Şimdi Ara

Borges: Kum Kitabı (Öykü)

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
18
Cevap
0
Favori
6.545
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: 1
Giriş
Mesaj
  • Borges'in nefis öykülerinden birisini paylaşmak istiyorum ;



    KUM KİTABI - Jorge Luis Borges

    Çizgi sonsuz sayıda noktadan oluşur; düzlem sonsuz sayıda çizgiden; oylum sonsuz sayıda düzlemden; yüksek oylum ise sonsuz sayıda oylumdan… Kesinlikle hayır, bu, more geometrico değil, öykümü anlatmaya en iyi başlama yolu. Bugünlerde, her uydurma öykünün gerçek olduğunu öne sürmek adet oldu; benimki ama, gerçek.

    Belgrano Sokağı'ndaki bir apartmanın dördüncü katında yalnız yaşıyorum. Birkaç ay önce bir akşam üstü, kapıma vurulduğunu duydum. Açtım, bir yabancı duruyordu eşikte. Uzun boylu bir adamdı, hatları belirsizdi. Belki de miyopluğumdan ötürü öyle gördüm. Gri takım elbisesi ve elinde de gri bir çanta vardı. Görünümü
    dürüst bir yoksulluğu anımsatıyordu. Hemen yabancı olduğunu fark ettim. İlk bakışta yaşlı biri sanmıştım, sonradan seyrek, sarı saçlarının beni yanılttığını anladım, Kuzeyliler' inki gibi beyaza çalan bir sarıydı. Bir saatten uzun sürmeyen konuşmamız sırasında Orkneyli olduğunu öğrendim.


    İçeri aldım ve bir sandalye verdim. Konuşmadan önce bir süre bekledi. Bir çeşit kötümserlik yayılıyordu adamdan, bugün bende de olduğu gibi.

    " Kutsal kitaplar satıyorum " dedi.

    Bilgiçlik taslamaksızın yanıtladım:

    " Bu evde birçok İngilizce İncil var, birincisi bile, Jean Wiclif' inki. Ayrıca ipriano de Valera' nınki, Luther' inki, edebi açıdan en kötüsü ve Latince Vulgate' nin bir kopyası. Gördüğünüz gibi, tam da gereksinim duyduğum bir kitap değil İncil. "

    Kısa bir sessizlikten sonra karşılık verdi:

    " Sattıklarım yalnızca İncil değil. Belki de sizi ilgilendirecek olan kutsal bir kitap gösterebilirim. Bikaner sınırından satın aldım. "

    Çantasını açıp, kitabı masanın üzerine koydu. Sekiz yapraklık, bez kaplı bir ciltti. Birçok elden geçtiğine kuşku yoktu. İnceledim, alışılmamış ağırlığı beni şaşırttı. Arka kapağının üzerinde " Holy Writ " yazısını okudum, aşağıda da " Bombay ".

    " On dokuzuncu yüzyıldan kalma sanırım, diye belirttim. "

    " Bilmiyorum, hiçbir zaman öğrenemedim, " diye karşılık verdi.

    Rastgele açtım. Tanımadığım bir elyazısıydı. Sayfalar oldukça yıpranmıştı, tipografisi kötüydü ve İncil' de olduğu gibi iki sütun olarak basılmıştı. Metinler sıkışıktı ve bentler halinde düzenlenmişti. Sayfaların üst köşelerinde Arap sayıları yer alıyordu. Asıl ilgimi çeken, örneğin çift sayfalardan birinin 40514 numarasını, karşısındaki tek sayfanın ise 999 numarasını taşıması oldu. O sayfayı çevirdim; arkasındaki sekiz haneli bir sayıydı. Sözlüklerde olduğu gibi bir resimle süslüydü; bir çocuk elinden çıkmış gibi, mürekkep kalemiyle beceriksizce dizilmiş bir çapa resmi vardı.

    İşte o zaman yabancı bana:

    " İyi bakın, bir daha asla göremeyeceksiniz, " dedi.

    Bu noktayı işaretleyip kitabı kapattım. Hemen yeniden açtım ve boşuna çapa resmini aradım sayfa sayfa. Şaşkınlığımı gizlemek amacıyla:

    " Kutsal Kitap'ın Hindu dilinde bir varyantı, değil mi, " diye sordum.

    " Hayır! " diye yanıtladı.

    Sonra bir sır vermek istermişcesine sesini alçaltıp:

    " Bu cildi, " dedi, bir ova kasabasında bir avuç rupi ve bir İncil karşılığında aldım. Sahibi okuma bilmiyordu. Kitapların Kitapları' nı muska zannediyordu. En alt kasttan biriydi; hastalığa bulaşmadan, gölgesinde yürümek bile olası değildi. Kitabın adının Kum Kitabı olduğunu söyledi, çünkü bu kitabın da, kumun da, ne başı var ne sonu.

    Benden ilk sayfayı aramamı istedi.

    Sol elimi kapağın üzerine koydum ve başparmağım işaret parmağıma bitişik kitabı açtım. Kendimi boş yere zorluyordum: Kapakla başparmağım arasında her zaman birkaç yaprak kalıyordu. Kitaptan fışkırıyormuş gibiydiler.

    " Şimdi sonuncuyu arayın. "

    Denemelerim yeniden başarısızlığa uğradı. Artık kendi sesim olmayan bir sesle, dilim dolaşarak:

    " Bu olanaksız, " diyebildim.

    Yine alçak sesle, İncil satıcısı bana:

    " Bu olanaksız, ama gerçek. Bu kitabın sayfalarının sayısı tam olarak sonsuz. Hiçbiri ilk değil, hiçbiri sonuncu değil. Neden böyle keyfi bir biçimde numaralandığını bilmiyorum. Belki de sonsuz bir dizinin bileşenlerinin kesinlikle anlamsızca numaralandırılabileceği izlenimini uyandırmak için. "

    Sonra, sanki yüksek sesle düşünüyormuş gibi ekledi:

    " Eğer uzay sonsuzsa, biz uzayın herhangi bir noktasındayız. Eğer zaman sonsuzsa, biz zamanın herhangi bir noktasındayız. "

    Düşünceleri beni öfkelendirdi.

    " Kuşkusuz bir dine inanıyorsunuz, değil mi? " diye sordum.

    " Evet, Presbiteryen'im. Vicdanım rahat. İblisçe, kitabına karşı Tanrı'nın Sözü'nü vererek yerliyi dolandırmadığımdan eminim. "

    Kendini suçlu görmesi için bir neden olmadığı üzerine güven verdim ve bizim iklimlerimizden yalnızca geçmekte mi olduğunu sordum. Yakın zamanda ülkesine dönmeyi düşündüğünü söyledi. İskoçyalı olduğunu ve Orkley Adaları' ndan geldiğini işte o zaman öğrendim. Ona, İskoçya'yı sevdiğimi ve Stevenson ile Hume'a
    karşı gerçek bir tutkum olduğunu söyledim.

    " Stevenson ve Robbie Burns demek istiyorsunuz, " diye düzeltti.

    Bir yandan konuşurken, bir yandan da sonsuz kitabı karıştırmayı sürdürüyordum.

    " Bu garip örneği British Museum' a armağan etmeye niyetiniz var mı? " diye ilgisiz görünmeye çalışarak sordum.

    " Hayır, size sunuyorum, " diye yanıtladı ve yüksek bir fiyat söyledi.

    Tüm içtenliğimle bu fiyatın olanaklarım içinde olmadığı yanıtını verdim ve düşünmeye başladım. Birkaç dakika içinde planımı kurmuştum.

    " Size bir değiştokuş öneriyorum, " dedim.

    " Siz bu kitabı birkaç rupi ve Kutsal Kitab' ın bir örneğine karşı elde ettiniz; ben ise size yeni elime geçen emeklilik çekimi ve Wiclif'in gotik harflerle yazılmış İncil'ini sunuyorum. Bana atalarımdan kaldı. "

    " Siyah puntolu bir Wiclif, " diye mırıldandı.

    Odama gidip, parayı ve kitabı getirdim. Sayfaları karıştırdı ve başlık sayfasını kitap sever bir coşkuyla inceledi.

    " Anlaştık, " dedi.

    Pazarlık etmemesi beni şaşırttı. Sonradan, kitabı bana satmaya kararlı olarak gelmiş olduğunu kavradım. Kağıt paraları saymadan cebine yerleştirdi.

    Hindistan' dan, Orkney' den, bu adayı bir zamanlar yönetmiş olan Norveç Jarlları' ndan sözettik. Adam gittiğinde gece olmuştu. Bir daha görmedim, adını da bilmiyordum.

    Kum Kitabı' nı, Wiclif' in İncili' nden boşalan yere yerleştirmeyi tasarlıyordum, ama sonuç olarak takımı eksilmiş 1001 Gece Masalları' nın arkasına gizlemeye karar verdim.

    Yattım, ama uyuyamadım. Sabahın dördüne doğru ışığı yaktım. Olanaksız kitabı yeniden elime alıp yapraklarını karıştırmaya başladım. Sayfalardan birinin üzerinde bir maske resmi gördüm. Yaprağın üstü bir numara taşıyordu, kaç olduğunu unuttum, ama 9. Kuvveti vardı.

    Hazinemi kimseye göstermedim. Sahip olmanın mutluluğuna, çalınması korkusu ve gerçekten sonsuz olup olmadığı kuşkusu eklendi. Bu iki kaygı eski ürkekliğimi arttırdı. Birkaç dostum daha vardı; onları görmekten vazgeçtim. Kitabın tutsağı oldum, dışarıya neredeyse hiç çıkmamaya başladım. Büyüteçle yıpranmış kapağını ve sırtını inceledikten sonra herhangi bir hile olasılığı kalmamıştı. Küçük resimlerin iki bin sayfa arayla ortaya çıktığını saptadım. Hepsini alfabetik liste halinde, doldurmakta gecikmediğim bir deftere yazdım. Bu resim yalnızca bir kez kullanılmıştı, hiç tekrar etmiyordu. Geceleri, uykusuzluğumun izin verdiği kısa aralıklarda, düşümde kitabı gördüm.

    Kitabın korkunç olduğunu anladığımda, yaz gelip geçmişti. Gözlerimle onu gören, parmaklarımla ellerimle ona dokunan benim de korkunç olduğumu kabullenmenin ne yararı olabilirdi? Kitabın bir karabasan nesnesi, gerçeği lekeleyen ve bozan utanmaz bir şey olduğunu hissettim.

    Ateşi düşündüm, ama sonsuz bir kitabın yakılmasının yeryüzünü dumanıyla boğabilmesinden ürktüm.

    Bir yaprağı gizlemek için en iyi yerin orman olduğunu bir yerde okuduğumu anımsadım. Emekli olmadan önce, dokuz yüz bin kitabı içeren Arjantin Ulusal Kütüphanesi'nde çalışıyordum; giriş kapısının yanında sarmal bir merdivenin, dergi ve haritaların saklandığı bodrum katına indiğini biliyorum. Kum Kitabı'nı nemli raflardan birinde unutmak için, görevlilerin bir dikkatsizliğinden yararlandım. Koyduğum yüksekliğe ve kapıdan uzaklığına bakmamaya çalıştım.

    Artık biraz yatıştım, ama Mexico Caddesi'nden geçmek bile istemiyorum.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi feylesof -- 19 Mayıs 2009; 3:43:14 >







  • İlginç bir yazı...
    Ama keyifli...
    Ama sanki biraz anlaşılmaz...

    Bana daha çok, hayatı mistik hikayelerde sembolleştiren Tolkien'nin yazılarını, eserlerini anımsattı. (Güç yüzüğü-Güç kitabı)
    Yüzüğe sahip olan sonsuz kudrete sahip olur- Kitaba sahip olan sonsuz bilgiye ulaşır...
  • quote:

    Orjinalden alıntı: El-Cezeri

    İlginç bir yazı...
    Ama keyifli...
    Ama sanki biraz anlaşılmaz...

    Bana daha çok, hayatı mistik hikayelerde sembolleştiren Tolkien'nin yazılarını, eserlerini anımsattı. (Güç yüzüğü-Güç kitabı)
    Yüzüğe sahip olan sonsuz kudrete sahip olur- Kitaba sahip olan sonsuz bilgiye ulaşır...



    Evet, sonsuz bilgiyi içeren ama sahip olana sonsuz bilgiyi sunmaktan çok çıldırtan bir kitap. Güç yüzüğüne gerçek anlamda kimsenin sahip olamaması gibi bir şey.

    Borges hikayelerinde sonsuzluktan, Tanrı'dan, mitolojilerden, zamandan, evrenlerden, bilgelerden, labirentlerden bahseder ve bunları anlatırken öyküsünü adeta bir bulmacaya dönüştürür. Akış içerisinde aniden başka bir konudan bahsetmeye başlar, dikkatiniz dağılır ve sonra birden başka bir ipucunu verir size. Başlarda karışık gelir ama sonra üslubuna alıştıkça büyük keyif alıyorsunuz.




  • Gerçekten etkileyici hikayeleri var yazarın.
    İnternette biraz araştırma yapınca bazı hikayelerine ulaştım.

