Şimdi Ara

Günlük yazıyorum (2. sayfa)

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
4 Misafir (1 Mobil) - 3 Masaüstü1 Mobil
5 sn
42
Cevap
1
Favori
1.028
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: önceki 123
Sayfaya Git
Git
sonraki
Giriş
Mesaj
  • 9.parça(17.10.2015, Cumartesi)
    Sabah kalkıyorum. Kahvaltı. Yap, gel. Yukarı çık. Sonra biraz yürüyüş. Bugün Cumartesi. Hızlı yürüyorum. Merkez'e vardığımda, eskiden arkadaşlarımla gittiğim bir kafeye gidiyorum. Türk Kahvesi söylüyorum. Söyleyene kadar, garsonları durdurmaya çalışıyorum. Bu tarafa gelmiyor bir çoğu. En az 5 dakika çağırmaya uğraşıyorum. Sonra insanlar bakıyorlar, ben bakıyorum. En iyisi telefonla uğraşmak. Öyle yapıyorum. Arada telefondan kaldırıyorum başımı. Bir keresinde kaldırdığımda, bana ısrarla bakan bir kızı görüyorum. Yoo, bana bakıyorum sanırım. Utanıyorum, başka yöne bakıyorum. Tekrar baktığımda biraz daha bakıyor, sonra o da önüne dönüyor. Biraz daha telefonla uğraşıyorum. Bir süre sonra tekrar bakmaya başlıyor. Ben de bakıyorum. Ama yok, olmuyor. Kaçırıyorum gözlerimi. Tekrar telefonla uğraşmaya devam. Son bir kez daha baktığında ise kalkmak üzere görüyorum o kızı. Biraz panikliyorum. Sanki birşey yapacakmış gibi. Ama sonra, içimden "olmayacak" diyorum. Unutuyorum. Biraz sonra zaten çok sigara dumanı kaplıyor burayı, yarı kapalı bir yer olduğu için. Hesabı ödemek üzere kalkıyorum, ödüyorum ve yine yurdun yolunu tutuyorum.

    Sonra bisiklet alma fikri geliyor aklıma. Bir tanıdık, bana Migros'ta bisiklet satıldığından söz ediyor. Hemen gidiyorum. Soruyorum çalışanlardan birine. Yakınlardaki başka bir mağazayı arıyor, orada var mı diye sormak için. Son bir tane kalmış. Adama fiyatını soruyor telefondan. Ama adam tam o sırada kapatıyor. Ben de fiyatını soruyorum. 270-280 arası olabileceğini söylüyor. Adamın tahminini dinliyorum mecburen. Zaten tek amortisör mü çift amortisör mü diye bir soru sormuştu hiç bilmediğim, sinir olmuştum. Acaba tekrar arattırıp fiyatını da mı sordursam? Yok ya. Adresini veriyor zaten, burayı biliyorum ben. Gider kendim sorarım. Gidip soruyorum. Kıza soruyorum. Amortisörün ne değiştirdiğini filan soruyorum. Bilmiyor. Bİr göstereyim diye dışarı çıkıyor. O sırada dışarıda duran başka bir Migros çalışanını, orta yaşlı bir adamı çağırıyor. Ona soruyor amortisörü. Gerçi ilk gittiğim Migros'taki adam söylemişti yay olduğunu. Ama ne yayı? Ne işe yarıyor? Gerçi, Migros çalışanlarına niye soruyorsam. Telefonumun şarjı bitik. İnternetten bakamıyorum.

    Neyse işte, orta yaşlı bir adam da birşeyler söylüyor, biraz da övüyor. Ehh, yani ne beklenir ki? Ama alacağım bunu büyük ihtimal.

    Sonra orta yaşlı adam gidiyor, kız kalıyor bisikletin başında benle beraber. Fiyatını zaten içerideyken söylemişti. 279 lira civarında olduğunu söylüyor, orta yaşlı adama da soruyor.

    Ne demiştim, kızla konuşuyorum. Biraz flört de etmek istiyorum gibi ama o isteksiz belli ki, bisikletle ilgili konuşmaya devam ediyor. Siz biniyor musunuz mesela bisiklete diyorum, birşeyler demişti ama hatırlamıyorum. Sonra zaten bacı moduna giriyorum. Önemli değil bacım!

    Kilit neyin nerden alıyoruz diyorum. Bisikletçilerde satıldığını söylüyor, onların yerini soruyorum eğer biliyorsa. Gösteriyor, anlatıyor. Dinliyorum, geliştiriyorum anlatışını araya girip. Onu "hah, orası evet" dedirtecek duruma getiriyorum daha etkili tanımlamalarımla. Ben süper yol gösteririm ve yol bulurum bacım! Bana soracaksın o işleri. Mesela "şurdan ilerliyorsunuz, dörtyol var" diyor, ben de diyorum ki "hee, bir taraf köprü, bir tarafta bu üzerinde bulunduğumuz yol, diğer yollar da başka yollar" diyorum, o da "hah, orası evet" manasında birşey diyor. "Hani bu dere yolunu takip ediyoruz" diyorum, "evet, evet" diyor. Abilik yapmak, korumak istiyorum bu kızı bir anda. Bilmem neden. "Yarın alırım herhalde bunu" diyorum, tama diyor. İyi akşamlar diyorum bu manevi kız kardeşime, samimi bir gülümsemeyle, tüm çabalarına karşılık. O da aynen karşılık veriyor. Sonra gidiyorum.

    Dönüyorum eve çok hızlı hızlı yürüyerek. Şehir içinden geçerken bile kulak tıkaçlarımı çıkartmıyorum. Bir tek bu Migroslara girerken filan çıkartıyorum. Bir de ilk gittiğim Migros'a giderken durakta bekleyen bir tanıdığı görünce çıkarıyorum. Merhaba diyorum. Eski yurttaki kantinde çalışan kız. Önceden kız-erkek karışıktı yurt, sonradan ayırmışlardı. Bu kızı da geçen sene o kız-erkeğin karışık olduğu zamanlardan tanıyorum. Artık tamamı kız olan yurdun şimdi nasıl olduğunu soruyorum. Orada artık çalışmıyormuş. Fakat "çok cıvık olmuştur" diye bir cevap veriyor. Bu cevap, oda arkadaşımın "Ne güzel kız-erkek yemekhanede karşılaşırdık, biraz medeniyet görürdük" lafını hatırlatıyor. Medeniyet lafına çok gülmüştüm oda arkadaşımın. Yav he he diyesim gelmişti. O zamanlar pek samimi olmadığımız için dememiştim, hem de "cıvık" olurdu biraz. Off, cıvıklıklar ve cıvık düşünceler de hep beni bulmuş zaten! Bu kelimeyi kullanmayı kendime yasaklıyorum bundan sonra. Yani düşündüm bu cevabından sonra o kızın: Kızlar da acaba bizim gibi "medeniyet" görmüş gibi mi oluyordu böyle karşı cinslerle yemekhanede karşılaşınca? Bir çeki düzen mi veriyorlardı kendilerine yemekhanelerde? Çünkü ben mesela, daha önceden sadece erkeklerin kaldığı başka bir yurtta kalırken, köylü misali, kaseden kalan cacığı veya tabatak veya herhangi bir şeyde kalan sıvıyı, kaşıkla almayıp ağzıma götürür, kafama dikerdim. Zaten erkek erkeğeydik. Hatta bunu başka bir arkadaşım da yapmıştı yine o yurtta karşılıklı yemek yerken, ben bu hareketinden sonra ona bakınca "köylüyaağğğh" demişti gülerek. Bİraz gülümsetmişti bu beni, o sıralar pek samimi olmadığımızdan çok gülümsememiştim. Çok gülümseseydim "cıvık" ol... Ve ben hiç de öyle olmak istemem. Cıvımamalıyız, cıvımamalıyız. İlkokul 1, 2 ,3 ,4 ,5 sosyal bilgiler kitaplarına yazılmalı bu: Olur olmaz cıvımamalıyız! Sanırım "cıvımak", Cıva elementinden geliyor kelime kökü olarak. Öyle düşünmekteyim. Akışkan ya, ondan. Neyse, geri dönelim olaya. Çok cıvıttım. He-he-he. Sonra diyorum "Zaten 1200 kişiye karşın kantinde 3-4 farklı kişi oluyor, ne saçma. Biri siz, biri diğer abla, sonra diğerleri filan." Bunun pek akıl karı olmadığını söylüyorum. "Mola saatleri, tuvalete gidip gelme konuları da sıkıntılıydı" diyor. "Zaten öbür ablayı da öğrencilerle çok samimi olduğu için yönetim uyarmış filan, yani ne acayip bir yönetim var anlamıyorum" diyorum. Benden de ne siyasetçi olurmuş aslında. Herkesle ilgileniyorum. Hehehe. Hadi be Hayat Lokumu. Siyasetçi gibi halkın sorunlarına eğiliyor! Neyse, fazla "kripton" laşmayalım. "Kripton"lamayalım ya da, bilmiyorum.

    Okuyup okumadığını soruyorum. İlahiyatla ilgili birşeyler söylüyor. Anlamıyorum tam. Ben genelde sohbet olsun diye sorarım zaten. Ama anladığım kadarıyla okuyup bırakmış. Çalıştığına göre o yurtta? Neyse ne.

    Sonra otobüsü geliyor, "Hayırlı akşamlar" diyor, uzun zamandan sonra farklı bir laf. Çok kanım kaynıyor bu ablaya birden. Genelde iyi akşamlar derim, pek çok insan birşey demez. Bu abla en azından umursuyor gibi beni. Hem de ben "iyi akşamlar" demeden önce diyor "hayırlı akşamlar" diye. Ben de altta kalmamak için, "iyi akşamlar" diliyorum.

    İşte böyle, bir de bu karşılaşmada kulaklığımı çıkarmıştım sevinçle, o ablayı görünce. O abla pek samimi olmazdı, ama yine de iyiydi, severdim ben. Şakalaşmaya, biraz sesini duydurmaya, kızdırmaya çalışırdım hafiften. "Bu kaç para, peki bu kaç para?" diye sorardım hep. Sakince söylerdi fiyatlarını. Diğer ablaları da konuşturmak için saçma saçma şeyler sorardım. 7Days diye markalı kruvasan vardı, ben de "bunun son kullanma tarihi 7 gün mü?" diye sorardım. Onlar da saf saf cevaplarlardı. Hep kandırıyom insanları ya. He-he-he. Sanki bilmiyorum ben onun markası olduğunu. Ama ne yapayım, arkadaşım yoktu. Kimse benle konuşmuyordu. Konuşanlar oldu, hakkını yiyemem şimdi kimsenin. Ama benim gibi ciddi değillerdi yani. erkekler genel olarak öyleydi yani. Kızlar ise genelde pek kucak açıcıydı, insanı dinliyorlardı. Burada, yurtta veya üniversitede edindiğim kız arkadaşlarımın çoğu öyleydi. Hatta koruyorlardı da beni bazen.

    Bir keresinde, Matematik dersine geç kalmıştım. Sınıfa girdim, Hoca nasıl otobüsü kaçırdığımı soruyordu. Merkez'den mi geldiğimi sordu, şimdi benim kaldığım yurt o zamanlar tam olarak Merkez'de değildi. Merkez'den Üniversite'ye 2 km filan yürünülüyordu benim kaldığım yurda gelmek için. Neredeyse Merkez'de sayılırdı aslında. Değil demeye utanmıştım o yüzden. Ama bir problem vardı ki öğrencilerin çoğu Merkez'deki yurtlarda kalıyorlardı. Dolayısıyla bize gelene kadar otobüsler veya minibüsler tamamen doluyordu, bizim bindiğimiz durakta durmuyorlardı bile. Geçen sene, 5 tane otobüs veya minibüsün ard arda dolu geçtiğini bilirdim. Sabahları oluyordu bir tek bu durum en azından. O Matematik dersi de sabahtı.

    İşte bu durumu hocaya açıklamak istiyordum, kelimeleri birleştiriyordum kafamda. Aeıioöuü, sessiz harfler, sesli harfler, sesteşler filan, düşünüyorum o kısacık saniyelerde. O sırada da arkadaş hemen yardımıma yetişti. "Evet hocam Merkez'de kalıyor o" dedi. Hoca o sırada bana dik dik bakarken bunu duyunca yumuşadı, Merkez'de kalıyorduysam eğer nasıl geç kalabileceğimle ilgili muhtemel bir azar da işitmedim. Fıtı fıtı gidip yer seçtim ve oturdum. Ama sanıyorum bu kız benim daha önce konuşurken genelde çok heyecanlandığımı gördüğünden, o anda böyle bir davranışta bulundu. Çok sevecen, abla gibi bir kızdı. Çok gerekli değildi bunu yapması ama acımış olmalı bana. Teşekkür bile etmedim, unuttum. Ders vardı ama dinlenecek. Üzüldüm şimdi teşekkür etmediğim için. Avukatlığımı yaptı benim orada. Bir de çok panikledim, o andan sonra bile titriyordum, düşünemiyordum hiçbir şey.

    Neyse işte, genelde kız arkadaşlarım böyleydi işte üniversitede. Çoğu anaç kızlardı aslında. Ben öyle düşünüyorum.

    Bir tanesi de ben yazın evime giderken, bavullarımı ve poşetlerimi yurt içinde fakat blok dışında binbir güçler durağa taşımaya çalışırken, o terli halimle ben onu kesinlikle görmeyip geçip gidecekken o hengame içinde, bana sıcak bir merhaba demişti. Bu beni çok mutlu etmişti o zaman. Terli halimle ben de dönüp merhaba dedim, iki laf ettik sonra. İnsanlar genelde beni görebilecekleri, fakat benim onları göremeyeceğim bir durumdayken yanımdan geçerken, ya beni görmezler, ya da görmemiş gibi yaparlar; bir merhaba demezler, ya da hakikatten görmezler. Merhaba demesinler tamam, çok önemli değil, onlara kötü davranmıyorum hiç bunun için, ama üzülüyorum. Seviyorum sonuçta ben bu insanları, bir sıcak merhaba deseler çok güzel olurdu bazen. Tüm yalnızlığımı alırdı bazen, böyle zamanlarda eğer deseydiler, birçok zaman. Beni sıkıcı bulduklarını düşünüyorum genelde böyle yapan insanların. Ben de fazla etraflarında bulunmuyorum sıkılmasınlar diye. Ha, belki görmüş ama tanımamış, tanıyamamış da olabilirler böyle durumlarda insanlar beni. He-he. Bilemem tabii. Ama seviyorlarsa zaten ben etraflarında bulunmazken bile genelde bir şekilde bana ulaşıyorlar, ulaşırlar diye düşünüyorum. Ha, ama bir komiklik var ortada, ta en başından.

    Onlar belki ben onları ilk gördüğümde ve sonradan içimden "heh, tamam. Onu gördüğümü görmedi, şimdi görmemiş gibi yapayım, tam yanıma gelince bir merhaba derim veya demem, veya onun demesini beklerim, benim onu göremeyeceğimi düşündürecek bir pozisyonda yürürürüm, ne gerek var şimdi, taa uzak mesafeden göz göze geliriz, o sırada ben göz göze geldiğimden dolayı yere veya sağa sola bakamam, yere düşerim, birine çarparım, bir aptallık yaparım kesin. Göz göze gelmezsem bu sefer üzülür, sonra hem bana tavır da alabilir. O yüzden en iyisi görmemiş gibi davranmak, yakına gelince tekrar düşünürüm. "diye düşünmeye başlamadan önce, belki benim onu gördüğümü o kısacık zamanda görüp ve hemen ardından gözümü kaçırıp başka yöne kaçırmamdan işkillenip, "sen misin beni görmemiş gibi yapan" diyip bilerek, hatta daha emin bir şekilde bilerek, beni görmemiş gibi davranmış olabilirler. Çünkü çok heyecanlanırım o anlarda, aman karşımdaki üzülmesin, birden gözümü kaçırdığım için tavır almasın diye bir yandan, diğer yandan da bu ani göz kaçırmanın heyecanı ve stresiyle yine kafamı gözümü bir yere çarpmama telaşıyla, gözümü; karşı taraf için arkadaşça olmayan bir biçimde algılanabilmesi muhtemel bir şekilde, bir anda kaçırırım. Ama kesinlikle, arkadaşça olmayan bir hareket değildir bu benim yaptığım. Karşı tarafın üzülmemesini isterim bu hareketle. Ama heyecanlanırım da. Fakat uzaktan gülümseyebilirim de uzaktan da olsa. Peki karşı taraf bunu algılayabilir mi o anda, o uzaklıktan? Bilemiyorum. Ama, çok komik bir durum olmaz mı? Saygı duyarım böyle birine.

    Neyse, çok uzun oldu. Ancak bunlar samimi duygularımdır. Ne demiştim? Bisikleti sorduktan sonra koşar adım, çok hızlı yürüyerek yurda dönüyorum. Karşılaştığım yabancılara eğer düşmanca birşey yapacaksalar korku salmayı hedefliyorum biraz da bu hızlı yürümeyle. Kalbim hızlı çalışıyor. zira o anda. "Hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım!" diye mesaj veriyorum dışarıya. Çabucak yurda varıyorum. Terlemişim çok. Yolda da hissediliyordu zaten. Kazağımı boynuma atkı gibi bağlamıştım zaten yolda. Hehehe. Fularım eksikti sadece! Neyse, devam edeyim.

    Oda arkadaşım Dota 2 deydi. Nasıl gidiyor, dedim. Yeniliyoruz, dedi. Onu demiyorum hayat nasıl gidiyor, dedim. "İyi gidiyor" demişti galiba. Hatırlamıyorum, zaten o soruyu sormam biraz da bu hayattan kendisini kurtarmak için verdiğim bir ayar, bir uyarı niteliğindeydi. Cevap beklemiyordum ki.

    O Dota 2 oynayadursun, ben banyoya girdim. İnternete küfür ediyordu. Eh, samimiyeti limitleyecektim bu arkadaşla. Sorumluluk almasını öğrenecekti.

    Banyodan çıktım, yoğurt yedim onun Dota 2 oynadığı masaya oturup. Tam karşısında, masanın öbür tarafındaydım. Yaklaşık 300-400 g yedim ve kalktım. Sonra kitabımı aldım, ders çalışmak amacıyla defterimi aldım. Aslında sadece deftere geçirilecek birşeyler vardı. O yüzden kitap okudum sadece. Etüte indim bu eşyalarımı alıp.

    Fakat etütte ses yapanlar vardı, birşey söyleyecektim ama binbir türlü düşünce içinde, nihayet söyleyemedim. Ayrılmak istiyordum bu yurttan zaten. Sürekli uyaracak mıydım ben birilerini? Hiç mi insan düşünmez ki kendisi bunları? Yeter be, dedim. Bu ses yapan iki gruptan biri gitti. Öbür grup kalmıştı. Onlara da sabrettim. Okumayı bırakıp şu anda yazdığım günlüğümü yazdım. Ama en sonunda dönüp "kardeşim biraz sessiz olur musunuz?" dedim. Zaten 2 kişiydiler, 3 kişi olmuşlardı. 2 kişiyken biri masanın bir ucunda birşeyleri kesiyordu falçatayla, diğeri ise onu izliyordu galiba ve onunla konuşuyordu. Sonra bu izleyen ve lafa tutan, konuşan ve konuşturan kişi gitti, sonra galiba yine geldi aynı kişi, ki emin değilim aynı kişi olduğuna. Bir başka kişi daha gelmişti ve 3'e tamamlanmışlardı.

    Uyardıktan sonra pek ses çıkarmadılar, çıkardılar biraz daha sonra ama o kadar dokunmadı sanıyorum. İçimi boşaltmıştım zaten. O bana en yakında olan çocuk, ben lafımı söyledikten sonra, avucunu sanıyorum pardon der gibi bana doğru yükseltmişti. Çok iyi hissetmiştim.

    Böyle geçti işte günüm, şimdi de yatacağım. Yarın ise erkenden kalkıp bisikleti almayı planlıyorum.



    Değiştirme sebebi: Düzeltme.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi CSB yazmayan adam -- 21 Ekim 2015; 23:59:10 >




  • 10.parça(18.10.2015, Pazar)
    Bugün de sabah yine 1 e yakın bir saatte kalktım, her zamanki gibi kahvaltı filan yaptım. 5 yumurta aldım ama 4 ünü yiyebildim, 3 tane daha alıp yukarıya dolaba kaldırdım. Öğlen ya da akşam geldiğimde yerim diye. Aslında bu yumurtalar pek yenmiyor, çok kalitesiz olduklarından mıdır nedir. Ben yaz tatilindeyken evde kaliteli yumurtalardan alıyordum, gerçekten güzel tatları vardı, daha doğal hissettiriyordu sanki. Lastik gibi böyle gıcır gıcır ses çıkartıyordu evdeyken aldıklarım. Organik yumurtalardı işte. Çokça yenilebiliyordu, 5 tane rahat yerdim evdeyken. Ama burada nedense yiyemiyorum. İnsanların bakmasından belki, bilmiyorum. Ne bakıyorsunuz? Vücut geliştirme yapıyorum belki? Ya da fitness? Zaten kimse de çok yumurta yemiyor yurtta anladığım kadarıyla. Poğaça filan alıyorlar, bence yanlış yapıyorlar.

    Neyse, kahvaltı yaptım. İçimde bir sevinç vardı uzun yıllar sonra. Ailemle konuşmuştum, kredi kartına taksitle, yaklaşık her ay 30 lira taksitle alacaktım bisikleti. Zaten okulda yemekhane gibi bölümlere iş başvurusunda bulunmuştum. 200 tl vereceklerdi eğer alınırsam, ve haftada 14 saatti. Saati yaklaşık 4 lira filandı aslında. Çok da iyi sayılmazdı ama işte, idare ederdi. Bu gelebilecek 200 lirayı da bahane ederek ödemenin çok kolaylaşacağını söyledim, ikna ettim onları.

    Sonra yola çıktım. Otobüse binecektim ama 2 dakika bekledim gelmedi, ben de yürüdüm Merkez'e. Sanıyorum 6 kilometre yürüdüm o bisikletin satıldığı Migros'a kadar. Sonunda vardım. İçeri girdim, göğsüm kabara kabara. Ehehe. Bisikleti almak istiyorum, dedim. Sonra oradaki kız bekleyin biraz dedi, dünkü kızdı işte. Müşterisi çoktu. Sürekli birşeyler soruyorlardı, çoğu da yaşlıydı. Öyle öyle eritti işte müşteriyi, ben de "çalışan sıkıntısı yaşıyorsunuz gördüğüm kadarıyla" dedim, o da "bugün pek çalışan yok" gibi birşeyler söyledi, kendinden birşeyler ekledi. Pazar günüydü bugün, belki onunla alakalıydı. Ama kız, yani dünkü bacı çok iyi ilgileniyordu yaşlılarla, sordukları şeylerin yerlerini hemen gösteriyordu erinmeden. Pazar günü çalışmak ona koymuyor muydu? Ama o kadar umrumda değildi, ben bisiklet istiyordum!

    Nihayet serbest kaldı kız ve yanındaki erkek kasiyer. Kız, "sen ilgilensene" dedi, adam da geldi ve hangi bisiklet olduğunu sordu. Gösterdim ben de, en büyük olanı dedim. Diğerleri küçüktü zaten çok. Niye sordu ki, belli değil miydi hangi bisikleti alacağım? Ama belki kardeşime filan alıyorum diye düşünmüş olabilirdi. Neyse, çıkardı zincirinden. Sonra birşeyler söyledi, fiyatını tekrar sordurdu. 279 dan 239 a indirim varmış, çok sevindim.

    Aslında spor olsun diye alıyordum bu bisikleti. Bir de Merkez'e birazcık daha hızlı varmak için, böylelikle daha az süre boyunca motor sesine maruz kalırdım. Cidden sinir bozucuydu, kulak tıkacı olsa bile, tır geçiyor bazen yanımdan mesela, kimbilir kaç desibel. 110-120 vardır diye düşünüyorum. Bazukayla yok etmek istiyordum tırları, daha önceki yurttayken. Bu kız erkek karışık olan yurt değil, ondan önce kaldığım yurttan bahsediyorum. Orada bir ara, odadan bile duyuluyordu bu sesler, öyle uyuzdu ki bu durum. Jet uçuyor sanardınız yakındaki yoldan. Oradayken tırları bazukayla yokedip sesleri ortadan kaldırmak isterdim. Yine burada, bu yurtta sadece yolda yürürken tır sesiyle karşı karşıyayım, odam yola doğru değil, o açıdan şanslıyım.

