Şimdi Ara

••••TÜRK ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ •••• (73. sayfa)

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
1.816
Cevap
16
Favori
435.771
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
4 oy
Öne Çıkar
Sayfa: önceki 7172737475
Sayfaya Git
Git
sonraki
Giriş
Mesaj
  • Resneli Kolağası Niyazi Bey:

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    Öyle filmler, romanlardaki gibi bir hayal ürünü değil gerçek bir savaş ve hürriyet kahramanıydı.
    Şimdi size Niyazi Beyi tanırmısınız? Diye sorsam, büyük bir ihtimalle çoğumuz hangi Niyazi Bey? Diye cevap veririz. Tarihi olay ve konulara karşı o kadar uzağız ki. Oysa bu kişi Türk Tarihinin bir döneminin en önemli isimlerinden biriydi.

    Öyle filmler, romanlardaki gibi bir hayal ürünü değil gerçek bir savaş ve hürriyet kahramanıydı. Tam yüz yıl önce, 1908 yılının yaz ve sonbahar aylarında Osmanlının hemen her şehrinden o ünlü ihtilal marşı göklere yükseliyor ve onun ismini haykırıyordu.

    "Niyaziler, Enverler

    Varolsun hamiyetli askerler"

    Bu gün size bu ünlü ismi tanıtmak istiyoruz. Kamuoyunca 1908 yılında tanınacak olan ünlü hürriyet kahramanı Yüzbaşı (Geyikli) Niyazi Bey, Türk Halkına adını ilk defa 1897 Türk-Yunan savaşında duyurmuştu. O günlerde henüz Teğmen rütbesinde olan Resneli Niyazi, muharebe meydanında adeta tek kişilik bir ordu gibiydi. Savaşta gösterdiği inanılmaz başarıları birkaç yıl geçmeden Harp Okulunda öğrencilere örnek olarak anlatılacaktır. Mesela 1903 yılında Harp Okulu askeri coğrafya öğretmenlerinden Yarbay Muhittin Bey öğrencilerine "1897 Türk-yunan Savaşında Beş pınar kalesinin düşürülmesinde, elinde kılıcı askeri önünde aslanlar gibi ilerleyip büyük kahramanlık gösteren ve tek başına savaşın kazınılmasında etkisi olan Resneli Teğmen Niyazi'nin" harekâtını coşkuyla anlatmıştır. Bu savaşta Niyazi Bey, önemli sayıda (kendi birliğinin mevcudunun en az 5–6) katı esir de ele geçirmişti. Gösterdiği olağanüstü başarı üst kademelere bildirildi ve kendisi sekiz aylık teğmenken bir üst rütbeye (üsteğmenliğe) terfi ettirildi. Başkentten gelen talimatla Halka moral vermek için, ele geçirdiği bu esirlerle birlikte İstanbul'a gönderildi. Niyazi Beyin bu olayla ilgili anıları ibret vericidir ve dönemin özelliklerini bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir. İzliyoruz.

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••





    "... Beş pınar savaşında bölüğümle tutsak ettiğim Yunanlıları İstanbul'a götürmekle görevlendirilmiştim. Görevimi bitirip İstanbul'dan döndükten sonra ülkemin devrime olan ihtiyacını daha iyi anlamış oluyordum. Önce, yolun üstünde Manastır'a varışımda, buradaki komutanlar ve üst subayların bu görevimden faydalanarak oğullarını, yakınlarını kayırmak, hazineden bir şeyler koparmak kaygısında olduklarını gördüm. Selanik'teki koskoca Müşir bile bundan faydalanmaya koşmaktan geri kalmıyordu.

    Ulusun avuç dolusu parasını alan büyükleri, gördüm ki, ulus ve devletin çıkarından çok kendilerini düşünmekteydiler. Saray çevresine sığınanlardan alay alay kordonlular savaş başlayıp başarı belirtileri göründükten ve hatta sona erdikten sonra bile gönüllü adıyla rütbe ve maaşlarını arttırmak için akın akın savaş alanına koşuyorlardı. Savaşın bütün yükünü omuzlarında taşıyanlara karşı gizli bir çekişme başlamış, rütbe ve nişan yağmasında ön safa geçmişlerdi...

    Özellikle saray çevresinde Harp Okulu'ndan çıkmış subaylara karşı gösterilen güvensizlik ve davranış beni çok üzmüştü... Padişaha takdim edildiğimizde üsteğmenliğe yükseltildiğim bildirilmiş, on altın padişah ödülü almıştım. Oysa müşir Kazım Paşa'nın benimle birlikte gelen ve tutsakları alıp orada burada kendini gösteren onüç yaşındaki oğlu, iki yüz lira ödül ve iki derece terfi suretiyle değerlendirildi ve yaverliğe alındı...

    Bu olaylar karşısında devletin kendi kendini düzeltemeyeceğini anlıyor ve bir inkılâba olan zorunluluğu düşünüyordum... Savaş bitmeden önce komutanlardan ve Kurmay subaylardan Ordu ve yönetiminde yenileşme ile ilgili teklifler istendi. Sonradan bunların da uydurma manevralar olduğu ortaya çıktı. Böylece devlet bünyesinde batıya dönük atılımlar yapmak isteyenlerin avlanması için bir tuzak kurulmuştu. Bu tuzağa düşen aydın kişiler birer birer yok oldular. Devlet yönetimi gibi ordu da eskisinden daha kötü duruma geldi"
    (Resneli Niyazi Beyin Anıları, s.31–32)

    Milli kahraman Üsteğmen Niyazi'nin anılarından da anlaşılacağı gibi, maddi çıkar sağlama arzusu her hareketin önünde geliyordu. Bunun en önemli nedeni, maaş düzensizliğiydi. Subaylar bazen aylarca maaş alamıyorlar, kendileri birliklerinde bazen kümes misali bir odada aylarca konuşacak bir insan bulamadan görevlerini yapmaya çalışırken, onları en çok uzakta bıraktıkları aile mensuplarına para gönderememek üzüyor, ezik bırakıyordu.

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    "İlk görev aldığım 21. alayın 4. taburunda benden daha önce gelen Leskovikli Teğmen Kamil'in önerisiyle gerçekleri yavaş yavaş kavrayabiliyordum. Askerliğin en üst komutanından en alt komutanına kadar olan birbirine bağlanışında (emir-komuta zincirinde) boşlukları görüyor, daha doğrusu bu çalışmanın yasalar dışı yetkisiz kişilere verilmesinden doğan düzensizlikleri görebiliyordum. Askerlik kademelerini hak etmeden aşarak yüksek yerlere ulaşan ve buralarda bulunmuş olan general ve üst subaylardan bir kısmının uşaklıktan, damatlıktan, evlatlıktan, casusluktan yetişme, haksız yere orayı ele geçirmiş, devletten para almak için, daha doğrusu kapmak ve çalmak için çalışıp yaşayan birtakım şakşakçılardan ibaret olduğunu anlıyordum"
    (Rahmi Apak: Yetmişlik Bir Subayın Anıları, s.31-32)

    Anılarda görüldüğü gibi, genç subayların ordunun yüksek kademelerinde görevli komutanlar hakkındaki fikirleri olumsuzdur. İdealist fikirlerle bezenmiş Harbiye mezunları çevrelerinde gördükleri ekonomik çıkar sağlamayı amaçlayan tertipleri ahlaksızlık telakki etmekte ve nefret duymaktadırlar. Genç beyinler sonunda problemlerin kaynağının Yıldız Sarayı olduğunu kabul ediyor ve onu etkisiz hale getirip ulusun geleceğini kurtarmak için güçlü bir devrim'e ihtiyaç olduğunu düşünüyorlardı.

    Jön Türk hareketinin en hareketli olduğu günlerde, lider durumundaki Mizancı Murat Bey ve arkadaşlarının Abdülhamit'e dönmesi genç askerler üzerinde şok etkisi yaratmış ve sivillere karşı büyük bir güvensizlik duyulmasına sebep olmuştur. Bu konuda Niyazi Bey'in anıları şöyledir:

    Aydın çevrenin o sıralarda dayanağı olan Murat Bey'in dönüşü ile birlikte umutsuzluğa kapılanlar çoğaldı. Bazı kötü kişilerin, genel güvenlik ve birbirine bağlılık gibi dünyanın en değerli duygularını altın ve saltanata değişmesi, o zamana dek herkesin sevgi ve saygısını kazanmış olan gençleri büyük bir sorumluluğa itmiş, satın alınan kişiler ulusun vicdanında lanetlenmişti. Artık yurdun kurtuluşu için birlik kurmak isteyenler, bozgunculukla, ahlaksızlıkla suçlanıyorlardı. Murat Bey'in davranışı bütün gençlere bir kişiye bağlanmanın, çalışmada açıklık ve güvenin kötülüğünü göstermişti. Bu felaket gelecek için çok güzel ve yararlanılacak dersler vermişti. Artık sadece bir başa dayanan bir düzen kurulmayacaktı. Çünkü o ayrılınca düzen dağılabiliyordu. Kurulacak bütün teşkilatlarda emniyet birinci planda gelecek ve çalışmalar büyük bir gizlilik perdesi altında yürütülecekti.

    Niyazi Bey 1904–1908 yılları arasındaki yaşamının en önemli gençlik yıllarını hep Makedonya dağlarında devamlı isyancıların takibi ve ülkenin kurtuluşu için nasıl bir yol izlemesi gerektiğini araştırmakla geçmiştir. Bu dönemde elde ettiği sayısız başarılar her türlü övgünün üzerindedir. Teşkilatlanma konusundaki anıları şöyledir:


    "Bu süre içinde bizim de yapmamız gereken özgürlük savaşı için nasıl bir örgüt kurup davranmak gerektiğini, tüm arkadaşlarla danışıp görüşüyordum.

    Çoğu başarı ile sonuçlanan komitalarla karşılaşmamızda bombasıyla, tüfeğiyle, zararlı yayınıyla ele geçirdiğimiz komitacıların çeşitli etkilerle bağışlanıp salıverilmesi görevini yerine getiren subayları derin üzüntülere itmekteydi. Bu yersiz aflar dolayısıyla komitacılık, eşkıyalık ve ayaklanmanın kökünü kurutmanın olanaksızlığı herkesçe çok iyi anlaşılmıştı.

    Ölüm cezasına uğratılmış binlerce kişi, çeşitli etkenlere güvenerek hayatının bağışlanacağına, bir gün gelip hapisten çıkacağına inanıyordu. İşte bu güvenç, ayaklanma ve dağa çıkmak için en büyük kışkırtıcıydı.

    Erlerin çıplaklığı, kışlaların berbatlığı, asker yiyeceğinin kötülüğü, devletin maaşları ödemedeki aksaklığı orduda devrim düşüncesini genelleştirmiş ve kökleştirmişti."

    Makedonya; teşkilatlanma için en uygun, en emniyetli ortama sahipti. İngiltere Kralı 7. Edward'la, Rus Çarı 2. Nikola'nın 9–10 Haziran 1908'de Reval (Estonya'nın sonraki bilenen adı ve Talin) de buluşmaları ve Makedonya konusunda kararlar alması İttihatçıları çok rahatsız etmiş ve bilindiği gibi harekete geçmelerini hızlandırmıştır. Sivil asker bütün Osmanlı aydınları arasında ilk harekete geçen de kahramanımız ve artık Kolağası (günümüz rütbesiyle Kıdemli Yüzbaşı) rütbesinde bulunan Niyazi Bey olmuştur.

    1908 yılı Haziran ayının ilk günlerinde, İngiltere Kralı VII. Edward ile Rus Çarı II.Nicolanın Reval'de buluşup görüşmeleri sırasında, Balkanların durumunu da ele alıp, Osmanlı Devletini sıkıntıya sokacak bazı kararlar almaları, İttihat Terakki cemiyetini fazlası ile rahatsız edince Balkanlarda kıpırdanmalar başladı. 1878 yılından beri rafa kaldırılmış olan 1876 Anayasasının hükümlerinin tekrar yürürlüğe konulması, seçimlerin yapılıp Meşruti yönetime geçilmesi halinde her şeyin düzene gireceği ve Avrupa devletlerinin baskısının azalacağı yolunda genel bir inanış her tarafa hakim oldu. Sonunda özellikle askerler bu konuda harekete geçmek zamanının geldiğini düşünerek teker teker kendilerini Uluslarının mutluluk ve refahı için feda etme anlamına gelecek isyan bayrağı açmaya, diğer Balkan militanları gibi dağlara çıkmaya başladılar. İlk hareket kahramanımız Kolağası Niyazi Beyden geldi. Niyazi Bey anılarında dağa çıkışını ve nedenlerini şu sözlerle anlatır: (Balkanlarda Bir Gerillacı, s.79–80)

    "...Reval buluşmasında Rusya ve İngiltere tarafından kararlaştırılan sonucu düşünerek üç gün üç gece heyecan içinde çırpındım. Ölümden başka bir kurtuluş yolu göremiyordum. Reval buluşmasının tüm Türklüğün gönlünde yarattığı karanlığın, ancak milletçe bir ölümü göze almak yoluyla son bulacağını düşünerek, etkilerini her gördüğüm aydının yüzünden okuyordum. Hepimiz ve Cemiyet'e bağlı aydınlar, yurdumuz için verilen kötü kararı öğrenmiştik. Hiç çelişkiye düşmedik. Bir çete meydana getirmek düşüncesini kafamda geçirmeye başladım. Bir yandan da hazırlanıyordum. Akılsızca bir bekleme, çok kanlı olaylar hazırlayabilirdi. Kararan ufuklar, dolayısıyla yurdumuzun bir daha yaşama imkânı bulamayacak bir felakete doğru sürüklendiğini açıkça görmekteydik.

    Baskı idaresinin kendilerine sağladığı mutluluk içinde yaşayan Abdülhamit'in adamları, ne yazık ki, bu tehlikeleri göremiyordu. Tehlikeleri önlemek bize, bizim gibi küçük rütbelilere kalmıştı, bunu iyi biliyorduk. İttihat ve Terakki Cemiyeti'nden fazla bir yardım bekleyemezdim... Doğup büyüdüğüm, gençliğimin geçtiği ve Rumeli'mizin bir parçası olan Resne'nin gözlerini bana çevirip benden bir şey istediğini çok iyi anlıyordum. Çeşitli düşüncelerin etkisi altında kafamda geçen baskı yönetimine karşı ayaklanmanın düzenlenmesiyle üç gün üç gecemi geçirdim. En çok silah, cephane, araç, gereç ve beslenme durumu beni düşündürüyordu. Bunu da, bulunduğum bölgedeki hükümet kaynaklarına, milletimin yardımından geri kalmayacağına inanıyor, Cemiyetin dolaylı da olsa yardımı esirgemeyeceğini biliyordum.

    Kararımı, hatta hiç kimse katılmasa bile tek başıma uygulamaya kesinlikle Tanrı üzerine yemin ederek, 28 Haziran 1908'de Resne'de İttihat ve Terakki'ye bağlı Belediye reisi Cemal ve Polis Komiseri Tahir'e açtım. Bir çete tertip ederek ihtilale bir an önce geçmek üzere Salı günü sabahı evimin bahçesinde buluşmayı kararlaştırdık. O gün aramızda ciddi ve önemli bir görüşme oldu. Onlara şunları söyledim: Sizin ve benim budalaca ölmemizden bir şey çıkmaz. Cemiyetin toplum üzerindeki etkisini kullanarak yapılacak genel bir ayaklanma bize beklediğimiz sonucu verebilir. Ben ve siz burada Cemiyet'e bağlılardan, asker ve köylülerden yüz elli, iki yüz kişilik bir çete çıkarabiliriz. Bu akşam Hacı Ağa'nın evinde tüm cemiyete bağlı olanlarla durumu görüşelim, onların da kararlarını alalım. Her ilçe cemiyetin her merkezi bize uyarsa iş kendiliğinden çözülür gider. Yalnız biz, en önce biz örnek olalım. Ben her şeyi hazırladım. Şimdiye dek aldığım yolluklardan beş yüz elli lira biriktirdim. Para, silah, cephane, çarık, keçe, kütüklük gibi şeyleri de bulma kolaydır. Yalnız sizden bana yardım ve katılmak için mertçe bir söz beklerim."

    Belediye Reisi Cemal ve Komiser Tahir Beylerin destek sözü vermesi üzerine o akşam 21.30'da Hacı Ağa'nın evinde bir toplantı yapılır. Toplantıda etkili bir konuşma yapan Niyazi Bey, Bulgarların da ilk olarak Resne'de ayaklandıklarını belirterek, hürriyet mücadelesi için yapılacak ayaklanmanın en önce Resne'de başlamasının gerektiğini belirtti. Daha sonra Osmanlı toplumunda Müslümanlarla Hıristiyanların eşit olduklarını, Avrupa devletlerinin Hıristiyan toplulukları bahane ederek dış müdahalelerde bulunmalarının haksızlık olduğunu ve Osmanlı yöneticilerinin bu isteklere uymalarının onur kırıcı bir davranış olduğunu ifade ederek sözlerini şöyle bağladı:

    "Özet olarak diyebilirim ki, biz millet adına eşitliği sağlamaya çalışacağız. Ben cemiyetin bizi destekleyeceğinden kesinlikle eminim."

    Niyazi Bey'in bundan sonraki son cümlesi o dönemdeki bütün subayların değişmez durumunu yansıtır. Günümüzde her şeyin maddi ve ailevi çıkar açısından değerlendirildiği ve bunun o kişinin özgür düşünce ve imkânlarını akıllı kullanması sonucunda elde ettiği bir hak ve bir meziyet olarak kabul edilen bir ortamda, kişilerin Niyazi Bey ve benzerlerinin neden böyle davrandıklarını anlamaların bekleyemeyiz. Ancak, bu ülkede özgür bir yaşamın temelini atmak üzere silaha sarılmış bir genç subayımızın hangi şartlarla mücadeleye atıldığını yansıtmak, vicdani ve insani bir borçtur.

    Niyazi Bey'in son sözleri ailesi ile ilgilidir ve şöyledir:

    "Kimsesiz kız kardeşlerimi, yeğenlerimi, eşimi, Manastır'a gönderiyorum. Bunlardan belki bir daha buluşmamak üzere ayrılıyorum. Evimi kapayacağım, kararım budur. İçinizde candan ve gönülden bana uymak isteyen var mıdır?

    Sözlerimi bitirmiştim ki, hepsi bir ağızdan:

    â€"Seninle birlikte ölmeyi şeref ve mutluluk sayarız, hepimiz hazırız diye bana koştular ve hepsi beni gözyaşlarıyla kucaklamaya başladılar. Bundan böyle dağa çıkış günü kararlaştırıldı.

