Şimdi Ara

FILOZOFLAR

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
34
Cevap
2
Favori
2.556
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: 12
Sayfaya Git
Git
sonraki
Giriş
Mesaj
  • ANAXIMANDROS

    Ilk filozoflardan ikincisi Anaximandros’tur. O da Miletli.Thales’ten sonraki kusaktan. Onun ögrencisi, sonra da ardili (halefi) olmus. Günes saatini buldugu, ilk haritayi çizdigi söylenir. “Peri physeos= Doga üzerine”adli bir yapiti varmis. Bu konuda bu adla yazilmis ilk yapitmis bu. Anaximandros da, Thales gibi, arkhe sorunu üzerinde durmustur. O da var olanlarin kökeninin, anamaddenin ne oldugunu soruyor. Ona göre ilk- maddenin sonsuz, tükenmez olmasi gerekir, çünkü ilk- madde sonsuz yaratmasinda sinirsiz ve tükenmez oldugunu gösteriyor.Sonsuz kavramini ilkin açik olarak belirleyip, bunu maddeye yükleyen Anaximandros olmustur. Ancak, Anaximandros anamaddeye yalniz sonsuzluk niteligini yüklemekle kalmiyor, daha da ileri gidiyor: Ilk –madde yalniz sonsuz degildir, sonsuz olandir da; çünkü ona, daha yakinolan baska bir belirlenim yüklenemez. Thales ilk – maddeyi su ile, demekki belli, bilinen bir madde ile bir tutmustu.Anaximandros’a göre ise, bunu yapamayiz, çünkü her belli, belirli sey sonlu ve sinirlidir da, yani karsiti ile sinirlanmistir: Sicak soguk ile, sivi olan kati olanla, aydinlik karanlikla, vb. sinirlanmistir. Her belli olan, dolayisiyla sonlu ve sinirli olan sey, meydana gelmis olan bir seydir – sicak soguktan, sivi katidan olusur– ve yeniden karsitina döner. Böylece, birbirinin karsiti olan seylerden biri,öteki karsisinda zaman zaman agir basar; bu da, bunlarin içinden çiktiklari sonsuz anamadde içinde yeniden arinmalarina kadar sürer. Apeiron anlayisindan Anaximandros çok özgün bir doga görüsü gelistirmistir: Apeiron’dan önce sicak ile soguk olusmustur. Sicak, baslangiçta soguk ve karanlik olani (biçimlendirmekte olan yeri) bir alev küresi olarak bir kabuk gibi sarmisti. Soguk’tan iki karsit: kati ile sivi dogmustur. Sivi’dan,yeri çevreleyen alev küresinin sicakligi yüzünden, bugular yükselip alev küresini halkalara, atesle dolu olan hava tekerleklerine bölmüslerdir.Bu tekerlekler de birtakim deliklerin – günes, ay – alevler saçarlar. Böylece hava(bugu) ile atesin birlesmesinden gök meydana gelmistir.Yer tepsi biçiminde degil, bir silindir, yuvarlak bir sütün biçimindedir ve boslukta serbest olarak durur; gök de yerin etrafinda döner. Anaximandros’un bu açiklamalarindan açikça sunu görüyoruz:Dogal karsilastigimiz çesitli ve karmasik olaylari, burada tek, yalin bir temele baglamak denemesi yapilmaktadir.Anaximandros’u tam bir düsünür yapan da budur; bu yalinlastirici açiklama denemesi, onun gerçekteki çoklugu düsüncede bir birlige baglamak istemesidir.

    Anaksimandros, çagdasi ünlü filozof Thales'in maddi töz olarak 'su' anlayisina, suyun nicelik bakimindan sinirli, nitelik bakimindan belirli oldugu gerekçesiyle karsi çikmistir. Buna göre, su ya da nem, çatisma ve savaslarini açiklamak durumunda oldugumuz karsitlardan biri olup, ondan hiçbir zaman karsiti çikmak. Baska bir deyisle, degisme, dogum ve ölüm, büyüme ve küçülme, çatisma ve savasin, bir ögenin sinirlarini digerinin aleyhine olacak sekilde genisletmesinin bir sonucu oldugu için, suyun dogasina aykiri bir yapida olan seylerin, su içinde nasil olup da eriyip gitmedikleri sorusuna doyurucu bir açiklama getirilemez. Sudan, öyleyse yalnizca islak ve soguk olan seyler türeyebilir. Oysa, dünyada, islak ve soguk olan seylere ek olarak, sicak ve kuru olan seyler de vardir.

    Suyun nitelik bakimindan belirli olmasinin yarattigi güçlükten kurtulsak bile, bu kez suyun nicelik bakimindan sinirli olusunun yarattigi güçlük karsimiza çikar. Buna göre, su gibi nicelikçe sinirli bir maddeden, sonlu bir kütleden evreni meydana getiren sonsuz varlik kütlesi dogamaz. Sonsuz sayida evren oldugunu öne süren Anaksimandros'ta, sonsuz sayidaki evren görüsü, sonsuz miktarda maddeyi gerektirir.

    Evrende varolan tüm nitelikleri tek bir nitelige götürmenin, tüm karsitlari tek bir karsita indirgemenin doyurucu ve dogru olmamasindan dolayi, ona göre, evrenin ilk maddesi, maddi tözü, arkhesi nitelik bakimindan sinirsiz bir madde olmalidir. Anaksimandros, söz konusu özellikleri tasiyan ilk maddesine, hiçbir duyusal maddeyle özdes olmayan belirsiz bir varlik, soyut bir ilke anlaminda apeiron adini verir. Onun, ilk madde olarak nicelikçe sinirli, nitelikçe belirli bir öge ya da maddenin seçilmesi evresini geçerek, herseyin kendisinden türedigi belirsiz, sinirsiz bir arkhe anlayisina ulasmasi, felsefede gerçek bir ilerlemeyi ifade eder.


    ANAXIMENES

    Milet okulu’nun, bu ilk doga felsefesi çigrinin üçüncü ve sonuncu düsünürü olarak da Anaximenes gösterilir. Anaximandros’un ögrencisi imis, ondan bir kusak da gençmis.Yapiti, Ilkçagin geç dönemlerinde de biliniyormus. Anaximenes de arkhe sorunu üzerinde durur; o da,Anaximandros gibi, anamaddenin, bu varlik temelinin birlikli ve sonsuz olmasi gerektigini söyler.Ama bu sonsuz seyi, o da, Thales gibi, belirli bir seyle bir tutar: Ona göre ilk- madde hava’dir. Hava, sonsuz bir hava denizi olarak evreni kusatir ve yer de bu hava denizinde düz bir tepsi gibi yüzer. Anaximenes’in iki anlayisi var ki, felsefeye iki yeni görüs olarak girip yerlesmislerdir. 1- Anaximenes,“ bir hava (soluk) olan ruhumuz ---psykhe --- bizi nasil ayakta tutuyorsa, bunun gibi, bütün evreni(kosmos) de soluk ve hava sarip tutar,”diyor. Böylece, ruh kavrami felsefede ilk defa olarak ortaya çikmis oluyor. Burada ruh, insanin canli vücudunu ayakta tutan, daha dogrusu bir arada tutan, onu canli kilan, onun cansiz bir yigin olarak dagilmasini önleyen “sey”dir; burada ruh, yasam diye, canli vücudu cansizdan ayiran diye anlasiliyor ve soluk ile bir tutuldugu için, maddi bir sey olarak düsünülüyor tabi. Nasil hava– soluk- olan ruh, insanin vücudunu cansiz bir madde olarak dagilmaktan koruyorsa,bunun gibi, hava da evrenin bütününü, onun düzenini ayakta tutar. Hava: Canli,canlandiran sey, etkin olan bir ilke. Onun bu canliligi, etkinligi olmasaydi,evren, sadece, ölüm, dagilan bir yigin olurdu; Boyuna yeni biçimler alan,kendini canli olarak degistiren, yaratici bir varlik olmazdi. 2- Anaximenes,ana maddenin canli olmasi gerektigini düsünmekle, “madde” kavraminin belirlenmesine dogru önemli bir adim atmis oluyordu. Anaxmienes, havayi,hayatin ve ruhun asil maddesi saymakla, genel olarak madde kavrami da kendisinde bir seyler olan, bir seyler geçen, madde kavrami belirmis, bununla da bu maddede olup bitenler üzerinde, maddedeki süreç üzerinde bir düsünmeye yol açmis oluyordu. Gerçekten Anaximenes, bu soru üzerinde durup düsünmüstür. Kendi kendisiyle, ayni kalip degismeyen, bununla birlikte bir yigin kiliga giren ana maddedeki bu süreç, bu degisme nasil oluyor? Anaxmienes’in ögrettigine göre: Hava, yogunlasma ve gevsemesiyle çesitli nesnelere dönüsür. Genislemesi ve gevsemesiyle ates olur; yogunlasmasiyla rüzgarlar, bulutlar meydana gelir: Bulutlardan su, sudan toprak, yüksek bir yogunlasma derecesinde de taslar meydana gelir. Böylece, ates, sivi ve kati–maddenin bu üç ana biçimi- özü bakimindan hep kendisiyle ayni kalan tek birana maddenin çesitli yogunlasma ve gevseme evrelerinden baska bir sey degildir. Anaxmienes,Milet okulunun son filozofudur.

    Milet Okulu'nun üçüncü ve sonuncu düsünürü. Arkhe olarak hava, bugu ya da sis anlamina gelen aer'i öne sürmüstür. Aer, Anaksimenes'e göre, esit olarak dagilim gösterdigi haliyle, görünmez atmosfer olup, yogunlasarak bugu ve suya, daha sonra da toprak ve tas benzeri kati maddelere dönüsür. Daha az yogun oldugu zamanlarda ise, daha sicak hale gelip, ates olur.

    Baska bir deyisle, Anaksimenes'in felsefe alanindaki yeniligi, ilk kez olarak birlikten çokluga geçis süreci üzerinde, varolan herseyin havadan nasil varliga geldigini açiklama isinde yogunlasmis olmasidir. Buna göre, Anaksimenes birlikten çokluga geçis sürecini açiklarken, dudaklarimizi birbirine yaklastirip avucumuza üfledigimiz zaman, agzimizdan çikan havanin soguk, agzimizi fazlaca açip, avucumuza üfledigimiz zaman da, agzimizdan çikan havanin sicak olmasi gözleminden yararlanarak, sikisma ve seyreklesme kavramlarina basvurmustur.

    Yani, Anaksimenes'e göre, hava seyreklestigi zaman, ates, sikistigi zaman da, rüzgar, bulut, su ve toprak haline gelebilir. Bu çerçeve içinde, o, havanin seyreklestigi zaman, daha sicak hale geldigini ve böylelikle de ates olma yoluna girdigini, buna karsin sikistigi zaman, daha soguk olup katilasma yoluna girdigini düsünmüstür. Anaksimenes'teki seyreklesme ve sikisma kavramlari, birlikten çokluga geçis sürecini açiklamaya yaradiktan baska, her tür niteligi nicelige indirgeme girisimini temsil eder.


    XENOPHANES

    Herakleitos‘un çagdasi olan Xenophanes ( asagi yukari 569- 477 arasinda yasamistir) Kolophonludur. ( Bugünkü Izmir ile Efes arasinda) . Bir filozof olmaktan çok,din bakimindan bir ögretici. Ögretici nitelikteki kosugundan kalan parçalarindan Xenophanes’in , halk dininin tanrilari insan gibi tasarlamasiyla savastigini görüyoruz. Bu , onun gördügü baslica is. Tanrilarin bu insanlastirilmasi – anthropomorphism- Homeros ile Hesiedos’ta yüksek edebi bir biçim de kazanmisti ve bunlarin Yunan egitiminde çok önemli bir yerleri vardi. Xenophanes söyle diyor: “ Homeros ile Hesiedos,ölümlüler (insanlar) arasinda suç sayilan, utanilan bütün seyleri tanrilara da yüklemislerdir.Tanrilar hirsizlik ederler, yalan söylerler, eslerini aldatirlar. Sonra: ölümlüler saniyorlar ki, tanrilar da kendileri gibi dogmuslardir, kendileri gibi giyinirler, kendilerinin biçimindedirler. Nitekim Habesler tanrilarini kendileri gibi kara ve yassi burunlu; Trakyalilar sarisin ve mavi gözlü diye düsünürler. Böyle olunca, atlarin,arslanlarin elleri olup da resim yapabilselerdi, atlar tanrilarini at gibi, arslanlar da arslan gibi çizeceklerdi. Oysa tanrilar ne arslan biçimindedirler, ne zenciler gibidirler, ne de Yunan heykellerinde oldugu gibi insan kiligindadirlar”. Halk dininin tanrilari insan biçiminde tasarlanmasina karsi, Xenophanes kendi tanri tasarimini koyar. Bu, arinmis bir tanridir. Ona göre: “Bir tanri vardir; bu , tanrilar ve insanlarin en ulusudur; ne biçimi, ne de düsünmesi bakimindan ölümlülere benzer; bu tek Tanri bastan asagi isitmedir, bastan asagi düsünmedir; her seyi düsünceleriyle hiç zahmetsiz yönetir”. Xenophanes’in bu tanri tasarimi,tektanriciliga ( monotheism) dogru atilmis bir adimdir.
    ELEALI ZENON

    Aristoteles’e göre Eleali Zenon (yaklasik olarak 490-430), düsüncenin düstügü gelismeler ögretisi anlamindaki dialektik’in bulucusudur. Zenon, Parmenides’in Bir Olan’in biricik gerçek varlik oldugu ögretisini, çoklugu ve hareketi varsaymanin düsünülemeyecegini, böyle bir düsüncenin çelismelere sürükleyecegini göstermeye çalismakla desteklemistir. Bunu da o, çokluga ve harekete karsi ileri sürdügü pek ün salmis olan kanitlariyla yapmistir. Çoklugun olamayacagini gösteren kanitlardan birine göre: Nesneler bir çokluk iseler, hem sonsuz küçük, hem de sonsuz büyüktürler. Çünkü varolani böler de, bu böldügümüz parçalarin artik bölünemez noktalar oldugunu düsünürsek, bunlar büyüklügü olmayan bir hiç olurlar; bir araya getirirsek bunlari, yine olumlu bir büyüklük elde edemeyiz; büyüklügü olmayan bir seyin kendisine eklenmesiyle hiçbir sey, büyüklük bakimindan bir sey kazanmaz. Bu parçalari uzamli – uzayda yer kapliyorlar – diye düsünürsek, çogun bir araya gelmesiyle sonsuz bir büyüklük meydana gelecektir. Ikinci bir kanita göre: Nesneler çok iseler, sayica hem sonlu, hem de sonsuz olurlar. Sayica sonludurlar, çünkü ne kadar iseler o kadar olacaklardir, daha çok ya da daha az olamayacakladir. Sayica sonsuzdurlar da nesneler, çünkü boyuna birbirlerinin sinirlarlar, böylece de kendilerini baska nesnelerden ayirirlar; bu baska nesnelerin kendileri de yine yakinlarindaki nesnelerle sinirlanirlar ve bu böyle sürüp gider. Üçüncü bir kanitta Zenon “her sey uzaydadir” deyince uzayin da bir uzay içinde bulunmasi, uzayin içinde bulundugu bu uzayin da yine bir uzayda bulunmasi gerekir diyor: bu da böylece sonsuzluga kadar gider. Hareketin gerçekligine karsi Zenon’un ileri sürmüs oldugu kanitlari Aristoteles’teb ögreniyoruz. Bunlarin arasinda en çok bilineni, Akhilleus ile kaplumbaga arasindaki yaris kanitidir. Bu yarista, kendisinden biraz önce yola çikan kaplumbagaya Akhilleus hiçbir zaman yetisemeyecektir, çünkü baslangiçtaki kaplumbaga ile kendi arasindaki mesafeyi kosmak için geçen zaman içinde kaplumbaga, az da olsa, biraz ilerlemis olacaktir. Akhilleus’un bir de bu araligi kosmasi gerekecektir, ama bu arada kaplumbaga, pek az da olsa, yine biraz ilerlemisti; bu böylece sonsuzluga kadar gider. Bu kanitin özünü bir baska kanitta daha iyi görebiliyoruz: “ Bir kosu pistinin sonuna hiçbir zaman ulasamazsin”, çünkü pistin önce yarisini geride birakmak zorundasin, bu da böylece sonsuzluga kadar gider. Sonlu bir zaman içinde sonsuz sayidaki uzay araliklari nasil geçilebilir? Bir baska kanit: “ Uçan ok durmaktadir”, çünkü bu ok her anda belli bir noktada bulunacaktir; belli bir noktada bulunmak demek de durmak demektir; ama hareketin her bir aninda duruyorsa, ok , yolunun bütününde de durmaktadir. Su son kanit da hareketin göreligine – relatifligine –dayanmaktadir: Belli bir noktalar dizisi, biri durmakta olan, öteki de ters dogrultuda ilerleyen iki dizinin yanindan geçerse, ayni zaman içinde hem büyük, hem de küçük bir mesafeyi geçmis olacaktir, yani bu dizinin ayni zaman içinde çesitli hizlari olacaktir, hareketini duran ya da ters dogrultuda ilerleyen dizi le ölçüstürdügümüze göre. Zenon’un bu keskin antinomia’lari, tabii, yalniz sunu göstermek için: Varolani bir çokluk ve hareket diye düsünürsek çelismelere düseriz, öyle ise Var olan ancak “bir” ve hareketsiz olabilir.
    PYTHAGORAS

    Bildigimize göre, Pythagoras ( 580-500 aralarinda) Samoslu ( Sisam adasindan) imis, genç yasinda Güney Italya’ya göçmüs. Burada Kroton sehrinde yerlesip gizli bir din tarikati kurmus..6. yüzyilin ortalarinda Yunanistan’da yayilmaya baslayan bir dinin, efsanevi sarkici Orpheus’un kurdugu Orphik kültün çok etkisinde kalmis. Ruhun göçtügüne, doguslarin dönümlü (periodik) olduguna, bedenden ayrilan bir ruhun insan ve hayvan bedenlerine girdigine inanma, Trakya Dionysos’una tapan Orphiklerin baslica inançlaridir. Pythagorasçilar aslinda bir din toplulugu ama matematik ve musiki ile çok ugrasmislardir. Matematik ile musiki arasinda bir baglanti da kurmuslardir. Pythagora’in kendisi, ses perdesi ile tel uzunlugu arasinda bir iliskinin oldugunu bulmus. Ondan sonrakiler sayi oranlarinda seslerin gizli baglantilarini aramaya girisip bir sesin niteligi ile ses dizisindeki yerini bu sese karsilik olan sayinin niteligi ve sayilar dizisindeki yeri ile bir tutmuslar. Matematik ile böylesine yakindan ugrasan Pythagorasçilar, sayilardan edindikleri bilgileri genellestirerek sayilari bütün varligin ilkeleri (arkhe) yapmislardir. Örnegin, belli bir sayi belli nitelikleriyle adalettir, bir baska sayi ruhtur, bir baskasi akildir vb. Böylece her sey için sayilarda bir karsilik bulmuslardir. Onlara göre, nesnelerin özü, gerçegi, varligin anamaddesi ( arkhe) sayidir. Ilk Pythagorasçilar sayinin ideal yapisini henüz bilmezler, onlar da sayiyi cisimsel bir sey diye tasarlarlar. Nitekim kosmoloji sorusuna, “ sayilardan nesneler nasil meydana geliyor?” sorusuna verilen yanitta, sayilarin cisimsel birer etken olduklarini görüyoruz.Sayilarin kendisi, tek ile çiftten ya da “sinirsiz” ile “sinirlayan” dan kurulmuslardir. Tek – çift, bir – çok, sag – sol, erkek – disi, duran – kimildayan, dogru – egri, aydinlik – karanlik, iyi – kötü, kare – dikdörtgen. Pythagorasçilarin dünya görüsü dualist: sinirlinin, tekin, yetkin ile iyinin karsisinda sinirsiz, çift, yetkin olmayan ile kötü var. Pythagorasçilarin bilim alaninda en büyük basarilari astronomidedir. Ilk defa olarak yeri, evrenin merkezi olmaktan çikarmislar, onu küre seklinde düsünmüsler, yerin, evrenin ortasindaki görünmeyen merkezi atesin etrafinda dolandigini söylemislerdir. Baslica Pythagorasçilar: Karsitlar ögretisinin temsilcisi bir hekim ve anatom olan Alkmaion ile Pythagoras tarikati dagildiktan sonra ögretiyi Attika’ya götüren Sokrates’in çagdasi Philolaos’tur.
    EMPEDOKLES

