Şimdi Ara

Türkü Hikayeleri (3. sayfa)

Bu Konudaki Kullanıcılar:
11 Misafir (4 Mobil) - 7 Masaüstü4 Mobil
5 sn
92
Cevap
6
Favori
259.057
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: önceki 12345
Sayfaya Git
Git
sonraki
Giriş
Mesaj
  • quote:

    Orijinalden alıntı: zayef-

    Türkünün Adı:Cemilem
    Türkünün Yöresi : Muğla

    Türkünün Sözleri

    Cemile'min gezdiği dağlar meşeli imanım
    Haydi üç gün oldu cemilem ben bu derde düşeli

    Gaydiri gubbak cemile'm
    Nasıl nasıl edelim biz bu işe
    Nikamızı kıysın
    Ünnen gelin hoca memiş'e

    Cemile gız ne gezersin hayatta
    Basma da fistan, parlak da potin ayakta

    Gaydiri gubbak cemile'm
    Nasıl nasıl edelim biz bu işe
    Nikamızı kıysın
    Ünnen gelin hoca memiş'e

    Cemile'nin fistanı saman sarısı imanım
    Haydi gören sancak cemile'm gızı memur garısı

    Gaydiri gubbak cemile'm
    Nasıl nasıl edelim biz bu ise
    Nikamızı kıysın
    Ünnen gelin hoca memiş'e

    HİKAYESİ

    Türkünün bağlantı bölümü: "Gaydırı gubbak Cemile'm nasıl nasıl edelim bu işe / Nikahımızı gıysın ünnen gelin Hoca Memiş'e" şeklinde okunmaktadır. Burdur ve yöresinde "guddak" Muğla'da "gubbak" şeklinde söylenen sözcüklerin oldukça müstehcen olduğu, İzmir Radyosundan emekli, Ege Üniversitesi Türk Müziği Devlet Konservatuarında öğretim görevlisi olarak çalışan Hamit Çine tarafından ifade edilmişti. Repertuvar kayıtlarında bu dizeler: "Haydi de hopbak Cemilem nasıl nasıl edelim bu işe / Nikahımızı gıysın ünnen gelin Hoca Memiş'e" olmasına rağmen ısrarla "gaydırı gubbak" şeklinde okunmaya devam edilmektedir.
    Türkünün Adı:Drama Köprüsü
    Türkünün Yöresi : Trakya Yöresi

    Türkünün Sözleri

    Drama köprüsü Hasan dardır geçilmez
    Soğuktur suları Hasan bir tas içilmez
    At martinini Debreli Hasan dağlar inlesin
    Drama mahpusunda Hasan Karakedi dinlesin

    Mezar taşlarını Hasan koyun mu sandın
    Adam öldürmeyi Hasan oyun mu sandın
    At martinini Debreli Hasan dağlar inlesin
    Drama mahpusunda Hasan dostlar dinlesin

    Drama köprüsü Hasan dardır daracık
    Çok istemem Yanko Çorbacı bin beş yüz liracık
    At martinini Debreli Hasan dağlar inlesin
    Drama mahpusunda Hasan Karakedi dinlesin

    Drama köprüsünü Hasan gece mi geçtin
    Ecel şerbetini Hasan ölmeden mi içtin
    At martinini Debreli Hasan dağlar inlesin
    Drama mahpusunda Hasan dostlar dinlesin

    HİKAYESİ

    Debreli Hasan, Drama'da yetişmiştir.Debreli namıyla mübadele öncesi dönemde Drama-Serez-Sarısaban bölgelerinde faaliyet göstermiş bir halk kahramanı eşkiyadır. Drama köprüsünü,o devrin haksızlıkla para kazanan halkı ezen zenginlerinden aldığı haraçla yaptırmıştır.Debreli Hasan'ın yaşadığı,dönem kesinlikle bilinmemekle beraber Çakırcalı Efe ile çağdaş olduğu görüşleri,hatta atıştıklarına dair hikayeler onun 1870-1920 yılları arasında Makedonya dağlarında egemen olduğunu göstermektedir. Bu konuda halk arasında söylenen menkibeye göre;Selanikli Yahudi bir tüccar ticaret için İzmir'e gidecektir.Eğer bu civar dağlarda hükümran olan Debreli'den geçsen, Ege dağlarında Çakırcalı'dan geçemezsin denir,kendisine.Nitekim de öyle olur.

    Debreli'nin çetesinde pek çok kişi yoktur.Bilinen Karakedi namıyla bir tek kızanı olduğudur.Halka onu sevdiren eşkıya kişiliğinin en üstün tarafı ise fakirlere yardım etmesi,bilhassa birbirini seven yoksul gençleri evlendirmesidir.Bu konuda şöyle bir menkıbe de vardır."Evlenmek niyetinde olan dağlı bir genç,tek danasını almış,İskece pazarına inmektedir.Yolu,Debreli Hasan tarafından kesilir.Delikanlının evlenmek için parası olmadığını anlayınca Debreli kendisine düğün için yetecek parayı verir ve ayrıca danasını satmamasını salık verip uğurlar." Makedon dağlarının Debreli'si sonunda padişah affına uğrar veya söylentiye göre mübadelede güvenlik güçlerinin elinden kaçmayı başarır ve Türkiye'ye göç eder.

    Kısacası Rumeli Türklerinin gönlüne yerleşmiştir efsanesiyle Debreli Hasan.




  • quote:

    Orijinalden alıntı: zayef-

    Türkünün Adı:Drama Köprüsü
    Türkünün Yöresi : Trakya Yöresi

    Türkünün Sözleri

    Drama köprüsü Hasan dardır geçilmez
    Soğuktur suları Hasan bir tas içilmez
    At martinini Debreli Hasan dağlar inlesin
    Drama mahpusunda Hasan Karakedi dinlesin

    Mezar taşlarını Hasan koyun mu sandın
    Adam öldürmeyi Hasan oyun mu sandın
    At martinini Debreli Hasan dağlar inlesin
    Drama mahpusunda Hasan dostlar dinlesin

    Drama köprüsü Hasan dardır daracık
    Çok istemem Yanko Çorbacı bin beş yüz liracık
    At martinini Debreli Hasan dağlar inlesin
    Drama mahpusunda Hasan Karakedi dinlesin

    Drama köprüsünü Hasan gece mi geçtin
    Ecel şerbetini Hasan ölmeden mi içtin
    At martinini Debreli Hasan dağlar inlesin
    Drama mahpusunda Hasan dostlar dinlesin

    HİKAYESİ

    Debreli Hasan, Drama'da yetişmiştir.Debreli namıyla mübadele öncesi dönemde Drama-Serez-Sarısaban bölgelerinde faaliyet göstermiş bir halk kahramanı eşkiyadır. Drama köprüsünü,o devrin haksızlıkla para kazanan halkı ezen zenginlerinden aldığı haraçla yaptırmıştır.Debreli Hasan'ın yaşadığı,dönem kesinlikle bilinmemekle beraber Çakırcalı Efe ile çağdaş olduğu görüşleri,hatta atıştıklarına dair hikayeler onun 1870-1920 yılları arasında Makedonya dağlarında egemen olduğunu göstermektedir. Bu konuda halk arasında söylenen menkibeye göre;Selanikli Yahudi bir tüccar ticaret için İzmir'e gidecektir.Eğer bu civar dağlarda hükümran olan Debreli'den geçsen, Ege dağlarında Çakırcalı'dan geçemezsin denir,kendisine.Nitekim de öyle olur.

    Debreli'nin çetesinde pek çok kişi yoktur.Bilinen Karakedi namıyla bir tek kızanı olduğudur.Halka onu sevdiren eşkıya kişiliğinin en üstün tarafı ise fakirlere yardım etmesi,bilhassa birbirini seven yoksul gençleri evlendirmesidir.Bu konuda şöyle bir menkıbe de vardır."Evlenmek niyetinde olan dağlı bir genç,tek danasını almış,İskece pazarına inmektedir.Yolu,Debreli Hasan tarafından kesilir.Delikanlının evlenmek için parası olmadığını anlayınca Debreli kendisine düğün için yetecek parayı verir ve ayrıca danasını satmamasını salık verip uğurlar." Makedon dağlarının Debreli'si sonunda padişah affına uğrar veya söylentiye göre mübadelede güvenlik güçlerinin elinden kaçmayı başarır ve Türkiye'ye göç eder.

    Kısacası Rumeli Türklerinin gönlüne yerleşmiştir efsanesiyle Debreli Hasan.

    Alıntıları Göster
    mesaj bulunsun




  • quote:

    Orijinalden alıntı: Kelt

    mesaj bulunsun

    Alıntıları Göster
    Türkünün Adı :Ala Geyik
    Türkünün Yöresi : Adana

    Türkünün Sözleri

    Ben de gittim bir geyiğin avına
    Geyik çekti beni kendi dağına
    Tövbeler tövbesi geyik avına

    Siz gidin kardaşlar kaldım burada
    Aman anam burada
    Siz gidin avcılar kaldım burada
    Aman anam burada

    Ben giderken kaya başı kar idi
    Yel vurdu da erim erim eridi
    Ak bilekler taş üstünde çürüdü

    Urganım kayada asılı kaldı
    Esbabım sandıkta basılı kaldı
    Nişanlım sılada küsülü kaldı

    Kayanın dibine çadır kursunlar
    Çifte davul çifte zurna vursunlar
    Nişanlımı kardeşime versinler

    HİKAYESİ

    Halil, dal gibi bir genç. Bir de atıcı ki ehh! İşi, gücü geyikler Halil'in. Sırtlandı mı tüfeğini omuzuna, ver elini Gavur Dağları. Bir gün, beş gün olsa neyse ne! Bir hafta, on gün dağda kaldığı oluyor Halil'in. Gelgelelim geride bir anası, bir de nişanlısı var Halil'in. Bir nişanlı ki, melek gibi. Halil'e de çok bağlı. Ödü kopuyor Halil dağa gidecek de gelmeyecek diye. Anası derseniz, hepten karşı Halil'in geyik avına gitmesine. Ne zaman ki Halil azığını hazırlayıp atın terkisine atar heybesini; anası yapışır yularına atın; "Ey oğul oğul. Gel vaz geç şu geyik avından. Yuva yıkanının yuvası olmaz. İflah olmazsın. Sonu iyi gelmez. Gel vaz geç. Bak baban da bu yüzden iflah olmadı. Ne yapacaksın bunca geyik postunu. Yüreğim razı değil. Atalar geyik avı tekin değil demiş. Bugün olmazsa; yarın bir iş gelir geyik avlayanın başına. Kurbanın olam oğul, terk et bu işi".

    Halil'dir tutkun ava. Hiç durur mu? Atlar atma; atlar ya, anasını da kırmaya gönlü razı olmaz. "Ana, bu son olacak. Bir daha söz olsun geyik avına gitmek yok. " Bakar olacağı yok, ardından seslenir anası. "Oğul oğul. Madem ki inat ediyorsun. Bari yavru geyiklere, yavrulu geyiklere kurşun atma. Yuvalarını yıkıp, öksüz koma."

    Bir yandan anası, bir yandan Zeynep. Ne kadar yalvarır yakarırlar ama boş. Caydıramazlar Halil'i geyik avından. Her seferinde "Bu son olacak. Tövbeler olsun artık geyik avına" der, sonra yine bildiğini okur Halil. Hele iyi bir av yapıp, yüklendi mi sırtına geyikleri, kınalı keklikleri; deyme keyfine. Köyün orta yerine bir ateş yakarlar. Bir ateş ki, dumanı gökleri tutar. Ne zaman ki alev biter, köz olur odun; atarlar geyikleri üstüne, bir şenlik, bir şölen. Bir hay hay, bir vay vay karışır gider birbirine. Tüm köylü birlik olup, çevirir ateşin etrafını. Güle eğlene yerler geyik etlerini. Yerler de bir yandan da Halil'in avcılığını övgülerler. "Bravo arkadaş. Şu koca Çukur'da yoktur senin gibisi" der kimi; kimi de "Zeynep sana helal olsun. İyi avcı olduğun ondan da belli" diyerek yarenlik eder Halil'le.

    Ama her zaman rastgelmez Halil'in işi. Gün olur, dağ bayır dolaşır da, bir tek geyik vuramaz. Hele bir Alageyik var ki, aman aman!

    Ne zaman ki, bu Alageyik çıksa karşısına, o gün hiçbir av yapamaz Halil. Alageyik dersen bir başka geyik. Kurnaz. Çevik. Canlıkanlı bir geyik bu Alageyik. Çıkar bir kayanın başına, "gel beni vur" der gibi döş verir Halil'e. Halil'dir yatar sipere. Tam nişanlar geyiği. Gez göz arpacık, demeğe kalmadan geyik kayıp! Bir de bakar ki, arkadaki kayaya geçmiş Alageyik. Döner Halil. Sürünerek yaklaşır. Yatar sipere. Ne mümkün! Kayalardan kayalara zıplar da sonunda kaybolur gider Alageyik. Halil fellik fellik kovalar Alageyiği. Sonunda yorgun düşer, uzanır bir ağaç gölgesine. Sözün kısası, Alageyiğe rastladığı gün tek kurşun atamaz Halil.

    Böylesi günlerde, geyikler üstüne duyduklarını düşler bir bir. Bazı geyikler tekin değilmiş Cinler mi, periler mi geyik kılığına girer de dağdan dağa koşuştururmuş avcıları. Alageyiğe rastladığı gün Halil bu geyiğin de tekin olmadığını geçirir içinden. Bırakmayı düşünür avcılığı. Bırakmayı düşünür ya, av tutkusu kor mu tüfeğini duvara assın. Alageyiğin tekin olmadığına inanır aslında. İnanır ama, rastladığı zaman da kovup kovalamaktan geri durmaz. Önündeki kayadan kaybedip, arkadaki kayadan görünce Alageyiği, iyice inanır onun tekin olmadığına. Bir yandan da peşinden at kovar. Zeynep'in yalvarılarını en çok böylesi durumlarda ansır. Ve söylenir kendi kendine "Hele bir düğün olsun. Bırakırım avı. Zaten bu geyikler tuhaf yaratıklar. Anlamadım gitti."

    Günlerden bir gün, Halil yine tüfeği omuzunda, atının sırtında tırmanmış kayalara. Bir de ne görsün, tam karşısındaki kayanın üstünde duruyor Alageyik. Yanında da bir yavru. Bir yavru ki, daha boynuzları çıkmamış. Tüyleri pırıl pırıl. Acemi. Ürkek.

    Halil dar atmış kendini attan aşağı. Siperlemiş kayayı. Basmış tetiğe. Yavru debelenmeye başlamış. Tüfeğini Alageyiğe çevirmiş Halil bu kez. Çevirmiş ama, Alageyik zıplayıp kaybolmuş birden. Varmış, sırtlamış yavru geyiği, dönmüş köyüne. Dönmüş ya, anası açmış ağzını, yummuş gözünü. "Anayı yavrudan ayıran iflah olmaz. Bu son olsun, vazgeç oğul" diye yeniden yakarmış. Ne derse boş! Olan olmuş. Halil de pişmanlık duymuş aslında. Ama, ne gelir elden. Bu efsaneyi anlatanlar der ki, Halil epey bir zaman ava gitmedi. Ta ki, düğün gecesine dek. Davulların, zurnaların eşliğide gerdeğe girdiği geceye kadar, tüfeğine el sürmedi Halil. Sürmedi ama, gözü gönlü dağlarda. Kulakları geyik sesinde. İlk özlemi, Zeynep'ine kavuşmak, ikincisi de geyik avı. Bu iki özlem öylesine karışır ki bazen, koparıp atamaz birbirinden. Gün günü eskitir; özlem özlemi kamçılar. Ve gelir düğün gününe dayanır. Dayanır ki, bir yanda davullar zurnalar; öte yanda saz söz. Üç gün; üç gece sürer düğün. Erkekler bir yanda halay çekip lorke oynarken; kadınlar da kendi aralarında eğleniyorlar. Maniler söyleyip, oyunlar oynuyorlar. Dağdan taşınan odunlar, gece yığılır köy meydanına... Bir ateş yakılır; sinsin ateşi. Sonra da sinsin oynanır etrafında ateşin, güreşler tutulur.

    Üçüncü günün akşamı, güvey tıraşı yapılır. Ağır ağır tıraş eder güveyi berber. Bir yandan da kabak kemane, debildek çalar çengiler. Güvey tıraş edilirken, töreler gereği herkes bir bahşiş karşılığı şişelerle kolonya serper seyircilere. Ama bu bahşiş dolgun bir bahşiştir. Güveyin yakınları, arkadaşları daha çok bahşiş atmak için yarışırlar birbirleriyle. Güveyin tıraşından sonra, sağdıçlar oturur berber koltuğuna. Onların tıraşı da törenle tamamlanır. Sonra güvey sağdıçların arasında düşer yola. Bir yandan da gençler "Atalım atalım" çeker. Karşıdan "Nereye" diye sorarlar "Herkesi sevdiğinin kucağına" diye yanıtlarlar. Hep birden silahlar çekilir, havaya kurşunlar sıkılır. Evin kapısına kadar böyle sürer bu. Sonra Halil'in sırtı yumruklanır, salınır içeriye. Gerdek odasının kapısında telli duvağıyla Zeynep ayakta beklemektedir Halil'i. Halil girer gerdek odasına; girer ya kulaklarında bir uğultu, gözlerinde bir karartı. Bir tek ses geliyor kulaklarına, geyik sesi! Hem de evin yanından geliyor ses. Halil durur. Kulak kabartır sesin geldiği yana. Basbayağı geyik sesi bu. Üç günlük yoldan duysa, tanır geyik sesini Halil. Bir durur. "Kör şeytan, kör gözüne lanet" der. Atar adımını içeri. Daha fazla gelmeye başlar geyik sesi. Dayanamaz, duvardaki tüfeğini kaptığı gibi fırlar dışarı. Zeynep'e de "şimdi gelirim" der. Ses yakından uzağa gitmeye başlar. Halil sesin peşinde. Ses Gavur Dağları'na doğru çekilir. Halil de peşinde. O gider ses uzaklaşır. Varır Gavurun Dağı'na ulaşırlar. Ulaşırlar ki, ne görsün Halil. Alageyik çıkmış bir kayanın üstüne, bakıyor Halil'e. Ayın şavkı vurmuş ki pırıl pırıl derisi. Bir de alaylı bakıyor ki Halil'e. Atar bir kayanın siperine kendini Halil. Nişanlar tüfeğini. Tam tetiğe basacak, fırlayıverir Alageyik. Kayıp! Sonra yeniden sesi gelir yakından. Varır Halil. Bakar çıkmış bir kayanın tepesine Alageyik. Kaya da kaya! Üç bir yanı uçurum. Gözü kararır Halil'in. Uçurumu görecek durumda değil. Yeniden yumulur yere. Basar tetiğe. Alageyik yığılır kalır kayanın üstüne. Halil'de bir heyecan, bir sevinç. "Hem Zeynep'e kavuştum, hem de ava", diye geçirir içinden. Bir koşu geyiğin yattığı kayaya yönelir. Tam yanına gelir Alageyiğin, atar elini ki tutsun geyiği, Alageyik fırlar ayağa. Fırlamasıyla da çifteyi sallaması bir olur Halil'e. Tüfek bir yandan, Halil bir yandan boylar uçurumun dibini.

    Gerdek odasında da Zeynep bir bekler, iki bekler, bakar geleceği yok Halil'in. Koşar tüfeğin asılı olduğu duvara bakar. Tüfeğin yerinde yeller esiyor. Fırlar allı duvağıyla dışarı Zeynep. Fırlar da anlatır durumu sağdıçlara. Herkeste bir merak, bir telaş. Nerdeyse gün ağaracak, Halil yok ortalıkta. "Gerdek gecesi güvey kalır mı dışarda. Mutlaka başına bir iş geldi" derler. Köy gençleri gruplar halinde düşerler dağ yoluna. Şu tepe senin, bu tepe benim. Adım adım.

    Derler ki, köy gençleri ve al duvaklı Zeynep, Halil'in düştüğü uçurumun kenarına ulaştıklarında, Halil'in sesi bir inilti gibi geliyordu uçurumun dibinden. "İp salalım çekelim yukarı" derler. Diyene kalmaz ses seda kesilir Halil'de. Zeynep'tir bir al duvağına bakar, bir uçurumun dibinde yatan Halil'e. "Sensiz dünya haram bana" der, bırakır kendini Halil'in yattığı uçurumun dibine.

    O gün, bugündür bir ses gelir kayalıklardan. Uğuldar uğuldar bir türkü olur. Bu ses geyik avına tövbeler eden Halil'in yanık sesidir der duyanlar.

    Bu efsaneyi, dilden dile; kulaktan kulağa ulaştıranlar birşey daha derler. Uçurumun dibindeki iki sevgilinin mezarlarının üstünde, her yılın ilkbaharında, aynı günlerde, tam seher vakti tanyeri ağarırken iki tek çiçek açar. Bu çiçeğin biri kırmızı, duvak renginde, öteki mavi açar. Tam çiçekler boylanıp, birbirine kavuşacakken, ötelerden bir geyik uçarak gelir, çiçekleri yer. Bu her yıl böyle sürer gider. Çiçekler kavuşamaz birbirine.




