'ın oğulları oluyorlardı":

    Oğuz-Han, "gökten bir ateş gibi, ışık h'lesi içinde inen göğün kızı" ile evlendikten sonra, üç oğlu olmuştu. Bu oğullarının adları, "Gün-Han", "Ay-Han" ve "Yıldız-Han" koyması, bize çok şey ifade eder. Zaten göğün belli başlı varlıkları, güneş, ay ile yıldızlar idiler. Ağaç koğuğunda bulduğu yerin kızından da, yine üç oğlu oluyordu. Bunların adını da "Gök-Han", "Dağ-Han" ve "Deniz-Han" koyuyordu. Burada Türk mitolojisi ile Türk düşünce düzeninin, çok önemli bir meselesi ile karşılaşıyoruz. Yerin kızından doğan çocuklardan birinin adı "Gök-Han" idi. Ayrıca "Gök-Han" yerin kızının çocuklarının, en büyüğü idi. Yerin kızından, "Gök-Han" ın doğmuş olması, ilk bakışta bizi şaşırtıyordu. Halbuki bu kitapta sık sık söylediğimiz gibi gök kubbesi, aslında Türklerce, maddî bir varlık gibi düşünülüyordu. Türkler gök kubbesini uzaydan ayrı düşünüyorlardı. Asıl gök, güneş ve ay ile yıldızların dolaştıkları, uzay idi. Eski Göktürk kitabelerinde de söylendiği gibi: Tanrı, gök ile yeri yarattıktan sonra, ikisi arasında da, insanoğlunu yaratmıştı. Yer ile göğü yaratan Tanrı, gök kubbesinin üstünde ve sonsuz feza içinde bulunuyordu. Eski Türkler göğe, "Tengri" derlerdi. "Tengri", hem "gök" ve hem de "Yüce-Tanrı" anlamına geliyordu. Ama onlar, gök kubbesini anlatmak isterlerken, "Kök Tengri" derler ve böylece, gök kubbesini, esas büyük Tanrıdan ayırırlardı. Bu çok eski Türk düşüncesinin izlerini, Oğuz destanında da, bulmamız bizi sevindirmektedir. "Çünkü, Türk düşünce düzeni, yüzyıllar boyunca değişmemiş ve ana çizgileriyle üç kıt'a üzerinde yaşamıştı".

    Burada önümüze çok önemli bir mesele de çıkmaktadır: bazılarına göre, "Gün-Han", güneşin hanı; "AY-Han" ise, ayın hanı şeklinde açıklanmıştır. Onlara göre Türkler, güneşte de bir dünyanın olduğunu düşünmüş olmalı idiler. Oğuz-Han, en büyük oğlunu da güneşe bir Han olarak tayin etmiş olmalıydı. Bu düşünce tarzı, oldukça sakat ve yanlıştır. "Oğuz-Han'ın oğulları güneşin, ayın ve yıldızların hanları değil; bilâkis güneş, ay ve yıldızların ta kendileri idiler. Gerçi Oğuz-Han, yine insanoğlu sayılan Türk milletinin, bir atası idi. Fakat Oğuz destanında Oğuz-Han, yanlnızca Türk milletini temsil etmiyor; aynı zamanda göğün ve yerin bütün varlıklarını da, kendi adı ve soyları altında topluyordu. Görülüyor ki, bir efsane gibi ve Türk milletinin türeyişi şeklinde karşımıza çıkan Oğuz-Kağan destanı, bütün k'inatın kendileri idiler. Gerçi Oğuz-Han, yine insanoğlu sayılan Türk milletinin, bir atası idi. Fakat Oğuz destanında Oğuz-Han, yanlnızca Türk milletini temsil etmiyor; aynı zamanda göğün ve yerin bütün varlıklarını da, kendi adı ve soyları altında topluyordu. Görülüyor ki, bir efsane gibi ve Türk milletinin türeyişi şeklinde karşımıza çıkan Oğuz-Kağan destanı, bütün k'inatın oluş ve türeyiş mitolojisi halinde görünüyordu. İşte Oğuz-Han destanının, bizce en önemli olan özelliği bu idi. Sonradan bu altı oğullar dörder oğul daha türeyerek, 24 Oğuz boylarını meydana getireceklerdi".

    9. OĞUZ DESTANINDA "AİLE DÜZENİ"

    "Oğuz efsanesinde görülen aile düzeni, daha çok 'Baba ailesi' ile ilgili idi":

    Şimdiye kadar sosyologlar aileleri, başlıca iki bölüm içinde incelemişlerdir. İlkel kavimlerde daha çok "Ana ailesi" görülüyordu. Fakat cemiyet ilerledikçe ve içtimaî seviye yükseldikçe "Baba ailesi" ne doğru bir gidiş vardı. Daha doğrusu Ana ailesi geriliği, Baba ailesi ise, bir toplumun olgunluğunu gösteriyordu. Bazı Moğol efsanelerinde, ana ailesinin izlerini görmüyor değiliz. Meselâ Cengiz-Han'ın atası kocasız bir kadın idi. Gökten inen sarı bir .... şeklindeki hayvandan h'mile kalmış ve Moğol ulusunu meydana getirmişti. Türklerde ve Türk mitolojisinde, böyle bir "Ana-Ata" ya rastlamıyoruz. Türk mitolojisinin bütün ataları, - hatta istisnasız olarak - hep erkek ve büyük bahadır idiler. Burada da, Oğuz-Han'ın çocuklarının hepsi, erkek olarak doğmuşlar ve Türk milletine birer baba olarak meydana getirmişlerdi. Şunu da söylemekte fayda vardır: Eski Roma'da "Baba ailesi", kayıtsız ve şartsız olarak, babanın hakimiyeti altında idi. Baba oğlunu satabilir ve öldürebilirdi. Ama Türklerde, böyle bir baba ailesi görmüyoruz. Oğuz-Han babasını bile, müslüman olmadı diye öldürmüş ve ona karşı gelebilmişti.

    10. OĞUZ'UN TOPLUM DÜZENİ "ZAMAN BİRİMLERİNE" GÖRE

    "Oğuz-Han'ın oğulları ile boylarının sayıları birer takvim rakamları idiler":

    Oğuz destanı, eski Türk düşünce ve toplumunun, mantık üzerine kurulmuş düzenlerini göstermesi bakımından, büyük bir öneme sahiptir. Eski Türkler, İranlılar veya Hintliler gibi, hesapsız ve düzensiz düşünmüyorlardı. "Türk düşüncesinin her yönü, matematik bir mantık üzerine kurulmuş ve bu, topluma da sıkı bir disiplin ile benimsetilmişti". Oğuz Han'ın altı oğlu vardı. Göğün kızından doğan çocuklar Boz-Ok bölümünü; yerin kızından doğanlar da, Üç-Ok bölümlerini meydana getiriyorlardı. Bu yolla altı çocuk, ikiye bölünmüş ve üçlü bir düzen meydana getirilmişti. Yani 12 saatin, 12 ayın ve hatta 12 burcun yarısı olan çocuklar, yine bölümlere ayrılıyorlar ve takvim biriminin bir çeyreğini meydana getiriyorlardı. Bütün rakamlar 12 ile 24 sayılarını bölen, birimler idiler. Aslında eski Türklerde çoğu zaman bir sene 12 ay değil; 24 ay idi. Bu da ayın, onbeş günlük devrelerine göre hesaplanıyordu. Nitekim Oğuz Han'ın da 24 torunu vardı. Eski Çin takviminde üç, altı, on iki ve yirmi dört rakamları yalnız bir zaman birimi olarak değil; aynı zamanda kutsal sayılar olarak da, büyük bir öneme sahip idiler. Eski Çin'de, "zaman ve mek'n birimleri", birbirine uyduruluyor ve zamanla mek'n arasında, bir birlik meydana getiriliyordu. 12 ay ve 24 saat, Çin imparatorluğu içinde de, 12 ey'let ile 24 vil'yetin meydana gelmesini gerektiriyordu. Bunları söylemekle Türkler, Oğuz Kağan destanını, Çin düşüncesine göre düzenlemişlerdir, demek istemiyoruz. Türklerin de kendilerine göre bir takvimi vardı; Çinlilerin de. Aslında Türk takvimi, zaman zaman Çin'e tesir etmiş ve Çin kültüründe de büyük bir önem kazanmıştı. Fakat mitoloji tetkiklerinde, başlıca problemlerin daha iyi anlaşılabilmesi için, mukayeseli araştırmalar yapmak ve örnekler vermek, çok faydaladır.

    "Oğuz Han destanındaki 'takvim rakamları', Türk devlet teşkil'tı ile ordu düzeninde de görülüyordu":

    Oğuz destanı, yüzyıllar ve hatta binyıllar boyunca, Türk halkları tarafından söylenmiş ve anlatılmış, uydurma bir masal değildi: "Onu meydana getiren düşünce düzeni, yalnızca Türklerin gönüllerinde ve kalplerinde yaşamamış; aynı zamanda, topluma düzen ve disiplin veren bir ilham kaynağı halinde devam etmişti". Meselâ Büyük Hun imparatoru Mete'nin ordusu, 24 tümenden meydana geliyordu. Bu 24 tümen, 6 köşeye bağlı idi. Tıpkı Oğuz Han'ın 6 oğlu gibi. Bu 6 köşe de, ikiye ayrılıyorlardı. "Sağ" ve "Sol" adlar ile, imparatorluğun "Doğu" ile "Batı" yönlerini, aralarında bölmüş bulunuyorlardı. Atilla'nın Macaristanda büyük bir imparatorluk kurması, düzenli ve disiplinli orduları ile dehşet vermesi, Avrupalıların toplum düzenlerinde de, yeni yeni değişiklikler meydana getirmişti. Birçok Cermenler, Atilla'nın emrinde çalışmışlar ve Atilla Hunlarından, pek çok şey öğrenmişlerdi. Atilla, M.S. 450 de ölüp gitmişti. Fakat O'nun adı, Cermen ve İskandinav efsanelerinden, yüzyıllar boyunca silinmemişti. Hep, Atilla'nın harplerinden ve ordu düzeninden, bahsedilir olmuştu. Bu zaman kadar "yüzlük", "binlik" ve "Onbinlik", ordu birimlerini bilmeyen Cermen'ler, Atilla'nın ölümünden sonra, yalnız kendi ordularını değil; köy ve şehirlerini bile, bu prensiplere göre düzenlediler. Atilla'nın ordularından bahseden İskandinav efsaneleri, O'nun 24 tümeninden ve 6 ordusundan söz açıyorlardı. Tıpkı Oğuz Han'ın 6 oğlu ve 24 torunu gibi, bütün bunlar bize gösteriyor ki, "Oğuz Kağan destanı zihinlerde ve hayallerde yaratılmış bir hikâye değil; Türk toplumunu anlatan ve yansıtan bilgiler idiler".

    11. TÜRK DEVLETİ DÜNYA DEVLETİ İDİ

    "Eski Türkler yeryüzünü bir Türk devleti, Oğuz Kağanı da bütün insanlığın bir hükümdarı olarak düşünüyorlardı":

    Oğuz Han, 6 oğlunu toplamış ve onlara, birçok öğütler vermişti. Bundan sonra beyleri ile, milletini de biraraya getirerek, büyük şölenler ile ziyaretler verdiğini de görüyoruz. Eski Türk Kağanları, savaşlardan önce ve sonra bütün milleti toplar ve onlara, büyük ziyaretler verirlerdi. Bu toplantılar aynı zamanda, birer "kurultay" ve "danışma" toplantıları idiler. Uygurların Oğuz destanına göre, Oğuz-Han konuşmağa başlamış ve kendi devletini tarif etmişti. O'na göre:

    "Yukarıda gök, kendi devletinin bir çadırı gibi idi. Güneş de Oğuz-Kağan devletinin bir bayrağı olacaktı". Zaten eski Göktürk yazıtları da öyle diyorlardı: "Yukarıdaki mavi gök, aşağıdaki yağız yer yaratıldığında ikisi arasında da insanoğlu yaratılmış insanoğlunun üzerine de, atalarımız Bumın-Kağan ile İstemi-Kağan, Han olarak oturmuşlar". Göktürk devletini kuran Bumın ve İstemi-Kağan, yalnızca Türk milletinin değil; gök ile yer arasında yaşayan, bütün insanlığın hükümdarları idiler. Onlar, bu tahta Tanrı tarafından oturtulmuş ve bütün yeryüzünü idare etme yarlığı da, yine Tanrı tarafından onlara verilmişti. Bu fikir, Türklerin yalnızca devlet idare etme düşüncelerinde değil; Türk dininin çok eski prensipleri içinde de bulunuyordu. Büyük Hun Devleti ile, daha sonraki Türk devletlerinde, bu düşüncenin türlü ve sayısız örneklerini bulabiliyoruz.