    Empedokles Sicilya Adasinin güney kiyilarinda bulunan Akragas ( ya da Agrigentum) sehrinden. Ailesinin sehrin siyasi hayatinda pek sözü geçermis; kendisi de bir aralik basta bulunmus, krallik bile önerilmis kendisine, ama kabul etmemis, demokrasiyi ögütlemis. Fizikçi, hekim, hatip, mucizeler gösteren ve arindiran rahip olarak Güney Italya kentlerinde dolasmis.Ölümü de efsanelestirilmistir: Kendisini Etna Yanardagina atmis oldugu söylenir – belki de onu Tanrilastirmak için yapilan çabalardan biri bu – siyasi sürgün olarak Peloponnes’te ölmüs olmasi ihtimali daha büyük. “Peri physeos” (Doga üzerine) ve “ Katharmoi” (Arinmalar) adli iki eseri vardir. Empedokles’in ögretisinin çikis noktasi, bir yandan Parmenides’in savidir: Meydana gelme ile yok olma diye bir sey yoktur aslinda. Ama öbür yandan da Empedokles duyularin bize gösterdigi bir olguyu, meydana gelme ile yok olmanin görünüsünü, bu olaylari açiklamaya çalisir. Ona göre, insanlarin meydana gelme dedikleri seyi temel maddelerin bir karismasi, yok olma dedikleri de bu karismanin dagilmasidir. Çok büyük parçalardan kurulmus olan temel maddelerin kendileri, (bunlara Empedokles, Rizomata panton= her seyin kökenleri diyor) meydana gelmemislerdir, yok olmazlar, degismezler, bunlar Parmenides’in bengi varligi gibidir. Doga bilgisinin gelismesinde çok önemli bir yeri olan öge (element) kavramini ilk olarak ortaya koyan Empedokles olmustur denilebilir.Öge, burada, kendi içinde bir cinsten, niteligi bakimindan degismeyen, artik bölünemeyen, yalniz çesitli hareket durumlarina geçebilen madde demektir. Bu anlayisla da, Parmenides’in “Varlik” kavrami ise yara bir hale getirilmis oluyordu.Bu ögeler de, Empedokles’e göre, dört tane imisler: Toprak, su, ates, hava. Empedokles’e göre, bu dört öge, evren yapisinin ancak gereçleridir. Evren bu gereçlerden kurulmustur. Dört ögenin kendileri, tipki Parmenides’in “Varlik”i gibi degismez tözler olduklarindan, bunlarin kendisinde bir hareket nedeni bulunamaz; yani bunlar kendiliklerinden birbirleriyle karisamazlar, kendiliklerinden bir karismayi bozamazlar. Onun için doga açiklamasinda, bu dört ögenin yani sira bir de hareketin bir nedeni, hareket ettirici bir güç de gerek. Empedokles’e göre , dört ana – ögeyi birbiriyle karistiran, bunlarin karisimlarini yeniden çözen neden de sevgi ile nefrettir. Empedokles’in bu anlayisinda, madde ile kuvvet (olusu saglayan neden), ilk olarak, iki ayri ilke olmuslardir. Ayni zamanda bir hekim olan Empedokles, canlilarin dünyasina da yakin bir ilgi göstermistir. Ona göre, bitkiler ilk organizmalardir ve hayvanlar gibi canlidirlar. Empedokles’in insan üzerinde de ilgi çekici gözlemleri var: Kan, insan hayatinin ana-tasiyicisi ve düsünmenin merkezidir. Kanda ögeler, en olgun bir biçimde birbiriyle karismislardir. Insanin bütün yetenekleri, bu karisimin olgunluguna baglidir. Bir doga bilgini olarak duyularin gösterdikleri üzerinde önemle duran Empedokles’in sensualist bilgi ögretisine göre, biz evreni biliyoruz, çünkü biz de onunla ayni özdeniz, biz kendimiz de dört ögeden kurulmus oldugumuzdan, ayni ögelerden kurulmus olan bir varligi biliriz.
    ANAXAGORAS

    Ionia’da Klazomenai’de ( Izmir- Urla yakininda bugünkü Güladasi) dogmus. Buranin soylu bir ailesinden. 462 yilinda Atina’ya gitmis, burada 30 yil kalmis. Perikles’in yakin dostu imis. Perikles’in muhalifleri onu Tanrisizlikla suçlandirmislar, çünkü Yunanlilarca Tanri sayilan günesin bir ates yigini oldugunu söylemis. Yasadigi yilalrin 500-428 arasinda oldugu saniliyor. Anaxagoras bu dönemin en büyük doga bilginidir.Matematikteki bilgileriyle ün salmistir. Astronomide de buluslari varmis: Ay isigini, ay ve günes tutulmalarini dogru olarak açiklamis. Empedokles gibi Anaxagoras’a göre de : Duyu verileri arastirmalarimiza çikis noktasi olarak alinmalidir –duyularin bilgi degerleri sinirli bile olsa. Ona göre de, kesin anlaminsa bir meydana gelme ile yok olma yoktur. Görünürdeki olusma ile yok olma, asil olan, gerçekten varolan öz’lerin (khremata), tohum’larin (spermata) birlesmesi ve dagilmasindan baska bir sey degildir. Anaxagoras, deney dünyasindaki nesnelerin nitelik bakimindan sayisiz çesitliligi dört ögenin birlesmesiyle açiklanamaz diyor. Deney dünyasinda nitelik bakimindan ne kadar çesitlilik varsa, nitelikçe birbirinden ayrilan o kadar sperma (ana-madde) vardir. Empedokles düsüncesini mitolojik-edebi bir biçimde dile getirmisti. Anaxagora’ta bu kalkiyor, ayrica, Herakleitos ile Empedokles’teki gerginlikler, karsotliklar yerine evrenin birligi konuluyor. Kendisinden öncekiler gibi gerçegi maddi bir sey olarak düsünen Anaxagoras, sayisiz spermalar arasinda, bütün ötekiler için hareket nedeni olacak maddeyi arar ve bunu kendi içinde canli bir sey diye düsünür. Ionialilarin ana- maddesi gibi. Bu madde, bütün ötekilerini kendinden harekete getirir. Ancak, diyor Anaxagoras, algilarimiz bize evreni düzen, eregi olan bir bütün olarak gösterirler; dolayisiyla hareketi saglayan kuvvet de, düzenleyen, bir erege (telos) göre olusturan bir kuvvet olacaktir. Onun için Anaxagoras, olusu meydana getiren ilkeye, gördügü is düsünce yetisininkine benzediginden, Nous adini verir. Ancak, düsünce yetisine, akla benzetildigi için Nous’u maddi olmayan bir ilke diye anlamamali. Nous da maddedir, yalniz pek ince, pek seçkin bir maddedir.O, bütün nesnelerin en incesidir, en arinmisidir, yalniz basina oldugunda yalinç ve hiçbir seyle karismamis bir durumdadir; çesitli niteliklerde görünmesine karsin, hep kendi kendisine esittir, kendi kendine hareket edebilen biricik maddedir, bütün öteki varliklarin hareket ilkesidir. Nous, Herakleitos’un Logos’u gibi, evrene egemen olan kuvvettir; evreni harekete getirip olusturmasi bakimindan da Herakleitos’un ates’inin gördügü isleri görür. Yalniz, bu arada çok temelli bir ayrilik da var: Herakleitos’un ates’i olus sürecinin içinde eriyordu ve her seye dönüsüyordu. Anaxagoras’in Nous’u ise, hep öteki nesnelerin karsisinda, onlardan ayri, kendi basinadir. Anaxagoras: nasil bir balçik yigini kendiliginden bir heykel olamazsa, bunun için nasil bir heykelcinin çalisip bu balçik yiginina bir biçim kazandirmasi gerekirse, bunun gibi, sperma’larin khaosu, kendiliginden, gördügümüz düzenli, belirli nesnelerin dünyasini meydana getirmis olamaz. Bunun için, düzenleyici, biçimlendirici bir kuvvet olan Nous’un ise karismasi gerekir, diyor. Telos düsüncesini – bir baslangiç olarak da olsa –felsefeye ilk olarak getiren odur.

    Milattan önce 5. Yüzyilda yasamis olan Yunanli filozof.
    Elea Okulu'nun görüslerinden etkilenen Anaksagoras, Parmenides'in ezeli-ebedi ve degismez varlik ögretisiyle, dis dünyada gözlemlenen çokluk ve degismenin bir sentezini yapmaya çalismistir. Bu amaçla, varligin temeline, arkhe olarak, ezeli-ebedi, degismez ve nitelik bakimindan ayni olan sonsuz sayida tohumu (homoiemer) yerlestirmis ve herseyi bu tohumlarin dagilimi ve birlesimiyle açiklamistir. Varligin temeli, ona göre, baslangiçta herseyin herseyde bulundugu, sonsuz sayidaki tohumu içeren bir bütündür.

    Fakat Anaksagoras'a göre, madde kendi kendisini hareket ettiremez. Maddenin, tohumlarin hareketi için bir dis güce, hareket ettirici bir nedene ihtiyaç vardir. Bu güç, akil ya da zihin anlamina gelen Nous'tur. Anaksagoras varligi açiklamak için, maddi nedenlere ek olarak, fail nedene ve ayrica final nedene gerek duyuldugunu düsünür. Zira ona göre, evrende bir düzen ve uyum vardir. Bu düzen ve uyumdan da Nous sorumludur. Çünkü Nous, ilk maddeleri bir amaca göre düzenlemis, bir amaca göre hareket ettirmistir.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi felsefika -- 2 Temmuz 2008; 0:52:23 >







  • CICERO, Marcus Tulius:

    M.Ö. 106-43 yillari arasinda yasamis olan Romali devlet adami, bilgin, hatip ve yazar.
    Felsefe ögrenimini, Epikürosçu Phaedros, Stoaci Diodotos ve Akademi'ye bagli Philon'dan almis olan Cicero'nun önemi, Yunan düsüncesini daha sonraki kusaklara aktarmasindan olusur. Bilgi teorisi açisindan, kesinlige baglanmak yerine olasiliklarin yolunu izlemeyi yegleyen, buna karsin ahlak alaninda, dogmatik bir tavir sergileyip, Stoacilara ve bu arada Sokrates'e yönelen Cicero, Latincenin felsefe dili olarak gelismesine katki yapmis ve bu arada, dinsel görüsleri açisindan daima agnostik kalmistir.

    Kuskuculugu çürütemeyen, fakat kuskuculugun ahlak için yarattigi tehlikenin bilincine varan Cicero, kuskuculuga karsi, dogrudan ve kesin olan ahlak bilincinin kurumlarina siginmis ve temel ahlaki kavram ve ilkelerin dogustan oldugunu öne sürmüstür. O, ayni çerçeve içinde, erdemin mutluluk için fazlasiyla yeterli oldugunu, kurgusal ya da entelektüel degil de, pratik erdemin daha büyük bir deger tasidigini belirtmistir.



    EMPEDOKLES:

    Sokrates öncesi doga felsefesinin son dönem filozoflarindan.
    Evrende gerçekte yalnizca toprak, su, hava ve ates gibi dört ögenin varoldugunu, bu ögelerin ezeli ve ebedi oldugunu savunan Empedokles'e göre, geri kalan hersey, evrendeki tüm diger varliklar, bu dört ögenin degisen oranlardaki birlesmesinden meydana gelir.

    Empedokles'in yeniligi, bu dört ögenin disinda olup, onlarin hareketlerinden sorumlu olan ask ve nefret gibi iki güç öne sürmüs olmasidir. Ask ve nefreti fiziki çekme ve itme etkileri uygulayan dogal güçler olarak öne sürmüs olan filozofa göre, nefret, etkisiyle her ögenin kendisini, diger ögelerden ayirmaya çalistigi; ask ise, bilesik yaratiklar meydana getirmek için, bir ögeyi diger ögeyle karistiran güçtür.



    DIOGENES:

    412-320 yillari arasinda yasamis olan, ve kendine yetme ile sadelik ilkelerine dayanan Kinik yasam biçiminin öncülerinden çileci düsünür.
    Hakkinda dogrulugu kuskulu pek çok öykü anlatilan Kinik Diogenes hakkinda, onun gündüzleri Atina sokaklarinda elinde fenerle dolasarak, dürüst bir adam aradigi söylenir. Atina'da gelenekçilige karsi bir tavir alan Diogenes, toplumdaki yapayliklara ve uzlasimsal degerlere meydan okumus ve, her tür yerlesik kuralin insanin dogalligina aykiri düstügüne inandigi için, toplumun tüm yerlesik kurallarina karsi çikmayi, uzlasimsal ölçü ve inanislarin çogunun bos oldugunu göstermeyi ve insanlari yalin ve dogal bir yasam biçimine çagirmayi amaçlamistir.

    Ona göre, sade bir yasam tarzi, sadelikten baska, örgütlenmis, dolayisiyla uzlasimsal toplumlarin görenek ve yasalarini da önemsememek anlamina gelir. Diogenes, dogaya aykiri bir kurum olan ailenin yerini, kadinlarin ve erkeklerin tek bir ese bagli olmadigi, çocuklarin ise bütün toplumun sorumlulugunda bulundugu dogal bir durumun almasi gerektigini savunmustur. Diogenes yoksulluk içinde yasadigi, halka açik yerlerde yatip kalktigi ve yiyecegini dilenerek topladigi halde, herkesin ayni sekilde yasamasi gerektigini savunmamistir. Onun tek amaci, kisinin en kisitli yasam kosullarinda bile, mutlu ve bagimsiz olabilecegini göstermek olmustur.

    Diogenes'in savundugu yasam tarzinin ilk ilkesi kendine yetme, yani kisinin, mutluluk için gerekli herseyi kendi içinde tasiyabilmesi ilkesidir. Ikinci ilke olan 'utanmazlik', kendi basina zararsiz olan bazi eylemlerin hiçbir sekilde yapilamayacagini öne süren uzlasimlari umursamamak anlamina gelir. Bu ilkeden yola çikarak yerlesik davranis kaliplarina uymadigi için, kendi açisindan sade ve dogal, toplumsal degerler açisindansa sefil denebilecek bir yasam dürdügü için, Diogenes'e kinik denmistir.

    Onun üçüncü ilkesi, yozlugu ve kendini begenmisligi açiga vurmaktan ve insanlari yenilenmeye yöneltmekten asla çekinmemek anlaminda 'sözünü sakinmazlik'tir. Diogenes'in dördüncü ilkesine göre, ahlaki yetkinlige ancak yöntemli egitimle, iradenin gücünü sinayan pratik egzersizlerle ulasmak mümkün olabilir.
    DEMOKRITOS

    Demokritos’un dogdugu yer Ionia’da Teos ( Urla’nin güneyinde) olmali. Kendisine “Abderali filozof” deniyorsa da, belki de sonradan buraya gelip yerlesmistir.Uzun yolculuklara çikmis, bütün Yunanistan’dan baska, Misir’i, Anadolu’yu, Iran’i dolasmis. Yurdunda siyaset islerine hiç karismamis, kösesine çekilmis bir bilgin hayati yasamis. “Bir taniti bulmayi, Pers krali olmaktan üstün tutarim” dermis. Ilkçagin en büyük doga arastiricisi sayilir. “Varolan” ona göre de, meydana gelmemistir, yok olmayacaktir, degismezdir, hep kendi kendisiyle ayni kalir. Ama “varolan”in disinda bir de “varolmayan”, yani “bosluk” da, uzay da vardir.Uzay yüzünden “varolan”, kendileri artik bölünmeyen, görülemeyen kiliklara (ideai) ayrilir.Bunlara da Demokritos atom (bölünemeyen) adini verir. Atomlarda olabilen biricik degisiklik harekettir, yani yer degistirmedir. Atomlarin birbirlerinden ayrilmalari, sadece nitelik bakimindandir, sadece büyüklük, küçüklük, yer, düzence vb. ayriliklaridir. Onun için Demokritos atomlarda ( bu gerçek varliklarda) renk, ses, sicaklik, sogukluk vb. niteliklerin bulunmadigini söyler. Renkleri görmemiz, sesleri isitmemiz, sicakligi duyumlamamiz, tatliyi, aciyi tatmamiz, ancak, bir duygu yanilmasidir, bir “karanlik” bilgidir. Duyular, asil gerçegi, yani nesnelerin artik bölünemeyen son parçalarini (atomlari) bilebilecek gibi keskin degildirler. Duyu bilgisi nesnelerin iç dokusunu, gerçek yapisini göremez, bunu ancak düsünen akil kavrayabilir. Ama bunu söylemekle Demokritos, henüz düsünme ile algi, düsünülen dünya ile algilanan dünya arasinda ilkece bir ayrilik yapmiyor; bu ikisini birbirinden ayiran yalniz, keskinlik ve kesinlik dereceleridir. Demokritos Anaxagoras’in anlayisi ile savasarak, onun teleolojik açiklama denemesi karsisina çok kesin bir mekanist görüsü koyar: Evren yalnizca atomlarin çarpismalari ve birbirleri üzerindeki basinçlari ile olusmustur; evrendeki olusa kesin bir zorunluluk egemendir; bütün olup bitenler, nedenlerden zorunlu olarak meydana gelmislerdir. Böylece Demokritos, Anaxagoras’in ögretisinde belirir gibi olan erek (telos) kavramini kabul etmedigi gibi, rastlanti kavramini da açik olarak reddeder: Rastlantinin sözünü etmemiz yalniz bilgisizligimizden ileri gelir; bir olayin nedenini bilmedik mi, bunu rastlantiyla açiklamaya kalkisiriz. Bu görüsüyle de Demokritos mekanist bir doga biliminin temellerinin atmis oluyordu. Demokritos “ gerçek, atomlar ve atomlarin hareketleridir” ögretisini ruhu açiklamada da kullanir. Örnegin, algi ile düsünme, bu iki ruh olayi ona göre vücudumuzdaki atomlarin en incesi, en hafif ve en düzü olan ates atomlarinin( bunlar vücudu sicak tutarlar, hareketli, dolayisiyla canli kilarlar) bir hareketidir. Bu da açikça materialist bir anlayistir. Gerçi Demokritos’tan önceki filozoflar da “varolani”, bu arada ruhu da, cisimsel saymakla materialisttirler, ama Demokritos’unki çok bilinçli bir materializm. Demokritos’un ahlak ögretisi de doga felsefesine dayanir. Kalan birçok fragment’den, onun “dogru bir yasayisin dayanaklari nedir?” sorusunu, kendisinden önceki felsefede bulamadigimiz bir ölçüde arastirdigini görüyoruz. Bu bakimdan Demokritos bir geçit döneminin düsünürüdür. Ondan önce baslica kosmos (doga) sorunu üzerinde durulmustu: Demokritos’ta ise insan hayati ile ilgili sorunlar, kosmos sorunu kadar yer almislardir. Nitekim Yunan felsefesinin bundan sonraki dönemi de baslica insan ile ilgili sorunlari ele alacaktir. Demokritos’a göre duygular ile istekler de ates atomlarinin hareketleridir. Bu hareketler durgun, ölçülü iseler insani mutlu yaparlar, çok kizisik iseler mutsuzluk yaratirlar. Onun için mutluluk, ruhun dinginligidir. Demokritos ruhun bu durumuna euthymia (ruhun iyi durumda olmasi) diyor. Euthymia’yi insan eylemlerinin son eregi yaptigi için, Demokritos, bundan sonra Yunan ethiginde baslica bir anlayis olacak olan eudaiminizm’in ( mutçulugun) kurucusu sayilabilir. Demokritos’un eudaimonizmi çok temiz ve soylu. Mutluluga erismek isteyen, yararina olanla olmayani ayirt etmeyi bilmelidir. Bunun ölçüsünü de insan, haz ve aci duygularinda bulabilir, yalniz, göreli olarak iyi olanla, mutlak olarak iyi olani ayirmayi da bilmelidir. Göreceli olarak iyi olanla, mutlak olarak iyi olani ayirmayi da bilmelidir. Göreli olarak iyi olanlar: maddi-duyusal sevinçler, güzellik, seref ve zenginlik gibi seylerdir. Mutlak iyi ise, ruhun iyi bir durumda bulunmasidir (euthymia). Ruh böyle bir durumda olunca, insan yalniz iyi olandan sevinç duyar, kötüyü yapmak söyle dursun, istemez bile. Insanin ahlakça degerinin ölçüsü, düsünüsüdür. Insan disaridan bagimsiz olarak, sevinçlerini kendisinden devsirebilecek durumda olmalidir. Mutlu olmak için yapilacak sey, ruh dinginligine erismek, bunun için de her türlü sarsici tutkulardan, duygulanimlardan kaçinmaktir. Demokritos bu duruma en iyi bilgelikte varilacagi kanisindadir. Demokritos, astronomide Pythagorasçilari bir yana birakirsak, gelismenin en yüksek noktasidir. Ama Demokritos, öbür yandan, dogadan çok insanla ilgilenen yeni bir gelismenin, baslica insan sorunu üzerinde duran bir düsünürler toplulugunun da çagdasidir.Bu düsünürlere de Sofistler adi verilir.




  • Onlara diyecek tek sözüm var Düşün Düşün B.Ktur işin şakamaka modern dünyanın temellerini atan bu insanlara çok büyük saygı duyuyorum...
  • hocam ellerine sağlık. devamı geliyor mu? ortaçağ yeniçağ ve islam filozoflarını da bekliyoruz.
    saygılar.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi aacayip -- 31 Ağustos 2005, 17:59:41 >
  • SOKRATES

    Bir taşçı ustası ile bir ebenin oğlu olarak İ.Ö. 470 yılları civarında dünyaya gelen Sokrates, felsefenin önemli kilometre taşlarından biridir. Çok sade bir yaşamı yeğlemiş olan Sokrates, yaşıtları ve çevresindekiler arasında çok da yakışıklı denemeyecek, giyimine fazla özen göstermeyen, buna karşın insanlara birşeyler öğretebilmek, eşinin kaprislerine ve çevresindekilerden gelen ağır eleştirilere dayanabilecek kadar sabırlı ve herşeye karşı direnerek doğruyu söyleyecek kadar cesur bir insan olarak tanınırdı. Okullarda ve çeşitli toplantılarda öğretilerini insanlara ulaştırmaya çalışmıştır.

