Şimdi Ara

••••TÜRK ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ •••• (18. sayfa)

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
1.817
Cevap
16
Favori
434.104
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: önceki 1617181920
Sayfaya Git
Git
sonraki
Giriş
Mesaj
  • fetih lütfen beni 68. siraya al lütfen
  • Merhabalar bende gruba katılmak istiyorum, kabul ederseniz sevinirim. Benim gibi tarihine ve atalarına düşkün arkadaşları bir arada görmek inanın beni çok sevindirdi ve duygulandırdı.
    Grubu yeniden açan Fetih'e ve paylaşımda bulunan başta magnum_1453 , eggy13 ve herkese çok teşekkür ederim.
    Jan!ssaRy nin de dediği gibi bir site yapma projesine sonuna kadar destek vermeye hazırım. saygılar..
  • BİRİNCİ MURAT'IN KOSOVADA Kİ DUASI

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    1389'da I. Murad, Kosova Sahrasına gelmiş, yüksek bir tepenin üzerine çıkarak düşman hakkında fikir edinmek istemişti. Hakikaten düşman çok, kendi kuvvetleri azdı. Üstelik bir de rüzgâr esiyor, düşman tarafından kalkan toz bulutları Osmanlı ordusunun bulunduğu tarafa geliyordu. Yarın başlayacak olan savaşta, kalkan tozlar askerlerin görmesine, isabetli ok atışı yapmasına mani olabilirdi.
    Tepeden üzüntülü olarak indi, morali sarsılmıştı. Fakat bunu belli etmedi. Bir harp divanı toplattı. Divanda savaşa karar verildi. Herkes gibi Murad da çadırına çekildi. Fakat uyumadı. Abdest alıp yatsı namazını kıldıktan sonra seccade üzerinde sabaha kadar dua etti. Duasında:
    - "Yarabbi!...Yarabbi!... Hz. Peygamberin hatırı için, Kerbelâ'da dökülen kanlar için senin yolunda sürünen yüzler, ağlayan gözler için bize yardımcı ol, bizden lûtfunu esirgeme Yarabbi!... Düşmanın bize uzanan elini başka tarafa çevir Yarabbi.. Bakma rabbim günahımıza. Nazar et can-ü dilden ahımıza. Senin
    için, senin ismini yükseltmek için savaşan gazilere yardım et, onları telef etme. Onları düşmanın kılıcından, okundan sen koru Yarabbi! Düşünceleremize savaşlar ve savaşçılar içinde yahşi olan adımıza leke sürdürme. Din yolunda ben feda olayım. Askerlerimin yerine ben şehit olayım. Tek mülk-ü İslamı payimal
    edip kâfirlere çiğnetme Yarabbi!..." diye Allah'a yalvardı. Seccade üzerinde uyuyakaldı.
    Sabah uyandığı zaman rüzgârın durmuş, hafif bir yağmur yağarak tozları bastırmış olduğunu gördü. Zaferi kazandı. Fakat kendisi şehit oldu.
    I. Kosova Savaşı'ndan sonra Murad Hüdâvendigar savaş sahasını gezerken, yaralı bir Sırp subayı tarafından şehit edildi. Kendisi de zaten:
    - Ya Rab orduma zafer ihsan eyle. Gerekliyse, şehit ben olayım, diye dua etmişti. Bu duası kabul edildi. O zaman Yıldırım Beyazıt ordugâhta bulunuyor, kardeşi Yakup Çelebi ise hiçbir şeyden habersiz, kaçan düşmanı takip ediyordu.
    Yıldırım Beyazıt oracıkta padişah oldu ve düşmanı takip etmekte olan Yakup Çelebi'nin arkasından kapıcıbaşını gönderip bertaraf etti.
    1389'dan 1402 tarihine kadar on üç sene saltanatı müddetince merdane savaşlar yaptı, zaferler kazandı.




  • fetih kardes beni 68. siraa ya yaw lütfennn
  • KISA KISA NOTLAR



    *
    Bazı tarihçilerimiz vardır diyorlar ki mesela Osmanlılar Arapça kullanmış Farsça kullanmış. Halbuki Osmanlı`nın
    Arapça bileni bugün bizim ingilizce bilenimiz kadar azdır.


    *
    Sultan Abdulazizin öldürüldüğü kanısındayım. Çünkü Sultan Abdulaziz bir kere çok dindar. Dindar adamlar kolay intihar etmiyorlar Abdulaziz yaşamayı seven biri.



    *
    Vadeddin ve Atatürk`ün karşı karşıya geldikleri olmuştur Ama dost oldukları zamanda vardır. Kim ne derse desin son padişah hazineyi soyup gitmedi Gittiği yerlerde de Türkiye devleti aleyhinde faaliyette bulunmadı, söz söylemedi
  • Çok kaliteli paylaşımlar teşekkürler
  • Kanuni Sultan Süleyman'ın Fransa Kralı na yazdığı mektup
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••
  • Magnum abi senden
    Ulu Hakanımız hakkında bir dosya istiyorum gerçi ulu hakan hakkında yazı yazmaya kalksak topic 20 sayfayı bulur ama bekliyorum senden istiom çünkü daha önce bu dosyayı paylaşmıştın
  • quote:

    Orjinalden alıntı: Jan!ssaRy

    Magnum abi senden
    Ulu Hakanımız hakkında bir dosya istiyorum gerçi ulu hakan hakkında yazı yazmaya kalksak topic 20 sayfayı bulur ama bekliyorum senden istiom çünkü daha önce bu dosyayı paylaşmıştın

