Şimdi Ara

••••TÜRK ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ •••• (79. sayfa)

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir (1 Mobil) - 1 Masaüstü1 Mobil
5 sn
1.816
Cevap
16
Favori
436.390
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
4 oy
Öne Çıkar
Sayfa: önceki 7778798081
Sayfaya Git
Git
sonraki
Giriş
Mesaj
  • acmasina acarsin da buyuk ilgi toplanmasi lazim
    _____________________________
    Naim Süleymanoğlu

    I'am TURKISH WEIGHTLIFTER
  • Hayırlı Ramazanlar.

    Liste güncellenmiştir.
    _____________________________
  • Ben osmanlı torunu olmaktan gurur duyan bir insanım ama çok fazla kitap okumadım en fazla 3-4 kitap okumuşumdur padişahlar hakkında-sonuncusunu okuyalı uzun zaman oldu yani-
    Ama benide ekleyebilirsiniz listeye :)
    _____________________________
    özgürlük kime teslim olacağını bilebilmektir.
  • listeye benide eklermisiniz
    _____________________________
    Güzelsin, uzak dur tadına bakan çok olmuştur; çirkinsin, uzak dur aklın yerli yersiz dolmuştur.
  • Tarihin En Pahalı Diş Kirası!

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    Vakt-i Osmanlı'da, Ramazan-ı Şerîf ayının uhrevî havası, iftar sofralarının letâfetiyle pekişirdi. Sadece mide ile alâkalı gibi gözüken bu durum, aslında Ramazan'ın tüm güzelliklerini bünyesinde barındırır. Daha mübârek ay gelmeden, iftar davetleri ve davetlerde nelerin ikram edileceği istişare edilip zihinlerdeki yerini alırdı.

    İftar sofralarının en tatlı taraflarından birisi de davetlilere "diş kirası" adıyla verilen atiyyeleri vâdetmesidir. "Diş kirası" geleneği, sadece köşk ve konakların davetlerine has bir âdet değil, davet eden orta halli zevatın dahi uymaya gayret gösterdiği bir incelikti. İftara davet ettikleri zengin fakir herkese evden ayrılırlarken diş kirası olarak bir miktar para veya kıymetli bir eşyayı hediye verirlerdi. Sanki iftara iştirak etmekle, gelenler, dişlerini davet sahibinin zevkine kiralamış oluyorlar ve bu kira bedeli hemen orada ödeniyordu!

    Misafirler iftarını edip teravihe gitmek üzereyken, hâne sahibi tarafından kadife keseler içerisinde gümüş tabaklar, kehribar tesbihler, oltu taşlı ağızlıklar, gümüş yüzükler diş kirası olarak hediye edilirdi. Fakir fukaraya ise, hâne sahibinin zenginliğine ve cömertliğine bağlı olarak, gümüş akçe veya altın paralar bir kadife kese içerisinde sunulurdu.

    Aslında İslamiyet'te böyle bir adet yoktur. Bu, ramazanın dinî olmaktan ziyâde, millî bir vechesidir. Hatta daha eskiden bu mübarek aya has bir adet olmadığına Fatih Sultan Mehmed'in sadrazamı Mahmud Paşa'nın şu ikramı delalet eder: Paşa, misafirlerine daima içinde altından yapılmış nohutlar da bulunan, nohutlu pilavlar hazırlatır ve sofraya otururken: "Servete nail olan bir kimsenin ağzında, ibzal (esirgemeden sarfetmek) için altın bulunmalıdır" dermiş. Pilavı yerken, ağzına altın nohut gelen kimse için, onun diş kirası sayılacağı muhakkaktır!

    19. asırda bilhassa Sultan Abdülmecid ve Abdülaziz'in saltanat yıllarında zenginlerin zenginlere diş kirası vermesi usûlünün devam ettiğini, Sultan II. Abdülhamid zamanında ise, bunun daha ziyâde fakirlere tahsis edildiğini, Balıkhâne Nazırı Ali Rıza Bey yazar...

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    Ramazanda fakirlerin bile sofrası gelenlere açıkken, cömert zenginlerin iftarı, yüzlerce kişinin ağırladığı diş kiralarınında verildiği düşünülürse kim bilir nasıl olurdu? Mesela Tanzîmat ricâlinden Rıfat Paşanın -ki Boğaziçi'nde Çubuklu semti, geçen asırda bir hayli zaman onun ismi ile anılmıştır -bir ramazan sonu, kahyasının getirdiği hesabı tetkik ederken yekûnun 5 bin altın kadar olduğunu görmekle "Çok şükür, bu ramazanı ucuz atlattık", dediği nakledilir.
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    Tarihimizde en yüksek diş kirası sadrâzam Yusuf Kamil Paşa'nın Sultan Abdülaziz'e takdim ettiği olsa gerekir. 8 ramazan 1284 (3 Ocak 1868) Cuma akşamı, Vezneciler'deki Zeynep Hanım Konağı'nda verilen bu mükellef iftardan sonra, teravih kılınır, zât-i şahâne avdet için maiyetine emir verdiği sırada, Zeynep Hanımefendi bir altın tepsi içinde bütün mücevherâtını, incisini, altına da emlâklerin tapularını koyup başını bir incili kreple örterek huzura çıkar ve sonra tepsiyi Hünkâr'a takdim ederek, kabul buyurmasını arz eder. Sultan Abdülaziz ise bu durumdan fevkâlade memnun olmuş, güler bir yüzle Zeynep Hanımefendi'ye "Kabul ettim hanımefendi, ben de bu değerli hediyeleri size hîbe ve iade ediyorum. Her hâliniz ve ef'al-ü akvâliniz (amel ve sözleriniz) mahzûziyetimi mucib olmaktadır" diyerek tepsiyi geri verir ve fazla olarak da kendi göğsündeki Murassa Şefkat Nişanı'nı Zeynep Kamil Hanım'ın göğsüne takar.

    Sultan Abdülaziz devri sadrâzamlarından olan Yusuf Kâmil Paşa ve hanımı Zeynep Hanımefendi'nin İstanbul'da birçok hayır ve hasenâtı vardır. Bunlardan belki de en meşhuru, hepimizin yakînen bildiği Zeynep Kâmil Hastanesi'dir...

    Dillere destan iftar davetlerinden birisi de Sultan Reşad'ın 1909 ramazanında verdiği davettir. Toplam 779 kişinin iştirak ettiği bu iftar yemeğinde, Generalden Onbaşı ve Neferâta kadar pek çok isim yer alıyor. Koskoca bir padişah, herhangi bir ayrımda bulunmayıp, sıradan bir neferâtla yani erle aynı sofrada orucunu açıyor. Davete katılacaklara verilecek olan atiyyelerin (diş kiraları) miktarları, 4 yapraklı bir belge halinde Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nde halen mevcuttur.


     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••
    _____________________________
    Dünya Osmanlının Adaletine Muhtaç....




  • ulan su konudaki bilgiler tek basina kutuphaneye

    bu topic i acanlara ben sahsim adina tesekkuru bir borc bilirim
    _____________________________
    Naim Süleymanoğlu

    I'am TURKISH WEIGHTLIFTER
  •  ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    Padişah da boğuluyordu !

    446 yıl önce Kanuni Sultan Süleyman da yine o bölgede bir boğulma tehlikesi atlatmış..

    Onlarca insanın hayatını kaybettiği, yüzlercesinin de ölümle burun buruna geldiği Halkalı Deresi'nde, 446 yıl önce Cihan Padişahı Kanuni Sultan Süleyman da boğulma tehlikesi atlatmış.

    Kanuni az kalsın selde boğuluyorduBu hafta sellerle boğuştuk. Tarihimizdeki en unutulmaz sel 1563'te meydana gelen ve Kanuni'nin ölümden döndüğü seldi.İstanbul tarih boyunca deprem, yangın ve sel gibi birçok afetle uğraşmıştır. Tarihimizdeki en büyük sel felaketlerinden birisi ise 1563'te Kanuni'nin boğulmaktan son anda kurtulduğu ve İstanbul'un harabeye döndüğü seldir.
    PADİŞAH BOĞULMAKTAN SON ANDA KURTULDU

    Kanuni Sultan Süleyman, ömrünün sonbaharındayken İstanbul'un sıkıcı havasından uzaklaşıp, rahatlamak için 1563'ün Eylül'ünde o zamanlar yerleşimin pek olmadığı Yeşilköy taraflarında avlanmaya çıkmıştı. Ava çıktığında hava iyiyken, 20 Eylül'e doğru gökyüzünü kara bulutlar kapladı. Gök gürültüsünden yer gök inliyordu, ancak Kanuni cihan padişahıydı ve avı bırakmak ise Osmanlı Sultanı'na yakışmazdı. Fakat sanki yağmur değil afet yağıyordu. Kanuni ve maiyeti can havliyle kendilerini yakınlarda bulunan İskender Çelebi Sarayı'na attılar.