    "Oğuz-Kağan'ın akınları, sonraki Türkler tarafından, kendi bilgilerine göre, il've edilmiş bölümlerdi":

    Şimdiye kadar sözünü ettiğimiz konular, Oğuz-Kağan destanının esasını meydana getiren bölümlerdi. Artık bundan sonra, Oğuz Han'ın akınlarından söz açılır ve nereleri zaptettiği, geniş olarak anlatılmağa çalışılır. Uygurlar, Oğuz-Kağan'a, kendi bildikleri memleketleri akınlar yaptırırlar ve oraları aldırırlardı. Uygurlar, İran ve Hindistan bölgelerini çok iyi tanımıyorlardı. Güney Rusya Türkleri hakkında da pek fazla bilgileri yoktu. Cengiz-Han imparatorluğu kurulunca, âdeta bütün imparatorluk içinde, Oğuz-Kağan destanını yazmak ve söylemek bir moda haline gelmişti. Bu sebeple, çok daha geniş ve büyük Oğuz-Kağan destanlarının yazılmaya başlandıklarını görüyoruz. Cengiz-Han İmparatorluğu, Anadolu dahil, Macaristan ovalarından Japonya'ya ve daha güneyde de, Endenozya'ya kadar uzanıyordu. Bu sebeple, aynı çağda yaşayan Türkler ve İranlı yazarlar, bu bölgeler hakkında, gayet geniş bilgilere sahip idiler. Bu çağda Oğuz-Han, artık Cengiz-Han'ın yerine konmuştu. Cengiz-Han nerelere gidip, zaptetmiş ise, Oğuz-Han'a da, O'nun gibi akınlar yaptırılmıştı. Cengiz-Han gençliğinde akıllı bir eşkiyadan başka bir kimse değildi. Yol kesmek, haraç almak ve para toplamak, O'nun en ileri gelen özelliklerinden biri idi. Bu sebeple geniş bölgeler elde edip, büyük bir devlet kurduktan sonra, gençliğindeki haraç sistemini, yeni imparatorluğuna da uygulamış ve buna göre, bir idare düzeni meydana getirmişti. Cengiz-Han herşeyden önce, bir memleketin vergilerinin toplanmasına önem verir ve memurlarını, bu amaca uygun olarak tayin ederdi. Cengiz-Han çağındaki Oğuz-Kağan destanlarında artık Oğuz Kağan değişmişti. Zaptettiği yerlere vergi memurları gönderiyor ve alınan vergileri de, tıpkı Cengiz-Han gibi, gözden geçiriyordu. Aslında ise, eski Türk devletlerinin teşkil'tı ile, Cengiz-Han'ın kurduğu bu yeni düzen arasında, büyük ayrılıklar vardı. Hiç şüphe yok ki, eski Türk Kağanları da, zaptettikleri yeni memleketlerden gelecek vergilere, büyük önem veriyorlardı. Fakat devletin idaresinde, hakim olan tek ve en önemli prensip, vergi toplamak değildi. Nitekim Uygurların Oğuz-Kağan destanı daha çok eski Türk devlet teşkil'tını andıran bir şekilde konuşuyor ve eski Türk kağanlarının, gerçek düşüncelerini yansıtıyordu.

    12. OĞUZ KAĞAN DESTANININ EN ESKİ BÖLÜMLERİ

    "Arabanın ic'dı":

    Göktürklerin türeyişleri ile ilgili efsanelerde, ateş gibi insanlığa faydalı olan şeyleri ic'd eden atalardan, söz açılıyor ve bunlara büyük bir önem veriliyordu. Zaten ateş, tuz, araba v.s. gibi, insanlığın gelişmesine yardım etmiş unsurlarla aletlerin icadları, bütün dünya mitolojilerinde, en eski ve öz kalıntılar olarak kabul edilmişlerdir. Türklerin Kanglı boyu, tarih boyunca büyük bir şöhret yapmış ve Türk kavimleri arasında, önemli bir yer tutmuştu. İlk bakışta Kanglı sözü, bir nevi bizim kağnı, yani "kağnı arabası" deyimini andırıyordu. Bütün mitolojilerde olduğu gibi, Türk Mitolojisinde de, sözlerin dış görünüşlerine göre, bazı benzeştirmeler yapılmıştır. Bu sebeple Oğuz Kağan destanında, kağnı arabasının ic'dından söz açılırken, Kanglı boyu ile bir ilgi kurulmuştu. Uygur Türkçesi ile yazılan Oğuz destanında, Kağnı'nın ic'd edilişi, şöyle anlatılıyordu:

    Çürced Kağan'ı aldı, halkıyla ulusunu,
    Yoketmek için geldi, Oğuz-Han ulusunu.
    Başgeldi Oğuz-Kağan, basdı Çürced Hanı'nı,
    Ok ile kılıç ile, döktü düşman kanını.
    Oğuz öldürdü onu, kesti hemen başını,
    Böldü ganimetleri, t'bi kıldı halkını.
    Oğuz'un askerleri, beyleri bütün halkı,
    Düşmanda ne bulursa, toplayıp hep tüm aldı.
    Atlar ile öküzler, katırlar az gelmişti.
    Yığılmış yükler ise, ta dağları geçmişti.
    Oğuz'un bir eri vardı, akıllı tecrübeli,
    Barmaklığı-Çosun-Billig, yatkındı işe eli.
    Bir kağnı arabası, yapıp koydu içine,
    Oğuz'un bu ustası, devam etti işine.
    Kağnıyı çekmek için, canlı öne koşuldu,
    Cansız alıntılar da, üzerine konuldu.
    Oğuz'un beyleriyle, halkı şaştılar buna,
    Onlar da kağnı yaptı, özenmişlerdi ona.
    Kağnılar yürür iken, derlerdi: "Kanğa! Kanğa!"
    Bunun için de dendi, artık bu halka "Kanğa".
    Oğuz bunu görünce, güldü kahkaha ile,
    Dedi: "- Cansızı çeksin, canlılar Kanğa ile!"
    "Adınız Kanğaluğ olsun, belğeniz de araba!"
    Bıraktı onları da, gitti başka tarafa.

    Oğuz-Kağan, Mançurya Bölgesindeki kavimlere akın yaptığında, çok mal elde etmiş; fakat bunları, atlarla taşıyamamıştı. Bunun üzerine, Oğuz-Kağan'ın akıllı beylerinden birisi, bir araba yaparak, malların hepsini arabalara doldurmuş ve Oğuz-Kağan'ın yurduna kadar taşımıştı. Oğuz-Kağan, böyle yeni bir ic'dı görünce, çok sevinmiş ve bu beyinin soyundan gelen boylara da "Kangalı" yani "Kağnılı" adını vermişti. Tabiî olarak bu, nihayet bir efsane ile sözlerin benzeştirilmesinden başka bir şey değildi. Türkler çok eski çağlarda, tekerlek ile arabayı ic'd ederek kullanmışlardı. Çok eski çağlarda herhalde, "Kanglı" kavim adı da vardı. Fakat kendileri, henüz daha ortada yok idiler. Çünkü Türk boyları, zaman zaman çoğaldıkça bölünüyorlar ve eski adlar alarak, yeniden ortaya çıkıyorlardı. M.S.V. yüzyılda, Ortaasya tarihinde önemli bir rol oynayan bazı Türk kavimlerine Çinliler, "Yüksek arabalı kavimler" adını veriyorlardı. Çinlilerin bunlara, Yüksek arabalı" demelerinin sebebi, herhalde onların arabalarının yüksek, yani tekerleklerinin büyük olmasından ileri geliyordu. Çin tarihleri, kendilerine benzeyen kavimlerden ve eşyalardan söz açmazlardı. Öyle anlaşılıyor ki, Türklerin bu arabaları, Çin'de kullanılan arabalara nazaran, çok daha büyük ve yüksek idiler. "Büyük tekerlekli arabalar birçok bakımlardan faydalı ve elverişli idiler". Çamurlu bölgelerde ve engebeli arazilerde, büyük tekerlekli arabaları kullanmak, daha kolay oluyordu. Eski Türkler çadırlarını yalnızca yere kurmaz, aynı zamanda arabalar üzerine de oturturlardı. Bu arabalar, akınlarda da orduların peşinden ayrılmazlardı. Oğuz-Kağan destanında da görüldüğü gibi, harbe giden Türk ordularının arkasından, aileleri taşıyan arabalar ve kervanlar da yürürlerdi. Oğuz-Kağan destanına göre böyle ordu düzenleri, yalnızca çok eski çağlarda görülüyordu. Bununla beraber, daha sonraki çağlarda, meselâ Göktürk ve hatta Cengiz-Han akınlarında bile hatunlar, Hakanlar ile beylerin arkalarından gelirlerdi.

    "Türkler ilk geminin yapılışı":

    Oğuz-Han'ın bir beyi, İtil, yani Volga nehrini geçerken kendisine bir kayık yapmıştı. Bu kayık veya gemi sayesinde, Oğuz-Han'ın orduları nehrin karşı kıyısına geçerek, düşmanı mağlûp etmişlerdi. Kayığı ic'd etme motifi de, her halde Türk mitolojisinin, en eski kalınıtılarından biri olsa gerektir. Eski Türkler, denizci bir millet değillerdi. Bununla beraber kendi ülkelerinde de, birçok geniş nehirler ile göller bulunuyordu. Uygur türkçesi ile yazılmış Oğuz Kağan destanı, Türklerin gemi veya salı ic'd etmelerini şöyle anlatıyordu:

    İdil adlı bu ırmak, çok çok büyük bir suydu,
    Oğuz baktı bir suya, bir de beylere sordu: "-
    Bu İdil sularını, nasıl geçeceğiz, biz?"
    Orduda bir bey vardı, Oğuz Han'a çöktü diz.
    Uluğ-Ordu-Beğ derler, çok akıllı bir erdi,
    Bu yönde Oğuz Han'a yerince akıl verdi.
    Baktı ki yerde bu beğ, çok ağaç var çok da dal,
    Kesti biçti dalları, kendine yaptı bir Sal.
    Ağaç sala yatarak, geçti İdil nehrini,
    Çok sevindi Oğuz-Han, buyurdu şu emrini:
    "- Kalıver sen burada, halkına oluver bey!
    "Ben dedim öyle olsun, densin sana Kıpçak-Beğ!"

    Tabiî olarak diğer Oğuz destanlarında, Kıpçak-Beğ'in doğuşu ve bey oluşu daha başka türlü anlatılmaktadır.