    SULTAN İKİNCİ ABDÜLHAMİT HAKKINDA BİR-İKİ SÖZ

    Kardeş inş.onuda yaparız bir gün kısmet olursa...
    Ne yaparsak yapalım Abdülhamiti layıkıyla anlatamayız...
    Ben bundan önceki Kulübümüzde de kulübü açtıktan aylar sonra Abdülhamit Dosyasını paylaşmıştım...
    Şunu itiraf etmek isterim ki o eski kulübü kurduğumun başımdan beri,hep Abdülhamit dosyasını hazırlamak vardı gönlümde...Hep onu paylaşmak istedim...
    Ama nedense içimde bir korku beni takip etti...
    Hep Abdülhamit konusunda tereddütler yaşamışımdır kendimde...Onu anlatmaya nedense hiç güç bulamamışımdır kendimde...
    Hep kendimden kaçtım.O dosyayı hazırlayacak kudret bulamadım kendimde...
    Ama bir gün oldu,baktım bütün padişahlarımızı ele aldığımız halde Abdülhamit Hanı ele pek almamışız...
    Kulübü açalı aylar olmuş,ama Abdülhamit hakkında pek birşey yok hala...
    Sonra o hep aklımdaki büyük dosyayı hiç olmazsa küçük küçük hazırlayarak meydana getireyim dedim..
    Ama Hamdolsun Mevlaya ki bana bir çırpıda güç verdi ve Abdülhamiti bir çok bilinen ve bilinmeyen özelliğiyle bana yazdırdı...
    Onun için bana ne olursunuz Abdülhamit Dosyasından şimdilik olsun bahsetmeyiniz...
    Bizde iyisimi işi şimdilik en güzeline yani Allaha(c.c.) bırakalım ve Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin dediği iki dizeyle işi özetleyelim:
    Görelim Mevla'm neyler
    Neylerse güzel eyler.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Oriental -- 12 Mayıs 2008; 18:18:57 >




  • MUSTAFA KEMAL PAŞA HANGİ OSMANLI PAŞAMIZIN YAVERİYDİ.
  • Tarihle alâkadar arkadaşlarımı bulmuşken bir şey rica etmek istedi bu gönül

    Ben bir harita arıyorum. Öyle bir harita ki Şam ilinin sınılarını gösterecek bana . ne kadar eski tarihi gösterebilirse o kadar iyi olur benim için . Acaba böyle birşey bulmak internette mümkünmüdür ?
  • quote:

    Orjinalden alıntı: Bekir__

    Tarihle alâkadar arkadaşlarımı bulmuşken bir şey rica etmek istedi bu gönül

    Ben bir harita arıyorum. Öyle bir harita ki Şam ilinin sınılarını gösterecek bana . ne kadar eski tarihi gösterebilirse o kadar iyi olur benim için . Acaba böyle birşey bulmak internette mümkünmüdür ?


    Aslında merak ettiğim şey şu.

    Eskiden Şam sınırları dahilinde olan TC toprağı var mı şu anda ?
  • quote:

    Orjinalden alıntı: KIZILÖTESİİ

    MUSTAFA KEMAL PAŞA HANGİ OSMANLI PAŞAMIZIN YAVERİYDİ.

    M.Kemal Paşa ,bir paşa'nın değil Padişahın yaveriydi..
    O padişah da tam ismiyle Sultan 6.Mehmed Vahideddin idi...
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••
    Sultanı Mustafa Kemal ile birlikte gösteren bir görüntü.




  • quote:

    Orjinalden alıntı: Bekir__


    quote:

    Orjinalden alıntı: Bekir__

    Tarihle alâkadar arkadaşlarımı bulmuşken bir şey rica etmek istedi bu gönül

    Ben bir harita arıyorum. Öyle bir harita ki Şam ilinin sınılarını gösterecek bana . ne kadar eski tarihi gösterebilirse o kadar iyi olur benim için . Acaba böyle birşey bulmak internette mümkünmüdür ?


    Aslında merak ettiğim şey şu.

    Eskiden Şam sınırları dahilinde olan TC toprağı var mı şu anda ?

    Kardeş siz genede araştırın ama...
    MİSAK-I MİLLİ yani milli sınırlar içerisinde kabul edilen tüm şehirler Türk topraklarıdır..
    Ama HATAY ve onun ilçesi İskenderun genelde Arapça konuşmaktadır...İki Ülke arasında yani Türkiye ve Suriye arasında bu iki yer devamlı tartışma konusu olmuş ve 1939 da ise bu iki yer anavatanda kalmıştır...
    Hani sizin sorduğunuz soruya göre şu an bırakın eskiden Suriye Toprakları'nde olup da şu an TC toıprağı olan yerleri,Suriye'nin tamamı Türk Egemenliği altındaydı...
    Ama şu an konuyla alakasız ama bilinmesi gereken bir bilgi olarak;
    Misak-ı Milli sınırları içind eolup da şu an TC nin elind eolmayan yerler şu an Irak içinde yer alan Musul,Kerkük ve Süleymaniye gibi yerlerdir...
    Umarım açıklamam sizi şimdilik!!!!!!! etmiştir..
    Bu konunun elbette daha detayları mevcuttur...
    Bu arada pek belirgin olmasada isteğiniz üzerine Osmanlı topraklarını gösteren 1890 tarihli bir harita...
    Resmi kendinize kopyalayıp,büyüteç araçlarıyla kısmende olsa bir şeyler arayabilirsiniz bu haritada...
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Oriental -- 12 Mayıs 2008; 19:21:07 >




  • MERAK EDİLEN OSMANLI SORULARI'NIN CEVAPLARI

    Yıldırım Bayezid İçki İçti ve İntihar mı Etti?

