İskender Pala'nın Süleymaniye kütüphanesinde 18. yüzyıla ait bir kitabın zahriyesinde okuyup naklettiği, dönemin sosyal yaşamını anlatmak açısından çok hoş bir hikayedir. (zahriye: kağıdın değerli olduğu eski dönemlerde kitap sayfalarının kenarındaki boşluklardır ve bu boşluklar da başka hikaye veya kitapların yazılması için kullanılırdı)
Eski dönemin İstanbul'u sur içinden ibaret olduğundan şimdiki gibi bir alışveriş merkezi içinde her çeşit ürünü bulmanız mümkün değildir ve örneğin deniz ürünleri boğaza yakın bir yerde, başka bir ürün grubu ise şehrin etrafındaki başka bir alanda satılırken o zaman için şehirdışı sayılan Eyüp bölgesi ise tatlıcıları ve yoğurtçuları ile meşhurdu, yahut o dönemin diliyle helvacıları ile meşhurdu. (helva, tatlıya verilen genel isimdir)
İnsanlar özel günlerde yahut kendileri için özel olan bazı günlerde bu helvahanelere gider ve gezip dolaştıktan sonra yemeklerini yedikten sonra tatlılarını yemek için o bölgenin meşhur tatlıcılarına giderdi. İşte bu helvacılardan birisi de, sabahtan tatlılarını hazırlar ve tezgahının başına geçermiş. Fakat tatlısıyla meşhur bu ustanın, bilinen başka bir yönü daha varmış ki o da gün yüzüne çıkmamış, fazla bilinmeyen ne kadar küfür varsa, bu kişide bulunurmuş ve bu kişi de bu işin ticaretini yaparmış. Yani eğer bildiğiniz çok ilginç ve cins bir küfür varsa bu kişiye gidip satar, yahut yine cins bir küfre ihtiyacınız varsa da bu kişiye gidip parasını verip satın alınırmış.
Usta, kendisine gelen müşterilerin tatlı yemek için mi yoksa küfür almak yahut satmak için mi geldiğini gözüne bakarak rahatlıkla anlar, eğer küfür için gelen biri olursa yanına gidip "buyur ağa otur hele şöyle" diyerek "alıcı mısın yoksa satıcı mısın" diye sorarmış. Eğer kişi satıcıyım derse; çekmecesinden bir kağıt parçası ve divit ile okkayı uzatıp "yaz hele şuraya" dermiş. Satıcı eğer yazmam yok derse de sessiz ol diyerek yayına yaklaşıp kulağını uzatır ve küfrü ona söylemesini ister, sonra da söylenen küfrü kağıda yazar, dikkat çekmeden çekmecesindeki bir nevi küfür kataloğu olan listenin arasına yerleştirir ve karşılığı ne ise ödemesini yaparmış.
Fakat kendisine gelen kişi eğer satıcı değil de alıcı ise o zaman işler değişir ve "otur ağam seninle işimiz uzun" diyerek yanına oturtup önce birtakım sorular sorup sorgudan geçirir ve ondan sonra, ona göre elindeki en iyi küfür ne ise çıkarıp onu verirmiş. Yani rastgele bir küfür vermezmiş. Bu sorulardan birincisi ise "küfredeceğin kişi kaç yaşlarında", bir diğer soru ise "küfredeceğin kişinin toplum içindeki mevki ve makamı nedir". İşte bunun gibi yaklaşık 8-9 soru sorduktan sonra ise sıra son soruya gelir ve "küfredeceğin kişinin fiziki bir sakatlığı yahut arızası var mı"dır diye sorar ve bu sorunun cevabına göre daha önceden seçtiği küfrü değiştirirmiş... Yani küfrü satacak olan ustamız, öncelikle küfrü yiyecek olan kişinin herhangi bir "engeli" var mı bunu öğreniyor ki o kişiyi bu engeli üzerinden rencide edecek yahut bunu hatırlatarak o kişiyi üzebilecek herhangi bir iş meydana gelmesin...
Hikaye gerçek yahut hoş bir olay olduğundan uydurulmuş olabilir zira önemli olan bu değil. Önemli olan şey, toplumun ahlaki ve kültürel yapısı yani o dönemin genel terbiyesi... Zira bugün artık herhangi bir durumda en ufak "normal dışı" birşey gördüğümüzde alay etmek güdüsüne sahibiz ve karşıdaki kişinin ne hissedeceğine dair en ufak fikrimiz bile yok. Bu durum, hem sahip olduğum terbiye hem de ailesinde birden fazla engelli bulunan bu fakiriniz için inanılmaz rahatsız edici ve sinir edici bir durum olduğundan naçizane paylaşma gereği duyuyorum...