Giden yada oraları bilen birileri varmı? Gezilecek yerler vb yardım lazım.
Amsterdam mı Zootermeer mi? İkisi de farklı yerler, hangisinde kaç gün kalacaksınız ona göre değişir...
Zootermeer'e hiç gitmedim, ufak da bir yer galiba, neden gidiyorsunuz oraya? Ha Amsterdam'a gelince işler değişir :) En az 4-5 gün tavsiye ederim... Yaz yaz bitmez, hangi birini yazayım :) En iyisi 2007'de THY dergisine yazdığım yazıyı kopyalayayım buraya :) Yapıştırınca fotolar çıkmıyor tabi...
[size=3]Bir başka geliyor Amsterdam’da geçen vakit, kendine has Kuzey Avrupai yapısı ile her gidenin hayran olduğu, bir kez daha gitmek istediği yegane yerlerden biri.
Amsterdam’a doğru yola çıkarken aklımızda binbir türlü düşünce, çeşitli planlar var. Her türden insana hitap eden Amsterdam’da eğlenmek için nasıl biri olduğunuzun hiç önemi yok. Romantikler için kanallar ve kenarlarındaki banklar, hareketi sevenler için hızlı gece yaşamı, hafif uyuşturuculu çörekler ve kahveler, kaçamak yapmak isteyenler için Red Light bölgesi, tarih arayanlar için 300 yıllık orijinal evleri, doğayı sevenler için Artis hayvanat bahçesi ve Vondelpark gibi yemyeşil parkları karşılıyor sizi…
Schiphol havaalanına indikten hemen sonra apayrı bir dünyaya geldiğimizi anlıyoruz. Schiphol, Amerika ve diğer ülkelere transit geçiş yapılan bir havaalanı olduğundan daha körükten geçmeden başlıyor ilk pasaport kontrolü. Buradan geçtikten sonra çıkışı bulmak için yanaştığınız kapıya bağlı olarak bayağı uzun mesafe katedilmesi gerekebilir. Ama yol çok eğlenceli… Dedik ya burası Schiphol Amsterdam, apayrı bir dünya, geliş ve gidiş aynı koridorda olduğundan geçiş kapılarının arasına serpiştirilmiş duty free shop’lar pasaport noktasına kadarki yolumuzu karnavala çeviriyor, eğlence burada başlıyor. Tabi alışveriş için dönüş yolunu beklemek daha mantıklı…
Pasaporttan geçtikten sonra çıkışa varıyoruz ve entegre raylı sistem ile şehir içine gitmeye hazırız. Bilet otomatından bilet almak gişeye göre %20 indirimli, uluslararası kredi kartları geçerli ve otomatın dil seçenekleri gelişmiş olduğundan 3.60 EUR tutarındaki tren biletlerimizi “Centraal Station” yönüne alıyoruz. Fakat Amsterdam içinde tramvay biletine de ihtiyacımız olacağından 6.5 EUR tutarında 15’lik bir “Strippen Kaart” da almayı ihmal etmiyoruz. Hatta Centraal Station’daki bilet otomatında uluslararası kredi kartları geçerli olmadığı aklımıza geliyor ve dönüş için (Centraal’dan Schiphol’e) tren biletlerimizi de almaya karar veriyoruz. Böylece toplam 13.70 EUR ödeyerek Amsterdam’a bir adım daha yaklaşmış olmanın verdiği heyecan ile içimiz kıpır kıpır . Biletlerimiz validasyona girdikten sonra geçerli olacağı için içimiz rahat. Trenimiz sessiz ve çok modern, biletimiz 2. sınıf olmasına rağmen rahat bir şekilde 15 dk. içinde Centraal Station’a ulaşıyoruz.