    Neyse, dağıtmadan geleyim kaldığım yere. Çok sevinmiştim indirime. Adam birşeyler daha söyledi, ben de incelemeye başladım. Biraz paslanma vardı demir olan yerlerinde. Ve de sol tutma yerinde yarık vardı. Tutuşu çok engellemiyordu ama bu durum canımı sıkmıştı. Yine de bu durum başka bir tutma plastiği takılmasıyla düzeltilirdi sanıyorum. O da öyle söyledi zaten. Sonra ben bisikleti inceleyedururken, bir anda içeriye gitti, farkedemedim. Sonra ben de bu sefer, bisikleti alıp marketin içine soktum. Adam yanıma geldi tekrar, sanki "buraya sokamazsınız" gibi birşeyler diyecekmiş gibi. Ama öyle demedi. Ayrıca ne olcaktı ki öyle deseydi? Kirli miydi sanki bisiklet, çamurlu muydu? Değildi. Eh, gelmişken ben de birkaç soru daha sordum. Bisiklet kilidini nereden alabileceğimi sordum, söyledi ama Pazar olduğu için kapalı olabileceğini söyledi. Çalınıp çalınmayacağı konusunda biraz endişelendiğimi söyledim, ama yarın gidip alabilirdim bir kilit. Biraz endişelendim ve sonra boşverdim gitti. Almaya karar verdim. Ayrıca bu şehirde sürekli kullanılan başka bir tür bisikletle ilgili de birşeyler söyledim, o da bana "onlar dede bisikleti" dedi, güldüm. O ne la? O da nedir ki, dedim. O da "bilmem ki öyle isim takmışlar onlara" dedi ve güldü. Neyse dedim ve ödemeyi yapmaya hazırladım kendimi. Birşeyler getirmeye gitti içeriden adam, sanıyorum kağıtlar şu bu vs. Garanti belgesi gibi şeyler.

    Biraz uzun sürdü, ama bekliyordum işte. Kız da bu arada birşeyler geçiriyordu kasadan. Müşteriler çoktu hala. Bir yandan da bana beklememi söylüyordu. Bekliyordum zaten. Ön kasada, ön tarafta bulunan sakızları, çikolataları inceliyordum. Sonra arkadaki cam şişelerde bulunan şarapları inceliyordum. Kasiyerin neden arkasına koymuşlardı? Sonra gittim, kasiyerin sağında bulunan bira dolaplarına baktım. Alkol oranlarını inceledim biraların. Farklı farklı biralar vardı. Hiç sevmezdim tadını. Zaten çok nadiren içmişimdir. En son 2014 Ağustos ya da Eylül ayında içmiştirim. O da parayı çok bulmuştum, çalışıyordum. Kimseye de sormadım alırken, içerken. Biraz garip hissedeyim dedim, ama pişman oldum biraz. Bir eğlencesi yok aslında. Eve gidip meyve filan yesem, su içsem, sonra kitap okusam biraz aynı etkiyi yaratırdı. Alkol de neymiş? Tat hislerim çok güçlüdür de, öyle kolay reddedemem kafa yapması için tadını, umursamamazlık edemem.

    Bir yandan da insanları kontrol ediyordum, biraları incelerken acaba beni de inceliyorlar mıydı? Burası küçük bir yer olduğu için de sanıyorum pek alkol kullanan insanlar da olmazdı. Ama baktım, incelemiyordu kimse. Ben de dolabı kapattım ve yine kasanın yanına geldim. Tekrar şaraplara baktım. Şimdi düşündüm de, yanlışlıkla kasiyer bir çarpsa, domino etkisi yapıp bütün şişeleri yere devirir, ciddi hasar olur. Üstelik, bir deprem olsa burada. Hepsi kasiyerin üzerine düşer. Bunu da oraya gittiğim bir zaman söyleyeceğim.

    Adam geldi elinde kağıtlarıyla. Bu kağıdı bu firmaya götürünce ücretsiz ilk bakım yapıyorlarmış, Migros'tan gönderdiler diyince tabi. Yoksa 12 lira ücreti varmış. Yarım kulakla dinledim, tamam dedim ve ödeme aşamasına geçtik. Kredi kartını taktı, fakat yetersiz bakiye hatası verdi. Acaba dedim ailem bir harcama mı yaptı benim diğer kartımı kullanarak? Kredi kartıma erişebilirlerdi sanıyorum normalde. Fakat erişmemişlerdi, 30 liradan fazla para vardı kartımda. Fakat olmamıştı yine de. Bir daha denettirdim, yine olmadı. Yine bir daha denettirdim. Daha önce de benzer birşey başıma gelmişti, sanıyorum bu "kredi kartına taksit" şeysinin genel mantığıydı. Şöyle ki; bir ürünün fiyatı x ise, kredi kartına 6 taksit yapılıyorsa ve teknik olarak bu kişi x/6 miktarda para öder her ay değil mi? Öyle değildi aslında. x lira komple bloke edilirdi, ve oradan ilk taksit alınırdı x/6 olarak, yani aslında bu durumda 5x/6 para bu ilk ayda alınırdı. Yani ben kredi kartıyla ödemeye çalıştığımda, 279 lirayı birden bloke ediyordu aslında, her ay 30 lira geri ödüyordum. Kartımda 279 lira olması gerekiyordu. Çok saçma birşeydi aslında. O zaman niye taksit yapıyordu ki sistem? Komple çekseydi ya işte hazır bloke etmişken? Sisteme yakındım, adam da dinledi beni. O da yakındı biraz, ama yapacak birşey yoktu. Adam da üzülmüş gibiydi, belki bir müşterisine satış yapamadığından mı, yoksa beni gerçekten o an benim hislerimi paylaştığımdan mı, bilinmez. Sessizce, ağlamadan, bir erkek gibi uzaklaştım marketten.

    Oysa markete gelmeden evvel, gidip kilit almak için, bisikletçiye bile gidip bakmıştım. Migros'ta satılmıyordu çünkü. Bisikletçi ise kapalıydı. Hatta markete gelmeden evvel faka basmayayım diye Migros'taki bisikletin hala satılıp satılmadığını görmek için gidip bakmıştım, Migros'la bu bisikletçi arasında 1 km vardı, yürüdüm bunca yolu. Üstelik, bu alacağım bisikleti başka biri almak için söz vermişmiş, ben dün gittiğim o ilk Migros'ta adam buradaki Migros'u aradığında karşıdaki adam söylerken duymuştum. Ama ben de alamamıştım işte. Neyse dedim, ve dönüş yoluna koyuldum.

    Aileme yakındım biraz, üzüntümü belirttim. Onlarla konuşurken aklıma bir fikir de geldi. Bisiklet kiralayacaktım. Eskiden bu kızlı erkekli karışık olan yurdun yakınlarında bisiklet kiralama yeri vardı. Oraya gidecektim, hem de biraz kız görecektim şimdi artık tamamen kız olan yurdun yanından geçerken. Ehehe. "Medeniyet" i görürdüm belki kızların yanından geçerken. Ama genelde böyle olmazdı pek, suspus olurdum kızların yanında. Canım konuşmak istemezdi.

    Böyle düşünüp kendimi tatmin etmem uzun sürmedi, yorulmuştum. Eve dönsem daha iyiydi. Yarın giderdim. Yarın çok dersim de yoktu. tamam dedim ve yurda gittim otobüse binerek.Yurda vardım ve direk yattım oda arkadaşımın Dota 2 oynayış sesleri eşliğinde. Kulak tıkacım vardı ama. Onlarsız uyuyamıyordum pek zaten.

    Uyanıp yemeğe filan indim, sonra kitap okudum. Yeni bir kitaba başlamıştım. Peyami Safa'dan Biz İnsanlar. Bu yazar fena değildi, bir Reşat Nuri Güntekin değildi ama işte, güzeldi. Zeki bir adamdı. Öyle vakit geçirdim, yürüyüşe tekrar çıkmadım çok yorgun olduğum için. Gece olunca yine uyudum. Çok berbat bir gündü aslında. Keşke bisiklet sürmeye bugün gitseydim, Pazar günü daha güzel olurdu bisiklet sürmek. Pişman oldum ama, bir dahaki Pazar diye giderim diye düşündüm. Ama bir dahaki Pazar'a memleketime dönecektim. Bu da daha sonra aklıma geldi ve daha da pişman oldum bugün bisiklet sürmeye gitmediğim için, ama yorgundum, ne yapayım.




  • 11.parça(19.10.2015, Pazartesi)
    Dersi kaçırmıştım yine. Bu kaçıncıydı? Bu dersimi 3. haftadır kaçırıyordum. Kalacaktım galiba bu dersten. Üzüldüm, ama yattım da. Fazla yatamadım ama, kahvaltıya kalkmalıydım. Kalktım ve kahvaltı yaptım, dünden kalan dolaptaki yumurtaları aldım ve aşağıya indim. Onları da yedim. Sonra 4 tane daha yumurta aldım. Standart her zamanki kahvaltıdan alıyordum, peynir, zeytin, domates, salatalık, kahvaltılık sos, bal, tereyağı. Bazen tahin-pekmez karışımından da alıyordum. Öyle işte, fakat yumurtalar dünden kaldığı için kurumuştu bazı yerlerinden. Bu can sıkıcıydı. Yemedim o kısımlarını ve attım. Biraz sararma da vardı çünkü, bozulma da olabilirdi herhalde. Yine 4 tane yumurta yemiş oldum. Sonra kalktım kahvaltıdan ve bugün bari bisiklete bineyim diye yukarı çıktım, hazırlanmaya başladım. Eşofman da aldım, soğuk olursa biraz giymek için. Bir sorun vardı o da bisiklet sürerken sanki yürüyüş ayakkabılarım yıpranıyordu, pek sağlıklı değildi bu ayakkabılarla bisiklet sürmek gibi geliyordu bana. Şekil bozukluğu yapıyordu biraz. Ama o kadar abanmazsam herhalde birşey olmaz diye düşündüm. Sonra yola çıktım o şimdi tamamen kız yurdu olan yurda doğru. Minibüse binmiştim mecburen.

    Minibüste ayakta gittim, ayakta gitmeye karar vermiştim artık bu minibüste. Çok dar koltukları vardı. Ama yine de binmiştim işte, yapacak birşey yoktu. Gideceğim yere en yakın da bu minibüs gidiyordu üstelik. O yüzden el mahkumdu.

    Neyse, arka taraflara ilerledim. Sporcu çantası olan adam, yerinden kalktı oturmam için, kendisi inecekmiş birazdan. O da en arkada, en sıkışık bir yerde. Ben omuzlarımla oraya hayatta sığmam diye düşünüyorum. O yüzden gerek yok ben sığmam oraya diyorum, kulaklıklarım da kulağımda bu arada, müzik dinliyorum, özgüven ve karizmam tavanlarda. Normalde o kadar açıklama da yapmazdım ama işte kulaklıklar beni motive ediyor öyle açıklama yapmaya ve oturmuyorum. Bir an önce de varmak istiyorum o bisikletçiye.

    Fakat bir kişi iniyor en arkanın bir önünden, oraya otursam mı oturmasam mı kararsız kalıyorum bir süre. Sonunda oturmaya karar veriyorum ama, sonrasında pişman oluyorum. Eleman dirseğini çekmiyor, hayvan gibi iki eli telefonda artis artis birşeyler yapıyor. Ayaktayken daha huzurluydum diyorum. Ben de buna gıcıklık olsun diye dirseğimi getiriyorum o bölgeye. Uyuzluk değil mi? Koluna bastırıyorum. Uyarmak da istemiyorum. Yeter be. Onu uyar bunu uyar, ona laf at buna laf at. Bu ne be? Ne biçim bir hayat bu? Buradaki, bu şehirdeki tek canlı varlık ben miyim böyle herkesi uyarmak zorunda mıyım? Sinirleniyorum çok. Ben de ona bastırıyorum dirseğimle. Çekmiyor, gidene kadar öyle gidiyoruz. Ayağa da kalkmıyorum. Zaten bacakları uzun gördüğüm kadarıyla, bu minibüsler de çok dar olduğu için her manada, biraz bacaklarını kaldırmış. Bu minibüsü tasarlayan mühendisi de ayrıca tebrik ediyorum zaten. Cücelere filan tasarlamışlar anladığım kadarıyla. Buranın köylüsü bile ne kadar iri yarı, geniş omuzlu, nasıl sığacak ki bunlar bu minibüslere? Ben olsam bu minibüsü protesto eder hiç binmem. Ama işte mecbur olduğumdan, zaman kaybetmek istemediğimden binmiştim yine.

    Sonra o önceden kız erkek karışık olan eski yurduma, şimdi ise sadece kızlardan oluşan o yurdun önünde indirmişti minibüs beni. Öbür eleman da inmişti, uyuz olmuştum. Acaba yanına gidip saldırsam mı diye çocukça düşünceler geçti içimden ama vazgeçtim. Normalde böyle saldırgan bir insan değilimdir ama sürekli sürekli birşeylerden rahatsız olduğumdan, uyarmak zorunda kalmamdan da nefret ediyorum. Telefonla konuşuyordu, çocuk gibi sesi vardı. İyice sinir oldum, önden önden gittim ve uzaklaştım. 6 ay önce, yani bu senenin Mayıs aylarında filan biniyordum bisiklet kiralayıp, yine yapacaktım işte. Yuppi! Yolda yürüyordum o bisikletçiye doğru. Fakat uzaktan gördüğüm kadarıyla kapalıydı kapısı. Hayırdır dedim, biraz daha yürüdüm. Belki soğuktur diye biraz içeri girmişlerdir dedim. Daha da gittim ama kimse yoktu, içeride de bisikletler yoktu zaten. Dışarıda olurdu ama dışarıda da yoktu bisiklet filan. Kapanmış mıydı yoksa burası? Belki de kapanmıştı. Zaten, yine buradan 10 metre uzakta olan kafe de kapanmıştı, kepenk kapatmıştı. Saat öğlen 3 tü üstelik. Neyse dedim, ben de biraz kız yurdu tarafına çıkar da belki bir tanıdık kız arkadaş rast gelir de sohbet ederiz düşüncesiyle gerisin geriye gittim. Yokuş yukarı çıkarken 3 tane kız gördüm tanımadığım, o yurttan geliyorlardı muhtemelen. Sordum bisikletçinin akıbetini. Anlattılar. Başka yere filan taşınmış. Tee köyün içlerindeymiş. Bu arada o sokaktan geçen bir kadın da konuştuklarımızı duydu, ben biliyorum o bisikletçiyi, sen şu abiyi aramıyor musun dedi. Ben de evet dedim, minibüs şoförüydü aynı zamanda bu bisiklet kiralayan abi. Ben de bunu söyledim, tamam dedi. Bizi takip et dedi. Yanında sanıyorum kocası olan yaşlı bir adam da vardı. Kızlar da önden önden gidiyorlardı.

    Tamam dedim ve köyün içlerine doğru yola koyuldum. Sağı da solu da izliyordum aptal aptal. Köylü çocukları, ve küçük bir kız oyun oynuyorlardı sokakta. Arada bir arabalar geçiyordu. Güzel, renkli renkli çiçekler bulunan bahçeler vardı, güneş ise arada bir kendini gösteriyor, sonra kayboluyordu. Kızları geçmiştim ve aramızda 20 metre mesafe vardı, yol ayrımına gelmiştik. Dönüp bir soracaktım nereye gitmeliyim diye. Onlar da anlamış olacaklar ki "evet oradan gideceksiniz" diye bağırdılar.

    Sonra bir yol ayrımına daha geldim, bir evi gösterdiler bana. Biz oradan almıştık dediler, oraya doğru gidiyordum ki daha geriden o yaşlı kadın tekrar bağırdı, oradan değil öbür yoldan gideceksiniz dedi. Acaba kızlar beni trollemiş miydi? Bunu şimdi ilk defa düşündüm. Maksim Gorki'nin bir romanında, yaşadığı bir köyde insanlar, o köylülerin birine adres sorduğunda, köylüler adresin tam tersi istikameti gösterirlermiş. Çok gülmüştüm buna. Gerçek hayatta yapmak isterdim açıkçası. Eheheh.

    Neyse, o yöne doğru gittim. Sonra kadın bir kiremitleri olan fakat boyası olmayan bir evin önünde durdurdu beni bağırarak, aha orası dedi. Sonra ağır ağır yanıma gelince, adamın ismini bağırmaya başladı. Bir kadın kafasını uzattı o sadece kiremitleri olan evden. Kiremitlerin arasından harç sıvası görünüyordu. Bazılarına çok, bazılarına az sürülmüştü harç. Kadına bisiklet almayı istediğimi söyledi yaşlı olan kadın. O da geliyorum dedi bana.

    Bisikletler ise evin hemen sağında, küçük bir kulubenin içinde duruyordu, kapısı kilitliydi. Kadın elinde çocuğuyla geldiğinde, burayı açmaya yeltenecekti. Fakat anahtarı bulamamıştı, bisikletçi abiyi ismiyle çağırıp, cama çıkarttı. Sonra o abiyle konuştular, sanıyorum karı kocaydılar. Biraz utandım aslında elinde çocuğuyla kadını dışarı çıkartmaktan. Kocası ise karısıyla konuştuktan sonra, bana merhaba dedi. Tanımıştı beni. Biraz hasta olduğunu söyledi. Ama anahtarı bulmak için kendisi dışarı çıktı ve geldi. Kapıyı kendisi açtı.

    Bisikletlerden birisini seçtim, selesi en yüksek olan bir tanesini seçtim işte, onlar daha rahat sürülüyordu. Kızlar ise çoktan bu yoldan ilerlemişlerdi. Yani onlar bu yoldan geçmişlerdi çoktan, beni de öbür yola sevk etmişlerdi az önce bisikletçinin de orada olduğuna dair. Trollediler mi tam emin değilim hala.

    Neyse, aldım bisikleti. Saati sordu kadın, söyledim. Saat hesabıyla kiralanıyordu, gün hesabı da oluyordu ama günlük bisiklet almazdım hiç. Ne gerek vardı? Kadına başımı salladım ve bisikletle ilerlemeye başladım o kızların gittiği yönde.

    Bu yönde hiç gitmemiştim daha ileri. Yolları da iyice düzelttiklerinden devam ettim, durmadım daha önceden yaptığım gibi. Kızları gördüm, az önce gördüğüm o yaşlı kadınla beraber konuşa konuşa gidiyorlardı. Ben ise çok çok ilerilere bisiklet sürüyordum. Ayakkabıları yıpratıyordu galiba bu bisiklet sürmek. Öyle hissettim. Şeklini bozuyordu bence. Ama fazla zorlamadan devam ettim sadece, şimdi bisiklet sürmek istiyordum.

    Epey yol gittim, çok ıssızdı. Arada sırada köylüleri görüyordum. Küçük erkek çocuklarını görüyordum. Koyun, keçi otlatan biri genç, biri yaşlı kadını görmüştüm. Cidden çok ıssızdı onun dışında. Sonra bir bahçede sanıyorum hasat yapmaya çalışan insanları görmüştüm. Evleri küçücüktü. Gerçekten, benim bunca elektronik eşyam, bambaşka dünyalarım, his alemim varken bu insanların sanki hiçbir şeyleri yokmuş gibi geliyordu bana. Küçümsemek değil de, kendimce üzüldüm. Sanki ekmekle dikmekle gereğinden fazla uğraşıyorlarmış gibiydiler. Onların da farklı şeyleri yaşamaya görmeye fırsatları olmalıydı bence.

    Devam ettim bisikletimle öylece yoluma. İlerledikçe, benzer manzaralarla karşılaştım. Gerçekten insanlar bu kadar fakir miydiler de sadece bu tür şeylerle uğraşıyorlardı günün çoğu zamanı yoksa hiç kendileri çabalamıyorlar mıydı? Çok sıkıcı bir hayat gibi geliyorlardı bana. Ben de kendim, dedem köylüydü. Ben İstanbul'da büyümüştüm. Dedemin de bundan daha büyük bir tarlayı ekip dikmekle uğraştığını görmüştüm, ama hiç böyle bu kadar meşgul etmiyordu bunlarla kendini çok fazla. Akşam gelir otururdu, televizyon izlerdi, gazete okurdu. Ekip dikmekten de keyif alırdı, ben öyle hissederdim yani. Yani demek istediğim, onca ekip dikim tarım yönlerini eksik etmemesine rağmen, aynı zamanda entellektüel yoldan da kendini geliştirmeye çalışırdı. Günümüz şartlarındaki müthiş farklı fikirlerin olduğu duruma belki gelemezdi ama kendince düşünceleri vardı. Sanki burada, bu köydeki insanlarda bu yoktu gibi geliyordu bana.

    İlk izlenimim buydu buradaki insanlarla ilgili olarak. Tabi çok tanımadığım için kendimce hayat tecrübelerimden yararlanarak muhtemel bir profil yazdım, belki böyle insanlar da değillerdi hiç. Bilemezdim.

    İlerliyordum iyice, korkmaya başladım aslında. O 3 öğrenci kızı ve yaşlı kadını özlemiştim. Biraz bekledim bir yerde, yorulmuştum hem. Haritadan nerede olduğuma bakıyordum. Bir köye yaklaşıyordum. Tam o sırada, o 3 kızın ve yaşlı kadının arkamdan geldiğini gördüm. Çok sevindim böyle insan gördüğüm için. Burada öyle yalnız hissetmiştim ki, bacaklarımda sürmek için ve geri dönmek için kuvvet bulamıyordum. Sanki yutuyordu burası beni. Bomboşluğuyla, dağlarıyla. O yüzden konuşma seslerini dinledim biraz, kendimi iyi hissettim. Ama onların neden böyle köyün içine doğru gittiklerini anlayamadım. 3 öğrenci kızın yani. Neden gidiyorlardı? Gerçi öğrenci olup olmadıklarını da bilmiyorum ama o şimdi kız yurdu olan yurttan doğru geliyorlardı. Sanki böyle köy yerlerine gittikleri için onlara da güvenemezmişim gibi geldi bana. Bir süre dinledim seslerini ve ilerledim tekrar.

    Fakat yol git git bitmiyordu, kayalıklar vardı hep sağda solda bir köprüyü geçtikten sonra, ve ağaçlar. Yokuş yukarıydı. Orayı da çıktım ve karşımda, çok uzakta evleri gördüm. Camiyi gördüm. Bu manzara hoşuma gitmemişti. Aslında köylerden hiç haz etmediğimi farketmiştim. Hiç estetik değildi. Apartman da dikilmesindi ama görüntü çok çirkin gelmişti bana. Bir fotoğrafını çektim buranın. Susamıştım. Su satılırdı herhalde köyde dedim ve ilerledim. Çok ileride, bir kadın geliyordu. Yaşlı mı genç mi olduğunu anlayamadım. Yanına gelince, nereden su alabileceğimi sordum. Sanıyorum biraz cilveyle, caminin ilerisinden alabilirsiniz, dedi bana. Bu cilve gibi davranış şekli hoşuma gitmemişti. Bilmiyorum, belki de sadece neşeliydi kadın. Sanki birisi benim kafama silah dayayıp, kız kardeşiyle evlendirip sonsuza kadar burada yaşamaya mahkum edecekmiş gibi hissettim. Burası benim ruhumu çalıyordu adeta. Ama yine de gittim o caminin oraya kadar. Neyse ki oradan sonrası yokuş yukarıydı, gitmekten vazgeçtim bisikletimle. Hem de çocuklar top oynuyordu. Ben kimseyle karşılaşmak istemiyordum. O yüzden gerisin geri döndüm.

    Aha! Şimdi ise yokuş aşağıydı biraz ve durduk yere hızlanıyordum. Fakat sağ freni kullanarak biraz limitliyordum hızımı. Bu doğru muydu bilmiyorum. Hız nasıl limitlenmeliydi bisikletlerde bilmiyordum aslında. Tam o sırada arkamdan bir çocuk geçti bisikletiyle 15 yaşlarında. Arka tekerleklerinde o jant kısmına takılı, plastik, parlayan şeylerden takılıydı. Herhalde ailesi karnesini iyi getirince filan almıştır diye düşündüm. Eheheh. Ben ise kiralıyorum bisikleti. Kendimi onunla kıyasladım bir ara. Ben onun yaşındayken... Düşünmekten vazgeçtim, bisiklet çok hızlanıyordu. Bir tane araba da geliyordu büyük, yavaşladım ve geçmesini bekledim. Sonra devam ettim.

    Kızlarla tekrar karşılaşmak istiyordum yine, çok korkuyordum buradan. Karanlıktı sanki burası, kızlar ve o yaşlı teyzenin ise ellerinde fenerler, meşaleler vardı. Ama gündüz günüydü, ben kendimce evham yapıyordum. Onları görmek umuduyla hızlıca sürdüm, fakat göremedim. Fakat buraya gelirken, bu köprüden geçerken, elinde BİM poşedi olan bir yaşlı kadın görmüştüm. İleride bim gördüğüm için su da vardır diye ilerlemiştim buradan ama üşenmiştim o yokuştan dolayı, şimdi ise geri dönüyordum.