    Bursa’da Ulu Câmi’yi yapan, Emir Sultan Buhari’nin kayınpederi olan ve İslâm’a aykırı işlere mânî
    olmadıklarından dolayı bazı kadıları cezalandırmaya kalkışan Yıldırım Bayezid’in, bir içki müptelâsı
    olduğu aslâ iddiâ edilemez. Ayrıca Molla Fenâri veya Emir Sultan’ın, içki içtiği için Yıldırım Bayezid’in
    şâhitliğini kabul etmediği iddiası da doğru değildir. Belki Molla Fenâri’nin, bir konuda şâhitliği arzu
    edilen Yıldırım’ın, cemaatle namazı terk etmesinden dolayı şâhitliğini kabul etmediği doğrudur; o da
    bunun üzerine cemaatle namazı terk etmemek için sarayının yanına yeni bir câmi inşâ ettirmiştir.
    Ancak, Yıldırım Bayezid devrinde işin biraz gevşediğini kaynaklar kaydetmiştir; lâkin bu, onun içki
    içtiğini göstermez. Hattâ bazı kaynaklar, Bayezid’in Sırp Kralı Lazar’ın kızı Marya (Despina) ile
    evlendikten sonra, bu kadının Müslüman olmaması veya başka sebeplerle, az bir süre için de olsa içki
    kullandığını ifade etmektedir. Ne zaman içki içmeye başladığı belli değildir; fakat hemen tövbe ederek
    Ulu Câmi’yi inşaya başladığı ise, yine kaynaklar tarafından açıklanmaktadır. Şâyet geçici süre içki
    içmiş olsa bile, bu günahı açıktan yaptığını ve içkili sofralar düzenlediğini söylemek söz konusu
    olamaz. Şer’an içtiğinin ispatı da hemen hemen mümkün değildir. Yıldırım’ın intiharı iddiâsı ise,
    muteber yerli ve yabancı kaynaklarda yer almamaktadır. Sadece, Fuad Köprülü’nün bazı zayıf rivâyetleri
    zorlama yorumlara tâbî tutarak, Cumhuriyetin ilk yıllarında dile getirmesinden sonra mesele
    alevlenmiştir. Mükrimin Halil Yinanç ve İsmail Hakkı Uzunçarşılı gibi tarihçiler, bu iddiânın tamamen
    yanlış olduğunu delilleriyle ortaya koymuşlardır.(1)

    Fatih’in İçki İçtiği Doğru mu?

    Fatih’le alâkalı iddiâların hiçbir güvenilir kaynakta yeri yoktur. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) övdüğü bir
    devlet adamına, bu nevî iftirâ ve isnatları hiçbir delile dayanmadan seslendirmek ise, belli çevrelerin
    kasıtlı yayınları olarak değerlendirilmelidir. Mevcut Osmanlı ve hattâ Bizans tarihlerinin hiçbirinde,
    Fatih’in içki içtiğine dâir yazılı belge sayılabilecek bir bilgi bulunmamaktadır. Yalnızca, Fatih’in
    şiirlerinde geçen bazı tâbirleri, İstanbul’un fethinden dolayı gururları incinen bazı Batılı tarihçilerin
    kendilerine göre yorumları vardır. Fatih, Avnî mahlasıyla yazdığı şiirlerde, kadından ve şaraptan
    bahsetmiştir; ancak bunlar, divan edebiyatımızdaki mecaz ve istiare gibi kurallar çerçevesinde
    söylenmiştir ve özel mânâlar taşımaktadır. Divan edebiyatını bilenlerin hiçbiri 500 yıl boyunca, bu
    şiirlere bakarak Fatih’e böyle bir iftirada bulunmamıştır. Fatih, yazdığı gazellerde kullandığı şarap ve
    benzeri kelimelere, ince remizler, mecâzî mânâ ve mazmunlar yüklerken, bir gün gelip de birtakım
    araştırma ve ilim özürlü insanların bu kelimelere gayr-ı meşru anlamlar yükleyeceklerini tahmin bile
    edemezdi. Onun şarabı Mevlânâ’nın, Hacı Bektaş’ın ve Hacı Bayram’ın kasîdesinde demlenmektedir
    ve ilâhî aşkın mest eden şarabıdır.(2)

    IV. Murad Sefih ve İçkici miydi?

    IV. Murad’ın sefâhat içinde olduğunu söylemek tamamen yanlıştır ve hiçbir temel tarih kitabında böyle
    bir şeye rastlanmamıştır. IV. Murad ve diğer padişahların gayr-ı meşru kadınlarla beraber olmaya
    ihtiyaçları yoktu. Zirâ, teserrî dediğimiz câriyelerle, meşrû dairede hayat yaşamaları her zaman
    mümkündü. Nitekim, IV. Murad’ın, Ayşe Sultan isimli bir hanımı ve karı-koca hayatı yaşadığı yedi sekiz
    de câriyesi olduğu nakledilmektedir. IV. Murad’ın açıktan içki kullandığına dâir rivâyetler de kesin doğru
    değildir. Gizlice ve buhran dönemlerinde içki kullansa bile, açıktan içki içtiği ve sarhoş olduğu
    söylenemez. İçki düşmanı olan bir pâdişahın, içkici ve sarhoş biri olduğunu söylemek çok zordur.
    Fakat yine de gençliğinde böyle bir günaha girdiğini de ihtimâl dâhilinde görüyoruz. Gizlice içse dâhi,
    bundan pişmanlık duyduğunu anlıyoruz.(3)