Centraal Station bizim Sirkeci garı gibi, büyük, eski ve ihtişamlı. Sanki insanlar trene binip de gitmiş, geriye kalan dertleri, acıları sinmiş duvarlarına, o insanların hikayelerini anlatıyor gibi. Centraal Station’dan çıkıyoruz ve hemen meydandaki tramvay duraklarından otelimize doğru giden tramvaya biniyoruz. Strippenkaart’ımız burada işe yarıyor ve kondüktör bir “base” bir de “zone” olmak üzere iki strip üzerine seyahat saati içeren bir damga basıyor. Böylece aynı zone’daki başka bir tramvaya 30 dk. içinde ücretsiz binebiliyoruz. Eğer ineceğiniz zone ile bindiğiniz zone aynı değilse bir base + iki zone toplam 3 strip harcamış oluyorsunuz… Ama ne mutlu ki Amsterdam’ın hemen tüm aktiviteleri aynı zone içinde. Duraklar arası ideal mesafede, her durakta bizdeki gibi bir bant kaydı değil de kondüktör canlı olarak anons ediyor durak adlarını ve etraftaki aktiviteleri. Bu da Amsterdam’ı biraz daha orijinal kılıyor bizim gözümüzde.
Otelimiz Vondelpark’ın bir cadde altında, şehir merkezinin biraz dışında. Eğer iyi bir yürüyüşçü iseniz bu hiç sorun değil fakat elimizde bavullar olduğundan biz şimdilik tramvayı tercih ediyoruz. Şehir suyun üzerine kurulu olduğundan her yer dümdüz, dolayısı ile bisiklet ve tramvaya çok uygun. Hemen her sokak su kanalları ile bölünmüş, köprüler, geçitler bize selam veriyor, kendi hikayesini dinlemeye çağırıyor. Tramvay yolculuğu da, sokaklarda kaybolarak şehrin gizli köşelerini keşfetmek de inanılmaz derecede keyifli. 2 yıldızlı bir otel, iki kişilik oda + kahvaltı gecelik ortalama 100 EUR civarında, Amsterdam’ın biraz pahalı bir şehir olduğunu belirtmeliyim. Neredeyse tüm otellerin ve evlerin odalarının çok ufak, merdivenlerinin çok dar ve dik olması geleneksel mimariden kaynaklanıyor.
Düz bir şehir olmasından dolayı hemen herkeste bisiklet mevcut, yolda araba ve yayadan çok bisiklet var. Tabi bu kadar çok bisiklet olunca bisiklet yolu kaçınılmaz ve öncelikli trafik kuralları bisikletler için… Yani kesinlikle bisiklet yolundan yürümek yasak, kendilerine ait trafik ışıkları ve levhaları var. Ön veya arka kısımlarındaki sepetlerde küçük afacanlarını taşıyorlar (sarı pisi diyorum ben bu ufaklıklara), hepsi öyle sevimli ki, sepete oturunca daha bir şirin oluvermişler. Aynı caddede hem motorlu araç yolu, hem tramvay rayları, hem bisiklet yolu hem de yaya yolunu birbirine karıştırmadan, levha ve işaretlerini karmaşaya sebebiyet vermeyecek şekilde düzenlemek kolay olmasa gerek. Amsterdam’da bisiklet de kiralayan oteller mevcut, eğer bisiklete binmekten hoşlanıyorsanız bu şehir tam size göre.
Amsterdam’da gezilecek birçok yer mevcut, Dam Square, Plantage, Kalverstraat, Jordaan, Leidseplein, Museumplein bunlardan sadece bazıları… Amsterdam’ı gezmenin en iyi yolu bir rehber kitap veya harita eşliğinde yürüyüş yapmak… Otelimiz güneyde olduğundan Amsterdam’ın tadını çıkarmaya güneyden başlıyoruz.
Amsterdam’a hangi mevsim giderseniz gidin yanınıza mutlaka şemsiyenizi alın, bir açıp bir kapatan havası, birer dakika süren hafif yağmurları, doğanın kokusunu bizimle paylaşıyor, bizi kendine daha da bağlıyor adeta…
Museumplein, adından da anlaşılacağı gibi müzeler bölgesi ve dünyaca ünlü VanGogh müzesi ile Rijksmuseum burada yer alıyor. Van Gogh çok büyük değil fakat Rijksmuseum oldukça büyük ve yorucu bir yer. Bu iki müzede de en önemli sanat eserleri ve tablolar var. Risjkmuseum’un bahçesinde kocaman “I am’sterdam” yazısı görülmeye değer. Yolun karşısında Diamant museum yani elmas müzesi, ücretsiz girişi, lobi arkasındaki ücretsiz tuvaleti ve ücretsiz çay kahvesi ile soğuk ve yağışlı Amsterdam sokaklarından kaçıp dinlenmek için çok iyi bir seçenek. İçerideki web-kameradan sevdiklerinize selam gönderebilirsiniz. Biz de komik bir video çekiyoruz. Eskiden gönderilen kartpostalların modern hali bu olsa gerek.