    O bisikletli çocuk biraz ileride durmuş, kendi yaşıtlarıyla ve çok daha küçük, 6-7 yaşlarında bir kızla beraber oyunlar oynuyorlardı. Ben ise basıp geçtim. Yanımdan dede bisikletli bir adam da geçmişti orta yaşlı. Benden hızlıydı. Dağ bisikletimle geçemiyordum adamı, üzüldüm. Ama istesem geçerdim de. İzin verdim ve adam dede bisikletiyle geçip gitti, belki de gururla. Beni geçtiği için gururlanmış mıdır? Ne bileyim ben. Neyse işte. Bir tane de inekle karşılaştım yolda, bisikletle geçmeye korktum saldırabilir diye. Hunharca bakışlar atıyordu. Ama birşey olmadı, hemen orada sahibi onu bahçesine aldı, ve diğer ineği de. Ben de sakince geçtim gittim. Sonrasında da geri dönüp, kiraladığım bisikleti geri getirdim o kiremitleri turuncu turuncu görünen eve.

    Köpek vardı ta geride, korktum biraz, saldırır diye. Ayrıca, şimdi başkasının mülk alanına yaklaşmak istemiyordum. O yüzden, o sırada çevreden geçen kırmızı giysili bir çocuğa, sen şu abiyi tanıyor musun dedim, o da evet dedi. Çağırmasını rica ettim, köpek vardı da dedim, ne olacağı belli değil sonuçta. O da cesurca içeri gitti ve abiye bağırdı. Abi yerine, sanıyorum kardeşi filan çıktı. Ona benziyordu çünkü ve daha gençti. Ona ödedim parayı, ve kartımı da geri aldım. Bir kart bırakıyorduk onlara bisikleti ilk alırken, geri verirken de onu geri alıyorduk. Öyle yani. Kimlik bırakma gibi birşey. Sonra o adamın kardeşi olarak düşündüğüm adama iyi dileklerde bulunup oradan ayrıldım. Ben ayrılırken o evin tavanında birtakım işçiler, birtakım tahtaları kesiyorlardı testere gibi birşeyle. Etrafa toz yayılıyordu hep. Sanıyorum bu kiremitler hep böyle çıplak kalmayacaktı, restore edeceklerdi galiba burayı. Bu yüzden, biraz da kafama birşey düşer diye girmek istememiştim içeriye doğru.

    Yürüdüm o şimdi kız yurdu olan yurda doğru. Oranın hemen yanından minibüs kalkıyordu zaten. Durakta kızlarla falan konuşurdum belki diye düşündüm. Yokuş yukarı çıktım bu hevesle, fakat pek öyle konuşkan olmayacak kızlar gördüm, çatık kaşlarıyla sigara içip çatıp çatıp duruyorlardı. Döverlerdi beni belki de. O yüzden gidip sadece yanlarına oturdum. Otobüs bekledim. Etrafta, muhtemelen sevgilileriyle gelip giden insanlar vardı, erkekler işte. Kız arkadaşlarını yurtlarına yolcu ediyorlardı.

    Öyle etrafı izlerken, tanıdık bir kızı gördüm uzaktan, birşey söylemek istemiştim ama rahatsız görünüyordu, o yüzden söylemedim, hem görmemişti beni de. İsmini bile bilmiyordum, tanıdığım bir kızın bir tanıdığıydı. Tavşanın suyunun suyu hesabı. Öyle önüme baktım, biraz sonra da minibüs geldi zaten. O lanet olası dar minibüs. Ama şimdi en iyisi bu vardı duruma göre. Bindim o yüzden.

    Üstelik bu araçlarda otobüslerde olduğu gibi durma butonu da yoktu. Bağırarak, çığırarak durma isteğini duyurmak zorundaydın şoföre. Bu, minibüs çok kalabalık olduğunda neredeyse imkansızdı. Diyaframımdan bağırıyordum ama yine duyulmuyordu. Bu yüzden bugün biraz daha ileride inmek zorunda kaldım, duyuramadığım için.

    Yurda girdim, yemek filan yedim. Hobilerimle uğraştım. Yarın dersim de erkendi. Fakat saat uyumak için çok çok geç olmuştu. Sabahlasam daha iyiydi diye düşündüm ve sabahladım. Kitap filan okudum, video izledim. Ve sabahladım o gün.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi CSB yazmayan adam -- 23 Ekim 2015; 18:32:58 >




  • 12.parça(20.10.2015, Salı)
    Bugün yine kalktım çok erkenden, 7 gibi. Nihayet bugün de kalkabilmiştim. Okul başlayalı beri çok az derse erkenden kalkabilmiştim. Bugün de o günlerden biriydi işte.

    Rahat rahat kahvaltı yaptım. Sonra dersime gittim. Otobüsü kırmızı ışıkta yakaladım, duraktan 50 metre ilerlemişti. Otobüs o anda durduğu için, muhtemelen açardı. Koştum otobüse ve kapısına tıklattım. Gülümsedim şoföre. Şoför yine semsertti, ama kapıyı açtı biraz rahatsız bir yüz ifadesiyle, ya da bana öyle geldi. Çok mutlu bir gündü kısacası. Kendimi diş macunu reklamındaymış gibi hissettim. Sanki diş macununun etkisinin ne kadar güçlü olabileceğini göstermek için bunu yapmış gibi. Çünkü dişlerim beyazdı.

    Neyse, okula vardım. Kantine indim. Kantin kalabalığında çok sevdiğim 2 arkadaşımı gördüm. Kalabalık içinde epey yorulmuş gibiydiler. Bekledim, o kalabalıktan çıkabilirlerse bir konuşurduk. Nihayet çıktılar. Çıktıklarına ve beni gördüklerine çok sevinmiş gibiydiler. Konuştuk biraz, işte benim şu 3 haftadır genel sorunum olan, derslere kalkamama sorunundan bahsettim. Yazın hep çok geç yattığımdan dolayı olduğundan filan bahsettim. Onlar da onayladılar gülerek. Biz de aynı durumdayız hep, dediler. Kaç haftadır yetişemediklerinden gelemiyorlarmış onlar da. Uzun bir aradan sonra yine eskisi gibiydi arkadaşlarımla aram. Bir yere oturacaklarını söylediler, ben de girdim kantine su aldım ve onların oturdukları yere oturdum. Derslerden ve oyunlardan, daha sonra da oyun bilgisayarlarından bahsettik. Yaz okuluna gelmişlerdi onlar, onlardan da bahsettik. Ben gelemediğim için pişmandım, ama ailemin maddi durumu o sıralar pek iyi olmadığı için pek iyi de olmayabilirdi buraya gelmiş olmam. Hem zaten, çok geride değildim de öyle bu arkadaşlarımdan. Girdiğimiz birçok ders aynıydı. Dersle ilgili de birşeyler konuştuk, onlar hiç girememiş bu derse kalkamamaktan dolayı. Ben de bildiklerimi söyledim bu arkadaşlara. Devam zorunluluğu olmadığını fakat yoklama alacağını söylediğimde çok sevinmişlerdi. Sonrasında yine konuşmaya devam ettik.

    Oyunlardan bahsediyorlardı mesela, onların bu şehirde oyun oynayabilmek için daha yüksek kapasitede olan bilgisayarları vardı. Benim ise yoktu. Ama olabilirdi de. Kıskandığımdan değil de, keşke benim de olsa diye düşünürüm zaman zaman. Bir yandan da kitap okumaktan, gezmekten ve birşeyler karalamaktan, resim çizmekten de memnundum.

    Eve çıkmayı filan konuştuk. Bu arkadaşlarım ev tutmuşlardı, bana anlattılar bazı şeyleri, ayrıntıları. Çok sade, rahat, ve mutluydular, hallerinden memnundular. Ben de öyle hissettim zamanla onların yanında. Yani, şimdi mutsuz olacak ne vardı ki? Yaşıyorduk. Depresiftim biraz.

    Sonra ders saati geldi ve derse çıktık. Ders işledik, derste biraz konuştuk. Biraz göremesem de yanımdakinden alırım diye düşündüm o an. Tam o sırada kapıdan biri girdi içeriye, hoca farketmedi. Ya da farketti ama birşey demedi. Dersinin çok çok önemli olmadığını kendisi de bilir gibiydi. Bir önşartı yoktu, akts de çok yüksek değildi. Ama bir kişi de dışarı çıkmıştı bu sefer, hoca sinirlendi. Ne oluyor böyle herkes kafasına göre çıkıyor gidiyor dedi, gayet sakin bir şekilde, sakin bir tonla. Ama sinirlenmişti bu olaya. Çok sevgi dolu bir hocaydı aslında, ben öyle hissetmiştim. Hani böyle insan sevdiği birine sinirlenir de yine böyle sakin bir biçimde kendi istediğini dikte ettirmeye çalışır ya bir konu hakkında, o şekilde dikte ediyordu, şefkatli bir biçimde sanki. Zaten bana attığı mailde "istediğin zamanda gelebilirsin belli kurallara uyduktan sonra arkadaşım" demişti, bana "arkadaşım" demişti. Bu da tabii onun sevgi doluluğunu arttırıyordu. Neyse, bu lafı dedikten sonra 3-5 saniye öyle bize doğru baktı ve "neyse yani, bundan sonra olmasın" dedi ve dersini işlemeye devam etti.

    Öyle böyle ders bitti, ben arkadaşımdan yazdıklarını istedim fotoğrafını çekmek için, o da gülerek "anlayabilirsen al" dedi, ben de anlarım dedim ve fotoğraflarını çektim arkalı önlü. Sonra tahtanın yanına gittim ve tahtadakileri de çektim. Arkamı dönüp biraz hava almaya çıkacaktım ki, arkamdan seslendi arkadaşlarım. Biz gidiyoruz dediler. Ben de onları yolculamak üzere dışarı doğru yürüdüm. Konuştuk yürürken ev tutma olayının inceliklerinden filan.

    Sonra dışarı çıktık, güneş açmıştı. 2 kişi kalıyorlarmış 2 si de farklı evlerde. Fiyatlarını filan sordum, aylık masraflarını. Ben de birşeyler konuştum, sonlara doğru aslında tek başıma eve çıkmak isterdim deyince güldüler. Ehh, biraz hayal mahsülüydü tabi. Masraflar olsun, şu olsun bu olsun. Ama ben böyle yaşamayı daha çok isterdim ki. Uyurken ses hassasiyetim çok yükseliyordu. Ses duymak istemiyordum. Sırf bunun için çok sevdiğim oda arkadaşlarımdan ayrılmıştım geçen sene başka bir yurttayken. Yapamıyordum. Uyuyamazsam hayatı yarım yaşıyordum.

    Öyle böyle konuştuk, hoca derse girmiş midir dedim onlara, sanki onlar daha iyi bilirlermiş gibi. Vallahi bilemeyiz dedi arkadaşlarımdan biri. Sonra birbirimize sevgi sözcükleri söyledik ve ayrıldık. Ben sınıfıma ve onlar da evlerine gidecekti muhtemelen.

    Sonra derse gittim ki daha başlamamıştı, su aldım ben de kantine inip 2 kat aşağı. Sonra yukarı çıkarken başka bir arkadaşımla daha karşılaştım, merhabalaştım. Konuştuk sınıfa girene kadar. Sonra yine ders başladı, öyle böyle sıkıntıdan patlayarak o dersi de bitirdim ve başka bir derse girmeyi bekleme umuduyla kütüphaneye, ya da belki yemek yemek için yemekhaneye doğru çıktım. Yemekhaneye girdim ama çok kalabalıktı, o kadar da aç olmadığımdan vazgeçtim. Kütüphaneye girdim, biraz uyumak için girdim aslında. Oranın koltukları çok rahat oluyordu. Elime bir kitap alırdım, bir süre sonra uyuya kalmış ayakları yapardım. Eheheh.

    Aslında bunlara da gerek yoktu, öylece gidip uyuyabilirdim de. Ama gittiğimde o koltukları dolu gördüm. Ben de ders çalışma bölümündeki yerde uyudum. Önce biraz kitap okudum uykum gelir diye, sonra kafayı koydum masaya ve uyudum. İnsanlar ise ders çalışıyorlardı, ödev yapıyorlardı. Ben uyudum. Birkaç kez uyandım, derse yakın bir zamanda da ders yerine gittim.

    Sonra uyandım ve öbür dersime gittim. Derste önde bir yerde oturuyordum, en ön taraf da boştu galiba, öndeki arkadaşıma sordum boş mudur diye, boş olduğunu söyledi, oraya geçecektim tam ama hoş bir kız geldi benden önce oturdu oraya. Omuzları çok hoşuma gitti nedense, pürüzsüzdü, bembeyazdı. Derse konsantre ettim ama kendimi zorla. Birçok şeyi anladım aslında ama bu dersin asıl konusu başka bir dersle bağlantılıydı, o dersin de bazı yerlerini unutmuştum. O yüzden eksik yerler vardı kafamda, tam oturmuyordu. O derse de çalışsam hallederdim diye düşündüm.

    Bu tür düşünceler içerisinde zar zor ilk ders bitti. Biraz ara verdim, su içtim ve tekrar geri geldiğimde ders başlamıştı. O kadar önemli değildi, hemen yerime oturdum. O ders daha uzun sürdü sanki. Derse konsantre olamadım, önümdeki kızı düşündüm. Konuşup konuşmamayı düşündüm. Çok zordu. Neden konuşacaktım? Ne olacaktı konuşunca? İçim bir hoş olacaktı. Ee sonra? Sonra? Sonrası yok. Öyle mal mal göz göze filan gelecektim. Ne yapmayı düşünüyordum ki? Ne planlıyordum o kızla? Bilemiyordum. Çok fazla bu tür fırsatı kaçırdığım için daha önceden, fazla bir beklenti veya planım yoktu. Öyle konuşsaydık yeterdi. Birşey sorardım, dersle ilgili. Mesela dersi cidden bazı yerlerinde anlamamıştım, ondan anlardı belki.

    Öyle de oldu, ders sonunda merhaba dedim, şurayı anlayamadım mantığı nedir gibi şeyler sordum ona. Zaten üst sınıfmış çok iyi anladı beni. Anlattı bana neyin nasıl olduğunu filan. Zekiceydi. Ondan sonra ona hiç görmediğimi söyledim onu, o da üst sınıftan olduğunu söyledi. Bütün kızlar da böyle yapmazdı ama, "seni ne ilgilendirir ki bu" diyebilirdi. Yatay geçişle gelmiş. Memleketini filan söyledi. İsmini söyledi, ben de söyledim. Amacımın onunla ilgili birşeyler öğrenmek olduğunu söyledim. Aslında tam da bu değildi. Birşeyler de sormuştum, o da önemliydi. Hem ders, hem kız. Bir taşla iki kuş. Onunla ilgili birşeyler öğrenmek istediğimden sorular sorduğumu sorarken sanki gözleri şüpheyle, kaygıyla bakmıştı bana. Aslında böyle olmamalı, yani bu kadar karşı tarafın ne diyeceğini umursamamalı. Ben ne istiyorum bir kızdan? Eninde sonunda bir yerde cinsellik geliyor yani. Bundan ben neden korkacağım ki? İçimden bu şekilde geçiyor. Kaç yaşında insanım yani, sevgiye falan karnım tok. Kuru sevgiye, demek istedim. Sevgiye filan ihtiyacım yok, ben kitaplarımı seviyorum, oyunlarımı seviyorum, onlar da beni seviyor. Biz yaşayıp gidiyoruz. Karşı cins olacaksa cinsellik de olmalı diye düşünüyorum. Yoksa gider kitaplarımla vakit geçiririm, kısıtlı sayıda olan arkadaşlarımla gider konuşurum. Ömrümün sonuna kadar da böyle yaşarım, ama her zaman da bunu istemişimdir ve isteyeceğimdir.

    Ama o anda beklentim pek yoktu zaten, şöyle bir konuşmak istemiştim. O da konuştu, ben de "sizinle ilgili birşeyler öğrenmek istemiştim" deyince biraz kaygılandı, ben de utanıp kafamı çevirdim zaten, başka bir kızın da bana baktığını gördüm. Garip bir durumdu. Acaba beni ayıplıyor muydu? Beni tanıyordu çünkü o kız. Sonra önümdeki kıza tekrar döndüm, görüşürüz dedi ve gitti. Bu arada, başka öğrenciler de masanın yanında hocaya birşeyler soruyordu. Ben de en son birşeyler söyledim hocaya, dersi anlamadığımı, nasıl anlamadığımı anlattım. O da öğütler verdi galiba biraz, pek dinlemedim. Öğütlerle aram pek iyi değildir. Ama optimist bir hocaydı.

    İyi akşamlar diledim hocaya ve ayrıldım. Yemek yemek üzere yemekhaneye doğru yürüyordum. O sırada mesaj geldi telefonuma tiyatro grubundan. Bugün tiyatro buluşması vardı. Yuppi! Ama çok da yorgundum yaa. Neyse dedim, gideyim dedim. 1 saat sonraydı. Yemek de yerdim o zamana kadar.

    Çıktım yemekhaneye, orada da önümde çok güzel 2 tane kız vardı. Kendisine sevgilisi gibi sahip çıkmaya çalışan bir erkekten bahsediyordu bir tanesi. "Kimsin sen ya dedim" diyordu arkadaşına, arkadaşı da onaylıyordu. "Bana babam bile karışmıyor" diyordu arkadaşına yine daha sonra. Aslında bir merhaba deyip tanışmak isterdim de tersler diye korktum, birkaç kere de o kız bakıyordu bana zaten. Çok sert bakıyordu. Ama konuşsaydım tersleseydi? Ama bir yandan da bu kadar takmamak da lazımdı. Tersleseydi sadece terslerdi. Küfür filan edemezdi, vuramazdı bana. Sadece konuşuyorum zaten. Birşey yapmıyorum ki. Aslında hiç korkmamak lazım yani terslenmekten vesaire. İçinden nasıl geliyorsa ifade etmek lazım. Mutluluğu kaçırmamak lazım diye düşünüyorum bazen. Ama pek de umutlu veya konuşması için baskılayıcı olmamak da lazım. Konuşmak, ama cevap beklememek iyi olabilir mesela. Bunu ileriki hayatımda deneyeceğim.

    Ama konuşmadım o kızla. Fakat yine de uzaktan onları izledim yemek yerken. Acaba şimdi mi gitseydim yanına? Komik olurdu. Boşver dedim, başka kızla konuşurum dedim.

    Aslında kötü hissettim böyle iki farklı kızla ilgili farklı şeyler hissettiğimle ilgili olarak. Kafam çok karışık bu konuda. Ama zaten, arkadaşça bir konuşmaydı. Tanışma konuşmasıydı. Aşk ilan etmedim ki bu ilk kıza? Etmedim tabi.

    O düşünceler içerisinde aşağı indim, tiyatro grubunun buluşulacağı yere gittim. Orada oturan 2 kişiyle tanıştım, sonra birçok kişi daha geldi. Hep beraber tiyatro salonu olarak kullanacağımız yere gittik. Hepimiz oturduk bazı yerlere. Bir adam çıkıp sahneye, tanışma faslı filan başlattı. İlk kez gelenleri konuşturdu, ben de birşeyler söyledim. Kendi açımdan bakarsam, sesimi, jestlerimi ve mimiklerimi iyi kullandığımı düşünüyorum, zaman zaman bazı ses sanatçılarını, tiyatrocuları da yalnızken taklit ediyordum, son derece iyi yaptığımı da düşünüyordum bunu. Eğleniyordum kısacası. Buraya da temelde eğlenmek için gelmiştim.

    Neyse işte, sahneye çıktık. Çok kalabalık olduğumuzdan bir grup indi. Ben de indim. 20-25 kişi kalmıştı. Onlar da diyafram egzersizleriyle başladılar. Ben zaten haşır neşirdim bunlara. Biliyordum. Köpeklerin nefes alışverişini taklit eden bir egzersiz daha. Sonra ayakta diyaframdan nefes alma. Sonra da ses ve çene kaslarını geliştirici egzersizler. Çene, yanak, dudak hepsi işte. Açma, germe diyorlar sanıyorum. Bir kişi hepsinden daha iyi yapıyordu bunları. Onu öne çıkardılar örnek göstersin diye. Ben de iyi yapardım herhalde bu kadar. Fakat o da iyiydi bayağı.

    Sonra onlar indi, ben ve diğerleri çıktık. Diyafram egzersizleri yaptık. Ses egzersizleri yaparken aslında o kadar iyi olmadığımı gördüm. Ne bileyim, yetersizdi sanki. Ben daha iyi yapacağımı düşünüyordum. Hem de gıcık olmuştu boğazım. Sonra bir oyun oynadık, oyun şuydu: İlk başlayan kişi kendi isminin başına bir sıfat ekleyip söylüyordu, mesela Güçlü Gazi gibi. Sonra sıra yanındakine geçiyordu, o da Güçlü Gazi diyip, kendi isminin başına sıfat ekleyip söylüyordu. Sırayla herkes bunu yapıyordu, herkes Güçlü Gazi'yi söylüyordu. Söyleyemeyen, unutan kişi yanıyordu ve çıkıyordu. Baştan söylüyordu en baştaki kişi kendi ismini ve tekrar devam ediyordu. Bunun tanışmak adına önemli birşey olacağını söylemişti bunu hazırlayanlar. Gerçekten artık ezberlemiştim isim ve sima olarak birçok kişiyi.

    Sonra öbür grup geldi tekrar. Onlar da bir oyun oynadılar, farklı bir oyun. Kişiler kendilerini sırayla bir, iki, üç, dört diye saydılar. Sonrasında ise anlamadığım bir oyun oynadılar. Galiba bir kişi 1 den başlıyordu, ve bu kişinin sağındaki veya solunda kişiler 2 diyemezlerdi. Derseler yanarlardı, baştan başlardı. Saymayı ise insanlar göz göze gelerek yapıyorlardı galiba, öyle anladım ben. Çember halinde oturuyorduk zaten sahnede, onlar da öyle oturuyorlardı sahnede.

    Bu oyun çabuk bitti, tekrar çıktık. Fakat sanıyorum herkes çıktı bu sefer sahneye. Sonra kızlı erkekli olmamız söylendi. Fakat tanımadığımız biriyle de olmamız söylenmişti. Ben de hemen birine tanışıyor muyuz diye sordum, hayır dedi ve birlikte olduk. Birbirimizin iki kaşının ortasına bakacaktık konsantre bir şekilde. Utandım başta ben. Neden bakacaktım? Saçmaydı. Ama konsantrasyon egzersiziydi işte. Devam ettim. Arada gülüyorduk tabi olayın saçmalığından karşılıklı. Bir süre sonra iyice konsantre olduk ikimizde. İnsan böyle aşık olurdu herhalde. Daha önceden lisedeyken arkadaşlar arasında buna benzer birbirine bakmayı gerektiren bir oyun oynardık, kız arkadaşlarımdan biri de fazla "bakmayın aşık olursunuz" diyordu, o oyun aklıma gelmişti. Dün gibi geliyor aslında bunlar bana, ama nereden baksam 5 yıl önceydi bunlar.

    Neyse oyuna döneyim, oyuna epey konsantre oldum bir süre sonra. O iki kaşının arasından geçen damardan geçen kan hücrelerini düşündüm, trombositler geçiyordu, kimotripsinojenler, tripsinojenler, lökositler ve yağ asitleri... Deri üstünde sivilceler vardı. Sivilceler arasında algoritmik bir denge bulmaya çalıştım, çıkma yerleri düzenli miydi? x-y düzleminde bir fonksiyon üzerine oturtulabilir miydi diye düşündüm. Sonra zaten iyice konsantre oldum, bunları düşünmeye gerek kalmadı. Taş gibi olmuştum.

    Fakat o da ne? Başka bir komut verilmişti. "İki tarafta gülümseyin" diyordu. Fakat birbirimize bakmaya devam etmeliymişiz. Kolaydı benim için. Sonra başka bir komut daha: "Kızlar sabit dursun, erkekler sinirli baksın." Bunu da yapmaya çalıştım ama kaşlarımı kasmalı mıydım bilemiyordum. Tam o anda "sinirlenmek kaşlarınızı çatmak değildir, içinizde hissedin sinirinizi" gibi birşeyler dediler. Ben de rahatladım biraz. "Sizi sinirlendiren birşeyleri düşünün, böyle çok sinirlenmişsiniz" gibi şeylerle provoke etmek istiyordu arkadaki ses. Güldüren, komik şeyler de söylüyordu şaşırtmak için. Neyse, sinirli yüzü de yaptım. Bu sefer de "kızlar üzülsün, erkekler sabit kalsın" dediler. Bu da ilginçti. Bu kolaydı. Sonraki ise "kızlar üzülsün, erkekler ise onlarla alay etsin" di. Alaycı bir biçimde baktım. Kesin bir kro olmuşumdur diye düşünüyordum içimden. Hatırladıklarım bunlar. Bu sırada diğer kadın ise "bu sizi gerçekten çok geliştirecek bir egzersiz, eğer hakkıyla verirseniz gerçekten ne kadar çok şey kazanacaksınız biliyor musunuz?" diye birşeyler söylüyordu. Özgüven kazanıyorduk sanki. Sonra bitti o oyun. Benimle bakışan kıza nasıl olduğumu sordum, iyiydin, dedi. Ben de ona iyi olduğunu söyledim. "Ama sinirli bakarken arkadan biri birşey diyince kendimi tutamadım güldüm" dedi, ben de benim mi yoksa senin mi sinirli bakarken söylenen şeye güldüğünü sordum. O da "benim sinirli bakarken" arkadan söylenen şeye güldüğünü söyledi. Zaten o sinirli bakmamıştı, o sadece üzüntülü bakmıştı. Hemen hemen aynı şey sayılmaz mıydı aslında? Yani duygusal olarak yakın şeylerdi aslında, diye düşündüm.