    Cuma günü, Cuma namazından sonra harekete geçilmesi kararlaştırıldı. Çarşamba günü kız kardeşimle çocuklarını Perşembe günü eşimi Manastır'daki yakınlarıma gönderdiğim için gecemi yalnız ve evimde, geleceğin aydınlık günlerini düşünmekle geçirdim. Geçimini, terbiyesini kendisine bıraktığım kız kardeşim ile beş kişiden oluşan çocuklarını, kardeşlerimi kimsesiz bırakıyordum. Onların hayali ve geleceği yüreğimi parçalıyordu. Büyük bir davaya girişmenin gücüyle dolu olan maneviyatım böyle küçük problemlerle uğraşmaz duruma gelmişti. Mutlu bir evlilik hayatına girişimin dokuzuncu ayında eşimden ayrı kalmanın üzüntüleri içindeydim. Bacanağım Manastır Kaymakamı İsmail Hakkı Bey'i durumdan şu mektubumla haberdar ettim.

    Saygıdeğer Bacanağım,

    Bir saate kadar Tanrı'ya sığınarak hareket edeceğim için özet olarak yazacağım isteklerimin eksiksiz ve geciktirilmeden yerine getirilmesini sizden beklerim. Uzun yazmayı gereksiz buluyorum. Alçakça yaşamaktansa ölmeyi daha doğru buldum. Bu nedenle, silahlandırdığım şimdilik iki yüz vatan çocuğu ile yurdum için ölüme gidiyorum. Gerek eşimi, gerekse kardeşimin çocuklarını sana emanet ediyorum. Eşimi yarın, olmazsa Pazar günü Yeğenim Şevki ile İstanbul'a gönderiniz.

    Bundan böyle ya ölüm, ya da vatanın kurtuluşu

    3 Temmuz 1908
    Önyüzbaşı Ahmet Niyazi"

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    Osmanlı Padişahı II. Abdülhamit 31 Mart olaylarında sorumluluk taşıdığı gerekçesiyle İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin baskısıyla tahttan indirilip Selanik'e sürülürken, yerine V. Mehmet Reşat geçtiNiyazi Bey de, 3 Temmuzdan itibaren Saraya resmi idari kademelere ve uğradığı şehir ve kasabaların halkına ard arda birçok bildiri yayınlamıştır. 3 Temmuz tarihinde yazdığı bildirilerin birincisi "Yıldız Sarayı Başkâtipliğine, Rumeli Genel Müfettişliğine ve Manastır Valiliğine" hitap etmektedir ve şu sözlerle başlamaktadır:

    "Tüm ulusun isteği, Anayasanın yürürlüğe konmasıdır... Padişahına karşı millet şimdiye dek yapılanlardan herhangi bir hesap sormamaktadır. Amacımız, bundan sonra uygar milletler gibi bir yönetim kurulmasıdır. Kanımız pahasına koruduğumuz vatanı otuz yıldan beri uğraşmakta olduğu bölünmeden kurtarmak için yurt çapında yayılmış olan dünün ayrılıklarını kaldırmak ve bugün, karanlık geleceğimizi aydınlığa kavuşturmak ve sağlam bir temele oturtmak kararındayız... Biz Anayasa'nın hemen bugün yürürlüğe konmasını istiyoruz. Eğer hükümet bunu sağlayamazsa millet zorla alacaktır. Kuruluşumuz bu milli isteği gerçekleştirmek, hürriyetimizi ele geçirmek gücünü sağlamak amacındadır. Bunu en kısa süre içinde yapacağız."

    Halka yazdığı bildirilerde de Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin kuruluşu ve örgütün amaçları hakkında bilgi veriyordu. Bütün istedikleri:
    "Osmanlı İmparatorluğunun şimdiki sınırları içindeki tüm halkların din, mezhep ayrımı gözetmeksizin özgürlüklerini elde etmek, yaşamlarının ve mal varlıklarının güvenliğini sağlamak, onların kardeşçe, insanın onurlu soyuna yaraşır bir yaşam sürmeleri için gerekli koşulları yaratmaktı. Bunları elde etmek, özgürlüklerin, eşitliğin, kardeşliğin, adaletin elde edilmesiyle mümkün olabilecekti. Mevcut despotik rejim, meşrutiyetçi bir yapıyla değiştirilmeliydi."

    Makedonya ilinin bazen Müslüman, bazen de Müslüman olmayan köylerini ziyaret edip köylülerle konuşan Niyazi Bey ve arkadaşları tüm Makedonya halklarının kardeş olduklarını ifade edip, herhangi bir yağma ve çapulculuk hareketine meydan vermeden herkese eşit ve adil davranarak büyük destek sağlıyorlardı. Bulgarlar Resne, Ohri, Bersene gibi birçok bölgelerde mitingler düzenliyorlardı. Kısa süre sonra birçok Bulgar, Sırp ve Arnavut çetesi, ayaklanan Jön Türk saflarına katıldılar. (Y.A. Petrosyan: Sovyet Gözü ile Jön Türkler, s.310)




  • Üstteki resimler çok çok eski
  • quote:

    Orjinalden alıntı: eggys

    Üstteki resimler çok çok eski


    Nickinimi değiştirdin sen
  • Taht uğruna çatışmaya girmedi

    27 Nisan 1909’da tahttan indirilen II. Abdülhamid, darbecilere karşı orduyu kullanma önerisini
    kabul etmedi, kaderine boyun eğdi.

    Bundan tam 100 yıl önce 27 Nisan 1909’da Osmanlıların zor zamanında tahta çıkan ve bugünkü Türkiye’nin dışında kalan imparatorluk topraklarında da hâlâ takdir edilen hükümdar tahttan indirildi.
    Bu işlem ilginç bir biçimde İslam tarihinde ilk defa bir Millet Meclisi kararıyla olmaktadır (İkincisi de son padişahın Büyük Millet Meclisi’nin saltanatı kaldırmasıyla tahtını kaybetmesidir). Gerçi bu Millet Meclisi’nin olağanüstü şartlarda Hareket Ordusu’nu karşılamak için Ayastefanos’ta (Yeşilköy) toplandığı malum ama bazı Ayan azasının da katıldığı bu kurul bir Meclis-i Milli, Meclis-i Umumi sıfatını kazanmıştır. Hiç şüphesiz ki böyle günlerde alınan kararlarda muhakeme değil siyasal gösteri havası hakimdir.
    Şu noktaya da işaret edelim; Padişah’a tahttan indirildiğini tebliğ eden heyette Müslim ve gayrimüslim temsilciler vardır. Bu durum, halife unvanlı bir devlet reisinin tahttan indirilmesindeki usul bakımından halen tartışılan bir noktadır. Bununla beraber, bütün Türk ve İslam tarihinde anayasal gelişmeler açısından da o derecede ilginçtir.

    Veremden hep korktu
    II. Abdülhamid, 21 Eylül 1842’de Padişah Abdülmecid Han’ın Tirimüjgan Kadınefendi’den doğan şehzadesidir. Küçük yaşta annesini kaybetti, Perestu Kadınefendi tarafından büyütüldü. Padişah, Perestu’yu valide sultan olarak benimsedi ve kendisine büyük hürmet gösterdi.
    Padişah’ın hakiki annesi Tirimüjgan da, babası Sultan Abdülmecid de veremliydi; bu zafiyet Padişah’ı dikkatli yemeye, düzenli yaşamaya ve o günün Türk cemiyetinde nadir görülen idman yapma, soğuk banyo, yüzme gibi alışkanlıklara yöneltti. Saraydaki bu yeniliği Avusturya Sarayı’na da İmparatoriçe Elizabeth getirmiştir; idman ve sabah banyosunu Habsburglar’ın diğer üyeleri yadırgardı.
    Padişah mütevazı yaşardı ve şatafatlı olmayan bir giyim takip ederdi, sade bir karyolada uyurdu. Avusturya İmparatoru Franz Joseph de aynı alışkanlıklara sahipti ve şatafatı seven Rusya’da da Petersburg’un en mütevazı sarayı sayılan Aniçkin Sarayı’nda oturan, mütevazı yiyen ve giyinen III. Alexander da Padişah’ın çağdaşıydı. 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında şatafatlı yaşayanlar hükümdarlar değil, yükselen kapkaççı burjuvazi, İngiltere’nin lordları ve Rusya’nın feodalleriydi.
    Türkiye İmparatorluğu mütevazı insanların ülkesiydi. Halep ve Şam gibi eyaletlerde ve hele Hıdivlik Mısır’ında İstanbul’un vezirlerinden katbekat şatafatlı yaşayan zengin toprak sahipleri ve tüccarlar vardı. Selanik burjuvazisinin yaşadığı hayatı gören bilen İstanbullular, ancak gıpta ederdi.

    Mükemmel bir marangoz
    Şehzade Abdülhamid Efendi taht sırasını beklemiyordu. Mali piyasaları takip ederdi. Tahta çıktığı zaman iflasını ilan etmiş bir imparatorlukta Düyun-u Umumiye kuruldu. Piyasa bilgileri Padişah’ın bu borçları idarede tedbir almasını sağlamıştır. Askeri harcamaların kısıldığı ve donanmanın çürüğe çıktığı bir gerçektir. Bu kaçınılmaz bir felaketti. Nitekim İstanbul’daki 1. Ordu hariç subay maaşlarının bile düzgün ödenemediği malum.
    Hanedanın âdetine uyarak bütün şehzadeler gibi bir zanaat öğrendi; marangozluk. Değme ustalara taş çıkartacak derecede mükemmel ve yaratıcı bir marangozdu. Beylerbeyi Sarayı’ndaki yemek odası takımına, İstanbul Müftülüğü Şeriye Sicilleri (yani eski Şeyhülislamlık) arşivindeki dolaplara bakmak yeter.
    Padişah alaturkadan çok alafranga musikiye düşkündü. Ama kamunun önünde bu musiki ayrımını belli etmemiştir. Yıldız Tiyatrosu, davet ettiği hususi operet truplarını izlediği yerdi; bu, babadan kalma bir alışkanlıktı. Sultan Abdülmecid’in yaptırdığı Dolmabahçe Saray Tiyatrosu ise maalesef Dolmabahçe Stadı’nın inşaatına kurban gitmiş gözüküyor.

    Korku sansür getirdi
    Padişah’ın harem kurumuna, hatta Arap harflerinin kullanımına isteksizce baktığı biliniyor fakat hatıratında zikrettiği bu konular üzerine millet önünde açık konuşmamıştır.
    Gerçekçi bir eğitim gören, imparatorluğun ve Avrupa’nın durumunu tanıyan ve çok zeki olduğu şüphesiz Padişah beklemediği tahta, amcası Sultan Abdülaziz’in hazin akıbeti, üstüne kardeşi V. Murad’ın yaşanan olaylara dayanamayarak ruhi buhranlara girmesiyle çıkarıldı. Prusya Devleti’ndeki üç imparatorlar yılı gibi bizde de üç padişahlar yılı vardır.
    Darbeyi yapanlar yeni padişahı güvenilir bulmuşlardı ama padişah onları öyle görmedi. Mithat Paşa’nın Abdülaziz vakasında doğrudan ve hazırlayıcı bir rolü olamazdı ama neticede darbecilerin adamıdır. II. Osman vakasını yaşayan Osmanlı hanedanı darbeciler kadar, onların dostlarından da çekinirdi ve padişah bu konuda tek değildi.
    1877-78 Osmanlı Rus Savaşı onun önleyemeyeceği bir şekilde gündeme geldi. Ve sonunda bütün Balkanlar elden çıkacak gibiydi. Berlin Kongresi’nde savaşın ne Türklere ne de galip konumdaki Ruslara bir faydasının olduğu anlaşıldı. Bu nedenle III. Alexander Rusya’sı ve II. Abdülhamid Türkiye’si bayındırlığa ve eğitime önem veren, barışçı bir politika izlemeyi tercih ettiler.
    Anadolu halkı demiryolu ve okulu Sultan Hamid devrinde tanıdı denebilir. Ürünler para etti, Rumeli göçmenleri yeni tarım metotları getirdiler, İstanbul dahi bolluk gördü.
    Ama vehim, terörden ve tahttan indirilmekten korkmak, maalesef imparatorluğa hafiye teşkilatını ve sansürü getirdi. Bu, şiddetle mücadeleye ve teröre alışkın olan Balkan halklarına pek tesir eden ve ezen bir politika olmadı ama devlete ve saltanata sadık Türk unsurunun aydınlarını şaşkınlığa, ümitsizliğe, dağınık mücadeleye ve düzensiz bir başkaldırıya sevk etti.

    Ataları gibi davrandı
    Genç Türklerin vatanseverlikleri ve cesaretleri yanında ülkeleri ve Avrupa’yı tanımamaları ve bilgisizlikleri sonsuzdu, nitekim ve olaylar karşısında kendileri ile çok çabuk çelişkiye düşmeleri başka türlü izah edilemez. Onlar Abdülhamid döneminin çocuklarıydı.
    31 Mart vakası şehirdeki korkutucu terör, genç Harbiyelilerin ve subayların katledilmesine kadar uzanan isyanın kışkırtıcısının
    II. Abdülhamid olduğu gerçekten tartışılır. Bir başka konu daha var; İstanbul’daki donanımlı I. Ordu’nun komuta kadroları Hareket Ordusu’nu durdurmak konusunda Padişah’a telkinde bulunmuşlardır. Ama II. Abdülhamid böyle bir çatışmaya katiyen yanaşmamıştır.
    Galiba Yılmaz Öztuna’nın görüşünü kabul etmeliyiz; IV. Mehmed ardından oğlu II. Mustafa ve III. Ahmed daha sonra III. Selim kadere boyun eğip tahttan indirilmelerine nasıl rıza göstermişlerse, II. Abdülhamid de bu çizginin dışına çıkmamıştır.

    İlber ORTAYLI



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi ares_turk -- 28 Nisan 2009; 16:39:44 >




  • Osmanlı sadrazamları

    Sadrazamlık 17’nci yüzyıldan beri bugün İstanbul Valiliği binasının bulunduğu yerde bir konakta faaliyet gösterirdi. O vakte kadar sadrazamların konakları bile şahsiydi. Maiyetindeki memurların çok azı; yani nişancı, reisülküttab gibileri devletin merkez bürokrasisinin vazifelileriydi.
    Burada vazife kelimesi maaş anlamındadır, diğerleri veziriazamın kapıkulu halkıydı. Sadrazamın, Anadolu ve Rumeli’deki muhteşem haslarından gelen gelir, bundan başka padişah atiyyesi birtakım tahsisat ve şuna dikkat edelim pişkeş denen, bir yere tayin edilenlerin kendisine verdiği resmi hediyelerden oluşan geniş bir geliri vardı ki; maiyetini buradan beslerdi.
    19’uncu asırda bile büyük valilerin birtakım memurları bu statüdeydi. Merkez bürokrasisinin kuvvetlenmesi, anonim bir kimlik kazanması Tanzimat ve II. Abdülhamid devirlerine ait gelişmedir ve II. Meşrutiyet devrinde kuvvetli Maliye Nazırı Mehmet Cavid bey sayesinde ilmi bir bütçe ve barem kanununun çıkarılmasıyla, memuriyet paşaların değil, devletin rüknü haline getirilmiştir.
    Osmanlı sadrazamları üzerinde bizim yarı aydın çevrelerimizde çok farklı değerlendirmeler dolaşır. Bunlardan bir tanesi sadrazamların padişahın emir kulu olduğu ve yolsuzluk yaptığıdır. Şu kadarını söyleyelim, başbakansız hükümdar olmaz. Ne 14. Louis’yi ne Kraliçe I. Elizabeth’i hele Victoria’yı ne de büyük Napolyon’u başbakansız düşünebilirsiniz.

    Servetini askerlere maaş diye dağıttı
    Fatih Sultan Mehmet vezirleriyle vardır, aynı keyfiyet onlara çok sert davranan Yavuz Sultan Selim için de söz konusudur. Hele Kanuni Sultan Süleyman vezirlerine vezir olmayı öğreten ve onlardan kudretli yardımcılar yaratan bir hükümdardır. Osmanlı tarihinin en uzun süre iş gören sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa bu sürecin bir ürünüdür.
    Bu başvezirlerin özelliği mührünü aldıkları padişah adına fevkalade yetkili ve ani karar verebilen baş görevliler olmalarıdır. Hele sefer esnasında Serdar-ı Ekrem unvanını alan başvezir tuğralı boş kağıtlara padişah adına ferman yazdırabilir. Sulhta dahi memleketin bir ucundan bir ucuna asayiş için askerleri, inşaatlar için işgücünü sevkedebilir. Cezalandırma yetkisi padişahınkine yakındır. Tabii bu ağır bir mesuliyet getirir; yalan söylediği ve ihanet içinde olduğuna kanaat getirenin boynu vurulur.
    Osmanzade Ahmed Ta’ib’in “Hadikat’ül Vüzera / Vezirlerin Bahçesi” adlı, sadrazamların hayat hikayelerini anlatan klasik eseri üzerinde istatistik çalışma yapan öğrencim, İçişleri Bakanlığı mensuplarından Sait Aşkın bilhassa devşirme paşaların yarıya yakınının azil, yüzde 20 kadarının siyaseten katlle görevlerinin sona erdiğini; fakat ilginçtir ki mesela Abaza kökenli başvezirlerin yüzde 20’sinin muharebelerde şehit düştüğünü, yüzde 5’inin sefer sırasında öldüğünü ortaya koymuştur.
    Osmanlı veziriazamları içinde Özdemiroğlu Osman Paşa gibi şahsi servetini Tebriz’i kuşatan askere maaş diye dağıtan da vardır. Hiç kuşkusuz böylesinin yanında rüşvet yiyenler de... Siyaseten katl ve müsadere gibi iki adet Osmanlı devletinde ancak Tanzimat asrında ortadan kalktı. Bu devirde önde gelen devlet adamlarının maaşları ve imkanlarıyla geçinmelerinde bürokrasinin kurduğu kontrol sisteminin ardında, her şeyden önce uzun bir denetim geleneği yatar.
    Unutmayalım, bütün Avrupa’nın hayran olduğu Mustafa Reşit Paşa ve Mehmet Emin Ali Paşa gibi devlet adamlarının konakları vazgeçin Avusturya ve Rusya’daki meslektaşlarının saraylarıyla boy ölçüşmeyi, Mısır’daki zenginliklerle bile yarışamazdı. İstanbul’da ayakta kalan sadrazam konağı pek azdır ve doğrusunu isterseniz nadir numunelere baktığımızda da ayakta kalabilecek olanı da yoktur.
    Askeri bir imparatorlukta her şeyden önemlisi askeri masraflardı. Türkiye tüketimi devlet adamı lüksünü 1980’lerden sonra tanıdı.