    Bu durum kaderin acı bir cilvesiydi. Osmanlı tarihinin en büyük defterdarlarından, yani maliye bakanlarından İskender Çelebi 1535'te Veziriazam Makbul İbrahim Paşa'nın ayak oyunlarıyla Kanuni Sultan Süleyman tarafından öldürtülmüştü.

    İskender Çelebi Sarayı'na sığınan Kanuni ve maiyeti yağmurdan korumuştu ama yağmur şiddetini arttırıp sele dönüştüğü için civardaki dereler taşmaya ve önüne geleni sürüklemeye başlamıştı. İskender Çelebi Sarayı'nın yanındaki Halkalı Deresi taşarak saraya doğru aktı. Sarayın bahçeleri sel suları ile dolduktan sonra saray aniden suyla doldu. Saraydakiler sel sularına kapıldılar. Kanuni iç oğlanlarından güçlü ve uzun boylu bir askerin sırtına çıkarılarak, çatının altındaki yüksekçe bir bölmeye götürülerek boğulmaktan zor kurtarıldı.

    Şiddetli yağmur sabahın erken saatlerine kadar devam etti. Sabah olduğunda ise hava hiçbir şey olmamışçasına güneş açmıştı. Kanuni sığındığı bölmede sabaha kadar beklemişti.

    Sel İstanbul'u adeta savaş alanına çevirmişti. Özellikle dere yatakları ile Boğaz'a yakın yerlerde büyük tahribata yol açmıştı. Sokaklarda ve dere yataklarında yağmura yakalananlardan onlarca insan boğularak can vermişti. Su kanallarının içi tamamen kumla kapandığı için kullanılamaz hâle gelmişti. Yetmişe yakın ev de yıldırım düşmesi yüzünden yanmıştı.

    SU KEMERLERİ YIKILDI

    İstanbul'un su ihtiyacını karşılayan Moğlova Kemeri sel sularının tazyikine dayanamayarak büyük bir gürültü ile parçalanmıştı. Kâğıthane bölgesi derenin getirdiği ağaçlar ve çamur nedeniyle tamamen sular altında kalmış, asırlık çınarlar bile çöp ve çamur yığınları altında kaybolmuştu.

    Selden en büyük zararı Haliç kıyıları, Galata sırtları ve Boğaz'a yakın yerler görmüştü. Sarayburnu'nun insanın gözünü alarak akan mavi suyunun rengi değişmişti. Silivri, Küçükçekmece ve Büyükçekmece ile Harami Deresi'ndeki köprüler tamamen yıkıldığından insanlar gemi ve kayıklarla taşınmıyordu.

    Su kemerleri ya tahrip olduğu veya tamamen yıkıldığı için şehirde en fazla su sıkıntısı ihtiyacı hissediliyordu. Evlerin bahçelerinde bulunan kuyulardan su yerine çamur çıkıyordu. Felaketin ardından su olmaması yüzünden salgın bir hastalığın meydana çıkması bir an meselesiydi.

    Şehir içindeki su kaynaklarının çoğu da kullanılamaz hale gelmişti. Bunun üzerine şehirde büyük bir su sıkıntısı baş gösterdi. Temiz su karaborsaya düştü ve halk ancak kendisine yetebilecek kadar suyu, iki üç katı para ödeyerek alabildi.

    Bu durum üzerine Kanuni Sultan Süleyman, devlet adamlarını da yanına alarak 21 Eylül 1563'te yıkılan su kemerlerini gezdi. Mimarbaşı Sinan'a gerektiği kadar para harcayarak ve istediği kadar adam alarak su kemerlerinin tamirini emretti. Kanuni'nin isteği ve takibi sonucunda su kemerleri kısa sürede yeniden yapılarak İstanbul'un su meselesi geçici olarak halledildi.

    MİMAR SİNAN KÖPRÜ YAPMAYI BİLMİYOR MUYDU?

    Her yıl özellikle yaz aylarında ülkemizin dört bir tarafından sel haberleri gelir. Bunun en önemli sebebi ise bilinçsiz yapılaşma. Karadeniz'de de Doğu Anadolu'da da Akdeniz Bölgesi'nde de dere yataklarına veya yakınlarına kurulan evler selden nasibini alıyor. Sel yaptığımız köprüleri de yıkıp götürüyor. Bunun en önemli sebebi ise köprülerin alçak ve düz yapılması. Köprüye takılan ağaçlar geçişi kapatınca arkasında baraj oluşuyor ve biriken su köprü filan bırakmıyor. Mimar Sinan'ın ve diğer Osmanlı mimarlarının yaptıkları köprülere baktığımızda hep kemerli olduğunu görürüz. Mimar Sinan bu tür köprüleri boşuna mı yaptı? Elimizdeki bu kadar teknolojik imkânlarla köprü yaparken bile yanlış yapıyoruz. Kemerli yapmayacaksan, bari köprüyü yüksek yap.
    _____________________________
    Dünya Osmanlının Adaletine Muhtaç....




  • Osmalı altı defa Karadeniz'le Marmara'yı birleştirmek istemişti

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    Osmanlı İmparatorluğu, 16. yüzyılda birçok büyük projeyi gündemine almıştı: Don-Volga kanallarının birleştirilmesi, Süveyş Kanalı'nın açılması ve Sakarya Nehri yoluyla Karadeniz ve Marmara arasında bir kanal açılması.

    Kanuni döneminde Mimar Sinan ve Mimar Nikola marifetiyle Sakarya Nehri kullanılarak Marmara ve Karadeniz arasında bir kanal açılması gündeme geldi. Kanal için arazide çalışmalar yapıldıysa da savaşlar yüzünden teşebbüs gerçekleştirilemedi.

    Kanal için ikinci teşebbüs Üçüncü Murat döneminde 1591'de gündeme geldi. Keleş suyunun Sapanca Gölü'ne, Sapanca Gölü'nün de İzmit Körfezi'ne akıtılması için harekete geçildi. Sokulluzade Hasan Paşa, bu işle görevlendirilmişti. Kanalın mesafesinin ölçülmesi için mimar ve mühendisler görevlendirilmiş, ayrıca 30 bin işçinin toplanmasına karar verilmişti. Kanalın geçeceği bölgedeki köy, çiftlik ve mandıralar da başka yerlere taşınacaktı. Gerekli işçilerin temini için her tarafa emirler gönderildi.

    Kanal için her türlü çalışma yoğun bir şekilde devam ederken donanmanın hazırlanmasının ön plana çıkması üzerine faaliyetlere ara verildi. Aslında bu bahaneydi. Bu teşebbüs Veziriazam Koca Sinan Paşa'nın isteği üzerine gündeme gelmişti. Veziriazam araziyi gezerek bu konuda padişaha rapor da vermişti. Ancak paşanın hasımları teşebbüs başarılı olursa, veziriazamın şöhret ve itibarının artacağını düşünerek kanal yüzünden halkın eziyet çekeceğini söyleyip, donanma işlerini öne çıkartarak padişahı teşebbüsten vazgeçirmişlerdi.

    Fısıltı gazetesi

    Kanal teşebbüsü Dördüncü Mehmet devrinde, 1654'te yeniden gündeme geldi. Bir mühendis bölgeye gönderilerek bir rapor hazırlatıldı. Ancak raporda kanalın gerçekleşmesi hâlinde çevredeki köy, çiftlik ve meralara zarar göreceği belirtildiğinden üçüncü teşebbüs başlamadan sona erdi.

    Birinci Mahmut devrinde (1730-1754) sadece Sapanca Gölü'nün İzmit Körfezi'yle birleştirilmesi gündeme geldi. Böylece Sapanca çevresinde İstanbul için gerekli kereste daha rahat temin edilecekti. Ancak bölge ileri gelenlerinin desteklememeleri üzerine bu teşebbüsten de vazgeçildi.

    Üçüncü Mustafa zamanında 1759'da kanal meselesi yeniden gündeme geldi. Birinci aşamada Sapanca Gölü ile İzmit Körfezi birleştirilmeye çalışılacak, bu teşebbüsün gerçekleşmediği takdirde Sakarya Nehri ile Sapanca Gölü birleştirilmeye çalışılacaktı. Kanal için teşebbüse geçildi, ancak hafriyat sırasında su çıkması ve kışın gelmesi üzerine faaliyete ara verildi. Ancak daha sonra araya emlak meselesi yüzünden fısıltılar girince beşinci teşebbüs de akim kaldı.