    Onlardan biri:
     Borges: Kum Kitabı (Öykü)


    "Ödenmeyen Gün"

    Güzeller güzeli bir prensese, 22 yasindayken
    bir beyefendi sürpriz bir teklifle gelir.
    Hasta kizi için gençlik yillari aradigini söyler ve
    "Bana gençliginizden bir yil ödünç verirseniz, ömrünüz
    sona ermeden onu gün gün size geri ödeyecegim" der.

    Prenses henüz o kadar gençtir ki, cömertçe
    gözden çikarir bir yili; ödünç verir beyefendiye...
    23 yerine 24 yasina basar o yil yas gününde...

    Yillar yili hatirlamaz verdigi borcu... Ancak;
    ne zaman ki 40 yasini asar ve o dillere destan güzelligi
    bozulmaya yüz tutar; arar beyefendiyi ve 365 günlük
    alacagini tek tek tahsil etmeye baslar.
    Özellikle balo günleri, bütün çizgileri yok olmus bir yüzle
    ve körpe bir bedenle girer salonlara...

    Gece, odasina sizmayi basaran asiklari,
    gece yarisindan sonra yüzünün nasil kiristigini hayretle gözlerler...
    Her gençlesmenin ardindan uyanis ani daha aci verici olur.
    Çünkü yasi ilerledikçe, o hali ile 23 yasi arasindaki fark
    daha da açilir. Fark açildikça "bir gün, bir saat, bir an olsun"
    gençlik asisini tatmak daha güzel gelir.

    Ancak sayili gün çabuk geçer... Kalan günlerini
    hoyratça harcayan prenses, geri isteyebilecegi
    sadece bir günü kaldigini fark eder:
    "Bir günlük isik, sonra sonsuza dek karanlik...!"

    Atesli bir sevgilinin bütün bedenini oksamasi için
    o tek günü özenle saklar. Bu son yasam parasini harcamak için
    çilginca bir istek duysa da kiyamaz bir türlü...

    Nihayet evine gelip, öyküsünü dinleyen ve
    dizlerine kapanarak gençliginin son gününü kendisiyle
    geçirmesi için yalvaran bir adamin teklifini kabul eder.

    "O gün" geldiginde adam, en sik elbisesi ve
    titreyen yüregiyle açar bahçe kapisini...
    Kadinin villasina girer, iki kisilik hazirlanmis masada
    mumlarin yandigini görür. Bir süre bekledikten sonra
    meraklanip prensesin kapisini tiklatir.

    Yanit gelmeyince açip girer.
    Dört bir yana savrulmus görkemli giysilerle dolu odada
    prenses, aynanin karsisinda bir kanepeye uzanmistir.
    Yüzü bembeyazdir. Gençliginin dönmesini beklerken
    son nefesini vermistir prenses....

    Adam, bu ani ölümün nedenini yerde buldugu mektupta okur.
    Satirlar, borçlu beyefendiye aittir:
    "Soylu prenses...! Size borçlu oldugum son gençlik gününü
    geri veremeyecegim için çok üzgünüm.
    En derin bagliligimla..."



    Jorge Luis Borges'in derledigi Babil kitapliginda
    Papini'nin "Ödenmeyen Gün" adli bir öyküsü...



    Feylesof, internette şöyle bi baktımda öykülerin yada eserlerin derli toplu olduğu bir adres bulamadım.
    Aceba sende eserlere pdf yada htm formatında ulaşabileceğim bir arşiv yada bir link var mı?

    Şuan bulunduğum yerde böyle bir yazarın kitabını bulmam imkansıza yakın.
    Yardımcı olursan sevinirim.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi El-Cezeri -- 17 Mayıs 2009; 0:44:11 >




  • El-Cezeri, internette bir kaç hikayesi dışında derli toplu bir arşive henüz rastlamadım. Vakti zamanında kitaplarından bir hikayeyi tarayıp başka bir konu altında vermiştim. Buraya da aktarayım. En sevdiğim hikayelerinden birisidir:


    Yolları Çatallanan Bahçe - Jorge Luis Borges

    Victoria Ocampo'ya

    Liddell Hart'ın Birinci Dünya Savaşı Tarihi' nin 22. sayfasında, 24 Temmuz 1916 günü on üç İngiliz tümeni tarafından -1400 topçu desteğinde- Serre Montauban hattına karşı girişilmesi gereken saldırının 29'u sabahına ertelendiğini okuyacaksınız.

    "Hiç kuşku yok ki, bu önemsiz gecikmeye sağanak halinde yağan yağmurlar neden olmuştur" diyor Yüzbaşı Liddell Hart.

    Tsingtao'daki Hochschule'nin eski İngilizce profesörlerinden Dr. Yu Tsun tarafından yazdırılmış, gözden geçirilmiş ve imzalanmış aşağıdaki sayfalar, olaya hiç beklenmedik bir açıklık kazandırmaktadır.

    Belgenin ilk sayfası kayıptır.

    "...ve ahizeyi yerine koydum. Hemen ardından telefonda Almanca karşılık veren sesi tanıdım. Yüzbaşı Richard Madden'in sesiydi bu. Madden'in Viktor Runeberg'in apartman katında olması dertlerimizin ve aynı zamanda -ama bana daha az önemli geliyordu ya da öyle gelmeliydi- onunla benim yaşamımızın da sonu demekti.
    Runeberg ya tutuklanmış ya da öldürülmüş olmalıydı.(1)


    (1)Dipnot: İğrenç ve tuhaf bir varsayım. Prusyalı casus Hans Rabener, nâm-ı diğer Viktor Runeberg, otomatiğini çektiği gibi tutuklama emrini getiren Yüzbaşı Richard Madden'e saldırmıştı. Madden ise kendini savunmak üzere Runeberg'i öldürücü biçimde yaralamıştı.

    O gün güneş batmadan ben de aynı kaderi paylaşacaktım. Madden, son derece acımasızdı. Ya da belki öyle olmak zorundaydı. İngiltere'nin hizmetinde bir İrlandalı'nın, gevşeklik ve hattâ ihanetle suçlanan bir adam olarak böyle mucizevî bir fırsata dört elle sarılıp, duacı olması doğal değil miydi? Alman Reich'ın iki casusunun ortaya çıkarılması, tutuklanması ve hattâ belki de öldürülmeleri...

    Odama çıktım; nedendir bilmem, kapıyı kilitledim ve kendimi sırtüstü dar demir karyolama attım. Pencereden tanıdık damları ve bulutların gölgelediği saat altı güneşini gördüm. Bu her türlü belirti ve simgeden yoksun günün, aman vermez ölümün yakama yapışacağı gün olması, bana inanılmaz bir şey gibi geliyordu. Ölmüş babama, Hai Feng'in simetrik bahçesinde geçen çocukluğuma karşın -şimdi?- ölüp gidecek miydim? Sonra, insanoğlunun başına gelen her şeyin, tam ama tastamam şimdi'de geçtiğini hatırladım. Yüzyıllar geçiyor ve yalnızca şimdiki zaman'da oluyor her şey; havada, yerin ve denizin üzerinde sayısız insan var, ama gerçekte, olup biten her olay bana oluyor...

    Madden'in beygir suratını yüreğim daralarak hatırlayınca bu dalıp gitmelerim yarıda kaldı. Duyduğum nefretle dehşetin ortasında (hoş, Richard Madden'e hayatımın oyununu oynadığıma, boynum artık darağacının ilmiğini hasretle beklediğine göre, dehşetten sözetmenin de anlamı yok ya) o ateşli ve kuşkusuz şu anda mutlu Savaşçı'nın, Büyük Sırrın bende olduğunu bilmediği geldi aklıma; Amre ırmağı üzerindeki yeni İngiliz topçu cephaneliğinin bulunduğu yerin adı!

    Bir kuş, külrengi gökyüzüne çizgi çekerek geçti, ben de onu zihnimde doğruca bir uçağa, uçağı da (Fransız göğü üzerinde) dikine bombalarla cephaneliği yokeden sayısız Fransız uçaklarından birine çevirdim. Bir kurşunla paramparça olmadan önce ağzım o gizli yerin adını ta Almanya'dan duyulacak biçimde haykırabilse...

    İnsan bedenindeki ses yetersizdi. Nasıl yapmalı da, o adı Şefin kulağına ulaştırmalıydım? Ben ve Runeberg
    hakkında, ikimizin de Staffordshire'de bulunduğundan başka bir şey bilmeyen ve Berlin'deki çıplak duvarlı bürosunda sonsuza dek gazeteleri gözden geçirerek boşuboşuna raporumuzu bekleyen o hasta, o nefret edilesi adamın kulağına?.. Yüksek sesle: kaçmalıyım, dedim. Sanki Madden şimdi pusuda bekliyormuş gibi, hiç gürültü çıkarmadan, sessiz hareket etme konusunda gereksiz bir özen göstererek yerimden doğruldum. Bir şey -belki de yalnızca, başvurabileceğim hiçbir çare olmadığını apaçık görmenin boşuna telâşı- beni ceplerimi yoklamaya yöneltti. Bulacağımı bildiğim şeyleri buldum. Amerikan işi cep saati, nikel zinciri,. dörtköşe demir para, üzerinde Runeberg'in dairesinin işe yaramaz -ama suç niteliği taşıyan--anahtarları bulunan anahtarlık, not defteri, hemen yoketmeye karar verdiğim (ama etmediğim) bir mektup, bir crown, iki şilin ve birkaç pençe, mavi - kırmızı yazan kalem, mendil, tek kurşunlu tabanca. Nedendir bilmem, tabancayı tutup, cesaret versin diye elimde şöyle bir tarttım.

    Tabanca sesinin çok uzaklardan duyulabileceğini geçirdim aklımdan. On dakika içinde planım hazırdı. Mesajı ulaştırabilecek tek kişinin adı telefon rehberinde yazılıydı; trenle yarım saat çeken Fenton'ın bir banliyösünde oturuyordu.

    Korkak bir adamım ben. Bunu şimdi, tehlikeli olduğunu kimsenin yadsıyamayacağı bir planı sona erdirdikten sonra söylüyorum. Biliyorum, yerine getirilmesi korkunç oldu. Almanya için yapmadım, hayır. Bana casus olma alçaklığını yükleyen o barbar ülkeye hiçbir sevgi beslemiyorum. Ayrıca, İngiltere'de benim için Goethe'den daha az büyük olmayan bir adam -alçakgönüllü bir adam- tanıdım. Onunla bir saat bile konuşmadım, ama o bir saat içinde Goethe'ydi o...

    Şefin benim ırkımdan insanlardan -benim kimliğimde eriyip birbirine karışan sayısız atalarımdan- biraz ürktüğünü sezdiğim için yerine getirdim planımı. Sarı derili bir adamın ordularını kurtarabileceğini kanıtlamak istedim ona. Hem Yüzbaşı Madden'den da kaçmam gerekiyordu. Yumrukları her an kapıma inebilir, sesi her an kapıma dayanabilirdi. Gene gürültü etmeden giyindim, bir aynada vedalaştım kendi kendimle, merdivenlerden aşağı indim, sakin sokağı kolaçan ettim ve dışarı çıktım. İstasyon, evimden uzak değildi, ama bir taksiye binmenin daha akıllıca olacağını düşündüm. Böylelikle tanınma tehlikesinin daha azalacağını söyledim kendi kendime; işin doğrusu şu ki, ıssız sokakta kendimi çok daha gözönünde, çok daha tehlikede hissediyordum.

    Taksi şoförüne ana giriş kapısının biraz uzağında durmasını söylediğimi hatırlıyorum. Özellikle, son derece ağır hareketlerle indim taksiden; Ashgrove köyüne gidiyordum, ama daha uzak bir istasyona bilet aldım. Tren birkaç dakika içinde, tam sekiz ellide hareket edecekti.

    Koştum; bunu kaçırırsam bir sonraki tren ta dokuz buçuktaydı. Platformda kimsecikler yoktu. Ardarda vagonlardan geçtim; birkaç çiftçi, yas elbiseleri içinde bir kadın, büyük bir ilgiyle Tacitus Tarihi'ni okuyan genç bir çocuk, yaralı ama mutlu bir asker gördüğümü hatırlıyorum. Sonunda vagonlar öne doğru bir sarsıldı. Bir adam boşuboşuna platformun sonuna kadar koştu; onu tanıdım. Yüzbaşı Richard Madden'di bu. Aklım
    başımdan gitmişti, tir tir titreyerek oturduğum koltuğun bir köşesine, lanet olası pencerenin iyice uzağına büzüldüm.

    Bu müthiş korku giderek rezilce bir mutluluğa dönüştü. Düellonun artık başlamış olduğunu ve kırk dakika için de olsa, talihin yardımıyla da olsa, karşımdakinin saldırısını boşa çıkararak ilk hamleyi kazandığımı düşündüm.

    Zaferlerin bu en sıradanının mutlak bir zaferin habercisi olduğunu söyledim kendi kendime; içimde hissettiğim korkakça mutluluğun, serüveni başarıyla sonuçlandırabilecek bir adam olduğumu kanıtladığını söyledim (bu öncekinden daha az yalan değildi). Bu zaaftan, beni hiç yarıyolda bırakmayan bir güç aldım. İnsanoğlunun günden güne daha büyük acımasızlıklara girişeceğini seziyorum; yakında savaşçılarla haydut çetelerinden başka bir şey kalmayacak; onlara bir öğüdüm var: Korkunç bir işe kalkışan kişi bunu çoktan tamamlayıp bitirmiş olduğunu düşlemeli, geçmiş kadar geriye döndürülemeyecek bir gelecek olduğu düşüncesini kendine kabul ettirmeli. Bir ölünün gözleriyle, belki de yaşamının son günü olacak o günün bitişini, gecenin çöküşünü seyrederken bunları geçiriyordum aklımdan.