    Sadrazamlık makamında sadece dokuz gün kaldı
    Osmanlı sadrazamları içinde Lala Mehmet Paşa gibi şirpençe denen menhus hastalıktan ölene kadar sadece dokuz gün, evet sadece dokuz gün sadrazam olanlar olduğu gibi, Koca Sinan Paşa gibi beş kere sadaret makamına azledilip dönen veya Sokullu gibi Kanuni’den itibaren üç padişaha sadrazamlık yapan ve muhtemelen tertipli bir suikastla iktidarına son verilenler hep bir aradadır.
    Devletin ilk 150 yılında Türkler sadrazam olmuştur, bunların yüzde 60 kadarı ilmiye sınıfından geliyordu, sonraki iki asır boyu, 17’nci yüzyıla kadar askerler ve devşirmeler hakim olmuştur. Fakat sadrazamların, maliyeciler yani defterdarlara ve bilhassa imparatorluk kadastrosunu ve arazi sistemini denetiminde tutan nişancılara söz geçirebildiklerini söylemek mümkün değildir. Çünkü sistem eski İran’da, İslam imparatorluklarında ve Bizans’ta da böyle işlerdi ve doğrusu da buydu.
    19’uncu yüzyıla gelene kadar Enderun’dan yetişme çok bilgili, Osmanlı kültürünü musikisi, edebiyatı, hatta sporuyla sindirmiş Sokullu Mehmet Paşa, Ferhat Paşa, Cağalazade Sinan Paşa gibi (Bu sonuncusu bir İtalyan soylusu Kont Cigalo’nun soyundan geliyor) devletluların yanında, yeniçeri ocağından gelenler içinde daha çok muharebe ve beden eğitimi ile yetişmiş okuması yazması olmayan Kemankeş Kara Mustafa Paşa, Köprülü Mehmet Paşa gibi ünlü vezirler de vardı. Bunların başarıları öbürlerinden aşağı kalmazdı. Ve bu vezirlerin hepsi Müslümanlığı, Türk dilini ve kimliğini benimsemişti.

    Ananeye mutlaka dikkat edilmeli
    Yukarda Osmanlı sadrazamları içinde önemli sayıda vezirin savaşlarda şehit düştüğünü bildirmiştik; geniş biyografik bilgisiyle bu gibi portreleri vurgulayan Yılmaz Öztuna; IV. Murad Han’ın Bağdat seferi sırasında surların önünde şehit düşen Tayyar Mehmet Paşa’yı ve aynı bölgede daha önceden Bağdat muhafazasındayken İran Safevilerinin hücumu sırasında şehri savunurken şehit düşen babası Uçar Mehmet Paşa’yı zikrediyor. 18’inci yüzyıl savaşları alim sadrazam Fazıl Mustafa Paşa ve şehit Ali Paşa gibi askerleri tanımıştır.
    Babıali denen binada Osmanlı Sadareti, Hariciye nezareti ile iç içedir çünkü müşterek mesai söz konusudur. Bu diplomasiyi de aşar, devletin bazı mahrem işlerini de kapsardı. Cumhuriyet döneminde de çok uzun zamanlar Hariciye müsteşarı olan büyükelçiler birçok konuda başbakanlara gerçek anlamda müsteşarlık yapmıştır. Ankara’da iki bina her zaman iç içeydi. Kim ne derse desin Turgut Özal’dan başlayarak başbakanlar, Dışişleri Bakanlığı mensuplarını itelemeye çalıştılar ama her seferinde onlara daha çok sarılmak zorunda kaldılar. Türkiye eski bir devlettir; bu devleti yapan tarih ve gelenektir. Ondan vazgeçilemez ve başarılı olmak için ananeye dikkat etmek gerekir.
    Osmanlı sadrazamları hiçbir zaman idare edilen halkla muhatap olmak, onlara hesap vermek durumunda değildi. Parlamentoda hükümet ancak II. Meşrutiyet’ten sonra güvenoyu vermiştir. Bu nedenle kitle karşısında konuşmak ve bunun getirdiği belagat 1946’ya kadar söz konusu değildi. Güzel konuşan başvekillerimiz dahil; mesela uzun parlamento ve kabine geleneği olan Britanya’nın aksine kitleyle temasta ve demeçlerde, daima üslup ve muhtevada ölçüyü kaçırmışlardır. Hiç şüphesiz ki kitleyle bu tip bir ilişki daha uzun zaman ister ve mutlaka partilerde özel bir eğitim gerektirir.

    İlber ORTAYLI




  • Arkadaşlar arada bir kulübünüzü ve yazılarınızı takip ediyorum. Çok güzel paylaşımlar yer alıyor burada. Ben de sizlerle " Yenimakale.com " internet sitesinde gördüğüm İstanbul 'un fethinde rol alan hristiyan askerlerle ilgili güzel bir derlemeyi paylaşmak isterim. Yazıyı hazırlayan kişi çok değişik kaynaklardan yararlanarak kendi çapında bir makale yazmış. Benim çok hoşuma gitti, sizler de buyrun okuyun.
    (Tarihle ilgili yazıların anasayfası:http://www.yenimakale.com/tarih.html)


    http://www.yenimakale.com/tarih/601-istanbulun-fethi-ve-fatihin-hiristiyan-askerleri.html

    İstanbul'un Fethi ve Fatih'in Hıristiyan Askerleri
    Murat Demireğer tarafından yazıldı

    İstanbul’un fethine dair her şey tartışıldı. Asker sayısı, karadan yüzdürülen gemilerin ebadı, fetih gününün tarihi… Ama Fatih’in ordusunda yer alan, evlad-ı fatihanla yan yana savaşan binlerle ifade edilen Hıristiyan asker hiç tartışma konusu olmadı.

    Osmanlı Ordusu’ndaki Hıristiyan askerler bu gün tespit edilmiş olmamakla birlikte çok tartışılmayan, gündeme gelmeyen bir konu. 1432 tarihli Arvanit (Arnavut Sancağı) defterine dayanarak çok eski tımar sistemini inceleyen Prof. Dr. Halil İnalcık, Osmanlı Devleti tarafından yerli Hıristiyanların önde gelenlerine tımar verildiğini görür. Tarih biliminde bu önemli bir buluş olarak kayda geçer. 1952 yılında Belleten dergisinde kaleme aldığı makaleyle bunu akademik dünyaya duyurur. İnalcık’ın hayat hikâyesini ve görüşlerini ihtiva eden, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan Tarihçinin Kutbu (söyleşi Emine Çaykara) adlı kitapta anlattığına göre bu tez profesörlüğünün kapılarını açmıştır. Peki, bu tez neden önemlidir?

    “Osmanlı Devleti Balkan’da mevcut aristokrasiyi kılıçtan geçirmemiş, aksine tımar vererek Bulgar, Sırp, Arnavut senyörünü yerinde bırakmış, işbirliği yapmış onlarla. Böylelikle Osmanlı Balkanlar’da yüksek sınıfı tımar rejimine sokarak Osmanlılaştırmış ve Müslüman olma şartı koymamıştır.” İşte bu yüzden, İstanbul 1453’te kuşatıldığında Fatih’in ordusunda pek çok Hıristiyan asker vardır.

    Tımarlı sipahiler toprak yönetiminin bir parçasıydı. Yükselme döneminden sonra eski popülaritesini yitirse de İstanbul’un fethi tarihinde Osmanlı Devleti’nin en önemli askerî kuvvetlerini teşkil etmekteydi. Sistem bir yönüyle toprağın işlenmesini ve ürün alınmasını sağlarken, diğer yönüyle de devletin asker ihtiyacının karşılanmasını sağlıyordu. İnalcık, Tarihçi’nin Kutbu’nda sistemi şöyle anlatıyor: “Osmanlı Sırbistan’a, Arnavutluk’a, Bulgaristan’a gittiği zaman, diyelim 20-30 köyü olan bir soylu asker var; Osmanlı 30 köyün 20’sini elinde bırakmış, fakat kendisini tımar, zeamet sahibi olarak kaydetmiş defterlere. Başlangıçta dinlerini değiştirmesini de istememiş. Mesela Arnavutluk’ta eski Hıristiyan feodallerin yüzde 35’i Osmanlı tımar sipahisi. Bu, Osmanlı yayılışını, egemenliğini kolaylaştıran bir yöntem. Vesikalarda birkaç nesil tımar sahiplerini Hıristiyan olarak görüyoruz.” Peki, sonra ne oluyor. “Müslümanlarla savaşa gidip gelmek onları İslam’a ısındırıyor; ordunun sahada namazgahta namaz kıldıklarını görüyor, zamanla Müslümanlaşıyorlar. Öyle ki, Hıristiyan tımar, zeamet sahipleri arasında sancakbeyi olanlar var, sonra Müslüman oluyorlar.”

    Farklı kaynaklar Osmanlı Ordusu’nda yer alan Hıristiyan askerlerin sadece tımarlı sipahiler grubunda yer almadığını gösteriyor. Graf Marsigli, 1934 tarihli “Osmanlı İmparatorluğu’nun Zuhur ve Terakkisinden İnhitatı (Gerileme) Zamanına Kadar Askerî Vaziyeti” başlıklı çalışmasında sefere çıkan Osmanlı ordusunun sadece kapıkulu askerleri ve tımarlı sipahilerden ibaret olmadığını belirtiyor. “Bunların dışında Kırım Hanlığı’na ve salyaneli (Eflak ve Boğdan) eyaletlere bağlı askerler ile Fransız, Ulah ve Moldovalı askerler de Osmanlı ordusu ile birlikte sefere katılırdı.”

    Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’nin İstanbul’un Fethi maddesinde konuya ilişkin birkaç satır bulmak mümkün. “Osmanlı ordusunda bilhassa toprak altında tünel kazan (lağımcı) grup arasında 300 kadar Sırp madencinin bulunduğu, ayrıca Alman, Bohemyalı, Macar ustaların görev yaptığı belirtilir. Silah ve teçhizat yönüyle çok kuvvetli olan orduda asıl gücü Anadolu ve Rumeli tımarlı askerler teşkil etmekteydi.(Prof. Dr. Ferudun Emecen)”

    Dr. Erhan Afyoncu, sorularla Osmanlı İmparatorluğu kitabında yağma için gelmiş olan Hıristiyanlara işaret ediyor. “Osmanlı askerleri şehre durdurak bilmeden saldırıyorlardı. Fatih ilk olarak azapları ve ordusundaki Hıristiyanları surlara saldırttı. İşin en garibi Avrupalı Hıristiyanlardan Bizans’a birkaç yüz kişilik yardım gelmişken, Osmanlı ordusunda Alman’dan Macar’a, Hırvat’tan Sırp’a kadar binlerce Hıristiyan vardı. Hatta ganimet almak umuduyla şehre saldıran bu Hıristiyanların içerisinde Rum kökenli olanlar bile bulunuyordu…”

    Yıldırım Beyazıt’la Ankara’da savaşan Timur, Osmanlı ordusundaki Hıristiyan askerleri diline dolamaktan geri kalmaz, sırf bu nedenle Osmanlı ordusunu kâfir ilan etmeye kadar gider. Fethettiği topraklarda kalıcı yönetimler kurmak peşinde olan Osmanlı için Hıristiyan askerlerin pek sorun edilmediği anlaşılıyor. Yüzbinlik orduda sayısal ve etkinlik bakımdan bir şey ifade etmeyen Hıristiyan asker, Osmanlı kurumsallaşmasının tamamlanmasından sonra (Kanuni dönemi) görülmez. Halil İnalcık’ın da belirttiği gibi birkaç asır içinde zaten hepsi Müslüman olmuşlardır.

    Bu konuda alıntı yapılacak pek çok kaynak olmakla birlikte neredeyse tüm çalışmalar Halil İnalcık’ın o meşhur çalışmasına dayanıyor. En büyük heyecanı Balkan halkları yaşamış. Çünkü Osmanlı devrine köle olarak girmediklerini, askerî sınıfta Osmanlı ile beraber olduklarını öğrenmişlerdir. Fakat tımar sisteminin bir sonucu olarak İstanbul’un fethinde binlerce Hıristiyan askerin katılmış olması, bizim için çok bir anlam ifade etmiyor olmalı ki popüler bir karşılığı, fetih günlerinde hatırlanmışlığı yok. Ayrıca herkesin söz söyleyebileceği bir alan olmayıp, Halil İnalcık konunun neredeyse tek otoritesi konumunda.

    Konuyu tarihçilerle konuşmak istediğimizde bunu daha iyi anlıyoruz. Osmanlı Tarihi ile ilgili kapsamlı bir kitabı da bulunan, daha çok toplumsal tarih çalışmalarıyla da bilinen bir tarihçiye soru yönettiğimizde “Halil İnalcık’ın söylediği üzerine bir şey söylemek ya da onu tasdik etmek bize düşmez” diyor. Ünlü bir başka tarihçi de ‘binlerce’ sözüne itiraz etmekle birlikte “hocayla ihtilaflı duruma düşmek istemem” diyerek görüş vermek istemiyor.

    Büyük saygı duyduğunu belirtip Halil İnalcık’ın söylediklerine açık olarak şerhini koyan kişi Osmanlı ve İslam Hukuku uzmanı Prof. Dr. Ahmet Akgündüz oluyor. Akgündüz’e göre bomba yapımı, köprü inşası, istihbarat gibi teknik ve destek hizmetlerinden yardımcı kuvvet olarak Hıristiyanlar kullanılmıştır ama savaşan grup tamamen Müslümanlardan ibarettir. Akgündüz, Osmanlı askeriye sisteminde Hıristiyan ve Yahudilerin cizye vererek askerlik hizmetinden muaf kılınması geleneğinin Tanzimat’tan sonra bile korunduğunu, ancak ittihatçılarla bozulduğunu söylüyor.

    Akgündüz, Halil İnalcık’ın bu yorumuna katılmıyor. Bunun bir araştırmadan çok ‘teori’ olarak nitelendirilebileceğini söylüyor. Büyük hürmet beslediği hocaya bu konuda katılmamasının sebebini hocanın İslam Hukuku alanında herhangi bir yetkinliği olmaması olarak gösteriyor. Akgündüz, Osmanlı tarihini anlamada İslam Hukuku çalışmalarının çok önemli olduğunu belirtirken, Halil İnalcık da bu durumun zaman zaman eksik yorumlara yol açtığını dile getiriyor. Bir sempozyumda Halil İnalcık’la ayaküstü bir görüşmesinde, bu görüşlerini kendisine ilettiğinde her zaman olduğu gibi olgunlukla karşıladığını da ekliyor.

    Eğer İnalcık haklıysa bir dua da onlara göndermek gerekiyor. Toprağınız bol olsun!




    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi ÇakırEfe -- 28 Nisan 2009; 16:53:04 >




  • BAZI arkadaslarr diyo yok biz osmanlı degiliz yok suyuz yok buyuz gecmişini kabullenmeyen yarınlarına sahip cıkamaz...!!!

    benide eklee



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Sudden_Death -- 28 Nisan 2009; 17:24:02 >
  • OSMANLI SARAYINDA COCUK GIYSILERI

    Uzun zamandir yazi paylasmamistim...
    Insallah bu sefer ki yazimizda tarihte pek fazla incelenme sahasi bulamamis bir konuyu Osmanli Sarayinda cocuk giyiminin renkli konusunu Hülya Tezcanin kaleminden isleyecegiz...
    Şehzadeler ve Hanım Sultanlar