    İsmini de sordum, söyledi. Ben de söyledim. Aslında biraz daha konuşmak istedim ama kızdım kendime. Ne yapıyordum ben böyle hep? Rahatsız olacağını düşünüp yapmadım. Ama çıkarken o da şöyle bir bakmıştı dönüp bana. Bilemedim ne yapacağımı ve gittim.

    Dağıldık. Ben ise bir dahaki buluşmanın Perşembe olacağını söylemelerine rağmen gidip bir daha sordum, saati konusunda emin değildim. Bir tanesi ise "merak etme sana gece yarısı arayıp saatini söyleyeceğiz" dedi şakayla karışık. Güldüm ve ayrıldım. Durağa yürüdüm. Durakta 2 kız oturmuş sohbet ediyorlardı. Onların da tiyatro provasından çıkmış olduklarını konuşmalarından anlayınca ben de katıldım konuşmalarına. Epey konuştuk.

    Otobüs saatlerinin yazdığı broşürün fotoğrafını çekmiştim daha önceden, onlar da merak ediyorlardı saatini ve onlara gösterdim. Fakat yine de gecikince minibüsle gittik ayakta. Sonra ben yurdumda indim. Çok hoş insanlardı. Hiç öyle terslenebilecek bir insan gözüyle bakmadılar bana, ben de onlara o şekilde bakmadım.

    Yurda gelince ilk iş yemek yedim, sonra odama çıktım. Pek uğraşamadım da birşeylerle, epey geç olmuştu ve bugün de sabahlamıştım zaten. Hiç iyi hissetmiyordum. Ama bu tiyatroda epey iyi hissetmiştim.

    Yemeğimi yediğim gibi yattım. 12 de tekrar uyandım, biraz oyalanıp tekrar yattım.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi CSB yazmayan adam -- 24 Ekim 2015; 0:18:07 >




  • Henüz okumadım ama takipteyim
  • 13.parça(21.10.2015, Çarşamba)
    Standart, yine dersi kaçırdığım bir gün. Üzülüyorum artık dersleri kaçırdığıma, ben çalışkan bir öğrenciyim. Kendimi kötü hissediyorum.

    Neyse, yemek yiyorum, dişlerimi fırçalıyorum ve kargomu teslim almaya gidiyorum. Evdeki kitaplarımı filan gelirken almamışım, onları ailemden istiyorum ki kargolasınlar, ve geliyor. 3-4 gündür kargoda bekliyormuş zaten. Ben de yola çıkıyorum, yürüyerek. Seviyorum yürümeyi.

    15-20 dakika sonra orada olabileceğini düşündüğüm ptt şubesine gidiyorum, güvenliğe soru soracakken ilk başta biraz çekiniyorum. "Afedersiniz, burası şu şu şube mi?" diyorum. O da, hayır, burası değil, buradan aşağı ineceksiniz, diyor kaşlarını çatılı bir halde, ama yine de kibar. Sesi kibar, kaşları çatılı. Çok ilginç. Ben de dediği yönde gidiyorum, köprü üzerindeyken bir adama daha soruyorum, o da aynı yönde devam etmemi söylüyor. Bir ptt şubesi görüyorum ara sokakta bir yerde, oraya doğru gidiyorum. İçeri giriyorum.

    Burası çok küçük, çok hem de. Sadece 1 tane gişe var, aslında arkası daha büyükmüş ama müşteriye ayrılan bu alan gerçekten küçük. Bir kadına "geçecek miydiniz?" diyorum, çünkü geçecekmiş gibi, "afedersiniz geçebilir miyim?" diyecekmiş gibi bakıyor. Hayır, geçmeyecekmiş. Öylesine bakmış. Tamam diyorum ve önüme bakıyorum.

    Arkadan bir yerden 2 tane kız geliyor, "kargoları buradan mı alıyoruz?" diyor. Kargolar? Almak? Buradan sadece alım mı yapılıyormuş? Hemen atılıp, "afedersiniz buradan kargo teslim alınmıyor muymuş?" diye soruyorum. Evet diyor, beni takip edin, diyor. O 2 kızı takip ediyorum. Birşeyler homurdanıyorum yaşlı insanlar gibi. Ehehe. Muhabbet olsun. Sonra giriyoruz o kargo teslim alınan şubeye.

    Sohbet ediyorum biraz, bölümlerini soruyorum. Ama isimlerini sormuyorum hiç. Bilmem neden. Hiç aklıma gelmiyor ki? Neyse, ben de diyorum ki o bölümden şu arkadaşı tanıyor musunuz diyorum, bir de şunu tanıyor musunuz diyorum, aa evet evet bizim bölümde o diyorlar. Çok şeker birisi diyor. Aynen öyle diyorum, şeker gibidir kendisi, diyorum.

    Sonra gişedeki kadın bağırıyor, sıradaki diyor. Kızlara bakıyorum, sonra ben geçiyorum sıraya. Aslında sırayı verse miydim diye düşünüyorum. Zaten kargoyu aldıktan sonra "kusura bakmayın siz gösterdiniz burayı bana ama sırayı ben kaptım" diyorum, yoo önemli değil, diyor. İyi günler diliyor bana, ben de aynı şekilde davranıyorum ve ayrılıyorum. Bu sadece arkadaşça olan şeylerden biraz sıkılıyorum açıkçası. Yani bilmiyorum, sevgilisi, sevdiği birisi yoksa neden o şekil olmayalım diyorum, ya da daha ilerletmeyip flört-nevi bir ilişki şekline sokmayalım durumu diyorum. Ama muhtemelen hepsinin var zaten. Kızlar genel olarak daha sosyal varlıklar olduğu için olmaması daha şaşırtıcı olurdu zaten. Fakat bıktım artık bu durumdan da, ters davranacağım artık arkadaş olmak isteyenlere de.

    Bu düşünceler içerisinde kargodan çıkıyorum, durağa yürüyorum. Zaten kocaman koli tutuşturdu elime gişedeki kadın, bu ne ya?! Bu bana gelmiş olamaz, diyesim geliyor, içini açıyorum. Küçücük poşedi bu kocaman koliye koymuşlar. Eh be! Aman be, diyorum ve devam ediyorum yürümeye. Durakta elimde koli, kesin çok komiğimdir. Kızlar filan gülerek bakıyor olabilirler mi? Pek tabi mümkün. Merhaba, ben kargocuyum da aslında, üniformamı giymeyi unuttum, tanışmak ister misiniz kızlar? Sohbet olsun diye söylüyorum yanlış anlamayın, desem mesela kızlara?

    Neyse, çok kızlarla ilgili oldu. Durakta, elimde tutmaktan sıkılıyorum artık. 6 kiloluk paketmiş. Yere koyuyorum küçük kenarı yer tarafına bakacak şekilde, bildiğiniz dikdörtgen kutu. Üzerine de oturasım geliyor ama çok çirkin mi görünürdü, diye düşünüyorum ve oturmuyorum. Zaten otobüs gelir canım. Boşver. Sağ tarafa bir kız geliyor, biraz gergin. Arada bir bakıyor ama anlayamıyorum, öylesine bakıyor belki. Bir gidip konuşmak istiyorum ama çevrede de yaşlılar var şimdi, müdahale etmeye kalkarlar diye korkuyorum. Fakat bir süre sonra bir sebepten ötürü biraz daha sağa kaymak zorunda kalıyorum. Sonunda onunla konuşma fırsatı elde ediyorum.

    "Sizde mi şu otobüsü bekliyordunuz?" diyorum. O da "yok ben başka bir otobüsü bekliyordum" diyor. "Orada oturuyorsunuz" galiba diyorum, "Evet" diyor. "Bu sene mi başladınız?" diyorum, "Siz neden böyle sorular soruyorsunuz?" diyor. Ben de "Hiç öyle sohbet olsun diye, başka bir isteğim yoktu" diyorum, ve zaten otobüsüm de gelmiş olduğu için biniyorum ve ayrılıyorum.

    Özgüvenim kırılıyor ama bundan sonra da içimden öyle kolay kolay konuşma isteği geçmeyeceği için seviniyorum. Bir nevi iğrendirme oluyor bu benim için. Aslında hiç birisiyle bir sebep olmadıkça konuşmamak daha iyi. Çok manyak, psikolojisi bozuk insanlar var, kızlar da demiyorum. İnsanlar. Bu sebepten ötürü, insanlarla çok zorunda olmadıkça konuşmak, haşır neşir olmak istemiyorum aslında temelde bakarsak. Ama konuşmazsam da kötü hissediyorum. Ama bundan sonra öyle olmayacağına inanıyorum otobüste düşünürken.

    Sanıyorum bugünün de aksiyonları bu kadardı. Kitap filan okudum, yeni birşeyler öğrendim internetten bunun dışında. Sonra akşam yemeği, banyo, diş fırçalama derken bugün öyle kayda değer birşey olmadı bu olaylar dışında. Fakat dün tanıştığım kızın telefon numarasını almıştım, onu aramadığım için ne bileyim, kendimi kötü hissediyordum. Kıza veya öbür kıza karşı birşey hissetmiyorlar, zaten arkadaş yerine koydular beni konuştular beni hiç tanımadıkları halde. İyi insanlar olduklarını düşünüyorum. Fakat kendi erkeksel ihtiyaçlarımı yansıtsam mı, yansıtmasam mı bilmiyorum. Ama en azından bir merhaba diyesim geliyor, ama vazgeçiyorum. Çok derin düşünceler sonucunda, dememe kararı veriyorum. Zaten niye aldım numarasını onu da bilmiyorum.

    Numarasını alırken de şöyle birşey gelişmişti zaten, minibüste giderken, yanyanaydık. Bir şerit halindeydik üçümüz. Ben bir anda "ya eğer sorun olmazsa sizin için, telefon numaralarınızı verir misiniz?" demiştim. Baya bir utandım. Arkadaşlık biter diye. "Telefonunu ver ben yazayım sana" demişti, ama telefonumun şarjı bitmişti. Üzüldüm epey, "Kağıda filan yazsan olmaz mı?" diye muzipçe baktım. ııh, dedi ağzıyla ve gözleriyle işaret yaparak. Sonra bir kez daha denemek adına "Elime yaz o zaman, hani filmlerde olur ya" diyerek güldüm, bu da bayağı bir absürtleştiriyordu durumu. Romantik filmlerde olurdu bu tür şeyler. Kıza neler düşündürtecektim şimdi. Off. Öleyim ben.

    En sonunda "Söyle bana, ben aklımda tutacağım" dedim. "Başkalarının duymaması için yakından söylemelisin ayrıca, hani endişeleniyorsan başkaları da duyar diye, sonuçta minibüsteyiz" dedim. Tamam dedi, yaklaştı, öbür kıza "sen biraz geriye çekil ki yaklaşalım" dedi, o da çekildi. Yakın bir mesafeden numarasını söyledi. Ben de aklımdan tekrar ediyordum numarayı. Sonra bir an bir sayıyı unuttuğumu sandım, ona tekrar sordum "şöyle miydi yoksa şöyle miydi?" diye. O da gülerek, "artık geçti, söylemem" dedi. "Yaaa" dedim, "yaaaağğğ" dedim, söylemedi. Ben de minibüsten inecektim çünkü birazdan. Ama bir 5 saniye geçmedi ki "evet o numara doğru" dedi. Ben de "tamam, aklımda tutacağım" dedim. O da "hadi bakalım" dedi. Ben şoföre inmek istediğimi söyledim ve minibüs boşaldı ve indim. İndikten sonra el sallamaya çalıştım ilk. Bir 2-3 saniye o karşılık vermedi, sonra beni görünce o da el salladı. Ben ne yapıyordum hiç bilmiyordum. Çok komiksi, ilgincimsi birşeyler oluyordu. Gıdıklanır gibi bir his. Öbür kız zaten telefon numarası vermek istemedi. Utangaç bir kız olduğunu söylemişti durakta beklerken telefon numarasını veren kız. Tiyatroya gelince açılmış. Ben de açılmıştım aslında, heyhat.

    Zaten Salı akşamı, o akşamın sonunda kendisi beni arıyor. Daha sonra pardon yanlışlıkla oldu diye mesaj atıyor. Bu bir kumpas mıydı, diye düşünüyorum o anda. Uyarı mıydı, bilmiyorum. Ben niye aldığımı bilmiyorum ki numarayı. Sadece iletişim kaybolmasın diye, sonuçta epey iyi sohbet ettik o durakta o gün. Ne bileyim, öyle kayıplara karışsın istemiyorum bu güzel insanlar.

    Sonuç olarak mesaj atmıyorum, ben zaten bir yerde buluşma taraftarıyım artık. Uzun mesajlaşmalar beni geriyor. Hayata geri dönüyorum mecburen ve banyo filan yapıyorum. Sonra da yatışş.




  • 14.parça(22.10.2015, Perşembe)
    Bugün dersim yoktu. O yüzden istediğim kadar yattım, kahvaltıyı kaçırmayacak kadar. Sonra kalkıp kahvaltı yaptım. Yürüyüşe filan gittim, sonra geldim. Bugün tiyatro buluşması vardı, ona gidecektim. Aslında pek de gücüm yoktu bunun için, motivasyonum yoktu. Ne bileyim ya, ben daha çok orkestral müziklere meraklıydım, ses çalışmalarına meraklıydım. Fakat tiyatro tam olarak buraya hitap etmiyordu, hitap ettiği kısımlar da vardı ama. Ne bileyim ya, belki yaptıkça açılırım. Sevmediğim birşey de değil, ben kendimce taklitler yaparım hep tek başıma, ailem de bazen görmüştür bunu. Kendi eğlencem için yaparım genelde.

    Neyse işte, yürüyüp geldikten sonra otobüse bindim tiyatro çalışmalarına katılmak için. Çok güzel geçeceğini düşündüm. Yaklaşık 20 dakikalık yolculuktan sonra kampüse vardım, sonra tiyatro bölümünün çalışma yaptığı yere gittim. Daha doğrusu ilk olarak kantine gittim, sonrasında ordan tiyatro bölümüne gittik tüm grupla. Egzersizlere başladık işte. Diyafram egzersizlerinin ardından, ses egzersizleri. SSs, şşşş, ssss, şşş,ssss,şşşşş. Sonra "pa, pe, pı ,pi ,po ,pö, pu, pü!" ler. "MMMMMMMMMMMMM.. pat" egzersizleri. Ohh bitti.

    Garip bir oyun oynadık. Sahneyi inceledik kendimizce serbestçe hareket ederek sahnede. Mal mal bakındım yerdeki köşelere. Sonrasında bir oyun daha oynandı.

    Yürümeli koşmalı bir oyun, hoca var bir tane. O elini 1 kez şaklatınca herkes normal hızda, 2 kez şaklatınca daha hızlı, 3 kez şaklatınca koşar adım yürüyormuşuz. Öyle bir oyun oynadık sahnede.

    Sonra bir oyun daha, bunda da yürürken birden duruyoruz filan, ama ben niçin durduğumuzu anlamıyorum. Hoca anlatıyor ama anlattığından pek kavrayamıyorum oyunu. Sanıyorum şöyle: Yanımızda bulunan kişiyi gözlerimizle izliyoruz, eğer o durursa biz de duruyoruz. Bu böyle herkes yanındakine bakınca, zincirleme etki gösteriyor. Biraz saçma buldum bunu açıkçası.

    Sahne küçük olduğu için diyafram egzersizlerinde sahneyi paylaşıyoruz sırayla. Bunda da paylaştık her zamanki gibi. Sonra onlar da galiba aynı oyunu oynamışlardı. Hatırlamıyorum tam.

    Ondan sonra bir kere daha biz çıktık. Bir partner seçiyorduk, kız ya da erkek olabilecek şekilde. Müzik çalıyor, müzik tam durduğunda partnerle yere çömeliyoruz. En son çömelen ekip eleniyor. Zor ve biraz sıkıcı. Ben açıkçası kız partnerim olmadığı için üzülüyorum. Tiyatro çalışma isteğim nereye gidiyor böyle? Böyle olmaması lazım aslında.

    Sonrasında kör gezdirme oyunu yapıyoruz. Bir kız partner buluyorum, elinden tutuyorum, bir elimle de omzundan tutup, onu rota ediyorum sahnede. Birçok çift olduğu için aslında zor bir oyun. Sonra ben gözlerimi kapıyorum, o beni gezdiriyor. Fakat omuzlarım çok geniş olduğu için omuzlarıma zorlukla yetişiyor, hatta yetişemiyor. Bu beni panikletiyor, düşeceğim filan diye korkuyorum. Ben rota edilmek istiyorum. Ama yine de iyi yapıyor işini partnerim.

    Daha sonra, bir partnerin, diğer partneri hayal ettiği bir yerde gezdirmesi isteniyor. Benim aklıma birşey gelmiyor, zaten şu anda pek eğlenmiyorum Salı günkü eğlendiğim gibi. Ben onun beni gezdirmesini istiyorum, beni lunaparkta gezdiriyor hayali olarak. İyi yapıyor işini aslında, kafamda birşeyler uyandırıyor. Birşeyler soruyorum ona, "peki gondol ne tarafta?" gibi. Sonra hoca durduruyor herkesi.

    Gruplara, nereleri gezdiklerini soruyor. Çok değişik yerlerde gezen gruplar oluyor. Çok ilginç fikirli insanlar gerçekten. Fakat benim ise hayal gücüm durgun bugün, epey durgun.

    "Peki korkan oldu mu?" diye soruyor hoca. Birkaçı söz alıyor, ben de söz alıyorum. Partnerimi yerin dibine gömüyorum. Yok ya, o kadar da gömmüyorumdur? Bilemedim şimdi. "Beni iyi tutamadı" filan diyorum. Üzülüyorum aslında bu duruma, o an partnerime söyleseydim ya? Dediğim gibi, iyi de hissetmiyorum bugün.

    Sonra yine yerlerimize geçiyoruz. Bir ara Salı günü tanıştığım kıza herkesin yürürken arada durup sonra devam ettiği oyunu soruyorum, "mantığı nedir?" bunu diyorum. O da "birlik, beraberlik, güven" gibi şeyler söylüyor. "Nasıl keşfettin bunları?" diyorum, o da "kendim düşünerek" diyor. Çok düşünceli bir kız. "Haa akıl yürütme yani" filan diyorum. O da pek memnun olmuyor sanki gibi, "aslında düşününce bulunabilir zaten" gibi birtakım sözler söylüyor. Ben biraz aşağılanmış hissediyorum bu laftan. Sanki, "yoksa sen düşünmüyor musun, düşünemiyor musun bunları?" gibi bir söz gelecekmiş gibi korkuyorum. Ama ben oyunun nasıl oynandığını sormuştum aslında. Aklımdaki şeyi söylüyorum böyle mi bu oyun diye, evet evet, öyle diyor. Tamam diyorum, teşekkür edip yerime oturuyorum.

    Sonrasında ise bir tarafın "bana güvenebileceğini söylemiştim" deyip, diğer tarafın "sana mı inanayım gözlerime mi?" diyerek başladığı, doğaçlama, skeç türü bir oyuna geçiyoruz. İki kişi oturanlar aralarında anlaşıyor, benim etrafımda pek kimse yok, olsa da ne bileyim, motivasyonum yok. Sınıf arkadaşlarım çıkıyorlar, birisi geçen haftada gelmişti, diğeri ise bu hafta ilk kez gördüm. Bir oyun oynuyorlar, fakat konusu çok saptığı için hoca uyarıyor "konuyu saptırmayın ve uzatmayın" niteliğinde bir ihtarda bulunarak.

    Başkaları çıkıyor, genelde "sevgilisini elinden alma" türü temalar işleniyor. Başka birşeye kafaları çalışmıyor mu diye düşünüyorum. Is that all u got? diyesim geliyor(İng: Tüm yapabileceğiniz bu mu?).

    Tiyatro grubunu kuranlardan 2 kişi kalkıyor. Bir tanesi kadın, diğeri erkek. Meğerse kadın erkek evliymiş ve erkek aslında gaymiş. Kadın bunu yeni öğreniyormuş. Sinirleniyorlar birbirlerine. Erkek te "Başka bir kadınla seni aldatsam ooh ne güzel ama erkekle aldatınca ne farkı oluyor?" diye soruyor erkek bu sefer. Salon kopuyor gülmekten. Sonra kız "kadınla aldatınca en azından kocamdır diyorum ama erkekle aldatınca onu bile diyemiyorum" diye imalı bir söz söylüyor, salon daha yeğin kahkaha atıyor bu sefer. Bu sefer erkek "Bak bu çocuk ne kadar yakışıklı hiç senin gibi değil." diyerek ön tarafta oturan bir arkadaşını gösteriyor. Salonda kahkahalar yankılanıyor. Arkadaşı da gülüyor, sonra kalkıp sahneye koşup arkadaşına "aşkıııım" diyerek sarılıyor. Tekrar gülüşmeler. Hoca "bravo" diyor onlara.

    Sonra başka bir oyunda ise, yine kadın aynı. Erkek başka birisi. Erkek bir kuaför, ve sanırım kadın olmaya özenen, transeksüel bir erkeği oynuyor. Konuşma, hal ve hareketleri kadın gibi olan erkekler olur ya, öyle işte. Biraz saçıyla uğraşıp kadının "aha, yaptım ayol" diyor. Kadın ise Güneydoğu ağzıyla "yav sen ne yaptın benim bu saça olmamış bu saç, boz bunu boz" diyor. Sonra erkek telefonu eline alıp ön kamerasını kadını gösterecek şekilde tutup "bak, bunu çek böyle instagrama yükle, likelar anında gelecek, anında gelecek" diyor. Sonra kadın "hayır istemiyorum benim düğünüm var gocam gelecek beni alacak boz bunu boz" diyor. Kadın olan gerçekten çok başarılı şive yapıyor. Erkek en sonunda "ehh yeter be" diyip bırakıp gidiyor.

    Sonunda nihayet dağılıyoruz. Ben geçen tanıştığım kızlarla bir konuşmak istiyorum aslında, çok iyi sohbet döndürmüştük o gün. Ama email falan veriyoruz tiyatro grubuna iletişim amaçlı. Birtakım etkinlikler oluyor ayrıca. Tekerleme ezberleyecekmişiz. Kartal kalkar dal sarkar! Ben bir bunu biliyorum. Email verdikten sonra ayrılıyoruz. Fakat onları göremiyorum. Ama insanın arkadaşı olması çevresinde güzel birşey aslında. Keşke kitabımı alsaydım, okurdum aslında diye düşünüyorum. Ama dersim de yoktu zaten bugün. Bir tiyatro için gelecektim. Neyse artık, bir an önce otobüse binip gideyim diyorum. Öyle de yapıyorum.

    Yurda gidiyorum, yemek, yürüyüş filan derken bu gün de bitiyor.




  • 15.parça(23.10.2015, Cuma)
    Dersim yok bugün. Kahvaltı, yürüyüş, yurda geri geliş. Kahvaltıda da 8 tane yumurta almıştım, birisi sormuştu "hepsini bir anda mı yiyeceksin?" diye. Hiç istemesem de "yok hepsini bir anda değil" diyorum. Öyle geçiyor bugün öğleye kadar. Sonra kargo almaya gidiyorum galiba, internetten sipariş ettim kitabı alıyorum. Sonra akşam yemeği, sonra yatmaya hazırlanış. Ama epey kitap okuyorum, 80 sayfa civarı okudum bugün. Sonra yatıyorum.
  • quote:

    Orijinalden alıntı: K E N

    Güzel bir yazı olmuş yazmaya devam edin siz ben takip edeceğim böyle güzel yazmaya devam ettiğiniz müddetçe. =)

    ben de
  • 16.parça(24.10.2015, Cumartesi)
    Bugün yaklaşık 19:00 a kadar standart bir biçimde geçiyor. Sonra bir arkadaşımla mesajlaşıyorum telefondan merkezde yürürken, ille de mesaj attırtıyor. Arayayım diyor, film izliyoruz arkadaşlarla ayıp olur diyerek erteliyor. Yarım saat sonra olur diyor. Yarım saat sonra aramak istediğimde, telefonda konuşma özürlüsü olduğunu iddia ediyor. Halbuki ben sadece mesajlaşma yerine bir çeşit iletişim diye istiyorum ondan bunu. Ama o istemiyor. Peki, canı sağolsun. Görüşürüz bir ara diyorum. Sonra yurda dönüyorum.