    Tren dişbudak ağaçlarının arasından yavaşça ilerliyordu. Durdu, neredeyse tarlaların ortasındaydık. Kimse istasyonun adını bağırmadı.

    "Ashgrove mu?" diye sordum platformdaki oğlanlara. "Ashgrove," dediler. İndim.

    Platformu bir lâmba aydınlatıyordu, ama oğlanların yüzleri karanlıktaydı. Biri ona, "Dr. Stephan Albert'in evine mi gidiyorsunuz?" diye sordu.

    Bir başkası, cevabımı beklemeden, "Ev buradan çok uzaktadır, ama şu soldaki yoldan gider; her dörtyol ağzında bir sola saparsanız kaybolmazsınız," dedi.

    Onlara bir metelik (sonuncusunu) fırlattım, iki üç basamaklı taş merdivenden indim ve ıssız yoldan yürümeye koyuldum.

    Yol, hafif bir eğimle yokuş aşağı gidiyordu. Toprak bir köy yoluydu; başımın üzerindeki dallar içice girmişti; alçak dolunay bana eşlik eder gibiydi. Bir an, Richard Madden'in bir biçimde umarsız planımı keşfettiği düşüncesine kapıldım. Sonra hemen ardından bunun imkânsız olduğunu anladım. Hep sola sapmam konusunda söylenenlerin kimi labirentlerin merkez noktasına varmak için başvurulan, çok bilinen bir yöntem olduğunu hatırladım.

    Labirentlerden anlarım biraz; Yunnan valisi olan ve hem Hung Lu Meng'den bile daha çok kişili bir roman yazmak, hem de her içine girenin kaybolacağı bir labirent kurmak uğruna yeryüzündeki bütün yetkilerinden vazgeçen Ts'ui Pen' in torunu olmam boşuna değil. Büyükbabam, bu çok farklı uğraşlara on üç yılını vermiş, ama sonunda bir yabancı tarafından öldürülmüştü.

    Romanı bölükpörçüktü, labirentiyse hiç kimse bulamamıştı. İngiltere'nin ağaçları altında yürürken o kayıp labirenti düşündüm. Gözlerden uzak bir dağ doruğunda el değmemiş ve kusursuz biçimiyle gözümün önüne getirdim onu; pirinç tarlalarıyla yeryüzünden silindiğini, sular altında kaldığını gözümün önüne getirdim; sonsuz bir labirentti, sekizgen tarhlar ve içice geçmiş, başladığı noktaya dönen yollardan değil, ırmaklar, iller ve krallıklardan kurulmuş sonsuz biçimiyle canlanıyordu gözümün önünde...

    Bir labirentler labirentiydi düşündüğüm; geçmişle geleceği kuşatacak ve bir yolunu bulup yıldızları da içine alarak yılan gibi kıvrıla kıvrıla dünya yüzüne yayılacak bir labirent. Bu aldatıcı imgelere kapılıp kaderimin kaçaklık olduğunu unuttum. Belirsiz bir zaman dilimi içinde dünyayı soyut biçimiyle algılayan bir varlık olduğumu sanmıştım.

    Her türlü yorgunluk olasılığını ortadan kaldıran inişli yol kadar, sanki usul usul soluk alıp veren kırlar, gökyüzündeki ay, günün son ışıkları da etkilemişti beni. Günün öğleden sonrası sanki dost, sanki sonsuzdu. Yol iniyor, iniyor ve artık birbirine karışan çayırlıklar arasında çatallanıyordu. O an farkettim; rüzgârın estiği yöne göre yaklaşıp uzaklaşan, sık yapraklarla aradaki uzaklığın hafiflettiği tiz, neredeyse gümüşsü tınılar taşıyan bir müzik geliyordu ileriden. İnsanın öteki insanların yaşamlarının belli anlarında onların düşmanı olabileceğini, ama bir ülkenin düşmanı olamayacağını düşündüm o an; ateşböceklerinin, sözcüklerin, bahçelerin, akarsuların, günbatımlarımn düşmanı olamayacağını...

    Bunları düşünerek, yüksek, paslı bir bahçe kapısının önüne gelmiştim. Demir parmaklıkların arasından bir kavak korusuyla bir köşk seçiliyordu. Ansızın, birincisi önemsiz, ikincisiyse neredeyse inanılmaz iki şeyin farkına vardım.

    Müzik köşkten geliyordu ve Çin müziğiydi. Demek ki bu yüzden hiç düşünmeden, hemen benimseyivermiştim müziği... Zil ya da çıngırak var mıydı, yoksa elimle kapıya vurup seslendim mi, hatırlamıyorum. Müziğin şıngırtıları sürüp gidiyordu.

    Evin içinden, gerilerden bir lâmba yaklaştı; ağaçların bazan çizgilediği, bazan örtüp kararttığı bir lâmba, davul biçimli ve ay renginde kâğıttan bir lâmba. Uzun boylu bir adamın elindeydi. Işık gözümü aldığı için yüzünü göremedim.

    Kapıyı açtı ve ana dilimde tane tane: "Görüyorum ki yüce gönüllü Hsi Peng yalnızlığımı paylaşmaya kararlı. Bahçeyi görmek istiyorsunuz herhalde?" dedi.

    Elçilerimizden birinin adı olan bu adı tanıdım ve şaşırarak, "Bahçe mi?" dedim.

    "Yolları çatallanan bahçe."

    Belleğimde bir şeyler canlandı ve nasıl oldu bilmiyorum, hiç düşünmeden, "Atam Ts'ui Pen'in bahçesi," dedim.

    "Atanız demek ki? Şanlı atanız... Girin içeri ye."

    Islak patika, çocukluğumda gezdiğim patikalar gibi zikzaklar çiziyordu. Doğu'dan ve Batı'dan gelme kitaplarla dolu bir kütüphaneye girdik.

    'Işıklı' Hanedanın üçüncü hükümdarı tarafından baskıya hazırlanan, ama hiçbir zaman basılmayan Yitik Ansiklopedi'nin sarı ipekle ciltlenmiş sıra sıra ciltlerini hemen tanıdım. Gramofonun tablasında dönen plağın yanında tunçtan bir anka kuşu vardı. Ayrıca famille rose üslûbunda bir vazo ve ustalarımızın Acem çömlekçilerinden örnek aldıkları mavi renkte, yüzyıllar öncesinden kalma bir başka vazo daha hatırlıyorum...

    Stephan Albert beni gülümseyerek seyrediyordu. Dediğim gibi, çok uzun boylu, yüz çizgileri sert, gri sakallı bir adamdı. 'Sinolog olmayı aklıma koymadan önce', Tıyenşan'da misyonerlik yaptığını söyledi bana.

    Oturduk. Ben uzun alçak bir divana oturdum, o da pencereye, büyük, yuvarlak bir saate sırtını verecek biçimde oturdu. Peşimdekinin, Richard Madden'in buraya bir saatten önce varamayacağını hesapladım kafamda.
    Dönüşü olmayan kararım henüz bekleyebilirdi.

    "Şu Ts'ui Pen'inki de şaşırtıcı bir talih," dedi Stephen Albert.

    "Yerlisi olduğu ilin valisi, astronomi ve astroloji bilgini, yorulmak bilmez din kitapları yorumcusu, satranç oyuncusu, ünlü şair ve hat ustası -bütün bunlardan bir kitap ve labirent kurmak uğruna vazgeçmiş. Hem de zorbalığın, hem de adalet dağıtmanın, yatağındaki cariyelerin, şölenlerin, hattâ engin bilgisinin zevklerinden bile el etek çekmiş- hepsi de kendini on üç yıl Duru Yalnızlığın Köşkü'ne kapamak için. Öldüğünde, mirasçıları karmakarışık elyazmalarından başka bir şey bulamamışlar. Belki biliyorsunuzdur, ailesi bunları ateşe atmak istemiş; ama vasiyetnameyi yerine getirmekle yükümlü olan kişi -Tao'cu ya da Buda'cı bir keşiş- basılmaları gerektiğinde diretmiş."

    "Biz Ts'ui Pen'in soyundan gelenler," diye karşılık verdim, "o keşişi hâlâ lanetle anıyoruz. Bunların basılmasında hiçbir anlam yoktu. Kitap karşıtlıklar içinde bir taslaklar yığını. Bir kere gözden geçirmiştim; kahraman, üçüncü bölümde ölüyor, dördüncü bölümde canlı. Ts'ui Pen'in öteki girişimine, labirente gelince..."

    "İşte Ts'ui Pen'in labirenti," dedi Stephan Albert yüksek, lake boyalı bir yazı masasının üzerini işaret ederek.

    "Fildişinden bir labirent!" diye bağırdım. "Mümkün olan en küçük labirent, öyle mi?"

    "Simgelerden kurulu bir labirent," diye düzeltti.

    "Göze görünmez bir zaman labirenti. Bu sırrın çözümü bana, barbar bir İngiliz'e lâyık görüldü. Aradan yüzyıldan uzun bir süre geçtiği için ayrıntıları yerli yerine oturtmak imkânsız; ama olup biteni kestirmek zor değil. Ts'ui Pen birdenbire, kitabı yazmaktan vazgeçiyorum demiş olmalı. Başka bir keresinde de; bir labirent kurmaktan vazgeçiyorum demiştir. Herkes bunların iki ayrı eser olduğunu sanıyordu; kitapla labirentin tek ve aynı şey olduğu hiç kimsenin aklına gelmemiş.

    Duru Yalnızlığın Köşkü, belki de yolları son derece karmaşık bir bahçenin tam ortasında duruyordu; bu durum mirasçılara gerçek bir labirentin varlığını düşündürmüş olabilir. Ts'ui Pen öldü; sahibi olduğu o uçsuz bucaksız topraklarda yaşayan hiç kimse bir labirente rastlamadı; romandaki karışıklıkların bana labirentin romanın kendisi olduğunu düşündürdü. İki ipucu meselenin doğru çözümünü buldurdu bana.

    Biri: Ts'ui Pen'in gerçek anlamıyla sonsuz bir labirent yaratacağı yolundaki garip söylenti. Ötekisi: ele geçirdiğim bir mektubun parçası."

    Albert ayağa kalktı, bir an sırtını döndü; siyah ve altın renkli yazı masasının çekmecesini açtı. Benden yana döndüğünde elinde bir zamanlar kızıl renkli olan, ama artık pembeye dönmüş, tekrar tekrar katlanıp açılmaktan zar gibi incelmiş bir kâğıt tutuyordu. Ts'ui Pen hattat olarak haklı bir ün kazanmıştı.
    Kendi kanımdan bir adamın minicik bir fırçayla yazdığı şu sözleri anlamadan, yutarcasına okudum:

    Yolları çatallanan bahçemi çeşitli geleceklere (hepsine değil) bırakıyorum.

    Tek söz söylemeden kâğıdı geri verdim. Albert sözlerini sürdürdü:

    "Bu mektubu bulmadan önce, kendi kendime bir kitabın nasıl sonsuz olabileceğini sormuştum. Dönümlü, dairevî bir ciltten başka bir şey gelmedi aklıma. Son sayfası ilk sayfayla eş olan, dilediğince sürüp gitme olasılığını içeren bir kitap. 1001 Gece Masalları'nın tam ortasına rastgelen o geceyi de hatırladım; hani Şehrazat (elyazmasmı kaleme alanın büyülü bir gaflet anı sonucunda) 1001 Gece Masalları'nı başlatan masalı, yani 'Şehra-zat'ın sultana masal anlatması masalını' kelimesi kelimesine anlatmaya başlar da böylece sonsuza kadar tekrar tekrar başa dönmeyi de göze almış olur ya... Sonra babadan oğula geçen, geçerken de her bir kişinin yeni bir bölüm eklediği, ya da atalarının yazdığı sayfaları sofuca bir dikkatle düzelttiği Platon'cu bir metni de düşündüm. Bu varsayımlarla oyalandım bir süre; ama bunlardan hiçbirinin Ts'ui Pen'in kitabının birbiriyle çelişen bölümleriyle uzaktan yakından ilgisi yoktu.

    Zihnim böyle karmaşıkken Oxford'dan sizin de gözden geçirdiğiniz elyazması geldi. O cümle dikkatimi çekmişti elbet: Yolları çatallanan bahçemi çeşitli geleceklere (hepsine değil) bırakıyorum.

    Daha ilk bakışta anladım: 'Yolları çatallanan bahçe', o karmakarışık romandı; çeşitli geleceklere (hepsine değil) sözü çatallanmanın uzamda değil zamanda olduğunu düşündürdü. Eseri iyice bir okuyunca bu kuramım doğrulandı. Bütün kurgusal eserlerde, kişi birden fazla seçenekle karşılaştığında, bir tekini seçer ve ötekilerden vazgeçer; Ts'ui Pen' in kurgusal eserindeyse yazar -aynı anda- hepsini birden seçiyordu. Yazar böylelikle kendileri de çoğalıp çatallanan çok sayıda gelecek, çok sayıda zaman da yaratıyordu. Romandaki çelişkilerin açıklaması da bu işte.