    Son kanal teşebbüsü

    1813'te Bursa ve İzmit Valisi Vezir Hacı Ahmet Aziz Paşa, kanal işinin ekonomiye katkılarına dikkat çekip, kanal gerçekleştirilirse Beypazarı'na kadar olan bölgeden ürünlerin rahatlıkla Marmara'ya ulaştırılabileceğini ifade etti. Vali, mesafe ölçümü, arazinin incelenmesi ve planlarının hazırlanması için mühendisler gönderilmesini talep etti. Paşa'nın isteği üzerine Abdullah İffet Bey'in maiyetinde iki mühendis ve bir mimardan oluşan bir heyet gönderildi. Ancak heyetin sayısı az gelince yedi mühendis ve memurdan oluşan ikinci bir heyet daha gönderildi. Kanal ile ilgili teferruatlı raporlar hazırlandı. Dönemin padişahı İkinci Mahmut da teşebbüsü destekliyordu. Her şey yolunda giderken kanalın başlamasını sağlayan Ahmet Aziz Paşa'nın ölümü altıncı teşebbüsün de gerçekleşmesine imkân vermedi.

    Kimse zarar görmesin

    İzmit Valisi'ne, İzmit ve Sapanca kadılarına emir:

    Kerez suyu Sapanca Gölü'ne, Sapanca Gölü'nün de İzmit önünde olan denize akması muradı hümayunum olup, aradaki mesafenin ölçülmesi ve rapor hazırlanması için mimar ve mühendisler gönderilip, durumun tafsilatlı olarak İstanbul'a bildirilmesini emredip, buyurdum ki; Asla ihmal etmeyip, bu duruma gerekli özeni gösterin. Her biriniz 300-400 işçi çıkarıp, Sakarya'dan Sapanca Gölü'ne kadar mesafe ne kadardır, bölgede çiftlik, köy ve mandıra var mıdır? Eğer varsa onlara zarar gelir mi? Zarar görürlerse yerlerini değiştirmek mümkün müdür? Bütün durumları tafsilatlı olarak bildirin.

    Mühimme Defteri, nr. 67.
    _____________________________


    Eski nick: magnum_1453




  • Hazreti İsa'nın vaftiz teknesinin yanında iki padişahın mezarı var



    AYASOFYA, Bizans İmparatorluğu ^döneminde kilise olmasının yanısıra Ortodoks dünyasının en önemli dinî merkeziydi.
    Ortodoks âleminin en yüksek dinî meclislerinin çalışma mekânları, Ayasofya'da idi. Yapının hemen dışında rahiplere ve rahibelere mahsus ayrı manastırlar vardı ve Bizans'ın dinî otoritesi, Ayasofya'da faaliyet gösteriyordu. Ayasofya, bu özelliğinden dolayı sadece ibadethane olarak değil, çevresindeki yapılarla geniş bir kompleks şeklindeydi, içerisinde ve çevresinde çok sayıda kurumu barındırıyordu.
    Kilisede, imparatorun ve Bizans'ın önde gelen idarecilerinin çocuklarının vaftiz edildiği, yani Hristiyanlığa kabul törenlerinin yapıldığı bir de vaftizhane vardı. Burada, Hazreti İsa'nın vaftizinde kullanıldığına inanılan mermerden yapılmış büyük boyda bir de vaftiz teknesi bulunuyordu.

    DEVLET PROTOKOLÜNDE

    Teknenin hakikaten Hazreti İsa'nın zamanından kalıp kalmadığı, yani gerçek olup olmadığı konusu o devirlerde pek önemli değildi; önemli olan, imparatorun "Ben, peygamberimiz tarafından bizzat kullanılmış olan kutsal bir eşyaya sahibim" demesi ve bu sayede hem siyasî meşruiyet, hem de Hristiyanlar'ın koruyucusu kimliğini kazanmasıydı.
    İstanbul'un fethinden sonra Ayasofya cami haline getirildi ama sadece cami olarak kullanılmadı, dinî merkez olma özelliği aynen muhafaza edildi. Etrafına bir medrese ile daha başka okullar da inşa edildi ve Ayasofya'ya tayin edilen imamlar devlet protokolünün ön sıralarında yeraldılar.
    Kilisenin içerisindeki büyük vaftizhaneye dokunulmadı, sadece hizmet maksadı değiştirildi ve "yağhane" haline getirildi. Ayasofya'daki yüzlerce kandil için gereken yağlar artık burada muhafaza ediliyordu.
    Hazreti İsa'ya ait olduğuna inanılan büyük vaftiz teknesi ile diğer tekneler de yerlerinde bırakıldı ama üzerlerinde küçük bir değişiklik yapıldı: Ön yüzlerinin alt taraflarına yuvarlak birer delik açıldı, bu deliklere musluklar takıldı, teknelerin içleri su ile dolduruldu ve "abdest teknesi" olarak kullanıldılar.
    Ayasofya'nın hâlâ çözülemeyen sırlarından biri de, işte burada: Vaftizhanede şu anda iki padişahın mezarının bulunması ve bu Hazreti İsa'nın vaftiz teknesinin hemen ilerisinde yatan padişahların bir türbeye değil de, buraya defnedilmelerinin ardındaki muamma...

    TOPRAK BULAMADILAR

    Vaftizhane, 1453'ten 1639'a kadar, yani 186 sene boyunca yağhane olarak hizmet verdi. Tâ ki, ikinci defa çıkartıldığı tahttan "delirdiği" için 1623'te indirilen ve 16 sene boyunca Topkapı Sarayı'nın bir odasında mahpus kalan Birinci Mustafa'nın 20 Ocak 1639'da ölümüne kadar...
    Sabık sultanın cenaze namazı vefatından hemen sonra Topkapı Sarayı'nda kılındı ama cenaze tam 17 saat boyunca musalla taşında kaldı, zira nereye defnedileceği konusunda bir karara varılamamıştı.
    Her nedense, babası Üçüncü Mehmed'in Ayasofya'daki türbesine veya bir başka padişahın yanına gömülmesi istenmedi. Karar, Evliya Çelebi'nin sarayda vazifeli olan babasının Ayasofya'nın vaftizhanesi-nin, yani o zaman yağhane olarak kullanılan mekânın bu işe müsait olduğunu hatırlatmasından sonra verildi. Devrik padişahın cenazesini vaftizhaneye götürüp alelâcele kazılan bir mezara indirdiler ama çıkartılan toprak, mezarı kapatmaya yetmedi ve üzerine yine alelâcele Topkapı Sarayı'nm avlularından getirdikleri toprağı koydular.
    Vaftizhanedeki ikinci tuhaflık dokuz sene sonra, 1648'de yaşandı ve aynı yere bir başka padişah daha defnedildi: Sultan İbrahim...
    Tarihlere "deli" olarak geçen Sultan İbrahim, 8 Ağustos 1648'de tahtından indirilmiş ve iki cariyesiyle beraber sarayda bir odaya hapsedilmişti. Sabık hükümdarın hayatta olmasının tehlike yaratmasından endişe eden devlet, on gün sonra Sultan İbrahim'i cellâd Kara Ali'ye teslim etti. Türbe olarak yine Ayasofya'nın vaftizhanesinde karar kılındı ve devrik padişahın cenazesini, kendisi gibi "delirdiği" gerekçesiyle tahtından indirilen Birinci Mustafa'nın yanına defnettiler.
    Devletin, bu iki padişahı bir hükümdar türbesine değil de vaftizhaneye gömmesinin sebebi asırlardan buyana anlaşılamadı. Halk arasında önceleri, "İki deliyi birarada gömdüler" şeklinde bir söylenti çıktı, ama hükümdarların akıllarının noksan olması "kerametlerine" bağlandı ve halk, sonraki senelerde Sultan Mustafa ile İbrahim'i "Evliya" mertebesine yükseltti.
    Aynı mekâna ilerki yıllarda 15 civarında cenaze defnedildi ama bu mezarların kimlere ait olduğu bugün bilinmiyor.

    KAPALI BÖLÜMLER

    Sultan Birinci Mustafa ile Sultan İbrahim, son uykularını şimdi bir zamanlar Hazreti İsa'ya ait olduğuna inanılan mermerden vaftiz teknesinin hemen ilerisinde uyuyorlar. Vaftizhane, senelerden buyana devam eden restorasyonun önümüzdeki aylarda tamamlanmasından sonra ziyarete açılacak ve ziyaretçiler padişahların sandukalarının önünden iç kısma doğru birkaç adım yürüdükten sonra vaftiz tekneleriyle ve Bizans tuğlalarıyla inşa edilmiş duvarlarla çevrili ve şimdiye kadar ziyarete açılmamış olan orijinal duvarlarla karşılaşacaklar.