    Öğretisini benimseyen dönemin ünlü fikir adamları arasında Eflatun, Ksenophon, Phaidon, Alkibiades gibi çok sayıda kişi bulunmaktadır.

    Sokrates bir alanda erdemli olarak düşünülen ve o konudaki erdemin içerik ve niteliklerinden haberdar olması gereken kişilere sorular sorarak başlarmış. Bu sorular sırasında kişinin gerçekten düşündükleri, savundukları ve hissettikleri ile çevreye karşı gerçekleştirdiği eylem ve söylemin çelişkili olduğu ortaya çıkarmış. Bu nedenle Sokrates "birşey biliyorsam, o da birşey bilmediğimdir" şeklindeki düşüncesini yayarak, insanların kendisini geliştirmesinin sonu olamayacağını, hiç birşeyin yeterli olmadığını insanlara öğretmeye çalışmıştır. "İyi olan tek şey bilgi, kötü olan tek şey bilgisizliktir" demiştir. Öncelikle hepimizin kendimizi daha iyi tanımamızı, çelişki ve yanlışlarımızın farkına varıp, gelişmeye çalışmamızı, bunlardan sonra daha etkin olarak çevredeki sorunlar üzerine yönelmek gerektiğini öne sürmüştür. Düşünmenin ve bilgi sahibi olmaya çalışmanın iyi yaşama sanatını elde etmeye yeteceğini ileri sürmüş, iyi ahlağı daha uzunerime yönelik çalışan, güçlü bir akli temel üzerine oturtmuştur. Onun ileri sürdüğü akıl ve bilgi temelinde yükselen ahlak düşüncesi, pek çok felsefecinin katılıp, geliştirmeye çalıştığı bir konu olmuştur. Bir çok eski felsefe okulu temellerini ondan almıştır. Sokrates, Eflatun'u, Eflatun da Aristo'yu yetiştirerek bilginin devamını sağlamışlardır. Sınıf içinde ders vermek yerine açık ortamlarda, meydanlarda doğal ortamlarda herkesle rahatça konuşarak, eğitimi cazip bir hale sokmaya gayret etmiştir.




  • FARABi (870-950) Türk-islam düşünürü... İslam disiplini içinde yetişmiş Türk düşünürlerinin en büyüğüdür.
    Aristoteles mantığına dayanan usçu bir metafizik oluşturmuştur. Amacı, Aristoteles'i, biraz da Plotinos'un yardımıyla, İslam diniyle uzlaştırmaktı... Bununla da yetinmemiş, İslam dinini de bilimle uzlaştırmaya çalışmıştır.
    Önceleri Türkistan'da kadılık yaptı, sonra kendini büsbütün felsefeye verdi. Anadili olan Türkçe kadar Arapça, Farsça, Süryanice ve Yunanca biliyordu. Aynı zamanda hekim ve müzikçiydi. Yüzden çok kitap yazmış; Aristoteles, Platon, Zenon, Plotinos gibi Yunan düşünürlerini yorumlamış, bunların görüşlerine kendi görüşlerini katmıştır.
    İbni Sina ve İbni Rüşd, onun manevi öğrencileridir, ama Farabi'nin ünü onlar kadar yayılamamıştır. (Orhan Hançerlioğlu)

    Farabi'nin felsefesi özetle şudur: İslam felsefesine zihinciliği getirmekle kalmamış, bu felsefenin ilk kez kapılarını açan da kendisi olmuştur. O, metafiziğe mantık yoluyle ulaşmış, İslam diniyle felsefe arasında sıkı bir ilişki kurmuştur. (Cemil Sena)

    ***

    FARABi: "Hiç bir şey kendi kendisinin nedeni olamaz. Çünkü, nedenin kendisi, oluşandan öncedir."

    ***

    "Hiç bir şey kendiliğinden yok olmaz, böyle olsaydı, var olmazdı."

    ***

    "Erdemlerin en büyüğü bilimdir."

    ***

    "İnsan, bazen bir tesadüfle güzel işler yapar. Bazen de bu güzel işleri isteyerek değil, herhangi bir baskı altında yapmış olur. Böyle yapılan işler, mutluluk getirmez."


    ***

    El-Farabi'nin Hayatı, Felsefi ve Sosyo-Politik Görüşleri:
    Ebu Nasır Muhammed bin Muhammed bin Tarhan bin Uzlug El-Farabi (879-950) (batıda Alpharabus), Sır-ı Derya’da Faraba şehrinde doğdu. Aristo’nun derin bilgiç çalışmacısı, matematikçi ve doktor olarak ün kazandı. Aristo’nun ve yeni platoncuların çalışmalarının Suriye’li çevirmen ve yorumcularıyla daha yakından tanışmak için Bağdat, Şam, Harran ve Halep’i ziyaret etti.

    Yakın ve ortadoğunun ilerici düşünürleri, Aristo’ya büyük bir saygı ile davrandılar. İslâm skolastiği, büyük Yunan filozoflarının metinlerini yanlış anladı. Öyle ki yeni platoncuların ruhunda, yalnızca mantık yorumlandı. Bartold şöyle yazar : “Platon ve Aristo’nun öğretisi (yeni platonculukta sonraki gelişmesiyle) açık fark tamamen oluşmadı; Aristo tarafından gerçekte Platon’un öğretisini tekrar eden teoloji yazıldı.”

    El-Farabi, gerçek Aristo’yu tanıdı ve felsefenin gelişme yolunu aristotelesçilik tarafına çevirmeyi amaç edindi. Onun çeşitli yorumcular tarafından ileri sürülen mistik katmanlardan Yunan düşünürlerin öğretisini serbest bırakmayı başardığını söylemek gerekir. Ona henüz hayattayken ortadoğuda “İkinci Aristo” adını vermeleri bir tesadüf değildir.

    El-Farabi’nin mirası son derece büyük ve çeşitliydi. O zamanlar tanınmış bütün bilimadamlarının yanısıra ahlâk, politika, psikoloji, doğa ve müziği öğrendi. Ama ilk sırada felsefe ve özellikle mantık vardı. Onun mantık alanındaki çalışmaları, kendisine yakındoğunun bütün ülkelerinde geniş bir ün kazandırdı.

    El-Farabi, henüz bazılarını tanıdığımız doğa bilimleri ve felsefe tarihi alanında yaklaşık 100 eser yazdı. Felsefi çalışmalarının önemli bir kısmı, Aristo felsefesinin öğrenimiyle bağlantılıdır. Yeni platoncu Porfiri’nin “İsagog”unun yorumu da ona aittir. Bütün bu çalışmalar, El-Farabi’nin dikkatini Platon ve yeni platoncuların idealizmine değil, Aristo’nun ansiklopedik mirasına ayırmasıyla oluşur.

    Ama El-Farabi’nin hareketleri, yalnızca yorumla sınırlanmadı; çok sayıda orijinal çalışmalar da yaptı. En ünlüsü, onun öğretisinin bütün özünü kısa bir biçimde anlatan “Aklın İnci Tanesi” adlı küçük tezidir. Platon’un devlet hakkındaki çalışmalarını etkisiz kılmayan “Namuslu Şehrin Yerlilerinin Görüşleri” adlı tezi de büyük ilgi uyandırır. Bunda yazar, devletin oluşumu ve sosyal eşitsizliğin nedenleri gibi önemli sorulara cevap vermeye çalışır.

    “Cevher”, “Zaman”, “Boşluk”, “Platon ve Aristo Felsefesinin Tekliği” tezleri de ona aittir. “Galenos’a Karşı” ve “İon İelopeneski’ye Karşı” adlı eserlerinde Galenos ve İon’u eleştirerek ve Aristo’yu savundu.

    El-Farabi, “Gökyüzünün Hareketi” adlı çalışmasını ve psikoloji alanında “Ruh Hakkında”, “Ruhun Gücü Hakkında”, “Çokluk ve Teklik Hakkında”, “Akıl ve Bilinç” tezlerini de yazdı. Bu eserlerin bir kısmı Latince’ye çevrildi ve XVII. yy.a kadar geldi. El-Farabi, yakındoğuda ünlü olan müzik eserleri de verdi.

    El-Farabi’nin felsefi görüşlerinin analizi için, onun biliminin bölümlerini incelemek gerekir. El-Farabi şöyle yazar : “Bütün bilimlerin başı olarak eşyalara isim veren, yani cevher kazandıran dilbiliminin olduğunu iddia ediyorum. İkinci bilim gramerdir : O, belirtilen eşyalara nasıl isim verileceğini, konuşma ve sözün nasıl oluşacağını, cevher durumunun ve bu sonuçtan çıkan aksanın nasıl ifade edileceğini öğretir. Üçüncü bilim mantıktır : O, mantık figürlerine göre bilinmeyeni bilmemiz ve neyin gerçek, neyin yalan olduğunu anlamamız sayesinde onlardan yargı çıkarmak için hikâye cümlelerinin nasıl kullanılacağını öğretir. Dördüncü bilim şiirdir.” Sonra El-Farabi öğretim bilimlerini sayar :

    “a) Sayı bilimleri (teorik ve pratik),
    Geometri,
    Seyir bilimi,
    Astroloji,
    Ağırlık bilimi

    Beşinci bilim, fiziksel cisimler ve olayların (fiziksel cisimler gök, toprak ve onların arasında bitkiler ve hayvanlardır) bilimi olan fiziktir. Onda doğal ahengini sürdüren 7 kısım vardır : Gök, toprak, ölüm, mineraller, bitkiler, hayvanlar ve ruh. Altıncı bilim, üç kısımdan oluşan metafiziktir :

    Gerçek eşyalarla oluşan gerçek dünyanın incelenmesi,
    Özel teorik bilimlerde kanıt prensiplerinin incelenmesi,
    Cisimden oluşmayan ve cisimde son bulmayan gerçek nesnelerin incelenmesi.

    Yedinci bilim, çeşitli hareket tiplerini ve insan isteklerinin hareketlerini, hareketi oluşturan ve gelenekleri kullanan belirli amaçları inceleyen devlet bilimidir. Bu bilim iki kısımdan oluşur :

    a) Mutluluğun belirlenmesi,
    b) Karakter özelliklerinin, hayat ve hareket yapısının belirlenmesi.

    Sekizinci bilim Müslümanlık hakkı ve dokuzuncu bilim de ilahiyattır.”

    El-Farabi’nin ileri sürdüğü bilimlerin sınıflandırılması, Aristo’nun incelediği tarzın aynısıdır. Aristo’nun bilim sınıflandırmasını güçlü bir şekilde destekleyen El-Farabi, tarihi duruma göre Müslümanlık ve ilahiyat bilimlerini içine alır. Bu, en şiddetli fikir savaşı halini alanların çevresinde felsefi problemler içinde, Yunan okullarında doğa bilimleri örneğinde temelde çözümlenen, yakın ve ortadoğu ülkelerinde de İslâm dinine göre çözümlenen tek ve genel problem olmasıyla açıklanır.

    Filozoflar, o zamanlar Allah’ın doğayı, nitelikleri ve onun hayat ilişkisi hakkında sert bir şekilde tartışıyorlardı. El-Farabi, bu konuda hangi durumu tutuyordu?

    El-Farabi, her varlığı iki tipe ayırmıştır. Şöyle yazar : “Varlıklar, iki tipten oluşur. Birinci tipe, varlıkları gereksiz olmayan özden çıkan maddeler aittir. Bu tip maddeler «olası gerçek» adını alırlar. Diğer tipe, daima ve gerekli varlıkları ortaya çıkan özden oluşan maddeler aittir. Bu tip maddeler «gerekli gerçek» adını alır.” Olası gerçek nedir?

    El-Farabi, var olmak için neden olması gerektiğini; eğer bir şey var olacaksa, kesinlikle diğerinin yardımıyla olacağını söyler. Işık, gerçekte sadece güneş olduğunda var olur. O, güneş varsa var olabilir, ama kendi doğasında gerekli varlık olmaz. Eğer güneş varsa, o zaman ışık kesinlikle var olur. Bu olası varlık, birinci nedenin varlığını gösterir, zira olası maddeler sürekli zorunluluğa, yani birinci varlığa gelir. Demek ki olası maddelerin amacı, sanki uzak değilmiş de, ona varlık verene gerekliymiş gibidir. Çünkü maddeler, kendi kendine varlık veremez; onlar için sürekli onlara varlık veren kesin bir varlık olmalıdır.

    El-Farabi mutlak varlıktan ne anlıyordu? Filozof şöyle cevap verir : “Doğasıyla belirtilen varlık, eğer var olmayan olarak farzedilirse, bu soyuttur. Onun varlığı, onun dışında olamaz. O, maddelerin varlığı için birinci neden olur.”

    El-Farabi, mutlak varlıktan soyut varlık, yani nedensiz varlık, her tür eksiklikten özgür, en değerli ve en eski varlık, her tür madde ve biçimden bağımsız olarak tanımladığı Allah’ı anlıyordu. “O, sentezle olmaz. Allah tektir ve O’nun ortağı yoktur. Eğer tek olmasaydı, o zaman diğerleri hayatın mükemmelliğinde ona benzerlerdi; ama bu mümkün değil; O, bir yönden farklıdır. Bu bakımdan onlardan her biri diğerinden farklıdır, onların varlığının parçasını oluşturur, öyle ki onlarda genel olan diğerinde özeldir. O zaman parça (sentez) birliği olurdu, bu da imkânsızdır. Allah sadece olur, onu belirlemek (sınırlamak) mümkün değildir, zira belirleme sentezdir.” Allah, El-Farabi’ye göre yarattığı dünyadan uzaktır. El-Farabi, Aristo’nun, Allah’ın kendi varlığı dışında kalan ayrıntılarını bilmediği düşüncesini benimsedi.

    Bu şekilde felsefenin genel sorununu ideolojik ve teolojik ruh içinde çözen El-Farabi, sonradan çözümünü ilk baştaki kararında değişiklik yapan ve idealist karardan ayrılan, teolojik katmanlar kütlesi arasında materyalist fikirlerini gerçekleştiren kayıtlar ve yorumlarla donattı.

    El-Farabi, bütün hayat sistemini Yunanistan’ın eski filozoflarının benimsediği teoriye uygun olarak kurar. Hayat, birbirini tamamlayan, yıldızların gösterdiğinden daha uzak karesel biçimli gökyüzünün bileşimidir. Geri kalan gök yüzlerinden her biri, gezegenlerden birini içine alır. Dünyanın sekiz gökyüzünün hepsi merkezindedir. El-Farabi, bu sisteme hareketsiz yıldızların gökyüzünde yayılan gökyüzünü ekledi ve ona ilk gökyüzü dedi. Aristo, göğün hareket nedeninin Tanrı olduğunu söylüyordu. “Her gökyüzü akla, her hareketsiz gezegen de akıllı ruha sahiptir.”

    El-Farabi, gök yüzlerinin hepsini, onların hareket etmesini düzenleyen bir ruhu olduğunu sanıyordu. Bu ruhlar, gücünü göğün aklından alır, zira bütün akıllar, güçlerini hareketin ilk uyarıcısından alırlar. El-Farabi şöyle der : “Daha gökyüzünün ve yıldızların hareketinde herhangi bir rol oynamayan onuncu hareket bilinci vardır. Hareket bilinci, ayın yörüngesinde bulunan, yani varlık ve yokluk dünyasının yörüngesinde olan dünya anlamına gelir. Bu bilinç bir taraftan dünya ruhlarının varlık nedeni, diğer taraftan dört temel elementin (yani suyun, havanın, ateşin ve toprağın) gökyüzü yardımıyla varlık nedeni olur. Gökyüzünün hareketinden ve onlardan birinin diğeriyle ilişkisinden çeşitli oranlarda ve karakter bakımından çeşitli hareketlerle karışan dört element ve sonuçta beden oluşur. Dört elementten oluşan beden, onun tarafından hareket yeteneği veren sıcak ve soğuk gücüne, bir de onun tarafından hareketi kavrama yeteneği veren nemlilik ve kuruluk gücüne sahiptir.”

    El-Farabi’ye göre bütün beden, ilk madde ve biçimden oluşur. Biçimin temeli, biçimi taşıması için yaratılan maddedir. Madde, değişim ve gelişimi içinde ilk nedenden bağımsız ve sonsuzdur. Burada El-Farabi, Aristo’nun ebedi dünya teorisini izlemiştir. Ama İslâm dogmasının sınırlarını aşmamak için, Aristo’nun dünyanın ebediliği teorisini, dünyanın yaratılması dini öğretisiyle uzlaştırmayı denemiştir.

    El-Farabi’ye göre dünya, gerekli bir sıra halinde basamaklar yoluyla biçim ve maddenin oluştuğu ilahi bir yerdir. El-Farabi, Tanrı’yı doğanın kendi kendine, onun süreçlerinin ise karakter bakımından doğal olduğunun altını çizerek ilk nedenden dünya yapısı olarak farzeder. Maddenin, biçiminin değişmesine rağmen sürekli bir temeli olduğunu söyler.

    Bu şekilde El-Farabi’nin felsefesinin başlangıç prensipleri, doğa olaylarının açıklanmasında acıyı ve Tanrı’nın mutlak kudretini dogmatik olarak örnek göstermekten ileri gitmeyen İslâm skolastiğine karşı yönelmiştir.

    Dünya, El-Farabi’ye göre maddi cisimlerden oluşur : Ateş, su, toprak ve onlarla aynı türden buhar, alev, taşlar ve onlarla aynı tür cisimler, bitkiler, hayvanlar. Akıldan yoksun ve akıllı canlılara doğal cisimler adını verir.

    El-Farabi’ye göre ilk elementlerin çeşitli karışımları, evreni biçimlendirir. El-Farabi şöyle der : “Bu şekilde gök cisimlerinin hareketi, bu oluşumların birbirine etkisiyle birleşir ve bu birleşimden büyük diğer karışımların ve birleşimlerin çokluğu ortaya çıkar. Bu karışımların her tipinde çok sayıda bireysel cisim oluşur. Gök alanı altında bulunan doğal cisimlerin varlığının nedenleri bunlardır.”

    El-Farabi, bütün doğa olaylarını, doğa kanunlarından yola çıkarak açıklamaya çalışır. Şöyle yazar : “Bütün gök cisimleri, özellikle harekete geçmeleri sayesinde genel bir doğaya sahiptirler.”

    Bilimadamı, bütün doğa olaylarının nedenlerini gök cisimlerinin yer değiştirmelerinde arayan astrologları eleştirir. Sanki bazı yıldızların mutluluk, diğerlerinin de mutsuzluk getirdiği düşüncesini yanlış sayar. Gökyüzünün doğası her yerde ayrıdır. Onun fikrine göre sadece astronomi ve matematik gerçek bilgiler verir. El-Farabi, Aristo’nun “Ahlâk” eserinin yorumunda en yüksek yararın, sadece bizim dünyamızda olduğunu yazar.

    El-Farabi’nin akıl öğretisi büyük ilgi çeker. “Akla Dair” adlı tezinde, ilahiyatın rasyonalist ruhunun oluşumu olarak insan aklını inceler. “Ruh sadece o zamana kadar ihtimal durumunda olan harekete yönelir, sonuncu ise gerçeğin varlığında oluşur. İhtimalin gerçeğe bağımlılığı, insan aklının özünü karakterize eder.” Bu durum, El-Farabi’yi faal insan aklını insanın sağlıklı düşünceye sahip olması ve aklını iyiyi kötüden ayırmak için kullanmasına göre kavramaya götürür.

    El-Farabi şöyle yazar : “Eğer insan, teorik düşünce yeteneğinin sonucuyla mutluluğu kavrasaydı, önüne belli bir amaç koyar, hırsı doğuran gücünün etkisi altında ve düşünce yeteneğinin sonucuyla, tasavvur ve duygu gücünün sonucuyla yeterlilik için gerekeni yapar, sonra da hırsı doğuran, gücünü yöneten organlarının sonucuyla bu hareketleri gerçekleştirdi. O zaman insanın bütün hareketleri erdemli, ve harikulâde olacaktır.”

    El-Farabi, kavrama teorisi sorunlarıyla da uğraşıyordu. Bilimin, dünyayı kavrama aracı görevi yaptığını söyler. Bilimleri, teorik ve pratik olarak ayırır. Teorik olanlar mantık, doğa bilimleri, metafizik; pratik olanlar da ahlâk ve politikadır. Bilim üç temel elementi içerir : Tam konu, inanılır gerçekler ve kanıt. Bunlar, üç kaynağa sahiptir : Duyu, akıl organları ve akıl olgunluğu. Duyu ve akıl organları yardımıyla dolaysız bir kavramaya erişilir. Akıl olgunluğu ise, cisimlerin temelini korumaya imkân verir. Onun fikrine göre gerçek bilim, akıl olgunluğunda kurulur.

    El-Farabi, mantıkta gerçeği yalandan ayırmak için gereken silahı gördü. Mantık öğrenimini bu nedenle son derece değerli sayıyordu. “Mantık, aklın temelidir; çünkü inanç yolunda gider ve hatalardan sakınır. Mantık, sentaksın dile ait olduğu gibi akla aittir.”

    Mantık, El-Farabi’ye göre gerçekle ilişkisine bağlı olarak iki kısma ayrılır. Birinci kısım kavrama ve belirleme teorisini içerir, ikinci ise hüküm, sonuç ve kanıt teorisidir.