  • quote:

    Orijinalden alıntı: zayef-

    Türkünün Adı :Ala Geyik
    Türkünün Yöresi : Adana

    Türkünün Sözleri

    Ben de gittim bir geyiğin avına
    Geyik çekti beni kendi dağına
    Tövbeler tövbesi geyik avına

    Siz gidin kardaşlar kaldım burada
    Aman anam burada
    Siz gidin avcılar kaldım burada
    Aman anam burada

    Ben giderken kaya başı kar idi
    Yel vurdu da erim erim eridi
    Ak bilekler taş üstünde çürüdü

    Urganım kayada asılı kaldı
    Esbabım sandıkta basılı kaldı
    Nişanlım sılada küsülü kaldı

    Kayanın dibine çadır kursunlar
    Çifte davul çifte zurna vursunlar
    Nişanlımı kardeşime versinler

    HİKAYESİ

    Halil, dal gibi bir genç. Bir de atıcı ki ehh! İşi, gücü geyikler Halil'in. Sırtlandı mı tüfeğini omuzuna, ver elini Gavur Dağları. Bir gün, beş gün olsa neyse ne! Bir hafta, on gün dağda kaldığı oluyor Halil'in. Gelgelelim geride bir anası, bir de nişanlısı var Halil'in. Bir nişanlı ki, melek gibi. Halil'e de çok bağlı. Ödü kopuyor Halil dağa gidecek de gelmeyecek diye. Anası derseniz, hepten karşı Halil'in geyik avına gitmesine. Ne zaman ki Halil azığını hazırlayıp atın terkisine atar heybesini; anası yapışır yularına atın; "Ey oğul oğul. Gel vaz geç şu geyik avından. Yuva yıkanının yuvası olmaz. İflah olmazsın. Sonu iyi gelmez. Gel vaz geç. Bak baban da bu yüzden iflah olmadı. Ne yapacaksın bunca geyik postunu. Yüreğim razı değil. Atalar geyik avı tekin değil demiş. Bugün olmazsa; yarın bir iş gelir geyik avlayanın başına. Kurbanın olam oğul, terk et bu işi".

    Halil'dir tutkun ava. Hiç durur mu? Atlar atma; atlar ya, anasını da kırmaya gönlü razı olmaz. "Ana, bu son olacak. Bir daha söz olsun geyik avına gitmek yok. " Bakar olacağı yok, ardından seslenir anası. "Oğul oğul. Madem ki inat ediyorsun. Bari yavru geyiklere, yavrulu geyiklere kurşun atma. Yuvalarını yıkıp, öksüz koma."

    Bir yandan anası, bir yandan Zeynep. Ne kadar yalvarır yakarırlar ama boş. Caydıramazlar Halil'i geyik avından. Her seferinde "Bu son olacak. Tövbeler olsun artık geyik avına" der, sonra yine bildiğini okur Halil. Hele iyi bir av yapıp, yüklendi mi sırtına geyikleri, kınalı keklikleri; deyme keyfine. Köyün orta yerine bir ateş yakarlar. Bir ateş ki, dumanı gökleri tutar. Ne zaman ki alev biter, köz olur odun; atarlar geyikleri üstüne, bir şenlik, bir şölen. Bir hay hay, bir vay vay karışır gider birbirine. Tüm köylü birlik olup, çevirir ateşin etrafını. Güle eğlene yerler geyik etlerini. Yerler de bir yandan da Halil'in avcılığını övgülerler. "Bravo arkadaş. Şu koca Çukur'da yoktur senin gibisi" der kimi; kimi de "Zeynep sana helal olsun. İyi avcı olduğun ondan da belli" diyerek yarenlik eder Halil'le.

    Ama her zaman rastgelmez Halil'in işi. Gün olur, dağ bayır dolaşır da, bir tek geyik vuramaz. Hele bir Alageyik var ki, aman aman!

    Ne zaman ki, bu Alageyik çıksa karşısına, o gün hiçbir av yapamaz Halil. Alageyik dersen bir başka geyik. Kurnaz. Çevik. Canlıkanlı bir geyik bu Alageyik. Çıkar bir kayanın başına, "gel beni vur" der gibi döş verir Halil'e. Halil'dir yatar sipere. Tam nişanlar geyiği. Gez göz arpacık, demeğe kalmadan geyik kayıp! Bir de bakar ki, arkadaki kayaya geçmiş Alageyik. Döner Halil. Sürünerek yaklaşır. Yatar sipere. Ne mümkün! Kayalardan kayalara zıplar da sonunda kaybolur gider Alageyik. Halil fellik fellik kovalar Alageyiği. Sonunda yorgun düşer, uzanır bir ağaç gölgesine. Sözün kısası, Alageyiğe rastladığı gün tek kurşun atamaz Halil.

    Böylesi günlerde, geyikler üstüne duyduklarını düşler bir bir. Bazı geyikler tekin değilmiş Cinler mi, periler mi geyik kılığına girer de dağdan dağa koşuştururmuş avcıları. Alageyiğe rastladığı gün Halil bu geyiğin de tekin olmadığını geçirir içinden. Bırakmayı düşünür avcılığı. Bırakmayı düşünür ya, av tutkusu kor mu tüfeğini duvara assın. Alageyiğin tekin olmadığına inanır aslında. İnanır ama, rastladığı zaman da kovup kovalamaktan geri durmaz. Önündeki kayadan kaybedip, arkadaki kayadan görünce Alageyiği, iyice inanır onun tekin olmadığına. Bir yandan da peşinden at kovar. Zeynep'in yalvarılarını en çok böylesi durumlarda ansır. Ve söylenir kendi kendine "Hele bir düğün olsun. Bırakırım avı. Zaten bu geyikler tuhaf yaratıklar. Anlamadım gitti."

    Günlerden bir gün, Halil yine tüfeği omuzunda, atının sırtında tırmanmış kayalara. Bir de ne görsün, tam karşısındaki kayanın üstünde duruyor Alageyik. Yanında da bir yavru. Bir yavru ki, daha boynuzları çıkmamış. Tüyleri pırıl pırıl. Acemi. Ürkek.

    Halil dar atmış kendini attan aşağı. Siperlemiş kayayı. Basmış tetiğe. Yavru debelenmeye başlamış. Tüfeğini Alageyiğe çevirmiş Halil bu kez. Çevirmiş ama, Alageyik zıplayıp kaybolmuş birden. Varmış, sırtlamış yavru geyiği, dönmüş köyüne. Dönmüş ya, anası açmış ağzını, yummuş gözünü. "Anayı yavrudan ayıran iflah olmaz. Bu son olsun, vazgeç oğul" diye yeniden yakarmış. Ne derse boş! Olan olmuş. Halil de pişmanlık duymuş aslında. Ama, ne gelir elden. Bu efsaneyi anlatanlar der ki, Halil epey bir zaman ava gitmedi. Ta ki, düğün gecesine dek. Davulların, zurnaların eşliğide gerdeğe girdiği geceye kadar, tüfeğine el sürmedi Halil. Sürmedi ama, gözü gönlü dağlarda. Kulakları geyik sesinde. İlk özlemi, Zeynep'ine kavuşmak, ikincisi de geyik avı. Bu iki özlem öylesine karışır ki bazen, koparıp atamaz birbirinden. Gün günü eskitir; özlem özlemi kamçılar. Ve gelir düğün gününe dayanır. Dayanır ki, bir yanda davullar zurnalar; öte yanda saz söz. Üç gün; üç gece sürer düğün. Erkekler bir yanda halay çekip lorke oynarken; kadınlar da kendi aralarında eğleniyorlar. Maniler söyleyip, oyunlar oynuyorlar. Dağdan taşınan odunlar, gece yığılır köy meydanına... Bir ateş yakılır; sinsin ateşi. Sonra da sinsin oynanır etrafında ateşin, güreşler tutulur.

    Üçüncü günün akşamı, güvey tıraşı yapılır. Ağır ağır tıraş eder güveyi berber. Bir yandan da kabak kemane, debildek çalar çengiler. Güvey tıraş edilirken, töreler gereği herkes bir bahşiş karşılığı şişelerle kolonya serper seyircilere. Ama bu bahşiş dolgun bir bahşiştir. Güveyin yakınları, arkadaşları daha çok bahşiş atmak için yarışırlar birbirleriyle. Güveyin tıraşından sonra, sağdıçlar oturur berber koltuğuna. Onların tıraşı da törenle tamamlanır. Sonra güvey sağdıçların arasında düşer yola. Bir yandan da gençler "Atalım atalım" çeker. Karşıdan "Nereye" diye sorarlar "Herkesi sevdiğinin kucağına" diye yanıtlarlar. Hep birden silahlar çekilir, havaya kurşunlar sıkılır. Evin kapısına kadar böyle sürer bu. Sonra Halil'in sırtı yumruklanır, salınır içeriye. Gerdek odasının kapısında telli duvağıyla Zeynep ayakta beklemektedir Halil'i. Halil girer gerdek odasına; girer ya kulaklarında bir uğultu, gözlerinde bir karartı. Bir tek ses geliyor kulaklarına, geyik sesi! Hem de evin yanından geliyor ses. Halil durur. Kulak kabartır sesin geldiği yana. Basbayağı geyik sesi bu. Üç günlük yoldan duysa, tanır geyik sesini Halil. Bir durur. "Kör şeytan, kör gözüne lanet" der. Atar adımını içeri. Daha fazla gelmeye başlar geyik sesi. Dayanamaz, duvardaki tüfeğini kaptığı gibi fırlar dışarı. Zeynep'e de "şimdi gelirim" der. Ses yakından uzağa gitmeye başlar. Halil sesin peşinde. Ses Gavur Dağları'na doğru çekilir. Halil de peşinde. O gider ses uzaklaşır. Varır Gavurun Dağı'na ulaşırlar. Ulaşırlar ki, ne görsün Halil. Alageyik çıkmış bir kayanın üstüne, bakıyor Halil'e. Ayın şavkı vurmuş ki pırıl pırıl derisi. Bir de alaylı bakıyor ki Halil'e. Atar bir kayanın siperine kendini Halil. Nişanlar tüfeğini. Tam tetiğe basacak, fırlayıverir Alageyik. Kayıp! Sonra yeniden sesi gelir yakından. Varır Halil. Bakar çıkmış bir kayanın tepesine Alageyik. Kaya da kaya! Üç bir yanı uçurum. Gözü kararır Halil'in. Uçurumu görecek durumda değil. Yeniden yumulur yere. Basar tetiğe. Alageyik yığılır kalır kayanın üstüne. Halil'de bir heyecan, bir sevinç. "Hem Zeynep'e kavuştum, hem de ava", diye geçirir içinden. Bir koşu geyiğin yattığı kayaya yönelir. Tam yanına gelir Alageyiğin, atar elini ki tutsun geyiği, Alageyik fırlar ayağa. Fırlamasıyla da çifteyi sallaması bir olur Halil'e. Tüfek bir yandan, Halil bir yandan boylar uçurumun dibini.

    Gerdek odasında da Zeynep bir bekler, iki bekler, bakar geleceği yok Halil'in. Koşar tüfeğin asılı olduğu duvara bakar. Tüfeğin yerinde yeller esiyor. Fırlar allı duvağıyla dışarı Zeynep. Fırlar da anlatır durumu sağdıçlara. Herkeste bir merak, bir telaş. Nerdeyse gün ağaracak, Halil yok ortalıkta. "Gerdek gecesi güvey kalır mı dışarda. Mutlaka başına bir iş geldi" derler. Köy gençleri gruplar halinde düşerler dağ yoluna. Şu tepe senin, bu tepe benim. Adım adım.

    Derler ki, köy gençleri ve al duvaklı Zeynep, Halil'in düştüğü uçurumun kenarına ulaştıklarında, Halil'in sesi bir inilti gibi geliyordu uçurumun dibinden. "İp salalım çekelim yukarı" derler. Diyene kalmaz ses seda kesilir Halil'de. Zeynep'tir bir al duvağına bakar, bir uçurumun dibinde yatan Halil'e. "Sensiz dünya haram bana" der, bırakır kendini Halil'in yattığı uçurumun dibine.

    O gün, bugündür bir ses gelir kayalıklardan. Uğuldar uğuldar bir türkü olur. Bu ses geyik avına tövbeler eden Halil'in yanık sesidir der duyanlar.

    Bu efsaneyi, dilden dile; kulaktan kulağa ulaştıranlar birşey daha derler. Uçurumun dibindeki iki sevgilinin mezarlarının üstünde, her yılın ilkbaharında, aynı günlerde, tam seher vakti tanyeri ağarırken iki tek çiçek açar. Bu çiçeğin biri kırmızı, duvak renginde, öteki mavi açar. Tam çiçekler boylanıp, birbirine kavuşacakken, ötelerden bir geyik uçarak gelir, çiçekleri yer. Bu her yıl böyle sürer gider. Çiçekler kavuşamaz birbirine.

    Alıntıları Göster
    Türkünün Adı :Atina Da Köşeli
    Türkünün Yöresi : Balıkesir

    Türkünün Sözleri

    Atina da köşeli
    İçi mermer döşeli
    Tam yedi yıl oldu
    Ben Yunan'a düşeli

    Turnam turnam
    Ben Atina'da durmam

    Atina'nın urganı
    Telli olur yorganı
    Üç çocuğu sorarsan
    Balıkların kurbanı

    Turnam turnam
    Ben Atina'da durmam

    HİKAYESİ

    İstiklal Savaşı sırasında Yunan komutanı gelin giden bir kızı zorla alır ve evlenir. Çocukları olur. Bu sırada Türk ordusu İzmir'e doğru ilerlerken Yunan komutanı kadını da alarak Atina'ya kaçar. Kadın, yedi yıl Atina'da yaşadıktan sonra Ahmet Bey isminde bir Türk'ün yardımıyla kaçar ve eski nişanlısına döner. Bu kaçış sırasında Yunan komutandan olan çocuklarını da denize atmıştır.




  • quote:

    Orijinalden alıntı: zayef-

    Türkünün Adı :Ala Geyik
    Türkünün Yöresi : Adana

    Türkünün Sözleri

    Ben de gittim bir geyiğin avına
    Geyik çekti beni kendi dağına
    Tövbeler tövbesi geyik avına

    Siz gidin kardaşlar kaldım burada
    Aman anam burada
    Siz gidin avcılar kaldım burada
    Aman anam burada

    Ben giderken kaya başı kar idi
    Yel vurdu da erim erim eridi
    Ak bilekler taş üstünde çürüdü

    Urganım kayada asılı kaldı
    Esbabım sandıkta basılı kaldı
    Nişanlım sılada küsülü kaldı

    Kayanın dibine çadır kursunlar
    Çifte davul çifte zurna vursunlar
    Nişanlımı kardeşime versinler

    HİKAYESİ

    Halil, dal gibi bir genç. Bir de atıcı ki ehh! İşi, gücü geyikler Halil'in. Sırtlandı mı tüfeğini omuzuna, ver elini Gavur Dağları. Bir gün, beş gün olsa neyse ne! Bir hafta, on gün dağda kaldığı oluyor Halil'in. Gelgelelim geride bir anası, bir de nişanlısı var Halil'in. Bir nişanlı ki, melek gibi. Halil'e de çok bağlı. Ödü kopuyor Halil dağa gidecek de gelmeyecek diye. Anası derseniz, hepten karşı Halil'in geyik avına gitmesine. Ne zaman ki Halil azığını hazırlayıp atın terkisine atar heybesini; anası yapışır yularına atın; "Ey oğul oğul. Gel vaz geç şu geyik avından. Yuva yıkanının yuvası olmaz. İflah olmazsın. Sonu iyi gelmez. Gel vaz geç. Bak baban da bu yüzden iflah olmadı. Ne yapacaksın bunca geyik postunu. Yüreğim razı değil. Atalar geyik avı tekin değil demiş. Bugün olmazsa; yarın bir iş gelir geyik avlayanın başına. Kurbanın olam oğul, terk et bu işi".

    Halil'dir tutkun ava. Hiç durur mu? Atlar atma; atlar ya, anasını da kırmaya gönlü razı olmaz. "Ana, bu son olacak. Bir daha söz olsun geyik avına gitmek yok. " Bakar olacağı yok, ardından seslenir anası. "Oğul oğul. Madem ki inat ediyorsun. Bari yavru geyiklere, yavrulu geyiklere kurşun atma. Yuvalarını yıkıp, öksüz koma."

    Bir yandan anası, bir yandan Zeynep. Ne kadar yalvarır yakarırlar ama boş. Caydıramazlar Halil'i geyik avından. Her seferinde "Bu son olacak. Tövbeler olsun artık geyik avına" der, sonra yine bildiğini okur Halil. Hele iyi bir av yapıp, yüklendi mi sırtına geyikleri, kınalı keklikleri; deyme keyfine. Köyün orta yerine bir ateş yakarlar. Bir ateş ki, dumanı gökleri tutar. Ne zaman ki alev biter, köz olur odun; atarlar geyikleri üstüne, bir şenlik, bir şölen. Bir hay hay, bir vay vay karışır gider birbirine. Tüm köylü birlik olup, çevirir ateşin etrafını. Güle eğlene yerler geyik etlerini. Yerler de bir yandan da Halil'in avcılığını övgülerler. "Bravo arkadaş. Şu koca Çukur'da yoktur senin gibisi" der kimi; kimi de "Zeynep sana helal olsun. İyi avcı olduğun ondan da belli" diyerek yarenlik eder Halil'le.

    Ama her zaman rastgelmez Halil'in işi. Gün olur, dağ bayır dolaşır da, bir tek geyik vuramaz. Hele bir Alageyik var ki, aman aman!

    Ne zaman ki, bu Alageyik çıksa karşısına, o gün hiçbir av yapamaz Halil. Alageyik dersen bir başka geyik. Kurnaz. Çevik. Canlıkanlı bir geyik bu Alageyik. Çıkar bir kayanın başına, "gel beni vur" der gibi döş verir Halil'e. Halil'dir yatar sipere. Tam nişanlar geyiği. Gez göz arpacık, demeğe kalmadan geyik kayıp! Bir de bakar ki, arkadaki kayaya geçmiş Alageyik. Döner Halil. Sürünerek yaklaşır. Yatar sipere. Ne mümkün! Kayalardan kayalara zıplar da sonunda kaybolur gider Alageyik. Halil fellik fellik kovalar Alageyiği. Sonunda yorgun düşer, uzanır bir ağaç gölgesine. Sözün kısası, Alageyiğe rastladığı gün tek kurşun atamaz Halil.

    Böylesi günlerde, geyikler üstüne duyduklarını düşler bir bir. Bazı geyikler tekin değilmiş Cinler mi, periler mi geyik kılığına girer de dağdan dağa koşuştururmuş avcıları. Alageyiğe rastladığı gün Halil bu geyiğin de tekin olmadığını geçirir içinden. Bırakmayı düşünür avcılığı. Bırakmayı düşünür ya, av tutkusu kor mu tüfeğini duvara assın. Alageyiğin tekin olmadığına inanır aslında. İnanır ama, rastladığı zaman da kovup kovalamaktan geri durmaz. Önündeki kayadan kaybedip, arkadaki kayadan görünce Alageyiği, iyice inanır onun tekin olmadığına. Bir yandan da peşinden at kovar. Zeynep'in yalvarılarını en çok böylesi durumlarda ansır. Ve söylenir kendi kendine "Hele bir düğün olsun. Bırakırım avı. Zaten bu geyikler tuhaf yaratıklar. Anlamadım gitti."

    Günlerden bir gün, Halil yine tüfeği omuzunda, atının sırtında tırmanmış kayalara. Bir de ne görsün, tam karşısındaki kayanın üstünde duruyor Alageyik. Yanında da bir yavru. Bir yavru ki, daha boynuzları çıkmamış. Tüyleri pırıl pırıl. Acemi. Ürkek.

    Halil dar atmış kendini attan aşağı. Siperlemiş kayayı. Basmış tetiğe. Yavru debelenmeye başlamış. Tüfeğini Alageyiğe çevirmiş Halil bu kez. Çevirmiş ama, Alageyik zıplayıp kaybolmuş birden. Varmış, sırtlamış yavru geyiği, dönmüş köyüne. Dönmüş ya, anası açmış ağzını, yummuş gözünü. "Anayı yavrudan ayıran iflah olmaz. Bu son olsun, vazgeç oğul" diye yeniden yakarmış. Ne derse boş! Olan olmuş. Halil de pişmanlık duymuş aslında. Ama, ne gelir elden. Bu efsaneyi anlatanlar der ki, Halil epey bir zaman ava gitmedi. Ta ki, düğün gecesine dek. Davulların, zurnaların eşliğide gerdeğe girdiği geceye kadar, tüfeğine el sürmedi Halil. Sürmedi ama, gözü gönlü dağlarda. Kulakları geyik sesinde. İlk özlemi, Zeynep'ine kavuşmak, ikincisi de geyik avı. Bu iki özlem öylesine karışır ki bazen, koparıp atamaz birbirinden. Gün günü eskitir; özlem özlemi kamçılar. Ve gelir düğün gününe dayanır. Dayanır ki, bir yanda davullar zurnalar; öte yanda saz söz. Üç gün; üç gece sürer düğün. Erkekler bir yanda halay çekip lorke oynarken; kadınlar da kendi aralarında eğleniyorlar. Maniler söyleyip, oyunlar oynuyorlar. Dağdan taşınan odunlar, gece yığılır köy meydanına... Bir ateş yakılır; sinsin ateşi. Sonra da sinsin oynanır etrafında ateşin, güreşler tutulur.