    Diyelim ki Fang diye birinin bildiği bir sır var; bir yabancı çalıyor kapısını; Fang araya giren bu adamı öldürebilir, araya giren adam Fang'ı öldürebilir, ikisi de kaçıp kurtulabilir, ikisi de ölebilir falan filan. Ts'ui Pen'in eserinde akla gelebilecek bütün çözümler içerilmiş; her biri de başka çatallanmalar için birer çıkış noktası. Bazan, bu labirentin yolları kavuşur; örneğin, siz bu eve geldiniz; olası geçmişlerden birinde düşmanımsınız, bir başkasında dostum. Düzelmek bilmeyen Çincemin kusuruna bakmazsanız birkaç sayfa okuyalım."

    Lâmbadan gelen ışığın parlak yuvarlağı içindeki yüzü, kuşku yok ki bir yaşlı adam yüzüydü; ama bu yüzde inatçı, hattâ ölümsüz bir şeyler vardı. Yavaşça, olanca dikkatiyle aynı destansı bölümün iki yorumunu okudu.
    Birincisinde bir ordu ıssız bir dağın ortasından savaşa yollanıyordu; kayalarla gölgelerin ürkünçlüğü askerlerin yaşamlarını hiçe saymalarına yol açıyor ve düşmanı kolayca yeniyorlardı. İkincisinde, aynı ordu büyük bir şölenin yapıldığı bir sarayı bir uçtan ötekine geçiyordu; görkemli savaş onlara eğlentinin devamıymış gibi geliyor ve düşmanı yeniyorlardı.

    Bu eski metinleri gereken saygıyla dinledim; belki de asıl şaşırtıcı olan, metinlerin kendilerinden çok benim kanımdan biri tarafından yaratılmış ve çetin serüvenler sonucunda, Batı dünyasındaki bir ada üzerinde, uzak bir kırallığın hizmetkârı tarafından bana aktarılıyor olmalarıydı. Her iki yorumda da gizli bir buyruk gibi yinelenen şu son sözleri hatırlıyorum: İşte böyle dövüştü kahramanlar; övülesi yürekleri huzur içinde, kılıçları kıyıcı, ölmeye ve öldürmeye yeminliydiler.

    O andan sonra kendimde ve karanlık gövdemin içinde elle tutulmaz, gözle görülmez bir kıpırdaşma hissettim. Birbirine koşut ilerleyip sonra ayrışan, derken birbirinin içinde eriyip giden orduların yarattığı değilse bile, bunların esinlediği, anlatılmaz, çok derin bir iç sıkıntısıydı bu. Stephen Albert sözlerini sürdürdü:

    "Şanlı atanızın bu çeşitlemeleri boşuboşuna kurcaladığını sanmam. On üç yılını bıkıp usanmadan bir retorik oyunu kurmaya adaması akla yakın gelmiyor. Sizin ülkenizde roman, edebiyatın dallarından biridir; Ts'ui Pen son derece usta bir romancı, ama aynı zamanda da kendini yalnızca romancı olarak görmeyen bir edebiyat adamıydı. Çağdaşlarının tanıklığı onun metafizik ve mistik ilgileri olduğunu gösteriyor. Yaşamı da bunu bütünüyle doğrular nitelikte. Romanın büyük bölümü felsefî tartışmalarla dolu. Karşısına çıkan bütün meseleler arasında, zamanın bir uçurumu andıran sonsuzluğu kadar kafasını uğraştıran hiçbir mesele olmadığını biliyorum. Oysa, Yolları Çatallanan Bahçe'nin sayfalarında karşımıza çıkmayan tek mesele bu. Zaman sözünü bile kullanmıyor. Bu sözcükten bile bile vazgeçmesini nasıl açıklıyorsunuz?"

    Çeşitli açıklamalar önerdim -hepsi de doyurucu olmaktan uzaktı.- Bunlar üzerinde tartıştık.

    Stepnen Albert dedi ki:
    "Doğru cevabı satranç olan bir bilmecede geçmeyen tek sözcük hangisidir?"

    Bir an düşündükten sonra cevap verdim: "Satranç sözcüğü!"

    "Tam üstüne bastınız," dedi Albert. "Yolları Çatallanan Bahçe, konusu zaman olan uçsuz bucaksız bir bilmece ya da mesel; bu çok gizli nedenden ötürü zaman sözcüğü geçmiyor. Bir sözcüğü hiç kullanmamak, onun yerine yetersiz benzetmeler ve dolambaçlı anlatım yollarına başvurmak, onu vurgulamanın belki de en etkili yoludur. İmâlarla yazan Ts'ui Pen'in bitip tükenmez romanının dolambaçlarında yeğlenen dolaylı yöntem de budur işte. Yüzlerce elyazmasım karşılaştırdım, yazarlarının dikkatsizliği sonucu ortaya çıkan yanlışları düzelttim, bu kaosun iç yapısını kestirmeye çalıştım; ilk baştaki düzenini yeniden kurdum -evet, yeniden kurdum sanıyorum- eseri tümüyle 'çevirdim'; 'zaman' sözcüğünü bir kere bile kullanmadığı açık.
    Bunun nedeni ortada; Yollan Çatallanan Bahçe, Ts'ui Pen'in algıladığı biçimiyle evrenin belki
    tamam olmayan, ama doğru bir görünümüdür.
    Newton'la Schopenhauer'in tersine, atanız, bir örnek, mutlak bir zamana inanmıyordu. Sonsuz zaman dizilerine, gittikçe büyüyen, baş döndürücü hızla birbirine kavuşup ayrışan koşut zamanların oluşturduğu bir ağa inanıyordu. Yüzyıllar boyu birbirine yaklaşan, çatallanan, sekteye uğrayan ya da birbirinden habersiz zamanlardan örülen bu ağ bütün olasılıklarıkucaklamaktadır.
    Biz bu zamanların birçoğunda varolmayız; bazılarında siz varolursunuz, ben olmam; ötekilerde ben varolurum, siz varolmazsınız; başkalarında ne siz ne de ben varolmayız. Talihin yüzüme gülüp de sizi karşıma çıkardığı şu içinde bulunduğumuz zamanda evime geldiniz; bir başkasında, bahçeden geçerken cesedimi buldunuz; gene başka birinde, aynı sözleri söylüyorum ama, ben bir aldatmaca, bir hayaletim."

    "Her birinde," dedim sesimin titremesine engel olamayarak, "size teşekkür borçluyum ve Ts'ui Pen'in bahçesini eksiksiz biçimde kurduğunuz için size büyük bir saygı duyuyorum."

    "Hepsinde değil," diye mırıldandı gülümseyerek. "Zaman sayısız geleceğe doğru hiç durmamacasına çatallanıyor. Bunlardan birinde ben sizin düşmanınızım."

    Sözünü ettiğim kıpırdaşma bir kere daha geçti içimden. Evi çevreleyen nemli bahçe sonsuz sayıda insanla dolup taşıyordu sanki. Bu kişiler Albert'le bendik; başka zaman boyutlarında aldığımız türlü biçimlerde gizli ve etkindik. Gözlerimi kaldırdım; o zar inceliğinde karabasan çözülüp yok oldu. Bu sarı ve siyah bahçede bir tek adam vardı; ama bu adam bir heykel kadar sarsılmazdı... bu adam bahçenin yolu boyunca ilerliyordu ve Yüzbaşı Richard Madden'di.

    "Gelecek şu anda varoluyor," karşılığını verdim, "ama ben dostunuzum sizin. Şu mektubu bir kere daha görebilir miyim?"

    Albert ayağa kalktı. Upuzun boyuyla ayakta durarak yüksek masanın çekmecesini açtı; o an sırtı bana dönüktü. Tabancayı doğrultmuştum. Olanca dikkatimle ateşledim. Albert gık demeden hemen yere yıkıldı. Onun o an öldüğüne yemin ederim - bir şimşek- çakmıştı sanki.

    Gerisi gerçek olmaktan uzak, önemi de yok zaten. Madden içeriye daldı, beni tutukladı. Darağacına yollayacaklar beni. İntikamımı en pis biçimde aldım; saldırmaları gereken kentin gizli adını Berlin'e bildirdim. Dün bombaladılar; haberi, Yu Tsun adlı bir yabancı tarafından öldürülen, ünlü Sinolog Stepnen Albert'i saran esrar perdesini tüm İngiltere'ye duyuran gazetelerde okudum. Şef esrarı çözmüştü. Derdimin (savaşın gürültüsü patırtısı arasında) Albert adlı kente işaret etmek olduğunu, bunu yapmak için de aynı adı taşıyan bir adamı öldürmekten başka yol bulamadığımı biliyordu. Sayısız pişmanlıklarımla bıkkınlıklarımı ise bilmiyor.
    Hiç kimse de bilemez zaten.




  • 15- 20 yıl önce ilk okuduğumda beni afallatmış, sarsmıştı.
    bir dönem elimden düşmüyordu, bir yayınevinden basılan (dost) Borges seçkilerini bile okuyorum
    şimdi tekrar Borges okumak istedim sayenizde
  • quote:

    Orjinalden alıntı: as74

    15- 20 yıl önce ilk okuduğumda beni afallatmış, sarsmıştı.
    bir dönem elimden düşmüyordu, bir yayınevinden basılan (dost) Borges seçkilerini bile okuyorum
    şimdi tekrar Borges okumak istedim sayenizde


    Borges'in seçkilerinden oluşan Babil Kitaplığı da kelimenin tam anlamıyla bir öykü ziyafeti. Şu ana kadar serinin ilk 12 kitabını temin edebildim.
  • Yapay Zeka’dan İlgili Konular
    Şiir kitabı önerisi
    15 yıl önce açıldı
    Şiir kitabı önerisi
    15 yıl önce açıldı
    Daha Fazla Göster
  • Bir başka nefis öyküsünü daha ekleyelim.


    GİZLİ MUCİZE - BORGES

    ...

    Bunun üzerine, Allah onu öldürüp yüz yıl ölü bıraktı, sonra diriltti ve ona sordu:
    “Ne kadar kaldın?”
    O, “Bir gün veya bir günden daha az kaldım” diye cevap verdi.

    ....

    Kur'an II, 259

    14 Mart 1943 gecesi, Prag'ın Zeltner Sokağı'ndaki bir apartman dairesinde, Düşmanlar adlı bitmemiş bir oyunla, Sonsuzluğun Zaferi'nin ve Jakob Böhme'nin Yahudi ırkıyla dolaylı akrabalığı üzerine bir incelemenin yazarı olan Jaromir Hladik rüyasında nicedir süren bir satranç oyunu gördü. Oyuncular iki kişi değil, iki soylu aileydi; oyun yüzyıllardır sürüp gidiyordu. Ortaya konan ödüllerin ne olduğunu hiç kimse hatırlayamıyordu, ama bunların ölçülemeyecek kadar büyük olduğu söyleniyordu; satranç taşlarıyla satranç tahtası gizli bir kuledeydi. Jaromir (rüyasında) birbirleriyle çekişen ailelerden birinin en büyük oğluydu. Duvardaki saat artık geciktirilemeyecek olan oyun saatini çaldı. Rüyayı gören, yağmurlu bir çölün kumları üzerinden rüzgâr hızıyla ilerledi ve satrancın ne kurallarını, ne de taşlarını hatırlayamaz oldu. O anda uyandı. Yağmurun şakırtısıyla o korkunç duvar saatlerinin tangırtısı duyulmaz oldu. Zeltner Sokağı'ndan yer yer buyurgan seslerle bölünen ritmik, karmakarışık bir uğultu yükseliyordu. Şafak sökmüştü, III. Reich'in zırhlı birlikleri Prag'a giriyorlardı.

    Ayın on dokuzunda yetkililer bir ihbar aldılar; aynı gün, akşama doğru, Jaromir Hladik tutuklandı. Moldava nehrinin karşı kıyısında, kireçle badanalanmış bembeyaz bir kışlaya götürüldü. Gestapo'nun suçlamalarından bir tekini bile yalanlayabilecek durumda değildi; annesinin kızlık adı Jaroslavski'ydi, Yahudi kanı taşıyordu, Böhme üzerine yazdığı inceleme, apaçık Yahudi yanlısı bir yazıydı, Anschluss'a karşı çıkanlar arasında imzası vardı. 1928'de Hermann Barsdorf yayınevi için Sefer Yezirah'ı çevirmişti. Yayınevinin şişirilmiş katalogu, çevirmenin ününü, tanıtım amacıyla abartmış, bu katalog da Hladik'in kaderini ellerinde tutan yetkililerden biri olan Julius Rothe tarafından incelenmişti. Kendi uzmanlık alanı dışında okuduğu şeye kolaylıkla inanmayacak kişi yoktur. Gotik harflerle dizilmiş iki üç sıfat, Julius Rothe'yi, Hladik'in önemine inandırmaya yetmiş ve onun 'başkalarına ders olsun' diye kurşuna dizilmesini buyurmuştu. Ceza 29 Mart sabah saat 9'da yerine getirilecekti. Bu gecikme, (okur bunun önemini daha sonra anlayacaktır) yetkililerin işlerini birer sebze ya da bitki gibi, kişisellikten uzak ve acele etmeksizin görme isteklerinin sonucuydu.