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    Osmanlı hanedan politikasıyla yönetilen imparatorluğun üst düzeydeki görevlileri, sarayda, Harem-i Hümayun’da ve buna bağlı Enderun’da özenle yetiştirilen saray ağaları arasından seçilirdi. Hanedanda doğan padişah kızları (hanım sultanlar), erkekler (şehzadeler) iktidarın pay sahipleriydi. Doğumlarında (Veladet-i Hümayun) hazırlanan beşik alaylarıyla halka takdim edilirlerdi.
    Hanım sultanlar çoğu zaman şehzadelerin sünnet düğünleriyle birlikte düzenlenen çok görkemli şenliklerle evlenirlerdi. Damadın görevinin önemine göre hanım sultanların statüsü artardı. Evlenen padişah kızları başlangıçta eşlerinin görev yerine birlikte gider ve ziyaret için bile olsa Saray’ın iznini almadan merkeze gelemezlerdi.
    16. yüzyıl sonuna kadar şehzadeler sancağa gönderilerek o bölgenin yönetiminde bulunuyorlar ve böylece ülke yönetimine hazırlanıyorlardı. Şehzadelerin sancağa çıkması onların yetişkinliklerinin göstergesi, politik kariyerlerinin başlangıcı sayılırdı. Sancağa çıkış üst düzey devlet ricalinin katılımıyla resmî bir törenle olurdu. Şehzadeler tören kaftanlarını giyer, mücevherlerle bezeli eyerler vurulmuş atlar üzerinde maiyetiyle yola çıkardı.
    16. yüzyıl sonuna kadar yapılan seferler sırasında şehzadeler ordu kanatlarına komuta ediyor veya merkeze çağrılıp babalarının yerine vekalet ediyorlardı. Zaman zaman şehzadelerin etrafında oluşan yönetici sınıfın, özellikle lalaların (şehzade danışmanı) etkisiyle, tahtı ele geçirmek için bazen padişahla bazen diğer şehzadelerle şiddetli taht kavgaları yaşanıyordu. Bunu önlemek amacıyla 16. yüzyılın sonundan itibaren şehzadelerin sancağa gönderilmemesi ve şehzadelikleri süresince çocuk sahibi olmamaları kararı alınmıştı.
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    İç Giyimden Kaftanlara
    Sarayın kıyafet koleksiyonuna bakıldığında, 1550’yi bulan giyim kuşam içinde, yüz civarında çocuk giysisi bulunur. Bunlara; zıbın denilen iç çamaşırları, donlar, çocuk bezleri, iç entariler, dış kaftanlar, şalvarlar, baş giyimleri ve pabuçlar da dahildir. Son devre ait kıyafetler çok azdır, bunlar da satın alma yoluyla koleksiyona katılmıştır.
    Osmanlılarda kadın, erkek ve çocuk kıyafetlerinde, ölçülerinden başka fark yoktur. Kıyafet, iç giyimin üzerine giyilen altta şalvar, üstte bürümcük gömlek, iç entarisi ve dış kaftandan oluşur.
    Çocukların iç giyiminde, pamuklunun tülbent gibi en ince, patiska gibi sık dokunmuş olanından dikilmiş zıbınlar başta gelir. Bunlar, içleri genellikle bir tabaka pamukla kapitone edilmiş; basit çamaşırlardır. Uçkurla bağlanan, kullanımı kolay çocuk donları ise ince tülbentten dikilirdi.
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    Mevsime göre; ağır ipekli kumaştan dikilen kaftanların içine kürk kaplanır veya günlük kaftanlar pamukla kapitone edilirdi. Törenlerde giyilen ağır ipekli kaftanlar yere kadar uzun boyları, gene yere kadar inen ve omuzlardan geriye atılan kollarıyla dikkati çeker.
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    Osmanlılarda baş giyimi çok önemlidir. Ev içinde ve dışında hiç kimse başı açık gezmezdi, bu toplumda affedilmeyen bir hata idi. Geceleri bile yatarken gecelik takkeleri giyilirdi. Padişahlar genellikle dilimli, renkli uzun tepeliklerin etrafına sarılan tülbentlerle büyüyen sarıklar giyerdi. Küçük şehzadeler de, başlarında kocaman sarıklarla gezerlerdi. Bu başlıklar çok değerli, mücevherli sorguçlarla süslenirdi. Saraylı kadınlar ise başlarına, kısa basık fesler, altı dar üstü geniş veya tam tersi özellikte hotozlar giyerlerdi. Saraylı kadınların statüleri bu baş giyimlerine taktıkları mücevherlerle belirlenirdi. Hanedan içinde doğan kız çocukları da küçüklüklerinden itibaren böyle mücevherlerle donatılırdı.
    Büyümüşte Küçülmüşler
    Çocuk giyimleri, büyükleri gibi 16. ve 17. yüzyıllar boyunca değişmeden devam etmiştir. 18. yüzyılda daha basit kumaşlardan dikilmiş kaftanlar giymişlerdir. 19. yüzyıl başlarında kıyafetlerin kesimlerinde fazla değişiklik olmamakla beraber, kullanılan süsleme malzemesinin artığı görülür. Avrupa’dan gelen geniş yaldızlı harçlar, bükme ipek kordonlar, oyalar ve danteller elbiseleri süsler. Entarilerin ön etek uçları, yırtmaçları, kol ağızları ve kol yırtmaçlarına konan bu harçlarla kesimin detayları belirginleşmiş, abartılı bir görünüş kazanmıştır. Bu devirdeki padişahların yetişkin kızlarının gücü artmış, dışarıdaki terzilerle kalfaları aracılığıyla bağlantı kurarak dikiş diktirmişlerdir.
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    Yüzyılın ilk yarısının en önemli olaylardan biri hiç şüphesiz 1828 yılında Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıdır. Bu operasyonu gerçekleştiren II. Mahmud, bir kıyafet devrimi yaparak yeni kuracağı ordunun kıyafetini de Batılı tarzda değiştirmiş; askerin başına fes giydirilmiştir. Bir müddet sonra pantolon ve ceketten oluşan üniforma tarzındaki kıyafetler çocuk giyimine de hakim olmuştur.
    Çocuk giyim kuşamı büyüklerin giysilerinin küçük ölçülerde olanıydı. Kumaş malzemesi, deseni, kesimi, dikiş özellikleri bakımından, 16. yüzyıldan 20. yüzyıl başına kadar ki saray giyim kuşam koleksiyonunun bir özetini çocuk giysilerinde izleyebilirsiniz.
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••




  • Ekleyin Lütfen
  • Ekleyin Lütfenn
  • OSMANLI DEVLETİNDE VE ÇAĞDAŞI OLAN DİĞER DEVLETLERDE İNSANA VE HUKUKA SAYGI
    I- KONUNUN TAKDİMİ

    İnsana saygı, insanın hak ve hürriyetlerine saygıyla ve hiç bir fark gözetmeksizin hukukun kâidelerini bütün insanlara eşit olarak tatbik etmekle mümkündür. Bu sebeple bu konuyu, Osmanlı Devleti ve muâsırı olan diğer devletlerde insanın hak ve hürriyetlerine karşı nasıl davranıldığı ve hukuka gösterilen saygı açısından incelemeye gayret edeceğiz. Aslında insana ve onun hak ve hürriyetlerine saygı, hukuka saygının bir ifadesi olsa da, bir bütün olarak hukuka saygıyı da kısaca tetkik edeceğiz.

    Önemle arzedelim ki, günümüzde bilinenin ve bize okullarda öğretilenin tersine, insana ve onun hak ve hürriyetlerine olan saygının tarihî gelişimi açısından, Batı ile Doğu ve daha doğrusu Osmanlı Devleti ile diğer çağdaşı olan devletlerin durumu, %100'e varan nisbette birbirinden farklıdır. Kamu hukuku kitaplarında anlatılan ve öğretilen, insanların hak ve hürriyetlerine ait gelişmeler ve hatta biraz sonra kısaca bahsedeceğimiz 1215 tarihli İngiliz Magna Carta'sı ile Fransız 1789 tarihli inkılâbının bu açıdan arzettiği önem, sadece Osmanlı Devleti dışındaki ve daha doğrusu İslâm ülkeleri dışındaki devletler açısından doğrudur. Zira, biraz sonra belgeleriyle ortaya koyacağımız gibi, Osmanlı Devleti'nde, çağdaşı olan gayr-i müslim devletlerde ve özellikle Batı'da çok zor şartlar altında elde edilen insana ait hak ve hürriyetler, uygulamadaki suiistimaller ve yanlış uygulamalar dışında, başından beri Osmanlı Devleti'nde mevcuttur. Zira Osmanlı Devleti müslümandır ve İslâm âleminde, Hz. Peygamber devrinde yani miladî VII. asırda hazırlanan Medine Anayasası diyebileceğimiz Sahife adlı metin, ilk hak ve hürriyetler beyânnâmesi olarak vasıflandırabileceğimiz Veda‘ Hutbesi ve Kur‘an ile hadislerdeki insana ait hak ve hürriyetlerle alakalı beyânlar, günümüzdeki anlamıyla bir çok hak ve hürriyetleri tesbit ve tayin etmiştir.

    Konuyu takdim ederken şu hakikatı da belirtmeden geçemeyeceğiz: Osmanlı Devleti'nde insana Allah'ın mahluku muhterem ve aziz bir varlık olarak bakılır. Yunus'un "Yaradılanı severiz Yaradan'dan ötürü" şeklindeki espirisi, özellikle yükselme devirlerinde çok açık bir şekilde Osmanlı Devleti'ne hâkim olan espiridir. İsterseniz insana ve onun haklarına saygıyı muvakkaten bir tarafa bırakarak, hayvanlara bile ne derece saygı gösterildiğini, bir belge ile sizlere takdim edip daha sonra insana ve hukuka saygı üzerinde duralım: Evvelâ hatırlatalım: Batı dünyasında hayvan hakları kavramı 19. asrın son çeyreğinde gündeme gelmişken ve Birleşmiş Milletler Hayvan Hakları Bildirisini 1948'de kabul etmişken, aynı esaslar ve hatta daha ilerideki bazı kâideler, Osmanlı Kanunnâmelerinde ilk dönemlerden beri yer almış bulunmaktadır. Misal olsun diye II. Bâyezid devrinde hazırlanan 1502 tarihli İstanbul Belediye Kanunnamesindeki şu hükmü beraber mütala‘a edelim:

    "Ve ayağı yaramaz bârgiri işletmeyeler. Ve at ve katır ve eşek ayağını gözedeler ve semerin göreler. Ve ağır yük urmayalar; zira dilsüz canavardır. Her kangısında eksük bulunursa, sâhibine tamam etdüre. Etmeyeni ve eslemeyeni gereği gibi hakkından gele."

    "Fil-cümle bu zikrolunanlardan gayrı her ne kim Allah u Te‘âla yaratmıştır, hepsinin hukukunu muhtesip görüp gözetse gerektir, şer‘î hükmi vardır." . Hayvanların ve hatta karıncanın hukukuna bile tecâvüzü yasaklayan bir inanca sahip olan bir devletin, suiistimallerin dışında insanların hak ve hürriyetlerine saygı göstermemesi mümkün değildir. Maalesef efkâr-ı âmmede tersi yayılmak istendiğine göre, belgelere dayanarak meselenin izah edilmesi icabetmektedir.

    "Herşey zıddıyla bilinir" kâidesince, evvela Osmanlı Devletinin muâsırı olan bazı devletlerdeki durumu tetkik edelim:

    II- OSMANLI DEVLETİNİN ÇAĞDAŞI OLAN BA‘ZI DEVLETLERDE İNSANA VE ONUN HAK VE HÜRRİYETLERİNE SAYGI

    Konuyu, Osmanlı Devleti'nin muâsırı olan bütün devletler açısından ele almak mümkün değildir. Ancak ba‘zı önemli gelişmeleri, ana başlıkları özetleme tarzında ele almak istiyoruz.

    1) Avrupa devletlerinde insana ve hukuka saygının yerleşebilmesi için 1848'deki sanayi inkılâbını ve hatta XX. asrı beklemek icabeder. Zira bazı önemli gelişmelere rağmen, insana ve hukuka saygı, bir türlü cemiyetin bütün bireylerine teşmîl edilememiştir. Genelde ele almak gerekirse, Avrupa'da tatbik edilen feodalite nizâmı gereği insanlar yarı köle statüsündedirler. Fief denilen toprak parçalarının sahipleri, aynı zamanda o toprak üzerinde yaşayan insanların da mâliki hükmündedir. Bu sebeple insanın hakkında değil, ancak kral veya senyörler tarafından ihsan edilen bazı imkânlardan bahsetmek icabetmektedir. Bu bakış açısını terkederseniz, Avrupa'daki insan hak ve hürriyetleri ile alakalı gelişmeleri tam değerlendiremezsiniz . Yani Avrupa'da insana ait hak ve hürriyetler, sanki kralın bir ihsanı ve bahşişidir. Osmanlı Devleti'nde hâkim olan inanca göre ise, paşa ile gedâ farkı gözetilmeksizin herkes Allah'ın mahluku olmak nokta-i nazarından eşittirler ve hak ve hürriyetleri yaratılışdan mevcuttur. Bu farklılığı bilmeyenler, maalesef Osmanlı Devleti'ndeki tımar nizamı ile Avrupa'daki feodal nizamı birbirine karıştırmaktadırlar. Bu genel izahdan sonra şimdi de bazı önemli gelişmeleri ve müşahhas misalleri görelim:

    A) Hürriyetin beşiği olarak takdim edilen İngiltere'de 1215 tarihli Magna Carta Libertatum denilen yazılı belgeye kadar, insana ve onun hak ve hürriyetlerine saygıdan, asil aileler dışında bahsetmek manasızdır. Bu belge de, insan hak ve hürriyetlerini tesbit için değil, sadece iktidar ile halk, soylular ile din adamları arasındaki dengeyi kurmak için ilan edilmiştir. Biz, Kral VIII. Henri zamanı yani XVI asra kadar kadının İncil'e bile el süremeyecek kadar murdar bir yaratık kabul edildiği anlayışının varlığını, 1805 tarihine kadar belli sınıf kadınların yarım şilin karşılığında satılabildiğini ve kadına mülkiyet hakkının tanınmadığını misâl olarak zikredersek, insana ve onun hak ve hürriyetlerine olan saygının ne derece halka teşmil edilebildiği hakkında az da olsa bir fikir verebiliriz. Zikredilen misallere, XVI. yüzyılda kabul edilen "Haklar Bildirileri" ile sınırlı bir hak-hürriyet anlayışının İngiltere'de yayıldığını XVIII. asrın sonuna kadar vatandaşın siyasî haklarını kullanamadığını ve genel seçim sisteminin de XIX. yüzyılın yarısına doğru kabul edildiğini eklersek, insana ve hukuka saygının sınırları daha iyi anlaşılabilir .

    B) Batı'nın insana ve onun hak ve hürriyetlerine saygı bakımından şampiyon ülke ilan edilen Fransa'da da durum, anlatıldığı gibi iç açıcı değildir. 1789 Büyük İhtilâli'nden evvel ülkede tam bir esâret ve derebeylik hâkimdir. Derebeyler, kendilerini, ellerinde zorla bulundurdukları toprağın ve üzerinde yaşayan insanların mâliki sayarlar. İnsanlara saygı da, hukuk da, derebeylerin iradesi ve arzusudur. 1789 İhtilâlini neticesinde ilan edilen İnsan Hakları Beyannâmesi de, bugünkü anlamda bir insan hakları bildirisi demek değildir. Hiç olmayan bir şeyi kısmen kabullenme mahiyeti taşıdığından, sadece Batı'daki insana ve haklarına saygı açısından önemlidir. İnsana ait hakların ilk defa yaratılıştan var olduğuna, bu bildiri ile inanılmaya başlanmıştır. 1789 tarihli Fransız İnsan Hakları Bildirisi, insanı kölelikten, zilletten ve sefâletten kurtulduğunu ilan etmişse de, bu şefkatini bütün insanlara teşmil edememiştir. O tarihlerde hazırlanan Fransız Medeni Kanunu, "çocuğu, akıl hastasını ve kadını mahcûr" saymakta ve kadına kendi mal varlığı üzerinde tasarruf hakkı tanımamaktadır. Kadının tasarruf hakkının, nihâyet 1908'de tanındığını belirtirsek, bu Beyannâmenin ve onu takip eden gelişmelerin, insana ve hukuka saygı açısından hudutlarını tahayyül edebiliriz .
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    C) İnsana saygı, insanın hak ve hürriyetlerine saygıdır demiştik. Bu hak ve hürriyetlerin en önemlilerinden biri de, din ve vicdan hürriyetidir. Bu hak ve hürriyeti çok güzel yansıtması açısından, Macaristan'daki durumu da gözler önüne sermek ve Avrupa'da benzeri hallerin çok yaşandığını ve 300 sene süren mezhep kavgalarının Avrupa'yı alt-üst ettiğini belirtmek istiyoruz. Yaşanan bir misal şudur:
    Fâtih Sultan Mehmed, Rumeli’deki fetihlerini genişleterek Sırbistan sınırlarına geldiği zaman, iki ateş arasında kalan Sırplar, Macaristan ile Osmanlı Devleti'nden birisini tercih etmek mecburiyetinde kalmışlardır. O dönemde Sırplar Ortodoks, Macarlar ise Katolik idiler ve Romalılar ile Latinler arasında anlaşmazlık bulunduğu gibi, bunlar da birbirlerini hiç sevmezlerdi. Macaristan Kralı Jan Hunyad, Sırbistan'ı ele geçirmek istiyordu. Sırbistan Kralı George Brankoviç, kendisini Osmanlı Devleti'ne karşı isyan etmeye teşvik eden Macaristan Kralı nezdine bir heyet gönderir ve sorar: "Macarlar Türklere gâlip gelirse, Sırplıların mezhepleri olan Ortodoksluk hakkında ne gibi müsaadelerde bulunacaksınız?". Jan Hunyad'ın cevabı, insana ve onun hak ve hürriyetlerine olan saygılarının derecesini yansıtması açısından çok ilgi çekicidir: "Sırbistan'ın her tarafında Katolik kiliseleri tesis edeceğim. Ortodoks kiliselerini yıkacağım." Aynı soruyu sormak üzere bir heyeti de Fatih Sultan Mehmed'e göndermiş ve Fâtih'in verdiği cevap ise şöyle olmuştur: "Her caminin yanında bir kilise inşâ edilecek." Bu cevabı alan Sırbistan Kralı, Hıristiyan olan Macaristan'a değil, Müslüman olan Osmanlı Devleti'ne itaat etmiştir .

    Netice olarak Avrupa'da insana ve onun hak ve hürriyetlerine olan saygıyı tam anlamıyla görebilmek için 1848 tarihli sanayi inkılabını ve hatta Birleşmiş Milletlerin kabul ettiği İnsan Hak ve Hürriyetleri Beyannâmesi ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini beklemek gerekmektedir. Zira evli bir kadına kendi el emeği üzerinde tasarruf hakkı, ancak 13 Temmuz 1907'de verildiği nazara alınırsa ve bu hakka konulan kayıtların ancak 1938'lerden sonra kaldırıldığı düşünülürse, mesele daha iyi anlaşılır kanaatindeyim.

    2) Amerika'da insana ve onun hak ve hürriyetlerine gösterilen saygının tarihi gelişimi, Avrupa'dakinden daha hızlı değildir. Ve hatta Amerika'da durum daha da vahimdir denilebilir. XVIII. yüzyılda yayınlanan Virginia Haklar Bildirisi ve benzeri beyannâmelerin kabulünden önce, bütün Amerikan halkı, beyazıyla ve siyahıyla, Avrupalı İngilizlerin ve onların işbirlikçisi diğer Avrupalı sömürgeci devletlerin kulu ve kölesi durumundadırlar. Bu tarihlerden 1970'lere kadarki gelişmelerin siyahları içine almadığını belirtirsek ve mezkûr tarihe kadar zencilerin adamdan dahi sayılmadığını ifade edersek, insana ve onun hak ve hürriyetlerine karşı Amerika'daki durumu, Kuzeyi ile ve Güneyi ile daha iyi özetlemiş oluruz .

    3) Asya ve Afrika'da bulunan ve müslüman olmayan Osmanlı Devleti'nin muasırı devletlerde insana ve onun hak ve hürriyetlerine olan saygı, Avrupa ve Amerika'dan daha kötü bir vaziyettedir. Asırlarca İslâmın ve müslümanların tesirleriyle dahi değiştirilemiyen, Eski Hind Hukukuna göre, kadın hiç bir hak sahibi değildir. Budizmin mukaddes kitabı sayılan Veda'larda kadın kasırgadan, ölümden, zehirden ve yılandan daha kötü bir yaratık olarak tasvir edilmektedir. Kadına bakış açısı böyle olduğu gibi, erkekler de kendi aralarında belli sınıflara ayrılmışlardı ve bu sınıfların en büyüğünü köleler sınıfı teşkil ediyordu . Verilen bu misallerden insana saygının, toplumun bütün fertlerine teşmil edilemediğini hemen anlamak mümkündür. Ancak müslüman olan Asya ve Afrika ülkelerinde, bazı mahallî âdet ve anlayışlar tam olarak yıkılamamışsa da, yine de İslâmın tesiriyle diğerleriyle mukayese edilemeyecek kadar müsbet gelişmeler olmuştur. Afrika kıt‘asının ise, müslüman ülkeleri istisna edersek, bir köleler vatanı olduğunu ve XIX. yüzyılda köleliğin ve köle ticaretinin yasaklanmasına kadar, bu bölgelerde insana ve hukuka saygının asla yerleşemediğini esefle müşahede ediyoruz.

