Sarayda spor anlamında birden fazla iş yapılmış olsa da en sevilen oyunlar genelde cirit ve tomak oyunları olmuştur. Solda ve yukarıda çizimleri mevcut olan oyunlar ise "tomak" adı verilen oyuna ve bu oynayan tomakçı adı verilen kişilere aittir.
Toma oyununun yanısıra cirit gibi oyunların da oynandığı bilinse de saray eşrafının kartopu oynadığı da kayıtlara geçmiştir. Yani devletin ne kadar üst kademelerinde olunursa olunsun insanlar eğlenmeyi çok seviyor ve özellikle de padişahlar bu tip eğlencelere bizzat katılarak insanların ve tabi kendisinin de eğlenmesi büyük önem taşıyordu. Bir süre sonra bu eğlence için üst düzey saray görevlileri tarafından oynanan oyunlar, kısa süre içinde özellikle yeniçeri arasında da sevilir ve yapılır oldu hatta günlük idman programına dahil bile edildi. Son dönemde ise bu takım oyunları sadece eğlence olmaktan çıkıp işin içine öylesine rekabet girdi ki lahanacılar ve bamyacılar adında iki takım kuruldu ve zaman zaman eğlenceli, zaman zaman oldukça tehlikeli hatta bazen de oldukça trajikomik yahut talihsiz denebilecek ölümlü kazalara bile sahne olmuştur. Bu oyunlar hakkında birçok kayıt olmasına rağmen hem oyunlar hakkında hem de yaşanan hadiseler hakkında bize en detaylı bilgiyi ise 19. yüzyılda Enderun ağalarından Çuhadar İlyas Ağa veya Hafız Hızır İlyas Ağa adıyla anılan İlyas Ağa'nın 1812-1830 tarihleri arasındaki anılarını aktaran Letaif-i Enderun adlı eserinden öğrenebiliyoruz.
Bu oyunların en önemli özelliği padişah huzurunda yapılıyor olması ve oyuncuların, oynanan oyun karşılığında başarıya göre padişahtan çeşitli miktarda lütuf görmelerinden dolayı büyük bir rekabet içerisinde geçmesi ile birlikte mehter takımı ve dönemin iyi şairlerinin de eşliğinde sazlı sözlü şekilde gerek saray ahalisi arasında gerek de yabancı ülke sefirlerinin eşliğinde adeta birer şölen şeklinde geçmesidir.
Oyunlar, özellikle de cirit oyunları bir seremoni ile başlar. Kaynağın aktardığı 1812 yılına ait bir cirit oyununa göre Lahanacılar ve Bamyacılar adı verilen iki takıma ayrılan sporcular, mehter takımı eşliğinde son derece gösterişli şekilde ellerinde ciritleri ile padişahın huzurunda bir geçit merasimi yapar ve sonra yerlerini alır. Anlatılan bu ilk oyunda, Bamyacılar rakipleri Lahanacılar'a karşı ciritlerini öyle bir savurmuşlardır ki karşı takımda korkakça olanların dizlerinin bağı çözülmüş. Oyunu kaybedeceğini fark eden Lahancılar da karşılık vermek üzere harekete geçtiler ve karşı tarafa öyle bir saldırdılar ki, lahanaya kuvvet bamyaya lezzet tezahüratı eşliğinde kısa süre sonra ortalık savaş alanına dönüşmüştü. İzleyenlerin uzun süre ardından konuştuğu bu müsabaka, durumun iyice ciddileşip neredeyse ölüme sebep olacak dereceye gelmesinden sonra padişah tarafından durdurulup oyunculara gerekli lütufta bulunulduktan sonra oyuncular alanı terk etti. Oyuncuların alanı terk etmesinden sonra ise protokol kurallarına uygun olarak yabancı sefirler ile karşılıklı hediye alışverişi yapılıp akşam yemeğine geçildi ve yemek yenip hüzzam makamından şarkılar söylenerek meşk edildi.
Padişah emri ile kartopu oyunu
Daha önceleri de böyle kartopu oynandığı bilinmesine rağmen padişah emri ile oynanıp oynanmadığı bilinmiyor fakat ilginç bir hadise de 1813 yılının kışında meydana geldi.