Leidseplein ise şehrin en merkezi, en hareketli yerlerinden biri. Adını Amstel nehrinden alan Amstel veya Heineken içebileceğiniz kafeler, oturup dinlenebileceğiniz banklar, etrafı seyrederken tembellik yapabileceğiniz kafe-restoranlar mevcut. Kanalların arasında gezinirken eletrikiği, suyu, hatta posta kutusu olan bot evleri kaçırmayın.
Leidseplein’dan çıktıktan sonra Leidsestraat’tan kuzeye ilerlemeye devam ediyoruz ve karşımıza birkaç seçenek çıkıyor. Batıya doğru Jordaan (Garden) bölgesi, kuzeyde Damsquare, doğuda Rembrandtplein var. Damsquare’i tercih ediyoruz ve Singel kanalı ve Spui meydanını geçtikten sonra Dam meydandayız. Taksiler, tramvaylar, yayalar herkes buraya toplanmış sanki… Eski kraliyet sarayı ve Madam Tussaud müzesi de burada. Oturup soluklanmak için birkaç bank var ama galiba karnımız acıktı, yemek yeme vakti geldi. Rokin caddesinden aşağı iniyoruz ve bir Falafel dükkanına giriyoruz. Aslında birçok falafel ve shoarma dükkanı mevcut ve hepsi lezzet olarak nerdeyse birbirinin aynısı. Falafel bir tür nohut köftesi, shoarma ise dönere çok benziyor fakat daha çok kavurma gibi tavada pişiriliyor. İkisi de Ortadoğu kökenli, Mısır, Lübnan ve çevre ülkelerde çok popüler. Shoarma ve falafel’i tercih etmemizin iki sebebi var, kişi başı 4-5 EUR’a doyuracak kadar ucuz olmaları ve domuz eti olmamaları. Fakat Ortadoğu stili olduklarından bu dükkanlar çok salaş… Eğer salaş değil de daha kaliteli bir yemek isterseniz Arjantin restoranlarını tavsiye edebilirim. En iyilerinden biri de El Rancho. Arjantin steak servis eden bu restoranlar gerçek biftek deneyimi için birebir. Tabi kişi başı 25-30 EUR gözden çıkarmanız şartı ile… Avrupada pişmiş et kavramı farklı olduğundan ancak well-done yani çok pişmiş sipariş ederseniz bizim alıştığımız normal pişmiş et getiriyorlar. Rokin çok geniş bir ana cadde, kuzeye giderseniz Damrak ile birleşip Centraal Station’a kadar ulaşıyor. Rokin’de külahta Belçika usulü patates kızartması da yiyebilirsiniz, ortalama 2-3 EUR civarında ama eğer Brüksel’e gitmek gibi bir planınız varsa patates kızartmasının kralı için Brüksel’i beklemenizi tavsiye ederim. Amsterdam’da hemen her köşede görebileceğiniz bir süpermarket var; Albert Heijn. Burası özellikle atıştırmalık almak için çok uygun bir yer, fiyatları ve çeşitleri gerçekten çok güzel. Yemek sonrası tatlı niyetine buz gibi şişelerde bekleyen %100 saf taze portakal suyu, ve birer adet cevizli çörek alıyoruz. 500 ml portakal suyu 1,5 EUR, 1 litrelik olanı 2,5 EUR, çörekler ise 1-2 EUR arası. Meyva sularının mango, ananas ve diğer meyvelerden karışık olanları ile çok çeşitli alternetifleri var. Özellikle hepsinin %100 meyva olması, içinde hangi meyvadan kaç adet olduğunun yazması, çok taze olması ve neredeyse sudan ucuz olması(Avrupa ülkelerinde 500 ml su 2 EUR civarında) bizi Albert Heijn marketlerinin müdavimi yapıyor.
