Şimdi Ara

Nilgün Marmara, hayatı ve eserleri

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
3
Cevap
0
Favori
975
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: 1
Giriş
Mesaj
  • Nilgün Marmara 1958'de İstanbul'da doğdu.

    Ortaokul ve liseyi Kadıköy Maarif Koleji'nde bitirip, Yüksek öğrenimini, Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde tamamladı.

    Çeşitli dergilerde şiirleri yayımlandı. Küçük iskender, Lale Müldür, Orhan Alkaya, Cezmi Ersöz, Ece Ayhan, Gülseli İnal ve Serdar Aydın gibi şairleri derinden etkiledi.

    "yaşama karşı ölüm" dedi. Sylvia Plath sevgisi, Marmara'yı ölümde de sevdiği şairin yazgısıyla birleştirdi. Plath üzerine imceleme yaptı. Bu şairin, bireyin yalnızlığına ve varoluş sorununa bakışı, genç şairi etkiledi. Şiirlerinde çoğunlukla, 1. tekil kişinin düşle gerçek arasında gidip gelen, kırılgan izleklerini kullandı.


    13 Ekim 1987'de, 29 yaşında, İstanbul'da yeryüzünü bıraktı.

    Eserleri

    Daktiloya Çekilmiş Şiirler ' 1988



    Metinler ' 1990



    Kırmızı Kahverengi Defter ' 1993


    nilgunmarmara.com'dan alıntı..

    Sylvia Plath'ı dolaylıda olsa Nilgün Marmara'nın kaybına yolaçtığı için bir edebiyat sever olarak hiçbir zaman sevmedim.. Nilgün Marmaranın varlığından haberdar olmam ise bir tesadüf sonucu olmuştur, o tesadüfün adıda cezmi ersöz ve "onun savruk yılların soldurduğu bedenime dokun" şiiriyle olmuştur. Ben burda böyle bir insanı tanıtmayı kendime görev bildim.. Bugünün çıtkırıldım şairlerinin ve türkçe katillerinin şiirin ve sair yazar kavramının ne olduğunu anlamaları için hepsinin Nilgün Marmara okumasını dilerdim. Yüreğimi en çok acıtan kayıplardadır...


    ESERLERİ..

    KAN ATLASI

    Emel'e
    "Ben babamın yuvarladığı
    çığın altında kaldım."



    Çolak mırıltılarla dövmelenen çocuk
    her gün her gece eğer adasında,
    Gözü ağzı elinden alınmış, yosunlar
    sarmış bedenini çığlıklarken bunu
    su içinde...



    Karada, hançer suratlı abinin rüzgarında
    uçar adımları.
    Geçmiş ilmeğinde saklıdır arzusu
    İçinden karanlık, tekrar ve ilenç
    sızdıran hayret taşında.
    Soruyor hatırasında, "sırtımda ve
    sırtında gezinen bu ürperti kim,
    bir damla süt yerine bu ağu kim?"
    ay gözüyle bakmayan kavruk akıllara
    -boy atmış da salgıları,
    cücelmiş sezgileri-
    bir yanılgı rehavetinde debelenenlere...



    Ey, yüzleri
    bir babakuş gölgesine
    çakılmış olanlar,
    Üzgün adım, ileri marş!




    ARALIK, 1986



    YÜREK: KUTUPTA TAN VAKTİ



    Su ılık burada.
    Yine göç kendiliğindendi,
    Yine gözlerim açık.
    Bu gizli alanda ne görürüm, böylesine
    mavi ve saf, tek başına?
    Ah! Bir oluk geceden acuna yönelmiş,
    Bir ağaç, yeşil çığlığını aya vuran
    yapraklarıyla.
    Ben, buhar resitalini ya da buzulun
    çağrısını düşlerim.
    Göz gözü görmesin, irisler donsun ya da!
    Ses boğulsun,
    Boyum bu boy kalsın!
    Yüreğim bu çifte olurlukta,
    Ilığın en karşıtı, deli düşmanı,
    Kutup tanının kendisi olmaya ant içerek,
    Dilerse kardan, buzdan bir igloo olsun,
    dilerse eritsin bu vücudu kendi iç şafağında,
    yunsun gök taşında!



    Su, şimdi aydınlık ve hafiftir,
    Yüzeyi çok karanlıkla solmuş olsa da.




    MART, 1981



    SAVRULAN BEDEN



    Pek az zamanı kaldı bu zora koşulmuş bedenimin,
    Olduğum gibi ölmeliyim, olduğum gibi...
    Tüy, kan ve hiçbir salgıyı düşünmeden,
    Kesmeliyim soluğunu doğmuş olmanın!