    Türbenin girişindeki esrarlı minik yazılar

    ÜÇÜNCÜ Mehmed'in türbesinin girişindeki sütunların altında sütunları çevreleyen elips şeklinde küçük süslemeler var. Bu süslemelerden ikisinde yeralan yazılar dikkatimi çekti.
    Süslemelerin birinde "Sultan Mehmed bin Murad Han. Sene 1022" yani "Sultan Murad Han'ın oğlu Mehmed. Sene 1022" yazıyor. Hicrî 1022 tarihi, Milâdî takvimle 1613'e tesadüf ediyor, o tarihte Üçüncü Mehmed'in ölümünün üzerinden on sene geçmiş bulunuyor ve Osmanlı tahtında Birinci Ahmed oturuyor. Dolayısıyla, bu ifade ile neyin kastedildiği anlaşılmıyor.
    Yine aynı sütunun aynı yerinde ve biraz geride bulunan diğer süsün üzerinde de benzer bir yazı var. Çok uğraştım ama silinmiş olduğu için okuyamadım.

    Sultan'a mozaik tuğra

    AYASOFYA'daki son büyük tamir, Sultan Abdülmecid tarafından, 1847'den itibaren birkaç sene boyunca İsviçreli mimar Gaspare Fossati'ye yaptırıldı.
    Binanın çatlaklarını tamir eden Fossati duvarlardaki mozaikleri ortaya çıkartıp temizledikten sonra üzerlerini sıvayla yeniden kapattı ve Ayasofya'nın yanıbaşına bir de "muvakkıthane" yani namaz saatlerini belirleme merkezi inşa etti.
    İsviçreli mimar, elden geçirdiği Bizans mozaiklerinden dökülen taşlarla, Sultan Abdülmecid için bir de tuğra yaptı. Zemini koyu sarı, tuğra kısmı ise siyaha yakın renkte olan mozaik, uzun yıllar boyunca Ayasofya'nın depolarında kaldıktan sonra birkaç ay önce Prof. Haluk Dursun tarafından farkedildi ve şimdi teşhirde bulunuyor.
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••
    Ayasofya



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Oriental -- 10 Eylül 2009; 19:00:33 >
    _____________________________


    Eski nick: magnum_1453




  • _____________________________

    Osmanlı ve Türk Tarihi Kulübü
    Türk Tarihinin En Büyük Kumandanı Fatih Sultan Mehmet Han
  • Evet Osmanlı tarih klübünü tekrar canlandıralım arkadaşlar teşekkürler
    _____________________________
  • evet arkadaslar paylasimlarimizi esirgemiyelim
    _____________________________
    Naim Süleymanoğlu

    I'am TURKISH WEIGHTLIFTER
  • osmanlı denince aklınızda sizi korkutan ne gibi simgeler beliriyorsa bunların cisimleşmesidir ertuğrul efendi bugün o yarın başkası ayrıca bu konuyu bu şekilde kirletmenizin bir duygu hezeyanının göstergesini olduğunu belirtmek isterim osmanlı baldırı çıplaktı muhafakazardı dinci köylüydü her zaman kimliğimize yönelik sembollerimiz olacak ve siz köşeye sıkıştıkça hırçınlaşıp saldıracaksınız türkiyede osmanlı hatırasına saygı adına çok güzel işler oluyor topkapı sarayında askeri botun battaniyenin işi neyse hanedan ailesine yerleşmiş Esat Çoşan zeminindeki din düşmanlığıda aynı şeydir...
    _____________________________
  • Osmanlı ailesinin yaşayan üyelerinin tamamının yer aldığı şecere


    http://www.ottomanfamily.com/
    _____________________________
    Dünya Osmanlının Adaletine Muhtaç....
  • OSMANLIDA ÖPÜŞME EDEBİ...

    Bir bayram daha geldi, geçti! Bir ‘nerde o eski bayramlar!’ yazısı yazamadan ve okuyamadan.
    O yazıların ustası Burhan Felek ve Refii Cevad Ulunay gibi yazarlardı. Osmanlı’nın son dönemindeki aile yaşantısını çocuk gözüyle nasıl gördüklerini anlatırlardı. Alınan hediyeler, bayram yerlerindeki kalabalık, el öpme, harçlık alma seansları...
    Osmanlı toplumunda bayram denince Batı ülkelerindeki karnavallar, çılgınca eğlenceler akla gelmemeli. Bayramlarda da ağırbaşlılık ve sukûnet hâkimdi. D’Ohsson, ‘18. Yüzyıl Türkiye’sinde Örf ve Adetler’ adlı kitabında şöyle diyor: “(Osmanlıda) fevkalade şartlar olmadıkça, kardeşler yahut yakın arkadaşlar asla kucaklaşmazlar. Tanışan kimseler nadiren birbirlerinin elini tutar ve senede sadece iki defa, yani ‘bayram’ günlerinde kucaklaşırlar. Bu kucaklaşma da, bir arkadaşlık ifadesinden ziyade, din kardeşliğinin ifadesidir, bu da sadece, yanağını dostunun yanağına yaklaştırarak yapılır. Yaşlı, yahut yüksek mevkide bir kimse, karşısındakine bir cemile yapmak isterse o zaman elini onun çenesine dokundurur, sonra kendi ağzına götürür. Bu babayani bir kucaklaşmayı gösterir. Gençler de aynı şeyi yaşlılara karşı, onların sakallarına dokunmak suretiyle yaparlar.”
    “Ülkede yaşayan her sınıf halk arasında, hiçbir çocuk, babasını, dedesini veya yaş yahut mevki itibariyle büyük ebeveyni kucaklayamaz, sadece elini veya eteğini öper. Ve hayatı boyunca, evlense de, bir dolu çocuk sahibi olsa da, başka türlü hareket edemez. Çocuklar, çok küçük yaşta olsalar bile, ebeveynleri tarafından nadiren kucaklanırlar. Büyükler, onları alınlarından öpmekle yetinir... Aileler arsındaki bu titiz derecelendirme ve hürmet tezahürleri artık tabii bir kaide halindedir, öyle ki, bizzat kadınlar bile düğün, doğum, çocukların evlenmesi ve nihayet ‘bayram’ gününde kocalarının elini öperler.”
    Nereden nereye, değil mi? Şimdi bayramı seyranı beklemeye gerek kalmadan herkes sokakta şapur şupur öpüşüyor! Atalarımız bu durumu görse bizi çok ayıplardı, bundan emin olabilirsiniz
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Oriental -- 30 Eylül 2009; 18:58:19 >
    _____________________________


    Eski nick: magnum_1453




  • çok güzel bilgiler var arkadaşlar paylaşanların eline sağlık.
    _____________________________
    Rüyaları gerçekleştirmenin en iyi yolu uyanmaktır!
  • quote:

    Orijinalden alıntı: oldsalt

    Bir Osmanlı yorumu



    Cumhuriyet kurulmasaydı “padişahımız efendimiz” olacak olan Son Osmanlı Şehzadesi Ertuğrul Osman öldü ya...

    Herkes öyle bir vecde geldi ki sormayın gitsin:

    Hükümetimiz “beş bakan” ile çıkarma yaptı cenazeye... En heyecanlıları sağdan gelen Cemil Çiçek ile soldan gelen Ertuğrul Günay...

    İtkiler ve heyecanlar farklı olsa da burjuvazimiz de orada, baldırı çıplaklarımız da orada... İlber Ortaylı’mız, Murat Bardakçı’mız orada...

    Tarikatçılarımız orada... Mesela hastalık nedeniyle hiçbir yerlere çıkamayan bin yaşındaki “Mahmut Efendi” bile, cüppeli, sarıklı, şalvarlı müritlerini alıp koştu cenazeye...

    Muhafazakarlarımız giden tabuta bakıp, “Hey gidi Sultan Hamid’in torunu hey” diye gözyaşı döküyor...

    Vakit de Osmanlıcı... O da “Osman Efendi dualarla uğurlandı” diye çekmiş manşeti...

    Hadi asalet meraklılarını, soylu düşkünlerini, “Şehzade bilmem ne efendi” ile samimiyet tesis etmeyi marifet sananları, hanedan goygoycularını bir tarafa bırakalım... Onlardan dünyanın her yanında var!

    Peki ama dincimize, tarikatçımıza, şeriatçımıza, muhafazakarımıza, baldırı çıplaklarımıza ne oluyor?