Karnımızı da doyurduktan sonra kendimizi tekrar sokaklara bırakıyoruz, bu seferki hedefimiz at nalı şeklindeki kanalların en içteki kısmı olan Redlight, Nieuwmarkt ve çevresi. Sokaklarda yürürken kendinizi bir anda Redlight bölgesinde buluyorsunuz herhangi bir uyarı, levha ya da buna benzer bir şey yok. Redlight, kadınların iç çamaşırları ile vitrinde müşteri bekledikleri bir bölge… Öyle evler var ki alt katları böyle iken üst katlarında aileler oturuyor ve vitrinler olmasa oranın Redlight olduğunu anlamak imkansız. Böyle olmasına rağmen kesinlikle güvenlik problemi yok, çiftler elele tutuşup rahatça yürüyebiliyor, kimse kimseyi rahatsız etmiyor. Etrafta sivil polis ve kameralar dolu. Fotoğraf çekmek yasak olduğundan fotoğraf alamıyoruz. Şehrin en eski kiliselerinden biri belki de en eskisi Oude Kerk (Old Church – Eski Kilise) tam da Redlight bölgesinin içinde. Gezilmeye değer yapısı ile biraz daha vaktimizi alıyor. Nieuwemarkt da bu bölgeye yakın olduğundan buradaki sokaklar da bizi davet ediyor kendine. Amsterdam’daki ilk günümüz yavaş yavaş geceye dönerken Coffee Company’de bir mola veriyoruz ve 3 EUR tutarındaki capuccino’larımızı keyifli bir şekilde yudumlarken önümüzdeki kanal manzarası bizi büyülüyor. Deri koltuklara yaslanarak dönüş yolu için enerji topluyoruz. Coffee Company, Starbucks konseptinde bir kahve mağazası… Ortadaki uzun masasına ders çalışmak için gelen gençleri, arkadaki kütüphanede kitap okuyup kahve içen entelektüelleri ve ön taraftaki kanal manzaralı deri koltukları ile gerçekten muhteşem görünüyor.
Amsterdam’da aslında kafeterya bakımından birçok seçenek mevcut. Fakat bu kafelerin birçoğu uyuşturuculu kahve, kek, çörek türü ürünler sattığından buraları uyuşturucu kullanmayanlar için pek de ideal yerler değil. Uyuşturuculu ürün satmak serbest fakat uyuşturucu yetiştirmek yasak. “İçine koyduğunuz maddeyi nereden temin ediyorsunuz” diye sorduğunuzda bu bilgiyi veremediklerini söylüyorlar. Başlangıç, orta ve ileri gibi seviyeleri var uyuşturuculu yiyecek-içeceklerin. Bu tip kafelere “Bulldog cafe” diyorlar genelde ve kapılarında farkedilir büyüklükte “Bulldog” amblemi var. Zaten buralarda esrarlı sigara da serbest olduğundan yayılan koku sayesinde yaklaşık 100 metre uzaktan anlıyorsunuz bir “Bulldog cafe”ye yaklaştığınızı…
Geceyi otelimizde geçiriyoruz, sabah olduğunda arka bahçedeki kuş sesleri bizi uyandırıyor. Vondelpark’a yakın olduğumuzdan sabahleyin burayı gezmek ideal geliyor fakat ertesi gün saat 15’te KLM ile Dusseldorf’a uçmayı oradan da Essen’daki yakınlarımızın düğün törenine katılmayı planlıyoruz. Böylece Vondelpark son güne kalıyor. Bugünkü hedefimiz Plantage bölgesindeki Artis Zoo (Hayvanat Bahçesi) ve Kuzeybatıdaki Jordaan (Garden)… Ayrıca Kalverstraat’a uğrayıp alışveriş yapmasak bile dükkanları gezme fikri çok hoş geliyor. Ama önce sıkı bir kahvaltı ile güne başlamalıyız. Kahvaltımız tipik bir Avrupa kahvaltısı, menüde beyaz peynir ve siyah zeytin yok, tereyağı, fıstık ezmesi, birkaç çeşit ekmek, domuz jambon ve kahve mevcut. Tabi ki domuz jambon haricindeki silip süpürüyoruz...