    Nasıl da biçilmiş kaftan ölüm
    bu solgun yürek için.
    Sevinçlerle sevinçleri bağlamayan zaman bir.,
    bir boz köprü ve onun dayanılmaz gölgesi.



    Yitiyor işte gözardı edilen bedenim,
    Olduğum gibi ölmeliyim, olduğum gibi...
    Dost, ana baba ve hiçbir umudu düşünmeden
    Doğramalıyım bu tiksinç vücudu beynimle!



    Bilirmiydim yaklaşan karanlığı daha önceleri,
    Son verilebilir yaşamın benimki olduğunu?
    Şendim, şendim ben,
    Kahkaham insanları ürkütürdü!



    Zamanı azaldı artık, zorlanmış bedenimin,
    Olduğum gibi ölmeliyim, olduğum gibi...
    Aşk, bağ ve hiçbir utkuyu düşünmeden,
    Kalıvermeliyim öylece kaskatı!




    OCAK, 1982




    ÇÖZÜLÜŞ TINISI


    I.

    Bakışın olanağı kadar izledim sizi, yer karardığında
    uzanmıştım solgun ışıklar kayrasına.
    Mutluydum; bu bir cüret!
    Küçük sürünün içkin yolculuğunda yetkeyi silmenin kıvancıyla,
    korunaklılığın ince güveninde konaklıyordum.
    Biz buyduk, şimdinin kuşkusuzluk adasında.
    Ayrıyken bile birlikte, birbirine karışmış, evrende birbirine
    yansıyan bağı sürdüren nesneler dizisi gibi...
    Evet yıldızlar yalnız ve tek tek beliriyor haritalarında,
    ama uzayın bütünlüğü bilgisine yöneliyor istemleri- şiddetle
    kayarak yer değiştirebilen bazılarının dışında- Bu uzaklaşma
    sürecinde onlar da başka noktalarda durakalmaya seçiliyorlar,
    bir sonraki kayışa dek! İşte, salgısı tikellik ve değişmezlik
    olan bu bütüncül arzu yaydığı cömert tiniyle kuşatıyor
    bizleri, bir tekrar noktasında yer edinmiş tanıklığımızı
    gereksinerek.

    Borçluyuz daha çok yaşamaya!



    II.

    Sonra neden tedirgin suskunun buyruğunu duyuyor süregiden?
    Eskil çocuksuluk ışıltısını soğuk varoluşa bırakarak,
    yetinememeyi ilk yalnızlıkla birederek ağları çekmeye engel
    oluyor bilgi doyumundan? Sevinç sözcüğünün neyi,
    nasıl imlediği bilinemiyor hâlâ! Değerler şenliği uzaklarda
    sanılıyor, ötede olanda. Tüm anlar köpeksi bir zamana,
    düşkün bir kımıltısızlığa, aynılığa dönüşüyor,
    geride kalmanın tiksinç yalnızlığına!



    III.

    Şimdi yaz, gömü ilksel dirimle oynaşıyor
    sonsuz tekrar bağlantısında.
    Yangının yumuşak başlangıcı ve doğanın devamı olmayan
    anlık parıltısı bilinemez! Balkıma pek kendiliğinden;
    kimse sezemiyor doygunluk sınırını ve bengilik isteğini.
    Yakalanan bir hiç acun peteğinde, ısının çevriminde.
    Uzaklaşan kim oluyor, çözülüş tınısının ertelenmesi?
    Kim oluyor açığa çıkarılması, sarsılmaz ve katılımsız
    devler dağının?


    Ey, içine bakan gözlerimin yoksul gölgesinde kendini
    açıklayan gerçeklik! Her kopuşla adını yineleten umut!
    Bir serin yaşlı-bahar özlemi, acı kar fırtınaları beklentisi
    kışlarda ve alıcısı olmayan iki mevsime,
    zamanın kapanabilmesi devrimi!