    "Dünyamıza soğuk rüzgârlar gönderen 'Buz-Dağı' motifi, Oğuz destanında da görülüyordu":

    Karluk Türklerinin meydana gelişleri ile ilgili bölüm de, bazı önemli meselelerle karşılaşıyoruz. Uygur türkçesi ile yazılmış Oğuz destanında, Karluk Türklerinin ortaya çıkışları şöyle anlatılıyordu:

    Oğuz-Kağan baktı ki, erkek kurt önler gider,
    Ordunun öncüleri, Gökkurt'u gözler gider,
    Görünce Oğuz bunu, ne çok sevinmiş idi,
    Alaca aygırını, çabucak binmiş idi.
    Apalaca aygırı, Oğuz severdi özden,
    Ama at dağa kaçtı, kaybolup gitti gözden,
    Bu dağ buzlarla kaplı, çok büyük bir dağ idi,
    Soğuğun şiddetinden, başı da ap ağ idi.
    Çok cesur çok alp bir bey, ordu içinde vardı,
    Ne Tanrı ne Şeytandan, korku içinde vardı.
    Ne yorgunluk ne soğuk, erişmez idi ona,
    Bu bey dağlara girdi, dokuz gün erdi sona.
    Aygırı yakaladı, memnun etti Oğuz'u,
    Atamadı üstünden, dağlardaki soğuğu.
    Olmuştu kardan adam, kar ile sarılmıştı,
    Oğuz onu görünce, gülerek katılmıştı.
    Dedi: "Baş ol beylere, artık sende burda kal!
    "Sana Karluk diyeyim, ölümsüz adını al!
    Çok mücevher, çok altın, hediye etti ona,
    Bir bey yaptı Karluk'u, devam etti yoluna.

    Eski Türk Kağanlarının atları, büyük bir önem taşırlardı. Türk tarihinde, 60 veya 100 kilometre koşan, Mete'nin atı gibi efsanelemiş birçok atlara da rastlıyoruz. Elbette ki Oğuz-Kağan, kaçak atını orada bırakıp gidemezdi. Ama, o nasıl bir attı ki, buzlarla örtülü büyük bir dağ içine kaçmış ve peşindekileri de günlerce uğraştırmıştı. Onu yakalayıp getiren insanlar bile, baştan aşağıya kadar kardan bir adama dönmüşlerdi. Oğuz-Kağan destanlarında bu dağa, "Muz-Tak", yani "Buz-Dağı" adı veriliyordu. Atı dağda bulup getiren bey de, kardan bir adam şekline girdiği için, Oğuz Kağan tarafından "Karluk yani Karlık" adı ile adlandırılmıştı. Sonraki güçlü ve şöhretli Karluk kabileleri, bu adamın soyundan geleceklerdi. Eski Altay efsanelerine bir göz attığımız zaman da, böyle Buz dağlarını Türk Mitolojisi içinde görebiliyoruz. Altay Türklerine göre, Kuzeyden esen soğuk ve buzlu rüzgârlarının geldikleri bir dağ vardı. Altay Türkleri, soğuk kuzey rüzgârlarının, "Muz-Tak"adlı buzlarla kaplı bir "Buz-Dağı" ndan geldiğine inanıyorlardı. Bu Buz Dağı dünyanın kuzeyini baştan başa kaplamıştı. Buz dağının üzerinde de, yine "Buz" adı ile adlandırılan, büyük devler yaşıyorlardı. İlk bakışta, Altay efsanelerindeki Buz Dağı motifleri, Himalaya dağları ile kar adamları efsaneleri hatırlatır gibi idiler. Ama Türk Mitolojisindeki Buz Dağları herhalde yerli olarak, Türklerin zihinlerinden doğmuş ve nihayet insan düşüncesinin, bir gereği gibi oluşmuş ve gelişmiş olmalıydılar. Bunları söylemekle, Oğuz-Kağan destanındaki, "Buz-Dağ" ın Altay efsanelerindeki Buz-Dağı ile aynı olduğunu ifade etmek istemiyoruz. Gerçi daha sonraki "Boz-Ok" Oğuzlarının yurtlarında da, "Buz-Dağ" adını taşıyan bazı dağlar vardı. Ama mitoloji incelemeleri yapan bir kimsenin, diğer efsaneleri de gözönünde tutarak, karşılaştırmalar yapması, zorunlu görünmelidir. Eski Oğuz yurdunda da Buz-Dağları olabilirdi. Fakat bu dağlar, ne de olsa insanların zihinlerinde, efsaneleşmiş ve gerçek mahiyetlerini kaybetmişlerdi.

    13. OĞUZ DESTANINDA "K....K BAŞLI" İNSANLAR

    Oğuz Kağan destanlarının önemli bir bölümü de, ".... başlı insanlar"ın ülkelerine yapılan akınlardı. Türkler bu kavimlere, "İt-Barak" adı veriyorlardı. "İt" sözü, eski Türklerde de, .... anlamına geliyordu. "Barak da, bir nevi ......". Bazılarına göre, "Siyah ve tüylü bir .... cinsi" idi. Fakat bu .... de, herhalde başlangıçlarda, efsanevi bir .... olmalı idi. Oğuz Kağan destanlarına göre, "İt Barak'ların memleketi, kuzey-batıya doğru uzanan, karanlık ülkeleri içindeydi. Oğuz-Han, 'İt-Barak' lara karşı bir akın yapmış; fakat mağlûp olarak, dağlar arasındaki bir nehrin ortasında bulunan, küçük bir adacığa sığınmak zorunda kalmıştı. Bu adacıkta, savaşta ölen askerlerinden birinin karısı da, bir çocuk doğurmak zorunda kalmıştı. Fakat buraya sığınan Oğuz Han'ın, ne bir çadırı ve ne de bir evi vardı. Kadın, ağaç koğuğuna girmiş ve orada çocuğunu doğurmak zorunda kalmıştı. Oğuz-Kağan, kadının esenlikle doğum yapmasına sevinmiş ve çocuğa da, Kıpçak adını vermişti". Eski Türk efsanelerine göre "Kıpçak" sözü, "ağaç koğuğu" anlamına geliyordu. Bildiğimiz üzere "Kıpçak" lar, Altay dağlarının batısından, ta Güney Rusya içlerine kadar uzanan, büyük Türk kitleleri idiler. Herhalde Kıpçak sözü de, çok eski çağlardan beri meydana gelmiş, bir kavim adı olmalıydı. Fakat Türk destanlarını yazanlar, Kıpçak'la "ağaç koğuğu" arasında bir benzerlik bulmuşlar ve bu yolla, Kıpçak Türklerinin türeyişlerini anlatmak istemişlerdi. Az önce de söylediğimiz gibi, "Oğuz-Kağan, ikinci karısını bir göl ortasında bulunan küçük bir adacıktaki ağaç koğuğunda bulmuştu". Uygurların türeyiş efsanesinde de, "Eski Uygur ataları, iki nehir ortasında bulunan bir odacıktaki, kayın ağacından" doğmuşlardı. Bu örneklerden de kolayca anlaşılıyor ki, bir tarih olayı gibi gösterilen bu akınlarda, Türk mitolojisinin çok eski ve müşterek motifleri, sık sık görülebiliyorlardı:

    Türkler "Barak" derlerdi, Kara tüylü köpeğe,
    Böyle ad verirlerdi, büyük soylu köpeğe.
    ,Aslında efsaneler, bir .... anarlardı.
    Onu da ......, atası sayarlardı.
    Bu .... soylu idi, çok büyük boylu idi,
    Av çoban ....., hep onun oğlu idi.
    Kuzey-batı Asya'da güya "İt-Barak" vardı,
    Türklerse İç Asya'da, onlara uzaklardı.
    Başları .... imiş, vücutları insanmış,
    Renkleriyse karaymış, sanki Kara Şeytanmış.
    Kadınları güzelmiş, Türklerden kaçmaz imiş,
    İl'ç sürünürlermiş, ok mızrak batmaz imiş.
    Destanda denilmiş ki, Oğuz-Han yenilmişti,
    Bir adaya sığınıp toplanıp derilmişti.
    On yedi sene sonra, Oğuz onları yendi.
    Kadınlar yardım etti, orada savaş dindi.
    Oğuz bu bölgeleri, "Kıpçak-Beğ" e il verdi,
    Bunun için Türkler de, oraya "Kıpçak" derdi.

    Gerçi, bu efsane idi. Fakat içinde tarih olayları da yatmaktaydı. Öyle anlaşılıyor ki, bu bölgedeki güzel kadınları Türkler almışlar ve onlardan da, yeni bir nesil meydana getirmişlerdi. Belik Kıpçağın annesi de, güzel bir İt-Barak kadınından başka bir kimse değildi. Sonradan Kıpçak, Oğuz-Kağan tarafından bu bölgelere tayin edilmiş ve kuzey ülkeleri, hep onun soyları tarafında idare edilmişti. "Kıpçak'lar da türkçe konuşuyorlar ve Türk kültürüne sahip idiler". Fakat Oğuz destanı, Kıpçağı Oğuz-Han'ın soyundan değil, nihayet askerlerinden birisinin neslinden getiriyordu. Kıpçak kuzeylere gitmiş, orada soyları türemiş ve yerlilerle karışarak, yeni akraba. Bir Türk kavmi meydana getirmişti.

    "......şlı insanlara Avrupa ve Hint mitoloilerinde de rastlanıyordu". Eski Yunan mitolojisinde de, .... başlı insanlarla ilgili, birçok efsanelere rastlıyoruz. Daha sonraki Avrupa mitoloji de, .... başlı insanlara, zaman zaman yer vermişti. Avrupalılar, bu .... başlı kavme, "Borus" adını veriyor ve onların, bugünkü Finlandiya ile Rusya'nın kuzey kısımlarında yaşadıklarını söylüyorlardı. Oğuz-Kağan destanındaki "İt-Barak" lar da aşağı yukarı, aynı bölgelerde idiler. Bu bakımdan, Avrupa ve Yunan Mitolojisi ile Türk Mitolojisi arasında, bir benzerlik ve bir bağ meydana gelmektedir. .... başlı insanlar motifi, herhalde Türkler arasına, dışarıdan gelmiş bir efsane olmalı idi. Fakat Türkler, köpeğe önem vermezlerdi. ...., Türklere göre, aşağı bir hayvandı, bunun için de Türk Mitolojisi, .... başlı insanları daima küçük görmüştü. .... başlı insanlarla ilgili efsaneleri, Hindistan'da ve güney bölgelerinde de görüyoruz. Hint Mitolojisi zaman zaman, köpeğe daha fazla önem vermişti. Bu sebeple Hindistan'daki .... başlı insanlar, aşağı bir sınıfı değil; soylu Hintlileri temsil ediyorlardı. Motifin, eski Yunan'da ve Avrupa'da görülmüş olmasına rağmen, Türklerde de bunların benzer şekillerini görmüyor değiliz. Meselâ Doğu Göktürk devletinin önemli bir bölümünü meydana getiren. Tarduş Türklerinin ataları da, "Başı kurt ve vücudu insan olan" bir kimse idi. " .... başlı insanlara, Çin efsanelerinde de büyük bir yer verilmişti. Çin'in kuzeyinde ve Mançurya'da oturan bazı kavimler Çinlilere göre .... başlı idiler. Bu efsaneler Çin'de, çok daha eski çağlarda başlamıştı. Hatta diyebiliriz ki, Çin'in .... bağlı efsaneleri, Yunanistan'daki efsanelere nazaran daha eski idiler". Mançurya'nın kuzeyinde oturan iptidaî Moğollar, köpeğe büyük bir önem verirlerdi. Onlarca ...., hem kutsal ve hem de kendi milletlerinin atası idi. Bu sebeple Oğuz-Kağan destanına .... başlı insanlar motifinin, Çin'den mi, yoksa Avrupa'dan mı geldiğini, kolayca kestirmek mümkün olamamaktadır. Cengiz-Han devrinde yazılmış olan Oğuz destanları, daha çok Batı ile ilgileri olan yazarlar tarafından kaleme alınmışlardı. Bu sebeple Oğuz destanlarında .... başlı insanlar, Kuzey Rusya ile Finlandiya'da gösteriliyorlardı. Elimizde bu konu ile ilgili, daha eski kaynaklarımız maalesef yoktur. Buna rağmen, eski Türk destanlarında, güya Kuzey Mançurya'da yaşayan ".... başlı" insanlardan da söz açılıyordu.