    Gerçek hükümler için temel olmak üzere bilimadamı, belirli bir durumdan sonuç ve kanıt süreci yoluyla geçmenin gerekli olduğunu söyler. Mantığın amacı, kanıtları öğrenmektir; çünkü kanıt, gerekli bilgiye ulaştırır. El-Farabi, “kanıt teorisinde gerçek için bilime doğru yolu gösteren mantığın metodolojisi” der.

    El-Farabi, mantığın en yüksek prensibi olarak karşıtlık kanununu gösteriyordu. Bu kanuna göre her durumun adalet ve gerekliliğinin ve aynı zamanda karşıt adaletsizlik ve imkânsızlığının bir algılama parçasında açık olduğunu söyler. El-Farabi’ye göre “tek ve aynı madde var olmaz ve tek aynı zamanda var olmaz”. Sonraki bütün bilimlerin öğrenimi ve doğru düşünmesine yardım eden bilim olarak mantığa ve bu arada felsefeye bakış, o dönem için cesur ve ilerici sayılırdı.

    El-Farabi’nin kavrayış teorisiyle ruh öğretisi psikolojisi, sarsılmaz olarak birbirine bağlıdır. Düşünürün açık materyalist durumları, idealist ve teolojik görüşleriyle birleşir.

    Ruh hakkındaki fikirlerinde El-Farabi, idealist ve materyalist bakış açısına, bilimsel ve dini olarak sorunların çözümüne tercih yaparak doğrudan karşıt fikirleri birleştirir. Gökyüzü ve dünya, El-Farabi’ye göre çeşitli ruhlara sahiptir. Yıldızlardan her biri, kendi ruhuna sahiptir. Ayrıca ruh; hayvanlara, bitkilere ve insana özgüdür.

    İnsan ruhunu belirleyen El-Farabi şöyle yazar : “İnsan, bütün hayvanlardan farklı özellikleriyle ayrılır; çünkü onda gücü ortaya çıkaran, madde organları yoluyla hareket eden bir ruh ve bunun dışında madde organları olmadan hareket eden bir güç vardır; bu güç akıldır. Yukarıda belirtilen güçlere, onlardan her biri için görev gücü olan beslenme, büyüme ve çoğalma gücü dahildir. Kavrama güçlerine dış güçler ve iç duygu, özellikle hayâl gücü, tahmin gücü, hafıza gücü, düşünce gücü ve vücudu harekete geçiren hareket güçleri, ihtiras ve nefret dahildir. Saydığımız bu güçlerden her biri belli bir organ yardımıyla hareket eder, aksi takdirde iş olmaz. Bu güçlerden biri bile maddeden ayrı gerçekleşmez”.

    Burada El-Farabi, ruhun kavrama ve gelişimini maddenin hareketiyle şartlandıran materyalist bir pozisyondadır. İlk olarak ruhu ve önceki bedeni ortaya koyduğunda, Platon’un da bu konuda yazdığını sanarak Platon’un ruh öğretisine karşı çıkar. El-Farabi şöyle yazar : “Ruh, Platon’un iddia ettiği gibi bedenden önce oluşmaz.” Platon’un öğretisine karşı eski düşünürlerden Stoy, Zenon, Hrizip’in bilindiği gibi ruhun bedeni sevmediğini ve öbür dünyada bir yerde doğana kadar haberi olmadığını, aynı zamanda bedenle doğduğunu saydıklarını ileri sürer. Bu nedenle El-Farabi, ruhun iki duruma sahip olamayacağını ve bir bedenden diğerine geçemeyeceğini düşünür. El-Farabi şöyle yazar : “Ruh, ruhun geçiş öğretisi taraftarlarının desteklediği gibi bir bedenden diğerine geçemez.”

    El-Farabi’nin ruh öğretisinin belirli durumu, ölümden sonra ruhun kaderi sorunudur. Bu sorun, ortaçağ döneminde en keskin sorundu; onun çevresinde sert tartışmalar yürütülmüştür. Bu soruna felsefi yaklaşım ve İslâm’ın dogmatik hedefleri arasında manevra yapan El-Farabi, idealizm ve materyalizm arasında tereddüt etti. Ancak sonuçta bu konuda materyalist pozisyonda kaldı.

    Bu konuda büyük Arap ortaçağ düşünürleri İbn-i Tufeyl ve İbn-i Rüşd’ün söyledikleri en değerlileri olmaktadır.

    İbn-i Tufeyl “Hayy ibn-i Yekzan”ın önsözünde şöyle der : “Ebu Nasır’ın bize ulaşan yazıların büyük kısmı mantık hakkında; felsefeye değinen eserlerinde şüpheli yerleri çok. «Mükemmel Topluluk» eserinde kötülerin ruhunun daima ölümünden sonra sonsuz karanlıklarda olacağını iddia ediyor; sonra açıkça politikada onların kurulduğu ve var olmayan duruma geçtiğini, sadece iyi ve mükemmel ruhların ebedi olduğunu gösteriyor. Ahlâk yorumunda insan mutluluğunun bazı tasvirlerini verir, sadece bu hayatta ve bu yerleşimde gösterir; sonra bundan dolayı daha birkaç söz ve düşünceler ekler : «Bundan bahseden bütün diğerleri, eskilerin uydurmalarıdır». Daha sonra iğrenç fikirleri ve sözde kavrama gücüyle olan ve ona felsefeyi üstün tutan, maddeye erişen, bize gereksiz şeyler verenleri destekleyen egemenliği gösterir.”

    İbn-i Rüşd “Materyalist Bilinç ve Gerçek Bilinçle Bağlantısı” adlı tezinde, El-Farabi’nin ruhun ölümsüzlüğü reddettiğini ve insanın azami mutluluğa teorik bilimi bilme ve anlama yardımıyla erişebileceğini yazar. Ancak insanın maddeden ayrı öz olmasını savunan her şey, masal tipinden daha fazla bir şey değildir.

    Bu şekilde El-Farabi’ye göre ruh, vücudun önünde meydana gelmez, onunla aynı zamanda ortaya çıkar ve yok olur.

    El-Farabi’nin öğretisinin önemli bir kısmı da, onun, ruhun maddenin gelişim düzeyine karşılıklı bağımlılığı düşüncesidir. Ona göre hayatın ilk aşamalarında madde, ruhun bitkisel ve hayvansal daha az mükemmel biçimlerinin taşıyıcısıdır. Sadece maddenin gelişiminin sonraki aşamalarında akıllı ruhun taşıyıcısı olur. El-Farabi’ye göre akıllı ruh, sadece insana özgüdür. İnsan, hayvanlardan ayrı olarak ayırıcı niteliklere sahiptir; onda ruh vardır, ondan da vücut organları yardımıyla hareketi oluşturan güç çıkar. Ama El-Farabi, insanda vücut organları yardımıyla hareket edenden daha fazla hiçbir şey olmadığını, bu gücün de akıl olduğunu söyler.

    Aristo’dan sora El-Farabi, akıl gücünün iki kısmı olduğunu söyler : “İnsanın bilgiye hakim olabilmesi yoluyla teorik ve insanın meslek ve zanaatlara hakim olması yoluyla pratik akıl gücü.” Bu şekilde akıllı ruhun temel fonksiyonu, El-Farabi’ye göre dünya anlayışı olur. Ancak insanın aklı, organların duyguları göstermesinin temelinde maddeyi kavrar ve kendi içeriğini tamamlar.

    El-Farabi, insanın bütün hareketlerinin akıl ve yapıcı aktif faaliyetle yönetildiğini söyler. Bu nedenle ne cenneti ne de cehennemi kabul eder. İnsanı hareketiyle bağlayan bilimadamı, inancın temel durumlarını şüphe altına koydu ve doğa bilimlerine, felsefeye hakettiği yeri verdi. El-Farabi, inancı bilgiden ayırmadan insan sürecinin mümkün olmadığını sezdi. Yalnız bu, onun bilimsel bilgileri ve insanın biçimlenmesinde felsefeyi önceden sezerek çağdaşlarından daha yüksekte olduğunu gösterir.

    Diğer eski filozoflar gibi El-Farabi de, felsefeyi beşeri bilimlerin bütün taraflarını kuşatan tek bir bilim sanıyordu. Bu nedenle ahlâk ve politika kitaplarında mantık, psikoloji, metafizik ve fizik bölümlerine rastlanır. Ama bundan açıkça görülüyor ki politik öğreti hakim durumdadır. El-Farabi’nin temel eserleri “Namuslu Şehrin Yerlilerinin Görüşleri” adlı tezi, “Politikaya Dair”, “Devlet politikası”, “Mutluluğa Erişme” ve “Mutluluğa İnananlara Yol Gösteren” adlı tezidir.

    El-Farabi, ahlâk alanında birçok eser yazdı; fakat bunların çoğu kayboldu. Onun dediğine göre, mantığın insan anlayış prensiplerini açıklamasına uygun olarak ahlâk, insan hareketinin temel kurallarına sahip olmalıdır. Teologlardan ayrı olarak El-Farabi, sadece insan aklının neyin iyi neyin kötü olduğuna karar verdiğini iddia eder. Bilimadamı, insan aklının önemli yeteneklerinden biri olarak önseziden söz eder. Ama doğru bir şekilde önceden sezmek için, öncelikle bilimsel bilgilere sahip olmak gerektiğine, çünkü kehanetin doğuştan bir hediye ve mistik içgüdü olmadığına dikkat çeker.

    El-Farabi, ahlâkın başlıca amacı olarak Platon’un cumhuriyetinde anladığı mutluluğa erişme yolunu öğrenmek sayıyordu. “Mutluluğa İnananlara Yol Gösteren” adlı tezi de, mutluluğun insan isteklerinin son amacı olduğunu yazar. İnsanın heveslendiği her şey iyi ve azami derecede mükemmeldir. Mutluluk, yüksek bir yarara sahiptir; insan ne kadar bu yarara erişmek isterse (özündeki güçte), bu mutluluk da o kadar tam olacaktır.

    El-Farabi, insan hareketlerinde ne övgü ne de sitem görevi yapan bir sistemin bulunduğunu söyler. Mutluluk denen şeye, iyi ve övülecek hareketler yaparak erişilebilir. İnsan iyi harekette özgürdür. Bu, yeteneğe dönüşebilen potansiyel bir ayırıcı niteliktir.

    El-Farabi, övülecek huyların ve ayıplamaya değer huyların kazanıldığını pratikte öğretir. İnsanda övülecek huylar olmayabilir, ama onları alışkanlık yardımıyla taşıma durumundadır. İyi hareket orta derecede bir harekettir, zira ruha ve vücuda ölçüsüzce zarar verir. Ama orta derecede hareket bilgisine nasıl ulaşılır?

    El-Farabi “hareketin zamanını, hareketin yerini hesaba katmak, hareketi gerçekleştiren kişiliği, onun amaçlarını, niyetini dikkate almak, bütün bu şartlarla birleşimde araç ve hareketi kullanmak” gerektiğini söyler. Övülecek hareketleri gerçekleştirmeye uygun en önemli spesifik nitelikler, sert bir kararlılık ve doğru belirlemedir. Doğru belirleme, insanın algılayabileceği bilgiyi verir. Algılayabilirlik iki kategoriye ayrılır :

    Kendi doğasında algılanabilir, ama gerçekleşmez; örneğin dünyanın sadece Allah tarafından yaratıldığı,
    Algılanabilir ve gerçekleşebilir; örneğin aileye itaatın iyi olduğunun bilinmesi.

    Bu iki bilgi tipi (teorik ve pratik), insanın mutluluğa erişmesi yoluyla felsefeyi oluşturur.

    “Mutluluğa Erişme” kitabında El-Farabi, insan davranışlarının dört kategorisinden söz eder : Teorik yeterlilik, entellektüel yeterlilik, ahlâki yeterlilik ve pratik uğraşı.

    El-Farabi, en baştan beri insana gelen, onun nasıl ve nereden aldığını hissetmediği ve bilmediği şeyler arasındaki bilgiye teorik yeterlilik der. Bunlar ilk bilgiler, yani algının ilk temelidir. Ama onların içinde düşünme, araştırma ve öğrenme yoluyla oluşan bilgiler de vardır. Bu son bilgilerin temeli mantık olur.

    Bütün varlıkların çok çeşitliliğinin temelinde, El-Farabi’ye göre sayı ve ölçü kategorisini kapsayan öğretici bilimi öğrenen ölçü ve sayılar yatar. Buna seyir bilimleri, hareketli kütleler, gök cisimleri, müzik, ağırlıklı uyum yeteneği bilimleri yakındır. Ondan sonra fizik, yani maddeleri oluşturan, cisme özgü, dünyadan ve eşyadan ibaret, çeşitli cisimlerde yerleşen cisim bilimi yer alır. Bir de iki bilim arasında orta derecede bilim vardır : Fizik ve metafizik; bunlar ruhu, aklı ve algıyı inceler.

    El-Farabi’ye göre insan, başka insanın yardımı olmadan, yalnızlık içinde bütün mükemmelliklere erişemez; insan, diğer insanlarla komşuluğa ve birliğe gerek duyar. El-Farabi, insanı beşeri ve toplumsal bir canlı olarak tanımlar.

    El-Farabi, asıl amaçlar içinde en yararlı olanları inceleme imkânı veren şeylere entellektüel meziyetler diyordu. Entellektüel devlet meziyeti, temel kanunları belirlemeye yetenekli olmaya en yakındır. Entellektüel meziyetler, teorik meziyetlerden ayrılmaz. Ahlâki meziyetler, iyiye heves amacına sahip olan şeyleri içerir. Bu meziyetler, entellektüel meziyetlerden sonra oluşur.

    Pratik meziyetler ve pratik bilimlerde kastedilen, El-Farabi’nin düşüncesine göre ona iki yolla gelebilir : Onlardan biri inandırıcı düşünceler ve uyarıcı düşüncelerde son bulur; ikinci yol ise zorlama yoludur.

    “Namuslu Şehrin Yerlilerinin Görüşleri” ve “Devlet Politikası” eserlerinde El-Farabi, ortaçağ yakın ve ortadoğusunda ilk olarak felsefe yardımıyla sosyal karşıtlıkların kemirdiği feodal toplumun politik ve ahlâki durumunu düşünmeye çalışır. İnsanların son amacı olarak namuslu işler yardımıyla mutluluk meziyetini sayıyordu. Ama namuslu insan, diğer insanlarla ortak olmadan yalnızlık içinde oluşamaz. Diğer insanlarla heves ettiği ilişkide bulunması, her insanın doğuştan özelliği olur. Her insan, bu mükemmelliğe erişmek için diğer insanların komşuluğuna ve onlarla birliğe gerek duyar. Bu nedenle insan, onun karşılıklı işbirliğiyle birleşen özel ve doğal özelliklerini oluşturması için mükemmelliğe erişebilir.

    El-Farabi şöyle der : “Her insanın kendi varlığı ve en yüksek mükemmelliğe erişmesi için yalnızlığına neden olmayacak ve isteklerini denediği toplumdan ayrı olarak ona erişen her insanın topluluğunda gerek duyduğu erişme için pek çok şeye gerek duyar. Bu bakımdan her insan diğeriyle ilişkisi bakımından tam olarak böyle bir durumdadır. İşte bu nedenle onun varlığı için gerekli payı herkesin diğerine verdiği, insanların birbirine yardım birliği yoluyla insan doğasında ayırdığı mükemmelliğe erişebilir. Bu, toplumun bütün üyelerinin faaliyeti toplu olarak onlardan her birine varlığa ve mükkemmelliğe erişmesi için gerekli her şeyi verir. İşte bu nedenle insan bireyleri çoğaldılar ve yerleşim bölgeleri oluşturdular. Sonuçta insan toplumları ortaya çıktı. Bazıları tam bir toplum, diğerleri ise tam olmayan toplumları oluşturur. Bu bakımdan tüm toplumlar üç tipten oluşur : Büyük, orta ve küçük.” Bu şekilde insanların birliği bütün değil, orta olur. Hayatta, mutluluğun oluşmasından mükemmelliğe erişme amacı oluşur.

    El-Farabi, insan toplumlarının birbirinden ayrılabileceğini anlamıştır. Onların arasında tam ve tam olmayanlar vardır. Tam toplumların üçü bilinir : Büyük, orta ve küçük. Büyük toplum, “toprağa yerleşen bütün insanların toplumunun bütünü”, orta toplum “herhangi bir halktan oluşan toplum”, küçük toplum ise “herhangi bir halkın yerleştiği yerlerde herhangi bir şehrin yerlilerinden oluşan toplum”dur.

    El-Farabi, o dönemde kabul edilen insanların idealist hayat çeşitliliği yorumundan uzaklaşmaya çalıştı. “Devlet Politikası”nda halkın iki doğal gruba ayrıldığını yazar : “Doğal kurallar ve doğal özellikler, bir üçüncü şey de dildir”. Doğal kural ve özellikler, onun fikrine göre, halklarda herhangi bir coğrafi çevrenin etkisi altında ortaya çıkar. El-Farabi’nin bu düşünceleri, bilindiği gibi El-Farabi’nin güçlü etkisi altında olan filozof ve sosyolog İbn-i Haldun tarafından derinleştirilerek geliştirildi.

    Toplumsal birliklerin çeşitli tiplerini ve halklar arasındaki çeşitliliği inceleyen El-Farabi, toplum yapısını da ayrıntılı olarak temellendirir. Toplum, ona göre namuslu ve namussuz olarak ayrılan çeşitli gruplardan oluşur. En iyi grup, namuslu şehirdir (gruplar “şehir” olarak adlandırılmaktadır).

    El-Farabi, hayat biçimini ve çağdaş toplumun çeşitli sosyal tabakalarının hareketlerini ayrıntılı olarak analiz eder. Onun düşüncesine göre namuslu şehir olan sosyal feodal devlet yapısı yönünde sempatisi vardır. Ancak tedbirli bir düşünür olarak, çağdaş devlet yapısının içinde emek yığınlarının yaşadığı bağımsız şehre bağlı olduğunu anlıyordu.

    Değişim şehrinin sakinleri, kâr ve zenginlik için birlik amacındadır. Onlar, bu zenginlikten başka bir şey için yararlanmazlar; ama zenginlik, kendi kendine hayatlarının amacı olur. El-Farabi, bu şehirde yağma ve hile olmadan davranılmadığını niteler. Şehrin sakinleri tüccarlar, tefeciler ve satıcılardır. Bunlar üretim işiyle uğraşmazlar, dolaylı üreticilerin emek ürününün alım ve satımını yaparak yaşarlar.

    El-Farabi’nin eleştiriye uğrattığı şehirler içine “alçaklık ve mutsuzluk” şehirleri de dahildir. “Alçaklık ve mutsuzluk şehrinin sakinlerinin yerine duygu ve hayâl güçlerini harekete geçiren zevklere ve neşe uyandırmaya heveslendikleri ve bütün tip ve oluşumlarında eğlenceyle teselli buldukları insanlar olduğunu yazar.

    El-Farabi, parazit hayat biçimi getiren, sarhoşluk, işsizlik ve zevklere teslim olan feodal toplum temsilcilerinin kusurlarını ortaya çıkarır. El-Farabi’nin sempatisi, “gerekli şehir” yönündedir. O, bu şehrin sakinlerine acımasına rağmen onları, gerekli ve gereksiz şeylerden kurtarmanın köklü yollarını gösterememiştir.

    Çağdaş toplumun tabakalarını ayıplayan El-Farabi, “yönetim hırsı olan şehirde onların okuması, yemesi, ün kazanması, söz ve işle yabancıların ve diğerlerinin önünde görkem ve parıltıya erişmesi için birbirine yardım etmeye hevesli sakinlerin şehri olduğu”nu, onların “bunu yapmaya çalıştıkları ölçüde bu başarıya erişecekleri”ni yazar.

    Hakimiyetsever şehir, diğerlerinin onlara boyun eğmesi, onların ise hiçkimseye boyun eğmemesine heveslenen şehirdir; onların gücü, sadece zaferi elde edecek mutluluğa erişmeye yönelmiştir. Şehvetperest şehir, sakinlerinin hepsinin istediklerini özgürce yapabildiği, ihtiraslarını hiçbir şeyle frenlemedikleri şehirdir. Cahil şehirlerin efendileri, bu şehirler gibidir. Hepsi şehri yönetme işini, kendi tutku ve eğilimlerinden memnuniyet duymak için yaparlar. Cahil şehirlerin sakinlerinin uğraşıları, onların hayatının amacı olarak incelenebilir ve bizi yükseğe çıkaran her şeyi oluşturur.

    El-Farabi; yolunu sapıtmış, doğru yoldan çıkan şehre karşı gelir. “Yolunu sapıtmış şehir, bu hayattan sonra mutluluk olacağına inanan şehirdir. Ama onun düşüncelerinin değiştiğini, onun şimdi büyük ve üstün güçlü Allah’a, ikinci oluşumlara ve din için görev yapmayan, bütün eşyaların biçimine de benzer olarak kabul edilmeyen ayıp düşüncelerin hareket halindeki aklına sahiptir.”

    Yolunu sapıtmış şehrin sakinlerinden söz eden El-Farabi, mistik sufizm felsefesinin temsilcilerini dikkate alır. Sufistleri yargılar ve faaliyetin entellektüel anlayışını, sosyal hayata aktif katılımı insanın yüksek mükemmelliği sayar, aynı zamanda insan hayatının öldürme zevki ve kendine mistik eziyet yoluyla Tanrı’ya kavuşmak için “vücut hapishane”sinden ruhu özgür bırakmak düşüncelerini görmüştür.