    Üçüncü günün akşamı, güvey tıraşı yapılır. Ağır ağır tıraş eder güveyi berber. Bir yandan da kabak kemane, debildek çalar çengiler. Güvey tıraş edilirken, töreler gereği herkes bir bahşiş karşılığı şişelerle kolonya serper seyircilere. Ama bu bahşiş dolgun bir bahşiştir. Güveyin yakınları, arkadaşları daha çok bahşiş atmak için yarışırlar birbirleriyle. Güveyin tıraşından sonra, sağdıçlar oturur berber koltuğuna. Onların tıraşı da törenle tamamlanır. Sonra güvey sağdıçların arasında düşer yola. Bir yandan da gençler "Atalım atalım" çeker. Karşıdan "Nereye" diye sorarlar "Herkesi sevdiğinin kucağına" diye yanıtlarlar. Hep birden silahlar çekilir, havaya kurşunlar sıkılır. Evin kapısına kadar böyle sürer bu. Sonra Halil'in sırtı yumruklanır, salınır içeriye. Gerdek odasının kapısında telli duvağıyla Zeynep ayakta beklemektedir Halil'i. Halil girer gerdek odasına; girer ya kulaklarında bir uğultu, gözlerinde bir karartı. Bir tek ses geliyor kulaklarına, geyik sesi! Hem de evin yanından geliyor ses. Halil durur. Kulak kabartır sesin geldiği yana. Basbayağı geyik sesi bu. Üç günlük yoldan duysa, tanır geyik sesini Halil. Bir durur. "Kör şeytan, kör gözüne lanet" der. Atar adımını içeri. Daha fazla gelmeye başlar geyik sesi. Dayanamaz, duvardaki tüfeğini kaptığı gibi fırlar dışarı. Zeynep'e de "şimdi gelirim" der. Ses yakından uzağa gitmeye başlar. Halil sesin peşinde. Ses Gavur Dağları'na doğru çekilir. Halil de peşinde. O gider ses uzaklaşır. Varır Gavurun Dağı'na ulaşırlar. Ulaşırlar ki, ne görsün Halil. Alageyik çıkmış bir kayanın üstüne, bakıyor Halil'e. Ayın şavkı vurmuş ki pırıl pırıl derisi. Bir de alaylı bakıyor ki Halil'e. Atar bir kayanın siperine kendini Halil. Nişanlar tüfeğini. Tam tetiğe basacak, fırlayıverir Alageyik. Kayıp! Sonra yeniden sesi gelir yakından. Varır Halil. Bakar çıkmış bir kayanın tepesine Alageyik. Kaya da kaya! Üç bir yanı uçurum. Gözü kararır Halil'in. Uçurumu görecek durumda değil. Yeniden yumulur yere. Basar tetiğe. Alageyik yığılır kalır kayanın üstüne. Halil'de bir heyecan, bir sevinç. "Hem Zeynep'e kavuştum, hem de ava", diye geçirir içinden. Bir koşu geyiğin yattığı kayaya yönelir. Tam yanına gelir Alageyiğin, atar elini ki tutsun geyiği, Alageyik fırlar ayağa. Fırlamasıyla da çifteyi sallaması bir olur Halil'e. Tüfek bir yandan, Halil bir yandan boylar uçurumun dibini.

    Gerdek odasında da Zeynep bir bekler, iki bekler, bakar geleceği yok Halil'in. Koşar tüfeğin asılı olduğu duvara bakar. Tüfeğin yerinde yeller esiyor. Fırlar allı duvağıyla dışarı Zeynep. Fırlar da anlatır durumu sağdıçlara. Herkeste bir merak, bir telaş. Nerdeyse gün ağaracak, Halil yok ortalıkta. "Gerdek gecesi güvey kalır mı dışarda. Mutlaka başına bir iş geldi" derler. Köy gençleri gruplar halinde düşerler dağ yoluna. Şu tepe senin, bu tepe benim. Adım adım.

    Derler ki, köy gençleri ve al duvaklı Zeynep, Halil'in düştüğü uçurumun kenarına ulaştıklarında, Halil'in sesi bir inilti gibi geliyordu uçurumun dibinden. "İp salalım çekelim yukarı" derler. Diyene kalmaz ses seda kesilir Halil'de. Zeynep'tir bir al duvağına bakar, bir uçurumun dibinde yatan Halil'e. "Sensiz dünya haram bana" der, bırakır kendini Halil'in yattığı uçurumun dibine.

    O gün, bugündür bir ses gelir kayalıklardan. Uğuldar uğuldar bir türkü olur. Bu ses geyik avına tövbeler eden Halil'in yanık sesidir der duyanlar.

    Bu efsaneyi, dilden dile; kulaktan kulağa ulaştıranlar birşey daha derler. Uçurumun dibindeki iki sevgilinin mezarlarının üstünde, her yılın ilkbaharında, aynı günlerde, tam seher vakti tanyeri ağarırken iki tek çiçek açar. Bu çiçeğin biri kırmızı, duvak renginde, öteki mavi açar. Tam çiçekler boylanıp, birbirine kavuşacakken, ötelerden bir geyik uçarak gelir, çiçekleri yer. Bu her yıl böyle sürer gider. Çiçekler kavuşamaz birbirine.

    Alıntıları Göster
    Türkünün Adı :Yar Senin Elinden Hastayım
    Türkünün Yöresi :

    Türkünün Sözleri

    Yar senin elinden hastayım hasta
    Hastayı görmeye yar sefa geldin
    Elinden ayvası koynunda narı
    Canımın cananı yar safa geldin

    Yar senin kaşların kemenin bendi
    Melekler bürümüş huridir kendi
    Bir su ver içeyim yüreğim yandı
    Bulgarı dağından kar safa geldi

    Eskiden görürdüm haftada ayda
    Artık bundan sonra geldin ne fayda
    Azrail göğsümde canım hayhayda
    Gözyaşı dökmeye yar safa geldin

    Emrah'ın sevdiği Selvi sen misin
    Sağ eli sinemde gezdiren misin
    Ağır cenazemi götüren misin
    Namızım kılmaya yar safa geldin

    HİKAYESİ

    Van'ın şirin ilçesi Erciş'te doğup büyümüş olan Emrah, gönlünü, güzeller güzeli Selvi Han'a kaptırmıştır. Gözü, Selvi Han'dan özge bir şey görmez olur. Gelgelelim, o sıra, Şah Abbas Van'ı kuşatır. Kuşatmanın başladığı günlerde, Van Kalesi dışında bir bağ kurdurur. Yıllar geçer, Van'ı ele geçiremez. Bir gün, bir bilgesi Şah Abbas'a:

    - Bu kentte Abdurrahman Gazi varken, sen bu kaleyi alamazsın, der. Şah Abbas:
    - Kim ola ki bu Abdurrahman Gazi? diye sorar. Bilge:
    - O, ermiş bir kişidir, der.

    Şah Abbas; Abdurrahman Gazi'nin ermişliğini sınamaya kalkışır. Bir kuzu ve bir köpek kestirir; ikisinin de kızarttırıp Abdurrahman Gazi'ye armağan olarak yollar. Abdurrahman Gazi, kuzuyu alıyor ve ötekini Abbas'a geri götürmelerini söyler, Şah Abbas'ın adamları:

    - Bu yaptığınız hem töreye aykırıdır, hem de Şahımız gücenir, diyecek olurlar. Bunun üzerine Şah Abbas, kuzu gibi kızartılmış köpeğe:
    - Hoşt köpek, doğru sahibine! der,
    Köpek canlanır ve koşa koşa Şah Abbas'ın otağına gider. Bunun üzerine Şah Abbas:
    - Ko desinler Şah Abbas'ın bağı var, diyerek kuşatmayı kaldırır. Ancak Erciş'li Emrah'ın sevdiceği Selvi Han'ı da, kendi rızası olmaksızın İran'a götürür.

    O günden öte, Emrah'a aşıklık görünür; elde saz, yol görünür. Emrah dolaşır da dolaşır... Aşkından türküler yakar.
    Erciş'li Emrah; bu nameyi rüzgarla yolladıktan sonra; "Şah eğer kendine layık bir şahsa son soluğunda olsun Selvi'mi bana getirir. Getirmezse, ben bu dünyada murada ermedim; o da iki cihanda murada ermesin der.

    Mektup menzile ulaşınca Şah. Selvi'ye:
    - Ey Selvi Han, madem ki Emrah ölüm de döşeğinde, son dileğini yerine getirelim. Hadi, atla ata. Hem söyle; Emrah'a ne hediye götürelim? diye sorar. Selvi Han:
    - Ey Şah'ım; bana yetiştirmiş olduğun bahçeden elma, ayva ile nar; bir de -Yüreği yangındır- Bulgarı dağından kar götürelim, cevabını verir.

    Hediyeler alınır, atlara atlanıp, Erciş'in yolu tutulur. Tam Emrah'ın evine yaklaşıldığında Şah, Selvi'ye:
    - Emrah eğer gerçek bir aşıksa, biz kapısını çalmadan geldiğimizi anlasın. Hem de, kendisine getirdiğimiz hediyeleri bilsin, der.

    İşte o sıralarda, ecelle pençeleşmekte olan Emrah, yatağında şöyle bir doğrulup, anasından bağlamasını ister. Anası:
    - Ay oğul, gittin gideceksin; bağlamayı n'edeceksin? deyince Emrah:
    - Anacığım; gelinin gelmiştir; ver şu sazı hele de onlara bir sesleneyim der ve başlar çalıp çığırmaya:



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi zayef- -- 17 Şubat 2013; 14:06:17 >




  • quote:

    Orijinalden alıntı: zayef-

    Türkünün Adı :Yar Senin Elinden Hastayım
    Türkünün Yöresi :

    Türkünün Sözleri

    Yar senin elinden hastayım hasta
    Hastayı görmeye yar sefa geldin
    Elinden ayvası koynunda narı
    Canımın cananı yar safa geldin

    Yar senin kaşların kemenin bendi
    Melekler bürümüş huridir kendi
    Bir su ver içeyim yüreğim yandı
    Bulgarı dağından kar safa geldi

    Eskiden görürdüm haftada ayda
    Artık bundan sonra geldin ne fayda
    Azrail göğsümde canım hayhayda
    Gözyaşı dökmeye yar safa geldin

    Emrah'ın sevdiği Selvi sen misin
    Sağ eli sinemde gezdiren misin
    Ağır cenazemi götüren misin
    Namızım kılmaya yar safa geldin

    HİKAYESİ

    Van'ın şirin ilçesi Erciş'te doğup büyümüş olan Emrah, gönlünü, güzeller güzeli Selvi Han'a kaptırmıştır. Gözü, Selvi Han'dan özge bir şey görmez olur. Gelgelelim, o sıra, Şah Abbas Van'ı kuşatır. Kuşatmanın başladığı günlerde, Van Kalesi dışında bir bağ kurdurur. Yıllar geçer, Van'ı ele geçiremez. Bir gün, bir bilgesi Şah Abbas'a:

    - Bu kentte Abdurrahman Gazi varken, sen bu kaleyi alamazsın, der. Şah Abbas:
    - Kim ola ki bu Abdurrahman Gazi? diye sorar. Bilge:
    - O, ermiş bir kişidir, der.

    Şah Abbas; Abdurrahman Gazi'nin ermişliğini sınamaya kalkışır. Bir kuzu ve bir köpek kestirir; ikisinin de kızarttırıp Abdurrahman Gazi'ye armağan olarak yollar. Abdurrahman Gazi, kuzuyu alıyor ve ötekini Abbas'a geri götürmelerini söyler, Şah Abbas'ın adamları:

    - Bu yaptığınız hem töreye aykırıdır, hem de Şahımız gücenir, diyecek olurlar. Bunun üzerine Şah Abbas, kuzu gibi kızartılmış köpeğe:
    - Hoşt köpek, doğru sahibine! der,
    Köpek canlanır ve koşa koşa Şah Abbas'ın otağına gider. Bunun üzerine Şah Abbas:
    - Ko desinler Şah Abbas'ın bağı var, diyerek kuşatmayı kaldırır. Ancak Erciş'li Emrah'ın sevdiceği Selvi Han'ı da, kendi rızası olmaksızın İran'a götürür.

    O günden öte, Emrah'a aşıklık görünür; elde saz, yol görünür. Emrah dolaşır da dolaşır... Aşkından türküler yakar.
    Erciş'li Emrah; bu nameyi rüzgarla yolladıktan sonra; "Şah eğer kendine layık bir şahsa son soluğunda olsun Selvi'mi bana getirir. Getirmezse, ben bu dünyada murada ermedim; o da iki cihanda murada ermesin der.

    Mektup menzile ulaşınca Şah. Selvi'ye:
    - Ey Selvi Han, madem ki Emrah ölüm de döşeğinde, son dileğini yerine getirelim. Hadi, atla ata. Hem söyle; Emrah'a ne hediye götürelim? diye sorar. Selvi Han:
    - Ey Şah'ım; bana yetiştirmiş olduğun bahçeden elma, ayva ile nar; bir de -Yüreği yangındır- Bulgarı dağından kar götürelim, cevabını verir.

    Hediyeler alınır, atlara atlanıp, Erciş'in yolu tutulur. Tam Emrah'ın evine yaklaşıldığında Şah, Selvi'ye:
    - Emrah eğer gerçek bir aşıksa, biz kapısını çalmadan geldiğimizi anlasın. Hem de, kendisine getirdiğimiz hediyeleri bilsin, der.

    İşte o sıralarda, ecelle pençeleşmekte olan Emrah, yatağında şöyle bir doğrulup, anasından bağlamasını ister. Anası:
    - Ay oğul, gittin gideceksin; bağlamayı n'edeceksin? deyince Emrah:
    - Anacığım; gelinin gelmiştir; ver şu sazı hele de onlara bir sesleneyim der ve başlar çalıp çığırmaya:

    Alıntıları Göster
    Türkünün Adı :Hekimoğlu
    Türkünün Yöresi : Fatsa

    Türkünün Sözleri

    Hekimoğlu derler benim aslıma
    Aynalı martin yaptırdım kendi nefsime

    Konaklar yaptırdım mermer direkli
    Hekimoğlu geliyor aslan yürekli

    Konaklar yaptırdım döşetemedim
    Ünye Fatsa bir oldu başedemedim

    Pencereden baktım kırat geliyor
    Kıratın üstünde paşa geliyor

    İster vali gelsin isterse paşa
    Gelme paşa gelme ben atmam boşa

    Çiftlice'nin muhtarı puşttur pezevenk
    Hekimoğlu geliyor uçkur çözerek

    Mangallarda yanıyor fındık kömürü
    Çok canları yakıyor martin demiri

    Ünye Fatsa arası ordu kuruldu
    Hekimoğlu dediğin o da vuruldu

    Hikayesi

    Ordu dolaylarında yaşayan Hekimoğlu, yoksul bir ailenin çocuğudur. Üstelik yoksul bir anneden başka hiç kimsesi yok. Çevresinde dürüstlüğü, akıllılığı ve yiğitliğiyle tanınan bir gençtir.
    Yörede egemenlik kurmuş bir Gürcü Beyi vardır. Bu Gürcü Beyi, Ayşa adında güzel ve narin bir kızla sözlüdür. Ne ki, bu kız Gürcü Beyini sevmemekte, Hekimoğlu'na bağlanmıştır. Bu, dostlukla, arkadaşlıkla karışık bir sevgidir. Üstelik Hekimoğlu'yla görüşmeye başlamıştır.
    İşte Bey, iki gencin ilişkisinin bu noktaya vardığını duyar duymaz Hekimoğlu'na düşman olur ve ona savaş açar. Hekimoğlu'yla teke tek görüşüp, hesaplaşmayı önerir; bir de yer belirtir. Hekimoğlu, gözüpek, mert bir gençtir. Aynalı mavzerini kuşanıp, tek başına buluşma; yerine gider. Gitmeye gider ama, Bey sözünde durmamış adamlarıyla gelmiştir. Üstelik adamlarından biri, buluşma yerine varır varmaz, sabırsızlanıp Hekimoğlu'nu yaylım ateşine tutar. Ötekiler de çevresini sararlar. Hekimoğlu'yla Beyin adamları arasında yaman bir çatışma olur. Hekimoğlu, çatışma sonunda çemberi yararak kurtulur. Olaydan hemen sonra, Bolu da tek başına yaşayan anasının yanına gider. Anasına durumu anlatır ve artık şehir yerinde duramayacağını bildirir. Anasıyla helallaşıp, yanına Mehmet adlı iki amca oğlunu alarak dağa çıkar. Çıkış bu çıkış ve ölünceye kadar Hekimoğlu artık dağdadır.
    Hekimoğlu'nun dağa çıkış nedenini ve biçimini bilen, duyan yöre köylüleri kendisine kucak açarlar. Onun mertliği, yiğitliği ve doğru sözlülüğü köylüleri daha da etkiler ve her açıdan kendisine yardım ederler. Özellikle yoksul köylülerle dostluk kurar, zenginlerden aldıklarıyla onlara yardım eder.
    Hekimoğlu, artık Gürcü Beyinin korkulu düşü olmuştur. Bu yüzden Bey, kendisini sürekli jandarmaya şikayet eder ve kesintisiz izletir. Hekimoğlu'nu ihbar etmeleri için çeşitli yörelerde adamlar tutar. Fakat halk koruduğu için, Hekimoğlu'nu bir türlü ele geçiremezler.
    Hatta bir defasında, Beyin adamlarından birinin ihbarı üzerine Hekimoğlu'nun kaldığı evi jandarmalar basıyorlar. Bütün çevre kuşatılmıştır. Evin altında bir fırın vardır. Hekimoğlu fırıncının yardımıyla fırının ekmek pişirilen yerini arkadan delip kaçmayı başarır.
    Hekimoğlu, kaçmaya kaçıyor ama, Beyin, iki amca oğlunu öldürttüğünü haber alıyor ve doğru Çiftlice köyüne iniyor. Gittiği ev muhtarın evidir. Bu Muhtar, Hekimoğlu'ndan yana görünüyor, oysa gerçekte Beyin adamıdır ve onunla işbirliği içindedir. Nitekim adamlarından biri aracılığıyla ihbarda bulunur ve Hekimoğlu jandarmalarca sarılır. Hekimoğlu, Muhtarın puştluğu yüzünden kıstırılmıştır. Büyük bir çatışma çıkar taraflar arasında. Adeta namlular kurşun kusmaktadır. Özetle yaman cenk olur orada.
    Olayın sonucuna ilişkin iki söylenti var halk arasında :

    1-Hekimoğlu, çatışma sırasında. çemberi yarıyorsa da, aldığı yaralar yüzünden fazla uzaklaşamadan ölüyor.

    2 -Atına atlıyor, elini karın bölgesinden aldığı yaralara basarak Ordu'ya
    kadar geliyor ve burada ölüyor.
    Hekimoğlu, tipik bir erdemli başkaldırıcı örneğidir. Haklı bir nedenle dağa çıkıyor. Mertliği, yiğitliği ve iyilikseverliğiyle halk arasında büyük ün yapıyor. Yoksulların dostu, onları ezen varsılların düşmanıdır.
    Hekimoğlu denince, hemen akla gelen bir özelliği de aynalı martinidir. Hekimoğlu Türküsü'nde geçen ve kendisinin adıyla özdeşleşen aynalı martinin özelliği şudur. Hekimoğlu, özel olarak yaptırdığı mavzerinin üstüne bir ayna taktırıyor. Çatışmaya girdiğinde, bu aynayı: düşmanının gözüne tutarak, gözünün kamaşmasına, dolayısıyla hedefini şaşırmasına yol açıyor.
    Bu yüzden Hekimoğlu'nun adı aynalı martinle özdeşleşmiştir.




  • quote:

    Orijinalden alıntı: zayef-

    Türkünün Adı :Hekimoğlu
    Türkünün Yöresi : Fatsa

    Türkünün Sözleri

    Hekimoğlu derler benim aslıma
    Aynalı martin yaptırdım kendi nefsime

    Konaklar yaptırdım mermer direkli
    Hekimoğlu geliyor aslan yürekli

    Konaklar yaptırdım döşetemedim
    Ünye Fatsa bir oldu başedemedim

    Pencereden baktım kırat geliyor
    Kıratın üstünde paşa geliyor

    İster vali gelsin isterse paşa
    Gelme paşa gelme ben atmam boşa

    Çiftlice'nin muhtarı puşttur pezevenk
    Hekimoğlu geliyor uçkur çözerek

    Mangallarda yanıyor fındık kömürü
    Çok canları yakıyor martin demiri

    Ünye Fatsa arası ordu kuruldu
    Hekimoğlu dediğin o da vuruldu

    Hikayesi

    Ordu dolaylarında yaşayan Hekimoğlu, yoksul bir ailenin çocuğudur. Üstelik yoksul bir anneden başka hiç kimsesi yok. Çevresinde dürüstlüğü, akıllılığı ve yiğitliğiyle tanınan bir gençtir.
    Yörede egemenlik kurmuş bir Gürcü Beyi vardır. Bu Gürcü Beyi, Ayşa adında güzel ve narin bir kızla sözlüdür. Ne ki, bu kız Gürcü Beyini sevmemekte, Hekimoğlu'na bağlanmıştır. Bu, dostlukla, arkadaşlıkla karışık bir sevgidir. Üstelik Hekimoğlu'yla görüşmeye başlamıştır.
    İşte Bey, iki gencin ilişkisinin bu noktaya vardığını duyar duymaz Hekimoğlu'na düşman olur ve ona savaş açar. Hekimoğlu'yla teke tek görüşüp, hesaplaşmayı önerir; bir de yer belirtir. Hekimoğlu, gözüpek, mert bir gençtir. Aynalı mavzerini kuşanıp, tek başına buluşma; yerine gider. Gitmeye gider ama, Bey sözünde durmamış adamlarıyla gelmiştir. Üstelik adamlarından biri, buluşma yerine varır varmaz, sabırsızlanıp Hekimoğlu'nu yaylım ateşine tutar. Ötekiler de çevresini sararlar. Hekimoğlu'yla Beyin adamları arasında yaman bir çatışma olur. Hekimoğlu, çatışma sonunda çemberi yararak kurtulur. Olaydan hemen sonra, Bolu da tek başına yaşayan anasının yanına gider. Anasına durumu anlatır ve artık şehir yerinde duramayacağını bildirir. Anasıyla helallaşıp, yanına Mehmet adlı iki amca oğlunu alarak dağa çıkar. Çıkış bu çıkış ve ölünceye kadar Hekimoğlu artık dağdadır.
    Hekimoğlu'nun dağa çıkış nedenini ve biçimini bilen, duyan yöre köylüleri kendisine kucak açarlar. Onun mertliği, yiğitliği ve doğru sözlülüğü köylüleri daha da etkiler ve her açıdan kendisine yardım ederler. Özellikle yoksul köylülerle dostluk kurar, zenginlerden aldıklarıyla onlara yardım eder.
    Hekimoğlu, artık Gürcü Beyinin korkulu düşü olmuştur. Bu yüzden Bey, kendisini sürekli jandarmaya şikayet eder ve kesintisiz izletir. Hekimoğlu'nu ihbar etmeleri için çeşitli yörelerde adamlar tutar. Fakat halk koruduğu için, Hekimoğlu'nu bir türlü ele geçiremezler.
    Hatta bir defasında, Beyin adamlarından birinin ihbarı üzerine Hekimoğlu'nun kaldığı evi jandarmalar basıyorlar. Bütün çevre kuşatılmıştır. Evin altında bir fırın vardır. Hekimoğlu fırıncının yardımıyla fırının ekmek pişirilen yerini arkadan delip kaçmayı başarır.
    Hekimoğlu, kaçmaya kaçıyor ama, Beyin, iki amca oğlunu öldürttüğünü haber alıyor ve doğru Çiftlice köyüne iniyor. Gittiği ev muhtarın evidir. Bu Muhtar, Hekimoğlu'ndan yana görünüyor, oysa gerçekte Beyin adamıdır ve onunla işbirliği içindedir. Nitekim adamlarından biri aracılığıyla ihbarda bulunur ve Hekimoğlu jandarmalarca sarılır. Hekimoğlu, Muhtarın puştluğu yüzünden kıstırılmıştır. Büyük bir çatışma çıkar taraflar arasında. Adeta namlular kurşun kusmaktadır. Özetle yaman cenk olur orada.
    Olayın sonucuna ilişkin iki söylenti var halk arasında :

    1-Hekimoğlu, çatışma sırasında. çemberi yarıyorsa da, aldığı yaralar yüzünden fazla uzaklaşamadan ölüyor.

