Şimdi Ara

GAZETE YAZARLARI (3. sayfa)

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
43
Cevap
1
Favori
592
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: önceki 123
Sayfaya Git
Git
Giriş
Mesaj
  • Artık kimse emin değil



    24 Ocak 2025 sabahı, Kadıköy’de bir çocuk sadece elinde kaykayıyla yürüyordu. Ahmet Minguzzi 14 yaşındaydı. Bir arkadaşıyla Kadıköy Salı Pazarı’na gitmiş, kaykayı için vida ve yedek tekerlek arıyordu. O günü planlamış, arkadaşına hediye bir tişört bile almıştı. Ancak o sabah, bir anne ve babanın ömrü boyunca unutamayacakları bir kâbusa dönüşecekti. Ahmet’imiz, gücü, silahı, vurmayı, küfür etmeyi, bağırmayı maharet olarak kabul eden çeteleşmiş 4 çocuk tarafından sokak ortasında katledildi. Bir çocuk, akranları tarafından bıçaklanarak yaşamdan kopartıldı.

    Olaydan sonra Ahmet’in mezarı tahrip edildi, ailesine tehdit mesajları yağdı. Acılı bir anneye “şikâyetini geri çekmezsen seni de o veledin yanına gömeriz” mesajları atan hastalıklı bir çevre, bıçağı bu ülkenin vicdanına saplamaya devam ediyordu.

    Ve cinayet davası sonuçlandı. 21 Ekim salı günü görülen duruşmadan çıkan karar Minguzzi ailesi ve kamuoyunda büyük tepkiye neden oldu. Mahkeme, iki sanığa 24 yıl hapis cezası verdi; iki sanık ise “delil yetersizliği” gerekçesiyle beraat ettirildi.

    Oysa savcı, iki sanık için “çocuğun ölümüne neden olma”, diğer iki sanık için ise “cinayete yardım” suçlarından en üst sınırdan ceza talep etmişti. Ayrıca mütalaada takdiri indirim ve haksız tahrik indirimi uygulanmaması da istenmişti.

    Görüntüler ortadaydı, tanıklar belliydi, bıçak aynıydı. Ortada bir çeteleşme vardı; birlikte bıçak almış, birlikte saldırmış, birlikte kaçmışlardı. Katiller cinayet sonrası “zafer pozu” bile vermişti. Buna rağmen iki kişi serbest kaldı, diğer iki sanık için de “suça sürüklenen çocuk” tanımıyla en düşük ceza uygulandı.

    Ahmet’i kendi evlatları gibi hisseden tüm anne ve babaların endişeleri arttı, toplum vicdanında bu karar kabul görmedi. O mahkeme salonunda sadece bir ailenin umudu değil, toplumun adalet inancı da zedelendi. Oysa çocuklarının sokakta güven içinde olmadıkları düşüncesinin toplumda yaygınlaşmasına izin verilmemeliydi.

    Ahmet’in annesi Yasemin hanımın, “Artık sadece ilahi adalete güveniyorum” sözleri de asında çok şey söylüyordu. Bir anne, sadece evladını değil, adalete olan inancını da toprağa vermişti.

    “Suça sürüklenen çocuk” ifadesi, cinayetlerin, gaspın, hırsızlıkların, uyuşturucu kullanımı ve satışı gibi suçların arkasına saklandığı bir tanımlama olarak kabul görmemeli. Bun nasıl bir “çocukluk” ki cinayet organize ediyor, delilleri yok ediyor, sonra da sosyal medyada lüks araçlardan tehdit mesajları yayımlıyor?

    Toplum olarak bir süredir her cinayeti aynı tepkilerle karşılıyoruz: Birkaç gün sosyal medya ayağa kalkıyor, “adalet istiyoruz” etiketleri dolaşıma giriyor, ekranlar öfke doluyor. Sonra sessizlik… Adeta bir sonraki cinayet bekleniyor.

    Bu sessizlik de, en az işlenen suçlar kadar korkunç. Çünkü sessizlik, suçu mümkün kılıyor.

    Ne ilginç ki bu dava, o sessizliğin bile kabul etmediği bir örnek oldu. Ne kamuoyu baskısı işe yaradı, ne vicdan çağrıları bir karşılık buldu.

    Artık mesele sadece Ahmet’in davası değil. Bu ülke, adalet duygusunu kaybediyor. Yasalar suçu önlemek yerine, suçu tanımlamakla yetiniyor. Mahkemeler, toplumun güven duygusunu onaracak kararlardan uzaklaşıyor.

    Bir çocuğun mezar taşına “adalet yerini buldu” yazdırılamıyor; adalet geciktiğinde de, aslında adaletin yıprandığı görülemiyor.

    Ahmet Minguzzi davasında verilen kararla, bu ülkenin her anne-babası şu soruyu sordu: “Yarın bizim de çocuğumuzun başına böyle bir felaket gelebilir mi? Gelirse eğer, adalet gerekeni yapabilecek mi?” Bu soru aslında bir ailenin değil, artık tüm ülkenin sorusu… Cevabı da hepimizin içinde yankılanıyor: “Artık kimse emin değil.”