    I. İbrahim Deli miydi?

    I. İbrahim’in buhranlı bir hayatı bulunduğu ve kendisinin mütevâzı, sâde-dil, hırs ve gururdan uzak,
    elmas yürekli hassas bir insan olduğunda tarihçiler müttefiktir. I. Mustafa’ya söylenen, hafif akıllılık gibi
    tâbirler, bu sultan için hiç kullanılmamıştır. Her zaman hatalarını kabul eden bir şahıstır. Muteber
    Osmanlı kaynaklarında, onun için deli lakabı kullanılmamaktadır. Sadece, son zamanlarda kaleme
    alınan bazı kaynaklar, ısrarla bu lakabı ön plana çıkarmaktadırlar. Halbuki, onun devletin askerî, mâlî,
    adlî ve idârî ıslahatı için yaptıkları ve yapılanlara olan teşvikleri, isnat edilen bu sıfatı yalanlayan yeterli
    bir delildir. Bütün bunlara rağmen, I. İbrahim’in tahta çıktığı zaman hasta olduğu kesindir. Kaynaklar,
    onun zaman zaman hafakanlar içinde kaldığını ve yüreğinin sıkıldığını ifade etmektedirler. Devrin
    şartları göz önüne alındığında, Sultan İbrahim’in muhakemesinde ve idrak melekelerinde bir bozukluk
    olmadığını uzmanlar belirtmektedirler. Acılı geçmişi, iyi bir eğitim görmemiş olması, şahsiyetinin
    oturmayışı ve sorumluluk duygusunun fazlalığı, onu bu hale sokan sebeplerdir. Uzmanların tespitine
    göre rahatsızlığı, anksite bozukluğu denilen nevroz türünde bir hastalıktır; Psikotik ve deli değildir.
    Zâten hekimler de, elem-i asabî teşhisini koymuşlardır ki, bu da yaygın anksieteden başkası değildir.
    Bu hastalık, aklı bozan cinnet türünde bir hastalık sayılmamaktadır.(4)

    Abdülaziz İntihar mı Etti?

    Mesele incelendiğinde görülmektedir ki, olay intihar değil, açıkça Hüseyin Avni Paşa, Mithat Paşa ve
    arkadaşlarının işledikleri bir cinayettir. Zirâ, Ahmed Cevdet Paşa’nın ifadesiyle, “makasla sol kolunun
    damarlarını kestikten sonra, yaralı kol ile sağ kolunun damarlarını kesmesi inanılmaz bir durumdur.”
    Diğer taraftan, koskoca Osmanlı Padişahının bu şekilde ölümü üzerine, şer’ân ve kânunen her çeşit
    soruşturma ve tıbbî incelemenin yapılması gerekirken, aslâ bu yola gidilmemiş ve sadece Fahri Bey
    denen birinden sorularak alel acele sahte ölüm raporu hazırlanmıştır. Hüseyin Avni paşa, muayene
    taleplerini şiddetle reddetmiştir. O dönemi ve bizzat olay günlerini yaşayan muteber tarihçilerin (A.
    Cevdet Paşa ve Mahmud Kemal gibi) ve olay sırasında yayınlanan Avrupa basınının kanaati de olayın
    cinâyet olduğu yönündedir. Kısaca, İngilizlerin kuklası olan Mithat Paşa, Hüseyin Avni Paşa ve
    avâneleri, kendi emellerine ters gördükleri Abdülaziz’i, İngilizlerin tahrikiyle şehit etmişlerdir.(5)

    II. Abdülhamid Kızıl Sultan mı?

    Doğuda Ermeni terörünün şiddetlenmesi üzerine Sultan II. Abdülhamid, merkezi Erzincan’da bulunan
    IV. Ordu Komutanı Müşir Zeki Paşa’yı, bunu durdurmak üzere görevlendirmiş ve teröristlere aman
    vermeyen paşanın bu hareketi Avrupa basınının pâdişah aleyhine kampanya başlatmasına sebep
    olmuştu ki; Fransız Akademisi üyesi Tarihçi Kont Albert Vandal’ın, onun hakkında ilk defa "Le Sultan
    Rouge” lakabını kullanması sürpriz sayılmamıştı. Maalesef, İttihatçılar bu tâbiri “Kızıl Sultan” diye
    tercüme ederek, Ermenilerle birlikte Abdülhamid’i kötülemeye başlayacaklardı. İttihatçıların, Ermeni
    kâtili diye Abdülhamid’i ithâm etmeleri ve onu Kızıl Sultan diye karalamaları, ne yazık ki sonraki devrin
    ders kitaplarına kadar yansıyacaktı. Oysa Abdülhamid, saltanatı boyunca, bazı tarihçilerin iddiâlarının
    aksine, Çırağan Baskını gibi fiili durumlar hâriç, muhaliflerine aslâ îdam cezası (Mithat Paşa gibi)
    vermemiştir. 31 Mart olayında 1. Orduya, Rumeli’den gelen çapulcuları durdurmak için, kardeş kanı
    akar korkusuyla tâlimat dâhi vermekten kaçınmıştır.(6)

    Vahidüddin Vatan Hâini mi?

    Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı ve Sultan Vahidüddin’in şahsiyetiyle ilgili yapılan
    değerlendirmelerin tek taraflı olduğu hemen göze çarpmaktadır. Düşman toplarının Saraya çevrildiğini
    gören Vahidüddin ve Osmanlı kurmayları, bütün gayretlerini, Anadolu’ya gönderilecek bir komutan
    vâsıtasıyla, bağımsızlık tohumlarının yeniden yeşertilmesi için harcamışlardır. Sadrazam Damad Ferid,
    Mustafa Kemal Paşa’yı padişaha gotürmüş ve askerlerin istediği insan olarak takdim etmiştir. Harbiye
    Nâzırı Şâkir Paşa, Mustafa Kemal’in cumhuriyetçi olduğunu ve hânedânı devre dışı bırakabileceğini
    hatırlatmışlarsa da; pâdişah önemli olanın vatan ve devlet olduğunu ifade etmiştir. İşte bu şartlar
    altında, 9. Ordu Müfettişi kisvesiyle Anadolu’ya gönderilmesi kararlaştırılan Mustafa Kemal ile Sultan
    Vahidüddin defalarca özel olarak görüşmüşlerdir. Bandırma vapuruna, Mustafa Kemal ile birlikte
    kimlerin bineceği tespit edilmiş ve bunların vizeleri temin edilmiştir. Bütün bunlar, Vahidüddin’in
    emriyle olmuştur. Her türlü masraf, pâdişahın özel imkânları ve gizli ödenekten karşılanmıştır. 1920-
    1922 tarihleri arasında, fiilen idâre T.B.M.M.’inde olmasına rağmen, Vahidüddin, Kuvâ-yı Milliye ve
    T.B.M.M. aleyhine bir tek şey yapmamıştır. Aksine, işgâl kuvvetlerini yatıştıracak bazı tasarruflar dışında,
    gizlice ve imkânları nisbetinde, onların işlerini kolaylaştıracak desteklerde bulunmuştur. Dolayısıyla,
    Sultan Vahidüddin vatan hâini değil; vatanın istiklâli için tâcını ve tahtını terk eden bir vatanperverdir.
    Bütün gayretlerine rağmen İstanbul’u işgâlden kurtaramayınca, Kuvâ-yı Milliye’ye de köstek olmamıştır.
    İstanbul’u terk ettikten sonra, İngilizler ve İtalyanlar, onun taşıdığı hilâfet sıfatını Anadolu aleyhine
    kullanmak istemişlerse de, Sultan Vahidüddin’in iman kuvveti ve vatan sevgisi buna mâni olabilmiştir.
    (7)

    Baltacı Mehmed’in Katerina’yla İlişkisi Oldu mu?

    Prut zaferini en ince ayrıntılarıyla anlatan tarih kaynaklarının (en ayrıntılısı Râşid’in, III. Ahmed devrine 4
    cilt ayırdığı meşhur eseridir) hiçbirinde, Baltacı Mehmed Paşa’nın Rus Katerina ile gayrı meşru bir
    ilişkide bulunduğu veya en azından Çar ve hanımı Katerina’nın bu savaşın yapıldığı mekâna geldikleri
    yazılı değildir. Bilindiği gibi, 1710 yılında Ruslara karşı ilan edilen harpte, açlık ve düzensizlik sebebiyle
    Petro’nun savaş meydanına gelmeyip uzaktan idare ettiği ordusu mağlubiyetle karşı karşıya gelmişti.
    Rus ordusunun komutanı Şermetivef’di ve Deli Petro ile karısı aslâ harp meydanına gelmemişti. Çar,
    mağlup olacağını anlayınca, başbakan Baron Şafirov vasıtasıyla çok değerli mücevherlerini hediye
    göndermiş ve sulh antlaşması yapılmasını arzulamıştı. İsveç Kralı Şarl’ın ve Kırım Hanı Devlet Giray’ın
    farklı kanaatlerini dinlemeyen ve müşâvirlerinin tesiri altında kalan Baltacı Mehmed, çok cazip şartlarla
    sulh akdi yaparak, muzaffer bir komutan olarak İstanbul’a gelmek üzere yola çıkacaktı. Bu arada,
    padişahın çok sevdiği Şeyhülislâm Paşmakçızâde Ali Efendi, Dâmad Ali Paşa ve Dârüssa’ade Ağası
    Süleyman Ağa, sert hareketlerinden ve patavatsız sözlerinden dolayı, Baltacı’nın aleyhindeki faaliyet ve
    planlarına pâyitahtta hız vermişlerdi. Paşa, henüz İstanbul’a gelmeden Rus Çarı’nın sözünde
    durmamasını da bahane ederek, hemen aleyhte bir plan hazırlamışlardı. İlk planları, Baltacı’nın İsveç
    Kralı ve Kırım Hanı’nın sözlerine önem vermediğini; zirâ Rus Çarını diri diri yakalama fırsatı elde
    edildiğini ve Çar tarafından gönderilen paralar sebebiyle sulh yolunu tercih ettiğini ısrarla padişaha
    anlatmak olmuştu. Taraftarları, tek kabahatin gece ile gelen altın arabaları olduğunu, yoksa Çarı
    yakalamamak için bir sebep bulunmadığını da ilave etmişlerdi.