    2 -Atına atlıyor, elini karın bölgesinden aldığı yaralara basarak Ordu'ya
    kadar geliyor ve burada ölüyor.
    Hekimoğlu, tipik bir erdemli başkaldırıcı örneğidir. Haklı bir nedenle dağa çıkıyor. Mertliği, yiğitliği ve iyilikseverliğiyle halk arasında büyük ün yapıyor. Yoksulların dostu, onları ezen varsılların düşmanıdır.
    Hekimoğlu denince, hemen akla gelen bir özelliği de aynalı martinidir. Hekimoğlu Türküsü'nde geçen ve kendisinin adıyla özdeşleşen aynalı martinin özelliği şudur. Hekimoğlu, özel olarak yaptırdığı mavzerinin üstüne bir ayna taktırıyor. Çatışmaya girdiğinde, bu aynayı: düşmanının gözüne tutarak, gözünün kamaşmasına, dolayısıyla hedefini şaşırmasına yol açıyor.
    Bu yüzden Hekimoğlu'nun adı aynalı martinle özdeşleşmiştir.

    Alıntıları Göster
    Türkünün Adı :İnce Giyerim İnce
    Türkünün Yöresi :Tekirdağ

    Türkünün Sözleri

    İnce giyerim ince
    Pembe yakışır gence
    İnsan bir hoş oluyor
    Sevdiğini görünce

    Of sen yana ben cama
    İkimizin resmini çıkarsınlar yan yana
    Derelerin çakılı, nerden aldın akılı
    Döne döne oynuyor, ağabeyimin çakırı

    Of sen yana ben cama
    İkimizin resmini çıkarsınlar yan yana
    Dereler çakıl taşlı
    Ördekler yeşil başlı

    Benim sevdiğim dilber
    Al yanak kalem kaşlı
    Of sen yana ben cama
    İkimizin resmini çıkarsınlar yan yana

    Hikayesi

    Bir Pazar günü iskeleye gemi yanaşır. Mürettebatı karaya çıkar. Bir subay, karşıdaki evlerden birinde bir kız görür ve aşık olur. Kız da subayı beğenir. Camdan bu türküyle seslenir.




  • quote:

    Orijinalden alıntı: zayef-

    Türkünün Adı :İnce Giyerim İnce
    Türkünün Yöresi :Tekirdağ

    Türkünün Sözleri

    İnce giyerim ince
    Pembe yakışır gence
    İnsan bir hoş oluyor
    Sevdiğini görünce

    Of sen yana ben cama
    İkimizin resmini çıkarsınlar yan yana
    Derelerin çakılı, nerden aldın akılı
    Döne döne oynuyor, ağabeyimin çakırı

    Of sen yana ben cama
    İkimizin resmini çıkarsınlar yan yana
    Dereler çakıl taşlı
    Ördekler yeşil başlı

    Benim sevdiğim dilber
    Al yanak kalem kaşlı
    Of sen yana ben cama
    İkimizin resmini çıkarsınlar yan yana

    Hikayesi

    Bir Pazar günü iskeleye gemi yanaşır. Mürettebatı karaya çıkar. Bir subay, karşıdaki evlerden birinde bir kız görür ve aşık olur. Kız da subayı beğenir. Camdan bu türküyle seslenir.

    Alıntıları Göster
    Türkünün Adı :Kerimoğlu Zeybeği
    Türkünün Yöresi :Milas

    Türkünün Sözleri

    Haydaman da haydaman
    Karadağların sandalı da sandalı
    Vurulmuş da kanıyor
    Kerimoğlunun her yanı da her yanı

    Haydülen de haydülen
    Şu dağlarda geyik kalmadı
    Oynülen de kör arabım sen oyna
    Senden başka yiğit kalmadı..

    HİKAYESİ

    Ülkenin her yöresinde olduğu gibi çeşitli sebeplerden dolayı mevcut kayıtlara göre 16. yüzyılda Muğla'da da küçük çapta başkaldırmalar olmuştur. ancak Muğla'da zeybekliğin belirgin bir biçimde ortaya çıkması, Osmanlı'nın son dönemlerine rastlar.

    20. yüzyılın başlarında, yani 1901 yılında ünü ülkece bilinen Kerimoğlu Eyüp Efe'yi görüyoruz. Aynı dönemde ağabeyi Hüseyin de yörede ün salmıştır.

    Kerimoğlu Eyüp (1882-1901); bugün Yeşilyurt olarak bilinen Pisilidir. Pisi, Muğla merkeze bağlıdır.

    Küçük yaşta babası Hüseyin'i kaybeder. Anası Hatice tarafından büyütülür. Ağabeyi Hüseyin ile birlikte herkes gibi Pisi'de bir süre hayvancılık ve tarımla uğraşır. Bu arada Eyüp, hayvancılıkla ilgilenirken, ağabeyi Hüseyin ise o dönemde "konturbazlık" denilen tütün kaçakçılığı yapmaya başlar. Çünkü, Osmanlı tütün tekeli "reji" denilen yabancı tekelin eline geçmiş ve tütünün reji dışında satılması yasaklanmıştır. Halk da tütününü reji'ye vermek yerine kaçakçılığı tercih etmiştir. Bu nedenle o dönemde halkla kolluk kuvvetleri arasında büyük çatışmaların çıktığı da bir gerçektir.

    Kerimoğlu Eyüp'ün ağabeyi Hüseyin, ağırlığı Kafaca'da bulunan bir çok dostu olan bir kişidir. Ancak çeşitli nedenlerden dolayı sık sık hapse girmektedir. Büyük bir çoğunlukla da Bodrum zindanlarında yatmıştır. Ağabeyinin hapiste bulunduğu sıralarda Eyüp, efesinin dostlarıyla ilişkilerini sürdürmüş fakat yaptığı olumsuz davranışlardan dolayı tepkiler almış ve sonuçta kolluk güçleriyle yöre halkının dikkatini üzerine çekmiştir.

    O yıllarda Pisi'nin muhtarı İzzet Ağa'dır. izzet Ağa, Muğlalı doktor Hüseyin Avni Topaloğlu'nun kahyalığını yapmaktadır. O dönem Muğlasında eşraf ve zenginler Pisi ovasındaki arazilerini kahyalar aracılığı ile işletmektedir. Kahyalık yapanların ise bu nedenle köyde diğer kişilere göre daha zengin ve imtiyazlı olmaları doğaldır.

    1901 yılı baharında bugün Pisi'de Maşat adı verilen yerde bir düğün kurulur. Düğünde Eyip oyanı kalkar. Hasmı durumunda olan İzzet Ağa da oradaki masalardan birinde dostlarıyla oturmaktadır. Bu sırada ağabeyinin arkadaşı Koca Mehmet düğüne gelir ve Eyüp'ün üzerine izni olmadan oyuna kalkar. Yöre geleneklerinde izni olmadan birinin üzerine oyuna kalkmak büyük saygısızlık ve karşısındaki kişiye yapılabilecek büyük bir hakaretti. Ama efesinin (ağabeyinin) arkadaşı olduğu için Koca Mehmet'e saygı gösterir ve oyundan çekilir. Buna rağmen Koca ehmet oyununu bitirince Eyüp'ün hasmı olan Pisi Muhtarı İzzet Ağa'nın masasına giderek oraya oturur. Eyüp üst üste yapılan bu hakaretler karşısında kızarak İzzet Ağa'nın masasına doğru yönelir ve Koca Mehmet'e ayağa kalkmasını söyler. Ayağa kalkan Mehmet'e "Üzerindeki efemin elbisesini çıkar" der. Bunun üzerine İzzet Ağa, Koca Mehmet'e yapılan davranışa sinirlenerek Eyüp'e saldırmak ister. Eyüp, yanında taşıdığı bindirme (dolma) tabancası ile İzzet Ağa'ya ateş eder ve kolundan yaralar. Düğün yerinden kaçarak Değirmenderesi'ne gelir. Orada Kosmel denilen Koca İsmail tarafından yakalanarak birkaç kişi ile birlikte dövüle dövüle Maşat'a getirilir. Orada tekrar dövülen Eyüp, annesi Hatice tarafından sırtlanarak evine götürülür.

    Olayı İzzet Ağa zaptiyeye bildirmiştir. Zaptiyelerin köye geldiğini haber alan Eyüp, evindeki mavzeri ve fişekliği alarak kaçar. Zaptiye takibe çıkmıştır. Derken Arap mezarlığı adı verilen yerde, zaptiyelerden biri Eyüp'ü görer ve teslim olmasını ister. Eyüp teslim olmayarak zaptiyeyi öldürür ve dağa kaçar.

    Pisi ve Yerkesik dağlarında gezinir. Yerini sadece anası Hatice ve ağabeyi Hüseyin bilir. Zaptiye sürekli evine gidip yerini söylemesi için anası Hatice'ye baskı yaparsa da bir türlü öğrenemez ve Eyüp'ü yakalayamazlar.




  • gerekli bilgiler
  • quote:

    Orijinalden alıntı: Çile

    gerekli bilgiler
    güzel konu
  • Türkünün Adı : Urfalıyam Ezelden
    Türkünün Yöresi :Şanlıurfa

    TÜRKÜNÜN SÖZLERİ

    Urfalıyam ezelden
    Göynüm geçmez gözelden
    Göynümün gözü çıksın
    Sevmeseydim ezelden

    Anam olasan Ömer
    Babam olasan Ömer
    Bensiz kalasan Ömer
    Yetim olasan Ömer

    Urfa bir yana düşer
    Zülüf gerdana düşer
    Bu nasıl baş bağlamak
    Her gün bir yana düşer

    Anam olasan Ömer
    Babam olasan Ömer
    Bensiz kalasan Ömer
    Yetim olasan Ömer

    Urfa dört dağ içinde
    Gülü bardağ içinde
    Urfayı hak saklasın
    Bir yarım var içinde

    Anam olasan Ömer
    Babam olasan Ömer
    Bensiz kalasan Ömer
    Yetim olasan Ömer

    Dağlardan akan seller
    Dökülür sırma teller
    Yüreğin daştan mıdır
    Bana acıyor eller

    Anam olasan Ömer
    Babam olasan Ömer
    Bensiz kalasan Ömer
    Yetim olasan Ömer

    HİKAYESİ

    Ömer çok yakışıklı, yiğit, iyi ata binen, kılıcının sahibi, çok iyi çöğür çalan ve hoyrat okuyan, halay çeken bir gençtir. Allah her kabiliyeti sanki özellikle ona vermiştir. Ömer'siz bir düğün, sıra gecesi düşünülemez. Ömer'in baş bağlaması da meşhurdur. Sırmalı puşu bağlar. Puşunun kenarlarındaki püsküller doğadaki çiçeklerin tüm renklerini sanki başında toplamıştır. Halay çekerken başındaki her gül bir yana düşer, yüzünde. Ömer hangi düğüne giderse gitsin, Halayın başına geçti mi silah sesleri ve genç kızların zılgıt sesleriyle yer gök inler. Ömer toplumu öylesine etkilemiştir ki;

    Ömer'i anlatan türküler yakılmıştır.




  • quote:

    Orijinalden alıntı: zayef-

    Türkünün Adı : Urfalıyam Ezelden
    Türkünün Yöresi :Şanlıurfa

    TÜRKÜNÜN SÖZLERİ

    Urfalıyam ezelden
    Göynüm geçmez gözelden
    Göynümün gözü çıksın
    Sevmeseydim ezelden

    Anam olasan Ömer
    Babam olasan Ömer
    Bensiz kalasan Ömer
    Yetim olasan Ömer

    Urfa bir yana düşer
    Zülüf gerdana düşer
    Bu nasıl baş bağlamak
    Her gün bir yana düşer

    Anam olasan Ömer
    Babam olasan Ömer
    Bensiz kalasan Ömer
    Yetim olasan Ömer

    Urfa dört dağ içinde
    Gülü bardağ içinde
    Urfayı hak saklasın
    Bir yarım var içinde

    Anam olasan Ömer
    Babam olasan Ömer
    Bensiz kalasan Ömer
    Yetim olasan Ömer

    Dağlardan akan seller
    Dökülür sırma teller
    Yüreğin daştan mıdır
    Bana acıyor eller

    Anam olasan Ömer
    Babam olasan Ömer
    Bensiz kalasan Ömer
    Yetim olasan Ömer

    HİKAYESİ

    Ömer çok yakışıklı, yiğit, iyi ata binen, kılıcının sahibi, çok iyi çöğür çalan ve hoyrat okuyan, halay çeken bir gençtir. Allah her kabiliyeti sanki özellikle ona vermiştir. Ömer'siz bir düğün, sıra gecesi düşünülemez. Ömer'in baş bağlaması da meşhurdur. Sırmalı puşu bağlar. Puşunun kenarlarındaki püsküller doğadaki çiçeklerin tüm renklerini sanki başında toplamıştır. Halay çekerken başındaki her gül bir yana düşer, yüzünde. Ömer hangi düğüne giderse gitsin, Halayın başına geçti mi silah sesleri ve genç kızların zılgıt sesleriyle yer gök inler. Ömer toplumu öylesine etkilemiştir ki;

    Ömer'i anlatan türküler yakılmıştır.
    Türkünün Adı : Kul Olayım Kalem Tutan Ellere
    Türkünün Yöresi :Sivas

    TÜRKÜNÜN SÖZLERİ

    Kul Olayım Kalem Tutan Ellere,
    Kâtip Arzuhalim Yaz Yare Böyle.
    Şekerler Ezeyim Şirin Dillere,
    Kâtip Arzuhalim Yaz Yare Böyle.
    Güzelim Ey Güzelim Ey Güzelim Ey Ey.

    Sivas Ellerinde Sazım Çalınır,
    Çamlı Beller Bölük Bölük Bölünür.
    Yardan Ayrılmışam Bağrım Delinir,
    Kâtip Arzuhalim Yaz Yare Böyle.
    Güzelim Ey Güzelim Ey Güzelim Ey Ey.

    Pir Sultan Abdal’ım Ey Hızır Paşa,
    Gör Ki Neler Gelir Sağ Olan Basa.
    Beni Hasret Koydun Kavim Kardaşa,
    Kâtip Arzuhalim Yaz Yare Böyle.
    Güzelim Ey Güzelim Ey Güzelim Ey Ey.

    HİKAYESİ

    Vaktiyle, Hafik ilçesinin Sofular köyünde Hızır adında bir genç varmış.O zamanlar bu köyün halkı Alevi imiş.Zamanla yoldan çıkmışlar.Onların bu durumunu beğenmeyen Hızır, köyden ayrılmaya karar vermiş, çıkmış yola.Ha şurası, ha burası derken Banaz'a kadar gelmiş.Pir Sultan'ın yanına azap durmuş.Sonra da müridi olmuş.Aradan seneler geçmiş, bir gün Hızır:

    "Pirim, demiş; Sen herkese himmet ediyorsun, herbiri çeşitli makamlara geçiyor, ne olur, bana da himmet et, büyük adam olayım, ben de bir makama geçeyim."

    Pir Sultan şöyle bir düşündükten sonra gülümsemiş. "Ulan Hızır ben dua ederim, belki sen de büyük adam olursun; Hatta paşa, vezir de olursun ama, sonunda gelip beni astırırsın."

    Yine de duasını eksik etmemiş.Hızır İstanbul'a gidip saraya girmiş.Ağa, Kapıcıbaşı, Paşa, Beylerbeyi derken vezir olup Sivas valiliğine atanmış.Pirini unutmamış, haber gönderip huzuruna getirtmiş.Hürmet, izzet, ikram derken bir hayli de sohbet etmişler.Yemekte mükellef bir sofra donanmış.Pir Sultan yiyeceklere şöyle bir bakıp hemen geriye çekilmiş.Paşa şaşırmış.

    "Birşey mi oldu pirim?". Pir Sultan, "Hızır, demiş; Bu yemeklerde zina kokuyor.İçinde yetim hakkı var, sen bunları haram para ile yaptırmışsın." Hızır Paşa "Yok pirim" dediyse de dinletememiş.Ama bir hayli de içerlemiş.Pir Sultan biraz daha ileri gidip, "Bunları ben değil, köpeklerim bile yemez.İstersen çağırayım da gör" demiş.Hemen ünlemiş, köpekler anında gelmişler.Bir tepsiye haram yemek, bir tepsiye helal yemek konmuş.Önce haram yemekler getirilmiş.Köpekler şöyle bir koklayıp geri geri çekilmişler. Arkasından helal yemeklerle dolu tepsi gelmiş.Köpekler onu da kokladıktan sonra, kuyruklarını sallaya sallaya yemeye başlamışlar.Bu hakarete çok kızan Hızır Paşa, hırsını yenemeyip pirini Toprakkale'ye hapsettirmiş.

    Eh... Ne de olsa piri.Hırsı geçince bir bahane ile affetmek istemiş.Zindandan çıkartıp demiş ki:

    "Bana içinde Şah'ın adı geçmeyen üç deyiş söylersen seni affedeceğim.Yok, söylemezsen kendin bilirsin" Pir Sultan "Peki öyleyse" deyip tezeneye şöyle bir dokunmuş ve,

    "Açılın Kapılar Şah'a Gidelim",
    "Kul Olayım Kalem Tutan Ellere" ve
    "Karşıda Görünen Ne Güzel Yayla" adlı değişleri okumuş.
    (Tüm değişlerde Şah'ın adı defalarca geçiyor)

    Pirini affetmeye hazırlanırken, onun hemen her fırsatta Şah'ı anması Hızır Paşa'yı çileden çıkarmış.Ne söylediğini, ne yaptığını bilemez hale gelmiş.Yanındakilere emretmiş:

    "Asın bunu".




  • quote:

    Orijinalden alıntı: zayef-

    Türkünün Adı : Kul Olayım Kalem Tutan Ellere
    Türkünün Yöresi :Sivas

    TÜRKÜNÜN SÖZLERİ

    Kul Olayım Kalem Tutan Ellere,
    Kâtip Arzuhalim Yaz Yare Böyle.
    Şekerler Ezeyim Şirin Dillere,
    Kâtip Arzuhalim Yaz Yare Böyle.
    Güzelim Ey Güzelim Ey Güzelim Ey Ey.

    Sivas Ellerinde Sazım Çalınır,
    Çamlı Beller Bölük Bölük Bölünür.
    Yardan Ayrılmışam Bağrım Delinir,
    Kâtip Arzuhalim Yaz Yare Böyle.
    Güzelim Ey Güzelim Ey Güzelim Ey Ey.

    Pir Sultan Abdal’ım Ey Hızır Paşa,
    Gör Ki Neler Gelir Sağ Olan Basa.
    Beni Hasret Koydun Kavim Kardaşa,
    Kâtip Arzuhalim Yaz Yare Böyle.
    Güzelim Ey Güzelim Ey Güzelim Ey Ey.

    HİKAYESİ

    Vaktiyle, Hafik ilçesinin Sofular köyünde Hızır adında bir genç varmış.O zamanlar bu köyün halkı Alevi imiş.Zamanla yoldan çıkmışlar.Onların bu durumunu beğenmeyen Hızır, köyden ayrılmaya karar vermiş, çıkmış yola.Ha şurası, ha burası derken Banaz'a kadar gelmiş.Pir Sultan'ın yanına azap durmuş.Sonra da müridi olmuş.Aradan seneler geçmiş, bir gün Hızır:

    "Pirim, demiş; Sen herkese himmet ediyorsun, herbiri çeşitli makamlara geçiyor, ne olur, bana da himmet et, büyük adam olayım, ben de bir makama geçeyim."