    Gördüğümüz gibi El-Farabi, çağdaş toplumun yapısını ve devletin yayılması için tanrısal irade kullanımı amacıyla değil, kendi alçak ihtiraslarını kullanmak için hakimiyetini kullanan halk tabakalarına umut bağlayan bütün sorumluluğu akıllıca analiz eder. Ama yetersizlikleri eleştirirken, asla feodal düzene karşı çıkmaz. Tersine, feodal düzeni güçlendirmek için yol araştırır.

    El-Farabi, kendi politik teorisinde dönemin sert sorunlarını, her şeyden önce de toplum devlet ilişkisi sorununu ele alarak çözdü. Bu teorinin hareket kategorisi, bütün insanlarda aynı derecede yayılmış, yapısal aitliklerinden bağımsız tanrısal oluşum olan genel faydadır. Genel faydanın yayılması, devlet egemenliği ve kanun düzeninin amacı olur. İnsan isteklerinin yerel ve sosyal yapısı için devleti örgüt olarak ayırarak belirleyen bilimadamı, sadece bu örgütün oluşumunu ve gelişim düzeylerini değil, insan faydasına erişmenin sosyal yollarını da öğrenmeyi gerekli sayıyordu.

    El-Farabi’ye göre insan yararının yayılışı, namuslu şehrin varlığına esas olarak bağlıdır. Böyle devlette insanın hareketi, İslâmi emir ve dogma çerçevesiyle sınırlanmaz. Burada yaratıcı aktiflik, maddelerin var olan durumu ve gelecek olaylar olarak herhangi bir zaman anlamaya imkân veren basiret ve sezgiye sahip bilimsel anlayış okutulur. Ancak El-Farabi, insanın sadece anlayış, zekâ ve ahlâk keskinleştirmesi için gerekenlere erişemeyeceğini iddia eder. El-Farabi’ye göre diğer insanlarla birlik ve karşılıklı ilişki içinde gereken toplumsal öz insandır. El-Farabi, ortaçağ döneminde Aristo’nun toplumsal öz olarak insan düşüncesini yeniden kurmuştur.

    El-Farabi, her iyi şeye, gerçekten isteğe ve özgür seçime göre erişildiğini söyler. İlgi ve isteklerini birleştiren insanlar dürüst şehri oluştururlar. İnsanların birleştiği şehrin gerçek mutluluğu elde etmek için karşılıklı yardıma sahip olduğunu, insanların mutluluğa erişme amacıyla birbirine yardım ettiği toplumun da dürüst şehir ve dürüst bir topluma sahip olduğunu yazar. Mutluluğa erişme amacıyla yardım eden bütün şehrin insanları, dürüst bir halka sahiptir. Bu şekilde bütün dünya, eğer halklar, onun nüfusu mutluluğa erişmek için birbirine yardım ederse dürüst kalacaktır.

    Bununla beraber El-Farabi, feodal hiyerarşik merdivenin herhangi bir basamağında bulunan toplumun üyesi olan insanı ortaya koyar. Hiyerarşik merdivenin çeşitli basamaklarında bulunan toplum üyelerini düşünür; çünkü bu, onlar arasındaki karşılıklı ilişki ve karşılıklı bağlantıyı düzenleyen belli bir düzen ve sistemin tek oluşumuna erişmek için gereklidir.

    Dürüst devletten söz eden El-Farabi, devleti, Platon gibi tek bir merkezden yönetilen bütünlük içinde her organa özgü spesifik fonksiyonların olduğu insan vücuduna benzetir. “Dürüst şehrin yaşama özünün varlığını korumak ve onu daha bütün yapmak için birbirine bütün organların yardım ettiği çağdaş sağlıklı bir vücuda benzer. Vücut organları, doğayı ve yetenekleri bakımından birbirine üstün olarak aralarında ayrılırlar (başlıca organ olan kalp ve görev bakımından kendisine yakın organlardan oluşur). Bunların her biri, doğasından belli bir yetenek verilmiş başlıca organ ve diğer organların tek amacıyla uygun faaliyetini gerçekleştiren bir yardım ve belli bir yetenekle verilir. Hiçbir şeyin yönetmediği başlıca organla bağlantılı olan organların amaçlarına uygun hareket edenlerin yardımıyla bu organlar, ikinci düzeyde olur, bir de ikinci düzeyde bulunan organların amacına uygun kendi görevini yapan organlara varıncaya kadar gerçekleştirir, ama soyut olarak hiçbir şeyi yönetmez. Şehir birliğinin üyeleri, birbirleri arasında kendi durumuna göre üstün doğaları bakımından ayrılırlar.”

    El-Farabi’ye göre dürüst şehirde, feodal hiyerarşik merdivenin çeşitli üyelerinin bulunduğu emir altında olan bölümler vardır. “Şehirde belli bir insanın ve düzey bakımından bu bölüme yakın diğer insanların bölümü olduğunu, kendi durumu ve yeteneklerine göre hepsinin başlıca amacını takip eden hareketleri gerçekleştirdiği”ni yazar. “Onlar, ilk düzeyde bulunurlar. Bunların daha altında, ilk amaca uygun hareket eden ve ikinci düzeyde uğraşan diğer insanlar vardır. Sonra bu şekilde son amaca uygun hareket eden insanlar gerekir. Bu son amaca göre hareket eden ve görev yapanlara kadar şehir birliğinin çeşitli üyeleri düzene göre yerleşir, ama görev yapamazlar. Onlar alt düzeyde ilgilenirler ve en alt durumun insanları olurlar.”

    El-Farabi, insan organizmasının faaliyetine kıyasla hiyerarşik merdivenin şemasını kurar. Halkı, kalbin hareketine kapanılmaz derecede bağlı, devletin başı olarak anladığı yönetimde tamamlanan temel fonksiyonu olan organlara benzetir.

    El-Farabi, sadece toplumda insanlar arasındaki eşitsizliği görmekle kalmıyor, bir de onu eleştiriyordu. Bu bakımdan bilgili yöneticinin yardımıyla dürüst devlette bütün insanların, toplumsal durumlarına bağlılıkları dışında kendi mutluluklarını bulabileceklerini, zira bu devletin düşünce ve anlayışa istekli insanlar tarafından yönetileceklerini seziyordu. Bilge idareci ve bilge insanların yokluğunu, devlet için en büyük yoksulluk sayıyordu.

    Dürüst devletin oluşumuna, her şeyden önce yetenekli, akıllı, iradeli müşfik bir bilimadamı olarak inanıyordu. Dürüst şehrin lideri, onun fikrine göre “doğadan ayrı olarak ona söylenen her şeyin söylenenleri dikkate alarak işler yolundaymış gibi anlamayı ve ortaya koymayı; hafızasında hiçbir şeyi unutmadan anladığı, gördüğü, duyduğu ve kavradığı her şeyi iyice korumayı; aklıyla her şeyin en küçük ayrıntısını farkederek, bu işaretin öğretinin ve anlayışın sevgiyi kabul etmeyi gösterdiğini hızla benimseyen, öğretimde yorulmadan, bu emekle birleşen bunu kolayca kavrayan, gerçeği, adaleti ve onun savaşçılarını sevme, ona erişen yalandan nefret etme, adaletsizlik ve onların adil olma üzerinden ilerlediği tiranlarden nefret eden, ama maymun iştahlı olmayan ve adaletin kişileri önünde ısrar etmeyen, inatçı olmayan, ama her tür adaletsizlik ve alçaklığın önünde tamamen azimli olma, korku ve cesaretsizliği bilmeyen, cesur ve önemli olmayı gerekli sayan bir yeteneği olan kişidir.”

    Dürüst devlet ve bilgili yönetici teorisinin idealist temeli vardı. Bu, erken ortaçağ döneminin sosyolojik ve ahlâki düşüncesinde ileri bir adımdı. El-Farabi, bu düşüncelerin oluşmasına engel olan her şeyi eleştiriyordu. Asgari gelişmenin bilimsel ve felsefi bilimlere değer vermeyen nezaket, hırs, açgözlülük ve zorbalığın hakim olduğu devlete erişme olduğunu söylüyordu. Filozof, hırsla toplumun ruhsal gücünü yıkan, insanların hırs ve yağmacılığında temellenen kendi devletini kuran feodal yöneticilerin despotluğuna karşı çıktı. Böyle bir devlet, onun fikrine göre cahil kaba, namussuz insanların hırsı yoluyla yönetir. Onlar sadece zenginlik, hakimiyet ve zevke değer verirler. Dini düşünceler yoluyla böyle insanlar geri kalan halk üzerinde egemenlik kurmayı denerler. Adaletin yıkıldığı namussuz devlette tiran kurulur, bilimler ve felsefi bilimler söner, obskurantizm kaçınılmaz olarak zafer kazanır.

    Namussuz devletten söz eden El-Farabi, ortaçağ döneminde ilk olarak Abbasi halifesinin sosyal karşıtlığını gösterdi ve onları teorik olarak açıklamayı denedi. El-Farabi, kötünün eninde sonunda ezileceğine ve dünyada iyi başlangıçların galip olacağına inanıyordu. Onun sosyal fikirleri, oldukça ilerici ve insancıldır. Feodal zulüm ve savaş döneminde toplum fikirlerini hırs olmadan ve bütün dünya halkları arasındaki barışçıl ve dostça ilişkilerin fikirlerini cesurca ileri sürdü.

    Bilimadamı olarak El-Farabi, gerçekten sosyal fikrine erişmek için doğru yolu bulamadı. Ama İslâmi dönemde yeni sosyal fikrin ileri sürülmesi oldukça cesur ve ilericiydi. Bu nedenle fikirler, doğu halklarının felsefi düşüncesinin gelişimine, ayrıca İbn-i Sina, İbn-i Bacce, İbn-i Rüşd, Nizami ve İbn-i Haldun’un dünya görüşünün biçimlenmesine büyük etki etti.




  • evet eline sağlık abla severek okuyoruz

    bu arada bir müslüman bilim adamı da sayma sistemini bulmuş tam hatırlamıyorum adlarını..

    bence farabi de onlar da çok büyük insanlarmış

    keşke şuan ülkemizde adına bilim adamı denen kimseler farbinin yarısı kadar düşünseler..

    saygılar
  • Yapay Zeka’dan İlgili Konular
    Tengricilik hakkında kitaplar
    11 yıl önce açıldı
    Evrim Teorisi
    2 yıl önce açıldı
    Daha Fazla Göster
  • quote:

    Orjinalden alıntı: nofrost

    evet eline sağlık abla severek okuyoruz

    bu arada bir müslüman bilim adamı da sayma sistemini bulmuş tam hatırlamıyorum adlarını..

    bence farabi de onlar da çok büyük insanlarmış

    keşke şuan ülkemizde adına bilim adamı denen kimseler farbinin yarısı kadar düşünseler..

    saygılar



  • Böyle bir topik için saol

    Yukarılarda her yerde Aristo'nun adı çok geçiyor ama hani nerede Aristo'nun kendisi?
    Doğru da düşünse yanlış ta düşünse bana göre en önemli filozofu atlamışsın
  • Hani İbn-i Sina?
  • İbn-i Sina
    İbn-i Sina; Felsefe, matematik, astronomi, fizik, kimya, tıp ve müzik gibi bilgi ve becerinin muhtelif alanlarında seçkinleşmiş Türk filozofu (980-1037).

    Aristotelesçi felsefe anlayışını İslam düşüncesine göre yorumlayarak, yaymaya çalışmış, görgücü-usçu bir yöntemin gelişmesine katkıda bulunmuştur.

    Buhara yakınlarında Hormisen'de doğdu, 21 Haziran 1037'de Hemedan'da öldü. Gerçek adı Ebu'l-Ali el-Hüseyin b. Abdullah İbn Sina'dır. Babası, Belh'ten göçerek Buhara'ya yerleşmiş, Samanoğulları hükümdarlarından II. Nuh döneminde sarayla ilişki kurmuş, yüksek görevler almış olan Abdullah adlı birisidir. İbn-i Sina, önce babasından, sonra çağın önde gelen bilginlerinden Natilî ve İsmail Zahid'den mantık, matematik, gökbilim öğrenimi gördü. Bir süre tıpla ilgilendi, özellikle, hastalıkların ortaya çıkış ve yayılış nedenlerini araştırdı, sağıltımla uğraştı. Bu alandaki başarısı nedeniyle, II. Nuh'un özel hekimi olarak görevlendirildi, onu sağlığa kavuşturunca, dönemin önde gelen tıp bilginlerinden biri olarak önem kazandı.

    İbn-i Sina'nın felsefeye karşı ilgisi deney bilimleriyle başlamış, Aristoteles ve Yeni-Platoncu görüşleri incelemekle gelişmiştir. İslam ve Yunan filozoflarının görüşlerini yorumlayan ve eleştiren İbn-i Sina'nın ele aldığı sorunlar genellikle, Aristoteles ve Farabi'nin düşünceleriyle bağımlıdır. Bunlar da, bilgi, mantık, evren (fizik), ruhbilim, metafizik, ahlak, tanrıbilim ve bilimlerin sınıflandırılmasıdır. Belli bir düşünce dizgesine göre yapılan bu düzenlemede her sorun bağımsız olarak ele alınıp çözümüne çalışılır.

    Bilgi, sezgi ile kazanılan kesin ilkelere göre, sonuçlama yoluyla sağlanır. Bu nedenle, bilginin gerçek kaynağı sezgidir. Bilginin oluşmasında deneyin de etkisi vardır, ancak bu etki usun genel geçerlik taşıyan kurallarına uygundur. Ona göre "bütün bilgi türleri usa uygun biçimlerden oluşur." Bilginin kesinliği ve doğruluğu usun genel kurallarıyla olan uygunluğuna bağlıdır. Us kuralları, insanın anlığında doğuştan bulunan, değişmez ve genel geçerlik taşıyan ilkelerdir. Sonradan, duyularla kazanılan bilgi için de bu kurallara uygunluk geçerlidir. Deney verileri us ilkelerine göre, yeni bir işlemden geçirilerek biçimlenir, onların bundan öte bir önem ve anlamı yoktur. Çelişmezlik, özdeşlik ve öteki varlık ilkeleri, usta bulunur, deneyden gelmez.

    İbn-i Sina'ya göre varlık, tasarlamakla bağlantılıdır. Bütün düşünülenler vardır ve var olanlar tasarlanabilen düşünülür biçimlerdir (makuller). Bu nedenle, düşünmekle var olmak özdeştir. Atomcu görüşün ileri sürdüğü nitelikte bir boşluk yoktur. Uzay ise, bir nesnenin kapladığı yerin iç yüzüdür. Varlık kavramı altında toplanan bütün nesnelerin değişmeyen, sınır ve niteliklerini koruyan belli bir yeri vardır. Devinme, bir nesnenin uzayda eyleme geçişidir.

    Mantık insanı gerçeklere ulaştırmaz, yalnız birtakım yanılmalardan korur. Düşünme yetisi gerçeği kavramak için mantıktan geçici bir araç olarak yararlanır. Düşünme eyleminin sağlıklı olması için mantık, ilkeler ve kurallar koyabilir, anlıkta bulunan ve bilinen bilgilerden yola çıkarak, bilinmeyenleri saptama olanağı sağlar. Bu özelliği nedeniyle, mantık, düşünmenin genel kurallarını bulan, düzenleyen, bu kurallar arasındaki gerekli bağlantıyı ve birliği kuran bir bilimdir. Mantık kuralları, genel geçerlik taşıyan ve değişmeyen kesin kurallardır. Mantığın kavramlar ve yargılar olmak üzere iki alanı vardır. Her bilimsel bilgi ya kavram ya da yargılara dayanır. Kavram, ilk bilgidir ve terim ya da terim yerine geçen bir nesneyle kazanılır. Yargı ise, tasımla kazanılır.

    Mantığın konusu incelenirken, tanım temel alınmalıdır. Tanımlar birbirlerine bağlandıklarında, kanıt ve çıkarıma varılır. Kavram, önce tekil bir algıdır (sezgi). Yargı ise, iki tekil terim arasındaki ilişkidir. Kavramlar, açık ve kapalı belirleme olarak ikiye ayrılır. Varlığın, töz, nicelik, nitelik, ilişki, yer, zaman, durum, iyelik, etki, edilgi gibi on kategorisi vardır.

    İbn-i Sina mantığında en önemli yeri tanım tutar. Bir kavramı tanımlamak için, bu kavramın bireylerinden biri göz önüne alınmalıdır. Tikelin belirlenmesi tümelden kolaydır. Eksiksiz bir tanım yakın cins ile yapılmalıdır. En yetkin tanımsa, kavramın yakın cinsi ile türsel ayrımdan oluşur. Tanım ikiye ayrılır; Gerçek tanım ve sözcük tanımları.

    Önermeler, yüklemli ve koşullu olabilirler. Yüklemli önerme, bir düşünce ötekine yüklendiği zaman ya onaylanır ya da yadsınır. Koşullu önermeler, bir ötekinin koşulu ya da sonucu olarak bağlanan terimlerde görülür. Önermeler varsayımlı, nitelik ve nicelikleri bakımından, tekil, belirsiz ve belirli olur. Tasım, bitişik ve ayrık olmak üzere ikiye ayrılır. Bitişik tasımların öncüleri anlam bakımından, sonuç önermesini içerir. Ayrık tasımlarda ise sonuç önermesi öncüllerde bulunabilir.

    Tümeller, bütün varlık türlerinin oluşumundan önce, Tanrı düşüncesinde, birer tanrısal kavram olarak vardır. Varlıkların oluş nedeni ve onlara biçim kazandıran tümellerdir. Tümeller Tanrı'da ussal olarak bulunan, nesnelerde ve bireylerde içkin olan, öteki de nesnelerin dışında ve anlıkla birlikte olan mantıksal tümel diye üçe ayrılır. Birinci türe giren tümel, metafiziği ilgilendirir. İbn-i Sina fiziği, metafiziğe giriş olarak düşünür.

    Fiziğin konusu madde ve biçimden oluşan nesnelerdir. Biçim, maddeden önce yaratılmıştır. Maddeye bir töz özelliği kazandıran biçimdir. Maddeden sonra ilinek gelir. Biçimler maddeye, ilinekler ise, töze katılır. Doğal nesneler kendi öz ve nitelikleriyle bilinir. Bütün nitelikler de birinci nitelikler ve ikinci nitelikler olmak üzere ikiye ayrılır. Birinci nitelikler nesnelere bağlıdır, ikinciler ise, nesnelerden ayrı olarak varlığını sürdürür. İbn-i Sina'ya göre, nesnel evrende bulunan güç ve devinimin temelini ikinci nitelikler oluşturur. Nesneler, kendilerinde bulunan gizli güçle devinime geçerler. Bu güç ise, doğal güç, öznel güç, tinsel güç olmak üzere üç türlüdür. Doğal güç, nesnede doğal biçim ve yerlerle ilgili nitelikleri taşır. Çekim ve ağırlık bu türdendir. Öznel güç, nesneyi devingen ya da durağan duruma getirir. Bunda da, bilinçli ya da bilinçsiz olma özelliği bulunur. Tinsel güç, herhangi bir organın, aracın yardımı olmaksızın doğrudan doğruya bir istençle eylemde bulunmaktadır. Buna, gökkatlarının özleri adı da verilir. İbn-i Sina'nın geliştirdiği bu güç kuramının kaynağı Aristoteles ve Yeni-Platonculuk'tur. Ancak, o bu güçlerin sonsuz olduğu kanısında değildir. Ona göre, zaman ve devinim kavramları da birbirine bağlıdır, çünkü, devinimin bulunmadığı, algılanmadığı bir yerde zaman da yoktur.

    İbn-i Sina'nın felsefesinde, Aristotelesi'in geliştirdiği düşünce dizgesine uygun olarak, ruh kavramının önemli bir yer tuttuğu görülür. Ona göre, biri bitkisel, öteki insanla ilgili olmak üzere, iki türlü ruh vardır. İnsan ruhu, gövdeye gereksinme duymadan, doğrudan doğruya kendini bilir, bu nedenle, tinsel bir tözdür. Gövdeyi devindiren, ona dirilik kazandıran bu tözün başka bir özelliği de, yetkin düşünme yeteneği anlık olmasıdır. Düşünme eylemi yaratan ruhtur, o gövdeyi gerektirmez, ancak gövde var olabilmek için tini gereksinir. İnsan ruhu gövde biçiminde değildir, usa uygun biçimleri kavramaya elverişli bir töz olduğundan, gövdesel yapıda yer alamaz. Gövde, bölünebilen öğelerden oluşmuş bir bütündür, oysa tin, bir birliktir, bölünmeye elverişli değildir, sürekli olarak özünü ve birliğini korur. Tin, bütün izlenimleri gövde aracılığıyla alır, anlık yoluyla kavramları, kavramlara dayanarak usa vurmayı oluşturur. Bu yüzden, gövdeyle dolaylı bir bağlantısı vardır. Ancak, bu bağlantı tin için bir oluş koşulu değildir.