    Onlar neden bu kadar galeyana geliyorlar? Neden heyecana gark oluyorlar?

    Bunun üzerinde durmaya değer...

    Olay şudur:

    Dincimiz, şeriatçımız, muhafazakarımız, sağcımız zanneder ki:

    Kendileri ile “Osmanlı Hanedan Mensupları” arasında fark yoktur...

    Zannederler ki:

    Hanedan mensupları da şeriatçıdır... Hanedan mensupları da “İlay-i kelimetullah” için yanıp tutuşur...

    Hanedan mensupları da geceler boyu post üstünde İslam’ın zaferi için dua eder... Hanedan mensupları da Cumhuriyet’in bir toplumsal model olarak benimsediği Batı kültürüne toptan karşıdır...

    Cumhuriyet’i fazlasıyla Batılılaşmış, öz kültürüne yabancılaşmış olarak gören dincimiz, şeriatçımız, sağcımız, muhafazakarımız, yabancıladıkları Cumhuriyet’e karşı Osmanlı’yı arkalayarak rahatlamaya çalışırlar...

    Osmanlı’yı o kadar gözü kara bir şekilde kutsarlar ki, işi saltanatı ve saltanat mensuplarını kutsamaya kadar götürürler...

    Oysa acı gerçek şudur:

    Cumhuriyet, toplumsal model olarak neyi getirmek istiyor idiyse...

    “Hanedan”, çoktan o modele adapte olmuştu...

    Yani “Cumhuriyet” ile “Osmanlı Hanedanı” arasında kültürel açıdan bir çelişki yoktur...

    Osmanlı’nın son döneminde saray ve üst sınıf hayat tarzı ile cumhuriyetin benimsediği hayat tarzı aynıdır.

    Hadi daha da enteresan olanını yazayım:

    Kemalistler, dindar kesimi nasıl “köylü, cahil, fanatik, eğitimsiz, geri kafalı” görüyorlar ise... Osmanlı Hanedanı da aynı kesimi “köylü, cahil, fanatik, eğitimsiz, geri kafalı” görürler... Dincinin, şeriatçının, baldırı çıplağın, muhafazakarın, sağcının döktüğü gözyaşına şaşırmanın sebebi budur...

    Hanedan’ın dini kesime yaklaşımına bir örnek

    İskenderpaşa Dergahı’nın Şeyhi Prof. Esat Coşan öldüğünde, cenazesinin Süleymaniye’ye defni söz konusu olmuştu...

    O zaman bu girişime en sert tepki Osmanlı Hanedanı’ndan geldi.

    Osmanlı Ailesi’nin Türkiye’de yaşayan en yaşlı temsilcisi Neslişah Osmanoğlu, aile adına hazırladığı ve dönemin başbakanı Ecevit’e göndermeyi planladığı dilekçede “Süleymaniye Mezarlığı tarikat mezarlığı oldu... Alakasız kişiler buraya defnediliyor. Eğer Esat Coşan buraya gömülürse, büyük büyük dedemiz Kanuni Sultan Süleyman ile büyük büyük annemiz Hurrem Sultan’ın mezarlarını Süleymaniye’den çekeriz” diyordu.

    Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Esat Coşan’ın Süleymaniye’ye defnedilmesiyle ilgili kararnameyi veto edince dilekçe Ecevit’e gönderilmedi...

    Bunun üzerine Neslişah Osmanoğlu, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’e teşekkür mektubu yazdı.

    Mektupta şöyle deniliyordu:

    “46 senelik iktidarı boyunca devleti sadece akıl, mantık ve bilim çizgisinde idare etmiş olan ceddimiz Kanuni Sultan Süleyman’ın inşa ettirmiş olduğu Süleymaniye Camii’nin haziresinin son zamanlarda umumi mezarlıktan da öte bir ‘tarikat mezarlığı’ haline getirilmesi, büyüklerimizin hatıralarını muazzep eder (azap verir) bir hal almıştır”.

    Mektup teşekkürle bitiyordu:

    “Gösterdiğiniz haklı ve doğru tavırla Süleymaniye Haziresi’nde ebedi uykularını uyuyan cedlerimizin ruhlarını huzura kavuşturduğunuz için zat-ı devletlerinize ailemiz adına şükranlarımızı ve teşekkürlerimizi takdim ediyoruz”.

    Hadi bakalım... Neslişah Sultan Efendimiz’in bu tutumunu...

    Zaman’dan Yeni Şafak’a, Vakit’ten Taraf’a, Mahmut Efendi’den Yavuz Bahadıroğlu’na, Star’dan Cemil Çiçek’e...

    “Ah Ertuğrul Efendi / Vah Ertuğrul Efendi” diye yakınanlar bir yorumlasınlar da, biz de “yorum” görelim...



    “Osmanlı sizin bildiğiniz gibi değildi!”

    Son şehzadenin cenazesinin 1920’lerdeki korku unsurlarının bugünkü Türkiye’nin büyük ölçüde meçhulü olduğunu ortaya koyduğunu belirtmiştik. Bu, eski korkulardan beslenen unsurların mevcudiyetini tamamen ortadan kaldırmıyor elbette. Bu unsurlar cenazeye Başbakan yardımcısının, bakanların, valinin, emniyet müdürünün, Cumhurbaşkanlığı genel sekreterinin katılmasını hoş karşılamamışlardır. Fakat bunu doğrudan söyleyecek bir ortam mevcut değildir. Katılımın çeşitliliğine bakarak korkularını dışa vurmakla yetinmek zorunda kalmışlardır.
    En açık dışa vurdukları korku, bir hoca efendinin ve bağlılarının cenazeye katılmasıdır. Bazı gazeteler cübbeli sarıklı vatandaş resimleri çekerek gazetelerinde yayınladılar. Bazı köşe yazarları, sütunlarında bahsettiler. Şehzade on sene önce vefat etse ve bu haberler gazetelerde çıksa idi 28 Şubat havası ile kıyametler kopardı. Şimdi sadece yazılmış oldu! Meğer İsmailağa Cemaati’nin büyüğü Mahmut Ustaosmanoğlu da o yaşlı ve hasta haliyle cenazeye katılmış. Dolayısıyla, müntesipleri de oradaymış!
    Hadi Hoca Efendi’nin cenazeye katılmasını soyadı benzerliğine verelim! Her kesimden vatandaşın katılmasını neye yoralım peki? Sırf son şehzadenin kişiliğine değil elbette! Bu ülkeye, millete büyük hizmetler etmiş bir hanedanın bu vesileyle yâd edilmesi, tarihle barışmak için bu cenazenin fırsat bilinmesi şaşırtıcı görülmemeli!
    Biz böyle diyoruz ama, bazılarınca şaşırtıcı görüldüğü kesin! Çünkü, malûm basının kıdemli erken uyarıcıları, transfer kalemşörleri ve eş durumundan yazarları mevzuya dalmaktan geri kalmadılar. Osmanlı hanedanının aslında halkın bildiği gibi olmadığı, dine diyanete ilgisiz oldukları, Cumhuriyetin laik sosyetesi ile aralarından bir fark bulunmadığı, içkilerden viskiyi tercih ettikleri, bu arada Osmanlı padişahlarının da aslında içkici oldukları vs. yazılıp durdu.
    En şiddetlisi, din karşıtı tutumları konusunda ortaya sürülen tezlerdi. Dincimiz, şeriatçımız, muhafazakârımız, sağcımız kendileri ile “Osmanlı hanedan mensupları” arasında fark olmadığını, Hanedan mensuplarının da şeriatçı olduğunu sanırlarmış...
    Kimin neyi nasıl sandığı bahsi diğer; fakat burada bir “şecaat arzı” yok mu: “Cumhuriyet, toplumsal model olarak neyi getirmek istiyor idiyse... Hanedan çoktan o modele adapte olmuştu... Yani “Cumhuriyet” ile “Osmanlı Hanedanı” arasında kültürel açıdan bir çelişki yoktu... Osmanlı’nın son döneminde saray ve üst sınıf hayat tarzı ile cumhuriyetin benimsediği hayat tarzı aynı idi...”
    Cumhuriyet’e geçişin temel gerekçesi “muasır medeniyet” değil mi? İrticai Osmanlı monarşisinden ileri cumhuriyet idaresine geçildiği her fırsatta ifade edilmiyor mu? İşte buna şecaat arzederken...denir!
    Osmanlı hanedanı bavullarını toplayıp Türkiye’yi terke mecbur kaldı. Diğer ülkelerin hanedanı gibi yurt dışına hazine kaçırmadı. “Hain” Vahidetdin Türkiye’yi terk ederken törenlerde kullanılan ve hazineden senetle çıkarılan mücevherli saati iade etti ve senedi geri aldı. Bilmeyenler için bir daha hatırlatalım: Vefat ettiğinde tabutuna haciz konuldu! Hanedan mensupları yokluk ve sefaletle imtihan edildi. Yarım asırlık törpülenmeden sonra yurda dönenlerin, yanaşık düzen göstermekten başka seçenekleri yoktu. Zaten hanedanlık göstermeleri de beklenmiyordu. Onlar millete şanlı cedlerini hatırlatmaktan çok, Cumhuriyet oligarşisinin insanlara neler yapabileceğini hatırlatıyorlardı.
    Öyle anlaşılıyor ki, Esad Hoca’nın Süleymaniye haziresine defnini engellemek için hanedanın hanım üyelerini birileri devreye sokmak istemiş. Ve o hanımefendi zamanın Başbakanına mektup yazmış. Cumhurbaşkanı Sezer’in vetosu üzerine bu mektubu göndermekten vazgeçmiş. Ama birilerine nasılsa gönderilmiş!
    Orada o hanımefendi diyormuş ki, “Süleymaniye Mezarlığı tarikat mezarlığı oldu... Alâkasız kişiler buraya defnediliyor. Eğer Esat Coşan buraya gömülürse, büyük büyük dedemiz Kanuni Sultan Süleyman ile büyük büyük annemiz Hurrem Sultan’ın mezarlarını Süleymaniye’den çekeriz”...
    Eğer o hanımefendi gerçekten böyle bir dil kullandıysa, söyleyeceğimiz şey şudur: Bütün soyların akıllıları da ahmakları da olur! Bu ifade, hiç şüphe yok ki hamakat arzının esaslı nümunelerindendir!
    Sultan Süleyman’ın soyundan gelmek onun maddî, biyolojik varisi olmayı sağlayabilir, fakat manevî varisi yapmaz. Onu Kanunî ve dönemi hakkında cehaletten kurtarmaz.
    Kanunî tarikat mensubu idi desem; şeyhlere, bu arada Beşiktaş sırtlarında yatan Yahya Efendi’ye çok saygı duyduğunu söylesem, bu hanımefendi ne diyecek? Kanunî’nin kendi adına yaptırdığı Süleymaniye camiinin temelini Şeylülislam Ebussuut Efendi’ye attırdığını, kendisine “halde haldaşım, sinde (yaşda) sindaşım, âhiret karındaşım, tarik-i hakda yoldaşım” diye hitab ettiğini, onun fetvalarıyla gömülmek istediğini hatırlatsam?
    Eğer bu hanımefendi bu mektuptan sonra Kanunî türbesini ziyaret etmişse, kubbede yankılanan çok kuvvetli bir “defol!” nidası duymuş olmalıdır!