    İşte bu noktada tarihçi Hammer, Katerina’nın sulh antlaşması uğruna bütün kıymetli mücevherlerini
    Osmanlı komuta heyetine gönderdiğini ve Şermetivef vasıtasıyla sulhu sağlaması için Vezir-i A’zama
    mektup ilettiğini ifade etmiştir. Bazı çağdaş tarihçiler de, Baltacı’nın aslâ rüşvet almadığını, belki
    müşâvirlerinden Ömer Efendi ve Osman Efendi’nin bu hediyeleri kabul etmiş olabileceğini
    kaydetmektedirler. Dikkat edilirse, Baltacı’nın Katerine ile çadırda beraber olduğuna dâir, mûteber
    Osmanlı kaynaklarında ve çağdaş tarihçilerin eserlerinde en küçük bir bilgi bulunmadığı gibi; Çar ve
    hanımının aslâ harp yerine gelmediğini ve bu tür iddiâların tamamen yalan olduğunu ifade eden
    beyanlar yer almaktadır. Purut Savaşıyla ilgili yerli ve yabancı bütün kaynakları inceleyerek iki ciltlik bir
    eser kaleme alan Tarihçi Akdes Nimet Kurat da, bu iddiaların fantastik bir dedikodu/hikaye olduğunu
    belgeleriyle ortaya koymuştur. Katerina’nın, Purut antlaşmasının imzalanmasındaki rolü inkâr
    edilemez; fakat bu çadır buluşması ile değil, Katerina’nın akılcı stratejisi ile gerçekleşmiştir. Katerina,
    Osmanlıların merhametli olup, boyun eğene kılıç çekmelerinin söz konusu olmadığını; şartları
    aleyhlerine de olsa barış antlaşması teklif edilmesini istemişti.



    Baltacı’nın antlaşmayı imzalamasının altında ise, Osmanlıların İkinci Viyana Bozgunu ve akabinde 16
    yıl süren savaşların verdiği yılgınlığın büyük etkisi vardı. Paşa, yeniçeri askerine tam olarak
    güvenememiş, Purut’ta yeniçerilerin yanlış taktiklerle gereken başarıyı gösterememeleri gözünü
    korkutmuştu. Paşanın bu tutumu, İstanbul’da ona karşı bir cephenin oluşmasına sebep olmuş ve
    rüşvet alıp Rusları saldığı söylentisiyle sadrazamlık makamından azledilerek 1711’de Midilli’ye sürgün
    edilmesine yol açmıştı. Purut’taki başarısızlığın müsebbibi sayılan Baltacı ise, henüz cepheden
    dönmeden önce, İstanbul’dan gelen haberler üzerine padişahın annesi Ematullah Valide Sultan’a
    yazdığı mektupta kendisini şöyle savunmuştu: “Düşman elçileri sulh için geldiklerinde: ‘Şevketli
    kudretli padişah efendimizin kılıcı keskin ve hazinemiz çok, cephanemiz lazım gelenden onbeş kat
    fazladır, biz cenkten usanmadık’ diye reddettik. Ardından yine gelip: ‘Sizin şeriatınız gereğince aman
    dileriz’ dediklerinde, ‘tekliflerimizi kabul ederlerse sulh yapalım’ dedik. İki taraftan barışa dâir kağıtlar
    alınıp verilip, Allah’ın izniyle hem düşmanımıza gâlip gelip ve hem de isteklerimizi kabul ettirdik. Bu,
    Şevketli Efendimiz’in kuvvetinin eseridir. Bu sene kâfirler ile savaşıldığı zaman berabere kalınmak dâhi
    herkesin canına minnetti. Kimsenin hatırına gelmeyen uzun bir cenk yaptık ve bu cenk zaferle
    sonuçlandı.” Neticede, Baltacı’nın bu büyük fırsatı kaçırması, tarihçiler tarafından eksiklik olarak kabul
    edilmektedir. Aleyhinde kampanya başlatanlar ve bazı Batılı Tarihçiler, Katerina’nın mücevher ve
    mektup gönderdiğini de kabul etmektedirler. Osmanlı tarihçileri, bunun da Dârüssa'ade Ağası ile
    yakınlarının ithamları olduğunu açıkça belirtmişlerdir. Ancak hiçbir tarihçi ve Rus Vekâyi’nâmeleri bile,
    Katerina’nın harp meydanına geldiğini yazmamıştır ve bu sadece kuru bir iftirâdan ibârettir.(8)

    Matbaanın Gecikmesinde Dinin ve Bağnazlığın Etkisi Nedir?

    Osmanlı Devleti’ne matbaa 1727 yılında değil, daha erken tarihlerde gelmiştir. Müslümanların
    eserlerini bastıkları ilk resmî matbaanın tarihi 1727’dir. Ancak Yahudiler 1488’den, Ermeniler
    1567’den ve Rumlar da 1627’den itibaren matbaalarını kurmuşlardı. Hatta II. Bayezid zamanında 19,
    Yavuz Sultan Selim zamanında 33 kitap basılmıştır. Bu kitapların üzerinde, “II. Bayezid’in himâyelerinde
    basılmıştır” ibâresi yer almaktadır. III. Murad, Arap harfleriyle basılan geometriye dâir “Usul’ül-Oklidis”
    kitabının serbestçe satılması için 1588 tarihli fermanla izin ve müsaade vermiştir. IV. Murad zamanında
    İstanbul’da bir matbaa kurulması için izin istendiğini ve bu iznin verildiğini Mustafa Nuri Paşa
    kaydederken, Enderun Tarihçisi Atâ da, ilk resmî matbaa teşebbüslerinin IV. Mehmed zamanında
    başladığını ve ancak neticeye 1727 yılında ulaşıldığını anlatmaktadır. İlk matbaa IV. Mehmed (1648-
    1687) devrinde, yani İbrahim Müteferrika’nın matbaasından yaklaşık bir asır evvel kurulmuş ve bazı
    kitaplar da basılmıştır; lâkin harfleri hakkıyla tanzim edilmediğinden devam ettirilememiştir.