    Fakat Merkez'de dolaşırken karşılaştığım bir olayı da geçmeden edemeyeceğim. 2 tane köpek çöp poşetlerini yırtıyor, yemek arıyorlardı. Ne verebilirim diye düşündüm, hemen oradaki çiğ köfteciyi gördüm. Girip bu hayvanların durumunu anlattım dükkan camından onlara doğru bakarak. Çok aç olduklarını belirttim. Çiğ köftenin onlara zarar verip vermeyeceğini sordum. Onlar da daha önce çiğ köfte vermeyi denediklerini, fakat onların ete alışmış olduklarını, yemediklerini söylediler. Arka tarafta bir yerde bir kasap varmış. Ve de sanıyorum hassasiyetim için olacak ki, bana bir marula sarılmış bir miktar çiğ köfte ikram ettiler, iyi akşamlar diledim ve ayrıldım.

    Müzik dinliyordum zaten, koptum sokaklarda. Kimse umrumda değildi. Yastık sormuştum marketlere, evet yastık. Evet şimdi aklıma geldi. Bugün saat 15:00 gibi bir yastıkçı dükkanı bulmuştum. Daha doğrusu ne dükkanı olduğunu bilmiyordum, battaniyeler filan vardı içeride. Yastık da vardır diye düşündüm burada ve içeri girdim, yaşlı bir hacı adam birşeyler dikiyordu, çokça gülümseyerek "hoşgeldin evladım" dedi. Ne aradığımı sordu. Ben de anlattım. Bir yastık gösterdi bana, fiyatını söyledi, fakat henüz ağzını dikmediğini söyledi. İçini de gösterdi, pamukmuş içi, sert olurmuş bu. Ne güzel, yurdun verdiği yastıklardan iyi olurdu herhalde. Alacağımı söyledim, fakat yarın alabilirdim belki. Ama bugün de alabilirdim aslında, 6 da filan kapatıyormuş. 5-6 gibi akşam namazı gibi dedi. Müslümanlık nutku çekti biraz. Pek oralı olmadım. Başka insanlar da geldi zaten, gençler. Selam verdiler, ben de verdim. Amcaya da hayırlı işler diledim ve gittim.

    Fakat akşam yemekten önce, kapatmadan yastığı alabilirim diye yine gelmiştim Merkez'e. Ama kapatmıştı. Başka marketlere sordum. Baktılar şöyle bir ama hep silikonlu olanlar vardı, istemedim.

    Bunlar olmuştu işte. Sonra da akşam yurda döndüm, yemek yedim. Kitap okuyup banyo yaptım ve yattım.




  • 17.parça(25.10.2015, Pazar)
    Bugün Pazar, yatıştayım. Keyifli keyifli yatıyorum. Sonra kalkıp kahvaltı yapıyorum. Sonra gelip kitabımı okuyorum. Çok sardı ya. Karakter tam benim tipimde yahu. Benden daha cesur üstelik, hiçbir kızı görmesem de olur diyor, öyle bir imaj veriyor etrafına. Soğuktan donmak üzereyken kurtuluyor. Keşke ben de soğuktan donarak ölsem diyorum. Çünkü; çalışmak, para kazanmaya çalışmak filan çok zor. Ve de bunu çok uzun bir süre boyunca yapmak zorundayız. Keşke bir köşede donsam, tüm bunlardan uzaklaşsam diyorum erkenden. Belki ilerde de ölürüm ama şimdiden ölsem ne çıkar? Zaten insan sevmiyorum, utanmasam yurt müdürüne "bana tek kişilik oda verin" diyeceğim. Ehehe. Durmadan uyarmak beni çok yoruyor, hatta nasıl diyeyim, eritiyor beni. Parçalanıyorum. Parçalarım eksiliyor, incilerim dökülüyor. Keşke sadece para kazanmak olsa sorun. Böyle insanlarla, hatta genel olarak insanlarla konuşup anlaşmak zor. Bir tek yemekhane işleten ablaları abileri seviyorum. Çok iyi insanlar. Hep "bugün nasıl gidiyor?" filan diye soruyorum onlara. Mücadele etmenin hiçbir zevki yok benim için. Neye karşı? Niyekine? Mücadele etmeyi diğer insanlar kullandığı için kullanıyorum, yoksa benim için hiçbir anlamı yok. Belki onların tam olarak ne anlamda kullandıklarını da bilmiyorum. Kendi yaşamımı oluşturacak gücü de kendimde bulamıyorum.

    Anca böyle birşeyler okuyabiliyorum. Başka birşey pek yapasım gelmiyor. Bazen de yemek filan yiyorum işte. Çok sıkıcı aslında düşününce, ama hep başka şeyleri düşünüp durarak bastırıyorum.

    Bu düşünceler içerisinde bugünü de bitiriyorum olaysız. Epey okumuşum bugün. Ama yarın dersim de var! Tüh. En iyisi sabahlayayım diyorum, kitap okumaya devam ediyorum. Fakat saat sabaha karşı 4 gibi gücüm tükeniyor ve uyumaya karar veriyorum. Arkadaşım da dota 2 oynuyor hala. Işığın açık kalmasında ısrar ediyor. Bilmem neden. Çok uzun süredir Dota 2 oynadığını, alıştığını söylemişti ama karanlıkta oynayamıyormuş. Tuvaletin ışığını yakıyorum bari. Oyunu bozulmasın. Sonra kulak tıkacını takıyorum, fare sesini inanılmaz iyi kesiyor. Dönüp fareye bakıyorum, tak tak tak tıkladığını görüyorum. Fakat ses yok hiç. Çıkarıyorum kulağımdan tıkacı, sesler geliyor. Tekrar taktığımda komple kesiyor. Bu tür deneyler yaparak test ediyorum. Sonra ışığı yoksayarak bir an önce uykuya dalıyorum.

    Ha, bugün yaptığım bir akılsızlık daha aklıma geldi. Meğerse bugün Pazar, bilmiyorum işte akıldan çıkmış. Yastığı teslim almaya gidiyorum o hacı amcadan, eh. Kapalı tabi o gün. Daha sonra oralarda yakında bulunan bir kahvede, daha doğrusu kıraathanede, dışarıda kurulmuş masaların başındaki sandalyelerde oturan birkaç adamdan birisine dönüp, "Bu yastıkçı Pazarları çalışmıyor değil mi?" diye sordum iyice emin olmak için. Cevap negatifti tabi.

    Sonra yürüyerek yurda gelmiştim işte.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi CSB yazmayan adam -- 27 Ekim 2015; 22:52:56 >




  • 18.parça(26.10.2015, Pazartesi)
    Bugün 8:30 daki desri kaçırdım. Sanıyorum telefonun saçmalığından. Sessiz moda alınca alarm sesleri de çalışmıyormuş. Öyle salakça birşey varmış, yeni keşfettim. Aslında daha önce de olmuştu ama ben hata zannetmiştim bunu. Kendim şu anki zamandan 1 dakika sonrasına alarm kurunca, alarm çalmayınca farkettim.

    Neyse. Canım sıkıldı, zevksiz zevksiz kahvaltı yaptım. Daha sonrasında neler yaptığımı hatırlamıyorum pek.

    Haa, yastığımı teslim almaya gittim. Yine yurttan çıkıp inadına yürüyerek oraya gittim. 5 de 6 da kapatmasına sinir oldum adamın. Hangi dünyada yaşıyordu acaba? Ben tam zamanlı çalışan biri olsam bu adamı ne ara görebilecektim de alışveriş yapacaktım? Neyse işte, bir an önce vardım dükkanına.

    İçeride, tam girişte, sanki kati olarak girişi kapatmak için araya saldaye koyup oturmuş bir adam vardı. İlle adama sürtünecek miydim yani girerken? Off... Biraz çekindim. Ama yine de girdim içeri. Hacı, o sandalyedeki adamla konuşmaya devam ediyordu. Bana bakmıyordu, fakat ona bakarken de bana dünkü gibi güldüğü gibi bakmıyordu. Adam benden daha büyüktü kesin, ondandı belki de.

    Ya da genel olarak ben çocuk gibi mi duruyordum? Bilmiyorum, bazen bir çocuk olduğum izlenimine kapılıyorum. Ne kadar sakallarım da olsa. Hem iyi hem kötü bir durum bu. Ama gerçi öyle göründüğüm de kesin değil.

    Neyse ne, nihayet bana döndü hacı. Ama ilk önce onun arkasındaki 3 çocuktan, gençten yani, ortadakisi seslendi bana "buyur kardeşim" diye, hacı bundan sonra bana döndü. Yine abartılı bir biçimde gülümsedi bana. Yastığımı sordum. "Şu arkadaki yastık" dedi. Sağımdaydı aslında, ben de döndüm. Birtakım yüklerin üstünde, önünde metre cetveli vardı - 1 metre uzunluğunda cetveller olur ya - ve onu kaldırmak zorundaydım. Aldım ve hacının üstünde durduğu yatak gibi şeyin üstüne attım. Hacının keyifler gıcır ohh, yatakta çalışıyor adam. Battaniye filan dikiyor. Ama metreyi de öyle koymuş ki yastığı çeksem devrilecek. Hacının metreyi böyle koyması bana, bazen benim de yaptığım ilginç, domino taşları gibi biri devrilse diğerleri komple devrilecek şekilde koyduğum düzenlemeleri hatırlatıyor. Acele etmesem, yavaş davransam hem hiç böyle riskler almam, hem de strese girmem. Mesela, bulaşık yıkarken, temiz tabakları bir zeytinyağı şişesinin üstüne koymam. Ne yapayım, yer yok. Ama istesem açarım da. Ama neyse, boş ver. Babam görmesin yeter. Hem devrilirse tutarım. Hehehe.

    Nerelere gittim yahu, döneyim geri. Zaten metreyi atarken bunları aklıma geldiğinden mal mal sırıtıyordum. Attım metreyi yatağa ve yastığı aldım, inceledim elimde. Kirli değildi. Poşet istedim, verdi bir tane. Ben de parasını çıkardım cebimden. 20 lira. O da paramı gördü, üstünü hazırladı. 5 lira. Birbirimize banknot fırlattık. O yatağın ucuna biraz eğildi, ben ise gençliğin verdiği çeviklikle hemen parayı kaptım. Biraz pazarcı işine benzedi bu para verme, para alma olayı. Süzgeç gibi birşey kullanmalı bence amca. Hehehe. Hayırlı işler diledim ve ayrıldım, Aşağıya doğru, köprünün oradan yurda döneyim derken, ekmek de alayım dedim bir an. Fırına gidecektim, orası ise biraz uzaktaydı. Ama yapardım ya.

    Bir de zaten, yastığı teslim almak için yurttan çıkıp yürümeye başladığımda, aklıma kulak tıkacını koymak için plastik, küçük, açılıp kapanabilir poşetlerden almak geldi. Bir markete sordum, burada satılır mı diye. Satılmadığını söyledi. Bir boya, yapı marketine girdim bu sefer burada kesin satılır herşey diye. Sordum adama. "Acil mi lazım?" dedi. "Yoo, bir acelesi yok" dedim. "1 tane mi alacaksın?" diye sordu tekrar. "Hayır 20 tane filan alacağım işte" dedim. Sonra "bak, onu nerede bulursun biliyor musun?" diyerek, uzun bir tarife girişti. "Şu pastaneyi biliyor musun? Heh, oranın ilerisindeki sokaktan giriyorsun, otopark var böyle, katlı. Oranın alt katında satılıyor" dedi. Dükkanın ismini de söyledi ama unuttum, yani o zaman biliyordum da şimdi yazarken aklıma gelmiyor. "Ambalaj filan mı satıyor yani?" dedim; evet, dedi. Sonra giderim dedim buraya, şimdilik yastıkçı kapanmadan yastığımı almalıydım. Dönüşte bir de ekmek alırdım. İlk kez tam buğday ekmeğini buradan almıştım. Çok güzeldi burasının ekmeği. Ama sonradan bir iki kez yurduma yakın olan biryerden aldım, ama çok pişman oldum.

    Çünkü; bir keresinde o yurda yakın yerden aldığım ekmeğin üzerine sinek yapışmıştı. Bildiğiniz, oraya hani susam filan ekerler ya hamurun üzerine bazen, sanki sineği de öyle ekelemişler, biraz yapışmış gibiydi. Gözlerime inanamadım, kocaman karasinekti resmen. O ekmek dilimini kenara ayırıp diğer dilimleri yemeye çalıştıysam da yapamadım, bir iki ısırık aldım ama beni bir iğrenmedir tutmuştu zaten. Bu sabah kahvaltısında olmuştu bu. Ya da akşam mıydı? Tam hatırlamıyorum. Ama telefondan fotoğrafını çekmiştim. Çekiliş tarihi 23/10/2015 13:10:26. Yani sabah kahvaltısında, ve Cuma gününde olmuştu, hatırladım. Bu olay yüzünden, o yurdun yakınındaki fırına karşı içimde kötü hisler belirmişti, fakat işte şimdi burada, Merkez'deki fırına kanımı ısındırmıştı. Ama yastığı almak önceliğimdi. Oraya doğru seğirttim ben de. Önüme sürekli insanlar çıkıyor, yürümeyi bilmeyen insanlar. Sanki kaldırım sırf kendisininmiş gibi hareket eden insanlar. Yoksa ben mi çok hızlı yürüdüğümden bana öyle mi geliyor, bilmiyorum. Biraz daha hızlı yürüseler, veya 3 kişi kapasiteli kaldırımda 4 kişi yan yana yürümeseler olmaz mı?

    Arabaların yanından mı yürüsem acaba diye düşünüyorum. Fakat nihayet, yastıkçının bulunduğu, o kadar kalabalık olmayan sokağa varıyorum. Sağı solu inceliyorum, kafamı geriye filan çeviriyorum. Bu dükkan neresi? Burda ne satılır? Ne güzel bitkiler... Bu yerdeki de nedir? Durup, geri dönüp, kafamı çevirip bunları inceliyorum. Son zamanlarda pis bir huy haline geldi bende bu. Ama merak ediyorum. Ve isyan ettiğim birşey de insanların yerlere çok fazla çöp atması. En çok, dikkatimi bu çöpler, ambalajlar çekiyor. Genel olarak yani diyorum.

    Neyse, varıyorum yastıkçıya. Az önce yaşadığım olaylar dizisi gerçekleşiyor. Elimde kocaman yastıkla otobüse binmeyi düşünürken, bu cırt cırtlı poşetlerden ve ekmek almam gerektiğini hatırlıyorum. Zaten yastık hafif. Yürüyorum geriye. Ekmek fırınına giriyorum önce.

    Bir kadın var, hoş, ten rengi güzel bir kadın. Gerdan kısmını biraz açık bırakan bir elbise giydiğinden dolayı bu düşünceye varıyorum.

    Neyse, ben buraya böyle düşünmeye gelmedim, diyorum içimden. Başka müşteriler de var hem. Vardı galiba, tam hatırlamıyorum. Sıra bana geliyor, tam buğday ekmeği istiyorum. "Kesemeyiz bu arada, yeni geldi, sıcak" diyor. Bana demedi herhalde, başka müşteriye demiştir diye düşünüyorum. Alıyorum ekmeği, kestirmek istediğimi söylüyorum.

    Bu sefer tekrarlıyor, "ekmek yeni geldi şimdi o yüzden sıcak olduğundan kesemeyiz" diyor. Aslında kesilebildiğini biliyorum, ama çok dağılıyor sıcak ekmek kesilince, ziyan oluyor. O yüzden aslında kesilmemesi daha iyi, ama kesilebilir de yani. Bu sefer diyor ki "Merkez'de yarım saat 1 saat filan işiniz varsa eğer burda dursun, o zaman kestirip veririm" diyor bana. Yok herhalde, o kadar uzun işim olmayacak. "Yurttaki meyve bıçağıyla kesebilir miyim ki bunu?" diyorum. Tabii ki kesersiniz, diyor. Tamam diyorum ve alıyorum. O paketlerken ekmeği, ben de ona bu başka fırından aldığım ekmeğin üzerinde sineğin yapışık halde olması olayını anlatıyorum. "Burdan mı almıştınız?" diyor. Başka bir fırından almış olduğumu söylüyorum. Sonra devam ediyorum anlatmaya. "Bu işte çok sık karşılaşılan bir durum mu?" diye soruyorum. Sonuçta fırınların hali belli, sinek filan girebilir, uçan bir hayvan. El değmeksizin üretilen birşey değil çoğu yerde ekmek. O da kararsız kalıyor biraz, pek birşey söyleyemiyor, geveliyor. Bu konuda bilgisiz anladığım kadarıyla. "Ben zaten buradan ekmek almıyorum, biz kendimiz evimizde ekmek yapıyoruz" diyor sempatik bir biçimde. Şaşırıyorum, nasıl, diyorum. Ekmek yapma makinesiyle mi yaptıklarını soruyorum. Fırında yapıyorlarmış. Bir çeşit kepekli undan yapıyorlarmış. Ondan bahsediyor bana. Ama sonra, "tabii ki yani sonuçta fırınlar açık şekilde duruyor, öyle bir durumla karşılaşılabilir" diyor. Ben de öyle düşünüyorum. Biraz sohbet etmek havasında galiba kadın. Ben de birşeyler söylüyorum. Esmer buğdaydan bahsediyor. Esmer buğday diye birşey yoktur, diyor. Ben babaannemin yanında tarlada görüyordum, hiç esmer buğday diye birşey yoktu, diyor. Tam buğday diye birşey var, diyor. Sonra bana vereceği ekmeği gösteriyor, içi beyaz. Bu tam buğday ama yine de beyazlık var, diyor. Neyden bahsettiğini tam anladığımı söyleyemem. Pek bilgili olduğum konular değil bunlar. Belki de o anda sanki onda biraz bilgisizlik sezdiğimi anladı da kendini savunuyormuş gibiydi şimdi. Çok neşeliydi. Biz konuşurken başka müşteriler geldi, çocuklar geldiler. Birşeyler aldılar gittiler koşa koşa.

    Bu arada kadın hassasiyetimi görünce orada bulunan, üzerinde kağıttan ambalaj bulunan yarı kapalı yine aynı ekmeği vermeyi teklif etti bana. "Madem bu kadar hassassınız" dedi. Tamam dedim, onu verdi bana. Ben de son bir iki şey dedim, ekmeğimin parasını ödedim ve gittim.

    Sırada da ambalajcıya gidip o cırt cırtlı poşetlerden almak vardı. Oraya doğru gittim. Bulamadım katlı otopark filan. Bir yere girip sordum. Yine bir yapı marketiydi. Sanıyorum dükkan sahibi olan adam ve başka bir adam konuşuyorlardı aralarında. Sanıyorum müşteri olan adam "Aha 100 lira, 75 lira al buradan!" diyerek, 100 lirayı adamın masasına doğru çalıyordu şakayla karışık. Samimiyet vardı aralarında. Konuşmaları bitince ben de istediğimi sordum. Adam bana, "sen bunları mı soruyorsun yoksa?" diyerek bir yere yönlendirdi bir başka elemanıyla gönderip. Baktım, bunlar kelepçeydi, polislerin kullandığı kelepçe değil, hani plastik kelepçeler olur ya. Yaklaşık 1-2 düzine kelepçe, bir naylon poşet içindeydi. Fakat bir öğretmen edasıyla, naylon poşediyle beraber adamın yanına götürüp, istediğim şeyi tarif etmeye karar verdim. Dedim ki, "işte bu plastik poşet, hani bunun böyle açınıp kapananları olur böyle, şerit gibi, çekersiniz açılır, bastırırsanız kapanır." dedim. Yanındaki adam da "hee bu çocuk cırt cırtlı poşetlerden istiyor" dedi. Onu alabileceğim yeri gösterdi bana.

    Gidiyordum o tarif edilen yönde. Yine kafam karıştı bir süre sonra, tam o sırada birisi "senin aradığın yer burası işte" diyerek bir dükkana girdi. Ulan dedim beynimi mi okudu yoksa yine kendi kendime "nerede bu ambalajcı?" filan mı diyordum sokak ortasında? Belki o da duyup karşılık vermiştir diye düşünürken, o 100 lira veren adam olduğunu gördüm. Konuşmaları duymuştu. İçeri girdi, "şu oğlana bak birşey istiyor" dedi içerideki adamlara. Bir genç de gelip bir yerden o aradığım poşetlerden çıkardı, yaklaşık 20-30 tane aradığım poşetten vardı içinde, bu poşetler de yine başka bir büyük cırt cırtlı poşedin içindeydi. Küçük poşetlerdi yine de, ele sığan poşetlerdi. 2,5 lira dedi. Verdim. Daha büyükleri de olup olmadığını sordum, fiyatı artarmış ama. Pek önemli değildi, sadece sormuştum. Bu şehirde çeşit çok muydu bu konuda onu merak ediyordum. Demek ki vardı. Neyse, çıktım dışarı.

    Bu dükkanı bulmadan evvel başka bir dükkan daha görmüştüm, sanat galerisi gibi bir yer. Tam gördüğümde, içerideki kadın, dükkanın içinde başka bir odaya girmişti. Dükkanı boş bırakmıştı. Babam böyle dükkanı boş bırakan insanlara sinir olurdu. Çalınırdı ederdi birşeyler. Ama sanat galerisinde kim ne çalacak ki?

    Her neyse, beni ilgilendiren şey, acaba burasının bir sergi mi olduğuydu. Neydi burası? Meraklandım. İçeri girdim, bakıyordum etrafa. Fazla da rahatsız etmek istemedim, ne derseler alttan alabilecek bir tavırda girdim içeri, odadaki kadın gördü, yanıma geldi. "Buyrun ne istemiştiniz?" dedi. Ben de merakımı anlattım ona uzun uzun. "Ya buraya girdim de böyle bu güzel resimler filan bayağı bir ilgimi çekti, burası bir sergi gibi birşey mi acaba?" dedim. Değilmiş. Resim satın alıp satıyorlarmış. "Peki bu şehirde hani böyle özgür sergiler olur, insanlar gidip sanatçıların yaptığı resimleri incelerler ya, burada da öyle şeyler yok mu acaba?" dedim. "Birtakım kurslar var, bunlar bazen sergiler düzenliyorlar fakat İstanbul, Ankara'daki gibi öyle çok büyük organizasyonlar yok tabii" dedi. Anladım, dedim. "Ben resimlerinizi incelemek istiyorum mümkünse" dedim. "Tabii tabii inceleyin" dedi. Daha sonra bu da kesmedi, fotoğraf çekmek istedim. Sordum sorun olur mu diye. Çekin birşey olmaz dedi. Ben de beğendiklerimi çektim. Ama ne çekme, hepsini çekmiştim neredeyse. O açıdan,biraz kadına ayıp gibi birşey olmuştu. Yüz verince astarını da istemiştim. Neyse işte, kadın zaten arada bir bakıyordu bölmeden başını uzatıp. Rahatsız olmuş gibi geliyordu bana biraz. Oysa çok kibar konuşuyordu. Ya da ben yine kuruyordum kafamdan. Ama o baktığında da sanki hiçbir şey çalmaya meyilli değilmiş gibi davranıyordum, daha sanatçı ruhlu bir kişi gibi davranıyordum. Sanatçı ruhlu insanlar hırsızlık yapar mı? Eheheh. Çenemi filan kaşıyordum. Zaten çalmaya meyilli değilim, asla. Ama şüphelenilmek pek hoş değildi.

    Neyse, ben fotoğraf çekimini bitirdim, kendimce. Daha kötü hissetmeseydim hepsini çekerdim herhalde, telefonum bir de daha kaliteli olsaydı. Çok hoş resimler vardı. Ama bir kadın gelmişti, çerçeve yapılıp yapılmadığını sormuştu. Ne alaka dedim ben içimden. Burası fotoğrafçı değildi ki? Ama belli de olmazdı. Neyse, işlerini karışmamalıydım.

    Fiyatları da çok yüksekti zaten bu resimlerin. Kadınla ilk kez sohbet ettiğimde sormuştum da, "Şunlar 150, şunlar 250, şunlar 300, şunlar 500" diyerek göstermişti birtakım resimleri bana. Benim gibi birisi için pahalıydı tabii. Fakat güzel oluyordu bunları almak, evin bir köşesini süslemek. Gerçekten. Daha önce böyle süslenen evleri gördüğümde çok imrenmiştim ben. Bizim evde ise hep soyulmuş sıvalar vardı. Bomboş. İnsana hiçbir şey düşündürmüyordu bunlar.