    Canlı sorununa, gözleme dayalı bir ruhbilim anlayışıyla çözüm arayan İbn Sina'ya göre dirilik bir bileşimdir. Doğal organların, göksel güçler yardımıyla bileşmesinden canlılar ortaya çıkar. Bu olay da, belli aşamalara uygun olarak gerçekleşir. İlk ortaya çıkan canlı bitkidir. Bitkide tohumla üreme, beslenme ve büyüme güçleri vardır. İkinci aşamada ortaya çıkan hayvanda ise, kendi kendine devinme ve algı güçleri bulunur. Devinme gücünden isteme ve öfke doğar. Algı gücü de, iç ve dış algı olmak üzere ikiye ayrılır. İnsan özü doğal evrim sürecinde en üst düzeyde gerçekleşmiş bir oluşumdur, bu nedenle, öteki varlıklardan ayrılır. İnsanda dış algı duyumlarla, iç algı da , beynin ön boşluğunda bulunan ortak duyu ile sağlanır. Duyularla alınan izlenimler bu ortak duyu ile beyne gider. Beynin, ön boşluğunda sonunda, tasarlama yetisi bulunur. Bu yeti duyu izlenimlerini sağlamaya yarar. İnsan için en önemli olan düşünen öz yapıcı ve bilici güçlerle donatılmıştır. Yapıcı güç (us) gerekli ve özel eylemler için gövdeyi uyarır. Bilici güç ise, yapıcı gücü yönlendirir. Özdekten ayrılan tümel biçimlerin izlerini alır. Bu biçimler soyutsa onları kavrar, değilse soyutlayarak kavrar. İnsanda iyiyi kötüden, yararlıyı yararsızdan ayıran yapıcı güçtür, bu nedenle bir istenç niteliğindedir. Us konusunda İbn-i Sina ayrı bir düşünce ortaya atmıştır. Ona göre us beş türlüdür. Özdeksel us, bütün insanlarda ortak olup, kavramayı, bilmeyi sağlayan bir yetenektir. Bir yeti olarak işlek us, yalın, açık ve seçik olanı bilir, eyleme yöneliktir, durağan bir güç niteliğinde değildir. Eylemsel us, kazanılmış verileri kavrar ve ikinci aşamada bulunan ustan daha üstündür. Kazanılmış us, kendisine verilen ve düşünebilen nesneleri bilir. Aşama bakımından usun olgunluk basamağında bulunur. Bu aşamada usun kavrayabileceği konular kendi özünde de vardır. Kutsal us, usun en yüksek aşamasıdır. Bütün varlık türlerinin özünü, kaynağını, onları oluşturan gücü, başka bir aracıya gereksinme duymadan, bir bütünlük içinde kavrar.

    İnsan, ayrıntıları duyularla algılar, tümelleri usla kavrar. Tümelleri kavrayan yetkin us, nesneleri anlama yeteneği olan etkin usa olanak sağlar. İnsan usunun algıladığı ayrıntılar, kendi varlıkları dolayısıyla değil, nedenleri yüzünden vardır. Us, bu kavranabilir nesneleri kazanabilmek için ilkin duyu verilerinden yararlanır. Sonra duyu verilerini usun genel kurallarına göre işlemden geçirir, yargıları ortaya koymada onları aşar. Yaratılış konusunda İbn-i Sina, varlığın sıralı düzeninde, "bir'den bir çıkar" ilkesine dayanır. İlk "bir", zorunlu varlık, Tanrı'dır. O'nun varlığı yalnız kendisini gerektirir. Var olma, Tanrı'nın özünden gelen gerekimdir. İlk neden ilk gerçekliktir. Tanrı'dan ilk us ortaya çıkar. Çokluk bu usla başlar. Bundan da felek ve nefsin usları türer. Her ustan da, o usun özü ve cismi oluşur. Us cismi aracısız olarak devindiremeyeceği için, uslar sırasının sonunda etkin us, akıl bulunur. Ondan da dünya ile ilgili nesnelerin maddesi, cisimlerin biçimleri ve insan özleri doğar. Etkin us, tümünün yöneticisidir. Yaratılış önsüzdür ve yeri de maddedir. Madde, soyut ve tüm varlığın öncesiz olanı, nefsin eylem alanı, sınırı ve tüm parçaların kaynağıdır. İlk us, kendisini ve zorunlu varlığı bilir. Buradan ikilik doğar. İlk us kendinde olanaklı, ilk varlık için ise zorunludur. Her tikel feleğin ilk kımıldatıcısı vardır. İlk kımıldatıcıları eyleme sokan tinsel varlıklardır. Her feleğin de iyiliğini düşünen kımıldatıcı bir nefsi vardır. Nefsin eylemi, etkin usa ulaşır.

    Evrenin varlığı, zorunlu olan, Tanrı'yı gerektirir. Başka bir varlığın etkisiyle var olan evren sonsuz olamaz. Devinme, nesnenin özünde saklı güçten doğar. Her nesnenin özünde devindirici bir güç vardır. Nesne kendini kendinin etkin öznesi değildir. Bu güç, nesneye biçim de kazandırır.

    İbn-i Sina metafiziği genelde Aristoteles metafiziği ile Yeni-Platonculuk ve Kelam'ın bireşimidir. Konusu, ilkler ilki, tüm oluşların, yaratışların, varlık bütününün kaynağı olan Tanrı'dır. Tanrı, bütünlüğü nedeniyle nesnelerde, olay ve eylemlerde görünüş alanına çıkar. Varlık vardır, yok olamaz.

    Varlık üç bölüme ayrılır:

    1- Olanaklı varlık, nesnelerle ilgili değişimin, oluş ve bozulmanın egemen olduğu varlıktır. Bu varlık ortamında görülen ne varsa belli bir süre içinde başlar ve biter.

    2- Kendiliğinden olanaklı varlık. Olanaklı olmasına karşın, ilk nedenle ilişkilerinden dolayı zorunluluk kazanır. Tümellerin, yasaların bulunduğu evren. Gökkürelerin usları böyledir.

    3- Kendiliğinden zorunlu varlık, ilk neden ya da Tanrı'dır. Değişmez ve çoğalmaz. Çokluklar ondadır. Tanrısal zorunluluk illkesi tüm yaratılanların da temel ilkesidir.

    İbn-i Sina'nın benimsediği tanrıbilim dört ana konuyu içerir; Evren, ötedünya, ahiret, peygamberlik, Tanrı.

    Evren yaratılmıştır. Yaratıcı ve var edici Tanrı'dır. O Kelamcılar'ın dediği gibi özgün yapıcı değildir, zorunludur. İlk neden önsüz ve sonsuzdur. Evrenin yaratılması, Tanrı'nın daha önceden varoluşunu gerektirir. Evrenin bütününde yer alan gök katları tanrısal evrenin varlıklarıdır, bunların özleri meleklerdir. Madde dünyasında oluş ve bozulma vardır. Onların tanrısal niteliği yoktur. Bu yaratma olayı da bir fışkırmadır.

    Ölüm, tinin gövdeden ayrılmasıdır. Gövdelerden ayrılan tinlerin geldikleri kaynakta toplanmaları insanda ötedünya kavramını oluşturur. Ruh, tinsel bir tözdür, ölümsüzdür. Gövdeye egemendir. Ruh gövdeye girmeden önce etkin usta vardı. İnsana bireyselliğini kazandıran odur. Gövdenin yok olması, ruhun varlığını etkilemez. Dirilme tinseldir.

    İnsanları yaratan Tanrı, onlara verdiği özgür istençle iyi ile kötüyü seçme olanağı sağladı. İstenç özgürlüğü, usla utku arasındaki çatışmadan ve ilkinin üstünlüğünden doğar. İnsan elinden çıkan bütün bağımsız eylemler tanrısal kayra ile gerçekleşir. Özgür istenç tüm insanlarda vardır. Peygamberler de bu bakımdan birer insandır. Ancak, onlarda insanların en yüceleri olan bilginlerde, bilgilerde olduğu gibi bir seziş vardır. Bu üstün seziş gücü, kavrayış yeteneği peygamberlerin etkin us ile buluşmalarını, gerçekleri kavramalarını sağlar. Bu üstün güç ve kavrayış vahy adını alır. Üstün anlayış gücü taşıyan melekler, vahyi peygamberlere ulaştırırlar.

    Tanrı, özü gereği bilicidir. Kendi özünü bilmesi yaratmayı gerekli kılar. İbn-i Sina İslam dinine ve Kuran'a dayanarak bilmeyi yaratma olarak niteler. Yaratma eylemi Tanrı'nın kendi özüne karşı duyduğu sevgiden dolayıdır. Tanrı tümelleri bilir. Tikellerle ilgili bilgisi de, tümel nedensellikleri bilmesindendir.

    1- Madde ve biçimin ilişkileri üzerinde bilimleri iç bölümde ele alırlar:

    2- Maddeden ayrılmamış biçimlerin bilimi: Doğa bilimleri ya da aşağı bilimler.

    3- Maddesinden iyice ayrı biçimlerin bilimi: Metafizik, mantık gibi yüksek bilimler.

    Maddesinden ancak zihinde ayrılabilen, kimi yerde ayrı kimi yerde bir olan biçimlerin bilimi: Matematik, geometri, orta bilimler. Zihin bu biçimleri doğru olarak maddesinden soyutlar.

    Felsefe ise, kuramsal ve pratik diye ikiye ayrılır. Kuramsal olan, bilmek yeteneğiyle elde edilen bilgileri kapsar. Doğa felsefesi, matematik felsefesi ve metafizik gibi pratik felsefe, bilmek ve eylemde bulunmak üzere elde edilen bilgilere dayanır.

    İbn-i Sina, gerek Doğu gerekse Batı filozoflarını etkiledi. Gazali, özellikle, ruh anlayışında ondan etkilendi. İbn Sina'nın deneyci yanı, Gazali'yi kuşkuculuk'a götürdü. Yapıtları 12.yy'da Latince'ye çevrildi, ünü yayıldı. Tanrıbilimci filozof Albertus Magnus, tin ve us ile güçleri konusunda İbn Sina'dan yararlandı.




  • PLATON, YENİ PLATONCULUK, ARISTOTELES


    PLATON :

    İ.Ö. 427 yılında Aigina'da (Pire körfezinde küçük bir ada) doğmuş, İ.Ö. 347'de Atina'da ölmüştür. Asıl adı Aristokles'dir. Geniş omuzları ve atletik yapısı yüzünden, "Platon" (geniş göğüslü) lâkabı ile anılmış ve tanınmıştır. Atina'nın köklü ailelerinden birine mensuptur. Bir san'atçı ve edebiyatçı olarak yetiştirilmiştir. İlgi alanları içersinde önemli bir yer tuttuğu anlaşılan felsefeye, Herakleitos'çu Kratylos'dan dersler alarak başlamıştır.

    Yirmi yaşından itibâren yanından hiç ayrılmadığı Sokrates'in ölümünden sonra, bir çok seyahate katıldığı rivayet edilmektedir. Bunlar içersinde kesin ve en önemli olanı, Pythagoras'çı öğreti ile tanıştığı kuzey İtalya yolculuğudur. Bu seyahatte, felsefî düşüncelerine önemli etkiler yapacak dinî ve mistik görüşler yanında, matematik üzerine bilgiler edinmiştir. Nihayet, "Akademos bahçeleri" denen bölgede, ünlü "Akademia"sını kurarak, ömrünün sonuna kadar yönetimini üslenmiştir.

    Batı felsefesinin en önemli düşünürleri arasında, en başta gelen bir kişiliktir Platon. Antik çağ yunan felsefesinde, Sokrates öncesi filozoflar (ilk filozoflar veya doğa filozofları) daha ziyade materialist (özdekçi) görüşler üretmişlerdir. Antik felsefenin özdekçi öğretisi, atomcu Demokritos ile en yüksek seviyeye erişmiş, buna mukabil düşünceci (idealist) felsefe, Platon ile en doruk noktasına ulaşmıştır. Platon bir san'atçı ve özellikle edebiyatçı olarak yetiştirilmiş olmasından büyük ölçüde istifade etmiş, kurguladığı düşünsel ürünleri, çok ustaca, hattâ şiirsel bir anlatımla süsleyerek, asırlar boyu insanları etkilemeyi başarmıştır.

    Platon düşüncesini hazırlayan temel kaynaklar arasında en önemli sayılabilecek olanlar, başta tabiatiyle Sokrates olmak üzere, Orpheus, Pythagoras ve Herakleitos'dur.

    Tüm düşünsel yapısını, beş önemli kuram içersinde toplamak mümkündür. Bunlar, “bilgi”, “idealar”, “ruhun ölümsüzlüğü”, “evrendoğum” (Cosmogonie, Cosmogony - Evren'in oluşumunu inceleyen bilim dalı) ve “devlet” ile ilgili kuramlarıdır. Platon, bütün yaşamı boyunca hocası Sokrates'den edindiği ilham ile gerçek bir ahlâkçı olarak kalmış, tüm bu kuramları, ethik ağırlıklı görüşlerle irdeleyerek geliştirmiştir. Sokrates ve Platon'a göre felsefenin ana ereği, insanın mutluluğu ve yetkin (kâmil) yaşamının sağlanmasıdır. Yetkin bir yaşam, ancak erdemli bir hayat sürmekle elde edilebilir. Erdemin temeli “bilgi”, özü “idealar kavramı”, gerekçesi “evrendoğum”, güvencesi “ölümsüzlük”, yaşamsal sığınağı “devlet”tir.

    Platon, elli yıllık uzun bir süre boyunca bu kuramsal yapıyı düşünmüş, ilintili felsefî meselelerle didişmiş ve bu arada görüşlerini düzeltip olgunlaştırmıştır. Bu yüzden Platon felsefesinin incelenmesi açısından en akılcı yol, bu değişim ve gelişmeyi takip ederek, öğretinin geçirdiği evreleri anlamaya çalışmaktır.

    1- Sokratesçi dönem :

    "Gençlik dialogları" veya "Sokratik dialoglar"ın kaleme alındığı dönemdir. Bu çalışmalarda Platon, hocasının öğretisini, gerçeğe en uygun şekilde vermeye çalışan, katıksız bir Sokrates'çidir. Bilgi ve erdem sorunlarının irdelendiği ethik içerikli bu dialoglarda Platon, henüz felsefeyi ileriye götürme çabalarına girişmemiştir.

    2- Geçiş dönemi :

    Platon felsefesi ile ilgili olarak mümkün olan en kısa târifi vermek istersek, onun tıpkı Sokrates öncesi “Doğa Filozofları” gibi, mutlak ve değişmez olan ile değişen arasındaki ilintilerle ilgilendiğini söyleyebiliriz. İlk filozoflar, doğada mutlak ve değişmez olanı aramışlar, Platon ise hem doğada, hem de ahlâk ve toplum yaşamında mutlak ve değişmez olanın peşinden koşmuştur.

    Geçiş dönemi çalışmalarında, hareket noktasının sofist öğreti olduğunu görüyoruz. Sofist tezleri, bazen küçümseyici, çok kere de alaycı bir dille tenkit ettiğini bildiğimiz Platon'un bu seçimi, öyle pek gelişi güzel değildir. Yukarda gördüğümüz gibi, Thales'den Demokritos'a kadar tüm doğa filozoflarının felsefeye materialist yaklaşımlarından sonra, insanı odaklayan ilk öğretiler, sofistler tarafından ortaya atılmış ve bu görüşler Platon'un ahlâkçı ve toplumsal analizleri için müsait bir temel oluşturmuştur.

    Bu aşamada Platon, sofistlerin hazza dayanan yaşam görüşlerini detaylı bir tartışmaya açarak, Sokrates öğretisini aşmaya karar vermiş görünmektedir. Yine de sofist disiplinin karşısına, ustasının "iyi" kavramı ile çıkar;

    "İYİ, doğru bir yaşamın kesin ölçütü ve amacıdır."

    Platon, bu tezin sağlam temellere oturtulabilmesinin, içerdiği "doğru" kavramının târif edilebilir, hiç değilse araştırılabilir bir şey olması ile mümkün olduğunu kavramıştır.

    Bu zorlu meseleyi çözmeye çalışırken; "Aradığımız şey bilinen bir şeyse, bunu aramaya gerek yoktur. Bilinmeyen bir şeyse, bulduğumuz şeyin aranan şey olduğunu nereden bileceğiz ?" sorusu ile sofistler, Platon'u daha da zor duruma sokmuşlardır. Filozofumuz bu meseleyi, Orpheus ve Pythagoras'çı öğretilerden edindiği "ruhun ölmezliği" kavramı ile çözmeyi deneyerek, Sokrates disiplinini aşma yolunda ilk adımı atmıştır.

    Ruh ölümsüz olduğuna göre, aranan doğru ile daha önceki yaşam dönemlerinde muhakkak karşılaşmış olmalıdır. Hâl böyle olunca, ölümsüz bir ruh taşıyan insanoğlu için "öğrenmek", eskiden bilinen bir şeyi hatırlamaktan (anamnesis) başka bir şey değildir. Ancak ölümsüz ruhunu eski yaşamında gördüklerinden anımsadıkları son derece muğlak bilgilerdir. Üstüne üstlük, bir de bu dünyadaki doğrudan algılamaların getirdiği zihnî karmaşa, bu bilgileri daha sallantılı tasavvurlar hâline dönüştürmektedir.

    Platon bir dialogda, Sokrates'in ağzından şunları söylemektedir; "Ben bir ebeyim. Şu farkla ki, kadınları değil, erkekleri doğurtuyorum. Benimle konuşmaya başlayan, önce bilmezmiş gibi görünür. Ama konuşma ilerledikçe açılır ve anımsamaya başlar. Bununla beraber, benden bir şey öğrenmediği bellidir. En güzel bilgileri, sadece kendi içersinde bulur ve ortaya koyar."

    Böylelikle Platon öğretisinin, "doğru sanı" (orthe doxa) ve "bilgi" (episteme) arasındaki karşıtlık ile ruhta bilinçsiz bir halde mevcut, "doğuştan tasavvurlar" şeklinde özetlenebilecek iki ana görüşüne varılmış olmaktadır. Doğru sanı, muğlak ve süreksizdir. Bilgi ise bir temele, bir nedene (logos'a - Herakleitos öğretisinde Evren'e egemen olan yasa, düzen ve tanrısal aklı betimlemek için kullanılan sözcük) bağlanmakla, dayatılmakla sağlam ve sürekli olur.

    3- Olgunluk dönemi :

    Sokrates'in "bilgi erdemdir" tezini daha bir derinlemesine irdeledikten sonra, iki tür bilmenin söz konusu olabileceği görüşünü öne sürer Platon. Doğru sanı (doğru algılama) ile bilgi, iki ayrı dünya yaratmıştır. Bir yanda meydana gelen ve yok olan, doğru sanının, rölatif gerçekliklerin dünyası, diğer yanda, sağlam ve sürekli, asıl gerçekliğin, "idealar"ın dünyası. (Le monde sensible et le monde intelligible)

    Platon'un bilgi kuramının çıkış noktası Protogoras'çıdır. Bir şeyi bilen kişi, onu algılayan kişidir. Bu yüzden "insan her şeyin ölçüsüdür". "Algı, daima var olan bir şeydir. Bilgi olduğu için de şaşmaz" diyor Protogoras. Platon bu görüşe, Herakleitos'un, "var dediğimiz her şey, gerçekte oluş sürecinde olan bir nesnedir" şeklindeki "akış kuramı"nı katar.

    a) Bilgi bir algıdır; (hattâ aslında bilgi, bir algılama yargısıdır.)

    b) İnsan her şeyin ölçüsüdür;

    c) Her şey akış hâlindedir;

    şeklinde özetlenebilecek kuramın, algılanan nesneler için doğru, gerçek bilgi açısından yanlış olduğu sonucuna varmıştır.

    Ünlü "idealar kuramı", işte bu bilgi (episteme) anlayışından doğmuştur. Gerçek bilginin temeli, ancak idealar dünyasında bulunabilir. İdea birliktir. Bölünemez, değişmez, öncesiz ve sonrasız olarak, kendi kendine eşit, hep aynı kalan bilgidir. Doğru sanılar yolu ile duyumlanan nesneler ise, hiç durmaksızın oluşur, değişir ve yok olurlar. ("Akış kuramı" gereği olarak.)

    Bu aşamada analizimize ara verip, konunun önemi açısından muhakkak irdelenmesi gereken bir sava dikkat çekmek istiyoruz. Platon, Herakleitos'çu öğretiden alarak idealar kuramına taşıdığı, "Evren'de değişmeyen ve aynı kalan hiç bir şey yoktur, her şey akar" mantığından hareketle, "madem ki Evren'de değişmeyen hiç bir şey yoktur, o halde, gelip geçici bilgilerin (göreceli/rölatif gerçeklerin) değişmez ilksiz ve sonsuz, hep aynı kalan asılları olması gereken gerçek bilgiler, (idealar) bu Evren'in dışında bir yerlerde olmalıdır" sonucuna varmıştır. Başta Aristoteles olmak üzere bir çok düşünürün bu mantığı, kısır, akılsızca ve hattâ kötü niyetli bularak Platon'u tenkit ettiklerini biliyoruz. Bu yergilerin dayandığı oldukça güçlü deliller karşısında, yaklaşımın haksız olduğunu söylemek de pek kolay görünmemektedir. Ancak teslim etmemiz gerekir ki Platon, bu düşünceleri ile felsefeye çok önemli boyutlar getirmiştir. Şüphecilik ekolünün ilk kez ciddî bir düşünce sistematiği hâline dönüşmesinin temel taşlarıdır bu sözler. Ayrıca dikkatli bir göz için, kendisinden önce Xenophanes ve sonraları kalabalık bir filozoflar grubu tarafından ortaya atılarak şiddetle savunulan bir ekolün, insan aklının mutlak bilgiye erişmesinin mümkün olmadığını iddia eden "Agnosticisme"in, (bilinemezcilik) belki de ilk ışıklarıdır bu düşünceler.