    Pir Sultan şöyle bir düşündükten sonra gülümsemiş. "Ulan Hızır ben dua ederim, belki sen de büyük adam olursun; Hatta paşa, vezir de olursun ama, sonunda gelip beni astırırsın."

    Yine de duasını eksik etmemiş.Hızır İstanbul'a gidip saraya girmiş.Ağa, Kapıcıbaşı, Paşa, Beylerbeyi derken vezir olup Sivas valiliğine atanmış.Pirini unutmamış, haber gönderip huzuruna getirtmiş.Hürmet, izzet, ikram derken bir hayli de sohbet etmişler.Yemekte mükellef bir sofra donanmış.Pir Sultan yiyeceklere şöyle bir bakıp hemen geriye çekilmiş.Paşa şaşırmış.

    "Birşey mi oldu pirim?". Pir Sultan, "Hızır, demiş; Bu yemeklerde zina kokuyor.İçinde yetim hakkı var, sen bunları haram para ile yaptırmışsın." Hızır Paşa "Yok pirim" dediyse de dinletememiş.Ama bir hayli de içerlemiş.Pir Sultan biraz daha ileri gidip, "Bunları ben değil, köpeklerim bile yemez.İstersen çağırayım da gör" demiş.Hemen ünlemiş, köpekler anında gelmişler.Bir tepsiye haram yemek, bir tepsiye helal yemek konmuş.Önce haram yemekler getirilmiş.Köpekler şöyle bir koklayıp geri geri çekilmişler. Arkasından helal yemeklerle dolu tepsi gelmiş.Köpekler onu da kokladıktan sonra, kuyruklarını sallaya sallaya yemeye başlamışlar.Bu hakarete çok kızan Hızır Paşa, hırsını yenemeyip pirini Toprakkale'ye hapsettirmiş.

    Eh... Ne de olsa piri.Hırsı geçince bir bahane ile affetmek istemiş.Zindandan çıkartıp demiş ki:

    "Bana içinde Şah'ın adı geçmeyen üç deyiş söylersen seni affedeceğim.Yok, söylemezsen kendin bilirsin" Pir Sultan "Peki öyleyse" deyip tezeneye şöyle bir dokunmuş ve,

    "Açılın Kapılar Şah'a Gidelim",
    "Kul Olayım Kalem Tutan Ellere" ve
    "Karşıda Görünen Ne Güzel Yayla" adlı değişleri okumuş.
    (Tüm değişlerde Şah'ın adı defalarca geçiyor)

    Pirini affetmeye hazırlanırken, onun hemen her fırsatta Şah'ı anması Hızır Paşa'yı çileden çıkarmış.Ne söylediğini, ne yaptığını bilemez hale gelmiş.Yanındakilere emretmiş:

    "Asın bunu".

    Alıntıları Göster
    Türkünün Adı : Kerimoğlu Zeybeği
    Türkünün Yöresi : Milas

    TÜRKÜNÜN SÖZLERİ

    Of aman of aman of
    Şu Muğla'nın damları da damları
    Al kanlara boyanmış
    Kerimoğlu'nun her yanı da her yanı

    Of aman of aman of
    Şu Muğla'ynan Yerkesiğin arası
    Yaktı da beni Kerimoğlu'nun
    Kaşlarının karası

    HİKAYESİ

    Ülkenin her yöresinde olduğu gibi çeşitli sebeplerden dolayı mevcut kayıtlara göre 16. yüzyılda Muğla'da da küçük çapta başkaldırmalar olmuştur. ancak Muğla'da zeybekliğin belirgin bir biçimde ortaya çıkması, Osmanlı'nın son dönemlerine rastlar.

    20. yüzyılın başlarında, yani 1901 yılında ünü ülkece bilinen Kerimoğlu Eyüp Efe'yi görüyoruz. Aynı dönemde ağabeyi Hüseyin de yörede ün salmıştır.

    Kerimoğlu Eyüp (1882-1901); bugün Yeşilyurt olarak bilinen Pisilidir. Pisi, Muğla merkeze bağlıdır.

    Küçük yaşta babası Hüseyin'i kaybeder. Anası Hatice tarafından büyütülür. Ağabeyi Hüseyin ile birlikte herkes gibi Pisi'de bir süre hayvancılık ve tarımla uğraşır. Bu arada Eyüp, hayvancılıkla ilgilenirken, ağabeyi Hüseyin ise o dönemde "konturbazlık" denilen tütün kaçakçılığı yapmaya başlar. Çünkü, Osmanlı tütün tekeli "reji" denilen yabancı tekelin eline geçmiş ve tütünün reji dışında satılması yasaklanmıştır. Halk da tütününü reji'ye vermek yerine kaçakçılığı tercih etmiştir. Bu nedenle o dönemde halkla kolluk kuvvetleri arasında büyük çatışmaların çıktığı da bir gerçektir.

    Kerimoğlu Eyüp'ün ağabeyi Hüseyin, ağırlığı Kafaca'da bulunan bir çok dostu olan bir kişidir. Ancak çeşitli nedenlerden dolayı sık sık hapse girmektedir. Büyük bir çoğunlukla da Bodrum zindanlarında yatmıştır. Ağabeyinin hapiste bulunduğu sıralarda Eyüp, efesinin dostlarıyla ilişkilerini sürdürmüş fakat yaptığı olumsuz davranışlardan dolayı tepkiler almış ve sonuçta kolluk güçleriyle yöre halkının dikkatini üzerine çekmiştir.

    O yıllarda Pisi'nin muhtarı İzzet Ağa'dır. izzet Ağa, Muğlalı doktor Hüseyin Avni Topaloğlu'nun kahyalığını yapmaktadır. O dönem Muğlasında eşraf ve zenginler Pisi ovasındaki arazilerini kahyalar aracılığı ile işletmektedir. Kahyalık yapanların ise bu nedenle köyde diğer kişilere göre daha zengin ve imtiyazlı olmaları doğaldır.

    1901 yılı baharında bugün Pisi'de Maşat adı verilen yerde bir düğün kurulur. Düğünde Eyip oyanı kalkar. Hasmı durumunda olan İzzet Ağa da oradaki masalardan birinde dostlarıyla oturmaktadır. Bu sırada ağabeyinin arkadaşı Koca Mehmet düğüne gelir ve Eyüp'ün üzerine izni olmadan oyuna kalkar. Yöre geleneklerinde izni olmadan birinin üzerine oyuna kalkmak büyük saygısızlık ve karşısındaki kişiye yapılabilecek büyük bir hakaretti. Ama efesinin (ağabeyinin) arkadaşı olduğu için Koca Mehmet'e saygı gösterir ve oyundan çekilir. Buna rağmen Koca ehmet oyununu bitirince Eyüp'ün hasmı olan Pisi Muhtarı İzzet Ağa'nın masasına giderek oraya oturur. Eyüp üst üste yapılan bu hakaretler karşısında kızarak İzzet Ağa'nın masasına doğru yönelir ve Koca Mehmet'e ayağa kalkmasını söyler. Ayağa kalkan Mehmet'e "Üzerindeki efemin elbisesini çıkar" der. Bunun üzerine İzzet Ağa, Koca Mehmet'e yapılan davranışa sinirlenerek Eyüp'e saldırmak ister. Eyüp, yanında taşıdığı bindirme (dolma) tabancası ile İzzet Ağa'ya ateş eder ve kolundan yaralar. Düğün yerinden kaçarak Değirmenderesi'ne gelir. Orada Kosmel denilen Koca İsmail tarafından yakalanarak birkaç kişi ile birlikte dövüle dövüle Maşat'a getirilir. Orada tekrar dövülen Eyüp, annesi Hatice tarafından sırtlanarak evine götürülür.

    Olayı İzzet Ağa zaptiyeye bildirmiştir. Zaptiyelerin köye geldiğini haber alan Eyüp, evindeki mavzeri ve fişekliği alarak kaçar. Zaptiye takibe çıkmıştır. Derken Arap mezarlığı adı verilen yerde, zaptiyelerden biri Eyüp'ü görer ve teslim olmasını ister. Eyüp teslim olmayarak zaptiyeyi öldürür ve dağa kaçar.

    Pisi ve Yerkesik dağlarında gezinir. Yerini sadece anası Hatice ve ağabeyi Hüseyin bilir. Zaptiye sürekli evine gidip yerini söylemesi için anası Hatice'ye baskı yaparsa da bir türlü öğrenemez ve Eyüp'ü yakalayamazlar.




  • quote:

    Orijinalden alıntı: zayef-

    Türkünün Adı : Kerimoğlu Zeybeği
    Türkünün Yöresi : Milas

    TÜRKÜNÜN SÖZLERİ

    Of aman of aman of
    Şu Muğla'nın damları da damları
    Al kanlara boyanmış
    Kerimoğlu'nun her yanı da her yanı

    Of aman of aman of
    Şu Muğla'ynan Yerkesiğin arası
    Yaktı da beni Kerimoğlu'nun
    Kaşlarının karası

    HİKAYESİ

    Ülkenin her yöresinde olduğu gibi çeşitli sebeplerden dolayı mevcut kayıtlara göre 16. yüzyılda Muğla'da da küçük çapta başkaldırmalar olmuştur. ancak Muğla'da zeybekliğin belirgin bir biçimde ortaya çıkması, Osmanlı'nın son dönemlerine rastlar.

    20. yüzyılın başlarında, yani 1901 yılında ünü ülkece bilinen Kerimoğlu Eyüp Efe'yi görüyoruz. Aynı dönemde ağabeyi Hüseyin de yörede ün salmıştır.

    Kerimoğlu Eyüp (1882-1901); bugün Yeşilyurt olarak bilinen Pisilidir. Pisi, Muğla merkeze bağlıdır.

    Küçük yaşta babası Hüseyin'i kaybeder. Anası Hatice tarafından büyütülür. Ağabeyi Hüseyin ile birlikte herkes gibi Pisi'de bir süre hayvancılık ve tarımla uğraşır. Bu arada Eyüp, hayvancılıkla ilgilenirken, ağabeyi Hüseyin ise o dönemde "konturbazlık" denilen tütün kaçakçılığı yapmaya başlar. Çünkü, Osmanlı tütün tekeli "reji" denilen yabancı tekelin eline geçmiş ve tütünün reji dışında satılması yasaklanmıştır. Halk da tütününü reji'ye vermek yerine kaçakçılığı tercih etmiştir. Bu nedenle o dönemde halkla kolluk kuvvetleri arasında büyük çatışmaların çıktığı da bir gerçektir.

    Kerimoğlu Eyüp'ün ağabeyi Hüseyin, ağırlığı Kafaca'da bulunan bir çok dostu olan bir kişidir. Ancak çeşitli nedenlerden dolayı sık sık hapse girmektedir. Büyük bir çoğunlukla da Bodrum zindanlarında yatmıştır. Ağabeyinin hapiste bulunduğu sıralarda Eyüp, efesinin dostlarıyla ilişkilerini sürdürmüş fakat yaptığı olumsuz davranışlardan dolayı tepkiler almış ve sonuçta kolluk güçleriyle yöre halkının dikkatini üzerine çekmiştir.

    O yıllarda Pisi'nin muhtarı İzzet Ağa'dır. izzet Ağa, Muğlalı doktor Hüseyin Avni Topaloğlu'nun kahyalığını yapmaktadır. O dönem Muğlasında eşraf ve zenginler Pisi ovasındaki arazilerini kahyalar aracılığı ile işletmektedir. Kahyalık yapanların ise bu nedenle köyde diğer kişilere göre daha zengin ve imtiyazlı olmaları doğaldır.

    1901 yılı baharında bugün Pisi'de Maşat adı verilen yerde bir düğün kurulur. Düğünde Eyip oyanı kalkar. Hasmı durumunda olan İzzet Ağa da oradaki masalardan birinde dostlarıyla oturmaktadır. Bu sırada ağabeyinin arkadaşı Koca Mehmet düğüne gelir ve Eyüp'ün üzerine izni olmadan oyuna kalkar. Yöre geleneklerinde izni olmadan birinin üzerine oyuna kalkmak büyük saygısızlık ve karşısındaki kişiye yapılabilecek büyük bir hakaretti. Ama efesinin (ağabeyinin) arkadaşı olduğu için Koca Mehmet'e saygı gösterir ve oyundan çekilir. Buna rağmen Koca ehmet oyununu bitirince Eyüp'ün hasmı olan Pisi Muhtarı İzzet Ağa'nın masasına giderek oraya oturur. Eyüp üst üste yapılan bu hakaretler karşısında kızarak İzzet Ağa'nın masasına doğru yönelir ve Koca Mehmet'e ayağa kalkmasını söyler. Ayağa kalkan Mehmet'e "Üzerindeki efemin elbisesini çıkar" der. Bunun üzerine İzzet Ağa, Koca Mehmet'e yapılan davranışa sinirlenerek Eyüp'e saldırmak ister. Eyüp, yanında taşıdığı bindirme (dolma) tabancası ile İzzet Ağa'ya ateş eder ve kolundan yaralar. Düğün yerinden kaçarak Değirmenderesi'ne gelir. Orada Kosmel denilen Koca İsmail tarafından yakalanarak birkaç kişi ile birlikte dövüle dövüle Maşat'a getirilir. Orada tekrar dövülen Eyüp, annesi Hatice tarafından sırtlanarak evine götürülür.

    Olayı İzzet Ağa zaptiyeye bildirmiştir. Zaptiyelerin köye geldiğini haber alan Eyüp, evindeki mavzeri ve fişekliği alarak kaçar. Zaptiye takibe çıkmıştır. Derken Arap mezarlığı adı verilen yerde, zaptiyelerden biri Eyüp'ü görer ve teslim olmasını ister. Eyüp teslim olmayarak zaptiyeyi öldürür ve dağa kaçar.

    Pisi ve Yerkesik dağlarında gezinir. Yerini sadece anası Hatice ve ağabeyi Hüseyin bilir. Zaptiye sürekli evine gidip yerini söylemesi için anası Hatice'ye baskı yaparsa da bir türlü öğrenemez ve Eyüp'ü yakalayamazlar.

    Alıntıları Göster
    Türkünün Adı : Ela Gözlü Nazlı Yari
    Türkünün Yöresi : Adana

    TÜRKÜNÜN SÖZLERİ

    Ela gözlü nazlı yari
    Görem dedim göremedim
    Boş kalmıştır kavil yeri
    Varam dedim varamadım

    Gönlümün gülü nerede
    Engeller durmaz arada
    Emine'yle ben murada
    Erem dedim eremedim

    Şeker kaymak tatlı dili
    Kınalamış nazik eli
    Koynundaki gonca gülü
    Derem dedim deremedim

    Şahinim yok çıkam ava
    Ne yaptımsa aldım hava
    Kuşlar gibi ben bir yuva
    Kuram dedim kuramadım

    Gel derdini bana anlat
    Ben kimlere edem minnet
    Dediler ki bağın cennet
    Girem dedim giremedim

    Mehmet Ali asıl adım
    Ferrahi'yi pirle kodum
    Gurbet elden dönem dedim
    Duram dedim duramadım

    Arzu da yaktı Kamber'i
    N'olur biraz gelsin beri
    Feleğin çelik çemberi
    Kıram dedim kıramadım

    Nazlı yari getirip de
    Yanı yana oturup da
    Kollarıma yatırıp da
    Saram dedim saramadım

    Uzak bir menzile vardım
    Hem ağladım hemi durdum
    Karışık bir rüya gördüm
    Yoram dedim yoramadım

    Yükün aldı yine kervan
    Gönül sen de boşa kıvran
    Emine'yle dem-i devran
    Sürem dedim süremedim

    HİKAYESİ

    Gönlü yaralı bir ozan Ferrahi. Dediği gibi bir yar uğruna yanıp yakılmakla geçmiş ömrü. 1934 yılında Ceyhan'ın Kıvrık köyünde doğmuş. Asıl adı Mehmet Ali Metin. Saz vurmaya küçük yaşlarda başlamış. Çevrenin sevilen bir genci olmuş Söz erliği, yanında çalıştığı ağanın kızına sevdalanmasıyla başlıyor. Ağa önceleri kızım Ferrahi'ye vermeye razı olu yor ama sonraları çevrenin dedikodularının etkisiyle bundan cayıyor.

    Türkülerinden de anlaşıldığı gibi ağa kızının adı Emine'dir. İki gönlün bir olması engellenince, alır başım çıkar sıladan. Başlar gurbet ellerde sazıyla çile doldurmaya. Bundan sonra Ferrahi'nin öyküsü daha da yanıktır. Otuz yaşlarındayken bir Aşık için en önemli şeyini, sesini kaybeder. Sazıyla kalır bir başına. Bir ara evlenir ve bir kızı olur. Adım Emine koyar. Küçük Emine beş yaşından sonra babasının sesi, soluğu olur. Baba çalar, küçük Emine söyler. 1960 doğumlu olan Emine'nin söyledikleri yalnızca babasının türküleri değildir. Daha o zamandan dağarında yüz elli türkü vardır. Böylece baba-kız geçim derdini birlikte yüklenir, birlikte paylaşırlar. Yurdumuzun çeşitli yörelerinde yapılan Aşıklar Bayramları'na katılırlar.

    Kubbede kalan bir hoş seda diye boşuna dememişler. İşte Ferrahi'yi artık yaşatanlar da radyolarımız Halk Türküleri dağarında bulunan bu türküler oluyor. Çünkü Ferrahi'nin dolmak bilmeyen çilesi 1969 yılının 26 Nisan günü aramızdan ayrılmasıyla tükendi. Usta aşık ardında bir bir çok koşma, güzelleme gibi türküler bırakarak göçüp gitti. Son senelerinde iki Aşıklar Bayramı'na katılmıştı. Her ikisinde de kızı Emine'yle birlikte birincilik ödülü aldı. 1967 Yılında Konya'da Mihri Hatun türkü ödülünü, ertesi yıl da yine Konya'da Köroğlu ödülünü aldılar.




  • quote:

    Orijinalden alıntı: zayef-

    Türkünün Adı : Ela Gözlü Nazlı Yari
    Türkünün Yöresi : Adana

    TÜRKÜNÜN SÖZLERİ

    Ela gözlü nazlı yari
    Görem dedim göremedim
    Boş kalmıştır kavil yeri
    Varam dedim varamadım

    Gönlümün gülü nerede
    Engeller durmaz arada
    Emine'yle ben murada
    Erem dedim eremedim

    Şeker kaymak tatlı dili
    Kınalamış nazik eli
    Koynundaki gonca gülü
    Derem dedim deremedim

    Şahinim yok çıkam ava
    Ne yaptımsa aldım hava
    Kuşlar gibi ben bir yuva
    Kuram dedim kuramadım

    Gel derdini bana anlat
    Ben kimlere edem minnet
    Dediler ki bağın cennet
    Girem dedim giremedim

    Mehmet Ali asıl adım
    Ferrahi'yi pirle kodum
    Gurbet elden dönem dedim
    Duram dedim duramadım

    Arzu da yaktı Kamber'i
    N'olur biraz gelsin beri
    Feleğin çelik çemberi
    Kıram dedim kıramadım

    Nazlı yari getirip de
    Yanı yana oturup da
    Kollarıma yatırıp da
    Saram dedim saramadım

    Uzak bir menzile vardım
    Hem ağladım hemi durdum
    Karışık bir rüya gördüm
    Yoram dedim yoramadım

    Yükün aldı yine kervan
    Gönül sen de boşa kıvran
    Emine'yle dem-i devran
    Sürem dedim süremedim

    HİKAYESİ

    Gönlü yaralı bir ozan Ferrahi. Dediği gibi bir yar uğruna yanıp yakılmakla geçmiş ömrü. 1934 yılında Ceyhan'ın Kıvrık köyünde doğmuş. Asıl adı Mehmet Ali Metin. Saz vurmaya küçük yaşlarda başlamış. Çevrenin sevilen bir genci olmuş Söz erliği, yanında çalıştığı ağanın kızına sevdalanmasıyla başlıyor. Ağa önceleri kızım Ferrahi'ye vermeye razı olu yor ama sonraları çevrenin dedikodularının etkisiyle bundan cayıyor.

    Türkülerinden de anlaşıldığı gibi ağa kızının adı Emine'dir. İki gönlün bir olması engellenince, alır başım çıkar sıladan. Başlar gurbet ellerde sazıyla çile doldurmaya. Bundan sonra Ferrahi'nin öyküsü daha da yanıktır. Otuz yaşlarındayken bir Aşık için en önemli şeyini, sesini kaybeder. Sazıyla kalır bir başına. Bir ara evlenir ve bir kızı olur. Adım Emine koyar. Küçük Emine beş yaşından sonra babasının sesi, soluğu olur. Baba çalar, küçük Emine söyler. 1960 doğumlu olan Emine'nin söyledikleri yalnızca babasının türküleri değildir. Daha o zamandan dağarında yüz elli türkü vardır. Böylece baba-kız geçim derdini birlikte yüklenir, birlikte paylaşırlar. Yurdumuzun çeşitli yörelerinde yapılan Aşıklar Bayramları'na katılırlar.

    Kubbede kalan bir hoş seda diye boşuna dememişler. İşte Ferrahi'yi artık yaşatanlar da radyolarımız Halk Türküleri dağarında bulunan bu türküler oluyor. Çünkü Ferrahi'nin dolmak bilmeyen çilesi 1969 yılının 26 Nisan günü aramızdan ayrılmasıyla tükendi. Usta aşık ardında bir bir çok koşma, güzelleme gibi türküler bırakarak göçüp gitti. Son senelerinde iki Aşıklar Bayramı'na katılmıştı. Her ikisinde de kızı Emine'yle birlikte birincilik ödülü aldı. 1967 Yılında Konya'da Mihri Hatun türkü ödülünü, ertesi yıl da yine Konya'da Köroğlu ödülünü aldılar.