    Kadın susmuyordu hiç, ben de araya girdim mecburen, teşekkür ettim beni burada barındırdığı için. Resmen barınmıştım içeride yarım saat. Dışarısı soğuktu. Mülteci gibi hissettim kendimi. Hahaha.

    Epey zaman geçmişti, bari götürüp ekmeği kestireyim dedim, kesin soğumuştur artık.
    Sonra direkt olarak yurda gittim, birtakım kendi eğlencelerimle uğraştım. Kitabımı bitirmeye uğraştım. Çok ilginçleşiyordu. Sanıyorum kız poligamikti. Birden fazla erkeği seviyordu. Bunu asıl sevdiği birinci erkek de biliyordu, ve birşey de yapmıyordu. Neyse, ahlak sorgulamayı ve ahlak bekçiliğini sevmem. Ama sevdim yine de bu kitabı.

    Sonra akşam yemeği, tekrar biraz yürüyüş derken, biraz hasta hissettim kendimi. Umarım hasta olmazdım. Banyoya girdim hasta olma ihtimaline karşın. Sıcak su vardı zaten, banyo da sıcaktı. Çok problem değildi. Bu yurttan çok memnunum birçok şey konusunda, ama disiplin olayına katı kurallar getirilse çok güzel olurdu. Ben muhtemelen eve çıkmak zorunda kalacaktım artık. Ne yapacaktım ya? Bıktım yahu. Benim kafamda insan yoktu burada ve insan bundan dolayı, haliyle rahatsız oluyordu.
    Neyse ney, bundan sonrası malum. Banyo, sonra oyalanma, sonra yatış.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi CSB yazmayan adam -- 29 Ekim 2015; 18:30:16 >




  • 19.parça(27.10.2015, Salı)
    Bugün alarm düzgünce uyandırdı nihayet. Fakat yine beklediğim vakitte kalkamadım. 7:10 da kalkmak istemiştim ama 7:40 idi saat. 9:20 de ilk ders. Ne yapayım? Biraz uyudum ben de. 8 e kadar. Öyle kalktım. Fakat o da ne? Fena hasta olmuşum. Kaburgalarım sanki buzdan yapılmış, etimi sızlatıyor içeriden. Ölüyorum neredeyse. Boğazım şişmiş, aldığım nefesin yarısı gitmiyor ciğerlerime bu şişlikten dolayı, neredeyse. Kloroben arıyorum, antiseptik bir sprey. O iyi geliyordu bu durumlarda. Ama bulamıyorum, tüh. Dolabıma da bakıyorum, komidine de bakıyorum, yok. Derse de yetişmeliyim. Kahvaltı için hazırlanıyorum ve kahvaltıya iniyorum. 4 yumurta ve standart kahvaltı, süt içiyorum. Çay da alıyorum ve balı alıp çaya katıyorum dirileyim diye. Pek bir etki yapmıyor sıcak olmasından başka. Yumurtaları yiyorum, domates, salatalık derken vakit geçiyor. Kaşar peynirini bırakıyorum ve odaya çıkıyorum tekrar. 8:40 filan olmuş saat. Yetişemem artık diyorum. 2. derse yetişmeyi düşünüyorum bir yandan da. 3 haftadır bu derse yetişemiyorum çünkü. Hem çıkar, kloroben alırım diyorum.

    Öyle de yapıyorum. Merkez'e doğru yürüyorum üstümü sıkı giyindikten sonra. Ceplerime de mandalina doldurmuşum, C vitamini olsun diye, gider ayak onları yiyorum. Çöplerini bir çöp konteynırına atıyorum, çöp konteynırının yanında bir durak var, durakta bir kadın oturuyor. Ona, "buralarda eczane var mı?" diyorum, tarif ediyor. Dövecek diye korkuyorum aslında başta ama dövmüyor. Biri vursa ölecek gibi hissediyorum. Motor seslerine yine uyuz olduğumdan tıkaçlarımı takıyorum kulağıma.

    Eczanenin olduğu yer, bir mahallenin ortasında. Üstelik pazar kuruluyor burada. Bugün de Salı pazarı varmış. Ama çok değişik bir pazar. Uzunlamasına bir pazar değil, ortada bir sokak yok zaten pazarın olduğu yerde. Pazarın olduğu yer komple boşluk normalde. Pazarcılar ise, kocaman bölgeye bir sıra boyunca diziliyor mesela, başka gelen bir pazarcı grubu da buna paralel bir sırayla diziliyor. Böyle böyle 4-5 tane sıra vardı, pazarcı grubu taa o meydanın sonuna kadar. Meydan, evet meydan burası. Ama normalde çok sessiz bir yer aslında burası, hani bir İzmir, İstanbul gibi değil.

    Pazar, bana nedense Türk televizyonlarında bazen program yapan, yabancı ülkeleri gezen, özellikle de Afrika ülkelerini gezen gezi programlarını hatırlatıyor. Orada da, genelde Afrika'daki ülkelerde de bu şekilde sıra sıra dizilen pazarlar vardı hep gördüğüm kadarıyla.

    Ben ise ilerliyorum, eczane hemen bu sıranın dışında. Pazarcı sıralarının arasında geçip eczaneye giriyorum. İsteğimi söylüyorum, arka tarafta oturan genç bir kız da bana bakıyor dik dik, boş boş. Ben de şöyle bir bakıyorum, sonra işime bakıyorum. Sonra tekrar bakıyorum, ama farklı bakıyor gibi sanki. Ya da ben mi yanlış anlıyorum? Ama sevmiyorum her türlü de ben bu bakışmaları. Neredeyse eczaneyi terk edeceğim sıkıntıdan. Vazgeçiyorum, devam ediyorum. Eczaneci, kloroben yerine Farhex veriyor. Aynı formülasyonda olduğunu söylüyor. Evet, ikisinde de benzidamin HCl var, görüyorum. Ekstradan Farhex de aspartam varmış, yani kanserojen bir tatlandırıcı. Sakızlarda filan oluyor genelde. O kadar da önemli değil, nitekim uzun süreli kullanmayacağım.

    Kredi kartımı veriyorum, arkaya geçiyoruz ve kartı takarken ben de etrafı inceliyorum. Bilgisayarının monitörü tüplü monitör. "Bilgisayarınız çok eskiymiş" diyorum. "Evet, eski. Ehh, burası bir mahalle, ben de mahallenin eczanecisiyim. Daha da iyileşecek umarım" diyor. Ben de umarım diyorum. Duymadığını söylüyor, tekrarlıyorum. Boğazımın şişik olduğunu, başka neyin iyi gelebileceğini söylüyorum. Bitki çaylarından bahsediyor, C vitamini diyor. Hatta çikolata bile yiyebilirsin, diyor. Seni iyi hissettirecek birşeyler yapabilirsin diyor. Bu ilginç. Sonra iyi günler dileyip ayrılıyorum, yurda dönüyorum.

    Farhex'in sprey hortumu biraz daha kısa. Dolayısıyla tam boğazıma sıkmam daha zor oluyor. Hele küçük dile sıkmak... Küçük dile sıkınca, eğer yutkunma problemi varsa, o problem çözülüyor çoğu zaman. Çünkü genelde yutkunma sorunu küçük dilin uzamasından, yutkunurken dile değmesinden dolayı oluyor, bu da mikropların küçük dilin etrafını sarmasından dolayı oluyor. Bu da sanki sürekli balgam akıntısı varmış gibi hissettiriyor kişiye. Ama bunla küçük dile sıkmak çok zor olurdu herhalde. Zaten şu anda yutkunma problemim yok.

    Şimdi daha iyi hissediyorum. Zaten geri dönerken güneş çıkmıştı, sırtımı güneşe tuttum biraz. Çok iyi gelmişti bu.

    Sonra da okula gitmeyi düşündüm. 2 farklı dersim vardı. Ama birisi çok sevdiğim, bana "arkadaşım" diyen hocaydı, sevmiştim bu hocanın mentalitesini. Hastaydım da, o yüzden gitmesem, daha erken iyileşmem açısından iyi olacaktı. İkinci derste de olsa olsa 1 hafta devamsızlığım vardı daha, soğuklar erken bastırmıştı, hasta olmuştum, ne yapayım? Gitmemeye karar verdim. Sonra tüm gün kitap okudum.

    Sonra yattım biraz, istirahat ettim. Yastık hiç rahat değildi bu arada, bu gece onunla yatmıştım ama, yüksekti. İçinden bir miktar pamuğun çıkması lazımdı. Beklediğim gibi yumuşak da değildi. Demek ki pamuk sıkıştırılınca demir gibi oluyordu. Ama eski yastığı çıkarıp yastık yüzünü ona takacak bile halim yoktu, o yüzden öylece bıraktım ve yattım. Yüksek yüksek biraz boynumu ağrıtıyordu ama olsun.

    Saat öğlen 3 gibi de bugün tiyatro olduğu geldi aklıma, aslında aklımdaydı da, derslere gitmeyip sadece tiyatro için okula gitmek de garip geliyordu bana. Ama biraz sosyalleşmek istiyordum, tiyatro arkadaşlarımla konuşmak istiyordum, bu beni hem eczanecinin dediği gibi iyi hissettirirdi. Gerçi odada oturarak kitap okuyarak da iyi hissederdim ama kitabı her zaman okurdum, tiyatro bir daha olmayacaktı bir hafta daha. Sadece belki bağırmalı egzersizler yaparsak, biraz hasta olduğum için zorlanabilirdim. Ama o zamana kadar iyileşirdim herhalde ya. Aldığım ilacı bir daha sıktım ve düşündüm. Olurdu bu ya, gitmeliydim tiyatroya. İçim sıkılırdı böyle. Oda arkadaşım da yok zaten, derse gitmiş galiba.

    Bu yüzden dışarı çıktım saat 3 buçuk gibi öğlen. Manavın önünden geçtim otobüse giderken, müşterisiyle ilgileniyordu. Selam veremedim. Önemli değil, akşama belki birşeyler alırdım. Zaten dün almıştım yaklaşık 10 tane yerli muz, fakat Çarşamba günü de gidecektim memleketime, kim yiyecekti o kadar muzu? Yanımda taşıyamazdım herhalde. Amaan, yerim herhalde diye almıştım ama bakalım yarın ne edeceğim. 3 tanesini yedim şu ana kadar.

    Neyse işte, otobüse bindim galiba. Biraz bekledim binmeden evvel tabi. 16:00 civarıydı saat bindiğimde sanıyorum. 17:00 de başlıyordu genelde tiyatro provaları. 16:30 da vardım okula. Kantine girdim, tiyatro grubumuzu aramaya başladım. Sınıf arkadaşımı gördüm orada ve "Merhaba" dedim, çay içiyordu. O da merhaba dedi, ve ben kantine gittim su almak için, 2 adet su aldım ve geldim.

    Arkadaşımın yanına oturmak istedim, fakat orada bir çanta vardı. Masadaki diğer elemanlara burada birisi oturuyor mu diye sorduğumda, orada çok önemli birisinin oturduğunu, oturmamı pek tavsiye etmediğini söyledi bana. Çok da umrumda değildi ama konuşma tarzı pek hoşuma gitmemişti. Hatta test etmek amacıyla oturmak da isterdim. Ama bir an önce tiyatro provasına başlamak için sabırsızlanıyordum. Öbür yere geçtim, yani arkadaşımın sağ yanına, bu ilk oturmayı planladığım yer arkadaşımın solundaydı; sağ yanımda da bir kız oturuyordu şimdi. Htc marka akıllı telefonu vardı, ekranı çok hoştu. Etrafı izliyordum, sonra birden aklıma hastalığımı biraz olsun gidermek için limonlu çay almak geldi. Kantine doğru ilerledim. Kantine bakan en az 60 yaşındaki teyzeye "limonlu çay var mı teyze?" dedim, o da biraz köylü ağzıyla "va va olma mı bak git oraya poşet çaylar var bilmem neler va" dedi, ilerledim. Poşet çay değil, ben limonlu çay istiyordum. Sordum limonlu çay var mı diye. Orada bir yerlerde geride, tezgahta limon görmüştüm. Ama bir yandan da tezgahta ıhlamur filan da vardı. Hem de ballı. Poşet çaydı ama alınabilirdi. Ben de limonlu çay yerine bunda karar kıldım ve aldım. Sıcak su istedim. Arkada, taa geçen seneden tanıdığım teyze de bana gülümsemişti, ben de ona gülümsedim. Sıcak çayım gelmişti, tam doldurmuyorlardı sanıyorum elimiz yanmasın diye. Ama böyle de az oluyordu yahu. Neyse, fiyatını sordum. "50 kuruş mu 1 lira mı neydi?" dedim, 75 kuruş dedi. 1 lira verdim, 25 kuruşumu verdi. Şeker de attım biraz. Sonra teyzenin yanına gittim "hasta olmuşum fena" dedim. O da bana öğütler verdi, kendisinin de daha önce atlattığı hastalıkları anlattı. Çok üzülüyordum aslında bu teyzeye. Yani, eğer burda çalışmayı çok sevmiyorsa işkence ediyordu kendine. O kadar insanla uğraşmak filan.

    Neyse, çayımı aldım ve geldim. Çantam da duruyordu masamda. Aslında biraz paranoyaktım çantamı karıştırırlarsa filan diye düşünüyordum çoğu zaman uzaklaştığımda. Ama birşey olmamıştı belli ki. Çantamın koluyla çanta arasında bir yere koydum çayı mecburi olarak. Daha sonra çantayı kaldırırken çaya çarptırmamak için çok zahmet verdim, görüş alanımı kapatıyordu çünkü. Neyse, yavaş yavaş içtim. Biraz sonra, masadaki insanlar tiyatro için akın etmeye başladılar. Galiba yanımda oturan kız, henüz hareket etmemiş arkadaşlarına "siz gelmiyor musunuz?" dedi. Gelmeyen bir tek az önce önünde çanta olan sandalyeye oturmak istediğimde orada önemli biri olduğunu söyleyen çocuktu. Sesi de çok inceydi, dönüp "ben başkaları gelir diye filan bekliyorum" dedi hafiften bağırarak. Ben de çayımı içiyordum onunla beraber masada. Bir süre sonra kalktık ikimiz de, o da birşeyler yiyordu.

    Salonda, ön sahne bölgesinde, çok önceden beri tiyatro grubunda olan yaşı büyük arkadaşlar oturmuşlar, sessizce birşey konuşuyorlardı diğerleriyle. Sesleri ilginçtir buraya hiç gelmiyordu. İçeriye girmeye çalıştığımda elimde çay ile, mavi gözlü, hafif yaşlı bir adam beni durdurdu, "yiyecek içecekle içeri giremezsiniz" dedi, "dökülüyor" dedi. Bu, yanımdaki arkadaşa da bir uyarıydı aslında. O da giremedi. Sonra adam birşeyler anlattı. Herkesin dökmeyeceğini söylediğini, fakat illaki döktüklerini söylüyordu koltuklara. Koltuklar yerinden çıkmıyormuş, temizleme imkanları yokmuş. Mavi gözleri bir süre sonra gülmeye başlamıştı. "Rektörlüğün emri arkadaşlar" diyordu. İşini çok ciddiye almış, emir diyor. Ahahaha.

    Neyse, biz de dışarıdan izledik öyle. Sahnede sessizce konuşuyorlardı, ağızlarını oynatıyorlardı belki de. Ben yanımdakine "ne konuşuyorlar yahu hiç sesleri gelmiyor" dedim, o da "benim dedikodumu yapıyorlar, niye gelmiyor acaba diye." dedi. Sonra oradaki çöp kovasının yanına giderek elindeki tostun kağıdını attı ve içeri girdi. Bir süre sonra ben de içtim çayımı ve içeri gittim. Ama tam oturmadan, tuvaletimin geldiğini hissettim ve geri döndüm, üstelik aldığım suları da masada unutmuştum. Gittim suları aldım, sonra tuvalete çıktım. Elimde sularla işemek çok zordu. Koltuğumun altına aldım, fakat yine zordu. Ehh, idare edecektim. Çantam da vardı ama tiyatro salonundaki koltuklarda bırakmıştım. Bir şekilde işimi gördüm, ellerimi sabunladım, yıkadım, duruladım ve geri geldim.

    Tam geri gelirken biri de elinde telefonla dışarı çıkmıştı. Demek ki daha tam olarak başlamamışlardı. Zaten içeri girdiğimde, laubali bir biçimde konuşuyorlardı sahnedeki kişiler. Sonra hepimiz sahneye davet edildik, zaten az kişi olduğumuzdan dolayı da gruplara ayrılmayıp, hepimiz sahneye çıktık. Seçim için herkes memlekete bu haftadan gitmişti, 29 Ekim tatili de eklenince birçok kişi fırsatı kaçırmamıştı.

    Sahnede, uzandırıldık. Müzik verdiler, ve hoca, bizden çocukluğumuzu düşünmemizi istedi. Çocukluğumuzda en sevdiğimiz oyunu düşünmemizi istedi. Müzik çok rahatlatıcı bir müzikti bu arada, hani insana çocukluğunu hatırlatan, durgun müzikler olur ya. Herneyse, benim çocukluk döneminde, yani tam olarak, iyi şeyleri hissetiğim dönemden kalan şey olarak aklıma evcilik oyunu gelmişti. Ablamla oynardım bazen. Onun dışında, pek yalnız bir çocukluk geçirdiğimi hatırlıyorum. Onu düşündüm, başka şeyleri de düşündüm ama bu evcilik oyunu, tam olarak çocukluğumu, çocuk hissettiğim zamanlardan kalmaydı. Bu yüzden bunda karar kılmıştım, bu zamanlarımı hatırlamaya çalışıyordum.

    Sonra hoca bir süre sonra bizi kaldırdı, hangi oyunu düşündüğümüzü sordu. Birçok erkek futbol demişti, ben de aslında evcilik gibi bir oyunu söylemek istemiyordum, biraz utanıyordum. Onbirelli filan diyebilirdim belki, ilkokulda oynanılandan. Ama benden başka bir erkek daha bu oyunu sevdiğini gösterince, ben de elimi kaldırdım. Biraz tepki yağdı hafiften, ama sıkıntı yoktu. Tek değildim artık. Sonrasında hoca, gruplandırdı bu oyunlara göre bizi. Kızlardan da 2 kişi evcilik demişti. Bakışıyorduk mal mal. Sonra hoca bizden bu oyunları oynamamızı istedi, baktık birbirimize yine. Nasıl oynayalım ki? Sonrasında zaten futbol gibi muhtemelen bu sahnede pek oynanmayacak oyunlar sevildiğinden, bundan vazgeçti. Başka bir oyuna geçti bunun yerine.

    "İnci Hanım nasılsınız?" adlı bir oyunu oynattırdı bize. Daha önceki hafta da buna benzer bir oyun oynamıştık. Öncekinde, bir çember oluşturulurdu. Dışta bir kişi ve içte bir kişi olurdu. Çemberde, insanlar yanındakiyle biraz aralık bir biçimde el ele tutuşurlardı. Dıştaki kişi, bu aralıklardan geçip içteki kişiyi yakalamaya çalışırdı. Yakalarsa ne oluyordu unuttum, ama eğer dıştaki kişi içeri girebilirse-ki çember izin vermiyordu, yaklaşınca dıştaki kişi, sıkışıyorlardı-içteki kişi dışarı çıkabiliyordu. Bu sefer de içteki kişiyi dışarı çıkarmamaya çalışıyorlardı. Çok komik sahneler yaşanmıştı geçen hafta bu oyun oynanırken. Bir ara, dıştaki kişi içeri girmişti, sıkışıp kalmıştı, dışarı çıkmasına izin vermiyordu çember. İçteki kişi ise tiyatronun ileri gelenlerindendi. İşi geyiğe vuruyordu. Provoke ediyordu onu yakalaması için. "Nanik, nanik!" yapıyordu çocukça. Çok gülmüştüm.

    Neyse ben asıl oyunu anlatayım. Bu oyunda içte bir kişi yok, dışta kişi var. Çemberdeki kişiler içe dönük duruyorlar. Dıştaki kişi, dışarıdan çemberi dolaşırken birinin omzuna dokunuyor. Dokunulan kişi dönüyor dokunan kişiye, bu kişi onun elini sıkıp "İnci Hanım nasılsınız?" diyor, öbürü ise "İyiyim siz nasılsınız?" diyor. Sonra ters yönlerde koşuyorlar,bu iki kişiden hangisi o çemberde boş kalan yere önce yetişirse artık oraya yerleşiyor, yetişemeyen ise ebe oluyor, tekrarlanıyor oyun.

    İlk "İnci Hanım" ben oldum maalesef. Ve yenildim, sıram kapılmıştı. Ben de gittim tazı gibi adamlara İnci Hanım dedim, yine bir yere yerleşemedim bir iki el. İsyan ettim şakacıktan biraz. Sonra tiyatronun ileri gelenlerinden olan, yavaş koşacağını düşündüğüm bir kızı İnci Hanım seçtim, ve yendim. Sonra oyun böyle bir kaç el daha devam etti.

    Sonraki oyuna geçtik. Bu da danslı, müzikli bir oyundu. Bir grup aşağı indi, bir grup kaldı. Ben de inmiştim, oyunu izliyordum. Oyunda ilk başta, hoca sırayla kişileri 1-2-3-4-5 ten başlayarak, 5 ten sonra tekrar 1 e döndürerek, 5 li gruplara ayırdı. Son grupta 3 kişi vardı, 2 kişi daha dışarıdan ekledi. Onlardan biri bendim, diğeri ise tanıdığım, az önceki oyunda da seçtiğim, tazı gibi koşan bir arkadaştı. Gruplar sahnenin ayrı köşelerine ayrıldıktan sonra, yerlere dosya kağıtları serdi hoca, önümüze daha doğrusu. 4 tane vardı her grupta.

    Müzik çalarken herkes oynuyordu kendince bu kağıtların çevresinde doğru. Bir de ebe vardı, müzik durduğunda, eğer kişiler bu kağıtların üzerinde durmuyorsa, bu ebe tarafından ebelenebilirlerdi. Bu yüzden, müzik durduğunda, gruptaki herkes kağıtlara basmalıydı. 4 kağıda basmak çok zor değildi, ayağın tamamının basmasına da gerek yoktu. Ama bir süre sonra kağıt sayıları azaltıldığında zorlaşıyordu oyun. Bana biraz saçma gelmişti aslında temelde. Yanımdaki kıza "oyunun amacı ne? şöyle yapabiliyor muyuz? peki şöyle? ya böyle yapsak?" diye sorup kafasını ütülüyordum. Ama tam anlamamıştım ne yapayım. Öyle böyle bitti bu oyun.

    Sonra bir oyun daha. Normalde topla oynanan bir oyunmuş bu ama top olmadığı için hoca defterlerle oynayacaktı oyunu. Yine biz inmiştik tabii. Öbür grup oynuyordu. Karışık bir mantığı vardı oyunun. Sırayla diziliyor arka arkaya iki grup, öndekine defter veriliyor. En öndeki, arkadakine, defteri bacak arasından uzatıyor, böyle böyle arkaya doğru gidiyor. Bu arada en öndeki de defteri verdiğinde, en arkaya gidiyor ve yerleşiyor. Galiba oyunun iki versiyonu vardı. En öndeki defteri verdiğinde arkaya koştuğu gibi, defter en arkadakine geldiğinde de öne koştuğu versiyonu vardı. Biz grup olarak sahneye çıktığımızda ikinci versiyonunu oynamıştık sanıyorum. Herkes, öne veya arkaya gitmişse oyun bitiyordu. Ve bu sahnedeki iki gruptan hangisi bunu daha önce yapmışsa galip oluyordu. Diğer versiyonları da, bacak arasından değil de, tepeden verme, ya da bir bacaktan bir tepeden verme, bir sağdan bir soldan verme versiyonları da vardı. Hepsini oynamıştık bugün.

    İlk grup bitirince bizim grup da çıkmıştı. Yine ayrılmıştık bu grup arasında ayrıca iki gruba bu oyunu oynayabilmek için. Oynadık da, ve 2-3 kez aynı sürelerde bitirdik. Bir sonraki oyunda ise bizim grup yenmişti.