    Hladik'in ilk tepkisi yalın bir dehşetti. Darağacından, başını dayayacağı kütükten ya da bıçaktan korkmayacağını, ama bir manga askerin actığı ateşle ölmenin dayanılmaz olacağını seziyordu. Asıl korkutucu olanın, eşliğindeki koşullar değil ölüm denen yalın, süssüz şeyin kendisi olduğunu boşuboşuna söylüyordu kendine. Mümkün olan bütün bağdaşımları anlamsızcasına tüketmeye çalışarak bu koşulları gözünün önünde canlandırdı durdu.

    Uykusuz geçen, şafağa yakın saatlerden giz dolu silâh seslerine varıncaya kadar, ölüm sürecini sonsuz biçimde kurdu zihninde. Julius Rothe'nin saptadığı günden önce, biçimleri ve kesişme açıları geometri olasılıklarını zorlayan avlularda kendisini kimi zaman uzaktan, kimi zaman yakından vuran değişik sayıda asker tarafından makineli ateşine tutularak çeşit çeşit yüzlerce ölümle öldü. Bu düşsel infazları gerçek bir dehşetle (belki de gerçek bir yüreklilikle) karşıladı; gerçeği andıran bu görüntülerin her biri birkaç saniye sürdü. Döngü kapandığında Jaromir, bir kere daha, üstelik artık ertelenemeyecek bir biçimde, kendi ölümünün korkudan tirtir titreten karanlıklarına gömülü buldu kendini. O zaman, gerçeğin çoğunlukla bizim gerçek hakkındaki beklentimizle örtüşmediğini düşündü; kendine özgü bir mantıkla, belli bir duruma ilişkin bir ayrıntıyı önceden kestirmenin, onun gerçekleşmesini önlemek demek olduğu sonucuna vardı. Bu cılız büyüye dayanarak, sırf gerçekleşmesinler diye en korkunç ayrıntıları gözünün önüne getirdi. Sonuçta doğal olarak bunların doğru çıkacağından korkmaya başladı.

    Geceleri çok kötü oluyor, zamanın uçup giden özüne sıkı sıkıya yapışmanın bir yolunu bulmaya çalışıyordu. Zamanın, yirmi dokuzu şafağına doğru doludizgin ilerlediğini biliyordu.
    Yüksek sesle,

    "Şimdi yirmi ikisinin gecesi- bu gece sürdükçe (ayrıca daha altı gece boyunca) hiç kimse bana dokunamaz, ölümsüzüm," dedi

    Uykuya daldığı geceler, ona kendini içlerine bırakabileceği derin, karanlık kuyular gibi geliyordu. Onu nasıl olursa olsun, sürdüğü hayallerin boşuna çekiminden kurtaracak olan son yaylım ateşini sabırsızlıkla beklediği anlar oldu. Ayın yirmi sekizin­de, son günbatımı, yüksek parmaklıklı pencerelerde yansırken, oyunu "Düşmanlar" aklına geldi ve onu bu nafile düşüncelerden çekti çıkardı.

    Hladik kırk yaşını geçmişti. Bir iki dostlukla birçok alışkanlık dışında, yaşamını edebiyat denen sorunlu uğraş oluşturuyordu. Bütün yazarlar gibi o da başkalarının başarılarını ortaya koyduklarıyla ölçüyor, onların ise kendisini uzaktan, kurduğu ya da tasarladığı kadarıyla değerlendirmelerini bekliyordu. Yayımladığı bütün kitaplar onda tanımlanması zor, karmaşık bir pişmanlık duygusu bırakmıştı. Böhme'nin, İbni Ezra'nın ve Fludd'un eseri üzerine yaptığı çalışmalar temelde belli ku­ramları bu eserlere uygulamaktan ileri gitmemişti; Sefer Yezirah çevirisi dikkatsizlik, bıkkınlık ve varsayımlarla doluydu. Sonsuzluğun Zaferi'’ndeki kusurlar daha azdı belki. İlk cilt, Parmenides'in 'Sabit Varlık'ından Hinton'ın 'Çeşitlenebilir Geçmiş'ine kadar, insanoğlunun bulduğu çeşitli sonsuzluk kavramlarını inceliyordu. İkincisiyse (Francis Bradley'in kuramı uyarınca) evrendeki bütün olayların zamansal bir dizi oluşturduğunu reddediyor, insan için mümkün olan yaşantıların sayısının sonsuz olmadığını ve tek bir 'tekrar'ın bile Zaman'ın dilsel bir aldanma olduğunu kanıtlamaya yeteceğini savunuyordu... Ne yazık ki, bu aldanmanın kanıtı olan usavurumlar da aynı derecede aldanmaydılar. Hladik bunları biraz bıkkınlıkla, biraz da bulanık bir zihinle gözden geçirme alışkanlığındaydı.
    Ayrıca bir dizi dışavurumcu şiir yazmıştı; şairi üzen, bunların 1924 tarihli bir antolojide yayımlanmış ve bunu izleyen hiçbir antolojiye alınmamış olmalarıydı.

    Hladik bu tekdüze, hiçbir esinle aydınlanmamış geçmişinin tümünü manzum oyunu "Düşmanlar"la bağışlatmayı ummuştu. (Hladik nazmı temel biçim olarak görüyordu, çünkü nazım seyircinin gerçekdışılığı gözden kaçırmasını imkânsız kılıyordu —ki sanatın temel isterilerinden biri de budur.)
    Oyun, zaman, yer ve olay birliği kuralını izliyordu. Yer Hradvcany'de, Baron Roemerstandt' ın kütüphanesi, zaman 19. yüzyılın son akşam üzerlerinden biriydi.

    İlk perdenin ilk sahnesinde, garip bir adam Roemerstandt'ı ziyarete gelir. (Bir saat yediyi çalıyordur, batmakta olan güneşin gözkamaştırıcı ışıkları odanın pencerelerini görkeme boğar, havada ateşli, tanıdık bir Macar ezgisi gezinmektedir.)

    Bu ziyareti başkaları izler; Roemerstadt durduk yerde zamanını alan bütün bu kişileri tanımamaktadır, ama içinde rahatsız edici bir duygu vardır, sanki bunları yerde, belki de bir rüyada görmüş gibidir. Hepsi de ona yağ çeker, yaltaklanırlar, ama giderek bunların onu mahvetmek için işbirliği etmiş gizli düşmanlar olduğu —önce seyirci sonra da Baron tarafından farkedilir. Roemerstandt bunların planlarını öğrenip bozmayı başarır. Konuşmalarda sevgilisi Julia von Weidenau'dan ve bir aralar ısrarla Julia’nın ilgisini çekmeye çalışmış olan Jaroslav Kubin adlı birinden sözedilir. Kubin aklını kaçırmış, kendini Roemerstandt sanmaktadır. Yeni tehlikeler başgösterir; ikinci perdenin sonunda Roemerstandt düşmanlarından birini öldürmek zorunda kalır. Üçüncü ve son perde açılır. Tutarsızlıklar giderek artar; oyundan çıktıkları sanılan oyun kişileri yeniden görünürler. Bir ara, Roemerstandt'ın öldürdüğü adam ortaya çıkar. Birisi henüz akşam olmadığını hatırlatır; saat yediyi çalar, yüksek pencereler batmakta olan güneşi yansıtır, havada ateşli bir Macar ezgisi gezinmektedir. Sahneye ilk çıkan oyuncu gelir, ilk perdenin ilk sahnesinde söylediği cümleyi tekrarlar. Roemerstadt hiçbir şaşkınlık belirtisi göstermeden konuşur onunla; seyirci Roemerstadt'ın Jaroslav Kubin denen sefilden başkası olmadığını anlar. Oyun hiç oynanmamıştır; sahnede olup bitenler, Kubin'in tekrar tekrar yaşayıp durduğu döngüsel cinnetten başka bir şey değildir.

    Hladik bu yanlışlıklar trajikomedisinin saçmasapan mı, güzel mi, iyi kurulmuş mu, baştansavma mı olduğunu kendi kendisine hiçbir zaman sormamıştı. Yukarıda özetlediğim olay örgüsünün üzerinde yazar olarak kusurlarını örtmeye ve yeteneklerini vurgulamaya yarayacak ölçüde çalışmış olduğuna, ayrıca oyunun, bu dünyada insan olarak sürdürdüğü varlığı bağışlatmaya (sembolik anlamda) yeteceğine inanıyordu. Birinci perdeyle üçüncü perdenin bir ya da iki sahnesini bitirmişti. Oyunun vezinli yapısı, altı ölçülü dizeleri, önünde yazılı metin olmaksızın değiştirerek çeşitlemeler yapmasını mümkün kılıyordu. Hladik daha yazmak zorunda olduğu iki perde bulunduğunu ve çok yakında öleceğini düşündü.

    Karanlıkta Tanrı'yla konuştu:

    "Ben şu ya da bu biçim de varoluyorsam, senin tekrarlarından ya da yan­lışlarından biri değilsem, Düşmanlar'ın yazarı olarak varım. Benim de, Senin de varlığını haklı çıkaracak olan bu oyunu bitirmek için bir yıl daha gerek bana. Yüzyılların ve zamanın sahibi olan sen, bana bu günleri çok görme."

    Bunları, hepsinin en katlanılmazı olan son gece söylemişti; on dakika geçmeden uyku karanlık bir su gibi akıp gitti üzerinden.

    Şafağa doğru Clementine kütüphanesinin yüksek tavanlı, dar koridorlarından birinde gizlenmiş olduğunu gördü rüyasında. Kara gözlükler takmış bir kütüphane memuru sordu:
    «Nedir aradığınız?»
    Hladik cevap verdi:
    «Tanrı'yı arıyorum.»
    Kütüphane memuru şöyle dedi:
    «Tanrı, Clementine kütüphanesindeki dört yüz bin cilt kitabın sayfalarından birindeki bir harftir. Atalarım ve atalarımın ataları bu harfi arayıp durdular; ben o harfi ararken kör oldum.»
    Gözlüklerini çıkardı ve Hladik onun ışıksız gözlerini gördü. Bir okur aldığı atlası geri getirmeye geldi.
    «Bu atlas beş para etmez,» dedi ve Hladik'e uzattı.
    Hladik atlası ortasından bir yerden açtı. Gözlerinin önünde, sanki bir rüyadaymış gibi Hindistan haritası belirdi. Sonra birden kendine güveni yerine geldi, sayfanın üzerindeki en küçük harflerden birine dokundu. Aynı anda her yerde birden bulunduğu belli olan bir ses,
    «Çalışmak için istediğin zaman bağışlandı,» dedi.
    Rüyanın burasında uyandı Hladik.

    İnsanların rüyalarının Tanrı'ya ait olduğunu hatırladı; Maimonides rüyalarda duyulan sözlerin, açık seçik duyuldukları ve onları söyleyen, göze görünmediği takdirde, Tanrı sözü olduklarını ileri sürmüştü. Giyindi; hücreye giren iki asker ona peşlerinden gelmesini söylediler.

    Hücre kapısının gerisinde; Hladik dışarısını koridorlar, merdivenler ve bina içinde binalarla dolu bir labirent olarak getirmişti gözünün önüne. Gerçek daha az gösterişliydi; dar bir demir merdivenden inerek iç avluya girdiler. Bir küme asker —-bazılarının üniforma düğmeleri açıktı—- bir motosikletin üzerine eğilmiş bir şeyler konuşuyorlardı. Çavuş duvardaki saate baktı; saat 8.44' tü. Dokuzu çalıncaya kadar beklemek zorundaydılar. Hladik mutsuz olmaktan çok kayıtsız bir ifadeyle bir odun yığınının üzerine oturdu. Askerlerin, gözlerini gözlerinden kaçırdıklarını farketti. Bekleme süresini kolaylaştırmak üzere çavuş ona sigara uzattı. Hladik sigara içmiyordu; nezaketinden, belki de alçakgönüllülüğünden aldı sigarayı. Yakarken ellerinin titrediğini gördü. Gökyüzü bulutlanıyordu; sanki Hladik çoktan ölmüş gibi alçak sesle konuşuyordu askerler. Oyununa Julia von Weidenau olarak soktuğu kadını boşuboşuna gözünün önüne getirmeye çalıştı Hladik.

    İdam mangası dizildi, asker hazıroldaydı. Kışlanın duvarına dayanmış, ayakta duran Hladik, yaylım ateşinin gelmesini bekledi. Birisi duvarın kan içinde kalacağına dikkati çekti, hükümlüye bir iki adım öne çıkması söylendi. Belki saçma ama, bu Hladik'e fotoğrafçıların acemice hazırlıklarını hatırlattı. Hladik'in şakağına koca bir yağmur damlası düştü ve yanağından aşağı yavaşça süzüldü; çavuş ateş emrini haykırdı.

    Elle tutulup gözle görülen evren birden durdu.