    Alıntıları Göster
    Türkünün Adı : Gine Yeşillendi Niğde Bağları
    Türkünün Yöresi :Niğde

    TÜRKÜNÜN SÖZLERİ

    Hey Hey Gine Yeşillendi Anam Anam Niğde Bağları
    Aslanım Niğde Bağları
    Hey Hey Bize Mesken Oldu Anam Anam Gurbet Elleri
    Aslanım Gurbet Elleri

    Hey Hey Bilmem Hayal Midir Anam Anam Bilmem Düş Müdür
    Aslanım Bilmem Düş Müdür
    Hey Hey Mektubun Gelmiyor Anam Anam Yollar Gış Mıdır
    Aslanım Gış Mıdır

    HİKAYESİ

    Cumhuriyetten önceki yıllarda kaçak rakı imalatı üzümü bol olan Niğde'ye 5 km mesafedeki Fertek kasabasında yapılmakta idi. Fertek ile Niğde'nin Tepe Bağları iç içe bulunmakta ve eski oturak alemleri de bu civarda yapılmakta idi. Bu tarihlerde Niğde'de yetişen ve her birinin emrinde 8-10 kişi bulunan küçük beylikler bulunmaktadır. Gençlerden bir tanesi beylerden birinin kızına aşık olur ve bu olay da beyin kulağına gider. Bey, kızına aşık olan genci yakalattırıp hapishaneye attırır, beyinden merhamet dileyen gençte bu türküyü yakar.




  • quote:

    Orijinalden alıntı: zayef-

    Türkünün Adı : Gine Yeşillendi Niğde Bağları
    Türkünün Yöresi :Niğde

    TÜRKÜNÜN SÖZLERİ

    Hey Hey Gine Yeşillendi Anam Anam Niğde Bağları
    Aslanım Niğde Bağları
    Hey Hey Bize Mesken Oldu Anam Anam Gurbet Elleri
    Aslanım Gurbet Elleri

    Hey Hey Bilmem Hayal Midir Anam Anam Bilmem Düş Müdür
    Aslanım Bilmem Düş Müdür
    Hey Hey Mektubun Gelmiyor Anam Anam Yollar Gış Mıdır
    Aslanım Gış Mıdır

    HİKAYESİ

    Cumhuriyetten önceki yıllarda kaçak rakı imalatı üzümü bol olan Niğde'ye 5 km mesafedeki Fertek kasabasında yapılmakta idi. Fertek ile Niğde'nin Tepe Bağları iç içe bulunmakta ve eski oturak alemleri de bu civarda yapılmakta idi. Bu tarihlerde Niğde'de yetişen ve her birinin emrinde 8-10 kişi bulunan küçük beylikler bulunmaktadır. Gençlerden bir tanesi beylerden birinin kızına aşık olur ve bu olay da beyin kulağına gider. Bey, kızına aşık olan genci yakalattırıp hapishaneye attırır, beyinden merhamet dileyen gençte bu türküyü yakar.

    Alıntıları Göster
    Türkünün Adı : Boz Bey Türküsü
    Türkünün Yöresi : Afyon

    TÜRKÜNÜN SÖZLERİ

    Boz Beye de ferman geldi
    Dost ağladı düşman güldü
    Hane halkı mahzun kaldı
    Melül da olsun ağlarım melül of felek
    Kıratımın adı benli
    Toprağı kavrar üzengi
    Yok Al-i Osman'da dengi
    Kıratı da istemiş ha babam Vezir
    Kırata meydan bulunmaz
    Düşman yüze güler bilnmez
    Yararlı kardeş bulunmaz
    Gönlüme bir karar aldıramadım ah gönül
    Yaşa kıratım bin yaşa
    Yaptıram sana altın kaşa
    Çakırköylü Rıza Paşa
    Ondan da bana imdat olmadı ah gönül
    Kıratın kuyruğu düğüm
    Sineme açtılar döğün
    Ayrılık günler bugün
    Kıratı da istemiş ha babam Vezir
    Kıratım yemini yemez
    Sırrını meydana vermez
    Koçyiğitsiz kavga olmaz
    Yayılım ateşine yanan ağlasın ah gönül
    Ne olduysa Allah'tan oldu
    Düşmanlar avluya doldu
    Davamız mahşere kaldı
    Mahşerde sürelim davamızı of felek
    Ayağımla kendim geldim
    Boynuma attım kemendim
    Çarhacı Paşa efendim
    Ondan da bana imdat olmadı of felek

    HİKAYESİ

    17. Yüzyılın ikinci yarısında yaşadığı sanılan Boz Bey, Afyon yöresindeki anlatışa göre, yiğitliği sayesinde yükselen bir Sipahi'dir. Zamanın Veziri, gözüne kestirdiği Boz Bey'in kıratını elinden almak istiyor. Ancak kıratını gözü gibi seven Boz Bey, vermek istemiyor ve bu yüzden Vezir'le arası açılıyor. Vezir nüfuzunu kullanarak Boz Bey'i tutuklatıp atını almak istiyor. Boz Bey'i yakalatıp Karahisar kalesinde zindana attırıyor. Ne var ki kırat, bir türlü Vezirin adamlarına yakalanmıyor. Boz Bey ise, kale muhafızının göz yummasıyla kaçıyor ve atıyla buluşup, Vezirle adamlarına meydan okumaya başlıyor. Boz bey'in Vezirle arası iyice açılmıştır. Vezir, bunun üzerine Boz Bey'in, isyan eden Yeğen Osman paşa ile birleşerek devlete kafa tuttuğunu Saraya ihbar eder. Saray'dan Boz Bey ya da Bozoğlan hakkında idam fermanı çıkarttırılır ve evi basılır. Boz Bey'i yakalayamazlar, ancak annesine büyük baskı yaparlar. Annesinin durumuna dayanamayan Boz Bey çaresiz teslim olur ve idam edilir.

    Halkın anlattıkları, türküyle genellikle çakışıyor. Türküde, ayrıca Boz bey'in güvendiği Rıza Paşa ve Çarhaca Paşa'nın da kendisini kurtaramadıkları ya da yardımcı olmadıkları anlaşılıyor.

    Şer'iye Sicillerinde rastlanan Anadolu beylerbeyinin bir buyruğunda, Boz Bey (Bozoğlan)ın şikayet edildiği açıkça anlaşılıyor:

    "... Şeriatmeap Karahisar Kadısı Efendi zide fazluhu ihna ve ilam olunur ki, hala Karahisar Beyi olan Bozoğlan isyan ve tuğyan üzere olan yeğen Osman Paşa itbaından (tebasından) olmağla, haklarından gelinmek babında fetvayı şerif sadır olmadığın ol tarafta mütesellimi firar idüp vilayet hali olduğu istimaımız olmağla (haber aldığımızdan)..."

    Özetle, Karahisar Beyi (Mutasarrıfı) Boz Bey'in, isyancılarla işbirliği yaptığı iddiasıyla idam edildiği anlaşılıyor.

    Yaklaşık 300 yıllık bir olayı yansıtmasına karşın, türkünün yitip gitmemesi ve canlılığını koruması, olayın etkileyiciliğinden ve yaygınlığından olsa gerek.




  • quote:

    Orijinalden alıntı: zayef-

    Türkünün Adı : Boz Bey Türküsü
    Türkünün Yöresi : Afyon

    TÜRKÜNÜN SÖZLERİ

    Boz Beye de ferman geldi
    Dost ağladı düşman güldü
    Hane halkı mahzun kaldı
    Melül da olsun ağlarım melül of felek
    Kıratımın adı benli
    Toprağı kavrar üzengi
    Yok Al-i Osman'da dengi
    Kıratı da istemiş ha babam Vezir
    Kırata meydan bulunmaz
    Düşman yüze güler bilnmez
    Yararlı kardeş bulunmaz
    Gönlüme bir karar aldıramadım ah gönül
    Yaşa kıratım bin yaşa
    Yaptıram sana altın kaşa
    Çakırköylü Rıza Paşa
    Ondan da bana imdat olmadı ah gönül
    Kıratın kuyruğu düğüm
    Sineme açtılar döğün
    Ayrılık günler bugün
    Kıratı da istemiş ha babam Vezir
    Kıratım yemini yemez
    Sırrını meydana vermez
    Koçyiğitsiz kavga olmaz
    Yayılım ateşine yanan ağlasın ah gönül
    Ne olduysa Allah'tan oldu
    Düşmanlar avluya doldu
    Davamız mahşere kaldı
    Mahşerde sürelim davamızı of felek
    Ayağımla kendim geldim
    Boynuma attım kemendim
    Çarhacı Paşa efendim
    Ondan da bana imdat olmadı of felek

    HİKAYESİ

    17. Yüzyılın ikinci yarısında yaşadığı sanılan Boz Bey, Afyon yöresindeki anlatışa göre, yiğitliği sayesinde yükselen bir Sipahi'dir. Zamanın Veziri, gözüne kestirdiği Boz Bey'in kıratını elinden almak istiyor. Ancak kıratını gözü gibi seven Boz Bey, vermek istemiyor ve bu yüzden Vezir'le arası açılıyor. Vezir nüfuzunu kullanarak Boz Bey'i tutuklatıp atını almak istiyor. Boz Bey'i yakalatıp Karahisar kalesinde zindana attırıyor. Ne var ki kırat, bir türlü Vezirin adamlarına yakalanmıyor. Boz Bey ise, kale muhafızının göz yummasıyla kaçıyor ve atıyla buluşup, Vezirle adamlarına meydan okumaya başlıyor. Boz bey'in Vezirle arası iyice açılmıştır. Vezir, bunun üzerine Boz Bey'in, isyan eden Yeğen Osman paşa ile birleşerek devlete kafa tuttuğunu Saraya ihbar eder. Saray'dan Boz Bey ya da Bozoğlan hakkında idam fermanı çıkarttırılır ve evi basılır. Boz Bey'i yakalayamazlar, ancak annesine büyük baskı yaparlar. Annesinin durumuna dayanamayan Boz Bey çaresiz teslim olur ve idam edilir.

    Halkın anlattıkları, türküyle genellikle çakışıyor. Türküde, ayrıca Boz bey'in güvendiği Rıza Paşa ve Çarhaca Paşa'nın da kendisini kurtaramadıkları ya da yardımcı olmadıkları anlaşılıyor.

    Şer'iye Sicillerinde rastlanan Anadolu beylerbeyinin bir buyruğunda, Boz Bey (Bozoğlan)ın şikayet edildiği açıkça anlaşılıyor:

    "... Şeriatmeap Karahisar Kadısı Efendi zide fazluhu ihna ve ilam olunur ki, hala Karahisar Beyi olan Bozoğlan isyan ve tuğyan üzere olan yeğen Osman Paşa itbaından (tebasından) olmağla, haklarından gelinmek babında fetvayı şerif sadır olmadığın ol tarafta mütesellimi firar idüp vilayet hali olduğu istimaımız olmağla (haber aldığımızdan)..."

    Özetle, Karahisar Beyi (Mutasarrıfı) Boz Bey'in, isyancılarla işbirliği yaptığı iddiasıyla idam edildiği anlaşılıyor.

    Yaklaşık 300 yıllık bir olayı yansıtmasına karşın, türkünün yitip gitmemesi ve canlılığını koruması, olayın etkileyiciliğinden ve yaygınlığından olsa gerek.

    Alıntıları Göster
    Türkünün Adı : Al Fadimem
    Türkünün Yöresi :Emirdağı

    TÜRKÜNÜN SÖZLERİ

    Evlerinin önü yoldur
    Yoldan geçen karakoldur
    Gurban olam sarı gelin
    Gel testini bizden doldur

    Al Fadimem bal Fadimem
    Yanakları gül Fadimem
    Uyan uyan sabah oldu
    Namazını gıl Fadimem

    Şu dağların burcu musun
    Kız boynumun borcu musun
    Gurban olam sarı gelin
    Sen kötünün harcı mısın

    Al Fadimem bal Fadimem
    Yanakları gül Fadimem
    Uyan uyan sabah oldu
    Namazını gıl Fadimem

    Evlerinin önü satır
    Atlı geçer güpür güpür
    Gurban olam sarı gelin
    Gel de bizim evi süpür

    Al Fadimem bal Fadimem
    Yanakları gül Fadimem
    Uyan uyan sabah oldu
    Namazını gıl Fadimem

    Koyun yola dizilirdi
    Bağlı ipler çözülürdü
    Ahranımış gavur oğlan
    Buz olsaydı çözülürdü

    Al Fadimem bal Fadimem
    Yanakları gül Fadimem
    Uyan uyan sabah oldu
    Namazını gıl Fadimem

    Al Fadimem suya gider
    Su yolunda çalım eder
    Çalım etme al Fadimem
    Ben cahilim aklım gider

    Al Fadimem bal Fadimem
    Yanakları gül Fadimem
    Uyan uyan sabah oldu
    Namazını gıl Fadimem

    HİKAYESİ

    Bu hikaye, Emirdağ’da yaşanmış gerçek bir aşk öyküsüdür.

    Yıllardır söylenir durur. Yıllardır da hikayesi anlatılır bu türkünün. Artık sadece Emirdağlılar’ın değil, türkü seven herkesin dilinde bayraklaşan Al Fadimem türküsünün kahramanları kimlerdir? Yaşadıkları olay nedir? Sonları ne olmuştur? Bu ve benzeri soruların cevapları farklı zamanlarda, farklı insanların açıklamaları, hikayeleri, anlatımları ile cevaplanmaya çalışılmış; özde türkü benimsenmiş ve önemsenmiştir.

    Efe Kadir ile Al Fadime’nin aşkı geçmişte yaşanmış gerçek bir aşk öyküsüdür. Çünkü; onlar türkü dizeleriyle aşk destanlarını zaten yazmışlardır. Bu nev’i olayların illa da hikaye ya da roman şeklinde okuyucuya aktarılması şart olmadığı gibi Fadime ile Efe Kadir’in bizlere bıraktıkları türkü dizeleri, altmış yıldan beri, bu aşkın masumiyetini, güzelliğini ve unutulmazlığını muhafaza etmektedir. Morcalı Aşireti’nden bu iki gencin dudaklarından dökülen aşk dizeleri efsaneleşmiştir.

    Al Fadime’nin Avustralya’da yaşayan kızı Leman Bostan’ın annesi hakkında ki açıklamaları şöyledir:

    Bu aşk serüveni bundan altmış yıl önce yaşanmıştır. Al Fadime; Emirdağ’ın Sağırlı Köyü’ndendir. Emirdağ Cevizli köyü eski adıyla (Konara) Köyü’nden Efe Kadir namıyla, Kadir Kilci isimli delikanlı ile Al Fadime birbirlerini severler. Bu köyler o zaman Bayat’a bağlıdır. Her ikisi de Morcalı Aşireti’ne mensuplardır.

    Efe Kadir, Al Fadime’yi ailesinden o günün törelerine uygun bir şekilde istetir. Fakat köyün en güzel kızı, al yanaklı, selvi boylu, ardı kırk belikli güzel Fadime'yi, Efe Kadir’e vermezler. Bunun üzerine Efe Kadir Fadime'yi kaçırmaya karar verir. Birbirini seven sevgililer kaçarlar. Ancak; Fadime’nin dayıları, o günün Morcalı Kolu’nda adı-sanı anılan, gözü kara, Babayiğit kişilerdir. İyi niyetle yola çıkan genç aşıkların bu küçücük aşk kervanını yakalamaya çıkarlar. Zira olayı hazmedemezler. Aşka, sevgiye, gönül sesine kulak veren yoktur. Sözde namuslarını kurtaracaklarını düşünürler. Oysa; Fadime, Efe Kadir’in helali olacaktır.

    Çok geçmez sıkı takip sonucu genç aşıkları Emirdağ merkezinde yakalatırlar.

    Sorgu hakimi, yaşının küçüklüğü nedeniyle Al Fadime’yi ailesine teslim eder. Efe Kadir de cezaevine gönderilir. Bir süre sonra Al Fadime de ailesinin baskısıyla kendi köyünden Musa Bostan, nam-ı diğer Kara Musa isimli şahıs ile evlendirilir. Fadimesi elinden alınan Efe Kadir dokuz ay mahkumiyetten sonra tahliye olur ve köyüne döner.

    Güzün atılan tohumlar, hasata dönüşmüş, haşhaş çizimi, arpa buğday biçimi gelmiştir. Morcalı Aşireti tamamiyle arazide, doğadadır. Haşhaş kozasına atılan çizgi, bıçağının ağlattığı kozağı görenler, koyun güden çobanlar, koyundan süt sağan gelinler, Efe Kadir'in türkülerini mırıldanmaya başlamışlardır artık. Tırpancılar işe başlamış, rüzgarla kelle döğen ak buğday başakları, poşulu tırpancılara teslim olmuştur. Dönüm başı yapıp, tırpanını “bileği taşı”'yla bileyen tırpancılar, nefes buldukça Efe Kadir'in hapishanede dokuz ay boyunca Fadimesi'ne yaktığı türkülerini çığırmaktadırlar.

    Türkünün sözlerinden de anlaşılacağı üzere; Efe Kadir, türkülerini Fadimesi elinden alındıktan sonraki dönemlerde yakmıştır. Türkülerinde Fadimesi'ne duyduğu sevda, ayrılığın acısı nakış nakış işlenmiştir.

    Fadime'nin Kara Musa ile olan evliliğinden altı çocuğu olmuştur: Güleser-Şehriban isimli ikizleri, Mustafa, Leman, Rasime ve Ali Osman... Üçüncü çocuğu olan Mustafa, yıldırım düşmesi sonucu vefat etmiş olup, diğer beş kardeş hayattadır.

    Yaşadıkları aşk türküye dökülen ve tüm sevdaları türkü sözleriyle anlatılan Fadime ile Efe Kadir’in yanan gönüllerinden dökülen sevgi sözcükleri sarışın, pembe yanaklı, sırma saçlı, uzunca boylu, ceylan bakışlı Fadime kıza, Al Fadime ünvanını kazandırmıştır.

    Morcalı Aşireti'nde ata binme, cirit oynama, lacivert urba giyme, Ege'de Manisa Yöresi'nde olduğu gibi kasket üzerine poşu dolayıp Emirdağ'a, Yukarı Maçaklı, Aşağı Maçaklı köylerinden geçip, Özburun Değirmen deresinden Bolvadin'e inmek, vilayete gitmek disiplin gösterilen şeylerdir o zaman.

    Gerek Köroğlu Beli'ne vardığımızda, gerek Bolvadin istikametinden seyir ederken Efe Kadir ve Al Fadime akla gelir. Alfadimem Türküsü her çalındığında sevdiğine kavuşamamış, sevdasını gönüllerine gömmüş yiğit Emirdağ Gençlerinin havas olduklarının fululaşmış hatıraları yaralı yüreklerini parçalar. Havası sert insanı mert, yiğidin harman olduğu, Emirdağ’larının Morcalı Aşireti'ne ait tüm köy ve obaları tabiat hali güzel ve bakirdir. Fadimeleri, Efe Kadirleri ve sevgileri yeni açan çiğdem çiçekleri, tabiat ana gibi güzeldir.

    Fadime Bostan'ın kızı Leman'ı kuyıımcu dükkanıma getiren ve bıı söyleşiyi yapmam sağlayan Morcalı Aşireti İmralı Köyü'nden arkadaşım Tatoğlu Mehmet Yeler, Mevlüt Yeler ile Leman Bostan'a çok teşekkür eder, okuyucularımıza ve tüm hemşehrilerimize mutlu günler dilerim.




  • Türkünün Adı : Harmana Sererler Sarı Samanı
    Türkünün Yöresi : Emirdağı

    TÜRKÜNÜN SÖZLERİ

    Harmana sererler sarı samanı
    Hiç gitmiyor Emirdağ'ın dumanı
    Gel otur yanıma canım sevdiğim
    Ayrılık mı olur yayla zamanı

    Hacerli çeşmesi bir ince yoldur
    Doldur nazlı yarim testini doldur
    Eninde ağlattın sonunda güldür
    Eni de bir sonu da bir dünyanın

    Bizim yaylalarda gonca gül olmaz
    Boşla deliliği dağlar yol olmaz
    Elin kızı kendi gelip yar olmaz
    Varıp kapısına yalvarmayınca

    HİKAYESİ

    Emirdağ ovası sıcak bir yaz gününde adeta kavruluyordu. Güneş tam tepeden ekin biçen tırpancıların başlarından aşağıya doğru ılık terler dökmelerine sebep oluyordu. O yıl bereketli bir yıldı ve başaklar üzerine bindirilmiş altın gibi parlayan buğday tanelerini taşıyamıyorlar, neredeyse bükülmekten kırılacak seviyeye gelmişlerdi. Dönüm başı kiralanan tırpancılar, tırpanlarını sarı buğday deryasına sallarlarken, derin hayallere dalıyorlar, uzunca bir süreden sonra ritmik hareketlerle salladıkları tırpanın ağırlığını hissetmiyorlardı. Saf tutarak ekin biçen tırpancıların arasında fidan boylu, kara-yağız bir delikanlı vardı ki, yazın esen ılık rüzgârların çarpıntıları ona güç veriyor ve onlarca dönüm tarlaların sarı renkli başakları sürmeli yeşil gözlerinde yansıyarak, onu sevgi deryasında savrulmuş kayık misali aşka davet ediyordu.