    Biz yine analizimize dönelim;

    Platon'un idealar kuramı, hem mantık ve hem de metafizik içeriklidir;

    - Kuramın mantıksal dizini, Parmenides'in "eğer dil bir saçmalık değilse, sözcükler bir anlam taşımalıdır. Üzerinde konuşulsun veya konuşulmasın, var olan nenleri anlatmalıdır" tezinden hareket eder. Örneğin, doğru olarak, "bu at'tır" diyebileceğimiz pek çok hayvan vardır. Bir hayvan, atlara özgü genel yapıyı taşıdığında "at"tır. Dil, "at" gibi genel mânâ içeren sözcükler olmaksızın yaşayamaz. Bu sözcük eğer bir neni betimliyorsa, bu her hangi bir "at" değil, evrensel "at" kavramıdır. Bu kavram, her hangi bir at doğduğunda doğmaz, her hangi bir at öldüğünde de ölmez. Bir varlık da değildir. Uzay'da bir yer kaplamadığı gibi, zaman kavramı ile de sınırlandırılamaz.

    - Kuramın metafizik bölümüne göre "at" sözcüğü, belirli bir düşünsel (ideal) at'ı, Tanrı'nın yarattığı tek bir at'ı, ilk ve ana örneği, kalıbı betimler. Tek tek atlar, ideal at ile ortak bir yapıya sahiptirler. Bu ortaklık, az ya da çok eksiktir (kopye tam ve yetkin değildir). Bu yüzden tek bir at ideası ve çok sayıda at vardır. Düşünsel (ideal) at gerçek, tek tek atlar görüntüseldir.

    Temel düşünce yapısı itibariyle "Batı metafiziği"nin kurucusu olarak anılan Platon, bu düşünsel zincirin ilk halkası olarak kabul ettiği "ruhun ölmezliği" kavramını, alışılagelmiş mythos hâlinden soyutlayarak, daha sağlam temellere oturtması gerektiğini de hissetmiştir. Üstüne üstlük bu noktada, ruhun ölümsüzlüğü yanında, idealar dünyasından geldiğinin ve kökünün orada olduğunun da belirlenmesi gereklidir.

    İdealar dünyasından gelerek, insanî beden ile birleşen ölümsüz ruhun amacı, asıl yurduna tekrar kavuşmaktır. Beden, bu isteğin gerçekleşmesine yardımcı olarak işlevini yerine getirmelidir. Bu kavuşmanın gerçekleşmesi, idealara ulaşmaya, ideaları bilmeye bağlıdır. Bu bilgi de yine bir anımsamadır. Ancak bu anımsama işleminin frekansı, ruh ve bedenlere göre değişkenlik gösterir. Platon'a göre ruhlardan çok büyük bir çoğunluğunun anımsadığı bulanık görüntülerdir. Ruhlardan küçük bir azınlıkta "algılama yetisi", daha az bir oranında "anlama yetisi" ve nihayet pek azında, ideaları tamamiyle hatırlayabilme, "akıl yetisi" vardır. Bu sonuncular, rölatif gerçeklerden algıladıklarına dayanarak, hangi ideaların hayâlleri ile karşı karşıya olduklarını tanımlayabilirler. (Platon kendisini, bu kategori bireylerden saymaktadır.) Yeryüzü, idealar dünyasına benzer. Yeryüzündeki her nen, idealar dünyasından pay almıştır. Bu anımsama vetiresinin irdelenmesi Platon'u, "sevgi" (eros) kavramına götürmüştür. Yaşadığımız ve idealardan pay almış bu dünya'yı, objektif kriterler çerçevesinde algılayabildiğimizde, gerçeklere varabilmemiz mümkündür diyor ünlü düşünür. Platon'a göre bunun en çarpıcı örneğini, "güzel" kavramının değerlendirilmesinde görmekteyiz. Sevgi, güzele yönelmektedir. Zira güzel kavramı, idealar dünyasındaki gerçekliğin anımsanması sonucu verilen bir hükmü içermekte ve dolayısiyle sevgiyi yaratmaktadır. Platon sevgi'yi, (eros) bütün ölümlülerde rastlanan bir ölümsüzlük çabası olarak tanımlar. En basit hâli ile eros, tüm insanlarda, kendilerini yaşatacağına inandıkları bir nesil yetiştirme iç güdüsü olarak görülmektedir. Ancak bazı insanlarda "eros" kavramı, daha üstün bir niteliğe bürünmüştür. Bu seçkin kişilerde, ya'ni ideaları tamamiyle hatırlama yetisine (aklına) sahip bireylerde eros, bu güzelliklere ulaşmak ihtirası şeklinde tezâhür eder. Bu arzuyu gerçekleştirebilecek bilgilerin eksikliğini hisseden seçkinler, bilgisizlikten kurtulmak çabası içersinde bulurlar kendilerini. Bu kişiler eros'u, dünyaya çocuk getirmekten öte bir işlev, idealara ulaşarak erdemli işler yapmak ve yeryüzünde sürekli bir isim, sonsuz bir şeref bırakmak çabası ve aşkı olarak görürler. (Bu noktada felsefe sözcüğünün yunanca kökenindeki "philia" = "sevgi ve güzellik", "sophia" = "akıl ve hikmet" kelimeleri ile fransızca kökenli çok özlü bir felsefe târifi olan, "L'amour de la sagesse", "hikmet sevgisi" terimini hatırlayalım.)

    Felsefî meseleleri inceleyen bir çok düşünür tarafından yazılan incelemelerde, "iyi, doğru ve güzel kavramları, insanoğlunun doğuştan sahip olduğu özelliklerdir" şeklinde dile getirilen Platon öğretisinin altında yatan düşünsel zincir budur.

    4- Yaşlılık dönemi :

    Platon bu aşamada, önceleri ele aldığı bir çok konuyu tekrar gündeme getirerek, bir kez daha incelemiştir. İlgisi daha çok ahlâkî (ethic) sorunlar ile insanoğlunun mutluluğuna yöneliktir. Yetkin (kâmil) insan yerine, yetkin toplumu târif etme çabası içersindedir. Yetkin topluma ve dolayısiyle toplumsal mutluluğa erişmenin yolu, ideal devlet düzeni içersinde yaşamaktır. Devlet yönetimi ile ilgili olarak en çok üzerinde durduğu konular, dostluk, hitabet ve siyaset san'atlarıdır. Platon'a göre sorunlar, ancak felsefe ile çözülebilir. Gerçek dostluk, hikmet sevgisi (eros) ile ruhları tutuşmuş insanların beraberliğinden başka bir şey değildir. Hitâbet san'atı ise ruhun, bildiklerini sözlerle anımsatmaya çalışmasıdır. İnsanların doğal amaçları olan toplumsal mutluluğu sağlamakla görevli devlet yönetimi san'atı da, felsefe olmadan yapılamaz. Nelerin toplumsal mutluluğu yaratabileceğini, felsefeden başka hiç bir şey târif edemez.

    Bu noktada önemli bir zorlukla karşılaşmaktadır filozofumuz. Evet, "siyaset san'atı ve ideal devlet düzeninin gerektirdiği çözümleri sadece felsefe üretebilir." Ancak Platon'un yaşam tecrübesi, kendisinden çok sonraları stoacı düşünür Kıbrıs'lı Zenon'un (İ.Ö. 336 - 264) tasarladığı gibi, sadece bilge ve erdemli kişilerden kurulu bir akıllı insanlar toplumuna ulaşmanın imkânsızlığını, hemen kavramıştır. Bu görüşünü de, "yığınlar hiç bir zaman filozof olmayacaktır" özdeyişi ile vurgulamaktadır. Dolayısiyle toplumları mutluluğa ulaştırmak, yönetimin bilge kişilere teslim edilmesi ile mümkün olur. Platon'a göre, "başa filozoflar geçmez, ya da baştakiler felsefe yapmazlarsa, insanlığın acıları asla sona ermeyecektir."

    Devleti teşkil eden bireyleri, işlevleri açısından üç kategoriye ayırıyor düşünürümüz ; zenginliği sevenler, şerefi sevenler ve bilgiyi sevenler. Bu ayırım bir başka şekilde şöyle ifade edilebilir; halk, askerler ve koruyucular. (Siyasette söz sahibi olanlar, koruyuculardır.) Toplumu meydana getiren fertlerin tamamı, bu üç özellikten birini, diğerlerinden daha fazla arzu edecekler ve isteklerine, ideal devlet düzeni içersinde ulaşacaklardır.

    İdeal devlet kavramı içersinde, genç nesillerin eğitimi için şiir ve musikîye verilen önem, "güzel sevgisi"ni öne çıkartan bir anlayıştır. Platon, idealara estetik yolu ile erişme metodu (estetik yolu ile anımsama) olarak târif edilebilecek bu görüşten zamanla vazgeçmiş, daha objektif sayılabilecek bir yönteme, matematik'e doğru yola çıkmıştır. Matematik'i kullanarak idealara ulaşılabileceğini düşünen filozofumuz için bu çaba, bir bakıma ruhun idealar dünyası özlemi ile bu gayeye yönelik bitmez tükenmez bir gayret anlamını da taşımaktadır. Ruh, beden içersinde bir hapishanededir. (Sima Sema) Buradan ruh, kendisini ancak bilgi ve erdem ile kurtarabilir. O halde bilge kişi, idealar dünyasına özlem duyan bir ruh taşıdığının şuurunda olarak, kendini ölüme hazırlamış olmalıdır. (Nasıl ki Sokrates kendini ölüme hazırlamış ve yaşam karşılığı hiç bir ödün vermemişse...) Yukarda değinilmiş bulunan anımsama (anamnesis) süreci, ruhun daha evvel de var olduğunun kanıtı idi. Bu aşamadaki ölüm özlemi ise, ruhun ilerde de varolmaya devam edeceğinin göstergesidir. Ruh ölümsüz olmasa idi, böyle bir istek duymazdı. Ruh bu yüzden, öncesiz ve sonrasız diye târif edilen idealardan biridir ve dolayısiyle kökü, idealar dünyasındadır.

    Yaşlılık dialoglarında Platon, doğa meselelerini de ele alarak, yeni bir dünya görüşüne varmayı denemiştir. Bu analiz hemen tamamı itibariyle Anaksagoras'ın teolojik görüşünün didik, didik edilmesi şeklindedir. Doğa'da bütün olup bitenler bir amaca (telos) yöneliktir. Her şeyin gerçek nedeni "Nous"dur. Tanrısal akıl ya da doğrudan Tanrı olarak târif edilen "Nous" işe karışmadan önce Evren, Demokritos'un materialist (özdekçi) öğretisi ile betimlediği mekanik bir tözdür. Platon'a göre, Nous tarafından biçimlendirilerek "Kaos'dan düzene" geçirilmiş, ruhu ve zekâsı olan bir canlıdır Evren. Büyük düzenleyici, kendisi gibi önsüz ve sonsuz bir töz bulmuş ve ona biçim vermiştir. Evren, Tanrı tarafından bilinen "dünya ideası"na uygun olarak ve benzetilerek biçimlendirilmiş bir görüntüdür.

    - Küre biçimindedir. Zira, her noktası benzer olan tek şekil küredir.

    - Döner. Zira, eli ayağı olmayan, küre biçimindeki bir töz için tek yetkin devinim dönmedir.

    - Tektir. Zira, yetkin bir kopye olarak yapıldığından, birden çok olamaz.

    - İlksiz ve sonsuzdur. Zira, aslı, ideası, ilksiz ve sonsuzdur.

    "Nous" her şeyi, her şey için iyi olana göre düzenler. En büyük ve en doğru düzenleyicidir.

    Bir evrim daha geçiren Platonik düşüncede "güzel" kavramı, artık yerini "iyi"ye, ama "herkes ve her şey için iyi olana" bırakmıştır. Değerler skalasının en üstüne yerleşmiştir "İYİ" Böylelikle iki kavram özdeşleşmiş olmaktadır. Nous veya Tanrı, "iyi"nin ta kendisidir. Yarattığı ve biçimlendirdiği dünya da, eksiksiz ve yetkin olmalıdır. Bu eksiksiz ve yetkin dünya, idealar dünyasıdır. Duyumlar dünyası ise, tanrısal bir takım sınırlamalar nedeniyle, idealar dünyasına, ancak olabildiğince uygun olacaktır.

    Değerler skalasında "iyi" kavramının altında sıralanacak çeşitli erdemlerin yerlerinin belirlenmesinde matematik, bir ayıraç olarak kullanılmalıdır. Ancak bu yolla aşağı doğru bir sıralama yapılabilir. Yukarı doğru yapılması gerekli bir sıralamada ise, dialektik kullanılacaktır. (Platon, tümdengelim veya tümevarımı ifade eden hiç bir sözcük kullanmamıştır eserlerinde. Buna rağmen, bu tür târiflerden adı geçen metotları en azından bir kavram olarak disipline etmiş olduğu anlaşılmaktadır.) Yukarıya doğru yapılacak analizlerde çıkış noktası olarak kullanılacak varsayımlardan (hypothesis) hareketle hedeflenen sonuç, "temel töz"e (arkhe) ulaşmak olmalıdır. Arkhe'ye bu aşamada yüklenen tanrısal nitelik, metafizik açıdan dikkate değer bir özellik meydana getirmektedir.

    Platon felsefesindeki bu değişim cidden çok enteresandır. İlk filozoflar veya doğa filozoflarına ait materialist felsefenin, temel töz'e (arkhe'ye) ulaşmak yönündeki idealine, metafizik yolu ile bir dönüşümü içeren, çok geniş çaplı bir daire tamamlanmaktadır.




  • Filozof kavramını tam anlamıyla dolduran, döneminin tüm bilgi alanlarını özümsemiş bir kişilik Aristoteles .

    M.Ö . 384 de Trakya-Stagerios’ta doğan Aristoteles ’in büyükbabası Makedonya Kralı I.Amyntas’ın saray hekimiydi.

    Babasından akıl almaz bir servet kalan Aristoteles ’in, gençlik yıllarının oldukça uçarı geçtiğini belirtiyor kaynaklar.

    M.Ö. 367 de, Atina’ya gitti. Ve yaşamı değişti .20 Yıl boyunca, Platon ’un öğrencisi oldu. Çalışmadan düşünmesine olanak sağlayacak yeterinden fazla parası vardı. Yapıtına bakılınca bunun hakkını verdiğini söylemeliyiz.

    Sokrates’in ölümü Aristoteles için iyi olmadı. Sonuçta bir Makedonyalı idi ve o sırada Atina’da Makedonyalılar pek sevilmiyordu.

    Atina ‘dan Assos’(Çanakkale-Behramkale)a gitti. Platon’un eski öğrencisi Hermias çağırmıştı onu.

    Bir süre Midilli de kaldı. M.Ö.343 ‘de, Makedonya Kralı II.Filipos , Aristoteles ’i , geleceğin Büyük İskender ’ine eğitmen olarak seçti.

    Atina’ya tekrar dönerek Likeion’u kurdu. Burada 12 yıl ders verdi. Büyük İskender’in 323 de ölmesinden sonra, dinsizlik suçlamasıyla karşılaştı. Atina’dan kaçmak zorunda kaldı. 322 de Khalkis’te öldü


    Aristoteles'in temel eserleri, mantık ve bilgi kuramı üzerine altı incelemeden oluşan Organon, doğa felsefesini açıkladığı Gökler Üzerine, Fizik ve Varlığa Geliş ve Yokoluş Üzerinedir. Psikoloji konusundaki iki temel eseri, Hayvana Dairle, Parva Naturalia olan Aristoteles'in varlık konusundaki ünlü eseri Metafiziktir. Siyaset felsefesi alanında Politikayı, estetik alanında, Poetika ve Retoriki yazmış olan filozofun, ahlak alanındaki temel kitabı Nikomakhos'a Ahlaktır.

    Temel İlkeleri: Aristoteles'in bir filozof olarak en önemli özelligi, onun sağduyuya olabildiğince yakın bir düşünür olmasıdır. Hem Platon'un İdealarına ve hem de Demokritos'un maddi atom görüşüne karşi çikan Aristoteles, hem ahlaki değerleri teminat altına alacak bir teori ve hem de bilimsel doğruları ortaya koyacak bir kuram, bilime ve ahlaka hakkını verebilmek için, atomlar veya İdealar benzeri gözle görülemez varlıkların varoluşunu öne sürmeyecek bir teori arayışı içinde olmuştur. Onun bulduğu çözüm töz ögretisidir. Buna göre, tözler tüm özellikler için dayanak olan nihai gerçeklik ve öznelerdir. Söz konusu nihai gerçeklikler somut şeylerdir ve somut şeyler için de Aristoteles'in gözde örnekleri biyolojik bireylerdir. Tözler nihai gerçekliklerdir, zira tözler varolmadığı takdirde, başka hiçbir şey, tözün özellikleri olarak tümeller de varolmayacaktır.

    Bu varlık ögretisiyle Aristoteles, Platon'un İdealarının, onun yanlışlıkla bireyler olarak gördüğü tümeller olduğunu öne sürer. Tümeller gerçekten de vardırlar, fakat onlar varoluşları için tikel nesnelere, bireysel şeylere bağlıdırlar. Gerçekten varolanlar tümeller değil de, ağaçlar ve kediler benzeri, dış dünyada karşilaştığımız nesnelerdir.






    Mantık





    Aristoteles, mantık alanında, mantık çalismalarina ondokuzuncu yüzyıla kadar temel olmuş bir mantık sistemi kurmuştur. Mantığı her türden bilgi edinme süreci için bir araç olarak gören Aristoteles'in mantığının en önemli yönü, 'belli şeyler kabul edildiğinde, başka şeylerin onlardan zorunlulukla çiktigi' bir konuşma olarak tanımlanan tasımdır. Aristoteles, bir önermedeki öznenin, yüklemine on farklı şekilde bağlandığını gösteren on kategoriden söz eder. Onun mantığı yalnızca insan zihnindeki düşünce faaliyetlerini betimlemekle ve dile ilişkin gramatikal bir analiz sağlamakla yetinmeyip, aktüel şeyler arasındaki ilişkilerle ilgili bir kuramı ifade eder.


    Bilgi


    Aristoteles'e göre, bilgi tümel olanın, formun bilgisidir, bu nedenle yargıda dile getirilebilir olan bir bilgi, formlar arasındaki özsel bağlantılara ilişkin bir kavrayıştan meydana gelir. Aristoteles'in gözünde bir şey hakkında doğru bir bilgiye sahip olmak, o şeyi türler ve cinsler hiyerarşisi içinde bir yere, bir tür ve cins içine yerleştirebilmek ve dolayısıyla neyin onun için özsel olduğunu bilebilmektir; bu ise, özsel tanım yoluyla olur. Aristoteles'e göre, bir şeyin özünü vermek, o şeyin nedenine ilişkin bir açıklama ortaya koymaktır. Bundan dolayı, Aristoteles bir şeyin nedenini ortaya koyabildiğimiz zaman, ilk elden, gerçek bilgimiz olduğunu söyler. Bir şeyin nedenini vermek ise, o şeyin özünün ilk ilkelerden başlayarak tanıtlanmasını içerir; bilimin işlevi budur.



    Metafizik


    Onda metafizik, var olanı var olmak bakımından ele alan, var olan bir şey olmanın ne anlama geldiğini araştıran bilimdir. Onun metafiziği çok büyük ölçüde mantık konusundaki görüşlerine ve biyoloji alanındaki çalismalarina dayanır. Buna göre, mantıksal bakış açısından, 'var olmak' onun gözünde, hakkında konuşulabilecek ve tam olarak tanımlanabilecek bir şey olmaktır. Buna karşin biyoloji alanındaki çalismalari açısından, 'var olmak' dinamik bir süreç, bir değişme süreci içinde olmak anlamına gelir. Şu halde, 'var olmak' Aristoteles için, bir şey olmak anlamına gelir. Bundan dolayı, ona göre gerçekten var olan, Platon'da olduğu gibi tümeller değil de, bireylerdir, 'şu' diye gösterdiğimiz belirli bir doğaya sahip olan varlıklardır. Onlar, Aristoteles'in mantıkla ilgili eserlerinde sözünü ettiği nicelik, nitelik, ilişki, yer gibi kategorilerin, temel nitelik ya da yüklemlerin kendilerine yüklenebildiği öznelerdir.

    İşte Aristoteles, kendisine tüm kategorilerin yüklendiği bu özneye 'töz' adını verir. Onda var olmak belirli türden bir töz olmaktır. Töz, aynı zamanda dinamik bir sürecin ürünü olarak ortaya çikan bireysel varlık olarak da tanımlanır. Bu bakımdan ele alındığında, metafizik varlığı, yani var olan tözleri ve tözlerin nedenlerini, yani tözleri varlığa getiren süreçleri konu alıp araştıran, tüm varlıkların temelindeki temel bilimdir.

    Aristoteles'te töz bir madde ve bir formdan meydana gelir. O her ne kadar maddeyle formu birbirinden ayırsa bile, doğada bizim hiçbir zaman maddeden yoksun bir formla da, formdan yoksun bir maddeyle de karşilaşmadığımızı belirtmeye özen gösterir. Varolan herşey somut bir birey olarak varolur ve herşey maddeyle formun bir birliği olarak ortaya çikar. Şu halde, töz form ve maddeden meydana gelen bileşik bir varlıktır. Bundan dolayı, Aristoteles'te, ayrı formlardan, duyusal dünyanın dışında olan bir İdealar dünyasından söz etmek olanaklı değildir. Form, ayrı bir yerde değil de, bu duyusal dünyada ve tözün bileşenlerinden biri olarak varolur.