    14. "ALTIN YAY" VE "ÜÇ GÜMÜŞ OK"

    "Oğuz-Kağan'ın altı oğlu hükümdarlık sembolü olan, 'altın bir yay" ile ""üç gümüş ok"u, avda bulup getirmişlerdi":

    Altından yapılmış bir yay ile üç gümüş okun, Oğuz'un oğulları tarafından bulunuşu, hemen hemen bütün Oğuz destanlarında yer almaktadır. Tabiî olarak, ayrı yer ve zamanlarda yazılmış olan Oğuz destanlarında, bu konuda da ufak değişiklikler görmüyor değiliz. Uygur türkçesi ile yazılmış Oğuz destanı, yayla okların daha önce, rüyada görüldüklerini yazıyordu. Bu çok güzel olay, şöyle olmuştu:

    Söz dışında kalmasın, bilsin herkes bu işi,
    Oğuz-Kağan yanında, vardı bir koca kişi,
    Sakalı ak, saçı boz, çok uzun tecrübeli.
    Soylu bir insan idi, akıllı düşünceli.
    Ünvanı Tüşimeldi, yani Kağan veziri,
    "Uluğ Türük" dü adı, Oğuz'un seçme eri.
    Altından bir yay gördü, uyur iken uykuda,
    Yayın bulunuyordu, üç gümüşten oku da.
    Ta doğudan batıya, altın yay uzanmıştı,
    Üç gümüş ok kuzeye, sanki kanatlanmıştı.
    Anlattı Oğuz-Han'a, uyanınca uykudan,
    Rüyayı tabir etti, içindeki duygudan,
    Dedi: "Bu düşüm sana, dirlik düzenlik versin!
    "Hakanıma inşallah, birlik güvenlik versin!
    "Rüyada ne gördüysem, Gök Tanrı'nın sözüyle,
    "Seni de öyle yapsın, Tanrı kutsal özüyle!
    "Yeryüzü hep insanla, dolup taşar boyuna,
    "Tanrım! Bağışlayıver! Oğuz-Kağan soyuna!"

    Eski tarih kaynaklarına göre ise olay şöyle olmuştu: "Oğuz-Han'ın altı oğlu bozkırlarda avlanırlarken, tesadüfen bir altın yay ile üç gümüş ok bulmuşlar ve bunları babalarına getirmişlerdi".

    Oğuz destanlarının en son metinlerinden biri sayılan, Hive'nin meşhur Türk hanı Ebülgazi Bahadır Han'ın eserinde ise durum şöyle anlatılıyordu:

    "Oğuz-Kağan bir vezirine, altın bir yay ile üç gümüş ok vermiş ve bunların ayrı ayrı yerlerde, bozkırlar içine, yarıya kadar gömülmesini emretmişti. Bey, Oğuz-Kağan'ın emrini yerine getirerek yayı, batıdaki bir bölgeye ve üç gümüş oku da doğuda yarı yerlerine kadar gömerek, gelmişti. Bundan sonra Oğuz-Kağan göğün kızından doğan üç oğlunu, yani Gün-Han, Ay-Han ve Yıldız-Han'ı batıya göndermişti. Yerin kızından doğan üç oğlunu, yani Gök Dağ ve Deniz Hanları da, avlanmak için, doğuya göndermişti. Batıda ve doğuda avlanan çocuklar, yay ile okları bularak sevinmişler ve hemen onları babalarına götürmüşlerdi. Oğuz-Han, altın yayı bulan çocuklarını, Batı ülkelerine tayin etmiş ve gümüş okları bulanları da Doğu bölgelerine vermişti". Oğuz-Han'ın beyini göndererek, yay ile okları yarı yerlerine kadar toprağa gömdermesi, başka hiçbir kaynakta görülmemektedir. Bu bakımdan böyle bir olayın, sonradan uydurulmuş olması, ilk bakışta akla çok uygun gelmektedir. Fakat Türk mitolojisinin diğer motiflerini de hatırlayınca, bu olay üzerine önem vermeden geçmek, mümkün olmamaktadır. Çok eski bir efsanedir: "Atilla'nın çobanlarından birisi, günün birinde bir sığırın, ayağının kanadığını hayretle görmüş. Acaba sığırın ayağını böyle ne kesti diye araştırırken, yere saplanmış bir kılıç bulmuş. Sapından yere saplanmış olan bu kılıcı topraktan çıkararak, Atilla'ya getirmiş. Atilla'nın etrafındakiler bunu görünce çok sevinmişler ve bu kılıcın, Tanrının kılıcı olduğunu söylemişler. Ayrıca, bu kılıcı elde eden hükümdarın da, yaryüzüne hâkim olacağını ifade etmişler". Gerçi bu hikâye, İskitler çağında da görülen bir efsane motifidir. Fakat Batı bölgelerini ellerinde tutacak olan Oğuz-Han'ın oğullarının, yere gömülü altın bir yay bulmaları, da, herhalde Ebül Gazi Bahadır Han tarafından uydurulmuş bir efsane motifi olmasa gerekti.

    "Atilla'nın kılıcı" gibi, Oğuz-Kağan'ın oğullarının buldukları "Altın Yay" ile "Üç gümüş ok" da, Tanrı tarafından gönderilmiş bir hakanlık sembolü gibi düşünülüyordu. Oğuz-Kağan'ın vezirinin, az önce bu konu ile ilgili olarak nasıl bir rüya gördüğünü okumuştuk. Şimdi yine Uygur türkçesi ile yazılmış Oğuz destanından, bu yay ile okların nasıl bulunduklarını okuyalım:

    Sabah olunca gördü, kendinden büyükleri, Çağırtarak getirtti, kendinden küçükleri, Dedi: "- Hey! Gönlüm benim" Avlansana haydı der! "İhtiyarlık başa geldi, cesaretin hani der! "Gün, Ay, ve Yıldız sizler, gidin gündoğusuna, "Gök, Dağ ve Deniz siz de, gidin günbatısına!" "Oğuz-Han oğulları, bunu hemen duyunca, Gitti üçü doğuya, üçü batı boyunca. Av avlayıp, kuş kuşlayan, Gün ile Yıldız ve Ay, Buldular yolda birden, som altından tam bir yay. Sundular Oğuz-Han'a, Han sevindi hem güldü, Aldı bu altın yayı, kırarak üçe böldü. Dedi: "-Ey, oğullarım! Kullanın bir yay gibi! "Oklarımız erişsin, göğe değ bu yay gibi!" Av avlayıp kuş kuşlayan, Dağ ile Deniz ve Gök, Buldular yolda birden, som gümüşten tam üç ok, Sundular Oğuz-Han'a, Han sevindi hem güldü. Aldı üç gümüş oku, oğullarına böldü. Dedi: "- Ey, oğullarım! Sizlerin olsun bu ok, "Yay atmıştı onları, olun siz de birer ok!"

    Yay Türklerde bir hakimiyet sembolü idi. Hatta Büyük Selçuklu devletinin sembolü de, bir yaydan başka bir şey d
    __________________




  • ALPARSLAN
    --------------------------------------------------------------------------------

    1030 yılında doğan Alparslan, Çağrı Bey’in oğlu ve Tuğrul Bey’in yeğenidir. Gazne Hükümdarı Mevdut’a karşı 1044’te büyük zafer kazandığı savaşta dikkat çekti. Çağrı Bey ona, 1058’de Belh, Toharistan, Tirmiz, Kobadiyan, Vahş ve Valvalic gibi şehirleri bırakarak devlet yönetimine hazırladı.

    1059 yılında Gaznelilerle yapılan anlaşma sonrasında 1060’ta Çağrı Bey’in ölümü üzerine Alparslan, Horasan Selçuklu Devleti’nin başına geçti.

    1063’te Tuğrul Bey’in ölümü üzerine vasiyeti doğrultusunda yeğeni ve üvey oğlu Süleyman, Vezir Amidülmülk Kündüri tarafından tahta çıkarıldı. Ancak Selçuklu beyleri, Alparslandan yana tavır koydu. Bu arada Kutalmış’ın başkent Rey’e hücumu üzerine, Vezir Kündüri, Horasan Selçuklu Hükümdarı olan Alparslan’ı Rey’e çağırarak, Selçuklu tahtını Alparslan’a devretti. Daha sonraki muharebede de Alparslan, Kutalmış’ı mağlup ederek Rey’e girdi ve 27 Nisan 1064’te tahta çıktı. Kündüri’nin yerine de Nizamülmülk’ü vezir tayin etti.

    Dağınık Selçuklu beylerini disipline eden Alparslan, zamanın halifesine, 11 Mayıs 1064’te kendi adına bütün camilerde hutbe okunmasını emretti. Alparslan’ın sultanlığıyla Doğu ve Batı Selçukluları tek çatı altında birleşti.

    İlk olarak Ermenistan ve Gürcistan civarında fetihler yapan Alparslan, daha sonra Bizans’ın en sağlam hudut şehri olan Ani’yi kuşattı. Son derece zorlu Ani’nin surları boyunca ağaçtan burçlar yaptırarak, mancınık ve okçularla, Ani’ye hücum etti. Uzun süren kuşatmadan sonra Ani, 1064 yılı içinde fethedildi.

    Alparslan aynı yıl doğuda Tiflis’e kadar fetihler yaparken, kumandanları da Anadolu’da çeşitli fetihler gerçekleştirdi. Özellikle Afşin Bey, 1067-1068’de, Bizans’a karşı Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde önemli başarılar elde etti. 1067’de Malatya’da Bizans ordusunu yenen Afşin Bey, Kayseri’ye kadar ilerledi. Bizans’ın başına geçen Romanus Diogenes, Selçuklu akınlarına son vermek için 1068’de harekete geçti. Ancak Afşin Bey’in çevik manevraları üzerine Diogenes, sonuç alamadan İstanbul’a geri döndü.

    Selçuklu akınlarının sürmesi ve görevlendirdiği kumandanların bozguna uğraması üzerine Diogenes, 1069’da tekrar ordusunun başına geçti. 1069 ve 1070 yılları, Diogenes ile Türk akıncı beylerinin vur-kaçlarıyla geçti.

    Bu büyük Türk istilası Bizanslıların gözünü korkutmuştu. Ne pahasına olursa olsun onu durdurmak, bu topraklardan atmak, tehlikesiz hale getirmek, hatta ortadan silmek gerektiğine inandılar.

    Bizans İmparatoriçesi Odoksiya bu yüzden, cesaretiyle ün yapmış kumandan Diyogenes Romanos ile evlendi. Böylelikle hem tahtında sorumluluğu beraber paylaşacakları yürekli bir insan, hem de ordularını yönetecek kahraman bir başkumandan kazanmış oluyordu.

    Alparslan'ın 1071 yılı baharında güneye doğru yeni bir sefere hazırlandığını haber alan Bizanslılar bunu kaçırılmaz bir fırsat bildiler. General Diyogenes Romanos, 200 bin kişilik muazzam bir ordu kurarak Alparslan'ın üzerine yürüdü.

    Tarihin seyrini değiştirecek iki ordu Van gölünün kuzeyindeki Malazgirt ovasında karşı karşıya geldiler. Alparslan her şeyden önce barış taraftarı idi. Bu yüzden en yakın adamlarından Sevük Tekin'i sulh elçisi olarak General Romanos'a gönderdi. General Romanos, Alparslan'ın kendisinden korktuğu için sulh istediğini sandı. Bunun şımarıklığı içinde Sevük Tekin ile adeta alay etti:

    – Biz Isfahan'a gidiyoruz. Şurada atlarımızı biraz dinlendirelim dedik. Sulh meselesini ise artık Horasan'da görüşürüz. Fazla vaktimiz yok. Sizi Horasan'da bekleyeceğim, dedi.

    Savaş artık kaçınılmaz bir hal almıştı. Horasan'a kadar bütün Türk topraklarını alacağını söyleyen bu Bizanslı şımarık generale haddini bildirmenin zamanı gelmişti. Alparslan o gün beyazlar giymişti. Harp meclisini topladı:

    – Sulhu kazanamadıysak savaşı kazanacağız. Ok ve yaylarımızı bırakıp yakın savaşa gireceğiz... Düşmana kılıcım, kılıcım olmazsa pençem yeter. İşte şehitlik kefenimi giydim. Şehit olursam beni düştüğüm yere gömünüz ve oğlum Melik Şah'ın etrafına toplanınız, dedi.