    Ağustos, 1981


    HAKKINDA YAZILANLAR


    Y I L M A Z O D A B A Ş I “HAYATIN NERESiNDEN DöNüLSE KÂRDIR” DİYEN MARMARANIN NiLGüN’ ü



    Şair intiharlarına övgüler dizilmesine karşı çıkarken, yine de Pavese'nin, “Kendini öldürmek konusunda haklı bir gerekçesi olmayan kimse yoktur” dediğini de unutmayalım. Şairse, ürettiği şiirse eğer, yaşarken olduğu gibi, öldüğünde de şairdir... Demek istediğim, intihar, şair olmayanı şair yapmaz, yapamaz, yapmamıştır da... Nilgün Marmara' yı hiç tanımadım; onu şiirlerinden biliyorum. “Kırmızı Kahverengi Defter” adlı kitabındaki biyografisi şöyle yazılmıştır: “1958’de doğdu; yirmi dokuz yıl sonra yeryüzünü terk etmeye karar verdi” İşte bu kadar kısa, yalın bir biyografisi var onun... Fotoğraflarındaki güzel yüzünü alıp gitmiş bir şair imgesidir Nilgün Marmara... Cüreti, güzelliği ve şiirlerinde en olmadık yerlerde ortaya çıkan imgeleriyle bende hep bir hayranlık duygusu uyandırmıştır. İntihar, hayatı yadsıma halinin en son durağıdır; yadsıma limitini tüketmiştir çekip giden... Kimileri “hayatın neresinde kalırsan kârdır” diyerek yaşamak için haklı gerekçelerini kullanır ve kalırken, kimileri de Nilgün Marmara gibi “hayatın neresinden dönülse kârdır” diyerek, ölmek için haklı gerekçelerini kullanır ve giderler... Kalmak, bir tercihse, elbette gitmek de bir tercihtir... Düşünülürse, herkesin yaşamak için de, ölmek için de her zaman haklı gerekçeleri vardır; kimileri gerekçelerini hiç düşünmeden, kimileri bilmeden, kimileri de bu gerekçelerinin ikisinden birini bilerek, kullanarak yaşar ya da ölür... Zaten uzayın yaşına göre komiktir insanın yaşı; çoğu zaman intihar, ölümü biraz öne almaktır sadece. Bu yüzden intiharlara ağıt yakanlar, çok değil, en fazla otuz-kırk yıl sonra arkalarından ağıt yakılacaktır. Bu yüzden ölülere ağıt yakanların, kendileri sanki dünyaya kazık çakacakmış gibi durduklarına aldanmayın. Bir Fransız atasözü, “Bütün mezarlıklar, kendilerini vazgeçilmez sananlarla doludur” der. Onlar da değil o gün, herkes gibi daha doğduklarında ölüme yazgılıdırlar. Ölmek için, önce doğmak gerekir; doğmayan biri ölebilirmi? Bu yüzden her doğum, bir ölümdür de aslında... Doğmakla birlikte ölmeye de başlarız; her gün biraz daha, her gün biraz... Nilgün Marmara’nın şiirlerinde, onun evreninde gezinirken düşünüyorum da, böylesi uç duyarlıklarda gezinen, “hayat” ve “insan” için böyle acı sözler eden bir şairin, hayatla barışık olması da mümkün değilmiş zaten... Ece Ayhan, “Nasıl ki İsmet Özel, ‘Cumhuriyetle yaralı’ ise, Nilgün Marmara da ‘dünyayla yaralı’ idi” diyor... İntihar eden şairlerin, okurların ilgi odağı olabildiği bu ülkede, yinelenmelidir ki ölüm, şair olmayanı şair yapmaz; yaşarken yazdıkları şiirse, öldüğünde de öyledir. Değilse değildir ama! Yaşasa da, ölse de şair olan Nilgün Marmara’nın “Kırmızı Kahverengi Defteri”nin sayfaları arasında geziniyorum: “Bir yaşamın bir düşe eklenmesiyle, bir düşün bir yaşamdan çıkarılmasının hiçbir ayrımı yok” derken, yukarıda sözünü ettiğim “hayatı yadsıma” ya somut bir örnek veriyor. O, yadsıdığı içindir ki, “yaşamın düşe eklenmesi ile bir düşün yaşamdan çıkarılması” umurunda değil; “ayrımı yok” diyor zaten... Çünkü düş oldukça peşisıra insan da! Yaşayanlar, yani yadsımalarının dozajını daha minumum tutanlar biliyorlar ki, yaşamın sayfaları düşsüz aralanamıyor... İlle de düş eklenecektir ki yaşama, günlerin eteğine tutunsun insan... Ayrımı kalmadığında ise, elbette çekip gitmektir kalan... Eski