    _____________________________
    Dünya Osmanlının Adaletine Muhtaç....




  • Osmanlı Türkiye'sinde Enflasyon

    Osmanlı Türkiyesi’nde, İstanbul’un fethinden sonraki 16. asır boyunca hafif, fakat âdeta muntazam bir enflasyon görülür. Kâğıt para (banknot) ve döviz meseleleri meçhul olduğu için, Osmanlı para birimi akça’daki gümüş miktarının azalmasına enflasyon diyoruz. Büyük enflasyon 1593′te oldu ve 1 akçadaki gümüş miktarı yarı yarıya indirildi. Ama maaşlar, aynı akça sayısıyla ödendi. Gerçekte devletten maaş alanlar, eskisine oranla gelirlerinin yarısını kaybetmiş oldular.

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    Kanuni Süleyman devrinken kalma, enfasyon sebebiyle kenarı kırpılmış sikke

    1593, Osmanlı Cihan Devleti’nin doruğa tırmanışının sona erdiği, doruktan inmeye başladığı yıldır.

    Bu enflasyonun sebepleri çeşitlidir. Devletten maaş alanların, üretim yapmaksızın sadece vakıf geliriyle geçinenlerin sayısı çok şişmiştir. Devlet gelirleri, olur olmaz kişilere fazlasıyla dağıtılmıştır. 1593′e doğru Fas Sultanlığı ve Polonya Krallığı’na kadar birçok ülkeyi himayesine alan imparatorlukta, artık büyük fetihler ve zaferler dönemi kapanmıştır. Ganimet geliri çok azalmıştır. Refah yaygınlaşmış, kolayca lüks yaşama alışkanlığına dönüşmüştür. Olur olmaz kişiler, Kâtib Çelebî’nin tabiriyle “pâdişâhâne” giyinmeye, ziyafetlere, harcamalara alışmışlardır. Asayiş durumu eski mükemmelliğini yitirmiş, bundan etkilenen üretim düşmüş, ticaret zedelenmiştir. Nüfus artmıştır. Köylerden şehirlere akış olmuş, şehre gelen köylü, uyum sağlamak hevesiyle, pahalı alışkanlıklar edinmiştir.

    Şeyhülislâm Hoca Sâdeddin Efendi, Hâce-i Sultanî Ömer Efendi, Sultan II. Osman, Koçi Bey, Kâtib Çelebi, Sultan IV. Murad, Köprülü Mehmed Paşa gibi reformistler zuhur etmiştir. Bunlar devleti, kendi içinde düzenlemeye çalışmışlardır. Hedefleri, az mübalağa ile söyleyeyim ülküleri, devlete Cihan Hakanı Kanûnî Sultan Süleyman dönemindeki (1520-1566) dirlik ve düzenliğini kazandırmaktır. Diyebilirim ki, Sadrıâzam Dâmâd Nevşehirli İbrahim Paşa’nın iktidara gelmesine kadar (1718), dış faktörler kâle alınmamıştır.

    Hâlbuki dış faktörler de geçerliydi. Osmanlı’nın egemen olduğu Akdeniz, dünya ticaretindeki kapital ağırlığını, okyanuslara bırakmıştı. Amerika madenlerinden Avrupa’ya gümüş akıyordu. Avrupa, Osmanlı’nın birçok teknolojik üstünlüğüne erişmişti. Artık, hemen hemen Osmanlı derecesinde top dökebiliyor, kale yapabiliyor, tabya yapabiliyor, kumaş dokuyabiliyordu. Ham madde bakımından Avrupa’nın Osmanlı’ya bağımlılığı ise devam ediyordu.

    Memur maaşları

    1593 yılından günümüze kadar, Türkiye’de memur maaşları sürekli indi, azaldı, küçüldü, ufalandı, nihayet devlet haysiyetiyle bağdaşmaz derekeye düştü. Zira tıpkı vaktiyle olduğu gibi, bugün de memur sayısı çok arttı. İstihdam politikası vasıtası hâline geldi, rasyonelliğini kaybetti. Tabiatıyla, tıpkı eskiden olduğu üzere, memur kalitesi de düştü. Hem yüksek bürokraside, hem yeni girişlerde…

    Buna rağmen imparatorluk, denebilir ki yıkılışına kadar, memuruna, devletin prestijini koruyacak derecede maaş vermeye gayret etti. En gelişmiş ve zengin devletlerle Osmanlı’daki maaş farkları büyük değildi. 1900 yılında en büyük devlet olan İngiltere’de, korgeneral maaşı 165 altın, Osmanlı’da 100 altın idi. Albay, İngiltere’de 27- 32, Osmanlı’da 25 altın alıyordu.

    Ancak küçük rütbelerde Osmanlı, artık Batı ile dengeyi tutturamıyordu. Önyüzbaşı Osmanlı’da 12, İngiltere’de 20-25,5 yüzbaşı Osmanlı’da 5, İngiltere’de 17- 19,5, üsteğmen Osmanlı’da 2,5, İngiltere’de 9,5-11, teğmen Osmanlı’da 2, İngiltere’de 7,5-9,5 altın maaşlı idi.

    Osmanlı’da sivil bürokrasi de, üniformalı bürokrasi gibi rütbe taşıdığı için, mülkiye ve ilmiye sınıflarındaki eşit rütbe sahibi görevliler, aynı durumda idiler.

    Sadırâzam (imparatorluk başbakanı) maaşı, Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde, daha önceleri de olduğu gibi, değişiktir. Her sadrıâzam atanmasında, maaşı da belirtilirdi. Bu son dönemde en düşük sadrıâzam maaşının 250 altın, en yüksek maaşın ise 2.500 altın olduğu görülür. O dönemin 1 altını, bugünün 1 altını değildir. Hayat ve bütün zarurî maddeler, kira ve mülk fiyatları çok düşüktür. 1 altının son Osmanlı dönemindeki satınalma değeri hakkında bir fikir edinmek için, yaklaşık 7 gram altın olan 1 altın liranın bugünkü değerini 2,5 ile çarpmak tavsiye edilebilir.