Tramvaya binerek Artis Zoo’nun tam önünde iniyoruz. Giriş ücreti kişi başı 17 EUR, biraz pahalı gibi duruyor ilk başta ama kesinlikle buna değiyor. Zoo kompleksin içinde ayrıca Planetarium denilen bitki ve böceklerin yer aldığı bir bölüm, kelebekler için özel bir oda, çok çeşitli akvaryumların yer aldığı ayrı bir bina bulunuyor. Ek olarak canlı türlerinin tarihçelerinin gerçek fosillerle zenginleştirildiği bir müze de yer almakta. Hayvanat bahçesi olması dolayısı ile aklınıza gelebilecek her türlü hayvan var. Hatta hiç ummadığımız kutup ayısı, fok balığı gibi başka yörelere ait hayvanları da görüyoruz. Burası çok büyük olduğundan gezmek tüm vaktimizi alıyor. Yaklaşık 3-4 saatimizi burada harcıyoruz, kafeteryada dinlenirken bir de uzay müzesi görüyoruz, yıldızları ve gezegenleri çeşitli model heykellerle anlatıyor fakat sadece flamanca yazıldığından biraz hayal kırıklığına uğruyoruz. Artis Zoo, çocukların gelişimi açısından büyük önem taşıyor, buraya gelen çocuklar büyük bir merakla etrafı geziyor, hayvanlar, bitkiler ve gezegenler hakkında çok detaylı bilgi sahibi oluyor. Hayvanlar kafeslerde değil, etrafını çevreleyen elektrikli teller var. Kendimizi Jurassic Park’taymış gibi hissediyoruz, tellerdeki elektriğin kesilmesi ihtimali bizi biraz korkutuyor ama yine de bir Avrupa ülkesinde olmanın verdiği güveni hala hissediyoruz. Öğlen oluyor ve Artis Zoo’nun tam karşısındaki Falafel dükkanını görüyoruz, içimizdeki Ortadoğu ruhu bizi yine kışkırtıyor ve shoarma pita (Pidede döner) ve falafel’leri mideye indiriyoruz. Aynı zamanda bizim için iyi bir dinlence oluyor.
Öğleden sonra o eşsiz sokaklarda yürüyerek Kalverstraat’a varıyoruz. Sokaklarda yürürken gördüğümüz kanal, geçtiğimiz köprü sayısız. Hepsi birbirinden güzel ve tarihi yerler. Kalverstraat birçok mağaza ile alışverişin kalbinin attığı bir yer. Fiyatlar bize göre pahalı olsa da Blokker adlı mağazadan 1 EUR’a hediyelik bulmak mümkün. Kipling çanta, Camper ayakkabı veya Diesel jean burada bulabileceklerinizden bazıları. Zaman iyice ilerlediğinden bugünün son gezi bölgesi Jordaan’a doğru yol almak üzere Kalverstraat’a veda ediyoruz. Aniden bastıran yağmur nedeni ile bir ağacın altındaki banka sığınıyoruz ve yoldaki insanları bu açıdan seyretmek bize çok keyif veriyor. Köprülere yakın yerlerde çiğ balık satan küçük büfeler mevcut, bizim damak tadımıza pek uygun olmasa da Kuzey Avrupa mutfağının vazgeçilmezlerinden… Oturduğumuz bankın tam karşısındaki bu büfelerden birini uzunca bir süre inceleme fırsatı bulunca çiğ balığın düşündüğümüzden de çok müşterisi olduğunu anlıyoruz.
Amsterdam’ı dolaşmanın yollarından biri de kanal turu yapmak. 11 EUR karşılığı 1 saat boyunca hemen tüm kanallarda tekne ile dolaşabilir, etraftaki mimari hakkında bilgi alabilirsiniz. Kanalın ucundan kuzey denizine açılan iç denize doğru çıkınca şehrin modern gökdelenleri de görülebiliyor. Kanal turu sırasında tam da iç denize açılmışken bozan hava bizi biraz korkutuyor fakat endişelenecek bir şey yok, 3 dakika sonra tekrar güvenli limandayız.
Jordaan bölgesi eskiden soyluların bahçelerinin bulunduğu bir bölge olduğundan gayet sakin ve sessiz, kafa dinlemek için ideal. Çok fazla anlatacak bir şey yok, sakin sokaklarda yürümek, sessizliğin tadını çıkarmak dinlencenin yegane yolu. Artık karanlık iyice çökmeye başladığından tramvaya atlıyoruz ve otelimize doğru yol alıyoruz. Otele gitmek için kullandığımız tramvay 2 no’lu hat, eğer Osdorp veya Overtoom bölgesine gidiyorsanız 1 veya 17 no’lu tramvaya binmeniz gerekir. 17 no’lu hat şehrin içinden direk giderken 1 no’lu hat şehrin çevresinden dolaşıyor. Böylece Türk mahallesini yani Türk dükkanlarını, kebapçılarını görme şansınız oluyor.