    Adaçal’ın eteklerindeki Belen sırtlarında kendini işe vermiş tırpancılar ve tarla sahiplerini suskunluk bürümüş, konuşmadan durmadan çalışıyorlardı. O sırada ekenek civarında bulunan tek ardıç ağacının altında dinlenmekte olan gençlerden birinin bağırması bu sessizliği bozdu. Tarlaların büyük bir bölümünün sahibi Tahir Ağa geliyordu ve bu durumu çalışanlara haber vermeliydi. Bir çift heybetli doru tayın koşulduğu yeşil renkli, tekerleklerine takılmış zillerin sesinin uzaktan hoş bir tını yaratarak duyulduğu araba ve üzerinde uzunca bir kaban giymiş kasketli, bir o kadarda havalı orta cüsseli bir adam ve arabası yaklaşıyordu. Araba kısa bir süre sonra ardıç ağacının cılız gölgesinin altına gelip durdu. Arabadan, önce ağanın yamağı kel Hüseyin indi, arkasından Tahir Ağa indi, arabada biri vardı ki, esmer, ela gözlü, başında oyalı yazması bulunan ay yüzlü, dünyalar güzeli genç bir kız, dinlenmekte olan Yusuf’un dikkatini çekmişti. Yusuf utangaç bakışlarla kıza bakıyor ve bilinçsizce iç geçiriyordu “Aman Allah’ım bu ne güzellik böyle, sanki insan değil bir melek” diye düşünmekten kendini alamıyordu. Ağanın seslenişi bu büyüyü kısa sürede olsa bozdu “Kızım Elif, şu azıkları ve ayran testisini uzat!” Bu sırada Yusuf, kızın adının Elif olduğunu öğrenmişti. Ne anlamlı güzel bir ismi vardı. Yusuf istem dışı çevik bir hareketle yerinden fırladı ve Elif’in uzatmış olduğu ayran testisini tuttu. Ela ile yeşil gözlerin gizemli buluşması birkaç saniyede olsa ilk kez gerçekleşti. Bu farklı bir duyguydu, topak kız ve kara Yusuf’un gönül gözlerinin yoğunlaşmış yansımaları, yüreklerindeki sevda ateşinin olgunlaşarak parlamasına neden oldu.

    Tahir Ağa’nın kısa süreli ziyareti sona ermiş ve yeşil boyalı arabalarına binerek, Emirdağ merkezine doğru yol almaya başlamışlardı. Tırpancıların uzunca molası bitmiş ve ekin biçimine tekrar başlanmıştı. Yusuf tırpanı sallarken, gönlünün zelzeleye tutulduğunu çoktan fark etmişti. İnsana yaşama sevgisi veren aşk ateşi, tarladan biçilen her bir buğday tanesi kadar gönlüne saplanıyordu. Belli-belirsiz bir sesle farkında olmadan bir türkü tutturdu “İncecikten bir kar yağar tozar Elif, Elif diye.” Türkünün sadece bu bölümünü bilen Yusuf gün batımına kadar aynı mısraları yineledi.

    Güneş gökyüzünün tepesinden ayrılmış, tırpancılarla dalga geçer gibi, Adaçal’ın arkasına doğru çekilmişti. Çalışanlar için artık eve gitme vakti gelmişti. Tüm tırpancılar anayolu kullanmadan Belen sırtlarından salınarak kısa sürede Emirdağ merkeze inmişlerdi. Yusuf ve arkadaşları Kacerli çeşmesinin önünden geçerken genç kızlar sırayla su dolduruyorlar ve çeşme başında muhabbet ediyorlardı. Aslında birçoğu için su doldurmak bahaneydi, esas olan havas oldukları yiğit Emirdağ gençlerini görebilmek için buradaydılar. Tırpancılardan birisi su içmek için çeşmeye doğru yaklaşırken, Yusuf’un gözü bir güzele odaklandı, böyle bir tesadüf olamazdı. Bu güzel, Elif’ti evet kesinlikle oydu. İki genç utangaç bakışlarla uzunca bir süre bakışıp, birbirlerine ışmar eylediler. Elif’in elinde tuttuğu üzeri işlemeli su testisinin motifleri, adeta ilk aşkının yeşeren sevda ateşini simgeliyordu. Yusuf bir yudum su içmek bahanesiyle çeşmeye doğru yanaştı. O zamanlar bir erkek çeşmeye yanaştığında tüm bayanlar ona öncelik verirlerdi, bu bayan ağa kızı da olsa durum değişmezdi. Yusuf, Elif’in uzattığı kalaylı bakır tasa dolmuş, Emirdağlarının yeşil kekik kokulu yaylalarından adeta gelinlik bir kız gibi süzülerek inen sudan bir yudum içerken, gözlerini Elif’ten ayıramadı. Kelimelerin yetersiz kaldığı bu dakikalarda, tek laf etmeden oradan ayrıldılar.

    Günler günleri kovaladı, ekinler biçilip, döven döğme, patos çekme zamanı geldi. O zamanlar teknoloji ileri olmadığından devasa biçer-döverler yoktu. En gelişmiş makina olan patos, sadece koca kaza da birkaç tane vardı. Genellikle arpa ve buğday gibi tahılları saplarından ayırmakta, at veya öküz arkasına koşulmuş dövenler kullanılırdı. Çift at veya öküz arkasına koşulmuş “geri” ismi verilen kenarı uzun dayaklarla desteklenmiş arabalar, biçilmiş olan ürünü ekenekten harman yerine taşımada kullanılırdı. Tüm ekinlerin biçim işi bitmiş, imece usulü kullanılan harman yerinde çiftçiler ürünlerini işlemeye başlamışlardı. Altın sarısı buğday taneleri başaklarından ayrılırken, göz kamaştıran güzellikte görüntüler ortaya çıkıyordu.

    Tahir Ağa’nın ürünleri diğer çiftçilerin ürün toplamından fazla olduğundan, onlarca kiralanmış çalışanı vardı. Kara Yusuf da bunlardan birisiydi. Tüm ahali harman yerine toplanmış, tek bilek olmuş biran önce tahıllarını, yağmur-yaş vurmadan depolara kaldırma çabasındaydı. Tahir Ağa’nın konağı ile harman yeri sınır olduğundan, konak sakinleri hummalı çalışmaları takip ediyor ve zaman-zaman çalışmalara katılıyorlardı. Yusuf ve Elif bu durumdan yararlanarak fırsat buldukça kaçamak buluşmalara başlamışlardı. Her geçen gün genç aşıkların yüreklerindeki sevda ateşini körüklüyor, fakat gelecek korkusu adeta iki sevgiliyi umutsuzluğa sürüklüyor, birbirine olan sevgilerinin büyüklüğünü hatırladıkça, hafif buruk bir tebessümle gülümsüyorlardı.

    Gün oldu devran döndü, Emirdağ’ın poyraz rüzgarları ve şiddetli ayazı karlı dağları aşarak koca konağa dayandı. Yusuf ile Elif eskisi kadar sık görüşemiyorlar, sadece ara-sıra uzaktan da olsa, gönül gözleriyle birbirine olan sevgilerini işliyorlardı. O sene kış çok zorlu geçti. Emirdağlarında, adeta soğuğa dağlar bile dayanmakta güçlük çekti. Herkesin gönlünde baharın gelmesini bekleme umudu filizlenmiş, çiğdem çiçeklerin güneşle buluşma anını özlemle bekler olmuşlardı. Sonunda tabiat ana uykusundan uyandı ve Emirbaba’dan Kaza’ya bakan güneş tatlı yüzünü tüm özleyenlere gösterdi. Körpe kuzuların özlemle meleme sesleri, sarı ineklerin danalarını özenle emzirme sahneleri, tarlada ve bahçede yeşilin tüm tonlarının, ruhu okşayan yansımaları, genç aşıkların sevdalarının bir kat daha büyümesine vesile oluyordu. Tahir Ağa o sene Alıçlı yaylasını yurt tutmuştu. Dağlıç koyunlarının çan sesleri eşliğinde koca sürü yaylaya çıkacak, çörek otlu tulum peyniri keçi derisine basılacak ve tereyağının en hası buz gibi pınarların sularında çalkalanarak ayrıştırılacaktı. Yayla zamanı gelip çatınca konakta bir hizmetli dışında kimse kalmamış ve hepsi yaylanın yolunu tutmuştu. Kara Yusuf bir kez daha ciğerinden yaralanmış, ak benizli sevdalısı Elif’i yaylaya salmıştı. Bizim yaylalarda her ağanın bir yurdu olur ve destursuz kimse-kimsenin yurduna giremezdi. Her şeyden önce on koyundan kıymetli davar köpekleri buna izin vermezdi.

    Sevdalısını dağlara salan Yusuf, yayla dönüşüne kadar onu göremeyeceğini biliyor ve bulabildiği gündelik işlerle avunmaya çalışıyordu. Baharın ve yazın en güzel günleri yaşanıyor ama Yusuf için bir anlam ifade etmiyordu. Her baktığı yerde biricik sevdalısının flulaşmış hayalini görür gibi oluyor, bir anlık sevinç daha başlamadan ızdıraba dönüşüyordu.

    O zamanlar Emirdağ yaylalarına tek ulaşım, taşıt yolu olmadığından dolayı, binek hayvanlarıyla yapılıyor, bu durum aslında çok kısa olan mesafeleri devasalaştırıyordu. Çatallı köyüne kadar vasıta ile gidiliyor, bu köyden sonra ise tüm ağırlıklar, yaylaya binek hayvanlarıyla taşınıyordu. Yaylaların çılgın rüzgarlarına dayanmaya çalışan Aleyçik kamışları, adeta Elif ile Yusuf’un aşklarına ağlayarak gıcılıyorlardı. Yaylada güneş doğmadan uyanan Türkmen kadınları, o daracık çadırlarında, bir taraftan yeni sağarak damda pişirdikleri sütün kaymağını, daha önceden kaza’da yağ tenekesini ikiye böldürerek yaptırdıkları kaymak tenekesine döküyor, diğer taraftan kalabalık nüfusuna kahvaltılık hazırlamaya çalışıyorlardı. Güneş sıcak yüzünü gösterdi ve Aleyçik’in kapısından içeriye ilk ışıklarını göndermeye başladı. Bu sırada gördüğü kabusun etkisinde kalan Elif, irkilerek uyandı. Sabah ayazında kan-ter içinde kalmıştı. Belli ki korkunç bir rüya görmüştü. Elif rüyasında ne gördü orasını bilmemiz mümkün değil ama sanırım tahmin etmek o kadarda zor olmasa gerek.

    Sevdalılar için zaman geçmek bilmiyor, adeta saniyeler bir yıl oluyordu. Günlerce yaralı kalpler kavuşma isteğiyle yandı tutuştu, ama zamansız da hiçbir iş olmuyordu. En sonunda yaylalarda otlar sararmaya başladı, Elif belki de hayatında ilk kez sararan otlara sevinmişti. Dönüş yükleri semiz binek hayvanlarına yüklenmişti. Uzunca bir zahmet sonunda Çatallı Köy’e inildi ve buradan kara taşıtlarıyla Emirdağ merkezdeki konaklarına kavuşacaklardı.

    Yusuf yaylacıların geleceğini daha önceden öğrenmişti. O gün gündelik işe gitmedi. Çatallı ve Tez köylerinin Emirdağ girişinde adeta nöbete kaldı. Aslında gözü yola bakıyor ama yoldan geçenleri görmüyordu, sevda ateşiyle adeta yeşil gözlerine mil çekilmişti. Uzunca bir süre bekledikten sonra, uzaktan gelen minibüsü fark etti, araç yaklaştıkça kalbi yerinden fırlayacakmış gibi çarpıyordu, evet bu o araçtı, Emirdağ’dan giden araç, Tahir ağa ve ailesini getirecek araç... Minibüs Yusuf’un yanından süratlice geçti gitti. Yusuf toz bulutundan kimseyi göremedi, minibüsün istikametinin Kacerli’deki Tahir Ağanın konağı olduğunu bildiğinden, tüm gücüyle koşarak Keçili Deresi istikametinden Kacerli’ye doğru yol almaya başladı. Uzun bir süre sonunda Yusuf, konağa yaklaşmış ama dizlerinde derman kalmamıştı. Harman yerinde biraz soluklandıktan sonra, gözleri cananını aramaya başladı, ama dışarılarda kimse görünmüyordu. Bir süre orada duraklayan Yusuf, umutsuzluğa kapılıp tuttu evinin yolunu. Yusuf için zaman geçmek bilmiyordu. Akşam vakti yaklaştığın da Kacerli çeşmesi civarına gitmeyi planlıyordu. Yola koyulan Yusuf, çeşme başına yaklaştığında hep aynı bildik manzara, genç kızların tatlı sohbetleri ve gençlerin uzaktan-uzağa kızlara ışmar eyleme sahneleri. Yusuf hayal kırıklığına uğramıştı, çünkü Elif çeşme başında yoktu, umutsuzca beklemeye başladı. Uzunca bir süre bekleyen Yusuf, tam oradan uzaklaşacağı sırada gözlerine inanamadı, Elif geliyordu, yaklaştıkça güzel yüzü belirginleşmiş, yayla havası güzel yanaklarının elma gibi kızarmasını sağlamıştı. Sevdalılar birbirlerini görünce gözlerini birbirine kenetlediler. Çeşme başına yanaşan Elif, testisinin dolduğunun farkında bile değildi. Dilleri ile dişlerinin arasında karar verip kavil ettiler, akşama görüşeceklerdi. Karanlık çökmeye başladı ama kör talih, ay gökyüzünde adeta güneş gibi ortalığı aydınlatıyordu. Biraz çekinerek de olsa konağın uzunca avlusunun sonuna yaklaşan Elif, en sonunda Yusuf’una kavuştu. İki sevdalı el-ele tutuşup masumane bir şekilde hasret giderdiler. Koca bir kış gizli buluşmalarla görüşen sevdalılar, birbirlerine daha sıkı bağlandılar.

    Yine yaz geldi, Tahir Ağa bu yıl yaylaya çıkmayacaktı. Harman zamanı hep aynı rutin işler ve dağ gibi büyüyen Yusuf ile Elif’in büyük sevdalarının yansımaları, Emirdağlarına hançer gibi saplanıyordu. O gün hava bulanıktı, Elif’in içi bilinmeyen bir sebepten daralıyordu. Çok geçmedi Tahir Ağa, karısı İlvanlı Dudu’yu yanına çağırdı. Elif’e talip çıkmıştı. Emirdağ’ın soylu bir ailesi askerden yeni gelen oğullarına Elif’i istiyorlardı. Bu genç, Tahir Ağa’nın asker arkadaşının oğlu Osman’dı, Tahir Ağa söz vermişti bir kere, kız verilecek, iki soylu sülale hısımlık bağıyla birleşecek ve şanlarına uygun düğün yapılacaktı. İlvanlı Dudu bu duruma çok sevindi. Elif’i yanına çağırarak, hemen müjdeyi verdi. Elif’in başından kaynar sular dökülmüştü, ya sevdalısı karar verip kavil ettiği Kara Yusuf’u ne olacaktı? Eski Türkmen geleneklerimizde aşka, sevdaya önem verilmezdi, hatta genç kızlara duygu ve düşünceleri asla sorulmazdı. Belki de onca güzel örf ve ananelerimiz içinde tek olumsuz olanı buydu ve halkımızın bağrından kopmuş, acıyı mısralara yansıtmış sevda ağıtlarının, türküye dönüşmesin tek sebebi buydu.

    O gece Elif için bir kabustu ve asla sabah olmuyordu, güzel gözleri uykuya hor bakıyor ve bir an önce yiğidine kara haberi ulaştırmak için parçalanıyordu. Güneş Emirdağlarını selamlayarak, Kacerli’nin üzerine ateşten perdesini gerdi. Hava öyle bir sıcaktı ki adeta Elif kızın içinin yangını sevdalı yüreklere kor alev gibi basılıyordu. Elif çaresizdi ne yapmalıydı? Ne etmeliydi? bilemiyordu. Ölümsüz sevdasını Yusuf dan başka bileni yoktu. Annesi Dudu’ya durumu söylemek istedi ama yapamadı. Söylese de zaten bir faydası olmayacaktı. İlvanlı Dudu hatırı sayılır bir Ağa karısıydı. Hiç kızını bir tırpancıya verir miydi ? Ele güne rezil olurdu, Emirdağ’da haysiyeti iki paralık olurdu.

    Nice olumsuz aşkların sevdaların yaşandığı Kacerli çeşmesi o gün yine bulanık akıyordu. Bu çeşme ne zaman bulanık aksa, ayrılık rüzgarlarının savurduğu toprak, yaylalarda bu suya karışırdı. Elif ilk kez çeşme başına Yusuf’tan önce gelmişti. Yakışıklı, fidan boylu Türkmen delikanlısı sürmeli Yusuf uzaktan göründü. Elif’ine yaklaştıkça içinin yandığını hissetti, çeşme başında akşam buluşmaya kavil ettiler. Uzun geçen yaz saatlerinden sonra gün kavuştu, hava yine bulanıktı. Elif konağın avlusundan ağlayarak yaklaştı, uzunca bir süre hıçkırıklarına engel olamadı. Kara Yusuf dile geldi: “Ela gözlü, al yanaklı topacık yarim neyin var?” Elif olanları ağlayarak anlattı ve şöyle ekledi: “Sürmeli yiğidim, aslan yarim, biz ne ettik feleğe, Elif’in yalnız seni sevdi, sadece seni diledi.” Sevdalıların yakarışlarına, gökyüzü dayanamadı ve gürleyerek ayrılık damlalarını, iki aşığın üzerine bıraktı. Göz yaşları ve ayrılık yağmurları birbirine karıştı.

    Orada yaşanan olayları sadece Yusuf, Elif ve Allah’tan başka kimse bilmiyor. Bizim bildiğimiz sadece Kara Yusuf’un Elif’e beraber kaçalım demesi ve Elif’in istemeyerek buna karşı çıkmasıydı. Elif iyi bir terbiye almış Türkmen kızıydı, babası Tahir Ağa’nın başını yere eğemezdi. Zaten kaçsalar bile Tahir Ağa bu sevdaya mutlaka engel olurdu. Maalesef hüzünlü bir aşk öyküsü daha bu şekilde ayrılıkla sonuçlandı. Kara Yusuf ve Elif de gönülden sevip ayrılan diğerleri gibi, sevdalarını kalplerine gömdüler, ölünceye kadar, silinmeyecek kalplerine kazınmış sevda sızılarıyla yaşamak zorunda kalacaklardı. Elif aynı sene muhteşem bir düğünle içi kan ağlayarak Osman ile evlenmek zorunda kaldı. Kara Yusuf’un en iyi bildiği iş olan tırpancılığa devam ederken, artık “İncecikten bir kar yağmıyordu ve Elif diye tozmuyordu.” Bir zamanlar canına bastığı biricik yari artık ona haramdı. Elif adını ağzına almadan yıllarca ona yaktığı türküleri söyleyecekti. Kara Yusuf’un bahtı da lakabı gibi Kara idi, ekenekler de ekin biçerken, her tırpan sallayışında aşağıdaki türküyü de ömür boyu yaşlı gözlerle söyledi;




  • quote:

    Orijinalden alıntı: zayef-

    Türkünün Adı : Harmana Sererler Sarı Samanı
    Türkünün Yöresi : Emirdağı

    TÜRKÜNÜN SÖZLERİ

    Harmana sererler sarı samanı
    Hiç gitmiyor Emirdağ'ın dumanı
    Gel otur yanıma canım sevdiğim
    Ayrılık mı olur yayla zamanı

    Hacerli çeşmesi bir ince yoldur
    Doldur nazlı yarim testini doldur
    Eninde ağlattın sonunda güldür
    Eni de bir sonu da bir dünyanın

    Bizim yaylalarda gonca gül olmaz
    Boşla deliliği dağlar yol olmaz
    Elin kızı kendi gelip yar olmaz
    Varıp kapısına yalvarmayınca

    HİKAYESİ

    Emirdağ ovası sıcak bir yaz gününde adeta kavruluyordu. Güneş tam tepeden ekin biçen tırpancıların başlarından aşağıya doğru ılık terler dökmelerine sebep oluyordu. O yıl bereketli bir yıldı ve başaklar üzerine bindirilmiş altın gibi parlayan buğday tanelerini taşıyamıyorlar, neredeyse bükülmekten kırılacak seviyeye gelmişlerdi. Dönüm başı kiralanan tırpancılar, tırpanlarını sarı buğday deryasına sallarlarken, derin hayallere dalıyorlar, uzunca bir süreden sonra ritmik hareketlerle salladıkları tırpanın ağırlığını hissetmiyorlardı. Saf tutarak ekin biçen tırpancıların arasında fidan boylu, kara-yağız bir delikanlı vardı ki, yazın esen ılık rüzgârların çarpıntıları ona güç veriyor ve onlarca dönüm tarlaların sarı renkli başakları sürmeli yeşil gözlerinde yansıyarak, onu sevgi deryasında savrulmuş kayık misali aşka davet ediyordu.