    Osmanlı Devleti'nin muâsırı olan bütün devletlerdeki durumu özetlemek dahi bu makalemizin sınırlarını aşacağından, verilen misallerle iktifâ ederek, şimdi Osmanlı Devleti'ndeki durumu özetlemeye çalışalım.

    III- OSMANLI DEVLETİNDE İNSANA VE ONUN HAK VE HÜRRİYETLERİNE GÖSTERİLEN SAYGI

    Önemle ifade edelim ki, bize öğretilenlerin ve başta müslüman ecdadımıza barbar diyen batılı ve peşin fikirli bir kısım araştırmacı ve tarihçilerin anlattıklarının tersine, Osmanlı Devleti'nde, uygulamadaki bazı yanlışlıkları ve suiistimalleri bir tarafa bırakırsak, insana ve onun hak ve hürriyetlerine saygının, diğer çağdaşı olan devletlerle mukayese edilemeyecek derecede mükemmel olduğunu isbat eden deliller, tahmin edilenin çok üstündedir. Osmanlı Devleti toprakları üzerindeki gayr-i müslimlere ait ma‘bedler, mektepler ve mülkler, binlerce sayfayı bulan eski mahkeme kararları yani şer‘iye sicilleri ve sayıları 120 milyonu bulan Osmanlı Arşivindeki belgeler, bu hakikatın canlı şahididirler. Bazı iddiaların tersine, 1839 tarihli Tanzimat Fermanı, 1856 tarihli Islahat Fermanı ve 1876 tarihli Kanun-ı Esasî, insana ait hak ve hürriyetleri ilk defa kabul etmemiş, belki eskiden beri var olan bu hak ve hürriyetleri sadece yazılı hale getirmiştir. Bu husus, çok önemlidir . Ayrıntıya girmeden şimdi meseleyi beraberce mütala‘a edelim:

    1- Osmanlı Devleti'nde İnsanı İnsan Yapan şahsî Hak ve Hürriyetlerin Korunması Ve Güvenlik İlkesi

    İnsana saygı, onun hukukuna saygı ile mümkün olduğunu daha önce belirtmiştik. Onun hukukunun başında ise, insanın şahsî hak ve hürriyetleri gelmektedir. Modern hukuk devletlerinin anayasalarında temel hak ve hürriyetlerin başında gelen bu hak ve hürriyetlerine Osmanlı Devleti'nde nasıl bakıldığının izahı, diğer temel hak ve hürriyetler hakkında da bize fikir verecektir.

    İnsanın maddî, manevî ve iktisadî varlığı üzerinde sahip olduğu haklara ve hürriyetlere "şahsî hak ve hürriyetler" diyoruz. İnsana ait bu hak ve hürriyetler, kişinin güvenliği ilkesi ile birlikte yürürler ve birbirini tamamlarlar. Batı'da şahsî hak ve hürriyetlerin gündeme gelmesi için, kişiyi haksız olarak tutuklamaya karşı koruma amacını güden XVIII. yüzyıla ait bildirileri beklemek gerekir. İnsan hayatının, sağlığının, vücudunun korunması; namus ve şerefinin muhafazası; özel hayatın gizliliklerinin gözetilmesi ve benzeri şahsî haklar, Batı hukuk sistemlerinde, ancak XIX. yüzyılda gündeme gelmeye başlamıştır. İlk defa konuyla ilgili hüküm ihtiva eden İsviçre Medeni Kanunu dahi, 1912 tarihlidir . Osmanlı Devleti'nde ise, Kur‘an'ın "Bir ma‘sumun hayatı ve kanı, bütün insanlık için dahi feda edilemez" düsturu ve Hz. Peygamber'in İslâmın ilk haklar ve hürriyetler bildirisi demek olan Veda‘ Hutbesi'nde ifade ettiği "Ey İnsanlar! Bu günleriniz nasıl mukaddes birgün, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ve üzerinde bulunduğunuz şu belde nasıl mukaddes bir belde ise, canlarınız, mallarınız ve namuslarınız da öyle mukaddesdir, dokunulmazdır ve her türlü tecavüzden korunmuştur" şeklindeki emirleri esas alınarak, insana ait hak ve hürriyetler tanzim olunmuştur. Bu hak ve hürriyetlerin nasıl tanzim edildiğini Kanunnâmelerin maddeleri ve fıkıh kitaplarındaki şer‘î hükümler arasında görmek mümkün olduğu gibi, eski mahkeme kararları demek olan şer‘iye sicillerinde de çokça görmek mümkündür. Burada uygulamaya ışık tutması açısından 1539 tarihli iki belgeden yani iki mahkeme kararından bahsetmek istiyoruz. Bu iki belge, iki önemli gerçeği gözlerimiz önüne sermektedir: Birincisi, bu tarihlerde Anadolu'nun ücrâ bir köşesi sayılan Anteb'de böbrek ameliyatının yapılabiliyor olmasıdır. İkincisi ise, günümüz hukuk sistemlerinde bile, tıbbî müdaheleler ve ameliyat için, hastanın yazılı bir basit muvâfakatnâmesi yeterli görülürken, o tarihlerde yani 1539'larda dahi böyle bir muvâfakatın mahkemece karar altına alınması şartının aranması ve bu durumun o dönemde bile insana ve insanın sahip olduğu şahsî haklara verilen önemi ve gösterilen saygıyı ısrarla vurgulamasıdır. Bu kararlardan birinde, Hacı Mehmed oğlu Satılmış'a, velâyeten muvâfakat vermekte ve doktor Nazar oğlu Budak da belli şartlarla ameliyatı kabul ettikten sonra, mahkeme bunu tasdik edip zabıt altına almaktadır. İnsanın ve şahsî haklarının ne derece önemli şeyler olarak kabul edildiğini ve her medenî mesele gibi, şahsî haklar ve insana saygı hususunda da Batı'yı fersah fersah geride bıraktığımızı, bu ve benzeri çok sayıdaki belgeler açıkça göstermektedir. Bu tür belgeler, "Kişi, bilmediğinin düşmanıdır" kâidesince, geçmişimize ve ecdadımıza olan düşmanlıkların cehâletten kaynaklandığını, gözler önüne sermektedir . Ehemmiyetine binâen bu belgeleri aynen alıyoruz .

    Güvenlik ilkesi üzerinde de kısaca durmak istiyoruz. Mecelle'nin kabul ettiği bir esasa göre, "Berâat-i zimmet asıldır" , yani bir insanın suçluluğu isbat edilmedikçe, suçsuz kabul edilmesi genel bir hukuk prensibidir. Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan beri var olan ve Batılı Devletlerin ancak XVII. asırda kavramaya çalıştığı bu esası, Hz. Ömer şöyle açıklamaktadır: "İslâm'da hiç kimse haksız olarak tevkif edilemez. Bir mahkeme kararı olmadan kimsenin hürriyeti kısıtlanamaz" .Kur‘an'ın "Hiç bir suçlu, bir başka suçlunun cezasını çekemez" düsturunu benimseyen Osmanlı Devleti'nde, insanlar işledikleri suçlardan şahsî olarak sorumludurlar. Osmanlı Kanunnâmeleri, kadı ma‘rifetinsüz yani mahkemenin kararı olmadan hiç bir cezanın infaz edilemeyeceğini ve kimseden bir habbe ve bir akçe alınamayacağı, yüzlerce yerde, başından beri sağlam esaslara bağlamışlardır. İsterseniz bazı kanun hükümlerini aynen nakledelim:
    "Ve dahi hapis yerlerinde kefil bulunur iken hapsetmeyeler, yazıp Dergâh-ı Alîye arzedeler. Meğer ki, şenâ‘at-i azîme ola. Ve dahi firar ihtimali olub kefil bulunmayıcak hapsedeler." .

    "Mücrim olan kimesne teftiş olunmadın veyahud üzerine zâhir olan şenâyi‘ şer‘le ve örfle yerine varmadın sancakbeği ve subaşısı ve adamları nesne alub salıvermek memnû‘dur. Kendüler mahall-i töhmet ve adamları mücrim ve müstahakk-ı ikâb olur.

    ....amma mücrim ve müttehem olan kimesne mütemerrid ve mu‘annid olub da‘vet ile mahkemeye gelmekden imtinâ‘ eyleye, berây-ı ta‘zir cebr ile bilâ-ta‘zîb mahkemeye getürmek memnû‘ değildir." .
    Zikredilen kanun hükümlerinin, asrımızın dahi yüz karası olan işkenceyi de şiddetle yasakladığını açıkça görüyoruz. Buna şu hadiseyi de ilâve ederek bu mevzuyu tamamlayalım: Rumelideki Hristiyan nüfusun çokluğunu gören ve bundan ürken Yavuz Sultan Selim'in bunları cebren müslüman etme tasavvuruna karşı, şeyhülİslâm Zenbilli Ali Efendi'nün "Madem ki, onlar ra‘iyyetliği kabul etmişler. Dinimiz gereği, onların can, mal ve ırzlarını kendi can, mal ve ırzlarımız gibi korumakla mükellefiz. Bu yolda onlara cebretmek, dinimize muhâlifdir" diyerek, hem gayr-ı müslimlerin dahi şahsî hak ve hürriyetlerine gösterdiğimiz hürmeti ve hem de meşru‘ sınırlar içinde kalmak şartıyla din ve vicdan hürriyetine gösterdiğimiz saygıyı çok açık bir şekilde ifade etmektedir .

    2- İnsana Ve Onun Hukukuna Gösterilen Saygıda Müslüman-Gayr-i Müslim Ayırımı Yapılmamıştır

    Müslüman ecdadımız, her meselede olduğu gibi, Osmanlı Devleti'ne ait topraklarda yaşayan gayr-ı müslimler hususunda da, "şer‘-i şerif" dedikleri hukukun çizdiği sınırlar çerçevesinde hareket etmişlerdir. Osmanlı Devleti'nde "şer‘-i şerif" denilen İslâm hukukuna göre, müslümanlarla sulh yapan ve müslüman bir devletin hâkimiyetini kabul eden gayr-ı müslimlere "zimmî" adı verilmektedir. Renk, dil ve ırk farkı gözetilmeksizin hepsine aynı şekilde ve "şer‘-i şerif" ne diyorsa öyle muamele yapılır.

    Osmanlı Devleti topraklarında yaşayan zimmîlerin, müslümanlardan farklı oldukları yönleri elbetteki vardır. Ancak bu farklılık, din ayrılığından doğan bir farklılıktır. İnsan olarak aynı saygıyı görmüşlerdir. Meselâ, müslümanlar, İslâmda bir ibadet çeşidi olan zekâtla mükellef oldukları halde, gayr-i müslimler mükellef değillerdir. Onlar, güç ve kazançlarına göre mikdarı değişen, senede bir defa adam başına "cizye" denilen bir vergi verirler. Fakirler, işsizler, din adamları, yaşlılar ve hastalar bu vergiden muaftırlar. Gayr-ı müslimler, cihâd yani askerlik yapmak mecburiyetinde değillerdir. Aile hukuku, miras hukuku ve dinlerinin gereği olan diğer hukukî mevzularda, kendi inandıkları hukukî hükümlere tâbi‘dirler. Bütün bu ve benzeri şer‘î hükümlerin yanında, gayr-ı müslimlerin can, mal ve namusları, müslümanlarınki gibi dokunulmazdır. Muhtaç gayr-ı müslimler, sosyal haklardan aynen yararlanırlar. Bazı istisnaların dışında, devlet hizmetini ifa ederler; mezarları ve ölüleri hürmet görür. Bütün hukukî davalarda, gayr-ı müslim ile müslüman arasında fark yoktur. Bu dediklerimize, İstanbul'daki kiliseler, havralar, mezarlar; arşivlerdeki belgeler ve Yorgi'ye karşı Ahmed'i, Dimitri'ye karşı Osman'ı mahkûm eden binlerce mahkeme kararları, en büyük delillerdir .

    Fâtih Sultan Mehmed, İstanbul'u kılıçla fethettiği halde, sırf sulh yolunun burada yaşayan gayr-ı müslimlere daha yararlı olmasından dolayı, araya giren bazı papaz ve hahamların arzu ve ısrarlarıyla, İstanbul'u sanki sulh yoluyla fethetmiş gibi kolaylıklar göstermiştir. Osmanlı hukukunun mimarlarından olan Ebüssuud Efendi, İstanbul'daki kilise ve havraların devamını, bu ince anlayış ve insana saygılı muameleye açılmaktadır . İsterseniz Galata zimmîlerine verilen Ahidnâme'den bazı hükümler iktibas edelim ve bu belgeyi ibret-i âlem için aynen alalım:
    "Ben Ulu Padişah ve Ulu şehinşah Sultan Muhammed Hân bin Sultan Murat Hânım. Yemin ederim ki, yeri göğü yaradan Perverdigâr hakkı içün ve Hazret-i Resûlün -Aleyhis-Salâtü Ves-Selâm- pâk, münevver, mutahhar ruhu içün ve yedi Mushaf hakkı içün ve 124 bin peygamberler hakkı içün, dedem ruhu içün ve babam ruhu içün, benim başım içün ve oğlanlarım başı içün, kılıç hakkı içün......

    Kabul eyledim ki, kendülerin âyinleri ve erkânları ne vechile câri ola-geldiyse, yine ol üslûb üzere âdetlerin ve erkânların yerine getüreler.

    Buyurdum ki, kendülerin malları ve rızıkları ve mülkleri ve mahzenleri ve bağları ve değirmenleri ve gemileri ve sandalları ve bil-cümle metâ‘ları ve avretleri ve oğlancıkları ve kulları ve câriyeleri kendülerin ellerinde mukarrer ola, müte‘ârız olmayam ve üşendirmeyem.
    Anlar dahi rençberlik edeler. Gayrı memleketlerim gibi, deryadan ve karadan sefer edeler, kimesne mani‘ olmaya, mu‘âf ve müsellem olalar.
    Ve kiliseleri ellerinde ola, okuyalar âyinlerince. Ammâ çan ve nâkus çalmayalar. Ve kiliselerin alub mescid etmeyem. Bunlar dahi yeni kilise yapmayalar.
    şöyle bileler, alâmet-i şerife i‘timâd kılalar." .
    İnsana ait bütün hak ve hürriyetlere, Osmanlı Devletin'de nasıl saygı ve itina gösterildiğini izah için, müstakil bir kitap kaleme almak icabeder. Bu sebeple zikredilen kadarıyla yetinip, hukuka ve Osmanlı Devleti'nin hukuk sisteminin temelini teşkil eden "şer‘-i şerif" ve "kanun-ı münife ne derece saygı duyulduğunu göstermek için ayrı bir başlık açacağız ve Osmanlı Devleti'nin, çağdaşı olan devletlerle mukayese edilemeyecek üstünlükte bir hukuk devleti olduğunu, ancak bu esaslardan taviz verilince her düzeninin bozulduğunu göstermeye çalışacağız.

    IV- OSMANLI DEVLETİNDE HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ VE HUKUKA SAYGI

    Özellikle yükselme devrinde, Osmanlı Padişahlarının hukuka karşı duydukları saygıları ve adaleti icradaki titizlikleri, inkâr edilemez tarihî bir hakikattır. Bir devlet, kuvvet kanunda olduğu müddetçe ayakta durur; aksi takdirde yani kanunun kuvvette olması durumunda, devlet, kudret ve kuvvetini kaybeder. Günümüzde "hukuk devleti" diye dillerde dolaşan bu mananın, tarihin altın sayfaları içinde müslüman atalarımızda tezâhür ettiği bir gerçektir. Elbetteki bu hal, hukuk ve ilim adamlarının şahsiyetiyle de doğru orantılı olan bir meseledir. Konuyu daha iyi takdim edebilmek için yaşanmış olaylardan birini burada zikretmek istiyoruz:

    Zaman, Kanunî Sultan Süleyman'ın zamanıdır. İlmin izzeti ve hakkın hatırının hiçbir hatıra feda edilmemesiyle alakalı bir hâdise yaşanmaktadır. Hâdisenin kahramanları, zamanın Osmanlı şeyhülİslâmı Ebüssuud ile Osmanlı padişahı Kanunî Sultan Süleyman'dır. Hâdiseye sebep olanlar ise, Ayasofya Vakıflarına bağlı dükkanların kiracılarıdırlar. İslâm hukukunda, vakıf malların kira bedelleri, her sene yeniden ayarlanır ve düşük olan kira bedelleri râyiç kira bedeli yani ecr-i misil seviyesine yükseltilir. Mesela, vakfa ait bir dükkânı 10.000 akçeye kiralayan A, bir sene sonra, eğer dükkânın râyiç kira bedeli (ki buna ecr-i misil denir) 11.000 akçeye yükselirse, ya bu kirayı vermeyi kabul edecektir ya da bu bedeli verene dükkân yeniden kiralanacaktır. İşte Ayasofya Vakıflarına ait dükkânların kira bedelleri, kısmen de olsa yükselmiştir. Kiracılar ise, mütevelliler yoluyla Padişah'a müracaat ederek, "vakıf dükkânların mevcut gelirinin giderlere fazlasıyla yettiğini, yani vakfın zengin olması hasebiyle kira bedelini arttırmaya ihtiyaç bulunmadığını ve de kendileri de müslüman oldukları ve muhtaç oldukları için, vakfın malını az da olsa kendilerinin yemesinin zararı olmayacağını" arzederler. Padişah da, hem vakıf mallarının gelirinin fazlalığından dolayı ve hem de kiracıların sızlanmalarını nazara alarak, vakıf malların kira bedellerinin bu senelik arttırılmaması için ferman vermiştir. Fermanı, uygulamacı kadılara tamim edilmek üzere kiracılar ve mütevelliler, şeyhülİslâm Ebüssuud'a getirince, Ebüssuud, fermanı okumuş ve hukuka aykırı olan bu fermanı şiddetle reddederek şu tarihî cevabı vermiştir:

    "Padişah fermanıyla kira bedellerinin olduğu gibi bırakılması olmaz. Zira Parişahın emriyle nâ-meşrû‘ olan şey meşrû‘ olmaz; haram olan nesne helâl olmak yokdur. Bu hususlarda emr-i şer‘-i şerif budur. Bir türlü dahi değildir. şer‘i hükümlere vâkıf iken onları ketmetmek, Kur‘an'daki bir âyetin tehdidine maruz kalmaktır." .