Üçüncü ve son güne uyanırken aklımızda Vondelpark var. Otelimize çok yakın olması sebebi ile kahvaltı ve check-out işlemlerinden hemen sonra Vondelpark’a doğru yürümeye başlıyoruz. Valizleri otelde bıraktığımızdan rahatça yürüyebiliyoruz. Zaten hava soğuk olmasına rağmen yağış ya hiç yok ya da çok az, yürümeye oldukça elverişli. Vondelpark’a geldiğimizde karşılaştığımız manzara inanılmaz. Burası yüz yıl kadar önce yapay olarak oluşturulmuş. Ağaçlar, parklar, yapay göller, koşu parkurları çok etkileyici. Küçük-büyük, yaşlı-çocuk, kadın-erkek demeden herkes koşuyor, spor yapıyor. Orta yaşlı insanların en fazla 30 yaşında gözükmesinin sebebi bu olsa gerek diye düşünüyoruz. Vondelpark fotoğraf meraklıları için harika kareler sunuyor, biz de birkaç kare pozlayıp bu fırsattan yararlanıyoruz. Parktaki gezimiz yaklaşık 1 saat sürüyor ama vaktimiz olsa birkaç saatimizi daha rahatlıkla geçirebileceğimiz bir yer. Dönüşte farklı bir kapıdan çıkınca yönümüzü doğal olarak kaybediyoruz, haritaya bakınca ters yönde olduğumuz hemen anlaşılıyor. Tekrar parkın içinden geçip girdiğimiz kapıdan çıkıyoruz. Bu parka veda etmek bizim için hayli zor oluyor. Kesinlikle görülmesi gereken bir yer olarak not ediyoruz.
Otele dönüp valizlerimizi aldıktan sonra 2 no’lu tramvay ile Centraal Station’a oradan da tren ile Schiphol’e doğru yol alıyoruz. Ardımızda Amsterdam’ın kendine özgü mimarisi ile donatılmış sokakları, Coffee Shop’un kahveleri, Albert Heijn’ın cevizli çörekleri ve portakal suyu, sapsarı küçük Hollandalı şirinler ve daha birçok şeyi bırakmış olmanın verdiği burukluk var içimizde. Halikarnas balıkçısının “Sanma ki sen geldiğin gibi gideceksin, senden öncekiler de böyleydiler. Akıllarını hep Bodrum’da bırakıp gittiler.” sözü aklımıza geliyor ve bir yanımızı Amsterdam’da bırakarak kuzey’in incisinde rüya gibi 2 geceden sonra yeni limanlara yelken açmak umudu ile evimize dönüyoruz.
Türkiye'den direk gitmenizden ziyade öncelikle Berlin'e oradan da tren istasyonundan Amsterdam'a geçmenizi öneririm, çok zevklidir ve ben bunu bir daha yapmayı planlıyorum. Şahsen ben yılbaşı zamanı gittim ve gittiğim zaman Amsterdam'da bilinmesi gerekilen bir olay varmış ki; herhangi bir mevsim olsa bile aniden ufak tefek yağmurlar vs yağabilir miş ve doğru da oldu. Gerçi benim gittiğim dönem göl buz tutmuş insanlar kayak yapıyordu ve feci kar vardı, kendimizi kafeteryalara atalım diyoruz ama full çekiyor turistler sağolsun hangi mevsim olursa olsun saatlerce kahve içip restorandan kalkmamasını da iyi biliyorlar. Kar zamanı çok zevkliydi ama gittiğiniz zaman kesinlikle sağlam meblağlar ile orada vakit geçirmenizi öneririm. Amsterdam denince akla ilk başta hep o güzelim nehir, köprüler filan geliyor ama görülmesi gerekilen o kadar çok tarihi eser yeri var ki anlatamam. 1 Gün içerisinde çok gezemediğimden dolayı bir sonraki tatil planımda direk Berlin oradan da Amsterdam'a geçmeyi planlıyorum.
Eğer bu konuda çizelge isterseniz yardımcı olurum.
merhabalar 3 gun sonra Amsterdamda olacagım çizelge varsa gonderebılırmısınız bana
Ben de haftaya ordayım..tşkler güzel paylaşım için ve şehir önerilerine her zaman açığım :)