    Bu bilgiler, Osmanlı padişahlarının matbaa aleyhinde oldukları görüşünü reddetmektedir. O halde,
    Osmanlı Devleti’ndeki matbaanın değil, belki resmî matbaanın kuruluşunun tarihi 1727’dir. Yoksa
    matbaa, Avrupa’da Gutenberg tarafından 1455’te kurulan müesseseden 33 yıl sonra Osmanlı
    ülkesine girmiş ve çok sayıda kitap da basılmıştır. Osmanlı Devleti, gerileme ve duraklama devrine
    girince, matbaadan yeterince yararlanamamıştır ki; maalesef bu konuda Osmanlı’daki esnaf teşkilatı
    loncaların ve bunlara bağlı hattatların menfî anlamda rolleri olmuştur. Kont Marsigli, 1727’de
    İstanbul’da 90 bin hattatın bulunduğunu söylemektedir ki; yarısı bile doğru kabul edilse, yine de büyük
    bir rakamdır. Bunlara bağlı olarak sahaflar, kalemciler, mücellitler, divitçiler ve benzeri esnafın baskısı
    da, resmî matbaanın gecikmesinde önemli rol oynamıştır. Marsigli’nin şu cümleleri bunu teyit
    etmektedir: “Gerçekten Türkler, kendi kitaplarını bastırmazlar. Zannedildiği gibi, matbaanın onlar için
    yasak bir iş olduğundan ileri geldiği kesinlikle doğru değildir.”



    Şu halde, matbaanın resmen kurulmasının gecikmesini; pâdişahlara, ulemâya (din adamları) ve dinî
    taassuba bağlamak yanlış olur. Matbaanın câiz olmadığını iddiâ eden bazı âlimlerin çıkmış olması da
    mümkündür; fakat aynı hâdise Avrupa’da da yaşanmıştır. Papa Alexsandre VI, 1501’de yayınladığı
    emirnâmeyle ruhsatsız yayınlanan kitapların yakılmasını emrettiği gibi, Fransız Kralı II. Henri de,
    ruhsatsız kitap basanları idamla tehdit etmiştir. Matbaanın kurulması için dinen ve aklen hiçbir engelin
    bulunmadığını açıklayan layiha üzerine, mesele Şeyhülislâm Abdullah Efendi’ye sorulmuş, o da
    müsbet cevap vermiştir. Bu fetvadan sonra Temmuz 1727 tarihli padişah fermanı çıkmış ve kurulan
    matbaada ilk olarak 1729’da Vankulu Lügati basılmıştır. Fermanda şimdilik tefsir, hadis, fıkıh ve kelâm
    kitaplarının basılmayacağı da belirtilmiştir. Matbaanın geç gelmesinde ulemanın hiçbir tesiri (bunu ilk
    ortaya atanlar Karacson ve Szézarnak adlı iki Katolik Macar’dır) olmadığını Niyazi Berkes şöyle izah
    etmiştir: “Ulemadan böyle bir direnme geldiğini gösteren hiçbir delil yoktur. Şeyhülislâm Abdullah
    Efendi fetvayı hemen vermiş; ulemadan on bir kişi ilk kitabın başına “takrizler” yazmışlardır. Bunlarda
    kitap basmanın şeriata aykırılığından hiç söz edilmemiştir.”



    Zannedildiğinin aksine ulema, bu ve benzeri pek çok yeniliğin girmesinde engelleyici değil, teşvik edici
    bir rol oynamış ve toplum bünyesinden (loncalar gibi) gelebilecek farklı tepkilerin önünü alıp
    yumuşatma vazifesi görmüştür. Esasen Müteferrika da ulemadan değil, halkın tepkisinden çekinmiş
    ve fetva alarak bu tepkiye karşı bir kalkan yapmak istemiştir. Dolayısıyla, ne Şeyhülislâm ve din
    adamları, ne de pâdişah yasaklayıcı ve engelleyici bir mevkîde yer almamıştır. Müteferrika’nın fetva
    istediği dilekçe, “Biz tefsir, kelâm ve fıkıh kitapları dışındakileri basmak istiyoruz” şeklinde gelince; fetva
    ve ferman da ona göre çıkmıştır; yoksa herhangi bir yasaklama kesinlikle mevzu bahis olamaz. Son
    tahlilde matbaanın geç gelmesi katiyen dinî bir mesele değildir ve bu mesele, teknik, ekonomik ve
    siyasî problemlerimizden ayrı ele alınamayacağı gibi, içtimaî karakterimize ilişkin kökleri de göz ardı
    edilemez. Bu hususta en ihatâlı ve isabetli tespitleri Osmanlı Tarihçisi Ahmet Cevdet Paşa
    serdetmiştir: “Matbaa yeni bulunmuş bir gezegen gibidir. Bunun ışığı Şarka oldukça geç ulaşmıştır.
    Çünkü vakit ve hâl; yani dönemin şartları bunu gerektirmiştir. O dönemde matbaa henüz Avrupa’da bile
    tam olarak kabul görmüş değildi. Hem zaten o zamanlar, Avrupalılar ile pek içli dışlı; ilişkilerimiz
    yeterince kuvvetli değildi.”(9)

    Osmanlı İlim ve Teknolojide Batıdan Geri mi Kaldı?