    V- SONUÇ

    Özellikle Osmanlı Devleti'nde, insana ve hukuka saygının, bize anlatılan ve peşin fikirli bir kısım ilim adamlarının kitaplarında yazılan gibi olmadığını, zikredilen misâllerden anlıyoruz. Ancak bütün bu anlatılanlardan kasdımız, Osmanlı Devleti'nin 600 senelik ömrü boyunca aynı seviyede insana ve onun hak ve hürriyetlerine saygı gösterdiğini iddia etmek değildir.Zaten yükselme dönemindeki hukuka ve insana saygı aynen devam etseydi, Osmanlı Devleti bugüne kadar devam ederdi ve yıkılmazdı. Ancak biz, mevcut suiistimalleri ve uygulama hatalarını kabul etmekle beraber, zikrettiğimiz belge ve olaylarla, yapılan bir yanlışı düzeltmek istiyoruz. O da, sanki Osmanlı Devleti'nde insana ait hak ve hürriyetlerin, 1839 tarihli Tanzimat, 1856 tarihli Islâhât ve 1876 tarihli Kanun-ı Esasî ile, o da eksik olarak kabul edildiği şeklindeki iddialardır. Halbuki yapılan izahlar göstermiştir ki, bu fermanlar ve Kanun-ı Esasî, eskiden beri var olan hak ve hürriyetleri, sadece yazılı hale getirmiş ve uygulamadaki hatalara ve suiistimallere dikkat çekerek eskiden olduğu tarzda hak ve hukuka ri‘âyet edilmesini ısrarla tekrar etmişlerdir. Bu anlattıklarımızı teyid etmek açısından, Hollandalı bir gayr-ı müslim hukukçunun, 1895 yılında, "şer‘-i şerif" ve "kanun-ı münif" diye özetlenebilecek Osmanlı Hukuku hakkında, II Abdülhamid'e sunduğu bir rapordan bazı cümleler nakletmek istiyoruz:

    "şer‘-i şerifde ve dolayısıyla Osmanlı Hukukunda, bir çok hukukî hükümler vardır ki, bazıları pek yakın bir zamanda Avrupa'ya girebilmiş ve daha bir çok insânî hükümler vardır ki, asrımızdan sonra girecektir. Bu iddiamıza delil olmak üzere, insana ve hukuka saygının ifadesi olan şu hükümleri sayabiliriz: Ehlî hayvanların himaye ve korunması; mahkemelerde davaların meccânen görülmesi; evli bir kadının kocasına müracaat etmeksizin tasarrufunda bulunan mal varlığını istediği gibi idare etmesi; müslümanların ve gayr-ı müslümlerin kanun önünde eşitliği; sorgulamalarda sanıklardan ikrar ve itiraf gibi beyanlar almak için işkence icrasının kesinlikle yasak oluşu ve benzeri hükümler...." .
    O halde 1839 tarihli Tanzimat Fermanı, hukukî hükümlerin icra edilmemesinden dolayı devletin felâketlere sürüklendiğini, mevcut şer‘î hükümlerin icrası ve hukukun hâkim kılınması gayesiyle yeni hukukî düzenlemeler yapılması gerektiğini ve özellikle can, mal ve namus güvenliği için askerî, cezaî ve malî düzenlemelerin yapılması icabettiğini vurgulamaktadır ki, zaten bunlar, eski Osmanlı Hukukunda yani şer‘-i şerif ve kanun-ı münifde de vardır. Eksik olan uygulamadır. 1856 tarihli Islâhât Fermanı olarak vasıflandırılmış ve sadece gayr-ı müslimlere bazı imtiyazlar verilmesi için Batılı devletlerin siyasî baskıları sonucu ilan edilmiştir. Zira muhtevasında istenen haklar, zaten şer‘-i şerif ve kanun-ı münif denilen Osmanlı Hukukunda da vardır. Arzu edilen, gayr-ı müslimlerin Osmanlı Devleti'nde hâkim sınıf haline gelmeleridir ve maalesef zamanla gelmişler ve Osmanlı Devleti'ni yıkmışlardır.1876 tarihli Kanun-ı Esâsî'nin ise, eskiden beri var olan insana ait hak ve hürriyetleri, Batılı devletlerin istediği üslupla yazılı hale getirilmesinden ibaret olduğunu esefle müşahede ediyoruz.

    Netice olarak, insana ve hukuka saygı konusunda, Osmanlı Devleti'nin arşivleri açılsa, Türk Milletinin yüzünü kızartacak tek bir belgeye rastlanılamayacaktır. Çağdışı olan gayr-ı müslim devletlerde ise, yüzlerini ağartacak belgelerin sayısı, maalesef bir elin parmaklarından daha azdır. Belgeler ve tarihî olaylar böyle konuşmaktadır.



    [1] İstanbul İhtisâb Kanunnâmesi, Topkapı Sarayı, R. 1935, Vrk. 96/b-106/b, md. 58,73; Akgündüz Ahmed, Osmanlı Kanunnameleri Ve Hukukî Tahlilleri, II. Kitap, II: Bâyezid Devri Kanunnâmeleri, İstanbul 1990, sh. 296-297.
    [2] Meselenin bütün yönleriyle izahı için bkz: Barkan, Ömer Lütfü, Türkiye'de Toprak Meselesi, Toplu Eserler 1, İstanbul 1980, sh. 876 vd.
    [3] Akın, İlhan F., Kamu Hukuku, İstanbul 1987, sh. 280-287; Sıba‘î Mustafa, El-Mer‘e (Tercüme: İhsan Toksarı), İstanbul 1969, sh.21
    [4] Akın, Kamu Hukuku, 292 vd.; Sıbâ‘î, 20; Gürkan, Ahmet, İslam Kültürünün Garbı Medenileştirmesi, sh. 136.
    [5] De La Jonquiere, Histoire de I'Empire Ottoman, sh. 164; Osman Nuri, Mecelle-i Umûr-i Belediye, c.I, sh. 217.
    [6] Akın, Kamu Hukuku, 287-292.
    [7] Dikmen, Mehmed, İslamda Kadın Hakları, İstanbul 1983, sh. 13 vd.; Sıbâ‘î, 18.
    [8] Cin, Halil / Akgündüz, Ahmet, Türk Hukuk Tarihi, İstanbul 1990. c.I, sh. 186-187.
    [9] İmre, Zahit, Medeni Hukuka Giriş, İstanbul1976, sh. 89 vd.; Akın, Kamu Hakuku, 321 vd.
    [10] Kur‘an, Mâide, Ayet, 32.
    [11] Sahih-i Buhari Tecrid-i Sarih Tercümesi, IV, 334, 412; X, 389, 395; Armağan, Servet, İslam Hukukunda Temel Hak Ve Hürriyetler, Ankara 1987, sh. 82 vd.
    [12] Gaziantep fier‘iye Sicilleri, Defter No 2, sh. 282, 300; Üsküdar fier‘iye Sicilleri, Defter No: 136, sh. 6; Akgündüz, Ahmed/Hey‘et, fier‘iye Sicilleri, İstanbul 1988, C.I, sh. 224-225.
    [13] Bkz. Belge No: 1 ve 2.
    [14] Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye, md. 8.
    [15] Armağan, 89 vd.
    [16] Kur‘an, Fâtır, Ayet, 18.
    [17] IV. Murad Kanunnâmesi, Süleymaniye Kütüp. Esat Efendi, No: 2362, Vrk. 35/b.
    [18] Hüdâvendigâr Livası Kanunnâmesi, md. 33-34 (Akgündüz, Osmanlı Kanunnameleri, II/184, Bâyezid II-18, md. 33-34).
    [19] Osman Nuri, Mecelle-i Umûr-ı Belediye, c.I, sh. 217-218.
    [20] Konu ile alakalı ayrıntılı bilgi için bkz. Zeydan, Abdülkerim, Ahkâm'üz-Zimmiyyîn Ve'l-Müste‘menîn, sh. 3 vd.; Molla Hüsrev, Dürer ve Gurer, I, sh. 298 vd.; Akgündüz, Belgeler Gerçekleri Konuşuyor, III, İzmir 1991, sh. 110 vd.
    [21] Akgündüz, Belgeler Gerçekleri Konuşuyor, II, İzmir 1990, sh.10-13.
    [22] Paris Bib. Nat. ms. Fonds turc anc. n. 130, Vrk. 78; Akgündüz, Osmanlı Kanunnameleri, I, sh. 476-479; Bkz. Belge No: 3
    [23] Süleymaniye Kütüphanesi, Reşid Efendi, No: 1036, Vrk. 48/a-49/a; Akgündüz, Belgeler, III, sh. 180-183.
    [24] Başbakanlık Osmanlı Arşivi, YEE, 14-1540, sh. 18 vd.




  • Osmanli Tarihinde ki gizli cehreleri kesfetmeye devam ediyoruz...
    Masaallah bu kulubumuz gunden gune buyuyor...Oyle zannediyorum ki su anda bu kulup tek basina bir Osmanli sitesi kadar buyuk ve degerli blgiler iceriyor...Boylesi bir Osmanli kulubu gerek fotograflarla gereksede icerdigi belgelerle dunyanin en buyuk Osmanli Kuluplarindan biri olmus durumda...Inanin bana abartmiyorum...Osmanli Tarihiyle gerek akademik gereksede hobi olarak ilgilenen herkesin yararlanabilecegi bir yer haline geldi...Bu da sizlerin engin ve her zaman devam etmesini temenni ettigim ustunvari caba ve calismalarinizla oldu...
    Herkese bu vesileyle tekrardan tesekkurlerimi sunuyor...Osmanli Tarihinin renkli eglendirici ve ayni zamanda hos vakit gecirtici konularini yazmaya devam diyorum...
    Bugun paylasacagim yazi gene degisik bir yazi.
    Bu sefer ki konumuz tarihlerin tozlu raflarinda kesfolmayi bekleyen ve sehircilik tarihi acisindan emsal teskil edebilecek bir konuyu ele alacagiz...Bu konu bugun yurdumuzn guzide sehirlerimizden biri olan Rize ile ilgili Osmanli zamaninda yazilmis bir belge...

    Osmanlı döneminde Rize ve Rizeliler hakkında hazırlanan kapsamlı bir rapor
    OSMANLI DONEMINDE RIZE VE RIZELILER HAKKINDA HAZIRLANAN KAPSAMLI BIR RAPOR

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    Karadenizin sorunları eskiden de aynıymış. İnsanımız o zamanlarda da gurbete çıkarmış, denizcilik yaparmış, Rusya başta olmak üzere yabancı memleketlere gidermiş, yurdun dört bir yöresine ekmek parası için çıkan insanları buna zorlayan şartlar, o zamanlarda da aynı, günümüzde de.
    Osmanlı Arşivlerinde bulunan bu belge-raporda, yöremizin kalkınmasından, insanımızın özelliklerinden, sahil yolundan, Rize'yi iç kesimlere bağlayacak olan diğer yolların muhakkak suretle yapılmasından, madenlerin işletilmeye açılmasından bahsedilmektedir. Ayrıca, sosyal sorunlar ele alınmakta ve arazinin darlığından ve tarım alanlarının azlığından dolayı toprak ihtilafları olduğu ve bunun da bazı kan davalarına sebebiyet verdiği gözler önüne serilmektedir. İnsanları hakkında ilk olarak bahse konu olanlar ise, yöre halkının haksızlığa tahammül edemez bir yapıda ve silahşör ruhlu olduğu, her hangi bir düşman saldırısının, halkın direnişiyle geri püskürtüleceğinden, buradalarda kolayca başarıya ulaşamayacağı gibi hususlardır
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    Potomya (Güneysu)'da II. Abdülhamid döneminde yapılması için padişahtan izin istenen, daha sonra yapıldığı ve zamanla yıkılıp yerine bir başka cami inşa edildiği ve bugün de bu yeniden inşa edilen caminin yerine yenisinin (Güneysu Yeni Camii) yapıldığı Potomya Hamidiye Cami.


    Kimin tarafından kaleme alındığı belli olmayan 1881 tarihinde, Osmanlı dönemine ait olan ve Başbakanlık Osmanlı Arşivi'ndeki onbinlerce Rize ile ilgili belgelerden bir tanesi olan bu raporu (Y.PRK.AZJ 4/111, 1881), günümüz Türkçesi ile vererek sizlerle paylaşmak istiyoruz.
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••
    [/
    center]
    Kuva-yı Milliye Milis Yüzbaşılarından İpsiz Recep ve Çete elemanları
    "Sevgili Padişahım!"

    Malumunuz olduğu üzere bilgi ve terbiye gibi iki seçkin özelliğe sahip olan medeniyet, bir kurtuluş yoludur. Ondan mahrum olan millet, yaratlışında olan değerlerini, cahilliği ve fakirliği yüzünden olması gerektiği gibi kullanamaz. İnsanlığın bu özelliğinin sebebiyledir ki, milletler derin ve büyük sıkıntılara dalıp giderler. Galip mağlubu tepeler. Yatarılıştan gelen kabiliyetler ve güzel hasletler, çığırından çıkıp yakınların hukukunu ayaklar altına alarak hıyanete dönüşür. Dolayısıyla milletler iyi bir tablo çizeceğine, aksine, kötü bir görüntü ile karşımıza çıkarlar.
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    Laz ve cins olarak ondan uzak olmayan Gürcü kavimleri, millet olarak değerlerini, Moskofla yaptığımız iki büyük savaşta, din ve devlet düşmanına, sınırlarından bir adım bile attırmayarak göstermişlerdir. Şu halde bu iki milletin Osmanlı Devlet için güçlü ve vazgeçilmez bir unsur olduğu açıkça ortaya çıkmıştır. Ancak Gürcüler, Batum'un işgalinden sonra tamamen Osmanlı ülkesinin içlerine doğru göç ederek dağılmak suretiyle Osmanlı sınırındaki yerlerini terketmişlerdir. Bölge sadece denizcilikteki maharetleri ve mertlikleri ile ön planda olan Lazların elinde kalmıştır. Rize halkı, tek başına Osmanlının sınırlarını düşmana karşı en iyi şekilde muhafaza etmekten geri durmaz.
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    Rize ile ilgili olarak Osmanlı döneminde kaleme alınmış Osmanlıca belgenin ilk sayfası

    Karadeniz insanı yaratılışı itibariyle haşin ve demir gibi sağlam mizaçlı ve karakterlidir. Bir başkasına karşı, hatta hısım ve akrabasına karşı bile acımasızca davranmaktan sakınmazlar. Bu özellikleri de pek çok kereler sabit olan suçlardan anlaşılmaktadır. Böyle olmasına rağmen insan nerede olursa olsun yine de insan olduğundan, bir milleti tamamen itham etmek yanlış bir düşüncedir. Aslında yapılması gereken şey, bu suçların nedenlerini araştırmaktan ibaret olsa gerektir.
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    Rize ile ilgili olarak Osmanlı döneminde kaleme alınmış Osmanlıca belgenin ikinci sayfası


    Rize sancağı, konumu itibarıyla dağlık araziden ibarettir. Yağmuru çok, rutubeti süreklidir. Bundan dolayı da ormanlıkları gayet güzel bir şekilde neşv ü nema bulmuş, yeşermiş ve büyümüştür. Dağların yeşil sefası, yağmur ve rutubetin tesiriyle, -kış mevsiminin iki üç ayı hariç tutulmak üzere- bütün sene devamlı olarak latif ve güzel bir manzara arzeder. Genellikle dağların yüksek yerleri çeşit çeşit ağaçlarla süslenmiş ve toprağı da koyu bir yeşillikle örtülmüştür. Bu manzara insana dağların ve toprağın doğal bir yeşil elbise giydiği izlenimini uyandırıyor.
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    Rize ile ilgili olarak Osmanlı döneminde kaleme alınmış Osmanlıca belgenin üçüncü sayfası


    Buralarda akla hayale gelmedik usullerle geçim sıkıntısına çareler aranır. Ziraat neredeyse gelişigüzel gelişen ve devam eden bir özellik arzeder. Ancak bu arazilerde de insanlar yerleşim amaçlı evler yapmışlardır. Sahil boyunda ise güzel ve işlek çarşılar vardır. Ekime uygun arazinin dağınık oluşu ve evlerin bu arazilerde konuşlandırılması zorunluluğundan dolayı evlerin birlirlerine olan mesafeleri oldukça fazladır. Hatta aralarında dağ, tepe, vadi gibi araziler vardır. Herhangi bir yolsuzluk veya ihtiyaç olması durumunda bir komşunun diğerine gitmesi bayağı bir zahmet ve meşakkatlidir.
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    Rize'den bir manzara

    Buğday mahsulünün olgunlaşma zamanı olan Temmuz ve Ağustos aylarında her zamankinden daha fazla yağmur yağar. Bundan dolayı buğday mahsulünün ekimi Mayıs başından Haziran on beşine kadar olan zaman diliminde yapılır. Eylül onbeşinden Ekim başlarına kadar topladıkları mısır darısıyla yetinmeye kendilerini mecbur etmiş ve bu mecburiyet alışkanlık derecesine varmıştır. Senenin ancak küçük bir kısmını idare edebilen dahilî mahsullerinin, yani elde ettikleri mısırın kifayetsizliğini Batum taraflarından mısır satınalmak yoluyla gidermektedirler.


    "Çok şükür nüfus artışı iyidir"


    Geçim sıkıntısı olmakla birlikte bölgenin letafeti, verimliliği ve güzelliğinden dolayı, Allaha şükürler olsun ki, nüfus artışı yüksektir. Bu artıştan dolayı Rize sancağı baştan başa her tarafı dağınık ve düzensiz olarak inşa edilmiş evlerle doludur. Evsiz boş bir arazisi yoktur. Evlerin arasının da yarımşar saat mesafeli olmaları dikkat çecidir. Bu durum, koskocaman arazinin tek bir şehir olmasını sağlamıştır.


    Klasik ve bilinen usul üzere kasabalar, köyler, tarlalar ve meralar oluşturmak ve bunların sınırlarını belirlemek bu bölge için imkansızdır.

    "Zor geçim ve Rize�den göç"


    Rize sancağının yollarının az olması sebebiyle karayolu bağlantısı neredeyse yok denecek düzeydedir. Her tarafı denize baktığından ve denizcilik gelişmiş olduğundan halkından pek çok adamlar çoğunlukla Rusya sahillerinin Batum, Poti, Anakarya, Sohum, Anapa ve Kırım taraflarına gitmekle rençberlik, dülgerlik, marangozluk ve bunlara benzer işlerle ekmek paralarını kazanmak için nice zahmetler çekmekte oldukları devamlı gözlenen bir durumdur. Bütün halkın bu şekilde geçimini kazanması tabii mümkün olamayacağından bir kısmı da kayıkları ve sandal tabir ettikleri ufak yelken gemileriyle deniz nakliyatçılığını tercih etmişlerdir.