    Osmanlı İmparatorluğu, dost devletlere sürekli para, mal, silâh yardımı yapmıştır. 1854′e kadar tek kuruş dış borçlanmaya girmemişken, bu tarihten itibaren Avrupa devletlerine borçlanmaya başlamıştır. Dış borç ve faizlerinin, buna ilâveten savaş tazminatlarının ödenmesi, son yarım asrında Osmanlı maliyesini bunaltmıştır.

    Bütün bu faktörlere rağmen Osmanlı, 1912 Balkan felâketine kadar, ucuzluk, bir ölçüde refah içinde yaşadı. 1843′te imparatorluğun en pahalı şehri olan İstanbul’da, bir kişi, 10 para ile günde 3 öğün yemek yiyebilmektedir (Gerard de Nerval, s. 60, 66). 10 para, 1 altının 400′de biridir. Birkaç altına gene İstanbul’da, hiç de kötü bir semtte olmamak üzere, müstakil ev satın alınabilmektedir.

    1908′de Temmuz ayında başlayan enflasyon, 1912 Ekimi’ne kadar hafif bir seyir takip etti. Ekim 1912-Mayıs 1913 yükselişi büyük oldu ve halkın canı yandı. Mayıs 1913-Temmuz 1914′te tekrar hafifledi. Temmuz-Kasım 1914 arasındaki 3,5 ay içinde yüzde 50 oldu ki, yıllık hesaplanırsa korkunçluk derecesi anlaşılır. Artık Osmanlı, dönüşü olmayan bir yola girmişti. Yöneticilerinin kısır görüşlülüğü yüzünden Birinci Cihan Savaşı’na (1914-18) bulaşmıştı. Halkta, yönetime güven kalmadı. Altını olan, yatağının altına attı. İhtikâr ve bir kısmı adetâ devletin himayesinde olmak üzere korkunç yolsuzluklar oldu.

    1913′te şekerin kilosu 20 paraya (1 altının 200′de 1′i) çıktığı zaman, halk feryadı bastı. 1916 Ağustos’unda francalanın kilosu 16 kuruşa fırladığı zaman ise, artık ses seda çıkmadı. Zira 16 kuruş verecek o kadar az insan vardı ki… Pahalılık, sosyal âfetleri başlattı. İstanbul orta sınıfında ahlâkî çöküntü başladığı işitildi. O orta sınıf ki, dürüstlük bakımından, yüksek sınıftan çok daha titizdi. Anlı şanlı vezir ve kazasker ailelerinin kızlarının, nereden çıktığı belirsiz, dedesinin adını bilmeyen savaş zenginleri ile evlendikleri görüldü. Verem ve dizanteri dehşet saçmaya başladı…

    1911-1922 sürekli savaşlar döneminde, hangi devletlerle savaştığımızın listesi bile bugünkü nesil için şaşırtıcıdır: İtalya, Karadağ, Sırbistan, Bulgaristan, Yunanistan, İngiltere, Fransa, Romanya, Rusya, Ermenistan, Avustralya, Yeni Zelanda, Kanada, Güney Afrika… Listenin eksikliği için sevgili okuyucularımdan özür diliyorum.

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    Türkiye "kaime-i mutebere" adı verilen kağıt para ile ilk defa bir buçuk asır önce tanıştı. Yukarıda 20 kuruşluk kaimenin ön ve arka yüzü

    Harp yılları

    Cihan savaşından Türkiye ordusu, maliyesi, insanı, köyü ve şehri iflâs etmiş durumda çıktı (1918).

    İmparatorluğun nüfusu 1915′te 29 milyon kadardı. Bu yılın savaş harcamaları 83 milyon lira idi. Henüz 1 TL, 1 altın veya ona yakın değerde idi. Ancak altın para giderek tedavülden uzaklaştı. Hükümet de topladı, halk da sakladı. Banknot emisyonu arttırıldı ve kâğıt lira ile altın liranın değerinin arası gittikçe açıldı.

    1917 Ağustosu’nda imparatorlukta banknot emisyonu 80 milyon lirayı buldu. Buna karşılık, sadece 3 yıl içinde 40 milyon altın piyasadan çekilip gizlendi. Böylesine bir malî denge içinde savaş bütçesinin 83 milyon altın olarak tesbiti, rikkat ve heyecan verir. Yabancı altınlar gibi yabancı banknotlar da geçerli idi. Fakat Alman markı biriktirenleri 1918 sonunda yıkım bekleyecektir. Zira savaş sonunda markın değeri kalmamıştır.

    Yolsuzluk ve rüşvet yaygın hâle geldi. Sefalet başladı. Francaladan başka ekmek yemeyen nazlı İstanbul halkına, kişi başına 150 gram süpürge tohumu karıştırılmış kara ekmek veriliyordu. Tarihte ilk ve son defa, İstanbul halkında açlıktan ölüm başladı. Yolda açlıktan düşüp ölenleri, belediye çöpçüleri topluyorlardı.

    1917 içinde kâğıt para, tedavül eden altını geçti. 1.000 liralık kupürler de vardı. Savaştan sonra altınla alış veriş tarihe karıştı. Ancak gümüş sikkeler Cumhuriyet döneminde de uzun müddet kullanıldı. 1930′larda çok güzel basılmış Osmanlı gümüş mecîdiyeleri (20 kuruş, altının beşte biri), yarım ve çeyrek mecidiyeler (10 kuruş ve 5 kuruş) hâlâ geçerli idi.

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    İstanbul'da tüketici fiyatları 1649-1914 (1)

    Para değerleri

    Birinci Cihan Savaşı patlamadan birkaç ay önce, 1914 yazında 1 TL=3,70 dolar=18,45 mark=17 İsviçre Frangı idi. 1917′de savaş içinde bile 1 Türk Lirası banknot alabilmek için 4 Amerikan dolarına yakın ödemek gerekiyordu. Ve bu parite, 1908 öncesi Osmanlı Lirasının değerine nisbetle, Türk parası aleyhine yıkım sayılıyordu (Mandelstem, Le Sort de l’Empire Ottoman, Paris 1917, s. 157-8).

    11 Haziran 1916 tarihli Paris’in Temps gazetesi, Fransa’nın savaş hâlinde bulunduğu Osmanlı devleti aleyhine şu haberi yayınladı: “Türkiye’nin Haleb, Şam, Beyrut eyaletleri ile Lübnan ve Kudüs sancaklarında (il) 1 İngiliz lirası (sterlin)=137 Türk kuruşuna fırladı. Osmanlı hükümeti, 1 sterlin=l TL paritesinde direniyor. Fakat 37 kuruşluk karaborsa farkını ortadan kaldırmaktan âcizdir. Osmanlı ekonomisinin mahva doğru gittiği bu şekilde açığa çıkmaktadır.“

    1908′den önce nazarî olarak 1 Osmanlı altın= 1 Osmanlı banknotu idi ve her ikisine de lira (altın lira, kâğıt lira) deniyordu. Gerçekte 1 altın alabilmek için 1 banknotun üzerine birkaç kuruş sarrafiye ödemek gerekiyordu. Savaş (1914-18) içinde 1 altın alabilmek için İstanbul’da 3, Anadolu’da 4, imparatorluğun Arap vilâyetlerinde 5 Türk banknotu ödemek icab ediyordu.

    Cumhuriyetin ilânında (1923) 1 altın= 7 TL şeklinde idi. Ve TL hâlâ dolardan değerli idi: 1 TL=0,80 dolar.

    Altın paritesinin ilk cihan savaşı ile sona erdiğini bütün diğer belli başlı dövizlerin pariteleri arasındaki farkın gittikçe açılması, bambaşka bir bahistir. Ekonomik çöküntünün diğer bir sebebi, halkın varlığına devletçe el konulmasıdır. Bunu önce 1914′te Enver Paşa yaptı. Seferberlikte, tüccarın mağazalarına, dükkânlarına girildi. Ordunun hiçbir işine yaramayacağı aşikâr bulunan havyar ve bebek patiğine kadar her şeye el kondu. Sonra 1921′de Yunan, Sakarya’yı geçtiği zaman, Türkiye Büyük Millet Meclisi, mecburen aynı yönde karar aldı.