    Adaçal’ın eteklerindeki Belen sırtlarında kendini işe vermiş tırpancılar ve tarla sahiplerini suskunluk bürümüş, konuşmadan durmadan çalışıyorlardı. O sırada ekenek civarında bulunan tek ardıç ağacının altında dinlenmekte olan gençlerden birinin bağırması bu sessizliği bozdu. Tarlaların büyük bir bölümünün sahibi Tahir Ağa geliyordu ve bu durumu çalışanlara haber vermeliydi. Bir çift heybetli doru tayın koşulduğu yeşil renkli, tekerleklerine takılmış zillerin sesinin uzaktan hoş bir tını yaratarak duyulduğu araba ve üzerinde uzunca bir kaban giymiş kasketli, bir o kadarda havalı orta cüsseli bir adam ve arabası yaklaşıyordu. Araba kısa bir süre sonra ardıç ağacının cılız gölgesinin altına gelip durdu. Arabadan, önce ağanın yamağı kel Hüseyin indi, arkasından Tahir Ağa indi, arabada biri vardı ki, esmer, ela gözlü, başında oyalı yazması bulunan ay yüzlü, dünyalar güzeli genç bir kız, dinlenmekte olan Yusuf’un dikkatini çekmişti. Yusuf utangaç bakışlarla kıza bakıyor ve bilinçsizce iç geçiriyordu “Aman Allah’ım bu ne güzellik böyle, sanki insan değil bir melek” diye düşünmekten kendini alamıyordu. Ağanın seslenişi bu büyüyü kısa sürede olsa bozdu “Kızım Elif, şu azıkları ve ayran testisini uzat!” Bu sırada Yusuf, kızın adının Elif olduğunu öğrenmişti. Ne anlamlı güzel bir ismi vardı. Yusuf istem dışı çevik bir hareketle yerinden fırladı ve Elif’in uzatmış olduğu ayran testisini tuttu. Ela ile yeşil gözlerin gizemli buluşması birkaç saniyede olsa ilk kez gerçekleşti. Bu farklı bir duyguydu, topak kız ve kara Yusuf’un gönül gözlerinin yoğunlaşmış yansımaları, yüreklerindeki sevda ateşinin olgunlaşarak parlamasına neden oldu.

    Tahir Ağa’nın kısa süreli ziyareti sona ermiş ve yeşil boyalı arabalarına binerek, Emirdağ merkezine doğru yol almaya başlamışlardı. Tırpancıların uzunca molası bitmiş ve ekin biçimine tekrar başlanmıştı. Yusuf tırpanı sallarken, gönlünün zelzeleye tutulduğunu çoktan fark etmişti. İnsana yaşama sevgisi veren aşk ateşi, tarladan biçilen her bir buğday tanesi kadar gönlüne saplanıyordu. Belli-belirsiz bir sesle farkında olmadan bir türkü tutturdu “İncecikten bir kar yağar tozar Elif, Elif diye.” Türkünün sadece bu bölümünü bilen Yusuf gün batımına kadar aynı mısraları yineledi.

    Güneş gökyüzünün tepesinden ayrılmış, tırpancılarla dalga geçer gibi, Adaçal’ın arkasına doğru çekilmişti. Çalışanlar için artık eve gitme vakti gelmişti. Tüm tırpancılar anayolu kullanmadan Belen sırtlarından salınarak kısa sürede Emirdağ merkeze inmişlerdi. Yusuf ve arkadaşları Kacerli çeşmesinin önünden geçerken genç kızlar sırayla su dolduruyorlar ve çeşme başında muhabbet ediyorlardı. Aslında birçoğu için su doldurmak bahaneydi, esas olan havas oldukları yiğit Emirdağ gençlerini görebilmek için buradaydılar. Tırpancılardan birisi su içmek için çeşmeye doğru yaklaşırken, Yusuf’un gözü bir güzele odaklandı, böyle bir tesadüf olamazdı. Bu güzel, Elif’ti evet kesinlikle oydu. İki genç utangaç bakışlarla uzunca bir süre bakışıp, birbirlerine ışmar eylediler. Elif’in elinde tuttuğu üzeri işlemeli su testisinin motifleri, adeta ilk aşkının yeşeren sevda ateşini simgeliyordu. Yusuf bir yudum su içmek bahanesiyle çeşmeye doğru yanaştı. O zamanlar bir erkek çeşmeye yanaştığında tüm bayanlar ona öncelik verirlerdi, bu bayan ağa kızı da olsa durum değişmezdi. Yusuf, Elif’in uzattığı kalaylı bakır tasa dolmuş, Emirdağlarının yeşil kekik kokulu yaylalarından adeta gelinlik bir kız gibi süzülerek inen sudan bir yudum içerken, gözlerini Elif’ten ayıramadı. Kelimelerin yetersiz kaldığı bu dakikalarda, tek laf etmeden oradan ayrıldılar.

    Günler günleri kovaladı, ekinler biçilip, döven döğme, patos çekme zamanı geldi. O zamanlar teknoloji ileri olmadığından devasa biçer-döverler yoktu. En gelişmiş makina olan patos, sadece koca kaza da birkaç tane vardı. Genellikle arpa ve buğday gibi tahılları saplarından ayırmakta, at veya öküz arkasına koşulmuş dövenler kullanılırdı. Çift at veya öküz arkasına koşulmuş “geri” ismi verilen kenarı uzun dayaklarla desteklenmiş arabalar, biçilmiş olan ürünü ekenekten harman yerine taşımada kullanılırdı. Tüm ekinlerin biçim işi bitmiş, imece usulü kullanılan harman yerinde çiftçiler ürünlerini işlemeye başlamışlardı. Altın sarısı buğday taneleri başaklarından ayrılırken, göz kamaştıran güzellikte görüntüler ortaya çıkıyordu.

    Tahir Ağa’nın ürünleri diğer çiftçilerin ürün toplamından fazla olduğundan, onlarca kiralanmış çalışanı vardı. Kara Yusuf da bunlardan birisiydi. Tüm ahali harman yerine toplanmış, tek bilek olmuş biran önce tahıllarını, yağmur-yaş vurmadan depolara kaldırma çabasındaydı. Tahir Ağa’nın konağı ile harman yeri sınır olduğundan, konak sakinleri hummalı çalışmaları takip ediyor ve zaman-zaman çalışmalara katılıyorlardı. Yusuf ve Elif bu durumdan yararlanarak fırsat buldukça kaçamak buluşmalara başlamışlardı. Her geçen gün genç aşıkların yüreklerindeki sevda ateşini körüklüyor, fakat gelecek korkusu adeta iki sevgiliyi umutsuzluğa sürüklüyor, birbirine olan sevgilerinin büyüklüğünü hatırladıkça, hafif buruk bir tebessümle gülümsüyorlardı.

    Gün oldu devran döndü, Emirdağ’ın poyraz rüzgarları ve şiddetli ayazı karlı dağları aşarak koca konağa dayandı. Yusuf ile Elif eskisi kadar sık görüşemiyorlar, sadece ara-sıra uzaktan da olsa, gönül gözleriyle birbirine olan sevgilerini işliyorlardı. O sene kış çok zorlu geçti. Emirdağlarında, adeta soğuğa dağlar bile dayanmakta güçlük çekti. Herkesin gönlünde baharın gelmesini bekleme umudu filizlenmiş, çiğdem çiçeklerin güneşle buluşma anını özlemle bekler olmuşlardı. Sonunda tabiat ana uykusundan uyandı ve Emirbaba’dan Kaza’ya bakan güneş tatlı yüzünü tüm özleyenlere gösterdi. Körpe kuzuların özlemle meleme sesleri, sarı ineklerin danalarını özenle emzirme sahneleri, tarlada ve bahçede yeşilin tüm tonlarının, ruhu okşayan yansımaları, genç aşıkların sevdalarının bir kat daha büyümesine vesile oluyordu. Tahir Ağa o sene Alıçlı yaylasını yurt tutmuştu. Dağlıç koyunlarının çan sesleri eşliğinde koca sürü yaylaya çıkacak, çörek otlu tulum peyniri keçi derisine basılacak ve tereyağının en hası buz gibi pınarların sularında çalkalanarak ayrıştırılacaktı. Yayla zamanı gelip çatınca konakta bir hizmetli dışında kimse kalmamış ve hepsi yaylanın yolunu tutmuştu. Kara Yusuf bir kez daha ciğerinden yaralanmış, ak benizli sevdalısı Elif’i yaylaya salmıştı. Bizim yaylalarda her ağanın bir yurdu olur ve destursuz kimse-kimsenin yurduna giremezdi. Her şeyden önce on koyundan kıymetli davar köpekleri buna izin vermezdi.

    Sevdalısını dağlara salan Yusuf, yayla dönüşüne kadar onu göremeyeceğini biliyor ve bulabildiği gündelik işlerle avunmaya çalışıyordu. Baharın ve yazın en güzel günleri yaşanıyor ama Yusuf için bir anlam ifade etmiyordu. Her baktığı yerde biricik sevdalısının flulaşmış hayalini görür gibi oluyor, bir anlık sevinç daha başlamadan ızdıraba dönüşüyordu.

    O zamanlar Emirdağ yaylalarına tek ulaşım, taşıt yolu olmadığından dolayı, binek hayvanlarıyla yapılıyor, bu durum aslında çok kısa olan mesafeleri devasalaştırıyordu. Çatallı köyüne kadar vasıta ile gidiliyor, bu köyden sonra ise tüm ağırlıklar, yaylaya binek hayvanlarıyla taşınıyordu. Yaylaların çılgın rüzgarlarına dayanmaya çalışan Aleyçik kamışları, adeta Elif ile Yusuf’un aşklarına ağlayarak gıcılıyorlardı. Yaylada güneş doğmadan uyanan Türkmen kadınları, o daracık çadırlarında, bir taraftan yeni sağarak damda pişirdikleri sütün kaymağını, daha önceden kaza’da yağ tenekesini ikiye böldürerek yaptırdıkları kaymak tenekesine döküyor, diğer taraftan kalabalık nüfusuna kahvaltılık hazırlamaya çalışıyorlardı. Güneş sıcak yüzünü gösterdi ve Aleyçik’in kapısından içeriye ilk ışıklarını göndermeye başladı. Bu sırada gördüğü kabusun etkisinde kalan Elif, irkilerek uyandı. Sabah ayazında kan-ter içinde kalmıştı. Belli ki korkunç bir rüya görmüştü. Elif rüyasında ne gördü orasını bilmemiz mümkün değil ama sanırım tahmin etmek o kadarda zor olmasa gerek.

    Sevdalılar için zaman geçmek bilmiyor, adeta saniyeler bir yıl oluyordu. Günlerce yaralı kalpler kavuşma isteğiyle yandı tutuştu, ama zamansız da hiçbir iş olmuyordu. En sonunda yaylalarda otlar sararmaya başladı, Elif belki de hayatında ilk kez sararan otlara sevinmişti. Dönüş yükleri semiz binek hayvanlarına yüklenmişti. Uzunca bir zahmet sonunda Çatallı Köy’e inildi ve buradan kara taşıtlarıyla Emirdağ merkezdeki konaklarına kavuşacaklardı.

    Yusuf yaylacıların geleceğini daha önceden öğrenmişti. O gün gündelik işe gitmedi. Çatallı ve Tez köylerinin Emirdağ girişinde adeta nöbete kaldı. Aslında gözü yola bakıyor ama yoldan geçenleri görmüyordu, sevda ateşiyle adeta yeşil gözlerine mil çekilmişti. Uzunca bir süre bekledikten sonra, uzaktan gelen minibüsü fark etti, araç yaklaştıkça kalbi yerinden fırlayacakmış gibi çarpıyordu, evet bu o araçtı, Emirdağ’dan giden araç, Tahir ağa ve ailesini getirecek araç... Minibüs Yusuf’un yanından süratlice geçti gitti. Yusuf toz bulutundan kimseyi göremedi, minibüsün istikametinin Kacerli’deki Tahir Ağanın konağı olduğunu bildiğinden, tüm gücüyle koşarak Keçili Deresi istikametinden Kacerli’ye doğru yol almaya başladı. Uzun bir süre sonunda Yusuf, konağa yaklaşmış ama dizlerinde derman kalmamıştı. Harman yerinde biraz soluklandıktan sonra, gözleri cananını aramaya başladı, ama dışarılarda kimse görünmüyordu. Bir süre orada duraklayan Yusuf, umutsuzluğa kapılıp tuttu evinin yolunu. Yusuf için zaman geçmek bilmiyordu. Akşam vakti yaklaştığın da Kacerli çeşmesi civarına gitmeyi planlıyordu. Yola koyulan Yusuf, çeşme başına yaklaştığında hep aynı bildik manzara, genç kızların tatlı sohbetleri ve gençlerin uzaktan-uzağa kızlara ışmar eyleme sahneleri. Yusuf hayal kırıklığına uğramıştı, çünkü Elif çeşme başında yoktu, umutsuzca beklemeye başladı. Uzunca bir süre bekleyen Yusuf, tam oradan uzaklaşacağı sırada gözlerine inanamadı, Elif geliyordu, yaklaştıkça güzel yüzü belirginleşmiş, yayla havası güzel yanaklarının elma gibi kızarmasını sağlamıştı. Sevdalılar birbirlerini görünce gözlerini birbirine kenetlediler. Çeşme başına yanaşan Elif, testisinin dolduğunun farkında bile değildi. Dilleri ile dişlerinin arasında karar verip kavil ettiler, akşama görüşeceklerdi. Karanlık çökmeye başladı ama kör talih, ay gökyüzünde adeta güneş gibi ortalığı aydınlatıyordu. Biraz çekinerek de olsa konağın uzunca avlusunun sonuna yaklaşan Elif, en sonunda Yusuf’una kavuştu. İki sevdalı el-ele tutuşup masumane bir şekilde hasret giderdiler. Koca bir kış gizli buluşmalarla görüşen sevdalılar, birbirlerine daha sıkı bağlandılar.

    Yine yaz geldi, Tahir Ağa bu yıl yaylaya çıkmayacaktı. Harman zamanı hep aynı rutin işler ve dağ gibi büyüyen Yusuf ile Elif’in büyük sevdalarının yansımaları, Emirdağlarına hançer gibi saplanıyordu. O gün hava bulanıktı, Elif’in içi bilinmeyen bir sebepten daralıyordu. Çok geçmedi Tahir Ağa, karısı İlvanlı Dudu’yu yanına çağırdı. Elif’e talip çıkmıştı. Emirdağ’ın soylu bir ailesi askerden yeni gelen oğullarına Elif’i istiyorlardı. Bu genç, Tahir Ağa’nın asker arkadaşının oğlu Osman’dı, Tahir Ağa söz vermişti bir kere, kız verilecek, iki soylu sülale hısımlık bağıyla birleşecek ve şanlarına uygun düğün yapılacaktı. İlvanlı Dudu bu duruma çok sevindi. Elif’i yanına çağırarak, hemen müjdeyi verdi. Elif’in başından kaynar sular dökülmüştü, ya sevdalısı karar verip kavil ettiği Kara Yusuf’u ne olacaktı? Eski Türkmen geleneklerimizde aşka, sevdaya önem verilmezdi, hatta genç kızlara duygu ve düşünceleri asla sorulmazdı. Belki de onca güzel örf ve ananelerimiz içinde tek olumsuz olanı buydu ve halkımızın bağrından kopmuş, acıyı mısralara yansıtmış sevda ağıtlarının, türküye dönüşmesin tek sebebi buydu.

    O gece Elif için bir kabustu ve asla sabah olmuyordu, güzel gözleri uykuya hor bakıyor ve bir an önce yiğidine kara haberi ulaştırmak için parçalanıyordu. Güneş Emirdağlarını selamlayarak, Kacerli’nin üzerine ateşten perdesini gerdi. Hava öyle bir sıcaktı ki adeta Elif kızın içinin yangını sevdalı yüreklere kor alev gibi basılıyordu. Elif çaresizdi ne yapmalıydı? Ne etmeliydi? bilemiyordu. Ölümsüz sevdasını Yusuf dan başka bileni yoktu. Annesi Dudu’ya durumu söylemek istedi ama yapamadı. Söylese de zaten bir faydası olmayacaktı. İlvanlı Dudu hatırı sayılır bir Ağa karısıydı. Hiç kızını bir tırpancıya verir miydi ? Ele güne rezil olurdu, Emirdağ’da haysiyeti iki paralık olurdu.

    Nice olumsuz aşkların sevdaların yaşandığı Kacerli çeşmesi o gün yine bulanık akıyordu. Bu çeşme ne zaman bulanık aksa, ayrılık rüzgarlarının savurduğu toprak, yaylalarda bu suya karışırdı. Elif ilk kez çeşme başına Yusuf’tan önce gelmişti. Yakışıklı, fidan boylu Türkmen delikanlısı sürmeli Yusuf uzaktan göründü. Elif’ine yaklaştıkça içinin yandığını hissetti, çeşme başında akşam buluşmaya kavil ettiler. Uzun geçen yaz saatlerinden sonra gün kavuştu, hava yine bulanıktı. Elif konağın avlusundan ağlayarak yaklaştı, uzunca bir süre hıçkırıklarına engel olamadı. Kara Yusuf dile geldi: “Ela gözlü, al yanaklı topacık yarim neyin var?” Elif olanları ağlayarak anlattı ve şöyle ekledi: “Sürmeli yiğidim, aslan yarim, biz ne ettik feleğe, Elif’in yalnız seni sevdi, sadece seni diledi.” Sevdalıların yakarışlarına, gökyüzü dayanamadı ve gürleyerek ayrılık damlalarını, iki aşığın üzerine bıraktı. Göz yaşları ve ayrılık yağmurları birbirine karıştı.

    Orada yaşanan olayları sadece Yusuf, Elif ve Allah’tan başka kimse bilmiyor. Bizim bildiğimiz sadece Kara Yusuf’un Elif’e beraber kaçalım demesi ve Elif’in istemeyerek buna karşı çıkmasıydı. Elif iyi bir terbiye almış Türkmen kızıydı, babası Tahir Ağa’nın başını yere eğemezdi. Zaten kaçsalar bile Tahir Ağa bu sevdaya mutlaka engel olurdu. Maalesef hüzünlü bir aşk öyküsü daha bu şekilde ayrılıkla sonuçlandı. Kara Yusuf ve Elif de gönülden sevip ayrılan diğerleri gibi, sevdalarını kalplerine gömdüler, ölünceye kadar, silinmeyecek kalplerine kazınmış sevda sızılarıyla yaşamak zorunda kalacaklardı. Elif aynı sene muhteşem bir düğünle içi kan ağlayarak Osman ile evlenmek zorunda kaldı. Kara Yusuf’un en iyi bildiği iş olan tırpancılığa devam ederken, artık “İncecikten bir kar yağmıyordu ve Elif diye tozmuyordu.” Bir zamanlar canına bastığı biricik yari artık ona haramdı. Elif adını ağzına almadan yıllarca ona yaktığı türküleri söyleyecekti. Kara Yusuf’un bahtı da lakabı gibi Kara idi, ekenekler de ekin biçerken, her tırpan sallayışında aşağıdaki türküyü de ömür boyu yaşlı gözlerle söyledi;
    Türkünün Adı : Zeytinyağlı Yiyemem
    Türkünün Yöresi: Bursa

    TÜRKÜNÜN SÖZLERİ

    Zeytinyağlı yiyemem (aman)
    Basma (da) fistan giyemem
    Senin gibi cahile
    Ben efendim diyemem (aman)

    Kaldım duman içi dağlarda
    Sevgili yarim nerelerde

    Kara üzüm asması
    Yeşil olur yazması
    Ben yarimden ayrılmam
    Kara yazı yazması

    Kaldım duman içi dağlarda
    Sevgili yarim nerelerde

    Asmadan üzüm aldım
    Sapını uzun aldım
    Verin benim yarimi
    Annemden izin aldım

    Kaldım duman içi dağlarda
    Sevgili yarim nerelerde

    HİKAYESİ

    hangi köy yada beldede geçtiği ve şahıslar bilinememekle birlikte bursa yöresine ait olduğu bilinen türkü zengin iyi yerlerde yetişmiş okumuş bir genç kızın dağ yöresinde bir köye gelin olarak verilmesiyle başlar. gelin kız yaşamaya başladığı yeni çevreye ve insanlara uyum sağlayamaz onlar gibi basmadan elbiseler giyemeyeceğini damak tadının onların yemeklerine uymadığını böyle bir yere gelin gittiği için yaptığı çeyizlerin boşa olduğunu söyler ve duman içi dağlarda yalnız kaldım diyerek eski yaşantısına duyduğu hasreti dile getirir. Evlendiği insanın kendisine uygun olmadığını söyleyerek ona efendim diyemeyeceğini hakir görerek dengi biri olmadığını söyler kendine uygun bir eş isteyerek verin bana yarimi (bana uygun olan insanı) annemden izin aldım diyerek söylenir türkünün diğer bir kısmında ise yaşadığı yerin özelliklerini anlatarak kara üzüm bağlarının olduğunu ve insanların yeşil yazmalar taktığını söyler fakat her nakaratta da kaldım duman içi dağlarda sevgili yarim nerelerde diyerek üzüntüsünde dile getirir..




  • Türkünün Adı:Ben De Gittim Bir Geyiğin Avına
    Türkünün Yöresi:Şanlıurfa


    TÜRKÜNÜN SÖZLERİ

    Ben De Gittim Bir Geyiğin Avına
    Geyik Çekti Beni Kendi Dağına
    Tövbeler Tövbesi Geyik Avına

    Siz Gidin Kardaşlar Kaldım Burada
    Aman Anam Burada
    Siz Gidin Avcılar Kaldım Burada
    Aman Anam Burada

    Ben Giderken Kaya Başı Kar İdi
    Yel Vurdu Da Erim Erim Eridi
    Ak Bilekler Taş Üstünde Çürüdü

    Urganım Kayada Asılı Kaldı
    Esbabım Sandıkta Basılı Kaldı
    Nişanlım Sılada Küsülü Kaldı

    HİKAYESİ

    Birkaç delikanlı geyik avına giderler. Delikanlılardan birini bir geyik yalçın kayalar üstüne çeker. O sırada güzel bir av yapacağını sanan delikanlı arkasına dönüp bakınca, aşağı inmenin mümkün olamayacağını görür. Arkadaşları da bu sırada onu aramaya başlamışlardır. Kayaların üstünde acıklı durumunu görürler. Delikanlı, nişanlısının ava çıkmamasını söylediğini anımsar. O yüzden nişanlısı da kendisine küsmüştür. Bu durumda bu türküyü söyler.




  • 
Sayfa: önceki 12345
Sayfaya Git
Git
sonraki
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.