    Bu yol da oldukça tehlikeli bir yoldur.

    "Fındık, fasulye, keten: Rize"


    Memleketlerinin ihracatı biraz fasulye ve fındıktan ve Rize'ye mahsus olmak üzere bir miktar keten bezinden ibarettir. Yolların azlığı yüzünden bunları yapmakta zorluk çekmekedirler. Hatta bu yüzden ormanlarından kereste üretip onları nakletmekte bile zorlanmaktadırlar. Ancak yöre halkı, coğrafya kitaplarında da yazıldığı üzere geçmiş zamanlarda işledikleri madenleri ve Erzurumla sınır olan İspir, Keskin ve Hodiçor'un geniş ovalarına bir iskele ve çıkış kapısı olarak bu ovalar mahsulatının nakliyatı gibi istifadelerden mahrum kalmamışlardır.



    Kırım ve Romanya sahillerine gidenler de vardır. Ayrıca sayıları sınırlı olmakla birlikte sandallarıyla ve kayıklarıyla genellikle Karadeniz'in Anadolu sahillerindede nakliyatçılık edenlere de rastlanır. Bunlar, deniz olduğu zamanlarda sıkıştıklarında kayalar arkasına sığınırak seyrü seferlerine devam etmektedirler. Ancak bu sahiller arasındaki nakliyat çok azdır. Bunun için bu nakliyat yöre insanlarının geçimlerine yetmemektedir ve bunlardan anlaşıldığına göre gerçekten bölge insanının geçim sıkıntısı had safhadadır. Bu durum da onların tuz kaçakçılığı etmelerine sebep olmuştur.


    "Ah gurbet zalim gurbet"


    Dağlar ve ormanlıklar içinde dağınık şekilde ve birbirine uzak mesafede bulunan meskenlerin durumu ve erkeklerininn geçimlerin sağlamak için gurbete gitmek zorunda kalmaları, pek çok suç işlenmesine ve eşkiyanın rahatlıkla at oynatmasına ortam hazırlamaktadır. Bu büyük sıkıntıların sonucunda da nice nice suçlar işlenmektedir. Bu olumsuz sosyal şartlar, insanları, geçimlerini sağlamak için gurbete çıkmaya mecbur bırakmaktadır. Evin büyüğünün gurbete çıkmasından dolayı da evin geçimi delikanlıların omuzlarında kalmıştır. Bu yüzünden delikanlılar askerlikten kaçmaktadırlar.
    Bunlar genellikle Rusya'ya savuşup arasıra gizlice evlerine gelmektedirler. Dolayısıyla pek çok delikanlı asker firarisi durumuna düşmektedir.

    "Yakışıklı, gururlu, efendi deliklanlılar"


    Lazlar ekseriya yakışıklı, zeki, tahkire, aşağılanmaya ve kendisiyle dalga geçilmesine tahammül etmez, tatlı sözden ve hoş davranıştan hoşlanır adamlardır. Ancak bu hayat kavgası arasında yaratılışındaki bu özellikleri muhafaza etmesi zor olduğundan dolayı serserilik ve intikamcılık gibi özellikleri zorunlu olarak kazanma durumu ile kaşı karşıya kalıyorlar. Mesela zekaları bir takım yalan ve iftira gibi şeylerde kendini gösteriyor. Bedenlerinin kuvvetini de serserilik ve kabadayılıkta kullanıyorlar. Bu durum da onların sert mizaçlı, çabuk alıngan ve kırılgan, acımasız ve şefkatsız olmak gibi hasletlerini, huylarını zorunlu olarak ön plana çıkarmıştır. Netice itibariyle bütün bunlar, onların pek çok suçları işlemelerine ve birbirlerine karşı katı bir şekilde davranmalarına sebeptir.


    "Arazi kıt, kadına mirastan pay yok!"

    Mesela miras kavgalarının kaynağı, esas sebebi arazinin kıtlığı ve fakirliktir.
    Yukardaki nedenlerle bu iki sebep bir araya gelince miras kavgaları kaçınılmaz bir hal alıyor. Bu da intikam almak duygusunu besliyor. Akraba arasında giderilmesi mümkün olmayan büyük ihtilaflar ve hatta bunların sonucunda da düşmanlıklar ortaya çıkmaktadır.
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    Rize'de Cumhuriyet döneminde yapılan yol çalışmalarından bir görünüş


    Bu şartların insanlara verdiği acımasızlık o safhaya gelmiştir ki, mesela kadına mirastan pay ayırmak ayıp karşılanmaktadır.



    İkinci bir husus da, kadınların değerinin ayaklar altına alınmasıdır. Erkekler kadınlara tasallut etmektedirler. Bu durum o kadar acıdır ki, belki de yöredeki bütün kötülüklerin sebebi erkeklerin kadınlara olan bu tasallutudur, diyebiliriz. Bu tasallutun da sebeblerinden birisi zorla nikah ve boşama olaylarıdır.


    Birisiyle nikahlanmak aralarındaki suçun cezasını ortadan sanki kaldırıyor veya erkeğin karısını sorumsuzca boşamasının yasalarda bir cezası bulunmuyor.

    "Asayiş için refah şart"


    Memleketimizde ve bilhassa Rize sancağında asayişin sağlanması zorla mümkün görülmemektedir. Belki buradaki insanların asayişlerinin sağlanmaları ve itaat altına alınmaları onların refah derecelerinin yükseltilmesiyle olur. Bu da memleketin tümünün ıslahına çalışılmakla meydana gelir. Bundan dolayı ıslahat hareketlerinin bir an önce başlaması gerekmektedir.


    Bu düşünceler doğrultusunda Rize sancağının ıslahı ve kalkınmasının sağlanması, istikrarlı, kararlı ve yapıcı bir hükümetin varlığına ve yöre insanın işlerinin ve kazançlarının teminine bağlıdır. Çünkü bu şekilde yapılan icraat, insanların medeniyetten istifade etmelerine, medeniyetten lezzet almalarına sebep olacaktır. Bu da medeniyettin ilerlemesine, halkın daha düzenli yaşamalarına, hatta böyle bir hayata meyletmelerine, dolayısıyla devlet ve millet arasında sıcak bağların kurulmasına sebeb olacaktır.

    "Madencilik ve ormancılık"


    Lazistan sancağı yukarıda arzolunduğu üzere bazı madenleri ve bir çok ormanları içinde barındırmaktadır. İki büyük hazine gibi servete sahip olmasına rağmen arazisinin tarıma elverişli olmaması yüzünden geçim sıkıntısı çekmesi karşısında, komşusu olan Rusya Hükümeti'nin Batum'da gösterdiği ilerlemeye karşı şu sıkıntı içinde henüz bu iki servet kaynağını açıp işletemediğinden, yani madencilik ve ormancılık yapamadığından, ayrıca on beş seneden beridir imara, yörenin kalkınmasına yönelik hükümet tarafından bir teşebbüs gösterilemeyip Rize halkının önceden olduğu gibi fakirlik içinde kaldığına üzüntüyle şahit olmaktayız.


    "Yollar servetin kapılarıdır"

    Yollar servetin kapılarıdır. Bundan dolayı yol yapmadıkça, servetin kapısını açmadıkça zengin olunmaz.

    Lazistan sancağında yol inşa edilmesinin evvelden beri "yasak" oluşu askerî bir tedbir ise onun takdiri ehil ve erbabına aittir.

    Sevgili hünkârım, bilgilerinize saygılarımla arzederim!"



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Oriental -- 29 Nisan 2009; 22:07:44 >




  • neden Türk Tarihi değil de Osmanlı ve Türk? Osmanlı Arap devleti midir arkadaşlar?
  • quote:

    Orjinalden alıntı: hamilton_palace

    neden Türk Tarihi değil de Osmanlı ve Türk? Osmanlı Arap devleti midir arkadaşlar?

    Osmanli bir Turk devletidir dostum...
    Bundan zerre kadar supheniz olmasin...



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Oriental -- 29 Nisan 2009; 23:04:19 >
  • quote:

    Orjinalden alıntı: hamilton_palace

    neden Türk Tarihi değil de Osmanlı ve Türk? Osmanlı Arap devleti midir arkadaşlar?

    Sonuçta Osmanlı Osmanlı olmadan önce de TÜRKLÜK vardı.
    O açıdan.Yani Osmanlı'dan öncesi de kulübün ilgi alanı içerisinde

    @Oriental
    Bu arada Rize ile ilgili bilgiler için teşekkürler.Bi Rize'li olarak ilk kez okuyorum böyle bişeyi...
    Saol,varol...



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi bilm-i yorum -- 29 Nisan 2009; 23:07:18 >
  • quote:

    Orjinalden alıntı: Magina

    [@Oriental
    Bu arada Rize ile ilgili bilgiler için teşekkürler.Bi Rize'li olarak ilk kez okuyorum böyle bişeyi...
    Saol,varol...

    Rica ederim efendim...Tesekkurler...
  • Esnaf fotoğrafları çok güzelmiş.
  • BITMEYECEK BIR OSMANLI EFSANESI..."ONLARIN HIKAYESI"

    TRABLUS - Tarih eğer yazacaksa muhtemelen onlar için “Kayıp Türkler” notunu düşecektir. Kimsenin bilmediği Göçer köyünde yaşayan 3 bin Türkmen, Türkçe öğrenmek için anavatan dedikleri Türkiye’den yardım istiyor. Yıllarca Osmanlıyı beklemişler. Ne gariptir ki Devlet-i Ali Osman-i’nin yıkıldığını ancak 1935’te öğrenmişler.
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    (Tükmen'in elinde Osmanlı Tapusu)



    Yeşile bürünmüş ağaçların arasından zor seçiliyor, birbirine yapışık taş evler... Yaklaştıkça bir Anadolu köyüne geldiğiniz hissine kapılıyorsunuz. Sokaklarda karşılaştığınız insanların ten rengi sizi bir an için şaşırtıyor. “Acaba?” diye düşünmeye başladığınız sırada asıl şaşkına çeviren manzarayla karşılaşıyorsunuz. Köylüler size Anadolu Türkçesi ile “Hoş geldiniz.” diyor. Sonra köyün ortasında okul olduğu tabelasından güçbela anlaşılan, sıvaları dökülmüş iki katlı binadan yükselen tiz bir sesle merakınız daha da artıyor: “Ah dedim ağladım. Yaremi bağladım. Egdi yar boynum egdi, hançer yarasındaydı domdom kurşunu degdi. Allah kerim könlüm sendegdi.”
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    (Göçer Köyündeki okulda okuyan öğrenciler Arapça ve Farsça dillerinde eğitim görüyor)

    Burası Edirne’nin ya da Kars’ın bir köyü değil. Lübnan’la Suriye arasındaki sınırın bittiği yer. Köy halkı ise gözden uzak oldukları için gönülden de uzak kalmış Türkmenler. Daha doğrusu tarih kitaplarında esamisi bile okunmayan “Kayıp Türkler.” Sahi, kim bu Türkler? Bu dar alana nasıl sıkışıp kaldılar?

    Göçer (Kwaşra) köyünde yaşayanların hikâyesi oldukça eskiye dayanıyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun üç kıtada hüküm sürdüğü dönemde buraya Anadolu’dan getirilip yerleştirilmişler. Osmanlı getirdi diye dedeleri, orada yaşayan yerli Araplar tarafından “Sultan’ın çocukları” diye karşılanır. Ancak bu itibarlı ve huzurlu günler daha sonra acı bir sona doğru sürüklenir. Osmanlı Devleti gücünü kaybedip Ortadoğu’dan çekilince Türkmenler yalnız kalır. Göçer köylüleri Osmanlı’nın peşinden Anadolu’ya göç etmek ister; ancak bu istekleri gerçekleşmez. 1918’de Fransızlar bugünkü Lübnan topraklarını işgal eder ve Türkmenler Fransız hattını yarıp Anadolu’ya geçemez. Dar alana sıkışıp kalan Türkmenler varlıklarını günümüze kadar sürdürmüşler. İşgal sırasında Fransız askerlerinin dokunmadığı Türkmenlere 1986’da Lübnan’ı işgal eden Suriye de “Osmanlı torunları” oldukları gerekçesiyle ilişmez.
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    (Okulda okuyan 17 yaşındaki Arife Hanuf önümüzdeki yıl liseye gidecek. Hanuf, hakkında hiçbir şey bilmediği Türkiye’yi ikinci vatanı olarak görüyor)

    İşgaller ve savaşlardan kurtulan Türkmenler farkında olmadan başka yönleriyle bir yok oluşa doğru sürükleniyor. Bu durumu kavrayan yaşlı Türkmenler anavatanımız dedikleri Türkiye’den “acil” yardım istiyor: “Kültürümüz yok olmadan ne olur bize Türkçe öğretin.” Türkmenler korkularında haksız değil. Çok az kişinin dışında yeni nesil Türkmence bilmiyor. Konuya hassas aileler evlerinde çocuklarına zor da olsa Türkçe öğretmeye çalışıyor. Ancak bu okullarda öğretilen Arapça ve Fransızca karşısında yeterli gelmiyor. Okula giden her çocuk Lübnan’da resmi eğitim dili olan Arapça ve Fransızca’yı gündelik hayatta da kullanıyor. Fransızca şarkı söylüyor, şiirlerini ve mektuplarını Fransızca yazıyorlar. İsimler bile Fransızca yazım biçimi ve okunuşuna göre kullanılıyor. Örneğin 15 yaşındaki Türkmen Yusuf’un adı Youssef olarak yazılıyor ve okunuyor.
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    (Göçer köyündeki okuldan bir görüntü)


    Diğer Türkmen köyü artık yok

    Trablus’a (Tripoli) bağlı iki Türkmen köyü var; Göçer ve Aydamun. Aydamun Türkmenleri kendi anadilleri olan Türkçe’yi zamanla tamamen unutmuşlar. Bu yetmemiş asıllarıyla birlikte dinlerini de terk etmişler. Şu anda köyde yaşayanların yarısı Müslüman, diğer yarısı ise Hıristiyan inancına sahip. Köyde yaşlılar dahil Türkmence’yi konuşabilen yok. Zaten onlar da artık kendilerini Türkmen olarak pek tanımlamıyorlar. Lübnan’da Türkmen köyü olarak sadece Göçer biliniyor.

    Göçer köylülerinde de son yıllarda ciddi bir değişim görülmeye başlanmış. Türkçe’nin Arapça ve Fransızca karşısında direnememesi bir yana yavaş yavaş kültürlerini ve geleneklerini de kaybetmeye başlamışlar. Daha 10 yıl öncesine kadar Göçer köyünde hiçkimse yabancıyla evlenmezken şimdilerde neredeyse her hanede bur tür evliliğe rastlanıyor. Bunlardan biri de Esad ailesi. Bu aileden iki kız, Arap olan komşu köydeki gençerle izdivaç yapmış. Türkmen kızı Duha Esad, Erman Dergiş isimli bir Arapla evli. Bu evliliklerinden bir çocuk dünyaya gelmiş. Duha Esad bir Arapla evli olmasına rağmen çok iyi Türkçe konuşuyor. Esad iki yaşındaki oğluna da Türkçe’yi öğretmeye yemin etmiş. Genç anne Duha Esad evliliğini şöyle anlatıyor: “Allah’a şükür mutlu bir yuvam var. Ben Türkçe’yi ailemden öğrendim. Anadilimi şimdi oğluma öğretiyorum. Bir Arapla evli olabilirim; ama özümü asla eksik etmem.”
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    (Loş sınıflarda öğrenciler eğitim görmeye çalışıyor)


    Duha Esad’ın kız kardeşi Hanan da bir Arap gençle evliliğe hazırlanıyor. Beyaz tenli, renkli gözlü, kumral saçlı Hanan kendi durumunu anlatırken biraz da acı gerçeğin altını çiziyor: “Ben okula devam edemedim. Her Türkmen kızı gibi benim de ortaokuldan sonra eğitime devam etmem mümkün olmadı. Araplarla evlenmek zorunda kalıyoruz. Köydeki herkes neredeyse akraba olmuş. Türkiye’de olsaydım durum farklı olurdu.”