    Ancak, böyle bir neslin yetişmesinde ilgisiz, sevgisiz anne ve babaların, pedagojiden uzak öğretmenlerin, sadece siyasi çıkarlarına, hesaplarına odaklanmış vakıfların, derneklerin, sorumluluklarını yerine getirmeyen akademisyenlerin, suçu öven, cazip gösteren ve reklamını yapan medyanın ve tabi ki aldıkları yetkiyi Allah korkusuyla yürütmeyen siyasilerin de suçlu olduğu unutulmamalı.

    HAMZA ER



    _____________________________




  • Tasarruf dersinde sınıfta kaldık




    Elindeki ekmeği ya da cebindeki parayı ‘çöp’e atana ‘akıllı’ denilebilir mi? Aynı şekilde mümkün olduğu halde tasarruf etmeyip elindeki imkânları israf edenin de doğru iş yaptığını hiç kimse söyleyemez.

    “Tasarruf edelim, israfı önleyelim” denildiğinde buradaki ‘israf’ın imkânları ‘çöp’e atmak olduğunu anlamayanlar “Niye tasarruf edelim ki? Hem itibardan tasarruf edilir mi?” diyorlar. İdareciler bunu sözleri ile söylemeseler de çoğu zaman icraatlarıyla tasdik etmiş oluyorlar.

    Türkiye’nin düzlüğe çıkması başka pek çok sebeple beraber israfı önlemesine de bağlıdır. Peki israfı önlemek çok mu zor ki idareciler bu adımları atmaktan uzak duruyorlar? Esasında israfı önlemek zor değil, sadece kararlılık ve planlama gerektirir. Belki bunun bir yolu da zaman kaybetmeden “İsrafı Önleme Bakanlığı”nı kurmaktır. Bu mesele gündeme geldiği her defasında ifade edildiği üzere böyle bir bakanlık isimden ve resimden ibaret olmamalı ve yaptırım gücü de olmalı. Ayrıca yeni bir israf kapısı açmamak için merkezde belli sayıdaki kadro dışında herkes bu iş için gönüllü olmalı, gönüllü çalışmalıdır. “Bu zamanda kim gönüllü çalışır?” diyenler çıkabilir. Ülkemizde yüzlerce ve belki de binlerce “gönüllü kuruluş” olduğuna göre niçin bu iş için de gönüllü çalışanlar olmasın?

    Tasarruf meselesi çok sık gündeme gelmesine rağmen netice alıcı adımların atılmadığı da bir gerçek. İdareciler sözleriyle tasarruf yapacaklarını ilan ediyorlar, ama sıra bunu uygulamaya geldiğinde iş çığırından çıkıyor. Nitekim konu bir vesile ile TBMM’de de gündeme gelmiş. 

    TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu üyesi Ahmet Vehbi Bakırlıoğlu, tasarrufun kâğıt üzerinde kaldığını belirterek kamudaki araç sayısının 2024’te 111 bin 599 iken Haziran 2025’te (kiralıklar hariç) 120 bin 817’ye çıktığını, gelecek yıl da bin 667 yeni araç alımının öngörüldüğünü söylemiş. Bakırlıoğlu, “Kamuda gerçekten bir tasarruf hedefleniyorsa önce lüks makam araçlarının gözden geçirilmesi gerekiyor. 360 tane araç satıldı diye kamuoyuna ‘tasarruf yapıyoruz’ asla denemez. Üstüne bir de hâlâ kamuya araç almaya devam ederken… Yani ‘tasarruf’ diyerek vatandaşa kemer sıktıran iktidar, kendi araç filosunu büyütmeye devam ediyor. Bu resmen dostlar alışverişte görsün demek oluyor” ifadelerini kullanmış.

    Kim bu serzenişe haksız diyebilir?

    Tabiî ki kamudaki israf sadece ‘araba saltanatı’ ile sınırlı değil. Açıklık ve şeffaflık olmadığı için kamu ihalelerinde ne kadar paramızın israf edildiğini öğrenemiyoruz? Acaba bin liraya ihale edilen bir işi, mesela 800 TL’yi yaptırmak mümkün olmaz mıydı? Açıklık ve şeffaflık olsa bunlar da tartışılır ve bu yolla Türkiye’nin ne kadar parasının israf edildiğini de öğrenmiş olurduk. 

    “Öğrensek ne olacak ki?” demeyelim. Öğrenilip bilinecek ki haklı itirazlar dile getirilsin ve israf sona ersin...

    Tartışmasız şekilde ‘tasarruf dersi’nde sınıfta kalmış durumdayız vesselam. 

    FARUK ÇAKIR

    _____________________________




  • 
Sayfa: önceki 123
Sayfaya Git
Git
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.