    Veeee, son oyuna gelmişti sıra. Geçen haftada oynadığımız, doğaçlama oyunu. Bu oyunda ise senaryo, çok önceden beri tiyatroda bulunan bir arkadaş seçilmişti, bu arkadaş; bir büfeciydi. Bir tren istasyonunda büfesi vardı. Bir ikinci kişi, ona göre doğaçlama yapacaktı. Çok değişik fikirler vardı gerçekten. Antepli taklidi yaptı birisi de. Çok da iyi becerdi. Güya adres soruyormuş gibi gidiyordu büfecinin yanına. Size derken "siye" diyordu, ilk kez oynadığında hoca yüzünü tiyatroya karşı dönmediği için uyardı, baştan oynattırdı. İkincisinde ise, büfeci güya okuyamıyordu adresteki yazıyı. "Ne yazıyor burada? Ki.. Şıı.. Okuyamıyorum kim yazdı bu yazıyı?" diyordu, o ise "Vallahi bilmirem bizim Maho yazmıştır a" diyordu Antepli şivesi yaparak. Başarılıydı, alkışlandı bir süre. Hepsini hatırlayamıyorum ama bir oyun daha çok hoşuma gitmişti. Güya büfecinin annesi yanına geliyor "Hani rezidans rezidans yaptırdım diyordun bu mu? Rezidans diye büfecilik mi yapıyordun?" diyordu ve yakınıyordu. Oğlu ise "ya şimdi düşününce büfe de aslında tek katlı bir rezidans sayılır" diye bir savunmaya girişiyordu, çok komikti. Ana ise yine Güneydoğulu şivesiyle konuşuyordu. Çok başarılıydı.

    Bir diğeri ise, uyuşturucu satın almak isteyen bir adamdı. Bir başkası ona büfeden uyuşturucu alabileceğini söylemiş, o da buraya gelmişmiş. Sonunda büfeci onu kovuyordu.

    Bir başkası da büfeciden bir kargo alıyormuş. Kargoyu alan ise kargoyla ilgili sorular soruyor büfeciye. Ama aslında gizli polis. Kargonun içeriğini bilip bilmediğiyle ilgili sorular soruyor. O da başkasının özelini karıştırmayı sevmediğini söylüyor. Bir süre sonra kadın ayrılıyor, telsizden büfeciyi enselemelerini emrediyor astlarına. Öyle bitiyor.

    Birçok önceki skeçte ise genelde büfeden su veya tost yaptırmalı skeç oluyor. Bir ara büfeci, kimsenin parasını vermediğini görünce kızıp "yeter yav bu kaçıncı herkes alıp gidiyor parasını vermiyor." diye parlıyor. Salon kahkahalara boğuluyor.

    Ben de kalkıyorum. Büfeyi soymaya kalkan bir soyguncuyum. Çok beklenmeyen birşey. "Ellerini kaldır, bu bir soygundur" filan diyorum. Ama sanki çok iyi yapamamışım gibi hissediyorum. Büfeci yeterince korkmamış gibi. Poşet de fırlatıyorum "şu poşete kasadaki paraları doldur" diye, ama yok, birşeyler eksik gibi geliyor bana sanki. Sonunda, "hareket edebilir miyim?" diyor elleri havadaki büfeci. Gülüyorum, izin veriyorum ve ellerini indiriyor. Poşedi yerden almamı istiyor sonra benden. Ben de alıyorum, tam o sırada üzerime atlıyor güya. Ben ise çevik bir hamleyle geri çekiliyorum ve büfeciyi vuruyorum. Ölüyor ve skeç bitiyor. Ondan sonra birkaç skeç daha oluyor ve bugünlük bu kadar.

    Evlere dağılıyoruz, email yazıyoruz, whatsapp grubu açılacakmış ve birşeyler birşeyler. Neyse ne. Ben otobüs durağına yürüyorum, ve ümit ediyorum arkadaşlarla karşılaşmayı, şu anda pek yalnız kalmak istemiyorum. Hiç kullanmadığım durağa gidiyorum belki oraya gider diye arkadaşım, ama yok, orada değil. Belki kafeteryaya gitmiştir diye düşünüyorum. Her zaman kullandığım durağa doğru gidiyorum. Bir tane tümsek ayna koymuşlar buraya. İlginç. Sonra durağa yakın, tiyatrodaki arkadaşlarımı görüyorum. Sohbet ediyorlar. Ben uzak duruyorum, ama muhtemelen tanıyorlar beni. Öyle düşünüyorum, umuyorum. Bir süre sonra ben de aralarına katılmak isteyip "ya bu hafta tekerleme ezberleyip okuyacaktık niye okumadık?" diye soruyorum. "Bilmiyoruz ki, o kadar da çalışmıştık" diyorlar. "Aynen" diyorum. Oysa o kadar da çalışmadım aslında. Yoo, yine de çalıştım, hasta olmasaydım daha da çalışırdım da, neyse. Sohbete devam ediyorum, daha önceki oyundan isimlerini ezberlemişim, isminin başına sıfat ekleme oyunundan. Cidden insanları tanıştıran bir oyunmuş aslında. Bir de bu oyunda isminin baş harfinde bir sıfat da bulmak gerekiyordu. Onu hatırladım. Sonra bu arkadaşlardan biri beni hatırlamadığını söylüyor. Zaten oyunda başta olduğundan dolayı, birkaç isim-sıfat kombinasyonu okuduğundan, tanıyamayabileceğini söylüyorum ona. Oyunun o açıdan bir eksikliği de var. Mesela, ilk baştaki kişi veya kişiler, sadece bir veya birkaç tane isim-sıfat kombinasyonu okuyorlar. Sonlardaki kişiler ise kendilerine kadar herkesin isim-sıfatlarını ve kendi isim-sıfatlarını söylüyorlar. Bundan dolayı, ilk baştaki kişilerin sonlardaki kişileri dinlemesinin bir manası yok. Biz de bunları konuşuyoruz, ben konuşuyorum daha doğrusu. Zeki bir adamım, oyunun eksiğini buldum yine, hep yapıyorum, tüm oyunların eksik noktalarını buluyorum. Ehehe.

    Kaynaşıyoruz öyle. Ben bu arkadaşlarıma otobüs saatlerini gösteriyorum. Beklemeleri gerektiğini söylüyorum. Bekliyorlar. Onların da arkadaşları geliyor, onlarla da konuşuyorum. Sosyallik akıyor her tarafımdan. Taa ki, minibüs gelene kadar. Bunlar yeni minibüs, öyle dar değiller. İlk gelene binmiyoruz, ama otobüsün geleceği konusunda umudumuzu kaybettiğimizden, büyük çoğunluğumuz bu minibüse biniyor. Sonra gidiyoruz. Ayakta gidiyorum. Sessizlik. Yurda yaklaştığımı anlayınca butona basıyorum, minibüs ama butonu var. İniyorum. Akşam yemeği. Ama önce çorapları filan çıkar, fişi al öyle tekrar in.

    Çok hasta geçti bu günüm de. Kazak giydim aşağı yemek yemeye inerken, yün çorap giydim, kalın ve uzun. Zaten sabahleyin kadın, fiş getirmediğim için beni hasta hasta yukarı yollatmıştı. Dargındım o sabah ki ablaya. Oysa ne sıcak davranırdı bana. İşse iş o zaman ablacığım, samimi olmayacaktım bundan sonra. Ye-iç-yat-çalış, en iyisi.

    Tatlı aldım akşam yemeğinde, enerji olsun diye. Yedikten sonra yürüyüş de yapmayıp kitap okudum, dışarı çıkıp biraz daha hasta olmak istemedim, sonrasında da yattım zaten.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi CSB yazmayan adam -- 31 Ekim 2015; 3:20:40 >




  • 20.parça(28.10.2015, Çarşamba)
    Bugün dersi kaçırdım. Ama ikinci derse gitmeyi istedim. Bekledim bu yüzden, kahvaltı yaptım, dişlerimi fırçaladım ve sonrasında otobüse bindim, okula gittim. Dersin bitmesini bekledim ve dersliğe girdim, fakat çok doluydu. En arkaya geçtim, orada kitap okudum biraz. Fakat düşündüm, bu arkada ne dersi dinleyebilecektim güzel bir şekilde, ne de tahtayı görebilecektim. En iyisi dersten ayrılmaktı. Ayrıldım da. Kütüphaneye çıktım ve kitap okudum orada biraz, koltukları çok rahattı oranın. Çok sevdiğim bir kitabı arattım, daha önce arattığımda birisi almış ve iade tarihini geçirmişti, ama şimdi raftaydı. Oley! Hemen gidip aldım, sonraki kitabı da vardı, onu da aldım. Sonra otobüsle yurda geri döndüm.

    Bugün memleketime geri dönecektim, eşyalarımı topladım hemen. Sonra da yurttan izin aldım, güvenlikçilere iyi dileklerde bulundum ve ayrıldım. Yürüyerek Merkez'deki otogara bindim ve otobüse bindim. 3 saat sonra şehrimdeydim. Oradan da servisle evime geldim. Evime gelince ilk işim bavullarımı çıkarmak oldu, çıkardım ve sonrasında banyo yapmak için sabun aldım marketten ve geldim. Islak mendil de lazımdı, bavullarımı silmek için. Evde vardı, onu kullandım. Sonra bavulları temiz halde evin içine aldım. Babamla görüştüm, annemle görüştüm, hasret giderdim. Yemek de yedim, yumurta da almıştım dışarıdan. Onu kırdım tavaya.

    Yedikten sonra meyve filan da yedim, sonra kitap okudum. Bu yeni aldığım kitapları. Pek zaman geçmedi ki uykum da geldi, uyudum.

    21.parça(29.10.2015, Perşembe)
    Bugün evimdeydim, yastık rahat değildi. Yatak da. Ne beklersin ki? Neyse. Kahvaltı yaptım. Ailemin dükkanına gittim. İşlerini sordum, çalışanlarıyla sohbet ettim. Sonra birtakım ihtiyaçlar için para aldım ve dışarı çıktım. Onları aldım, dükkana geldim tekrar. Dedem gelmiş, siyaset konuşuyorlardı çalışanlar ve aile bireylerimle. Ben de izliyordum gözlerim açık. Bir iki birşey söyledim ama çok ateşli konuşuyorlardı. Pek oralı olmadım ondan sonra. Dedem, birkaç kitap da alıp gitti. Sevgi sözcükleri de söylemeyi ihmal etmedi. Ben de aynı şekilde karşılık verdim.

    Sonra eve geldim, yine kitabımı okumaya devam ettim. Sürekli kitap okumak yormuştu aslında biraz. Gözlerimi yoruyordu, göz kaslarımı özellikle. Ama yapabileceğim başka birşey yoktu. Bir akşam yemeği de yedim ve yatmaya çalıştım. Yatamıyordum, odada çok eşya vardı ve bu da canımı sıkıyordu. Işığı açtım ve öyle yatabildim.

    22.parça(30.10.2015, Cuma)
    Bugün öğlen 1 de kalkabildim ancak. Kahvaltı yaptım, biraz kitap okudum ve dışarı çıktım. Yastık alacaktım, pamuk yastık. Dükkana inip para istedim biraz ve gittim. Birçok yere sordum ama beklediğimden çok daha pahalıydı. Nihayet, bir esnaf olan başka bir yastık, battaniye dikicisini buldum. Onunla konuştum, onun da fiyatları yüksekti. Şehir dışında, pamuk yastığı 15 lira gibi bir fiyata aldığımı söyledim. Bunun neden böyle olduğunu sordum. Aslında bunların silikonla karışık pamuk olduğunu anlattı. Kendi kullandığı, işlenmemiş, yaprakları daha üstünde olan pamuğu gösterdi bana. Birçok şey konuştuk. Epey teferruat anlattı bana yastık üretiminde, yastıktaki pamuğun özelliğinden vesaire. Yatakları sordum ben de ona, o konuda da epey çok bilgisi vardı. Epey bilgilendim. Gelecekte kesinlikle kullanırdım bu bilgileri ve kesinlikle bu bilgiler beni bir adım ileriye taşımıştı. Yeni şeyler öğrenmiştim. Sonra ismimi sordu, ben de sordum. Tanıştık, samimiyet oldu. Yastık siparişi verdim ve ayrıldım.

    Sonra dükkana geldim geri, çalışanlarla konuştum, ailemle konuştum. Çalışanların birtakım sorunlarını konuştum, moral verdim onlara. Sonra eve çıktım, yumurta kıracaktım tavaya ama tavalar bulaşıktı hep. Ben de haşladım. Fokurdamaya başlamasından itibaren tam 5 dakika haşladım. Fakat bir sebepten ötürü tekrar markete gittim, ondan sonra yedim yumurtaları. Çok iyi kalite, lokum gibiydi yumurtalar. Keşke bu organik yumurtalar bu kadar pahalı olmasalar diye düşündüm. Sonra kitap okudum yine, domates yedim. Meyve yedim. Ve birazdan da yatacağım.




  • 23.parça(31.10.2015, Cumartesi)
    Ancak öğlen 1 de kalkabildim. Kahvaltı için 5 yumurta koydum tencereye haşlansın diye. Kronometre tuttum. Dünkü gibi süper, dehşet nefis, lokum gibi olmadıysa da yine de güzeldi. Zeytin, domates, salata da yedim. Süt içtim. Sonra burada sipariş verdiğim yastığı almaya çıktım. Çok heyecanlıydım, beğenirsem üniversite okuduğum şehire götürecektim. Neyse, gittim almaya. Bozuk para çıkmadı, başka yere gönderdi adam. Başka yerlerde de bulamayınca ben de bankamatiğe parayı yatırıp, istediğim miktarda parayı geri çektim, sonra kalanı da çektim ve bozulmuş oldu. Çok akıllıca, değil mi? Hehe. Bazen aklımla gurur duyuyordum. Sonra bozuk parayı götürdüm abiye. Çıkarken birkaç soru da sordum. Oraya gelmeden önce bir yerde kaz tüyü yastıklar görmüştüm 125 liraya, 300 liradan 125 e düşmüştü onlar da. Onları da sordum, 125 lira demiştim aslında sadece, ama çok daha pahalı olması gerektiğini söylemişti. Kaz tüyü yolmak çok daha fazla emeğe maloluyormuş, fırınlanıyormuş, bilmem ne tür işlemden geçiyormuş. Ama 300 liradan düştüğünü söylemeyi unuttum, 300 liradan indiğini söyleseydim belki öyle söylemezdi. Ayrıca en iyisinin de yine pamuk yastık olduğunu belirtti.

    Bizim evde de bir yün yatak vardı ayrıca şekli epey bozulmuş halde. Bunun düzeltilip düzeltilemeyeceğini sordum. Bana düzeltilebileceğini, tıpkı yaylı yataklar gibi şekile sokulabileceğini söyledi. Şaşırdım, biraz saçma geliyordu bana düşününce. Yün nasıl o hale gelebilirdi ki? Görmek lazım bir ara. Çift kişilik bir yün yatağın içindeki yünün makinadan geçirilip hava aldırılması, tekrar birleştirilmesi 200 lira civarı tutuyormuş, tek kişilik olanlar ise 100 lira civarı. Zaten 6 kilo,ya da 3 kilo yün oluyormuş içinde çift ya da tek kişilik olmasına göre.

    Bunları öğrendim işte, sonra yastığı da aldım ve gittim. Yolda bir ev dekorasyon yeri gördüm, çok ilginç şeyler vardı. Bir tane ipad tutacağı vardı ki evlere şenlik! Oduna bir balta darbesi vurmuşlar, ipad tutacağı yapmışlar ve 45 liraya koymuşlar. Neler neler vardı ama, çok güzel, görüntüsü hoş şeyler vardı. Öyle bir izledim ki, öyle şaşırdım ki, dükkan sahiplerinin benden rahatsız olabileceğini düşündüm. Sordum onlara da, "acaba birşey almayıp böyle sadece bakanlardan rahatsızlık duyuyor musunuz?" diye. Hayır, dediler. Yaşlı teyzeler çok yapıyorlarmış bunu. Ben ise sergi gibi geziyordum öyle içeride, üstelik ukala ukala almayacağım halde sorular soruyordum. Pehh. Ama bilgilenmek? Öğrenmek birşeyler? Bilemiyorum.

    Sonra oradan çıktım doğruca eve gittim, yattım biraz. Yemek yaptık, suda yumurta kırdı annem. İlginç birşeydi. Onu yedik. Sonra dışarı çıktım, sahile indim, gezindim. Hava soğuktu, kedileri sevdim. Kadınlardan nefret ettim, son günlerde bir kadın düşmanlığı var üzerimde. Nefret hissediyorum onlara. Böyle işte. Eve dönerken birşeyler aldım marketten, eve bıraktım onları ve tekrar dışarı çıktım. Sonra bir yerde bir konsere katıldım, bedavaydı. Kültür Merkezi gibi bir yerdi. Piyano çalıyordu önce kadın. Birkaç defa piyanoda bazı parçaları çaldı. Sonra başka bir kadın da ona katıldı, vokal yaptı ona, Fransızcaydı. Çok yüksek desibelliydi sesi, biraz rahatsız oldum. Ama güzeldi bence, çabalıyordu kadın elinden geldiğince. Bol bol alkışladım. Çok mutlu oldum ve çıktım. Ankete katıldım oradan çıkarken. Kağıtta birşeyler yazıyordu sen de cevaplıyordun, yazıyordun oraya. Sonra görevlilere birşeyler sordum, çıktım sonra. Başka bir yerde daha konser vardı oraya yakın bir yerde, ama paralıydı. Katılıp katılmama arasında kararsız kaldım ve sonunda katılmamaya karar verdim. Bu gerginlikle zevk de alamazdım.

    Gittim pizza yedim tanıdığım bir esnaf dükkanında. Evet, esnaf dükkanı. Pizza Hut, Domino's gibi yerlerden biri değildi burası. Ama çok güzel yapıyordu. Toplam 10,5 liraya karnım doydu ve eve geldim. Öyle pinekliyorum, ve biraz da intihara meyilliyim bugün. Ben 17-18 yaşlarında ölmeliydim aslında. Bunu düşünüyordum. Neden yaşıyorum ki? Yaşamak istemiyorum. Bilmiyorum ne yapayım. Birazdan da yatarım herhalde.




  • 24.parça(01.11.2015, Pazar)
    Annem oy kullanmak üzere uyandırdı bugün beni sabah. Hem de çok erken. Biraz yatayım öyle gideriz, dedim. Olmaz dedi. Off. Yumurta yapıp yiyecektim fakat izin vermedi. Ben gideceğim o zaman dedi, beklemem seni dedi. Ben de mecburen kalktım aç acına gittim oy kullanmaya. Oy kullanırken çok korktum yanlışlık yapacağım diye, ama birşey olmadı. Müşahitlik nasıl oluyor filan sordum memurlara. Orada oturan insanlar vardı. Onların müşahit olup olmadığını merak etmiştim. Konuştular birşeyler işte. Normal vatandaşlar saat 5 ten sonra oylar sayılırken izleyebilirmiş sınıfın dışarısından. Bir meslek lisesinde oy kullanmıştım da. Tahtadan sıralar vardı.

    Neyse, sonra annem ablamı aradı. Bir yerde buluştuk yemek yedik. Arkadaşı da vardı yanında. Onlar yemek yiyince benim de yemek yiyesim geldi, fakat annem gidecekti birazdan, başka bir işi vardı. Ben de ablam ve arkadaşıyla kaldım bir başıma. Çok gergindim. Yemek yerken boyuna çatalı filan düşürdüm. Sonra da kızlardan filan konuştuk öyle. Cesaretlendirdi beni ablamın arkadaşı. Hem de ne cesaret. Ama tek başıma yine sönecektim nasıl olsa.

    Neyse, yemek yedik ve biraz dolaştık. Sonra onlar evlerine, ben de evime gittim. Bugün şehrime geri dönecektim. Saat 5 filandı. Aşure yapayım bari dedim. 2 tane aşure ambalajını kullandım, ve 1,5 litre de su. Toplamda 6 kase aşure olacaktı sanıyorum. Ama kaynamasını beklemek ve kaynamaya başladıktan sonra 20 dakika kısık ateşte karıştırmak... Çok yorucuydu. Zamanımı aldı biraz, hazırlanmam da gerekiyordu ve bu beni strese soktu. Ama 2 kase aşure yiyince stresim biraz hafifledi.

    Sonra hazırlandım, biraz zorlandım hazırlanırken, nefes nefese kaldım. Annem beni arabayla götürecekti otobüslerin toplandığı yere. Gittik oraya. Ben oyalandım arabanın içinde, hiç şehrime gitmek istemiyordum. Keşke biraz daha kalsaydım. Neyse, nihayet çıktım arabadan bavullarla ve otobüse bindim. Gece 10 da otobüse binmiştim.

    Bir tane şarkı dinledim son zamanlarda kafama takılan, çok sevdiğim bir şarkıydı. Öyle dinledim işte yol boyunca. Kitap okuyacaktım ama ışık yetersizdi, ara ara uyudum ben de. Şehre vardığımızda otobüste kimse kalmamış meğerse, bir tek ben kalmışım. Sonra indim ve bavullarımı aldım hemen. Tuvalete koştum. Garda arkadaşımı gördüm, buraya doğru bakmıyordu ama gecenin bu saatinde pek konuşma havamda değildim. Arkasından geçtim ve tuvalete gittim. Muhtemelen o da pek konuşma havasında olmazdı diye düşünüyorum. Ne garip bir adamım aslında düşününce. Ama bir kötülük yapmıyorum ki, sadece konuşmak istemiyorum, içimden gelmiyor. Neden konuşayım? Ne işe yarıyor? Bu düşünceler içerisinde tuvalete gittim, bir an unuttum ne yapacağımı ve 1 lirayı makinaya atmaya kalkışınca oradaki adam "öyle değil o bir saniye" dedi ve müdahale etti, 1 liramı aldı ve jeton verdi, "oraya at" dedi. Ben de attım ve içeri girdim ve işedim. Rahatlayınca, acaba bir selam verse miydim diye düşündüm. Çıkınca vereyim bari dedim. Tuvaletteyken adamın biri küfürler savuruyordu bu arada. "Muslukları yapıyorum yapıyorum yine bozuyorlar a....." diye küfürler. Sonra çıktım tuvaletten. Bavullarım tuvalet dışında ve herhangi bir zarar görmemişlerdi. Bu iyiydi. Fakat arkadaşımı göremedim. Bir burukluk hissettim. Acizlik gibi birşey. Ama ben size söyleyeyim, bu durum çok insanın başına geliyordur. Sevmediğimden ya da bu arkadaşımı kullandığımdan filan değil, o anda canım sıkkındır konuşmak istemeyebilirim gidip de, zaten konuşmayı bile bilmiyorum çoğu insan anlayamıyor dediklerimi, bir daha söylettiriyorlar. Aptal aptal konuşup sıkıyorum insanları. Zaten epey üzgündüm tatilin azlığından, yine şehrime geri geldiğimden. Okulda karşılaşırsak konuşurduk. Konuşmak benim için kolay bir olay değil. Çene kaslarımı iyice kullanmam gerekiyor bir kere. Ama konu ilgi çekici geldiyse konuşurum genelde. Öğretici birşeyse de olur bu.

    Neyse ya, işte oradan taksi durağına yürüdüm. Bindim taksiye ve yurda geldim. Yurda girdikten sonra adam kalan fişleri getirmemi istedi, yani Ekim ayından kalma fişleri. Bavulları çıkarmamışken, odama çıktım ve geçen aydan kalma fişleri getirdim verdim güvenlikçiye. Sonra odama çıktım. Oda arkadaşım uyandı gecenin 01:30 unda. Merhaba dedim ve bavullardan pijamalarımı çıkardım. Sonra da yattım aşağı zaten




  • 25.parça(02.11.2015, Pazartesi)
    Derse yetişemedim. Çok üzüldüm yine ama ne çare. Yemek yedim, kitap okudum. Video filan izledim. Akşam oldu yemek filan yedim sonra banyo filan derken yattım mecburi olarak. Yarın da aynı şekilde dersim var.
    26.parça(03.11.2015, Salı)
    Bugün de dersime yetişemedim. 6 haftadır birçok derse yetişemiyordum. Bakalım ne olacaktı bu böyle... Neyse, ben de sonraki dersime giderdim. Ve öyle de yaptım. Gittim o derse, ders işledim. Dersten önce kantinde arkadaşlarımla muhabbet ettim. Derste de muhabbet ettim de neyse

    Sonra ders bitti, hocayla muhabbet ettim. İnsana birşeyler katmak isteyen, çok iyi niyetli bir hocaydı. Umarım hep böyle olurdu ve bu iyi niyeti de suistimal edilmezdi. Çok sevmiştim bu hocayı. Fakat göz kaslarında problem vardı, gözlerini kapatırken çok kapatıyordu, hani olur ya. Gözlerini daha bir sıkarak kapatıyordu. İlkokulda dersaneye giderken bu tür bir problemi olan arkadaşım vardı, onu hatırlatmıştı bana bu. Sertandı ismi.

    Sonra bunları düşünerekten dersten çıktım, tiyatro vardı şimdi de 1 saat sonra filan. Yemek yedim, sonra kantine indim bekledim tiyatrocu arkadaşları. Öyle geçti zaman. Zaman geldi ve tiyatro salonuna gittik. Bir eğlendim, bir eğlendim ki sormayın.