    Alparslan'ın imamı Buharalı Muhammed bin Abdülmelik,
    – Sen İslamiyet uğruna bir cihada giriyorsun sultanım. Bütün Müslümanların dua ettikleri mübarek Cuma günü savaşa başla. Allah zaferi senin adına yazsın, diyerek zafer için dua etti.

    Türk ordusu 26 Ağustos 1071 günü yalın kılıç düşmanın üzerine atıldı. Bizanslılar karşı tepelerin eteklerine sırtlarını vermiş beklemekte idiler. Alparslan çok isabetli bir kararla düşmanı üzerine çekmeyi beklememiş, bilakis kendisi sayıca çok daha kalabalık olan düşmanın üzerine yürümüştü.

    Türk ordusu, tarihinin en yaman savaşını verdi Malazgirt ovasında. Harbin talihi kısa bir zamanda Alparslan'ın tarafına döndü. Bizans'ın o güçlü ve mağrur ordusu darmadağınık oluverdi. Ölenler öldü, kılıç artıkları ise esir edildi. O dev ordu mahvolup gitti. Esir edilenler arasında mağrur ve şımarık kumandan Romanos da vardı.

    Alparslan, huzuruna getirilen General Romanos'a saygı ile yakınlık gösterdi. Kendisini teselli etti. Bir süre konuştular, sonra Alparslan: – Beni esir etseydin ne yapardın, diye sordu.
    Bizanslı Başkumandan:
    – Belki öldürür, belki de sokaklarda teşhir etmek üzere seni İstanbul'a götürürdüm, cevabını verdi. Muzaffer kumandan acıyan nazarlarla Romanos'a baktı:
    – Benim cezam ise daha ağır olacak... Seni bağışlayacağım. Serbestsin, dedi.

    Malazgirt zaferi, daha sonra Selçuklu Türk beylerinin Anadolu’da girişeceği fetihlerin anahtarı olurken, Sultan Alparslan, Rey ve Hamedan’a geri döndü.

    Alparslan, batı fırka mensubu Yusuf el-Harezmi’yi ortadan kaldırmak için yeni Buhara yakınlarındaki Hana kalesine bir sefer yaptı.

    Daha fazla dayanamayacağını anlayan Yusuf, Alparslan’a teslim olacağını bildirdi. Yusuf el-Harezmi’yi huzuruna getirten Alparslan burada Yusuf el-Harezmi’nin ani bir hançer darbesi ile ağır yaralandı. Aldığı yara üzerinden dört gün sonra 25 Kasım 1072’de 42 yaşındayken vefat eden Alparslan’ın naşı Merv’e getirilerek, babası Çağrı Bey’in yanına defnedildi.

    Türbesine şu kitabe vardır:
    “Alparslan'ın göklere yükselen azametini görenler, bakınız! Şimdi o şu kara toprağın altındadır.”
    __________________




  • İSKORPİT-X


    OSMANLI TORUNUYUZ YAZ BİZİDE FETİH KARDEŞ

    DEVLETLUM YAZ BENİ
  • Beni de ilave edermisiniz lütfen.
  •  ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    Fevzi Çakmak, (doğum 1876 İstanbul - ölüm 12 Nisan 1950 İstanbul) Mareşal ünvanı almış Türk komutanı. Cumhuriyet döneminin ilk, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin 2. Genelkurmay Başkanı'dır.

    Ailesi ve Öğrenim Hayatı

    Babası Çakmakoğullarından, Tophane kâtiplerinden Ali Sırrı Efendi ; annesi ise Varnalı Hacı Bekir Efendi'nin kızı olan Hesna Hanım dır. Fevzi Çakmak'ın babası Ali Sırrı Efendi, albay rütbesiyle Medine'de bulunduğu dönemde ölmüş ve Medine'ye gömülmüştür. Ali Sırrı Efendi ile Hesna Hanımın biri kız ve üçü erkek olmak üzere dört çocukları olmuştur. Osmanlı Ordularında topçu albayı olan Ali Sırrı Efendi, çocuklarını asker yapmayı istemekteydi. Nitekim erkek kardeşleri de Fevzi Çakmak gibi asker olmuş fakat kardeşlerinden Muhtar bey 1912 Balkan Savaşı'nda, Nazif Bey Çanakkale Savaşında ve en küçük kardeşi olan Sami Bey ise askeri ortaokula devam ettiği sırada genç yaşta vefat etmişlerdir.

    Öğrenim hayatına beş yaşındayken İstanbul'da Sadık Hoca Mahalle Mektebi'ne yazılarak başlamışdı. İki yıllık öğreniminin ardından Sarıyer'deki Hayriye Mektebine devam etti. On yaşına geldiğinde, Rüştiye Mektebi 'ne yazılarak orta öğrenimine başladı. Bu okuldaki bir yıllık öğrenim ardından Soğuk Çeşme Askeri Rüşdiyesi'ne yazıldı. 1890'da Kuleli Askeri İdadisi'ne yazıldı. 1896'de Harbiye'yi, 1898'de kurmay yüzbaşı rütbesiyle Erkan-ı Harbiye Mektebi'ni bitirdi.

    Birinci Dünya Savaşı öncesi faaliyetleri

    Bir süre Erkan-ı Harbiye (Genelkurmay) 4. Şube'de görev yaptıktan sonra 1899'da Metroviçe Tümeni'nin kurmay heyetinde görevlendirildi. Balkanlar'daki Sırp ve Arnavut çetelere karşı verilen mücadeleye katıldı. Kısa aralıklarla terfi ederek 1907'de miralaylığa (albay) yükseldi. 1908 yılında İkinci Meşrutiyet ilan edildiğinde 35. Fırka Komutanı ve Taşlıca Mutasarrıfıydı. 1910'da Arnavutluk'ta çıkan ayaklanmayı bastırmakla görevlendirilen Kosova Kolordusu'nun kurmay başkanlığı'na atandı. 1911'de Trablusgarp Savaşı başlayınca Rumeli'nin savunmasıyla görevli Garp (Vardar) ordusunun kurmay başkanlığına getirildi. Balkan Savaşı (1912-1913) sırasında 21. Tümen Komutan Vekilliği, Vardar Ordusu Harekat Şubesi Başkanlığı yaptı. 1913'te 5. Kolordu Komutanlığı'na atandı. Mart 1915'de rütbesi mirlivalığa (tuğgeneral) yükseltildi. Birinci Dünya Savaşı'nda Çanakkale, Kafkas, Suriye ve Filistin cephelerinde savaştı. 1918'de ferikliğe (korgeneral) yükseldi.

    Çanakkale Cephesi'nde Fevzi Çakmak

    Fevzi Paşa'nın, Balkan Savaşları çıktığı dönemde 21. Yakova Nizamiye Fırkası K. Vekilliği 'nde; 6 Ağustos 1912'de Kosova Kuvay-ı Umumiye Kurmay Başkanlığ ı'nda; 29 Ekim 1912'de de Balkan Harbi Seferberliği'nin başlangıcında Vardar Ordusu K. I. Şube Müdürlüğü 'nde görevlendirildiğini daha öncede belirtmiştik. Sırp Cephesi'nde Vardar Ordusu Harekât Şube Müdürü olarak bulunan Fevzi Paşa'nın başarılı askerî faaliyetlerine rağmen, Garp Vilayetleri'nde 10 Mayıs 1913'den itibaren Türk Hakimiyeti sona ermiştir. Fevzi Paşa, Güney Gurubu Komutanlığı'na bağlı V. Ordu Komutanı olarak 13 Temmuz'da katıldığı II. Kereviz Dere Muharebesi 'nde İngiliz ve Fransızlara karşı savaştı. Fevzi Paşa'nın Komutasındaki V. Kolordu Komutanlığına bağlı IV. - VII. Tüm. Komutanlıkları cephede ve VI. Tüm. Komutanlığı ise geride bekletilmekteydi. Bu muharebeler esnasında V. Kor. Komutanlığına bağlı, VII. Tüm. Cephesi'ne yapılan İngiliz taarruzları başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Fransızlar ise IV. Tüm. Cephesi'ne taarruz etmiş fakat beklemedeki VI. Türk Tüm.'nin bölgede kullanılması üzerine düşman fazla ilerleme gösterememiştir. 13 Temmuz'da cepheye gelen Fevzi Paşa'nın komutasındaki XIII. ve XIV. Tümenler muharebeye katılmamış fakat 21 Temmuz'dan itibaren cepheye gelerek, I. Tüm. hariç yıpranmış ve yorulmuş eski tümenleri değiştirmişlerdir. Ayrıca II. Ordu Tümenleri'nin bölgeye (Kereviz Dere-Zığın Dere) gelmeleri üzerine VI. ve VII. Tümenler, Saros Gurubuna gönderilmiştir.

    Fevzi Paşa, V. Kolordu Komutanı olarak 6 Ağustos ve 13 Ağustos 1915 tarihindeki muharebelere katılmıştır. Düşman Kirte istikametinde yapacağı taarruzlar doğrultusunda Alçıtepe'yi almayı planlıyordu. Fakat Türk direnişi karşısında amacına ulaşamayan düşman çok fazla ilerleyememiştir. 6 Ağustos'ta düşmanın taarruz ettiği Arıburnu - Conkbayırı bölgesine gönderilen VIII. ve IV. Tüm. ile yetinmeyen Vehip Paşa, 9 Ağustos'ta Fevzi Paşa'nın komuta ettiği V. Kor. Komutanlığına bağlı V. ve XIV. Kolorduların son ihtiyatları olan 41. ve 28. Alayları da bu bölgeye gönderdi. Bölgeye gönderilen bu iki alay Conkbayırı'nın düşman eline geçmemesine ve Albay Mustafa Kemal'in 10 Ağustos tarihinde Conkbayırı taarruzuna yardımcı oldu. Eylül 1915 - 9 Ocak 1916 Mevzi Muharebeleri 'nde rahatsızlığı nedeniyle Anafartalar Kurmaylığı'ndan Alb. Mustafa Kemal'in 10 Aralık 1915'te ayrılması üzerine bu göreve Fevzi Paşa getirilmiştir. Bu muharebelerde V. Kolordu Komutanı olarak görev alan Fevzi Bey'in komutasındaki XIII. Tüm. 21 Ekim 1915'te Keşan'a hareket etti. XIV. Tümen ise 12 Ocak 1916'da bölgeden ayrıldı.

    Anafartalar Grup Komutanı olarak Eylül - 20 Aralık 1915 Mevzi Muharebeleri Kuzey Grubu'nda bulunan Fevzi Paşa, Alb. Mustafa Kemal'in rahatsızlığı nedeniyle cepheden 16 Aralık 1915'de ayrılması üzerine bu göreve getirildi. Anafartalar Grup Komutanlığına bağlı II. Kor. Kh. ve IV. Tüm. 16 Ekim 1915'te cepheden ayrılarak Keşan'a gönderildi. II. Kor. Kh.'nın bölgeden ayrılması üzerine yerine XVI. Kor. Kh. teşkil edildi. Düşmanın 18 Aralık'ta başlatıp; 20 Aralık gecesi tamamladığı tahliyeden sonra bu bölgedeki birlikler Trakya'ya sevk edildi. Yeni getirilen birliklerden Çanakkale Grup Komutanlığı teşkil edildi. Fevzi Paşa'nın komutasındaki Anafartalar Grup Komutanlığına bağlı Tümenlerin bölgeden ayrılış tarihleri:

    XIX. Tüm. 19 Ocak 1916

    XV. Tüm. 17 Ocak 1916

    XII. Tüm. 16 Ocak 1916

    VII. Tüm. 15 Ocak 1916

    XI. Tüm. 9 Ocak 1916

    IX. Tüm. 14 Ocak 1916

    VIII. Tüm. 13 Ocak 1916

    1915 sonrası askeri ve siyasi faaliyetleri

    Mondros Mütakeresi imzalandığında sağlık nedenleri ile İstanbul'da bulunuyordu. 24 Aralık 1918'den 14 Mayıs 1919'a kadar Erkanıharbiye reisliği yani bugünkü karşılığı Genelkurmay Başkanlığı görevinde bulundu. 1. Ordu Müfettişliği, Askeri Şura üyeliği, Ali Rıza Paşa ve Salih Hulusi Paşa hükümetlerinde harbiye nazırlığı (Şubat - Nisan 1920) yaptı. Harbiye nazırlığı sırasında Anadolu'daki ulusal harekete silah ve cephane gönderilmesini kolaylaştırıcı bir tutum izledi.