    Tüfekler Hladik'e doğru çevrilmişti, ama onu vuracak olan askerler hiç kıpırdamadan oldukları yerde duruyorlardı. Çavuş, koluyla yarım kalmış bir hareketi sonsuzlaştırdı. Avlunun zeminindeki parke taşlarından birinin üzerine bir arının kıpırtısız gölgesi vurdu. Rüzgâr kesildi, bir resmin içinde gibiydiler. Hladik bir çığlık atmak, bir söz söylemek, elini kıpırdatmak istedi. Yapamadı; inme inmişti sanki. Bu kesintiye uğramış dünyadan ona tek bir ses bile ulaşmıyordu... “Öldüm, cehennemdeyim,” diye düşündü. “Delirdim,” diye düşündü «Zaman durdu,» diye düşündü. Sonra, böyle olsa, zihninin de durmuş olacağı geldi aklına. Bunu sınamak istedi; Vergilius'un o gizemli dördüncü çoban kasidesini (dudaklarını oynatmadan) söyledi içinden. Şu anda çok uzaklarda kalan askerlerin kaygılarını paylaşmakta olduğunu düşündü; onlarla konuşabilmek istedi. En ufak bir yorgunluk, hattâ bu uzadıkça uzayan kıpırtısızlığın verdiği uyuşmayı bile hissetmiyordu. Bir süre sonra uykuya daldı. Uyandığında dünya kıpırtısızlığını ve suskunluğunu sürdürüyordu. Su damlası hâlâ yanağında asılı duruyor, arının gölgesi hâlâ taşa vuruyordu. Yere attığı sigaranın dumanı hâlâ havada süzülüyordu. Hladik ne olduğunu anlayamadan bir 'gün' daha geçti.

    Tanrı'dan elindeki işi bitirmek üzere tam bir yıl istemişti. Her Şeye Kâdir Olan bu dileğini yerine getirmişti işte. Tanrı onun için gizli bir mucize yaratmıştı; saptanan saatte Alman kurşunuyla vurulacaktı, ama Hladik'in zihninde ateş emriyle infaz arasındaki süre bir yılda geçecekti. Şaşkınlıktan afallama, afallamadan kabullenme, kabullenmeden ansızın gönül borcu duyma evrelerine geçti.

    Elinde belleğinden başka hiçbir belge yoktu.

    Altılı dizeleri peşpeşe eklemenin getirdiği zihin alışkanlığı, ona sağa sola bölük pörçük paragraflar çiziktirip sonra da unutan kimilerinin akıllarından bile geçiremeyecekleri bir disiplin sağlamıştı. Uğraşıp didinmesi, yarına kalmak için ya da edebî zevklerinin, yabancısı olduğu Tanrı'yı hoşnut etmek için değildi. İğneyle kuyu kazar gibi, hiç kıpırdamaksızın, gizli gizli, zaman içinde kendi yüce, görünmez labirentini kurdu. Üçüncü perdeyi iki kere elden geçirdi. Saatin sık sık çalması ya da fondaki müzik gibi çok belirgin bazı simgeleri çıkardı. Acelesi yoktu. Çıkardı, kısalttı, genişletti. Kimi yerde dönüp dolaşıp gene ilk yazdığı metne geldi. Giderek avluyu, kışlayı sever oldu; karşısındaki yüzlerden biri Roemerstadt'ın kişiliği hakkındaki düşüncelerini değiştirmesine yol açtı. Flaubert'e onca musallat olan o kulak tırmalayıcı tınıların yalnızca görsel birer boş inan olduklarını, ağızdan çıkan değil, yazıya geçirilen sözcüğün kısıtlılığından, yetersizliğinden kaynaklandığını keşfetti...

    Oyunu bitirdi. Onu uğraştıran tek bir sözcük kalmıştı. Onu da buldu. Yağmur damlası yanağından aşağı düştü. Ağzı yürek paralayan bir çığlıkla açıldı, yüzü yana döndü, aynı anda dört tüfekten birden çıkan ateşle yere yığıldı.

    Jaromir Hladik 29 Mart günü sabah saat dokuzu iki geçe öldü.




  • Feylesof, gerçekten teşekkürler.
    Böyle keyifli yazıları bulmak bazen zor oluyor..

    İmkanlar dahilinde devamını bekleriz...
  • quote:

    Orjinalden alıntı: El-Cezeri

    Feylesof, gerçekten teşekkürler.
    Böyle keyifli yazıları bulmak bazen zor oluyor..

    İmkanlar dahilinde devamını bekleriz...


    Rica ederim. Eklemeye çalışacağım.

    Dediğim gibi başlarda biraz karmaşık, anlaşılmaz gelebilir ama üslubuna alıştıkça keyif alabiliyorsunuz.
  • quote:

    Orjinalden alıntı: as74

    15- 20 yıl önce ilk okuduğumda beni afallatmış, sarsmıştı.
    bir dönem elimden düşmüyordu, bir yayınevinden basılan (dost) Borges seçkilerini bile okuyorum
    şimdi tekrar Borges okumak istedim sayenizde

    Siyaset ve Fantastik öğeli kitapları seven biri olarak,Öyküden haz alamazdım ama Borges in Kum kitabı ve beni sonunda hikayeyi kendimde tekrar başlatan cümleleri beni benden aldı

    @Feylesof,Çok teşekkürler paylaşımın için..
  • quote:

    Orjinalden alıntı: OngiRanT


    quote:

    Orjinalden alıntı: as74


    Siyaset ve Fantastik öğeli kitapları seven biri olarak,Öyküden haz alamazdım ama Borges in Kum kitabı ve beni sonunda hikayeyi kendimde tekrar başlatan cümleleri beni benden aldı

    @Feylesof,Çok teşekkürler paylaşımın için..



    Öykü yazmanın güçülüğü kısa metinde o pürlüğü sürdürüp, muhteşem özü tamamlayabilmektir.
    Roman okumayı daha çok seven biri olarak, iyi bir öykünün etkisini insanın alnına çakılmış tek, güçlü, yıldız saydıran yumruk olarak olarak betimleyebilirim, iyi bir benzetme olmadı ama, neyse…

    Tolstoy’un İvan ilyiç’in ölümü,
    Kafka’ nın Dönüşüm’ ü
    Oğuz Atay’ ın Unutulan ve Beyaz Mantolu Adam’ı (kitaplığımdan uzakta yaşadığımdan bu ikisinin adından tam emin değilim)

    Anton Çehov’ un o muhteşem oyunları ve öyküleri…

    Bunlar pek çok romanın önüne geçmiş, benim için unutulmaz olan öykülerden ilk aklıma gelenler
    @feylesof
    quote:

    Borges'in seçkilerinden oluşan Babil Kitaplığı da kelimenin tam anlamıyla bir öykü ziyafeti. Şu ana kadar serinin ilk 12 kitabını temin edebildim.

    Babil Kitaplığının bir başka önemi de Türkçeye ilk kez çevrilen bazı yazarları barındırması, bende 20 kadar olmalı ama hepsini okuyamadım daha

    Bu topiğin böyle açılımlara ihtiyacı var,
    lütfen devam edin




  • Tasavvufi tatlar bırakan bir Borges hikayesi:




    ZÂHİR

    Wally Zenner'e

    Zâhir, Buenos Aires'te yirmi centavo değerinde çok rastlanan bir paradır. Bir yüzünde N T harfleri ve 2 sayısı jiletle ya da çakıyla kazınmış gibidir; öbür yüzündeki tarihse 1929'dur. (Güzerat'ta, 18. yüzyılın sonuna doğru, Zâhir bir kaplandı; Cava'da, İnananların taşladığı, Surakarta Camii'nden gelme kör bir adamdı; İran'da, Nadir Şah'ın denizin dibine attırdığı, yıldızların yüksekliğini saptamaya yarayan bir gökbilim âleti, bir "usturlap"tı; 1892 sıralarında Mehdi'nin zindanlarında, Rudolf Karl von Slatin'in eliyle dokunduğu, bir sarığın katları arasına gizlenmiş küçük bir pusulaydı; Zotenberg'e göre Kurtuba Camii'nde on iki bin sütundan birinin mermerindeki bir damardı; Tetwin gettosunda bir kuyunun dibiydi.)

    Bugün kasımın on üçü; Zâhir haziranda şafak vakti elime geçti. Ben artık bu anlatıdaki 'ben' değilim; ama olanları hatırlamam, hatta belki anlatmam bile hâlâ mümkün. Ne kadar bölük pörçük de olsa, hâlâ Borges'im.


    Clementina Villar, altı haziranda öldü. 1930'larda sosyete dergilerinde onun resimlerinden geçilmez­di. Onun son derece güzel olduğu efsanesini yaratan, belki biraz da bu her an gözönünde bulunma özelliğiydi; çünkü her portresinin bu savı kayıtsız şartsız doğrulamadığı bir gerçektir. Clementina Villar güzellikten çok kusursuzluğa düşkündü zaten. İbranilerle Çinliler akla gelebilecek bütün insanî olasılıkları şifrelemişlerdir; Mişnah'da bir terzinin Sebt gününde alacakaranlık çöktükten sonra elinde iğneyle sokağa çıkmaması gerektiği söylenir. Törenler Kitabı'ndaysa, konuğun kendisine ilk fincan sunulduğunda ağırbaşlı bir havaya bürünmesi, ikinci fincan sunulduğunda da saygılı bir hoşnutluk göstermesi gerektiği yazılıdır.

    Çok daha ayrıntılı olmakla birlikte, Clementina Villar'ın kendi kendinden beklediği uzlaşmaz sıkıdüzende bu çeşitten bir şeylere rastlamak mümkündü. Konfüçyüs'ün izinde olan her çömez ya da her Talmud'cu gibi, yaptığı bütün işlerde kesin bir kusursuzluk gözetirdi; üstelik, onun çabası bu yukarıdakilerden daha hayranlık verici ve yorucuydu, çünkü imanının denektaşları ebedî değil, Paris'le Hollywood'un durmadan değişen kaprislerine bağlıydı. Clementina Villar gerekli yerlerde, gerekli saatte, gerekli takıp takıştırma ve gerekli bıkkınlıkla boy gösterirdi; oysa bıkkınlık, takıp takıştırma, saat ve yerin neredeyse o an modası geçer ve Clementina Villar, elinde ancak bir beğeni ucuzluğunu tanımlamaya yarayacak gereçlerle kalakalırdı. Flaubert gibi, o da mutlak olanın arayışı içindeydi; ancak onunkisi bir an süren bir Mutlak'tı. Örnek bir yaşam sürdürüyordu, ama içini sonu gelmez bir umarsızlık duygusu kemirip durmaktaydı. Kendi kendinden kaçmak istercesine sürekli olarak yeni değişimler denerdi; saçının rengiyle biçimine güven olmayacağı herkesçe bilinirdi. Gü­lümseyişini, tenini, göz çizgisini durmadan değiştirirdi. Otuz ikisini geçtiği halde hâlâ dal gibiydi. Savaş çıkınca kara kara düşünmeye başladı; Paris, Alman işgali altında olduğuna göre, moda nasıl izlenecekti?

    Hiçbir zaman güvenmediği bir yabancı, ona çokça silindir şapka satacak kadar iyiniyetinden yararlandı; bir yıl sonra bu anlamsız modellerin Paris'te hiç giyilmemiş olduğu ortaya çıktı -demek ki bunlar şapka filan değil, rastgele, ne idüğü belirsiz, deli saçması nesnelerdi!- Belâlar peşpeşe gelir ya; Dr. Villar, Araoz Sokağı'na taşınmak zorunda kaldı, kızının resmiyse artık yüz kremi ve otomobil reklâmlarını süslüyordu. ( Bol bol süründüğü yüz kremiyle nicedir sahip olamadığı otomobiller. ) Sanatını başarıyla sürdürebilmesi için büyük bir servet gerektiğini biliyordu ve yarım yamalak göz kamaştırmaktansa, sahneden çekilmeyi yeğledi. Ayrıca, adı sanı belirsiz ne oldum delileriyle aşık atmak zorunda olmak da ağrına gidiyordu. Araoz'daki kasvetli apartman dairesi de çekilecek gibi değildi; Clementina Villar, haziran'ın altısında Güney mahallesinin göbeğinde ölmek aykırılığında bulundu. Yüreğim Arjantinlilere özgü tutkuların en içteni olan züppelikle dolup taşarak ona âşık olduğumu ve ölümünün beni gözyaşlarına boğduğunu da açıkça söyleyeyim mi dersiniz? Okur bunun çoktan farkına varmıştır belki de.

    Bir ölüyü bekletirken, çürüme sürecinin cesede eski yüzlerini kazandırdığı görülür. O telâşlı altı ha­ziran gecesinin bir anında Clementina Villar sanki bir büyü sonucu yirmi yıl önceki halini aldı; yüz çiz­gileri gururun, paranın, gençliğin, belli bir üstünlüğe sahip olduğu bilincinin, hayal gücü kıtlığının, kı­sıtlamaların, vurdumduymazlığın verdiği o sertliğe yeniden kavuştu. Nedense, diye düşündüm, hiç peşimi bırakmayan bu yüzün hiçbir hali belleğimde bunun kadar uzun süre yer etmeyecek; bunun son yüzü olması yersiz değil, çünkü ilk yüzü de olabilirdi. Onu ölümün kusursuzlaştırdığı kibriyle, çiçeklerin arasında kaskatı bıraktım. Çıkıp gittiğimde saat sabahın ikisi olmuştu herhalde. Dışarıda, bir ya da iki katlı tanıdık evler, gece, karanlık ve sessizlik onları iyice sıradanlaştırdığında edindikleri soyut varlıklarına bürünmüşlerdi. Neredeyse tümüyle benlikten arınmış bir sofuluğun sarhoşluğuyla, sokaklar boyunca yürüdüm. Chile ve Yacuari'nin kesiştiği köşede açık bir dükkân gördüm. Ve bu dükkânda, şansıma küseyim, üç adam kâğıt oynuyordu.