okumalarımdan anımsıyorum: Mayakovski’nin, “yaşamın yeni bir şey olmadığını” söyleyen son şiirini bırakıp intihar edişinin ardından, Yesenin de ona bir anlamda yanıt veren şiirinde, “ölümün de yeni bir şey olmadığı”nı yazıyor, ama o da yaşamına intiharla son veriyordu... Çoğu yazın adamı için yazmak, acı çekmenin bir başka biçimidir; çünkü yazanın tanıklığı da, sanıklığı da çokça acının güzergâhıdır... Şairin kendi iç sarsıntılarına hayatın sarsıntıları bulaştıkça da ortaya genellikle iyi dizeler çıkar... Hayat ise, şairin bütün duyarlığını, kılcal damarlarına dek her şeyini pupa yelken şiire bıraktığı o ‘an’ lardaki gibi naif, zarif yaşanmaz; katı, hor ve inciticidir hayat... Bu yüzden yaşadıkça yaralanılır, yaralandıkça da yazılır... Kendi adıma ben böyle yaşıyor, böyle yazıyorum; bu yüzden bildiğim de böyle oluyor... Neyi biliyorsan o vardır zaten... Pavese der ki: “Bir insan acı çekiyorsa, başkaları bir sarhoş gibi davranır ona. Hadi, kalk bakalım, yeter artık!” Oysa duyumsanarak, hakedilmiş, öyle gerekmiş veya gerektirilmiş biçimde çekiliyordur acı; bir insanı acıdan kaçırarak, ona kendini kandırması, yüzleşmesinin ertelenmesi neden, ne hakla önerilir? Sevinmek de bir insanlık haliyse, ona neden engel olunmaz o halde? Nilgün Marmara’da acı çekerek yazmış, yaşamış ve kendini alıp yitmiş şu kısa yeryüzü konukluğundan... Herkesin acısını sorma, ifade etme biçimi üslubuyla, bilinciyle orantılıdır; herkes kendi diliyle sorar acısını... Biçimde, içerikte benim şiir anlayışımla, acıyı sormamla, sorgulamamla Nilgün Marmara’ nın ki doğrusu çakışmıyor, ama onu anlıyor ve üstüne üstlük onunla boynumuza borç sayıldığı üzre acının hesabını sormak, onu sorgulamak fikrinde buluşuyorum. O da kendi diliyle sormuş: “Acının ilk pazarı bitimsiz yer sarsıntısı. Dönüşsüz ve yaygın. Bu sarsıntıda ruha hiç pencere açılmaz; sökülen yerlerinden edilmeye çalışılan gölgelere, göllere! Göt laleleri bu güzellikler! Nedir bu rezillikler?” Nilgün Marmara’nın bende bıraktığı hayranlık duygusunun peşinden giderken, hakkında pek fazla bilgi edinemedim. Bir gün Cezmi Ersöz’ün evinde güzel bir fotoğrafına rastladım; hüznün ve şiirin bir kadın yüzüyle muhteşem buluşmasıydı onun bütün fotoğrafları... Bir de, ölümünden önce Mina Urgan’ın oğlu Mustafa Irgat’ın sevgilisi olduğunu öğrendim... Yaşasaydı, sanırım ben de her şeyi göze alarak o yüzdeki şiirin ve hüznün peşinden giderdim... 1987’de onun intiharından sonra, 1995 yılında Mustafa Irgat da bir trafik kazasında yitirmiş yaşamını... Onun da “Ait’siz Kimlik Kitabı” adıyla yayımlanmış bir şiir kitabı var. İkisini de kısa biyografileri ve şiirlerinden örneklerle “Son Çeyrek Yüzyıl Şiir Antolojisi” adlı çalışmama burkularak almıştım. İşte Nilgün Marmara, bir kadın, bir şair ve bir cüret güzelliğidir... Gündelik hayatın sığ sularından diplere, en diplere açılmış ve acının dip kısmında vurgun yemiş o güzellik, “hayat” demiş: “Hep yüzünle seviştik, tersinin hatırı kaldı...” A. Camus gibi “Tersi ve Yüzü”nü yazmış, öyle bakmış, rest çekmiş! “Kıyamet koparken bile fidan dikiniz” diyen Nilgün Marmara’ yı, yaşamın onu dışına, ötesine iterek aldattığını düşüneceklere demeliyim ki, belki de ölerek o aldatmıştır yaşamı, ne dersiniz? Belki bu yüzden geride platonik aşklara çok uygun bir imge de bırakmış... Geride bir “Kırmızı Kahverengi Defter” kalmış. O, “göğünü yitiren bir yıldız gibi” kalmış; oysa bizler, hâlâ yıldızlarını yitirip duran gök olduğumuzu sanıyoruz...