    İstanbul'un İtilaf Devletleri tarafından resmen işgalinin (16 Mart 1920) ardından Anadolu'ya geçmeye karar veren Fevzi Paşa, Nisan 1920'de Ankara'ya ulaştı. İstasyonda Mustafa Kemal Paşa tarafından törenle karşılandı. Birinci dönem TBMM'ye Kozan milletvekili olarak katıldı. 3 Mayıs 1920'de milli müdafaa vekilliğine getirildi. 24 Ocak 1921'de milli müdafaa vekilliği üzerinde kalmak üzere icra vekilleri heyeti reisliğini (başbakanlık) de üstlendi. 26 Mayıs 1920'de İstanbul Hükümeti tarafından ulusal hareketin önderlerinden biri olarak rütbesinin kaldırılmasına, nişanlarının geri alınmasına ve idamına karar verildi.

    İkinci İnönü Zaferi'nin ardından 3 Nisan 1921'de rütbesi TBMM kararıyla birinci ferikliğe (orgeneral) yükseltildi. Sakarya Savaşı'ndan bir süre önce, aynı zamanda Garp Cephesi Komutanlığı görevini de yürüttüğü için Ankara'da sürekli bulunamayan İsmet Paşa'nın (İnönü) yerine Genelkurmay Başkanlığı görevine getirildi. (3 Ağustos 1921)

    14 Ocak 1922'de milli müdafaa vekilliği, 9 Temmuz 1922'de icra vekilleri heyeti reisliği görevlerinden ayrıldı ve Genelkurmay Başkanı olarak Büyük Taaruz'un hazırlıklarıyla ilgilendi. Zaferle sonuçlanan Başkomutanlık Meydan Savaşı'nın (30 Ağustos 1922) ardından 31 Ağustos'ta rütbesi Başkomutan Mustafa Kemal Paşa tarafından meclis adına müşirliğe (mareşal) yükseltildi. Cumhuriyetin ilanından sonra Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Genelkurmay Başkanı oldu

    Cumhuriyet Dönemi

    Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Vekilliği'nin kaldırılmasıyla; Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisliği 'ne atanan Mareşal Fevzi Çakmak, 30 Ekim 1924'e kadar askerlik görevinde bulundu. 31 Ekim 1920'de askerlik görevini, siyasete tercih ederek İstanbul Milletvekilliği'nden istifa etti. Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisliği görevini 23 yıl yaptıktan sonra 12 Ocak 1944'de Askerî ve Mülkî Tekaüt Yasası'na göre Tahdit-i Sin yani yaş haddinden dolayı emekliye ayrıldı. VIII. Dönemde TBMM'de Demokrat Parti listesinden bağımsız aday olarak İstanbul Milletvekili seçildi. 5 Ağustos 1946'da Meclise katılan Fevzi Paşa, partisinden ayrılarak; 19 Temmuz 1948'de Millet Partisi'nin kurucu üyeleri arasında yer aldı.




  • TURGUT REİS

    --------------------------------------------------------------------------------

    Türk denizcilerinin büyüklerinden olan Turgut Reis, Akdeniz’deki başarılarından dolayı büyük bir ün kazanmıştır. Barbaros’tan sonra Venedik ve İspanyol donanmalarına karşı büyük zaferler kazanarak bütün Avrupa’yı titretmiştir. Avrupalılar ona Dragot derlerdi. Turgut Reis, elde ettiği başarılar ile tarih sayfalarını süslemiştir.

    Turgut Teis, 1485 yılında İzmir’in Menteşe sancağı dahilinde Seroluz nahiyesine bağlı bir köyde doğmuştur. Babası Veli adında bir çiftçi idi. Fakir bir köylü çocuğu olan Turgut, gençliğini çobanlıkla geçirdi. İri vücutlu ve çok sağlam bünyeli idi. Çok kuvvetli olduğu için pehlivanlığa merak etti. Önüne geleni yeniyordu. O devirlerde pehlivan ve yay çekenler serdengeçti yazılırlardı. Sahil Çocukları da Korsan gemilerine levent olurlardı.

    Turgut günün birinde çobanlığı bırakarak İzmir’e indi. Orada dolaşırken bir tellalın yüksek sesle sokaklarda, “Terlemeden, solumadan can vermek isteyen korsan yazılsın!” diye bağırdığını duydu. Bunu işiten çoban Turgut içini çekti, sonra korsan yazılmaya karar verdi. O, dağların çocuğu idi. Fakat şimdi o, önüne serilen engin denizlere açılmak istiyordu.

    O bu düşünceler içinde iken İzmir limanına bir Türk korsan gemisi girdi. Bütün direklerine elde ettikleri malları asmışlar, altında davul ve zurna çalarak levent zeybeği oynuyorlardı. Turgut gözlerini açarak, yanık bağırları açık, kolları çıplak bu iri leventlere hayretle baktı. Onlar gibi olmak için içi burkuldu. Daha fazla dayanamayarak gitti, levent yazıldı. O tarihte Turgut henüz 22 yaşında idi. Korsanlar ilk defa onu topçu yaptılar.

    Artık denizlerde geziyor, korsanlık ediyordu. Fakat onun en büyük emeli başlı başına bir gemiye sahip olmaktı. Bu gayesine erişmek için yemedi, içmedi, para biriktirdi. Nihayet bir gemi almaya muvaffak oldu.

    Turgut Reis Akdeniz’e açıldı. İlk defa Selanik’ten buğday yüklü iki Venedik Gemisine Mataban Burnu’nda tesadüf ederek üzerine atıldı, bu gemileri zaptetti. Bu onun ilk zaferi oldu. Bir müddet sonra da büyük bir korsan gemisini ele geçirerek, küçük teknesini bir kadırga ile değiştirme imkanına sahip olmuştu. O zamanlar maiyetinde yüz elli Türk korsan bulunmakta idi. Forsaları bulunmadığından Sicilya sahillerine baskın yaparak birçok İtalyan’ı esir etmiş ve kürekçi yapmıştı.

    Artık ona korsanlık için geniş bir ufuk açılmıştı. Cebelitarık’tan Ege Denizi’ne kadar bütün sahilleri dolaşıyordu. Turgut, kısa bir zamanda yirmi kadırga ve kalitadan ibaret bir filoya sahip oldu. Artık onun şöhreti Akdeniz’e yayıldı.

    Bu başarılarından sonra Cezayir’e giderek Barbaros Hayrettin’i kendine bir pir olarak tanıdı. Barbaros, Turgut’u çok sevdi. Arkadaşlarına onun başarılarını övdü, hatta bir gün:

    Turgut benden ileri! Diyerek iltifat etti.

    Barbaros Hayrettin, Turgut Reis’i muavin olarak kullandı.

    1540 yılında Turgut’un donanması, Korsika sahilindeki bir limanda demirli olarak yatıyordu. Güneş henüz doğmak üzere iken, Turgut bir seccadenin üzerinde sabah namazını kıldı. Namazdan sonra Kuran-ı Kerim okudu. Bu esnada tayfaların telaşını duydu. Bir tehlike olduğunu anlayarak gözlerini limanın ağzına dikti. Buradan iki düşman harp gemisinin üzerlerine geldiğini gördü. Fakat bu gemileri daha büyük gemiler takip ediyordu. Bu korkunç donanma Kanuni Süleyman’ın en büyük rakibi olan İmparator Şarlken tarafından Turgut Reis’i yakalamak için gönderilen bir donanma idi. Bu donanmanın kumandanı da meşhur Venedik Deniz Amirali Andrea Doria’nın biraderzadesi genç Jenatin Doria idi. Bu genç kaptan, Akdeniz’i titreten bir kahramanı esir etmeye gelmişti.

    Turgut Reis bir kapana tutulduğunu hissetti. Bu, onun için korkunç bir baskındı. Turgut Reis derhal on iki gemisinin kumandasını eline aldı, bu gemileri yarıp geçebileceği ümidiyle altmış parça düşman harp gemisinin üzerine bir yıldırım süratiyle hücum etti. Fakat düşmanlar birdenbire bunların üzerine topçu ateşine başladılar. Türklerin de karşılık vermesiyle kanlı bir deniz savaşı başladı. Fakat Türkler önlerindeki bu büyük seti aşamadılar. Bu defa düşmanın sahildeki topları da üzerlerine ateşe başladı. İki ateş arasında kalan Türk gemileri batıyor, bazılarının cephanelikleri ateş alarak berhava oluyordu. Bu esnada Turgut Reis’in gemisine iki düşman gemisi rampa etti. Gemilerden çıkan düşman askerleri Turgut Reis’in üzerine yürüyerek onu esir ettiler. Bu koca deniz aslanını amirallerinin karşısına çıkardılar.

    Turgut Reis, kendisini esir edenin meşhur Andrea Doria olduğunu sanıyordu. Fakat karşısında onun yerine tüysüz bir genci görünce bağlı olduğu zincirlerini şakırdattı ve koşarak:

    Ah, demek ben böyle bir çocuğun esiri oldum! diye bağırdı.

    Bu söz üzerine genç amiral, Turgut’un üzerine hücum etti. Çünkü Turgut Reis, zincirlerle bağlıydı. Amiral Turgut’a yaklaşarak tokat atmak için elini kaldırdığı zaman Turgut gözlerini açarak üzerine hücum edince düşman askerleri üzerine saldırdılar. Onu yakalayıp kürek mahkumlarının bulunduğu yere ayaklarından çaktılar. Bu tarihte Turgut elli altı yaşındaydı. O, artık tel kırbaçlar altında aç ve çıplak kürek çekiyordu. Şimdi kaptan değil bir forsa idi.

    Barbaros Hayrettin, Turgut Reis’in esir düştüğünü duyunca fena halde canı sıkıldı. Hemen donanmasını alarak İtalya sahillerine gelerek her tarafı tehdit ettikten sonra Cenova’yı top ateşine tuttu. Cenovalılar Barbaros’tan ne istediğini sordukları zaman:

    Derhal Turgut’u teslim ediniz!..Diye haber gönderdi.

    İtalyanlar bunu cana minnet bilerek, Turgut’u Barbaros’a teslim ettiler. Turgut Reis bu suretle esaretten kurtuldu. Bundan sonra Turgut Reis, Barbaros’la beraber Preveze Deniz Savaşı’na katıldı.

    Turgut Reis, bu zaferden sonra tekrar Akdeniz’e çıkarak bütün sahilleri vurmaya başladı. 1548 yılında filosu ile Napoli’ye giderek bir kaleyi zaptetti, birçok ganimet elde etti.

    Bundan sonra Trablusgarb’a para götürmekte olan Malta Şövalyelerinin kadırgalarını zaptetti. Avrupalılar Cebre adasını kendisine karargah yapmış olan Turgut’u yakalamak için kuşattılar. Fakat Turgut Reis, gemilerin yağlı kızaklarla karadan yürütmek suretiyle adanın arka tarafına geçerek Akdeniz’e açılmaya muvaffak oldu. Düşmanlar Turgut’u sıkıştırdıklarından emin sevine dursunlar, o onlara yardıma gelen bir gemiyi zaptetmek suretiyle kendilerine bir ders verdi.

    Kanuni Sultan Süleyman, Turgut Reis şöhretini duyunca, onu devlet hizmetine aldı. Karlıeli Sancağı da kendisine verildi. Fakat Sadrazam Rüstem Paşa, Turgut’u hiç çekemiyordu. Çünkü kardeşi Kaptanı derya Sinan Paşa’ya rakip kabul ediyordu. Turgut Reis bu entrikalardan üzüntülü olarak Tunus’a çekildi.