Sarayın tamamen kar altında olduğu bir akşam, soğuk ve kar yüzünden odalarından dışarı çıkamayan ağalar kendi aralarındaki sohbeti iyice koyulaştırdığı sırada padişahın aklına bunu eğlenceye çevirmek gelir ve yanındaki paşalara diğer paşaların da getirilmesini ve kartopu oynanmasını emreder. Ağalar padişah huzuruna geldiğinde ise o kılıç taşıyan koca adamlar ağırbaşlılığı bırakıp adeta çocuk gibi birbirleriyle kartopu savaşı yapmaya girişirler. Ortalık iyice karışmış iken akıllarına eskiden beri var olan bir gelenek gelir ve saray görevlileri ile saraydaki soylu birkaç paşayı gecelikleri içerisinde tuttukları gibi avluya padişahın huzuruna çıkartılır ve içlerinde Çerkespaşazade Abdi bey ve onunla birlikte getirilen diğer ağalar, başlarında gecelik kavukları ile orta yerde dururken saraydaki lalalar bunlara hamle edip yere düşürüp karda boğuşmaya başlarlar. Aynı zamanda da diğer ağalar tarafından kartopu yağmuruna tutulan bu zavallı ağalar en sonunda herhalde kendilerine acınacak ve bağışlanacaklar diye padişahın huzuruna getirilir fakat padişah tam tersi şekilde işaret ederek kara gömülmelerini emreder. Artık donma noktasına gelen ağaların halini gören padişah sonunda dayanamayıp önce içinde Abdi Bey'in bulunduğu gruba türlü türlü iltifatlar ve bağışlar yaparak gönüllerini alır sonra da herkese toplu izin vererek gönderir fakat anlaşılan o ki bu kartopu savaşı ve boğuşması yaklaşık 15 gün boyunca sarayda ağalar arasında dilden düşmemiştir.
-"Aman, Dilsiz ne biçim oldu? "
1814 yılında ise bu oyunlar sırasında istenmeyen bir hadise yaşandı. Bir perşembe günü Kağıthane tarafına saltanat binişi düzenlendi. Padişahın alana gelmesi ve öğle namazının kılınmasının ardından ise pehlivanların güreş müsabakaları başladı fakat saray ahalisi bununla da yetinmedi ve uğraşacak, takılacak birini arayıp hem kendilerini hem padişahı iyice eğlendirmek istediler. Kendilerine Muhasip Abdi Bey'i kurban olarak görenler uygun birisini arayıp orada bulunan havuzda da bu güreş müsabakasının yapılmasını istedi. Kendisiyle uğraşmak istediklerini anlamış olan Abdi Bey ben hayatımda suya girmedim diyerek kendini kurtarmak için yırtınıp bari şu çimen üzerinde güreş tutmamıza ferman buyrulsun dediyse de kabul görülmedi ve ona uygun bir rakip aranmaya başlandı. Saray hazinesinde görevli olan Dilsiz Hüseyin ise önceki gün izlediği cambazlardan kaptığı birkaç numarayı padişahın huzurunda yapabilmek için Abdi Bey ile güreşmek için mabeyncilere yalvardığı sırada padişah onu gördü ve buna izin verdi. Dünden razı olan Dilsiz, Abdi Bey'i kaptığı gibi sürüye sürüye orada bulunan ejderha heykeli süsü olan havuzun içine götürdü ve boğuşmaya başladılar. Bu sırada havuzun derin olduğunu anlayan ve kendini kurtarmak için birkaç defa havuza dalıp çıkan Abdi Bey aman bu dilsiz beni boğacak diye bağırıp çağırırken birden bire Dilsiz Hüseyin'in ayağı, havuzdaki ejderha süsünün demirine takıldı ve suyun altında kaldı. Lakin o sırada Abdi Bey de havuzda çırpınmakta olduğundan herkes Dilsiz'i unutup Abdi Bey'i kurtarmaya odaklandı ve çıkması için ona ip attılar ama Abdi Bey ipi tutamadı.