    Bir oyun oldu hele, çok komikti. Bir grupla oynanıyordu. İlk başta kitaptan bir hikaye okuyordu bir kişi, diğer bir kişi de okunan hikayeyi dinliyordu. Kısa bir hikaye zaten. Diğerleri de başka bir odadalar. Bu dinleyen kişi de hikayeyi dinledikten sonra bu hikayeyi kitaba bakmadan kendince anlatıyordu sıradaki gelen kişiye. Bu böyle devam ediyordu taa ki son kişiye kadar. Sonra kitaptaki ilk hikayeyle en sondaki kişinin anlattığı hikaye karşılaştırılıyordu.

    Çıkan ilk grupta birinin karşı apartmanda balkona çıkıp sürekli intihar etmeye düşünen, sürekli aşağıya bakan bir kadınla ilgili düşünceleri vardı. "Birkaç gündür göremiyorum, şimdi atladı mı atlamadı mı bilmiyorum." diyordu anlatıcı. Daha sonrasında bu öyle bir hale gelmişti ki, "birini gördüm ve gidip bir yerden atladım" haline geliyordu. Çok komikti

    Ben ise bu oyunda 2. veya 3. sıradaydım. Buna rağmen bana gelen hikaye çok anlamsızlaşmıştı. Bana anlatan kişi bir yerde "sonra bekçi beni kovalamaya başladı" diye anlamsız birşey demişti bir yerde. Gülmekten öldüm. Bekçi niye kovalıyor? Ne saçma birşey? Ehh. El mahkum... Ben ilk dinleyici olsaydım böyle mi olurdu? Keşke ben olsaydım.

    Zaten benden sonrakiler de iyice saçmaladılar, sanıyorum bilerek yapanlar da oldu. Hikayede, çocuğun annesi duldu, fakat sonrasında babası dul olmuştu. Hatta ve hatta "babası dulmuş" diye duyan bir arkadaş bunu öyle bir şekilde duymuş ki kendisi "babası dolmuş" diye anlattı sonrakine Dolmuş şoförü filan olsa neyse.

    Danslı bir oyun da oynamıştık. O da eğlenceliydi bayağı. Ama hatırlamıyorum konusunu.

    Tiyatrodan sonra yalnız ve depresif bir halde, otobüs duraklarına yürüdüm, içimde hep bir umut vardı bir tanıdıkla karşılaşırız da konuşuruz diye. Niye böyle soğan erkeği modunda oluyorum bazen anlamıyorum. Cesur olsam ya biraz? Off. Ne düşüncelerden sonra eve gittim nihayet. Yemek yedim, kitap okudum sonra zıbarıp yattım.




  • 27.parça(04.11.2015, Çarşamba)
    Bugün yine dersimi kaçırdım. Fakat aynı hocanın 13:00 den sonraki başka bir grupla olan dersine gireyim bari dedim ve otobüse binmek üzere durağa yürüdüm. Taa uzaklardan iki kişi geliyordular. Öyle bakınıyordum. Tanıdık geldiler sanki, ama tam göremiyorum da miyopluktan. Sonra yakınlaştıklarında tanıdım onları. Yeeey!! Aaa bunlar benim çok sevdiğim arkadaşlarımdı!! Naber kankiler diyesim, el şakaları yapasım geldi, ağzım kulaklarıma varmıştı mallıktan. Çok sıkılmıştım bu şehirden, onlarla konuşmak bir arada bulunmak beni çok iyi hissettiriyordu. Yanıma kadar geldiklerinde "şimdi bir tane otobüs geliyor bekleyin" dedim gülümseyerek. Sonra selamlaştık. "Bu yurtta mı kalıyorsun" diye sordular. Ben de cevapladım filan. Epey bir sohbet ettik. Seçimlerden konuştuk, yurdun mal sahibine ne kadar kira ödediğinden konuştuk. Yine hararetli hararetli konuşmaya başlamıştık. Sonra nihayet otobüs de geldi. Otobüste de epey konuştuk. Sonra okula geldik. Dersliğe doğru şakalar yaparak espriler yaparak yürüdük. Ama bayağı konuştuk, ben daha konuşmak istiyordum. Tartışmak gereken daha çok konu vardı tabi eğer onlar da isterseler. Aslında kafelerde filan çok buluşurdum eğer geçmişte de böyle arkadaşlarım olmuş olsaydı. Ama maalesef öyle pek arkadaşım olmadı, böyle tartışacağım pek arkadaşım veya arkadaşlarım olmamıştı. Mutluydum bu arkadaşlarımdan ben. Diğer sınıf arkadaşlarım da çok iyiydi. Arkadaşlarıma aynı şekilde değer vermeye çalışırım hep. Ama bir yerden sonra da konuşacak birşey olmuyor ilgi alanları farklı olunca. Yine de sevdiğimi hep hissettirmeye çalışırım. Epey cıvık bir şekilde "Halin keyfin iyi mi?" filan diye sorardım bazı arkadaşlarıma. Nasılsın demenin biraz daha ilginç bir yoluydu . Ama çoğu zaman gülümsetiyordu yani insanları, ben öyle görüyordum yani hep.

    Onlara da sordum böyle sorular, onlar da güldüler. İçim bazen böyle bir sevgi dolu oluyor, sanki içimde sevgi kelebekleri uçuşuyor. Bugün de öyleydi. Sanki üniversiteye ilk geldiğim gibi, bu arkadaşlarımla ilk tanıştığım zamanlardaki gibi hissediyordum. Dedemin dediği gibi "girişken oluyordum, samimi hissediyordum, herkesle selamlaşıyordum." Kendimi iyi hissediyordum. Neden iyi hissetmeyecekmişim ki aslında? Mutluyum işte kısacası bugün.

    Sonra derse giriyoruz. Benim grubumla bu arkadaşlarımın grupları farklı. Ben diyorum "acaba bu gruba aldırabilir miyim kendimi?" diye. Tam o sırada bir gruptaki bir kişinin başka bir grubun dersine girip imza atamayacağını söylüyor. Hayallerim suya düşüyor. Arkadaşım ise iyice geyiğe vurarak "gir odasına hocam lütfen yalvarırım devamsızlıktan bırakmayın filan de" diyor. Heh, tam da bana göre bir görev ya

    Zaten en gerinin bir önünde oturuyoruz. Göremiyorum ben tahtayı. O da telefonunu çıkartıp zoom yapıp tahtayı çekiyor. Ben de oradan yazıyorum. Ben de bu sefer "iyiymiş la bu telefon ben de bundan alayım bari tahtayı çekerim hep" diye dalgalı bir biçimde konuşuyorum. O da "alma boşver çok pahalı ya" diyor. Sonra oyunlardan konuşuyoruz. Sonra konu nasıl oluyorsa Nazi Almanyasına giriyor, Hitler den konuşuyoruz. Sonra seçimlerden konuşuyoruz yine. Birşeyler öğrenmiş oluyorum. Aslında kendim de çabalamalıyım öğrenmek için bunları. Bir dahaki gördüğümde bana kitap ismi vermesini söyleceğim arkadaşlarımın. Daha iyi olur. Kültürel olarak benden daha iyiler aslında

    Neyse işte. Dersteyken "yemek yiyecek misiniz?" diye soruyorum. Aralarında konuşuyorlar fakat başka biriyle buluşacaklarmış. Ben de tamam diyorum. Ben de konsere katılacağımı söylüyorum. Onlara da soruyorum eğer gelmek isterlerse diye. İlgilerini çekmiyor. Sonra ders bitiyor. Ben konserin olduğu yere doğru gidiyorum. "Bir ara görüşelim bir yerde oturalım konuşalım" diyorum. Onlar da onaylıyorlar. "Araşırız" diye absürt ve komik bir fiil kullanıyorum. Onlar da çok seviyor belli ki gülüyorlar, "aynen araşırız" diyorlar. Sonra onlar otobüs durağına, ben de konserin olduğu yere doğru gidiyorum. Aslında zaman daha var ama öyle bir gideyim diyorum. Neyse.

    O sırada hemen arıyorlar beni. Vazgeçmişler ve yemek yemeye çıkacaklarmış, bir yerde buluşuruz diyorlar. Yess diyorum ve ben de yemek yiyeyim bari diye para çekmeye gidiyorum bankamatiklerin olduğu yere. Çekiyorum parayı ve tam çıkarken yukarı, oda arkadaşımla karşılaşıyorum. Yine sigara içiyor. Dişleri sanki siyahlamış gibi, ama takma porselen dişlerden dolayı olduğunu söylüyor. Gösteriyor bana dişlerini. Tamam diyorum, görüşürüz diyorum ve ayrılıyorum. Tam ayrılırken arkada, yukarıda arkadaşlarımı görüyorum. Ben de gidiyorum yanlarına ve merdivenleri çıkıyoruz. Tiyatro grubuna katıldığımı söylüyorum, dalga geçiyorlar benimle. Komiğime gidiyor benimle dalga geçmeleri. Aslında bazen dalga geçilmekten çok hoşlanıyorum nedense. İlginç bir durum.

    Sonra yemek yiyoruz, epey konuşuyoruz yine. Seçmeli ders kavgası yapıyoruz. "Senin seçmeli dersin saçmalık, seninki daha saçmalık" gibi şeyler. İşlemcilerin buzulları erittiğini savunuyorum ben . Öyle şeyler söylüyorum yani. Bu yüzden Çevre ve Enerji dersini aldığımı söylüyorum. Sonra yine oyunlardan konuşuyoruz. Rock konseri saati yaklaşıyor. Düşünüyorum da keşke rock konseri olmasa, arkadaşlarla takılsam. Fakat rock konserinde de tiyatrodan arkadaşlar olcak, diğer başka arkadaşlarım da olacak. Zaten kalkıyoruz biz de o anda.

    Sonra aşağı iniyoruz gerisin geri. Bu arkadaşlarımın o buluşmak istediği arkadaşı görüyorlar. Onunla konuşuyorlar. Onunla benden daha samimiler sanki. Biraz abartıyorum sanki diye düşünüyorum. Bu kadar bağımlı olduğum için birilerine, kendime kızıyorum. Samimiyseler samimiler ne olmuş yani? Ne yapabilirim ki şimdi? Fakat her ne olursa olsun insan arkadaşlarının başka arkadaşlarının yanındayken, kendisine daha az ilgi göstermesinden dolayı kırılıyor bazen. Aslında burada bir problem varsa o da benim. İnsanların doğası böyleyse ben değiştirmeye çabalayamam, çabalamayı da istemem. Böyle seviyorlarsa böyle olsun madem.

    Arada birkaç şey soruyorum tabi orada biraz sohbete katılmak için, geçen seneden beri tanıdığım bir kişi bu arkadaşlarımın arkadaşları zaten. Ama ben kendim pek sevmemiştim açıkçası. Belki tanısam severdim, bilemem. Bu yüzden fazla da birşey söylemek istemiyorum. Onlar gidiyorlar. Son olarak dönüp soruyorlar "gelecek misin?" diye. Ben de zayıf bir şekilde "hayır ben konsere gideceğim" diye söylüyorum. Aslında tam tiyatroluk bir olay söz konusu burada Diğer arkadaşlarını satan ve bundan mutsuz olan, ve buna rağmen onlarla gitmeyen bir ben söz konusu burada. Ama konsere katılmak da istiyordum çok. O yüzden satılmak sayılmaz aslında. Zaten sonra da görüşürdük yani, nedir bu acele?

    Tam o sırada, bu arkadaşlarımın arkadaşı da "ne konseri ya?" dedi, ilgili bir tavırla. Arkadaşlarım da "yerli gruplar ya" diyerek biraz aşağılamalı birşey söyledi sanki. Biraz haklıydı da, ben çok sevmezdim yerli grupları açıkçası. Saçma sapan aşk şarkıları söylerlerdi sadece. Adamların işi gücü aşk. Seks bile değil. Bence sadece aşka yönelmek biraz bozukluk. Obsesif kompulsif bozukluk. Benim yorumlamam bu kadar. Ben de aşık oldum daha önceden ama böyle olmadı hiç.

    Neyse, o arkadaş da bu lafla tatmin oldu ve devam ettiler yollarına. Ben de konser yerine doğru gittim. Konser biraz geç başlayacaktı galiba. Tiyatro grubundaki arkadaşlarla konuştum, selam verdim hepsine. Tiyatronun baş kişileriyle konuştum, önceden epey kafamda büyütmüştüm bu insanları, ama konuşunca pek öyle büyütülecek, korkulacak insanlar olmadıklarını anladım. Normal insanlardı işte. Selfie bile çektik. Hatta onlarla hafif dalgalı da konuştum. Sesimin az çıktığından şikayet ettiler. Dudaklarımı açmıyormuşum hiç. Dikkat edeceğimi söyledim. Daha sonra da konsere girdik zaten.

    Konserdeki ilk grup kötüydü, ses çok yüksek çıkıyordu. Ama yüksek çıkmasaydı belki daha farklı düşünürdüm. Neyse, ara verildiğinde yine tiyatrodan arkadaşlarla konuştum. Memleketlerini sordum filan. İkinci grup çıktı bu arada. Onlar güzeldi. Yabancı şarkıyla başladılar. İyi söylüyordular. Fakat ileriki şarkılarda sıkıldım. Çantamı alıp kalkmaya yeltendim. Fakat bu sırada tiyatrodan arkadaşlarım acır gibi bakmaya başladılar bana onca gürültünün arasında. Aslında ayrılmak istediğim için biraz burukluk vardı içimde. Yani hem ayrılmak istiyordum, hem de ayrılmak istemiyordum. Tiyatro grubundaki arkadaşlarımı da çok seviyordum. Ama gürültülüydü de birazcık. Ellerimle çok gürültülü olduğunu ifade eden işaretler yaptım onlara. Sonra çıktım. Ama sonra geri döndüm yine. Öyle izliyordum en geriden. Ama sarmadı yani, cidden. Ayrılmaya karar verdim. İnsan dostu, arkadaşı için çiğ tavuk yerdi ama ben yapamadım işte. Sonrasında ayrıldığım için pişman oldum açıkçası. Ne güzel eğlenirdim. Çok kötü değillerdi. Arkadaşlarımla sohbet ederdim hem.

    Ama ayrıldım işte. Sonra, çıktıktan sonra bari arkadaşlarımı arayayım dedim. Onlar da çıkmışlar gittikleri yerden, evlerine dönüyorlarmış. Ben de konserden çıktığımı filan söyledim. Biraz buruktum. O da "ayrılmasaydın keşke takılırdın işte ne yapacaksın yurda gidip de şimdi?" dedi bana. Bana asosyal muamelesi yaptı biraz, ben de şakayla karışık "ya ben sosyal bir insanım zaten konuşkanımdır sorun yok yani" dedim. Tamam konser filan güzeldi de, ben yeterince zevk alamıyordum ki. Yapamıyordum. Bu yüzden kesin bir şekilde geri dönmemek üzere ayrıldım ve otobüse bindim. Yurda döndüm. Sonrası zaten klasik, yemek ye, banyo, vakit geçir ve uyu.




  • 28.parça(05.11.2015, Perşembe)
    Perşembe
    Bugün dersim yok! Ama tiyatro var. Çok zevkli bir gün olacağa benziyor. Ve ben okula erkenden gidiyorum, çünkü bunalıyorum yurtta. Cidden, arkadaşlarımla buluşmak istiyorum ben.

    Okula vardım bir şekilde. Biraz kantinin kafeterya kısmında oturdum pinekledim. Ama ne insanlarla konuşma. Öyle oturdum asosyal gibi. Canım da o kadar istemiyordu aslında, çevreye bakınıyorum, ne bileyim öyle kimse sohbet havasında değil gibi, herkesin bir acelesi var.

    Neyse, arkada çok eskiden gördüğüm birisini gördüm, onun yanına gittim. Yanında başka bir arkadaşı da vardı ve bilgisayarda ödev gibi birşey yapıyorlardı sanırım. Sinirli sinirli çevresine bakınıyordu, biraz tereddüt ettim bu yüzden. Ama sonradan, bir merhabadan ne olacak ki dedim. Merhaba derim, ben yaşıyorum derim ve sonra size kolay gelsin ben derse çıkıyorum derim ve uzaklaşırım diye düşündüm.

    Öyle de yaptım. Gittim yanlarına merhaba dedim, önce bakmadılar. Ama sonradan dönüp baktılar. Duymadılar herhalde ilk söylediğimde. Hoş, söyledikten sonra da duymamışlar gibi davrandılar. 2-3 saniye bakıştık, nihayet tanındım. İlk önce merhaba deyip çıkma niyetim varken ısrar edince onlar, oturdum. Öyle çok oturdum ki önceki oturduğum yerden eşyamı da alıp geldim. Sohbet ettik epey, hiç beklemezdim böyle olacağını.

    Neyse, fazla uzatmayacağım. Derse girdim ondan sonra, dersten sonra da tiyatro vardı. Tiyatroyu sabırsızlıkla bekliyordum. Neyse, bitti ders ve hocaya iyi akşamlar dedim, bu hocaya duydum bir minnetten dolayıydı.

    Sonra tiyatro grubundaki arkadaşlarımın yanına gittim. Hepsi kız olan arkadaşlarımın yanına oturdum. Hemen aralarında konuştukları lafa girdim, "kim, ne o, neyden bahsediyorsunuz?" gibi. Sonra kibirli bir havayla konuşmaya başladım. Sonra kızlardan birisi beni fena halde ezdi. Hoşuma gitti biraz, diğer kızlar bile gülmüştü. Böyle bu şekilde ezilmeyi seviyorum. Sonra bir laflarına daha karıştım yine laflarıyla ezdi beni. Keyifleri yerindelerdi belli ki.

    Ben de bunun üzerine "haliniz keyfiniz iyi mi?" gibi şeyler söyledim. Beylik laflar. Her zaman işe yarıyor. Bu onları daha da coşturdu. Beni ezen ezene. Ama bir yerden sonra da konuşmaya utanıyor insan bu kadar ezildikten sonra, ciddiye alınmıyor gibi. Ben onlara birşey öğretebilecek bir insan olduğumu düşünüyorum, eminim ki ben de onlardan birşey öğrenebilirdim. Niye bu kadar eziyorlardı ki? Neyse dedim. Zaten tiyatro salonuna gidecektik şimdi.

    Ve gittik. Yine oyunlar filan. Skeçler neyin. Ben de oynadım bir tanesini. Şöyle bir şeydi, ses ve görüntü oyunu, dublör oyunu mu ne öyle birşeydi sanıyorum. 4 kişiyle oynanıyordu. 2 kız 2 erkek. Arkada 1 kız 1 erkek önde de 1 kız 1 erkek sıralanıyordu. Hepsi sahneye dönüyorlardı. Arkadakiler yönlendiriyordu oyunu, arkadakiler seslendirme yapıyorlardı. Öndekiler de bu sese uygun görüntü yapıyorlardı, sinirli, sevinçli gibi ifadelerin görüntüleri işte.

    Benim oynadığımda ise güya biz babaannemizin altın dişini mezarından çıkartmaya çalışıyoruz, mezar mezar kazmaya çalışıyoruz. Kızla ben akrabayız. Şurdan gidelim, kesin mezar buradadır gibi şeyler söylüyor arkadakiler. Ben de ona göre ifade alıyorum. Bir ara umutsuzluğa düşüyorum ben, ağlıyorum yerde bulamayacağız diye. Sonra yere eğiliyorum, ağlar gibi. Arkadaki ses, "bana ninni söyle" diyor, kız da ona göre bana sarılıyor, kulağıma ninni söylüyormuş gibi yapıyor. Değişik bir his. İlk defa bir kız sarıldı galiba bana. Neyse, ben profesyonel hissediyordum burada, eğer farklı birşey hissedersem oyundan daha sonra kızla konuşurdum. O da profesyoneldi ama. Hem öyle pek birşey hissetmedim. Sarılmak güzel şey sadece. Neyse, ninni söylüyor hala bana. Arkadaki kız sesi ninninin arasına "babaannenin dişini alamayacaksın ninni" diye birşey sıkıştırıyor. Erkek sesi de "Allah kahretsin işin gücün altın diş bırak ya bırak!" diyor ve ben de savuşturuyorum kızı ayağa kalkıyoruz ve oyun bitiyor.

    İyi mi oynadım bilmiyorum ama çok beğendiğim bir oyun daha oynandı orada. Bir tiki kızı canlandıran biriyle köylü, domates satan bir pazarcı karşılaşıyordu. Güzel doğaçlamaydı. İyi ki bu tiyatro grubuna katılmıştım. Ama aslında ben senfoni orkestrası grubu gibi birşey olsaydı ona katılsaydım daha mutlu olurdum diye düşünüyordum bir yandan da. Küçüklüğümden beri hoşuma gitmiştir filmlerde veya oyunlarda dinlediğim senfonik, orkestral müzikler. Burada da mutluyum ama, birçok arkadaşım var. Daha samimi oldum, daha insancıl oldum sanki burada ben.

    Neyse, o gün de öyle bitti. Tabi otururken ben yine bu kız arkadaşlara laf çarpıp durdum hep. Onlar da bana laf çarptılar. Öyle eğlendik. Bana sanki onlar çok eğlenmiyor gibi geldi ama, neyse. Çok sıkıcıydım sanki gibi geliyordu bana. Ben birşey söylemeyince onlar da söylemiyorlardı çünkü. Neyse, sık karşılaşılan bir olaydı bu zaten. O kadar takmadım.

    Sonra tiyatrodan çıktık, onlar da aceleyle çıktılar. Ben pek öyle aceleyle çıkmadım, yavaş yavaş çıktım ve yurda gittim. Yemek, şu bu derken yatış vakti geldi. Ama zaten yarın ders de yoktu, keyif bana! Aslında keyif bana diye bir kullanım yok, bu benim deyimim. Bana bunu diyen babaannemdi ilk ve o da "keyf seni!" diye kullanıyordu. Ben de öyle bir çevirim yaptım işte.
    Sanırım bugün böyle geçti.




  • 29.parça(06.11.2015, Cuma)
    Bugün dersim olmadığı için akşama kadar yattım neredeyse. Metro 2033 ü bitirmeye epey yaklaştım ama, romanını okuyordum. Betimlemeler pek yerine ulaşmıyordu ama bence güzel bir kitaptı. Oyununu da oynamıştım, güzeldi. Böyle geçti bugünüm.

    30.parça(07.11.2015, Cumartesi)
    Aynı şekilde devam etti, monoton. Metro 2033 okudum hep. Oda arkadaşım Dota 2 oynadı. Bıktım artık, oda ısınıyor bilgisayardan ötürü. Eve çıksam bir an önce keşke. Yoksa ben bu şehirden çıkıp gideceğim.

    31.parça(08.11.2015, Pazar)
    Bugün de aynı, fakat bugün Metro 2033 ün romanını bitirdim. Güzeldi. Sevdim ben. Sonra bunaldım ve dışarı çıktım. Merkez'de yürüdüm. Birkaç arkadaşıma mesaj attım Whatsapptan. Laflarız diye. Hepsi geç cevapladı. Ne yapalım, ben de eve döndüm. Sonra Pewdiepie izledim uyuyana kadar.

    32.parça(09.11.2015, Pazartesi)

    Nihayet! Derse yetiştim. Hoca da derse gelmeyenleri soruyordu, sebeplerini de soruyordu. Ben de kendi sebebimi söyledim. Kör bir noktada oturuyordum ben, nasıl gelecektim ki? Otobüsler veya minibüsler benim bulunduğum noktaya gelene kadar dolu geliyordu. 5 tane otobüs veya minibüs de dolu gelir miydi arkadaş? Nasıl bir yerdi burası? Bunu söyledim. Biraz hak verdi. Sonra derse başladı. Takır takır ders anlatıyordu ve hiç öğrenciye söz vermiyordu. Araya girmek istedim birkaç kez ama hiç izin vermedi. Doğalgazı anlatıyordu. Fuel oil anlattı sonra, brulör önemli dedi. Kojenerasyon tesislerinden bahsetti. Mobil kojenerasyon santrallerinden bahsetti. Tırın arkasına bağlıyormuşssun, dolaştırıyormuşsun o da elektrik üretiyormuş bir yandan. Çok ilginçti. Ödev de verdi bir tane. Sonra, dersten sonra hocaya devamsızlığımı sordum. Sıkıntılı olacağını söyledi.

    Sonra sonra, pinekledim okulda. Yurda geldim. Metro 2034 ü okumak istiyorum ama başlangıçları nedense çok sıkıcı oluyor kitapların. Üşeniyorum. Bir de sürekli kitap okumak da sıkıyor yani bu bir gerçek benim için. Başka zevkler arıyorum. Bu günüm de böyle geçti.




  • 
Sayfa: önceki 123
Sayfaya Git
Git
sonraki
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.