    Fakat Kanuni ona hediyeler göndererek gönlünü aldı. Ayrıca Trablusgarb’ı fethederse, oraya kendisini vali tayin edeceğini de bildirdi. Turgut, padişahın bu arzusunu yerine getirmek için Trablusgarb’ı fethetti. Bunun üzerine Beylerbeyi rütbesiyle Trablusgarb valisi tayin olundu. Bu suretle de paşalık rütbesine kavuştu. On bir yıl Trablusgarp’ta valilik yaptı.

    Turgut Reis, Trablusgarb ve Bingazi’de valilik yaparken, Malta adasındaki şövalyeler rahat durmuyorlardı. Burası bir korsan yatağı olmuştu.

    Günün birinde Mısır’dan gelen bir Türk gemisini Malta korsanları zaptettiler. Bunu duyan Kanunî:

    Bu eşek arılarını Malta kovanından kışkırtınız! Diyerek bir donanma hazırlattı.

    1564 yılında 181 gemiden oluşan bir donanma hazırlandı. Otuz bin kişilik bir kuvvet de gemilere bindirildi. Donanma kumandanlığına Piyale Paşa tayin olundu. Askerî serdarlığa da Kızıl Ahmetli Şemsi Paşa, biraderi Dördüncü Vezir Mustafa Paşa seçildi. Turgut Reis de donanmasıyla Malta’ya hareket etti. Donanma Malta’ya gelerek karaya asker çıkardı ve orada kanlı bir savaş yapıldı.

    Turgut Reis çok kuvvetli bir kalenin karşısına bir tabya yapmakla meşgul olurken, düşman istihkamlarından atılan bir gülle, yanında bulunan bir kayaya çarptı, bu kayadan kopan bir parça Turgut Reis’in başına isabet ederek seksen yaşında bulunan bu kahramanın başını parçaladı.

    Akdeniz’in ihtiyar kaplanı, aldığı bu yara dolayısıyla ağzından ve burnundan kanlar boşalarak yere yığıldı. Turgut Reis’in şehit olduğunu gören Serdar Mustafa Paşa, omuzundaki kaputunu bu ihtiyar şehidin üzerine örttü. Tabya bitince, Turgut Reis’in cesedini çadırına getirdiler.

    Turgut Reis Malta Adasında 1565’te şehit düştü. Naşını alarak Trablusgarb’ta yaptırılan bir türbeye defnettiler.

    Turgut Reis, denizcilik tarihinin Barbaros’tan sonra en büyük kahramanıdır.
    __________________




  • Ermenilerin Kabusu:Kazım Karabekir Paşa

    --------------------------------------------------------------------------------

    Kurtuluş savaşı komutanlarından Kazım Karabekir İstanbul'da doğdu. Mehmed Emin Paşa'nın oğludur. İlköğrenimini İstanbul, Van, Harput ve Mekke'de tamamladıktan sonra, 1896'da İstanbul Fatih Askeri Rüştiyesi'ni, 1899'da Kuleli Askeri İdadisi'ni, 1902'de Harbiye Mektebi'ni ve 1905'te de Erkân-ı Harbiye Mektebi'ni bitirerek yüzbaşı rütbesiyle orduya katıldı.
    İki yıllık kıta stajını Manastır'da yaptı. İttihat ve Terakki'nin Manstır örgütünün kurulmasına katıldı. 1907'de kolağası (önyüzbaşı) rütbesi alarak İstanbul Harbiye Mektebi, tabiye öğretmen vekilliğine atandı. İttihat ve Terakki İstanbul örgütünün kurulmasında görev aldı.
    II. Meşrutiyet'ten sonra Edirne'de II. Ordu 3. Fırka (tümen) erkân-ı harfliğine (kurmaylığına) atandı. 31 Mart 1909 ayaklanmasında Hareket Ordusu'nda görev aldı. 1910 Arnavutluk ayaklanmasının bastırılması harekâtında çalıştı. 14 Nisan 1912'de binbaşılığa yükseldi. Balkan Savaşı'nda Trakya sınır komiseri olarak görev yaptı. 1914'te kaymakam (yarbay) rütbesiyle Birinci Kuvve-i Seferiye komutanlığıyla İran ve ötesi harekâtıyla görevlendirildi. Bir süre sonra İstanbul Kartal'da 14. Fırka komutanlığına atandı ve Çanakkale'ye gönderildi. Kerevizdere'de Fransızlar'a karşı üç ay savaştıktan sonra miralaylığa (albay) yükseldi. Buradan, İstanbul'da I. Ordu erkân-ı harbiye başkanlığına, sonra Galiçya'ya gidecek ordunun ve ardından Mareşal Von der Goltz'un erkân-ı harbiye başkanlığına atanarak Irak'a gitti. 1916'da Kutü'l-Amare'yi kuşatan 18. Kolordu komutanlığına getirildi ve burayı aldıktan sonra Irak'ta İngilizler'le çarpıştı. 1917'de Diyarbakır'daki 2. Kolordu komutanlığına getirildi ve Van, Bitlis, Elaziz (Elazığ) cephelerindeki II. Ordu komutanlığına vekâlet etti. 1918'de Erzincan ve Erzurum'u Ermeniler'den ve Ruslar'dan geri aldı. Ardından Sarıkamış, Kars ve Gümrü kalelerini ve Karakilise'yi (Karaköse) kurtardı. Aynı yıl mirliva (tümgeneral) oldu.
    Mondros Mütarekesi sırasında sadrazam olan Ahmed İzzet Paşa'nın erkân-ı harbiye-i umumiye reisliği (genelkurmay başkanlığı) önerisini kabul etmeyerek Anadolu'da görev almak istedi. Önce Tekirdağ'daki 14. Kolordu komutanlığına, ardından da Erzurum'daki 15. Kolordu komutanlığına atanmasını sağlayarak Nisan 1919'da göreve başladı. Hazırlıkları yapılan Erzurum Kongresi'nin toplanmasında önemli rol oynadı. Kurtuluş Savaşı'nda Edirne milletvekilliği ve Doğu cephesi komutanlığı yaptı. Ermeniler'in eline geçen Sarıkamış, Kars ve Gümrü kalelerini geri alarak 15 Kasım 1920'de Ermeni ordusunu kesin olarak yendi. Ermeni hükümetiyle Ankara hükümeti adına Gümrü Antlaşması'nı imzaladı. Kars'ın alınmasıyla ferikliğe (korgeneral) yükseldi. Rus Sovyet Sosyalist Federe Cumhuriyeti ve Kafkasya hükümetleriyle Kars Antlaşması görüşmelerini yürüttü. Kurtuluş Savaşı'nın bitiminden sonra I. Ordu müfettişliğine atandı, 1923'te İstanbul milletvekili oldu. 1924'te, TBMM'deki Dörtler Grubu'nu destekledi. Ardından askerlikten ayrılarak Halk Fırkası'ndan istifa etti. 17 Kasım 1924'te kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın başkanlığına seçildi. Parti 3 Haziran 1925'te Şeyh Sait ayaklanması nedeniyle kapatıldı. Karabekir Mustafa Kemal Paşa'ya karşı yapılan İzmir suikasti ile ilgili görülerek bazı partililerle birlikte yargılandıysa da beraat etti. Siyasi yaşamına on iki yıllık aradan sonra, 6 Ocak 1939'da İstanbul milletvekili olarak devam etti. 1946'da TBMM başkanlığına seçildi ve bu görevde iken öldü (26 Ocak 1948).




  • ENVER PAŞA
    1880’de İstanbul’da sıradan bir memurun oğlu olarak dünyaya gelen İsmail Enver için, yaşadığı dönemden bugüne kadar pek çok yorum yapılmış, her yönüyle inceden inceye işlenmiştir. “Enver Paşa” adlı eseriyle bu konuda inceleme yapan Şevket Süreyya Aydemir, Enver Paşa’yı 1908-1914 arası döneme bakarak “1908’in Hürriyet Kahramanı Binbaşı Enver Bey, işte bu kısa devrede Enver Paşa, daha doğrusu imparatorluğun tek söz sahibi olan, genç, inançlı, muhteris, daha doğrusu hem kaderci hem de kaderini yaratan adam olarak sahnededir.” tanımlar.

    1908’de Genç Türkler İhtilali ile yıldızı parlayan Enver’ Paşa'nın hızlı yükselişi 1913’te Yarbayken yine aynı senenin sonlarında Albaylığa, 19 gün sonra 1 Ocak 1914’te Paşalığa yükselmesi ile başlar. Kabineye Harbiye Nazırı olarak girer; Genelkurmay Başkanlığı’ndan bir süre sonra da Başkumandan Vekilliği yetkilerini de elinde toplar. Naciye Sultanla evlenip, saraya, Padişaha damat oluşu da bu safhaya rastlar. Enver Paşa kendini zirveye ulaştıran basamakları yine kendi elleriyle döşemişti.

    Enver Paşa’nın vatanseverliği ve bu topraklara olan bağlılığı gerçektir. Bunun yanısıra hayal gücünün genişliği ve gerçeklerle bu hayallerin zaman zaman birbirine karıştığı da inkar edilemez. Hayallerini süsleyen İran, Hindistan, Turan ve Kafkasya’ya hakim olmak düşünceleri o günün şartlarında gerçek temeller oturmaz. Örneğin Cemal Paşa anılarında “Hakikati söylemek gerekirse, bu birinci Kanal Seferi yaptığımız zaman hiç kimse bu Kanalın nasıl geçileceğini bilmiyordu...” der.

    Halbuki Enver Paşa bu görevi, IV. Ordu Kumandanlığı’nı, Cemal Paşa’ya teklif ettiğinde, Suriye’deki asayiş sağlama ve Kanal Seferini her ikisi de inanarak imzalamışlardı. Bu sefer gerçekleştiğinde ise Kanal Türk cesaretiyle dolmuştu.


    Kanal’dan önce Sarıkamış’ta yaşananlar ise tam bir felaketti. 90.000 askerden10.000’in sağ kalabildiği, özellikle de donmaktan ve açlıktan kurtulabildiği bu sefer, sonuçları açısından korkunçtu. Hayatında Alay kumandanlığı dahi yapmamış olan Enver Paşa tecrübeden ziyade gençliğinin getirdiği coşkuyla kumanda edecekti ordusunu. Amaç 1878 Berlin Antlaşması’nda kaybedilen toprakları geri almaktı ve başarılı olacağına inanıyordu.


    Enver Paşa Ordu Kumandanı Hasan İzzet Paşa’nın hava şartları, soğuk, karın şiddeti gibi uyarılarına kulak asmaz ve taarruz emri verir. III. Ordunun ölüm emridir bu.


    Enver Paşa Sarıkamış’ta “Hükümete” başlıklı bir vasiyet bırakır.


    Hükümete


    “Planım, Ruslara, hemen iki misli faik iki Kolordu ile arkalarına düşerek ricata mecbur etmek ve bu suretle XI. Kolordu ve Süvari Fırkasıyla takibolunan düşmanı karşılayıp, tamamıyla mahvetmekti. IX. Ve X. Kolordu ve Süvari Fırkasını bekliyorum. Gelir de yetişirse, düşmanı bozacağım. Fakat gelmeden düşman zayıflamış kıtaatımıza taarruz eder ve taarruzda muvaffak olursa o vakit Ordu mahvolmuş demektir.


    Şimdiye kadar asker ve zabitler hiç kusursuz harbettiler. Her manevrayı yaptılar. Eğer Allah da yardım ederse, muvaffakiyet katidir. Eğer muvaffak olmazsam, son neferimle beraber öleceğim. Bu halde vasiyetim: Ben vazifemi yaptığımı sanıyorum ve öyle ölüyorum. Yaşasın dinim, vatanım, Padişahım.


    Eğer geride kalanlarıma yardım etmek isterseniz, refikam!Sultan Efendi hazretlerinin muhassısatı kafi değildir. Kendisinin müreffehen yaşaması için hiç olmazsa, Başkumandanlık muhassısatımın kendi muhassısatına zammı ve ebeveynimin temini refahı ile, rahmeti ilahiyeye mazhariyetim için birkaç hayır yapılmasını rica eder ve tealisine çalışmaktan başka bir maksat beslemediğim din ve milletimin tealisine dua eder, tanıyanlara selam ederim. Yaşasın Müslümanlık ve Osmanlılık ve Osmanlıların Padişahı Sultan Mehmet Han!”