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    Osmanlı paraları ve uluslararası değeri

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    SAĞ: Sultanü'l berreyn ve hakanü'l bahreyn (karaların sultanı denizlerin hakanı) essultan ibnü's sultan SOL: fi duribe i kostantiniyye

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    Akçedeki gümüş miktarı 1469 - 1914 (1)

    Yokluklar

    1914 yazında İstanbul halkı, pahalılıktan çok şikâyetçi idi. Hâlbuki daha büyük felâket patlamamış, Harb-i Umûmî başlamamıştı. Gazeteler, dergiler, artık hâkan-ı sabık (eski imparator) dedikleri Sultan Abdülhamid’i yermekten usanmışlar, onun devrindeki ucuzluğu, rahatlığı, bolluğu, barışı göklere çıkaran yazılar yayınlıyorlardı. Gerçekten 1908 Türkiyesi, ucuzluk cenneti idi. İhtikâr, karaborsa bilinmiyordu. Sadece ezelî derd olan rüşvet vardı.

    1914 yazında şekerin kilosu 20 paraya (yarım kuruş) fırladığı zaman, halk, Sultan Hamid devrinin fiyatlarıyla mukayese ederek şikâyet etti. Ama şeker 1916 Ağustos’unda 60 ve 1917 Temmuz’unda 120 kuruşa (1,2 altın) fırladı. Bir bidon gaz (16 kg) 50 kuruş (yarım altın) oldu. Dolayısıyla İstanbul bile karanlıklara gömüldü. Zira elektrik ancak zengin evlerinde, Beyoğlu, Şişli gibi semtlerde vardı ve havagazı ile aydınlanma da bütün şehre yayılmamıştı. Tekrar mum devrine dönen İstanbul, zamanla mum da bulamadı. Çıra, onu bulamayınca ağaç yakarak aydınlanmaya başladı. Vaktiyle Pâytaht-ı Cihan denen belde, mağara devri şartlarına dönmüştü.

    Zira petrolün bidonu 1917′de 250 kuruş (2,5 altın) oldu. Bütün siyasî partilerimizin atası olan iktidardaki İttihâd ve Terakkî’nin organı gazete şöyle yazıyordu: ”Gecelerinizin karanlık geçtiğine üzülmeyiniz. Yakında zaferin ışıklarıyla bütün Osmanlı dünyası aydınlanacaktır!”.

    1916 Kasım’ında İstanbul kasapları dükkânlarını kapattılar. Zira satacak et yoktu. İstanbul’a hayvan gelmiyordu. O zamana kadar Osmanlı toplumunda asla görülmemiş bir problem oluştu: aile fertlerinin ölmesiyle kimsesiz kalan ve akrabaları olsa da onlar tarafından ekonomik şartlar dolayısıyla kabul edilmeyen, terkedilmiş çocuklar… Bu problem, Türk toplumunda, Avrupa’dan asırlarca sonra başlamış oldu. 1917 yılının ilk yarısında, yalnız İstanbul’da böyle 20 bin çocuk bulunup hükûmetin koruması altına alındı. Komşuları tarafından kabul edilmeyen çocuklar… Osmanlı toplumunda böyle bir yüzkarası kesin şekilde görülmemişti. Dehşetli bir sosyal kopukluk oldu. Her fert kendini kurtarmaya çalışıyordu. Kimse başkasının derdiyle ilgilenmiyordu.

    24.3.1917 kararnamesiyle, İstanbul’da halka kişi başına karne ile kilosu 20 kuruştan ayda 150 gram şeker ve kilosu 10 kuruştan 300 gram kuru fasulye veriliyordu. Osmanlı ticareti, tarımı, madenleri, sanayi-i mahvoldu. Ama hepsinden vahîmi, o kadar yüz senelik devlete mutlak güven, temelinden sarsıldı…

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    Kaime - Kağıt Para. Üzerinede "Devlet-i Âliyye-i Osmaniye" , " Bedeli Dersâdette Altun Olarak Tesviye Olunacakdır" yazıyor

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    Hisse Senedi "İstanbul menba suları ananim şirketi hayriyesi"

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    Hisse Senedi "Osmanlı itibar-ı milli bankası", "Osmanlı anonim şirketi"

    Yılmaz Öztuna, Osmanlı Türkiyesi’nde Enflasyon, Tarih ve Medeniyet, Temmuz 1994

    (1) Şevket Pamuk, “İstanbul’da Enflasyon”, Bilim ve Teknik Dergisi, sayı 393 (Ağustos 2000), s. 74-78.

    Yazının orjinal PDF formatını indirmek için Tıkla
    KAYNAK
    _____________________________
    "Türk milleti tab'en demokrattır" M.Kemal Atatürk, TBMM gizli celse zabıtları, devre: ı, içtima ı, tarih: 22.1.1921.i, 31, c: 3. sayfa 334... "komünizmin memleket için, milletimiz için, dinimiz için, kabul edilmez olduğunu anlatmak, yani kamuoyunu aydınlatmak en yararlı çare görülmüştür" M.Kemal Atatürk, Mustafa Kemal sosyalist değil, fakat görülüyor ki iyi bir teşkilatçı, yüksek anlayışlı, ilerici ve iyi düşünceli, akıllı bir lider. Mustafa Kemal soygunculara karşı bir Kurtuluş Savaşı veriyor. Emperyalistlerin gururunu kıracağına ve Sultan�ı da yaranı ile birlikte alt edeceğine inanıyorum Vladimir İlyiç Lenin,




  • İL İL YÖRESEL OSMANLI KIYAFETLERİ

    ADANA
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    ANKARA
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    EDİRNE
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    ARNAVUTLUK ( İŞKODRA )
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    AYDIN
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    BAĞDAT
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    BOSNA
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    DENİZLİ
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    Cezayir-i Bahr-i Sefid
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    DİYARBAKIR
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    EDİRNE
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    ERZURUM
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    GİRİT
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    HALEP
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    KASTAMONU
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    KONYA
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    YANYA
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    SELANİK
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    SİVAS
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    HİCAZ YEMEN TRABLUZGARP
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    SURİYE-KUDÜS-LİBYA
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    SURİYE-KUDÜS
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    SURİYE
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    TRABZON
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    URFA
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    İSTANBUL
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    Trabzon yöresine ait çift
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••
    _____________________________
    "Türk milleti tab'en demokrattır" M.Kemal Atatürk, TBMM gizli celse zabıtları, devre: ı, içtima ı, tarih: 22.1.1921.i, 31, c: 3. sayfa 334... "komünizmin memleket için, milletimiz için, dinimiz için, kabul edilmez olduğunu anlatmak, yani kamuoyunu aydınlatmak en yararlı çare görülmüştür" M.Kemal Atatürk, Mustafa Kemal sosyalist değil, fakat görülüyor ki iyi bir teşkilatçı, yüksek anlayışlı, ilerici ve iyi düşünceli, akıllı bir lider. Mustafa Kemal soygunculara karşı bir Kurtuluş Savaşı veriyor. Emperyalistlerin gururunu kıracağına ve Sultan�ı da yaranı ile birlikte alt edeceğine inanıyorum Vladimir İlyiç Lenin,




  • OSMANLININ İLK TUĞRASI

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    Resimdeki Tuğra Orhan Gaziye aitdir..

    Türkçe’de kelime olarak padişahın ismini ihtiva eden özel bir işaret, padişahın imzası gibi anlamlar ifade eder. Aslı Oğuz lehçesinde tuğrağ olup, hükümdarın basılmış imzası demektir.

    Orhan Gazi tarafından kullanılan ilk tuğra Orhan bin Osman ifâdesinden ibâret olup, tuğralardan ilki 1324 diğeri 1348 tarihlidir.

    Birinci Sultan Osman Gazi'ye ait bir tuğraya günümüze dek hiçbir yerde rastlanmamıştır. Bu nedenle 36 Osmanlı padişahı ama 35 Osmanlı padişah tuğrası vardır.
    _____________________________
    "Türk milleti tab'en demokrattır" M.Kemal Atatürk, TBMM gizli celse zabıtları, devre: ı, içtima ı, tarih: 22.1.1921.i, 31, c: 3. sayfa 334... "komünizmin memleket için, milletimiz için, dinimiz için, kabul edilmez olduğunu anlatmak, yani kamuoyunu aydınlatmak en yararlı çare görülmüştür" M.Kemal Atatürk, Mustafa Kemal sosyalist değil, fakat görülüyor ki iyi bir teşkilatçı, yüksek anlayışlı, ilerici ve iyi düşünceli, akıllı bir lider. Mustafa Kemal soygunculara karşı bir Kurtuluş Savaşı veriyor. Emperyalistlerin gururunu kıracağına ve Sultan�ı da yaranı ile birlikte alt edeceğine inanıyorum Vladimir İlyiç Lenin,




  • 
Sayfa: önceki 7778798081
Sayfaya Git
Git
sonraki
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.