    Madde ve form ayrımı, Aristoteles'e göre, doğada varolan herşeye uygulanmak durumunda olan bir ayrımdır. Aristoteles'te bileşik tözleri meydana getiren madde ve formdan yalnızca form şeylerdeki bilinebilir ögeye karşilık gelir. Maddenin, şeylerin insan zihni tarafından ayırd edilemeyen, yapıdan ve belirlemeden yoksun, bilinemez bileşeni olduğu yerde, form insan zihni tarafından bilinebilen, yani tasvir edilebilen, tanımlanabilen, sınıflanabilen ve başkalarına aktarılabilen yöndür. İnsan zihni, Aristoteles'e göre, duyualgısında şeylerin duyusal formunu, buna karşin kavramsal bilgide de akılla anlaşilabilir olan formunu alır.




  • SOKRATES

    Sofistlere karşı koyanların başında yer alan, İlkçağın en büyük düşünürlerinden biri olan Sokrates, Sofistlere karşı koyar, ama onlarla birleştiği yönleri de vardır. Çünkü Sokrates de, Sofistler gibi, gelenek ve törelerin oluşturduğu ölçüler üzerinde düşünmeyi kendisine ilke yapmıştır.

    Sokrates 469 yılında Atina’da doğmuştur. Heykeltıraş Sophroniskos ile ebe Phainerete’nin oğlu. Kendisi ve yurttaşlarını ciddi olarak incelemeyi, ahlakça olgunlaşmak için durmadan çalışmayı, hayatının hep ödevi sayacaktır. O da, Sofistler gibi, başlıca, insan hayatının pratik sorunlarıyla ilgilenmiştir. Ancak, Sofistler utilitaristtiler, yalnız yararı göz önünde bulunduruyorlardı. Sokrates ise bu soruna gerçek, derin bir ahlaki ciddiyetle yönelir.Onun gerek sessiz, sürekli felsefi düşünmeleri, gerekse Atina’daki orijinal çalışmaları böyle bir anlayışla beslenmişlerdir. Kendisi bir çığıra, bir okula bağlı olmadığı gibi, bir çığır da kurmaya kalkışmamıştır. Ortalıkta, çarşıda –pazarda dolaşır, karşısına çıkanlarla konuşmaya çalışırdı. Bunu da, insanları, hayatlarının anlam ve amaçları bakımından düşünmeye, aydınlanmaya kımıldatmak, onlarda bu isteği uyandırmak için yapardı. Sokrates felsefesini, dünya görüşünü bu yolla yaymıştır: bir şey yazmamıştır. Sokrates 70 yaşında iken “gençliği baştan çıkarmak ve Atina’ya yeni Tanrılar getirmeye kalkışmak” ile suçlandırılıp mahkemeye verilmiştir. Onu suçlayanlar, anlayışsızlıklarından, düşünceleri ayırt etmeyi bilmediklerinden, Sokrates’i Sofist sayıyorlardı. Hayata yol gösteren değer ve ölçülere körükörüne inanmayıp bunları akılla bulmak isteyişinde, bu tutumunda Sokrates Sofistlerle ortaktı. Ama onun Sofistlerle bundan sonraki temelli ayrılığını, yobaz gelenekçiler ayıramayacak durumda idiler. Sokrates hafif bir ceza ile kurtulabilirdi; ama boyun eğmek bilmeyen onuru yüzünden yargıçları kızdırıp ölüm cezasına çarptırılmıştır. Tutukevinden de kaçmayı ret etmiş ve 399 yılının mayısında zehir içerek ölmüştür.

    Sofislerin bilgi anlayışı, her bakımdan, tek kişiyi kanılarında bir relativizme götürmüştü. Sokrates’in ise göz önünde bulundurduğu ; sağlam, herkes için geçerli olan bir bilgiye varmaktır. O, doxa (sanı)nın karşısına episteme (bilgi) yi koyar. Yalnız episteme hazır, hemen öğrenilebilecek, öğretimle hemen bildirileverilecek bir şey değildir, tersine; birlikte çalışarak, uğraşılarak varılacak bir amaçtır. Onun için Sokrates, Sofistlerin yaptığı gibi, öğretimle bilgileri edindirmeye kalkışmaz, çevresindekilerle doğru’yu birlikte aramaya çalışır. Din-gelenek otoritesine gözü kapalı bağlanmamada Sokrates Sofistlerle bir düşünüyor. Ancak, Sokrates’in akla, düşüncenin objektif değerine, bireylerin üstünde bir normun bulunduğuna sarsılmaz bir inancı var. Onu Sofistlerden kesin olarak ayıran da bu inancıdır. Onun kendine özgü öğretme ve araştırma yöntemi olan dialog (konuşma) da bu inanca dayanır. Konuşma’da düşünceler ortaya konur, bunlar karşılıklı olarak eleştirilir, böylece de herkesin kabul edeceği şeye varılmak istenir. Sofisler düşünceleri meydan getiren psikolojik mekanizmayı inceliyorlardı. Sokrates ise, doğru’yu belirleyen aklın bir yasası olduğuna inanır ve çevresindekilerle işbirliği yaparak bu doğru’yu araştırır. “Ben bir şey bilmiyorum” ya da “Bir şey bilmediğimi biliyorum” derken de göz önünde bulundurduğu bu. Onun için bunları bir şüphecilik diye anlamamalıdır.

    Sokrates, Sofist – Sophistes , bilgici –değil, filozof – philosophos, bilgisever –olduğunu söyler; bilgiyi elde bulundurduğuna değil, onu sevip aradığına inanır; kendisi kendini bildiği gibi, kendilerini bilmelerini (“kendini bil!”) başkalarından da ister. Araştırmanın (dialogun) dış şeması şöyledir: Konuşmaya başlarken Sokrates, hep kendisinin bir şey bilmediğini söyler. Karşısındaki de, tersine, hep bilgisine pek güvenmektedir, ama ileri sürdükleri de hep pek derme çatma şeylerdir. İşte Sokrates’in ünlü ironie’si (alayı) bu karşıtlık içinde belirir. Bundan sonra da Sokrates, konuştuğu kimsede doğru^yu meydana çıkarmaya girişir; onun deyişiyle: Ruhta uyku halinde bulunan düşünceleri “doğurtmaya” uğraşır. Bu sanatına da, annesinin ebeliğine bir anıştırma olarak, maieutike (doğum yardımcılığı, ebelik) adını veriyor. Bu tekniğin temelinde, disiplinli, sıkı bir düşünme ile” doğru”nun bulunabileceğine bir inanma gizlidir; ruhta saklı doğrular var; bunlar herkes için ortak olan doğrulardır; bunlar, sorup soruşturma ile, üzerlerinde durup düşünme ile yukarıya çıkarılabilir, bilinir bir hale getirilebilirler.

    Sokrates’e göre, bilimsel çalışmanın amacı, duyularla edinilen tek tek algılar değil, kavramdır. Onun için, Sokrates hep, kavramın belirlenmesi, sınırının çizilip gösterilmesi olan tanım’a (horismos, definito) varmaya çalışır.

    Sokrates’in kullandığı yöntem, tüme –varım (epagoge, inductio) yöntemidir. Aristoteles, Sokrates’i bu yöntemin bulucusu diye gösterir. Ancak, Sokrates gelişigüzel bir araya getirilmiş tek tek haller arasında bir karşılaştırma yaptığı için, tam bir tümevarım yöntemi geliştirdiği söylenemez.

    Sokrates bu yöntemini, tıpku Sofistler gibi , sadece insan hayatının sorunlarına uygulamıştır. Onu “doğru bir yaşayış nedir, hangisidir?” sorusundan başkası ilgilendirmemiştir. Doğa felsefesiyle hiç uğraşmamıştır; kavramsal doğru’yu araması da yalnız ahlaki kaygılar yüzündendir. İnsanın ahlakça kendisini eğitmesi, yetiştirmesiyle bilim aynı şeydir. Araştırma da bulunacak tümel doğru, ahlak bilincine açıklık ve güven sağlayacaktır.

    Sokrates’in bütün düşüncesi, bütün çalışmaları ahlaka yönelmiştir. Bu ana –konuda çıkış noktası da, “erdem ile bilginin özdeş, aynı oldukları” görüşüdür. Bu görüşün felsefe dışındaki nedeni için şu söylenebilir: Yunan toplumu o arada çok sarsıntılı bir değişme geçirmiştir, geçirmektedir. Bu yüzden, öteden beri bilinen, alışılmış yaşama kurallarına ayak uydurmak çok güçleşmiştir. Bu değer anarşisi içinde bir sürü yaşama kuralı öğütleniyordu. Öbür yandan demokratik gelişme bir savaşmaya, yarışmaya yol açmıştı. İşte Sokrates,bu kanıyı ahlaka aktarmakla, bu duruma en keskin anlatımını kazandırmıştır.

    Sokrates,”Hiç kimse bile bile kötülük işlemez, kötülük bilginin eksikliğinden ileri gelir” der. Yine bu yüzden bütün öteki erdemler, ana –erdem olan bilginin (episteme) içinde toplanmışlardır ve bilginin kendisi edinildiği ve öğrenildiği gibi, öteki erdemler de elde edilir ve öğretilebilir.

    Sokrates, bir de, içinde bir Daimonion’un barındığını söylermiş. Hayatının önemli anlarında bu Daimonion’u kendisine yol gösterirmiş, daha doğrusu alıkoyucu bir rol oynarmış; daha çok uyarıcı bir sesleniş. Bunu Sokrates içindeki Tanrısal bir ses sayar ve ona uyarmış. Bu sesin ne olduğu üzerinde çeşitli yorumlar yapılmıştır. Ne olarak anlaşılırsa anlaşılsın (vicdan, ahlaki bir sezi, peygamberlerde görülen içgüdü gibi bir şey vb) Daimonion Sokrates’in ahlak görüşünün tekyanlı rationalismini tamamlayan bir etken olarak görünüyor. Çünkü Daimonion, irrationel bir şey, dini –mistik bir öğe. (Ama yalnız kendisinde var; genel olarak insan hayatının ahlak bakımından düzenlemede hiçbir rolü yok)

    Sokrates’in dinsiz ya da küfre sapmış bir kimse olduğu hiç de söylenemez. Olsa olsa, o da ta Xenophanes’ten beri gelişen bir din anlayışının içinde yer almıştı; yani halk dininin boş inançlarına bağlı değildi; halk dininin arınmasını, bunun için de Tanrılar için yakışıksız tasavvurların ortadan kalkmasını o da istiyor.

    Sokrates çevresine büyüleyici bir etki yapmıştı. Bu etki, düşüncelerinden çok, bu düşünceleri onun doğrudan doğruya yaşaması yoluyla olmuştur.




  • Sokrates:

    Babası çocuğuna bir torba çivi verir ve ona, sabrını her kaybettiğinde, kapağın arkasına bir çivi çakmasını söyler. Birinci gün çocuk 37 çivi çakar.
    Haftalar ilerledikçe çocuk kendini kontrol etmeyi öğrenir ve daha az çivi çakmaya başlar. Daha sonra, kendini kontrol etmesinin gidip kapağa çivi çakmaktan daha kolay olduğunun farkına varır. Hiç çivi çakmadığı ilk günün sonunda durumu babasına bildirir. Bu defa baba, oğluna kendini kontrol ettigi her günün sonunda çivi sökmesini söyler. Günler geçer ve en son çivi söküldüğünde çocuk yine babasına haber verir.Babası çocuğu elinden tutar ve kapağın yanına götürür ve şöyle der: "Bak oğlum çok çalıştın, fakat kapağın üzerindeki tüm deliklere bir bak. Hiçbir zaman eskisi gibi olmayacaklar. Her sabırsızlığında karşındakilerde böyle yaralar oluşur. Ne kadar özür dilersen dile o yara daima orada duracaktır. Sözlü bir saldırı da en az fiziksel saldırı kadar yaralayıcıdır.
    Sokratesin bazı orjinal düşünceleri şu an pek kabul görmese de cesareti ve ahlak anlayışı beni etkilemişti.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi neverlate -- 1 Eylül 2005, 1:39:08 >




  • quote:

    Orjinalden alıntı: nofrost

    evet eline sağlık abla severek okuyoruz

    bu arada bir müslüman bilim adamı da sayma sistemini bulmuş tam hatırlamıyorum adlarını..

    bence farabi de onlar da çok büyük insanlarmış

    keşke şuan ülkemizde adına bilim adamı denen kimseler farbinin yarısı kadar düşünseler..

    saygılar


    evet keske olsaydı.
  • BİLİM=AMERİKA DİYENLER...........

    TÜM DÜNYANIN KULLANDIĞI RAKAMLAR ARAP RAKAMLARI DEĞİLMİ??
  • quote:

    Orjinalden alıntı: _TurkmenBoy_

    BİLİM=AMERİKA DİYENLER...........

    TÜM DÜNYANIN KULLANDIĞI RAKAMLAR ARAP RAKAMLARI DEĞİLMİ??



    Araplar çölde hala deve peşinde koşarken senin beğenmediğin Amerikalılar bisikletten uçak yapıp uçuruyorlardı, saygı duymak lazım. Ayrıca bilim insanlığın ortak malıdır, hiçbir ulusa maledilemez.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi kaotika -- 4 Eylül 2005, 10:57:31 >
  • İslam ahlakının inananlara kazandırdığı önemli bir özellik de yüksek sanat ve estetik anlayışıdır.

    Kuran'da bildirilen cennet tasvirleri, olabilecek en yüksek kaliteyi, ince bir zevki ve göz kamaştırıcı bir ihtişamı tarif etmektedir.

    Bu anlayışı kalplerine yerleştiren Müslümanlar, eşsiz eserler ortaya koydular, yönettikleri ülkeler dünyanın en seçkin ve "modern" mekanları oldu.

    İslam, Arap Yarımadasından dört bir yana doğru yayılırken, beraberinde büyük bir kalkınma ve zenginleşme de getirdi. .


    İslam medeniyetini dünyanın dört bir yanına ulaştıran Müslümanlar, bu topraklarda görkemli eserler inşa ettiler.

    Müslümanlar, her gittikleri yere medeniyet götürdüler.

    Örneğin Tunus'ta kente temiz su sağlamak için dahiyane bir arıtma sistemi kurdular. Birbirine bağlı olan iki büyük havuzda dinlendirilen su, tüm tortulardan arındırılıyor, sonra da kapalı borularla şehre dağıtılıyordu.

    Avrupalıların böyle bir şeyi düşünmeleri bile, ancak yüzyıllar sonra olacaktı.

    Suriye'deki Müslüman mühendisler suyu şehre taşımak için tasarım harikası değirmenler kurdular.

    Başkent Bağdat ise, dünyanın en görkemli ve en modern kentiydi. Mimari ve şehir düzenlemesi yönünden göz kamaştırıcıydı. Bağdat'a yolu düşen bir gezgin, şunları yazmıştı:

    Bağdat'ın tüm mahalleleri, parklarla, bahçelerle, villalarla ve meydanlarla, görkemli çarşılar, harikulade camiler ve hamamlarla dolu. Ve bu harika şehir nehrin her iki yanında kilometreler boyunca bu güzellikte uzanıyor.

    Müslümanlar tarafından Granada'da inşa ettirilen el-Hamra Sarayı, Endülüs'ün en ünlü eserlerindendir. İslam dünyasının bir başka görkemli merkezi ise İspanya'ydı. Burada kurulan Müslüman Endülüs devleti, tüm Avrupa'nın en modern ve gelişmiş ülkesiydi. Başkent Kordoba, olağanüstü mimarisi, bakımlı ve ışıklı sokakları, kütüphaneleri, hastaneleri ve saraylarıyla göz kamaştırıcıydı.

    O sıralarda Paris, Londra gibi büyük Avrupa kentleri, pis, karanlık ve bakımsızdı. Bu nedenle, Kordoba'ya gelen Avrupalı Hıristiyanlar, şehirde gördükleri büyük ihtişam, kültür ve sanat karşısında şaşkınlığa kapılıyorlardı. Boston Üniversitesi'nde görevli tarihçi Sheila Blair Kordoba'nın ihtişamını şu sözlerle tarif etmektedir:

    9. ve 10. yüzyılda Kordoba kenti Avrupa'daki en büyük kentlerden biri ve en çekicisiydi. Şehre gelen insanların bu konudaki tasvirleri var elimizde. Bütün bu çiçekler, bu açık caddeler, bu harika ışıklandırma... Kuzeydeki (Hıristiyan) şehirleri ise karanlıktı. Sadece Kordoba'da temiz içme suyu vardı, insanlar büyük evlerde yaşıyordu. Paris'te ise insanlar nehir kenarındaki küçük kulübelerde yaşamaktaydı.

    Kordoba'nın ihtişamından günümüze kalan çok az eserden biri, bugün kentin merkezinde yer alan Katolik katedralidir.

    Bu katedral gerçekte bir camiydi, sonradan kiliseye çevrildi. Caminin içi ise gelenleri büyüleyen bir estetiğe sahipti.

    Kordoba'ya gelen Hıristiyan gezginler, bu ihtişamdan çok etkileniyorlardı. 10. yüzyılda Horotzwither isimli Sakson kökenli bir rahibe, Kordoba'yı "dünyanın süsü" olarak tanımlamıştı.

    Endülüs'ün en görkemli yapılarından biri de, İslam sanatının ve estetiğinin harikulade örneklerini barındıran el-Hamra Sarayı'ydı. Sarayın her detayında, İslam'ın insanlara kazandırdığı yüksek ruhun ince zevki okunuyordu. El-Hamra'nın bahçeleri, yer çekiminden yararlanılarak yapılan kompleks fıskiye sistemleri ile doluydu.




  • 10Ur

    TOPRAK, SU, HAVA ve ATEŞ

    Beyler!

    Hepsinin ana maddesi element değil mi?

    Elementlerden mineraller, minirallerden bitkiler, bitkilerden hayvanlar, hayvanlardan da insanlar meydana gelmiştir! Toprak, su, hava ve ateş! bunlar mineral değil mi? Mineral olan hiçbirşey gerçek değildir. Özelliğini kesintisiz koruması gerekir. Oysa minerallerin karışım oranları sürekli eksilip veya artmaktadar. Değişkendirler.

    Toprak, su, hava ve ateş yaratan değildir. Toprağı oluşturan çok element vardır. su, hava ve ateşi de elementler oluşturduğu için, yaratan değil 4 de yaratılmıştır. Elementin altında bir madde açıklayabiliyorsanız buyurun açıklayın.

    İnsanlar değil, insan bedenleri, insanlarıın yedikleri bitki ve hayvanlardan aldıkları gıdalar besinler, vitamin benzeri olup hücreleri beslemez. Kana dönüşür! Kan hücresi, kemik hücresine, sinir hücresine vb. hücrelere dönüşür.

    İnsan bedenleri, bitki ve hayvanların yenmesi ile kana dönüşür. Hayvanlar ise bitkileri ve hayvanları yiyerek kana dönüştürür. Bitkiler topraktan miniralleri alarak kana dönüştürür. Mineraller de elementlerden oluşur.

    Hayat sıvısı veya hayatı yapan sıvı? Su mu, balçık mı, kuru çamur mu, KAN mı?

    Kan uykusu ne demek?

    Yukarıda sözünü ettiğiniz sözde flozofların bıraktıkları bir belge var mı?

    Durmadan ikiye bölünerek yenilenen canlılar (hücreler), uygun şartlar altında, SONSUZ OLARAK YAŞAYABİLİRLER! 43.000 nesil boyunca yaşadığı tesbit edilmiştir! (Yeni Hayat Ansikl., sayfa: 1523, Canlıların Ömrü, 3. paragraf

    Ortada BİR GERÇEK VARSA!! o da şudur ki, BUGÜN HAYATTA OLAN HER BİTKİ, HAYVAN ve İNSAN protoplazmasından bir kısmı YÜZYILLARDAN BERİ KESİLMEDEN YAŞAYA bir zincirden geliyorooooooooooooooo!

    Genler ve genetik hakkında ne biliyorsunuz?

    Diğerleri de SÖZDE EVRİMİ savunuyorlar ve kanıt bulmaya çalışıyorlar!

    Kanıt mı? Genler ve genetik yapınızda!


    Evet, Deep Impacat!

    60 yaşındayım, Ünüversitede okumadım! Peygamberin kaç yaşında idi ve hangi üniversitede okumuştu?!

    O ÜMMÜ değil miydi? Bende ümmüyüm. Ama peygamber değilim! Siz Allah'a inanmıyorsunuz! Bir mabuda inanıyorsunuz. 10 adet ünüversite bitiren biri, Allah'ın bilgi vereceği bir kişiden üstün olacağını söylüyorsunuz! Önce yazdıklarınızı okuyun ve kendi kulağınızla dinleyin ve anlamaya çalışın. Çelişkiye düşmeyin.

    Beni aydınlatan ünüversite değil. Allah da değil. Akıl veya zeka da değil! DNA bu bedenin üstündeki beyine ne verirse, beyin onu bilir!

    BAKARA SURESİ
    104. Ey iman edenler! "Râina"demeyin, unzurna" deyin/bizi DAVAR gibi güt diye konuşmayın,....

    Sayın, Deep
    Ben bir sürünün içinde yetişmedim!




  • 
Sayfa: 12
Sayfaya Git
Git
sonraki
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.