    'Oxymoron' diye adlandırılan benzetme türünde bir sözcük, önüne onun karşıtı gibi görünen bir sıfat konularak nitelendirilir; bu ilke uyarınca Agnostikler kara ışıktan, simyacılar da kara güneşten sözetmişlerdir. Clementina Villar'a yaptığım son ziyaretten çıkıp doğruca bir barda içki içmeye gitmek benim için bir çeşit 'oxymoron' olmuştu; aklımı çelen, bu yaptığımın kabalığı, kolaylığıydı. İçerde sürmekte olan, bir kâğıt oyunu olduğu için aradaki karşıtlık daha da artıyordu.) Bir bardak konyak istedim.

    Bana bozukluklarla birlikte Zâhir'i de verdiler. Paraya bir an baktım ve belki de bir humma başlangıcı içinde sokağa çıktım. Dünyadaki her madeni paranın tarihte ve masallarda pırıl pırıl parlayıp duran o ünlü paraları simgelediğini geçirdim aklımdan. Kharon'a verilen gümüş sikkeyi düşündüm; Belizarius'un dilendiği gümüş sikkeyi; Yahuda'ya verilen otuz parça gümüşü; ünlü fahişe Lais'in drahmilerini; Yedi Uyuyanlar'dan birinin uzattığı antik sikkeyi; Binbir Gece Masallarındaki büyücünün sonradan kâğıt parçaları olduğu anlaşılan pırıl pırıl paralarını; Isaac Laquedem'in harcamakla bitmeyen pennysini; bir destanın her bir dizesi için ödenen ve Firdevsî'nin altın olmadık­ları için padişaha geri yolladığı altmış bin parça gümüşü; Ahab'ın gemi direğine çivilediği altın İspan­yol parasını; Leopold Bloom'un bozdurulamayan florinini; üstündeki resim, kaçmakta olan XVI. Louis'yi Varennes yakınlarında eleveren Lui'yi. Sanki bir rüyadaydım, her bir madeni paranın böylesine gösterişli çağrışımlarla yüklü olması bana büyük, ama açıklanması imkânsız bir önem taşıyormuş gibi geldi. Boş alanlarla boş sokaklar boyunca, giderek daha hızlı yürümeye başladım. Sonunda, bıkkınlık beni bir köşeye fırlattı attı. Hep aynı yerde sabırla bekleyen demir parmaklıkları ve bunların gerisinde Consepcion' un karalı beyazlı parke taşlarını gördüm. Bir çember çizmiş ve bana Zâhir'i verdikleri dükkânın bulunduğu yerden bir ev ötesine varmıştım.

    Geri döndüm. Karanlık pencere bana uzaktan dükkânın kapalı olduğunu gösteriyordu. Belgrano So­kağı'nda bir taksiye bindim. Uykusuz, büyülennmiş gibi, neredeyse mutlulukla, cisimsel varlığı paradan daha az olan bir şey bulunmadığını düşündüm, çünkü, aslına bakılırsa, her bir madeni para, (diyelim yirmi centavo değerinde bir para) içinde gelecek zamanları barındırıyordu. Para soyuttur, diye tekrarladım; para gelecek zaman kipidir. Banliyöde bir gece ya da Brahms'ın bestelediği müzik olabilir; haritalar, satranç ya da kahve olabilir; bize altını hor görmeyi öğreten Epiktetos'un sözleri olabilir; Pharos adasındaki Proteus'dan çok daha değişkendir o.

    Önceden kestirilemeyecek zamandır, Bergson'cu zamandır, Müslümanlığın ya da Stoacıların değişmez zamanı değildir. Gerekirciler dünyada, ancak bir eylemin, yani gerçekleşip gerçekleşmeyeceği belli olmayan tek bir eylemin varolduğu düşüncesine karşı çıkarlar; madenî paralar insanın özgür iradesinin simgesidir. (Bu 'düşüncelerin', Zâhir'e taban tabana zıt bir akıl oyunu ve iblisçe etkisinin başlangıcı olduğu aklıma gelmedi.) Epey kafa yorduktan sonra uyuyup kaldım, ama, düşümde kendimi yarı aslan yarı kartal bir yaratığın bekçiliğini ettiği madeni paralar olarak gör­düm.

    Ertesi gün sarhoş olduğuma karar verdim. Aynı zamanda başımı bu kadar ağrıtan paradan kurtulma­yı da aklıma koydum. Paraya baktım; üstündeki birkaç çizikten başka dikkati çekecek bir yanı yoktu. En iyisi onu bahçeye gömmek ya da kütüphanenin bir köşesine gizlemekti, ama kendimi onun çekim alanından kurtarmak istiyordum. Sonunda kaybetmeyi yeğ tuttum. O sabah Pilar'a ya da mezarlığa gitmedim; metroyla Constitucion'a, oradan da San Juan'la Boedo'nun kesiştiği köşeye gittim. İçimden gelen bir dürtüye uyarak Urquiza'da indim, önce Batı, sonra Güney yönünden yürüdüm. Amaçlı bir başıboşluk içinde birtakım köşeleri döndüm ve gözüme bütün ötekiler gibi görünen bir sokakta sefil küçük bir tavernaya girdim, bir içki istedim, karşılığını da Zâhir'le ödedim. Kara gözlüklerimin ardında gözlerimi iyice kısarak evlerin numaralarını ya da sokağın adını gör­memeyi başardım. O gece bir veronal alarak deliksiz bir uyku çektim.

    Haziran sonuna kadar hayal ürünü bir hikâye yazmakla uğraştım." Hikâyede bir iki tane gizemli do­laylı benzetme (ya da 'kenning') vardı; örneğin, kan yerine kılıç-suyu deniyor, altın'ın yerini yılan-yatağı alıyordu; hikâye birinci tekil kişi ağzından anlatılıyordu. Anlatıcı, insan toplumundan kaçıp vahşi doğanın ortasında yaşamaya çekilen bir derviştir. (Yerin adı Gnitaheidr'dir) Yaşamının sadeliği ve dürüstlüğü nedeniyle onun bir melek olduğuna inananlar vardır; ancak bu, sofuca bir abartmadır, çünkü günahtan arınmış insan yoktur. Aslını ararsanız o da, büyü aracılığıyla sınırsız bir serveti eline geçiren kötü ünlü büyücü babasının boğazını kesmiştir.

    Bizim dervişin uğruna yaşamını adadığı amaç, bu hazineyi insanoğullarının çılgınca açgözlülüğünden korumaktır; gece gündüz gizli hazinenin başında nöbet bekler. Yakında, belki de çok yakında sözcülüğü son bulacaktır; yıldızlar ona bu bekleyiş i sona erdirecek kılıcın tavında dövüldüğünü bildirmişlerdir. (Bu kılıcın adı Gram'dır.) Derviş giderek karmaşıklaşan bir retorik üslubu içinde bedeninin gözalıcılığıyla devingenliğinden sözeder; bir paragrafta dalgınlıkla 'pullarından' dem vurur; başka bir paragrafta bekçiliğini ettiği hazinenin çakıp sönen altınlarla kırmızı halkalardan oluştuğunu söyler. Sonunda dervişin, yılan Fafnir, üzerine çöreklendiği hazineninse, Nibelungların hazinesi ol­duğunu anlarız. Sigurd'un ortaya çıkmasıyla hikâye birdenbire son bulur.

    Bu ufak el alıştırmasının (içine, bilgiçlik taslamak üzere Fafnismal'dan alınma bir iki dize de katmıştım) bana parayı unutma fırsatı sağladığını söylemiştim. Parayı unutmayı başardığımdan öylesine emin olduğum geceler oldu ki, parayı mahsustan aklıma getirdim. Şurası kesin ki, bunda da aşırıya kaçtım; bu işi başlatmak, bitirmekten daha kolaydı. Kendi kendime bu tiksinç nikel paranın elden ele dolaşan, birbirinin eşi, sayısız, zararsız benzerlerinden farklı olmadığını boşuna söyledim.

    Bu düşüncenin çekiciliğine kapılarak aklıma başka madenî paraları getirmeye çalıştım; ama yapamadım. (Beş ve on centavoluk Şili paraları ve bir Uruguay vinteniyle giriştiğim, başarısızlıkla sonuçlanan bir deneyi hatırlıyorum. Temmuzun onaltısında elime bir İngiliz sterlini geçti. Gün boyu paraya bakmadım, ama o gece (ve öteki geceler) büyütecin altına koydum ve güçlü bir ampulün ışığında inceledim. Sonra kurşunkalemle kâğıdın üzerine izini çıkardım. Ama ne paranın ışıltısı ne de ejdarhayla Aziz George bana yardımcı olmadılar; saplantılarımı değiştirmek elimden gelmiyordu.

    Ağustosta bir psikiyatra danışmaya karar verdim. Saçma hikâyemin tümünü anlatmadım ona; uy­kusuzluktan şikâyetçi olduğumu, şey imgesinin .. -sözgelimi bir poker fişi ya da mâdeni para- bir türlü aklımdan çıkmadığını söyledim. Bir süre sonra, Sarmiento Sokağı'ndaki bir kitapçıda Julio Barlach'ın, Urkunden zur Geschichte der Zâhirsage / Zâhir Efsanesinin Tarihçesine İlişkin Belgeler (Breslau, 1899) adlı kitabının bir basımı elime geçti.

    Başımdaki belâ bu kitapta bütünüyle açıklığa kavuşturuluyordu. Önsöze bakılırsa, yazar «Habicht koleksiyonundan alınmış dört belgeyi, Philip Meadows, Taylor'ın bu konudaki incelemesinin özgün elyazması da aralarında olmak üzere Zâhir inanışıyla ilgili bütün belgeleri her zaman el altında bulunacak bir cep, kitabı boyutlarında bir araya getirmeyi» amaçlamıştı. Zâhir'e duyulan inanç İslam kökenliydi ve 18. yüzyılda başladığı anlaşılıyordu. (Barlach, Zotenberg'in, Ebu'l-Fidâya atfettiği bölümleri reddediyor 'Zâhir' Arapça'da «adı belli», «gözle görülür» anlamına geliyordu; bu anlamıyla Allah'ın doksan dokuz adından da biriydi ve halk (Müslüman bölgelerde yaşayanlar) bu sözcüğü «unutulmaz olma denilen o korkunç özelliğe sahip olan ve imgesi insanı sonunda delirten varlık ya da nesneleri» tanımlamak için kullanıyordu. Bu konudaki ilk kesin tanıklık, İranlı Lütf - Ali Azur' undu. Ateş Tapınağı adlı yaşamöyküsel ansiklopedinin (…) numaralı sayfalarında bu çok yönlü yazar-derviş, Şiraz'daki bir okulda «bir bakanın bir daha aklından çıkaramayacağı biçimde yapılmış» bakır bir usturlap bulunduğunu yazar; «öyle ki, padişah, insanlar evreni unutmasınlar diye bunun denizin en derin noktasına atılmasını» buyurmuş. Meadows Taylor'ın incelemesi daha ayrıntılı. (Haydarabad Nizamî'nin hizmetinde olan Taylor, Bir Kabadayının İtirafları adlı ünlü romanın da yazarıdır.) 1832 sıralarında Büy kentinin dış mahallelerinde delilik ya da azizlik anlatmak üzere kullanılan, pek duyulmamış bir deyim çalınmış Taylor'un kulağına; «kaplan görmüş gibi» ...

    Taylor'a sözü edilen kaplanın, ömrünün sonuna kadar aklından çıkaramayacağı için, görenin -bir defa da olsa- yıkımına neden olan büyülü bir kaplan olduğunu söylemişler. Biri bu bahtsızlardan birinin Maysur'a kadar kaçtığını, orada kaplanın resmini bir sarayın duvarlarına çizdiğini söylemiş. Yıllar sonra Taylor, krallığın hapishanelerinin duvarlarını gözden geçiriyormuş; Nittur'daki bir hapishanede vali, ona, duvarları, tavanı ve tabanı bir Müslüman dervişi tarafından zamanın silmeden önce yumuşattığı vahşi renklerde boyanmış bir çeşit «uçsuz bucaksız kaplan» resmiyle kaplı bir hücre göstermiş. Bu kaplan, bakanın başını döndürecek kadar çok sayıda kaplandan oluşuyormuş; yol yol da kaplanlarla, nokta nokta kaplanlarla doluymuş, denizleri, Himalayaları, baktıkça içinde daha çok kaplanlar olduğu görülen orduları varmış. Ressam, yıllar önce aynı hücrede ölmüşmüş; Sind'den, belki de Güzerat'tan geliyormuş ve asıl amacı bir dünya haritası çizmekmiş. Hatta, bu ürkünç resimde bir haritanın izlerini görmek de mümkünmüş ...