    Osmanlı’nın, ilmî ve teknolojik gelişiminin durmasında; bu sahadaki gelişmeleri takipte Batıdan geri
    kalmasının müessir olduğu kısmen doğru olmakla birlikte; büsbütün de gerçeği yansıtmamaktadır.
    Zirâ, Osmanlı’nın son devirlerinde bile, gücü yettiği nisbette Batıdaki ilmî ve teknolojik icat ve keşifleri
    izlediği bir tarafa; hatta öncülük dâhi ettiğini gösteren hâdiselere şâhit olmaktayız. Dolayısıyla, bu
    mevzûda henüz sağlıklı bir yaklaşım sergilediğimiz söylenemez. Osmanlı’nın Batıdaki gelişmelerin
    neresinde olduğunu anlamak için şu üç misâl önem arzetmektedir: Telgrafı icad eden Amerikalı
    Samuel Mors, yaptığı aletin değerini önceleri ne anavatanında ne de Avrupa’da anlayacak kimse
    bulamamıştı. Çaresiz kalan Mors, Osmanlı’nın ilme ve ilim adamına verdiği kıymeti duyarak şansını bir
    de İstanbul’da denemek istemişti. Nihayet aradığı desteği bulan Mors, cihazın eksik parçalarını
    tamamladıktan sonra, 1847 yılında saraya telgraf hattı çekmeye muvaffak olacaktır. Bu hizmetten çok
    memnun kalan Sultan Abdülmecid (1823-1861) Mors’u, elmaslı madalya ve üzerinde kendi imzasının
    yer aldığı ihtira (patent) belgesiyle taltif ederek; hem ona olan hoşnutluğunu hem de ilme verdiği
    değeri açıkça gösterecektir.



    İkinci misâl, Pastör ve kuduz aşısıyla ilgilidir. Pastör’ün kuduz aşısını keşfedip ilk defa uyguladığında
    Osmanlı tahtında Sultan II. Abdülhamid bulunuyordu. Kuduz aşısını bulduktan sonra devlet
    başkanlarına mektup yazan Pastör, kuracağı enstitü için yardım talep etmişti. Meselâ Rus Çarı,
    sadece 2 metre boyundaki portresiyle birlikte kuru bir tebrik mektubu yollamakla yetinmişti. Sultan
    Abdülhamid ise, bakteriyoloji alanındaki yeniliklerin yurda getirilmesi ve Pastör Enstitüsü’nün
    kurulması amacıyla bir heyet oluşturup Fransa’ya göndermişti. Abdülhamid bununla da kalmamış,
    enstitüye 10 bin altın ve birinci dereceden Mecidiye Nişanı hediye etmişti. Zikredeceğimiz son misâl,
    Osmanlı’nın ilk denizaltı gemisiyle alâkalıdır. Lale devrinde, III. Ahmed’in şehzâdelerinin sünnet
    düğününde tertiplenen şenlikler içerisinde en ilgi çekici olanı, Tersane Başmimarı İbrahim Efendi’nin
    yaptığı denizaltı ve onun mahâretleri idi. Adeta dev bir timsahı andıran denizaltı, sarayın sahiline
    yanaşarak ağzını açmış ve içinden ellerinde pilav ve zerde taşıyan adamlar çıkarak padişaha yemek
    ikram etmişlerdi. Aslında bu, denizaltı gemisinin ilk şeklinden başka bir şey değildi. Dünyada
    denizaltıcılığın başlaması açısından önemli bir yere sahip olan bu gemi, Topkapı Sarayı Müzesi
    Kitaplığında, Seyyid Ahmed Vehbi’nin “Surnâme-i Vehbi” isimli eserinde, çizimleriyle beraber kayıtlıdır.
    (10)

    Yalanların İdeolojik Tortusundan Kurtulmak

    Tarih, ideolojilerin ve siyasî iktidarların çıkar aleti ve savaş kalkanı olmaktan artık kurtarılmalıdır.
    İnsanlığın geleceğini geçici menfaatler uğruna karartmanın değil; daha parlak ve müreffeh bir gelecek
    inşâ etmenin aracı haline getirilmelidir. Tarihe, siyasî-ideolojik ön yargılar ve art niyetlerle değil; tarih
    ilminin öngördüğü disiplin ve metod çerçevesinde yaklaşılmalıdır. Ancak böylelikle, tarihî yalanların
    tuzaklarından sâlimen korunabilir; daha sağlıklı bir tarih bilgisi ve görüşüne kavuşulabilir. Doğrulardan
    kaçmanın ya da korkmanın zannedildiği gibi fayda değil, telâfisi imkânsız zararlar açtığı âşikârdır.
    2000’li yıllarda arzuladığımız yükselişi yakalayabilmenin olmazsa olmazlarından birisinin de, doğru bir
    tarih bilgisine, anlayışına ve nihâyet geçmişle barışık olmaya bağlı olduğu şüphe gotürmez bir
    hakikattir. Bu hususta atacağımız ilk âcil adımsa, geleceğimizi tarihî yalanlar üzerine binâ etme ve
    geçmişle kavgalı olma illetinden bir an evvel kurtulmaktır.




  • Benide ekleyebilirseniz memnun olurum.
  • değiştirdim.68.sıradasın.
    quote:

    Orjinalden alıntı: lynx68

    fetih lütfen beni 68. siraya al lütfen



    Yeni arkadaşlarıda ekledim.Hoşgeldiniz.
  • Beni de ekleyebilirsiniz. İnceliyorum ilginç detaylar var.
  • @eggy13 kardeşimizin hesabı çalındı galiba bilgisi olan cevap yazabilir mi?..
  • hocam benim ismi yanlis yazmisin lynx olcak
  • 
Sayfa: önceki 1617181920
Sayfaya Git
Git
sonraki
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.