    Okuldan Türkiye’ye selam var

    65 yaşındaki Muhamed Hasan Çelem, Hanan’dan farklı düşünmüyor. Ona göre de artık Türkmenler bu bölgede soy anlamında yok oluyorlar. “Köyde kız verecek, kız alacak kimse kalmadı. Herkes daha önce bu işi yapmış. Şimdi mecburen Araplardan kız alınıyor, Araplara kız veriliyor. Ancak biz burada tek bir şey yapabiliriz. O da kendi kültürümüzü, dilimizi, dinimizi çocuklarımıza iyi öğretmeliyiz. Evlendiklerinde de bunu yaşasınlar, çocuklarına aktarsınlar. Başka çözüm yok.” diyor.
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    (Türkmen kızları gelecekleri hakkında pek iyimser değiller. Onlara göre, Türkmenlikleri giderek yok oluyor)

    “Ah dedim ağladım yaremi bağladım” türküsünü söyleyen 12 yaşındaki Hasan Halit İbrahim, Göçer köyündeki okulda okuyor. Acıklı türküyü sıvası dökülmüş daracık sınıfında haykırırken aslında Türkiye’yi ağıt yaktığını söylüyor: “Türkçe’ye ailemden öğrendim. Çok iyi bilmiyorum. Bu türküyü dedem söylerdi. Ben de canım sıkılınca söylerim, arkadaşlarım da beni dinler. Bu türküyü Türkiye’de yaşayanlar için söylüyorum. Bizim yaramıza derman bulsunlar. Türkçe’yi arkadaşlarım bilmiyor. Ben az biliyorum. Bize yardım etsinler.”
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    (Okul çıkışı evlerine giden Türkmen öğrenciler)

    Başı örtülü genç bir kız. İmkanlar elverirse 17 yaşındaki Arife Hanuf önümüzdeki sene liseye gidecek. “Türkiye senin için ne ifade ediyor?” sorusuna Türkmen kızı, diğer arkadaşlarının da duygularına tercümanlık eden bir cevap veriyor: “Hiç bilmesem de görmesem de orası benim anavatanım. Lütfen Türkiye’ye benden ve arkadaşlarımdan selam götürün. Türkmen kardeşlerinizin selamı var deyin.” Arife’nin arkadaşı 16 yaşındaki Ahmet İbrahim de Türkiye hakkında hiçbir şey bilmiyor. İstanbul, İbrahim Tatlıses ve Galatasaray onun için bir anlam ifade etmiyor; çünkü Ahmet Türkiye’yi sadece haritadan biliyor. 14 yaşındaki Yusuf Hayrullah biraz daha şanslı. O dedesi sayesinde Türkiye’yi biraz biliyor. En azından İstanbul’u fotoğraftan görmüşlüğü var. Yusuf’a dedesi Türkiye’yi “vatanımız” olarak öğretmiş. Kadie Muhammed 15 yaşında, Yusuf’la aynı sınıfta okuyor. Bildiği tek Türkçe cümle: “Anavatanımız Türkiye.”
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    Türkmenler misafirperverliklerini her gelen konuklarına gösteriyorlar. Gelenlere Türk geleneğinin bir parçası olan kahve ikram ediliyor)

    Türk TV kanallarını istiyorlar


    23 yaşındaki Velid Bader Salta, Trablus’taki Lübnan Üniversitesi coğrafya bölümünde okuyor. O da diğer Türkmenler gibi Türkçe öğrenmek istiyor. Velid aslında Türkçe’yi biraz biliyor ama daha fazlasını istiyor. “Türkçe bizim anadilimiz. Ben annemden babamdan ancak bu kadarını öğrenebildim. Eğer Türkçe’yi iyi öğrenirsem gelip köyümdeki çocuklara öğretmek istiyorum. Yoksa özümüzü kaybedeceğiz. Türk elçiliği bize kurs açsın. Lütfen bize bu konuda yardım etsinler. Başka bir şey istemiyoruz.” diyor.
    Türkçe öğrenmek bir yana Türkiye’de üniversite okuma fırsatı yakalayan Türkmenler var. Ancak bu sayı bir elin parmaklarını geçmiyor. Lübnan’daki Türk elçiliği birkaç öğrenciye burslu olarak Türkiye’de üniversite okumaları için aracı olmuş. Üniversiteyi bitirip köyüne dönen Türkmenler öz kültürlerini yaşatmak için çaba harcıyorlar. Bunlardan biri de Türkiye’ye burslu olarak gelen ilk öğrenci Hıdır Abbas. Abbas Ege Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’ni bitirip köyüne dönmüş. “Türkiye’ye gidip okuyanların sayısı beşi geçmez. Zaten köyde üniversite okuyan pek yok. Ben eğitimi tamamlayıp döndüm. Orada aldığım burslar sayesinde okulumu bitirip hayatıma burada eczacı olarak devam ediyorum. Türkiye gençlerimize fırsat verirse çok iyi olur. Onlar hem Türkiye’yi tanırlar hem de Türkçe’yi öğrenirler. Ben köyümde ve Lübnan’da herkese Türkiye’yi anlatıyorum.” diyor.
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    [
    size=1](Tapular gibi Osmanlı paraları da burada yaşayan birçok Türkmen’de hala bulunuyor. Dedeleri Osmanlı bir gün geri gelir diye bu paraları saklamış, şimdi de torunları özenle muhafaza ediyorlar)


    Türkiye’nin Lübnan’daki Türklere yönelik herhangi bir programı yok. Kültür merkezi gibi bir kuruluş olmadığı için Türkmenlerle sosyal ve kültürel anlamda bir ilişki de yaşanmıyor. Geçmiş dönemlerde Türkmenler bayramlarda Beyrut’taki Türk elçiliğine ziyaretlerde bulunmuşlar. Diyalog bununla sınırlı kalınca ciddi bir iletişim sağlanmamış. Göçer köylüleri Türk televizyon kanallarını seyretmek istiyor. Daha önceki yıllarda bu isteklerini Türk elçiliğine bildirmişler; ancak elçilik bu konuda kendilerine bir cevap vermemiş. Lübnan’da yaşayan Ermeniler bile uydu veya kablolu yayın aracılığıyla Türk kanallarını izleyebiliyorken Türkmenlerin böyle bir imkanı bulunmuyor. Maddi olarak durumları iyi olmadığından Göçerliler köylerine verici alamıyor.
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    (Türkmenlerin elinde bulunan Osmanlı tapu örneği)

    Osmanlı gelir diye bekledik

    Göçer köyü Trablus bölgesinde en yüksek rakımlı yere konuşlanmış. Tam bir yayla gibi. Suriye tarafında, Humus kentinin hemen yanında. 3 bin kişinin yaşadığı köy yaklaşık bir yıl önce belediye olmuş. Köyün muhtarı Muhammed Abdülkerim Abdo böylece belediye başkanlığına terfi etmiş. Köy tarım ve hayvancılıkla uğraşıyor. İş olmadığı için köyün gençleri daha çok paralı askerlik yapıyor. Halihazırda Lübnan Ordusu’nda 200 Türkmen görev yapıyor.
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    (Tapu örneği)

    Lübnan’da yerli halk olarak kabul edilen Türkmenlerin elinde halen Osmanlı tapusu ve madeni paraları bulunuyor. 80 yaşındaki Kemal Ali Yusuf elindeki Osmanlı tapularını gösteriyor, küplere doldurduğu Osmanlı paralarını özenle saklıyor. Yusuf bunların babasından kaldığını belirterek, “Burada herkeste bulunması mümkün. Osmanlı’nın dedelerimize verdiği arazi ve mülk tapuları bunlar. Babam Osmanlı paralarını Osmanlı tekrar geri gelir, o zaman ihtiyaç olur diye saklamış. Dedem çok zengin bir adammış.” diyor.
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    (Bir Osmanlı parası)

    Bir gün Devlet-i Ali Osmani gelir diye Osmanlı parasını saklayan Türkmenler 1932’de acı ve bir o kadar da “saf” bir tavır ortaya koyuyorlar. Bu tarihte Lübnan’da ilk nüfus sayımı yapılmaktadır. Ancak Göçer köylülerinin büyük bir kısmı Osmanlı Devleti gelip bizi alacak ya da tekrar buraları ele geçirecek düşüncesiyle sayıma katılmaz. Oysa köylülerin beklediği Osmanlı çoktan “tarih” olmuştur. Türkmenler Saltanat’ın 1922’de kaldırıldığından bile haberdar değillerdir. O günlerin canlı tanığı 110 yaşındaki Abdullah Hasan, yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “Babam köydeki çokları gibi bizi nüfus memurlarına yazdırmadı. Osmanlıyı bekliyorduk. Gelecek demişlerdi. Ama bilmiyorduk. Osmanlı’nın yıkıldığını ancak 1935’te öğrendik. Herkeste Osmanlı tapusu ve parası vardı. Osmanlı gelecek, bizi alıp götürecek, bu sebepten perişan olmayalım diye paraları, tapuları, diğer evrakları elimizde tutuyorduk. Sonra gerçeği öğrenince çok üzüldük. Ağladık. Ama hiçbir şey değişmedi. Sonra nüfusa gidip kendi kaydımızı kendimiz yaptırdık.”
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    (110 yaşındaki Abdullah Hasan “Yıllarca Osmanlı geri gelir diye bekledik. Gelmeyince ağladık” diyor)


    Türkmen köyü çok misafirperver. Gelen yabancılar Türk misafirperverliğine göre ağırlanıyor. Bu yüzden bölgede “cömert” insanlar olarak tanınıyorlar. Eğer misafir Türkiye’den ise hürmet ve ikram iki katına çıkıyor. Sizi bağırlarına basan Türkmenler elde avuçta ne varsa ikram ediyorlar. Sadece bu değil; Türkiye’den gitmiş olmanız onlar için gurur ve onur meselesi halini alıyor. Ömer Esad ailesi bizi baş tacı ediyor. Bütün aile muhabbet ve bol ikramla karşılıyor bizi. Ayrılırken de sevgi ve dualarla gönderiyorlar. Sizi görünce kendilerini Türkiye’de yaşıyor gibi hissediyorlarmış. Öyle ya evin reisi Ömer Esad bizi uğurlarken; “Allah sizleri başımızdan eksik etmesin.” diye dua eder miydi yoksa...
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    (Esad ailesinde herkes Türkçe biliyor)


    MUHAMMED ABDÜLKADiR ABDO(Göçer Köyü Belediye Başkanı): KiTAP VE ÖĞRETMEN GÖNDERiN



    Biz Türkiye’den yani anavatanımızdan çok şey istemiyoruz. Bizi bilsinler, tanısınlar. Türkçe öğrenmemiz için Türkçe kitaplar ve yaz aylarında bir öğretmen göndersinler. Ben bütün çocukları toplayıp Türkçe kursuna gönderirim. Çocuklar Türkçe’yi bilmiyor. Bizim nesil ölürse burada Türkmence konuşan kimse kalmayacak. Bize bu konuda yardım etsinler, yoksa değerlerimizi kaybederiz. Lübnan’da Türk kültür merkezi kurulursa çok güzel olur. Türk kültürünü burada yaşatıp yeni nesillerimize öğretmek isteriz. Benim belediyemin çok büyük sorunları var. Ama bizim için acil olan kendi kimliğimizi muhafaza etmemiz için gerekli olanlardır. Türk hükümeti sesimize kulak versin. Kardeşleri olarak kültürümüzle birlikte bizi de yaşatsınlar.
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    (Göçer köyünden bir görüntü)

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    ( Türkmen kızların büyük çoğunluğu başını örterek okula gidiyor)

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    (Kadınların giysileri yöreden etkilense de yine yer yer Türk motifleri taşıyor,Aynı Türkiye'mizde Bir Türk Kadını)

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    (Göçer köyünden bir Türkmen kadını)

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    (Renkli giysiler giyen Türkmen kızları yörede zarafet ve güzellikleriyle kendilerinden söz ettiriyorlar.




  • Arkadaslar bu sefer ki yazmizda gene Osmanli Tarihinin en nazenin rukunlerinden biri olan ve Osmanli Zerafet ve mefkuresini en iyi yansittigina inandigim bir konuyu ele alacagiz...
    Genelde Istanbulda yasayanlar bilir...
    Istanbulda bir sokak yoktur ki onda bir sebil bir cesme bulunmasin...Ve gerek aska,gerek sanata,gerek osmanliya ve gerekse de hayata anlamli bakmanin en velud ifadelerini buldugu ve yakaladigi cesmesiz semtler hemen hemen yok gibidir...
    Bu cesmeler hayatin ve sokaklarin her ne kadar kenarinda kuytusunda olsalarda bizi her sabah selamlayan her gece ugurlayan ve sadik birer dost gibi her an gulumseyen bence canli varliklardir...
    Cesmeler sadece hayatin en vazgecilmez en sevgili varligini su'yu bize saglamak ve kendi elleriyle icirmekle kalmiyor yukarida da ifade ettigim gib aska ve guzellige susayan gonulleride sesiyle esenligiyle serinlik ve azizligiyle de doyuruyor...
    Benim ne zaman bir cesmenin onunden gecsem hic susamamis olsamda mutlaka o cesmeye ugrar ellerimi yuzumu onun feyziyle iyice yikar;olursa da bir iki damla suyundan sifa niyetine icerim...
    Su ictikce gozlerimizde doyar...Zira o cesme sadece su vermekle kalmaz ayni zamanda mutlaka ustunde yazili bir kitabesiyle sizlere kendisi hakkindaki bilgileri Hat Sanatinin en muhtesem ornekleriyle sunar...
    Lutfen eger onunden gectigimiz veya gececegimiz bir cesme olursa ona hic olmazsa yasinin hatirina ona merhaba demeden gecmeyiniz...
    Simdilerde kendi kaderine terkedilmisligin verdigi elemden olacak cogu artik suyu akmasada kendisini bir gun anlayacak taze nesilleri hasretle beklemektedirler.

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    OSMANLI CESMELERI

    “Su gib aziz ol” sözünü duymayanımız var mı? Susuzluğunu gideren insanın minnet duygusunu ifade eden dilimize yerleşmiş sözlerden sadece biridir bu söz. Bir yudumu için böylesine güzel dualarla teşekkür edilen su, tarih boyunca en belirleyici unsurlardan biri olagelmiştir. Su için savaşılmış, kuraklıktan dolayı büyük göçler yaşanmıştır. Ve su deyince hemen çeşmeler gelir akla. Özellikle de bizim çeşmelerimiz. Eşsiz zerafette bir “su kültürü”nü nakış nakış yansıtan, su gibi güzel bir nimeti daha da güzelleştiren çeşmelerimiz.

    Tarihin her döneminde suyun hayat için vazgeçilmez bir ihtiyaç olması, insanoğlunu suyu kendi bulunduğu yere getirmeye zorlamıştır. Bu da kaçınılmaz olarak “su mimarisi”ni doğurmuştur. Su mimarisi deyince akla neler gelmiyor ki! Bentler, su kemerleri, sarnıçlar, çeşmeler, sebiller, şadırvan ve havuzlar...

    Geçmiş dönemlerde bütün yerleşim birimlerinde mümkün olan her yere çeşmeler yapılmıştır. Özellikle Osmanlı’nın gözde şehri İstanbul’da su mimarimizin birbirinden güzel örnekleri bulunur. Bu eserlerin bir bölümü, islâmî hayat tarzıyla suyun nasıl içiçe olduğunu kanıtlarcasına halâ ayaktadır.

    İstanbul’un fethinden sonra şehrin nüfusunun hızla artmasına paralel olarak şehrin su ihtiyacı da artmıştı. Bu sebeple devrin mimarî teknik ve anlayışının çok üzerinde projeler geliştirilmiş, özellikle Kanunî devrinde şaşırtıcı mükemmellikte su tesisleri yapılmıştır. Suyu kaynağından şehre nakletmek üzere su kemerleri inşa edilmiş, şehre getirilen su, hemen hemen her köşebaşına yapılan zarif çeşmelerle halkın istifadesine sunulmuştu. Bu su kemerleri arasında Mimar Sinan’ın yaptığı Uzun Kemer, Güzelce Kemer, Müderris Kemeri ve Moğlova Kemeri, hem teknik ve mimarî özellikleri bakımından, hem de sanat açısından birer şaheserdir.

    Osmanlı’da vakıf anlayışı, çeşmeleri hayır hizmetlerinin önde gelenlerinden biri saymıştır. Bu anlayış, Osmanlı şehirlerini ve özellikle de İstanbul’u bir çeşmeler şehri haline gerirmişti. Başta hükümdar olmak üzere sadrazamdan bostancıbaşıya kadar yöneticiler ve halktan hali vakti yerinde olanlar sayısız çeşme yaptırmıştır. Bu çeşmeler, anıtsal çeşmeler, meydan çeşmeleri, köşebaşı çeşmeleri, sokak çeşmeleri ve duvar çeşmeleri gibi çeşitli biçimlerde yapılmıştır. Bu çeşmelerin en sadeleri kesme taştan, sivri kemerli duvar nişleri şeklindedir. Bunların su toplamak için bir haznesi, ön yüzünde de kabartmalarla işlenmiş bazen kitabeli bir ayna taşı bulunur. Su, ayna taşının ortasındaki musluktan önündeki yalağa akar. Musluğun her iki yanında zincirle bağlanmış kalaylı bakır tasın konacağı küçük hücreler yer alır. Çeşmenin önündeki yalağın iki yanında hem oturmaya hem de kovaları, testileri koymaya yarayan yatay iki taş bulunur. Bazı çeşmelerin, gelenleri güneşten ve yağmurdan korumaya yarayan sundurmaları da vardır.

    Çeşmelerin kitabelerinde ise içlerinde sultanların da bulunduğu devrin ünlü şair ve hattatlarının ustalıklarını görebiliriz. Bu tarihi kitabelerin her birinde insanı tefekküre yönelten derin anlamların dile getirildiği, insana hizmetin yüceltildiği ve teşvik edildiği beyitler bulunur.

    Tarihî çeşmelerimizden söz ederken, Sultan Üçüncü Ahmet’in Topkapı Sarayı önüne 1728 yılında yaptırdığı çeşmeye ayrı bir yer ayırmak gerekir. Biz, tek kelimeyle bir sanat şaheseri olan bu çeşmeyi anlatmak yerine, medeniyetimizdeki ruh inceliğini ve zerafeti görerek, dokunarak hissetmenizi; İstanbul’a yolu düşenlerin bu şaheseri ziyaret etmesini öneriyoruz. Bu çeşmedeki altın yaldızlı kalem işleri, renkli taş süslemeler, çiniler, kitabesindeki yazılar ve saçak süslemeleri, birçok klasik sanatımızı size bir arada sunacak.

    Su kültürümüzde çeşmeler kadar olmasa da zengin süslemeleri ile selsebiller de önemli yer tutar. Ustaca düzenlenmiş akustiklerle suyun sesinden de yararlanma amcıyla yapılan selsebiller, bahçeleri, parkları canlandırmak için kullanılırdı. Ardarda küçük yalaklardan akan su, minik çağlayanlar şeklinde önlerindeki havuza dökülürdü. Boğaziçindeki yalı ve köşklerin bahçelerinde ağaçlar ve çiçekler arasından çok cazip şekillerde yapılan selsebiller, bilhassa 18. asırda yaygınlaşmıştır. Selsebillerin görüntüsü kadar, suyun çıkardığı ses insanı etkiler.

    Su mimarimizi oluşturan bu eserler, işlevlerinin ötesinde yüksek değeriyle de yerli-yabancı çok sayıda araştırmanın konusu olmuştur.

    Geçmişte, akla gelebilecek her alanda hizmet sunmak üzere kurulan vakıflar sayesinde kamu hizmeti gören diğer yapılar gibi çeşmeler de korunabiliyor, böylece yapılan hayırlar uzun ömürlü oluyordu. “Sadaka-i câriye” düşüncesinin bir ürünü olan çeşmeler, hayatımızda eskisi gibi yer almıyor artık. Susadıysanız köşebaşındaki çeşmeye değil, markete gitmek zorundasınız. Ağzınızdan önce gönlünüzü ferahlatan güzelim bir çeşmeden değil, suyu tutsak eden bir pet şişeden içeceksiniz. Oysa çeşme kültürümüzü koruyabilmemiz, yenilerini ekleyebilmemiz gerekirdi.

    Bir köşede yıkılmaya terk edilmiş mahzun çeşmeleri gördükçe, “biz yaşadığımız zamana ve mekâna kültürümüzün, imanımızın hangi mührünü vurabildik acaba?” diye sormadan edemiyor insan. Tarihî bir çeşme görürseniz, durun ve dinleyin. Artık suskun olsa da size anlatacak çok şeyi var.
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    CESME KITABELERI
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Oriental -- 4 Mayıs 2009; 12:08:18 >




  • 
Sayfa: önceki 7172737475
Sayfaya Git
Git
sonraki
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.