    Taylor, hikâyeyi Fort Williamlı Muhammed EI-Yemeni'ye anlatmış; Muhammed ona bu dünyada varolan her şeyin Zaher* biçimine girebileceğini, ama Her Şeye Kadir Olan'ın, bir tanesi yığınların aklını başından almaya yettiği için, aynı anda iki şeyin bu biçime girmesine izin vermediğini anlatmış. Ona dünyada her zaman bir Zâhir bulunduğunu söylemiş; ta Cahiliye Devri'nde Yauk adlı bir putmuş bu; daha sonraysa yüzünde taşlarla işlenmiş bir peçe ya da altından bir maske** taşıyan Horasanlı bir velî, Allah'ın adını sökmenin mümkün olamayacağını da söylemiş.

    Barlach'ın monografisini okudum - okudum, sonra dönüp yeniden okudum. Duygularımı belirtmeye gerek olduğunu sanmıyorum. Beni hiçbir şeyin kurtaramayacağını anladığım zamanki çaresizliğimi ha­tırlıyorum; başımdaki belânın benim suçum olmadığını bilmenin verdiği o rahatlık; Zâhir'in kendileri için bir madenî para değil de bir mermer parçası ya da bir kaplan olduğu kişilere duyduğum kıskançlık. Bir kaplanı düşünmemek ne kolay olurdu! Aşağıdaki bölümü nasıl garip bir gerginlik içinde okuduğumu da hatırlıyorum: Gülşen-i Raz'ın yorumcularından biri, Zâhir'i görenin çok geçmeden Gül'ü de göreceğini söyler; bunu söyleyerek arkasından Attar'ın Esrarnâme'sinde geçen bir dizeyi aktarır: 'Zâhir, Gül'ün gölgesi ve Perde'nin Açılması'dır."

    O gece Clementina'nın evinde küçük kızkardeşi Bayan Abascal'ı göremeyince şaşırmıştım. Ekimde arkadaşlarından biri, olup bitenleri anlattı: "Zavallı Julie! Öylesine garip davranır olmuş ki, onu Bosch'a kapatmak zorunda kalmışlar. Ona kaşıkla yemek yedirmek durumunda olan hastabakıcıların ölümüne neden olacak! . Biliyor musunuz, tıpkı Morena Sackmann'ın şoförü gibi bir madenî paranın sözünü edip duruyormuş."

    Genellikle anıları hafifleten zaman, Zâhir' e ilişkin anıları çoğaltmaktan başka işe yaramıyor. Önce ön yüzünü sonra da arka yüzünü gözümün önüne getirebildiğim zamanlar olmuştu. Şimdi her iki yüzünü de aynı anda görebiliyorum. Yok, Zâhir kristalden yapılmış gibi değil; çünkü her iki yüz birbirinin üze­rine yansımış gibi görünmüyor; daha çok, sanki bakışlarım küreselmiş de, Zâhir de tam merkezdeymiş gibi oluyor. Zâhir olmayan her şey bana sanki çok uzaklardan geliyormuş gibi bölük pörçük ulaşıyor; Clementina'nın kibirli görüntüsü; fiziksel acı. Tennyson bir zamanlar tek bir çiçeği anlayabilsek kendimizin ve dünyanın ne olduğunu bilebileceğimizi söylemişti. Bununla, ne kadar önemsiz olursa olsun, evrenin tarihini ve o sonsuz neden-sonuç zincirini ilgilendirmeyen bir olgu bulunmayacağını söylemek istemiş olmalı. Belki de İrade'nin her bir bireyde örtük biçimde varolduğunu söyleyen Schopenhauer gibi, o da gözle gördüğümüz dünyanın her görüngüde örtük biçimde varolduğunu söylemek istemiştir. Kabala'cılar insanın bir küçük acun, evrenin simgesel bir aynası olduğunu söylerler; Tennyson'a göre, her şey böyle olabilir. Her şey, hatta katlanılması müm­kün olmayan Zâhir bile.

    Julia'nın başına gelenler daha 1948'e girmeden benim de başıma gelecek. Beni de yedirip giydirmek zorunda kalacaklar, öğleden sonra mı sabah mı olduğunu bilemeyeceğim. Bu yazgıya korkunç demek, bir sözcük oyunu olmaktan ileriye gitmeyecek, çünkü koşullarından hiçbirine gerçekten tanık olmayacağım. Ona bakılırsa kafatasını açtıklarında, bayıltılmış bir adamın da korkunç acı duyduğu söylenebilir. Artık evreni algılamayacağım; Zâhir'i algılayacağım. İdealist öğretiye göre 'yaşamak' ve 'düş görmek' sözcükleri arasında kesin bir eş anlamlılık bulunmaktadır. Binlerce imgeden bir tekine geçeceğim; son derece karmaşık bir düşten son derece basit bir düşe geçeceğim. Ötekiler benim delirdiğimi düşleyecek; ben Zâhir'in düşünü göreceğim. Dünya yüzündeki bütün insanlar, gece gündüz, Zâhir'in düşünü görürken hangisi düş, hangisi gerçek olacak - yeryüzü mü yoksa Zâhir mi?

    Gecenin ıssız saatlerinde sokak sokak yürüyebiliyorum henüz. Şafak beni bir sabah Garay Parkı'n­daki bir sıranın üzerinde, Esrarnâme'de Zâhir'in Gül' ün Gölgesi ve Perde'nin Açılması olduğunu söyleyen bölümü düşünürken (düşünmeye çalışırken) bastırabilir. Bu sözleri şu bilgimle bağdaştırıyorum: Sûfîler Tanrı'da yitip gitmek için kendi adlarını ya da Tanrı'nın doksan dokuz adını, anlamsızlaşıncaya kadar tekrarlar. Bu yoldan' gitmek istiyorum. Belki de ancak tekrar tekrar aklıma getirmek yoluyla Zâhir'i tüketip bitireceğim sonunda. Belki de o paranın gerisinde Tanrı'yı bulacağım.



    * Taylor'ın imlası.

    ** Barlach, Kur'an'da Yauk'tan sözedildiğini, velîninse El Mukanna (Peçeli) olduğunu ve Philip Meadows Taylor'ın şaşırtıcı tanığı dışında hiç kimsenin de bu ikisini Zâhir' le özdeşleştirmediğini söylüyor.




  • Borges'i Borges yapan öykülerden birisi de Alef'dir.

    Alef'den insanın soluğunu kesecek türden bir pasaj:

    ***

    Basamağın arka kısmında, sağa doğru, neredeyse dayanılmaz bir parlaklıkta, gökkuşağının tüm renklerini içeren bir çember gördüm. Önce döndüğünü sandım, ama sonra bu titreşimin kapsadığı dünyanın sersemleticiliğinden gelen bir yanılgı olduğunu anladım. Alef'in çapı herhalde birkaç santimden fazla değildi, ama tüm alem gerçekten ve eksiksiz içindeydi. Her şey (sözgelimi bir aynanın yüzü) sonsuzdu; çünkü her şeyi evrendeki açıdan açıkça görebiliyordum.

    Denizin dalganışını gördüm, günün doğuşunu, günün batışını gördüm; Amerika'daki insan yığınlarını gördüm; siyah bir piramidin ortasındaki gümüşrengi örümcek ağını gördüm; parçalanmış bir labirent gördüm, (bu Londra'ydı); bitmez tükenmez sayıda gözün bir aynaya bakar gibi bende kendilerine baktıklarını gördüm; yeryüzündeki bütün aynaları gördüm ve hiçbiri beni yansıtmıyordu; Soler sokağındaki bir arka avluda otuz yıl önce Frey Bentos'taki bir evin girişinde gördüğüm yer çinilerinin aynılarını gördüm; üzüm salkımları; kar yığınları; tütün; maden damarları; buhar gördüm; tümseklerle dolu ekvator çöllerini ve hepsindeki kum tanelerini teker teker gördüm; Inverness' te hiçbir zaman unutamayacağım bir kadın gördüm; dağınık saçlarını, uzun endamını gördüm; göğsündeki kanseri gördüm; bir yan sokakta kurumuş topraktan bir tümsek gördüm, eskiden orada bir ağaç vardı; Adrogue de bir yazlık ev gördüm; Pliny' nin ilk ingilizce çevirisinin bir kopyasını gördüm -Philemon Holland ın yaptığı- ve aynı zamanda her sayfadaki her harfi gördüm (çocukken kapalı bir kitabın içindeki harflerin nasıl birbirine karışmadığına, bir gecede kaybolup gitmediğine şaşırdım); Queretaro' daki bir gün batımını gördüm, Bengal' deki bir gülün rengini yansıtır gibiydi; boş yatak odamı gördüm; Alkmaar' da küçük bir odada iki ayna arasında duran bir küre gördüm, aynalar küreyi sonsuz sayıda çoğaltıyorlardı; Hazar denizinin bir kıyısında akşam üstü yeleleri uçuşan atlar gördüm; bir elin enfes kemik yapısını gördüm; bir savaştan çıkan gazilerin resimli kartlar postaladıklarını gördüm; Mirzapur' da bir vitrinde bir deste İspanyol oyun kağıdı gördüm; bir limonluğun zeminine eğrelti otlarının gölgesinin vurduğunu gördüm; kaplanlar, pitonlar, bizonlar, gel-gitler, ordular gördüm; yeryüzündeki bütün karıncaları gördüm; acem işi bir usturlap gördüm; bir yazı masasının çekmecesinde (ve el yazısı içimi titretti) Beatriz' in Carlos Argentino' ya yazdığı inanılmaz, müstehcen, ayrıntılı mektupları gördüm; Chacarita mezarlığında bulunan çok beğendiğim bir anıtı gördüm; bir zamanlar o eşsiz Beatriz Viterbo olan çürümüş kemikleri ve tozu gördüm; kendi koyu kanımın dolaşımını gördüm; aşkın birleştiriciliğini ve ölümün değiştiriciliğini gördüm; Alef' i her noktadan ve her açıdan gördüm; Alef' te dünyayı, dünyada Alef' i gördüm; kendi yüzümü ve kendi bağırsaklarımı gördüm; senin yüzünü gördüm; sersemledim ve ağladım; çünkü gözlerim herkesin adını bildiği ve kimsenin bakamadığı o gizli ve ancak tahmin edilebilecek şeyi - tasavvur edilemez alemi görmüşlerdi.

    Sonsuz hayranlık ve sonsuz acıma duydum.

    ***




  • ANLAR

    Eğer, yeniden başlayabilseydim yaşamaya,
    İkincisinde, daha çok hata yapardım.
    Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.
    Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar,
    Çok az şeyi
    Ciddiyetle yapardım.
    Temizlik sorun bile olmazdı asla.
    Daha çok riske girerdim.
    Seyahat ederdim daha fazla.
    Daha çok güneş doğuşu izler,
    Daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim.
    Görmediğim bir çok yere giderdim.
    Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye.
    Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine.
    Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım ben.
    Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu.
    Farkında mısınız bilmem. Yaşam budur zaten.
    Anlar, sadece anlar. Siz de anı yaşayın.
    Hiçbir yere yanında termometre, su, şemsiye ve paraşüt almadan,
    Gitmeyen insanlardandım ben.
    Yeniden başlayabilseydim eğer, hiçbir şey taşımazdım.
    Eğer yeniden başlayabilseydim,
    İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım.
    Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.
    Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır,
    Çocuklarla oynardım, bir şansım olsaydı eğer.
    Ama işte 85'indeyim ve biliyorum...
    ÖLÜYORUM...

    Arjantin-1985 Jorge Luis Borges




  • Harika! Yeni öyküler gelmiş.
    Feylesof Teşekkürler! Çok teşekkürler!

    İnternete girebildiğim kısa zamanlarımda okuyorum.

    Devamını bekliyoruz..
  • quote:

    Orjinalden alıntı: feylesof

    ANLAR

    Eğer, yeniden başlayabilseydim yaşamaya,
    İkincisinde, daha çok hata yapardım.
    Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.
    Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar,
    Çok az şeyi
    Ciddiyetle yapardım.
    Temizlik sorun bile olmazdı asla.
    Daha çok riske girerdim.
    Seyahat ederdim daha fazla.
    Daha çok güneş doğuşu izler,
    Daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim.
    Görmediğim bir çok yere giderdim.
    Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye.
    Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine.
    Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım ben.
    Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu.
    Farkında mısınız bilmem. Yaşam budur zaten.
    Anlar, sadece anlar. Siz de anı yaşayın.
    Hiçbir yere yanında termometre, su, şemsiye ve paraşüt almadan,
    Gitmeyen insanlardandım ben.
    Yeniden başlayabilseydim eğer, hiçbir şey taşımazdım.
    Eğer yeniden başlayabilseydim,
    İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım.
    Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.
    Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır,
    Çocuklarla oynardım, bir şansım olsaydı eğer.
    Ama işte 85'indeyim ve biliyorum...
    ÖLÜYORUM...

    Arjantin-1985 Jorge Luis Borges



    çok güzel yazmış ya..Çıkıp gidesim geldi.İlk otobüs nereye gidiyorsa..




  • Tüm hikayeler çok güzeller en yakın zamanda kitaplarını bulup almak istiyorum paylastığın için teşekkürler feylesof
  • 
Sayfa: 1
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.