O sırada padişah bu işin kötüye gittiğini fark edip eyvah bunlar boğulacak diye bağırması üzerine oradaki bir çavuş havuza atladığı gibi Abdi Bey'i kapıp yukarı çıkardı. Abdi Bey kurtarılmıştı fakat o hengamede Dilsiz'e kimse bakamamıştı bile ve artık ondan ne ses çıkıyordu ne de hareket ediyordu. Bunun üzerine en sonunda denizcilerden biri dayanamayıp havuza atlayarak ayağını kurtarıp yukarı çıkardı ama iş işten çoktan geçmiş ve zavallı Dilsiz Hüseyin can vermişti. Padişah ve orada bulunan yaklaşık 500 kişi bu duruma çok üzüldüler ve olmaz ya belki bir umut canlanır diye Dilsiz'in bedenini ağaca ters astılar ama tabi sonuç yoktu. Padişahın emri ile cesedi uygun bir yere defnedildi ve annesine de maaş bağlandı ve tabiki bu olay üzerine bütün şenlikler iptal edildi.
Sporda yaş haddi
1812 yılının Şaban ayının 21'inde aylık dağıtımı yapılırken eğlenceler düzenlenir. Eğlencelere o sırada sarayda uzun süredir bulunan içağaları da katılır ve bir takım eğlence ve oyunlardan sonra padişah tomak oyunu oynanmasını emreder ve oyuna Tiryaki Sofu Mehmet Ağa, Saltanat Mustafa Ağa gibi iki yaşlıca ağanın yanısıra birkaç emektar ağanın daha katılması istenir. Fakat bu yaşlı ağaların tomak oynamak için pek de halleri kalmadığından genç çavuşların da katılması istenir ve oyun başlar. Oyun sırasında fazlaca hırslanmış olan Hafız Ağa elindeki tomağı normalde karşısındakinin sırtına vurması gerekirken hızını alamayıp Sofu Mehmet Ağa'nın suratına vurur ve birden ortalık karışır. Sofu Mehmet Ağa şaşkına dönüp: " Bre sakar herif, gözümü çıkaracaktın! Gözüme neden vurdun? Bizi yendin diye başına çelenk takıp sefere mi gönderecekler? Tez söyle, yoksa şimdi belini kırarım," diye diye bağırması orada bulunan herkesi gülmekten kırıp geçirdi ve sonunda zavallı ağayı daha fazla zorlamamak için padişah bol bol armağan vererek ortalığı yatıştırır.
Kel başa şimşir tarak sözünün yazılı ilk kaynağı
Hepimiz bir deyim olarak "kel başa şimşir tarak" sözünü duymuş hatta yer yer kullanmışızdır. Yine bu eser içerisinde ise gördüğümüz üzere ilk defa bu söz yazılı olarak aşağıdaki olay sonucunda geçmekte. Dönemin padişahı olan Sultan 2. Mahmut'un oğullarından Şehzade Abdülhamit 8 yaşına bastığında büyük şenlikler ile birlikte ilk traşını olur ve bu ilk traşını da babasının berberbaşısı olan Mabeynci Ali Ağa yapar. 1821 yılında ise bilindiği kadarıyla 11 yahut 12 yaşında olması gereken Şehzade Abdülhamit'in sürekli traşını yapması için Türk Mehmet Ağa adında birisi, şehzadenin berberi yapılmış ve bu söz de o kişiye söylendikten sonra kayda geçmiştir ve İlyas Ağa'nın bu olay ile ilgili günlüğüne aldığı not aşağıdaki gibidir;
Bundan sonra Şehzade' nin sürekli traşı için, daha önce berber ağaların karşı çıkmalarına rağmen Enderun'dan alınan Türk Mehmet Ağa adında bir " berber-i derbeder" aslında kötülüklerle dolu olduğu halde Şehzade berberi yapıldı. Bu durum ise herifi serseri yaptı ve çok geçmeden berberbaşı olmak için ortalık karıştıran kişilerle anlaşmaya gitti . Bu münasebetle: - " Yaraşır mı kel başa şimşir tarak , " denildiyse de ahmak herif anlamadı. Daha sonar başına gelenleri ileride anlatacağımız için bu konuyu burada kesiyoruz. Öteyandan bu berber Şehzade Efendimiz'e atanınca daha pek çok kimseler herife arkadaş oldular . Bu münasebetle ince şairlerden Amedi Pertev Efendi ' nin arzettiği görülmemiş güzellikteki kasideyi buraya yazmak gerekli oldu : Hazret-i Mahmut Han ol şah-ı gerdun rıf'atin ...... Hamd ile Pertev dedim tarih-i cevherdarını Meymenettir mevbemev Sultan H amit oldu traş.