    Enver


    “Servet namına bir şeyim yoktur. Mamafih ne varsa, Refikam Sultan Efendi hazretlerine bırakıyorum.”


    Enver


    Sarıkamış felaketinden sonra orduya katılıp görev almak için Sofya’dan gelen M. Kemal ile Enver arasında şu konuşma geçer :


    “Biraz sonra Enver Paşa ile karşı karşıya bulunuyorduk. Enver Paşa, zayıf düşmüş, rengi solmuş bir haldeydi. Söze ben başladım :


    Biraz yoruldunuz.

    Yok, o kadar değil.

    Ne oldu?

    Çarpıştık. O kadar...

    Şimdi vaziyet nedir?

    Çok iyidir!..

    Enver Paşa'yı daha fazla üzmek istemedim. Kendi işime sözü getirdim :


    Teşekkür ederim. Numarası 19 olan bir tümene beni kumandan tayin buyurmuşsunuz. Bu tümen nerdedir. Hangi kolordu ve ordunun emrinde bulunuyor?

    Ha, bunun için belki Genelkurmayla görüşürseniz daha kati malumat alabilirsiniz.

    Pekiyi, o halde siz daha fazla rahatsız etmeyeyim. Genelkurmayla görüşürüm...”

    Enver Paşa için söylenebileceklerin başında onun duygusal ve aceleci kişiliği bulunur. Ama şu gerçeği de belirtmek gerekir: Enver Paşa yetkili olduğu andan itibaren kimilerini de küstürerek bir çok subayı emekliye ayırmış ve orduya genç ve dinamik bir ruh getirmiştir. Gerek siyasi hesaplaşmalar nedeniyle, gerekse yeniden teşkilatlanma çalışmaları amacıyla yapılan bu işlemde yaklaşık 2000 asker ordudan ayrılmıştı. Balkan harbinden yenik çıkmış olan Ordu, tüm yetersizliklere karşın başarı ve inançla mücadele etmiştir. Osmanlı Ordusu bütün bu şartlara rağmen tam 4 yıl 10 ayrı cephede aynı güçle savaşı sürdürmüştür. Zaten bunun içindir ki yorumcular Enver Paşa’yı Büyük Kumandan olarak değil, güçlü bir Ordu teşkilatçısı olarak değerlendirirler.

    1.Dünya Savaşı ardından, Almanya’nın yenilgisi ve Osmanlı’yı Sevr Antlaşması’na sürükleyen çöküşün ardından Kasım 1918’de Enver Paşa ülkeyi terk ediyordu. 1922 yılının 4 Ağustosu’na kadar yurt dışında çalışmalarını sürdürdü. Ve son gün Orta Asya’nın Pamir eteklerinde Çegan tepesinde vurularak öldürüldüğünde 42 yaşında yenik ve yalnız bir adamdı



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi akın48 -- 5 Nisan 2008; 17:56:36 >




  • Beni de eklersen sevinirim.
  • Fatih Sultan Mehmet (1432 - 1481)
    --------------------------------------------------------------------------------

    Fatih Sultan Mehmed 29 Mart 1432'de Edirne'de doğdu. Babası Sultan İkinci Murad, annesi Huma Hatun'dur. Fatih Sultan Mehmed, uzun boylu, dolgun yanaklı, kıvrık burunlu, adaleli ve kuvvetli bir padişahtı. Devrinin en büyük ulemalarından birisiydi ve yedi yabancı dil bilirdi. Alim, şair ve sanatkarları sık sık toplar ve onlarla sohbet etmekten çok hoşlanırdı. İlginç ve bilinmedik konular hakkında makaleler yazdırır ve bunları incelerdi. Hocalığını da yapmış olan Akşemseddin, Fatih Sultan Mehmed'in en çok değer verdiği alimlerden biridir. Fatih Sultan Mehmed, gayet soğukkanlı ve cesurdu. Eşsiz bir komutan ve idareciydi. Yapacağı işlerle ilgili olarak en yakınlarına bile hiçbir şey söylemezdi. Fatih Sultan Mehmed okumayı çok severdi. Farsça ve Arapça'ya çevrilmiş olan felsefi eserler okurdu. 1466 yılında Batlamyos Haritasını yeniden tercüme ettirip, haritadaki adları Arap harfleriyle yazdırdı. Bilimsel sorunlarda, hangi din ve mezhebe mensup olursa olsun bilginleri korur onlara eserler yazdırırdı. Bilime büyük önem veren Fatih Sultan Mehmed yabancı ülkelerdeki büyük bilginleri İstanbul'a getirtirdi. Nitekim Astronomi bilgini Ali Kuşçu kendi döneminde İstanbul'a geldi. Ünlü Ressam Bellini'yi de İstanbul'a davet ederek kendi resmini yaptırdı. Şair ve açık görüşlüydü. Fatih Sultan Mehmed 1481 yılına kadar hükümdarlık yaptı ve bizzat 25 sefere katıldı. Azim ve irade sahibiydi. Temkinli ve verdiği kararları kesinlikle uygulayan bir kişiliği vardı. Devlet yönetiminde oldukça sertti. Savaşlarda çok cesur olur, bozgunu önlemek için ileri atılarak askerleri savaşa teşvik ederdi.

    20 yaşında Osmanlı padişahı olan Sultan İkinci Mehmed, İstanbul'u fethedip 1100 yıllık Doğu Roma İmparatorluğunu ortadan kaldırarak Fatih ünvanını aldı. Fatih Sultan Mehmed, yüksek yeteneği ve dehasıyla dost ve düşmanlarına gücünü kabul ettirmiş bir Türk hükümdarıydı. Orta Çağ'ı kapatıp, Yeniçağ'ı açan Cihan İmparatoru Fatih Sultan Mehmed, Nikris hastalığından dolayı 3 Mayıs 1481 günü Maltepe'de vefat etti ve Fatih Camii'nin yanındaki Fatih Türbesi'ne defnedildi




  • akın48 TÜRK tarihininden çeşitli örnekler verdiğin için tşk emeğine sağlık.
  • paylaşımlara devam arkadaşlar paylaşımlar için teşekkürler
  • Beni de ekler misin?
  • Yeni üyeler hoşgeldiler en kısa zamanda magnum arkadaşında bize katılmasıyla klübümüz eskisi gibi renkli olacaktır.
  • Şükrü Paşa vasiyet olarak vermiştir bunu


    “Düşman hatları geçtikten sonra ölürsem kendimi şehit kabul etmem. Beni mezara koymayın. Etimi itler ve kuşlar çeke çeke yesinler. Fakat müdafaa hattımız bozulmadan şehit olursam, kefenim, lifim, sabunum çantamdadır. Beni bu mahalle gömeceksiniz ve gelen nesiller üzerime bir abide dikeceklerdir.”


     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••




  •  ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••




  •  ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••
  • LÂLE DEVRI


     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    Pasarofça Antlasmasi neticesinde ortaya çikan barisi iyi kullanmak isteyen Osmanlilar, artik Avrupa karsisinda savunma durumunda kalacagini anladigindan, Balkanlardaki sinir kalelerini tahkim etme, bölge halkini yaninda tutmak için vergileri azaltma siyaseti uygulamaya agirlik vermekteydi. Damat Ibrahim Pasa, Osmanlilara üstünlük kurmus olan Avrupa'yi her yönüyle tanimak için Avrupa baskentlerine elçiler göndertti. 1718-1730 yillari arasindaki bu dönem, sanatta lâle motifinin islenmesi sebebiyle "Lâle Devri" adiyla anilmaktadir. Bu dönemde matbaa açilmasi, çini ve kumas fabrikasi kurulmasi gibi bazi müspet yenilikler yapilmissa da, III. Ahmet ve saray çevresinin sasali eglenceleri ve harcamalari huzursuzlugu artirmaktaydi. Damat Ibrahim Pasa'nin, Iran'a karsi baslatilan savasta (1722) kesin netice alamamasi ve uzayan savas esnasinda Tebriz'in sadrazamin gizli emriyle Iran'a terk edildigi haberi, muhalefetin harekete geçmesine yetti.

    Patrona Halil Ayaklanmasi'nin patlak vermesiyle bu dönem sona eriyordu. Damat Ibrahim Pasa ve yakinlariyla Sultan III. Ahmet asiler tarafindan katledildiler (1730)Bu olayin ardindan III. Ahmet'in yegeni I.Mustafa hükümdarliga getirildi. (1730-1754). Kafkaslardaki sinir olaylarini bahane eden Rusya, Kirim Tatarlarina karsi büyük bir saldiri baslatti. Azak ve Bahçesaray Ruslarin eline geçti (1739). Fransa'nin da tesvikiyle Osmanlilar, Rusya'ya karsi savas ilân etti. Rusya'nin yaninda savasa katilan Avusturya da, Eflâk ve Bogdan'a girmisti. Osmanlilar iki cephede de büyük basarilar kazandilar. Prusya, Fransa ve Isveç'in Osmanlilara yakinlasmasi, Osmanlilar karsisinda ummadiklari bir yenilgi tadan Rusya ve Avusturya'yi baris yapmaya zorladi. Bu savas sirasinda tekrar Osmanlilarin eline geçen Belgrat'ta bir anlasma imzalandi (18 Eylül 1739). Belgrat Anlasmasiyla, Avusturya, Pasarofça barisiyla elde ettikleri tüm topraklardan geri çekildiler. Ruslar da Azak'i terkederek bölgedeki kiyi ve deniz ticaretinin Osmanli gemileriyle yapilmasini kabul etti. Bu anlasma geçici de olsa Osmanlilarin toparlanmasini saglamistir. Savasta Türklerin tarafini tutan Fransa'yla, Kanuni döneminde taninan imtiyazlari genisleten ve süre tahdidi koymayan yeni bir kapitülâsyon antlasmasi imzalanmistir (1740). Damat Ibrahim Pasa zamaninda baslayan Iran savaslari Lâle Devri'nden sonra da devam etmekteydi. Ruslar, çöküs dönemine giren Safavilerin elindeki Azerbaycan ve Dagistan'i isgal etmislerdi.

    Sirvan halkinin talebi üzerine Osmanlilar duruma müdahale etmis, iki ülke arasinda çikabilecek savas Fransa'nin araya girmesiyle önlenmisti. Rusya'nin kuzeydeki isgaline karsin Osmanlilar da Güney Azerbaycan'i topraklarina kattilar. Sah Tahmasp 1732'de Osmanlilar ile baris yapti. Bu durumu kabullenemeyen Afsar Nadir Bey, Sah Tahmasp'i devirerek kendi hâkimiyetini ilan etti (1736). Osmanlilar bazi topraklari Nadir Han'a birakmaya razi oldu. Her iki taraf için de yipratici olan bu uzun savaslar, Kasr-i Sirin antlasmasiyla çizilen sinirlarin aynen kabul edildigi 1746 anlasmasiyla son bulmustur.

    I.Mahmut döneminde, basarili savaslarin yani sira, ordu içinde de yeni düzenlemelere gidilmistir. Aslen Fransiz olup Osmanli hizmetine girerek beylerbeyi olan Ahmet Pasa, Humbaraci Ocagi'ni kurarak (1734), bati savas tekniklerini burada hayata geçirmis idi. I.Mahmut'un üvey kardesi III.Osman'in (1754-1757) yerine geçen, amcaoglu III. Mustafa (1757-1773) zamaninda da ordu içerisinde bazi islahatlar devam ettirilmistir. Nitekim onun döneminde Tophane islah edilerek yeni ve güçlü toplar dökülmüs, donanma yenilenmistir. Ancak, Rusya ile baslayan harpler bu yeniliklerin yeterli olmadigini gösterecektir.




  • 
Sayfa: önceki 45678
Sayfaya Git
Git
sonraki
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.