    E C E A Y H A N NİLGÜN MARMARA ÜSTÜNE SEKİZ SORU İKİ GÖRÜŞ



    1. Nilgün Marmara, "korkunç kokular saçan, renk cümbüşü içinde, çekiciliği kavranamaz çiçekliyolların, sürekli kuşkucu yolcusu" mudur sizce? Nereye, nasıl ve kimle gittiği belli olmayan bir yolcu mu?

    2. Nilgün Marmara'da, yaşamla ölüm arasındaki o yerin, o noktanın bakışımı, günle gece arasındaki, dialogla monolog arasındaki o yer, o nokta mıdır?

    3. Nilgün Marmara'nın şiirinde, dış dünyayla bir ilk karşılaşma, tanışma heyecanı ve bir o kadar da yorgunluğu olduğunu söyleyebilir miyiz?

    4. Tekrarın getirdiği sonluluk ile oluşumunu tamamlamayan an'lardan oluşan (oluşamayan) sonsuzluk arasındaki çekişmenin Nilgün Marmara'nın şiirinde bir karşılığı var mı?

    5. Nilgün Marmara'nın şiirinin dinamiğini oluşturan ruh durumu (ya da ruh durumları) ile yazı arasındaki ilişki sizce nedir?

    6. Nilgün Marmara'nın özel hayatına, şiirle olan ilişkisine dair anılar ya da birtakım dialoglar hatırlıyor musunuz?

    7. Nilgün Marmara'nın şiirinde, Türk ve Dünya şiiriyle-şairleriyle birtakım etkileşimler sezdiniz mi?

    8. Şair-şiir ve "intihar duygusu" üçgeni içinde sizin için ilk elde beliren çağrışımlar neler olabilir?



    Bütün soruları birleştiriyorum. Karşılıkları da öyle olacaktır:
    (Her anlamıyla, evet) Güzelim Nilgün Marmara'nın, geçici bir heves de olsa, teleoğlanların yakınına düşmesi herhalde hiç hoş bir şey değildir. Ama çok şükür, 128 Nilgün Marmara bizim gönlümüz gerçekliğinde orada, o mezarlıkta yatmıyor!


    Ve Ege denizlerinin derin yerlerle sığ yerler arasındaki tuhaf bir mavilikte olan gözleriyle Nilgün Marmara, yıllar öncesinin Miss Lou'su gibi: "Bana lütfen çiçek göndermeyin" diyor "Benim kendi çiçeklerim var!"


    Haklılığın inadıyla apaçık yazıyorum ki, Nilgün Marmara uçsuz bucaksız sivil şairlerden biridir. Belki de en önde geleni. Sözgelimi, kendi kuşağı rahatça onun adıyla anılabilir.


    Nilgün Marmara'nın şiirleri, yabancı etki aranıyorsa, en çok Dylan Thomas çizgisi vardır denebilir. Anglo-Sakson şiiri! ('Milkwood'un Dylan Thomas'da ne anlama geldiğini bulursanız, bir ip ucu yakalamış olursunuz.)


    Nilgün Marmara'nın Kızıltoprak'ta, denize ters yönde, bir çığlık bile atmadan kendini 6. kattan aşağı bırakması üzerine ben ne söyliyebilirim ki. Kağan Önal, Perihan Marmara ve arkadaşları Gülseli inal, Mastafa Irgat, Emel Şahinkaya, Seyhan Erozçelik, Cezmi Ersöz, Ahmet Soysal., konuşabilirler bakın.


    Cihat Burak, pahasının sonucu için, kaç kez sormuştur bana "Ama niye?"
    Cemal Süreya hiçbir şey sormamıştı.
    Nejat Bayramoğlu ise "Bizim hiçbirimizin yapamadığı şeyi yaptı kız" demişti.
    işte ancak bunları, bunları diyorum. Bu kadar.





    S E Y H A N E R Ö Z Ç E L İ K “SENİN GAM ÇEKMEYE FERMANIN MI VARDI?”



    Tarih, Ekim 1982. Yer, Boğaziçi Üniversitesi Umutsuzlar Merdiveni Bölümü. Or'da hep birlikte kerkiniyoruz, konuşuyoruz. Maariften yeni mezun olmuşum, üniversitenin en stratejik yerini keşfetmekte hiç zorlanmamışım. (Zaten o merdiven de insanı hemen çeker.) İlk şiirim iki ay önce çıkmış. Arkadaşlarımdan birisi bana seslenince, Önümde oturan koket kız dönüp soruyor:

    O - "Seyhan mı! Özçelik mi?"
    Ben - (Hırçınlık ve gençlikle) "Hayır. Erözçelik!"
    (Ece Ayhan'ın deyimiyle "manav" soyadı?)

    Bira içmeye Hisar Kahve'ye indiğimizde artık "Seyuşka!" olmuştum. Bira kaçamakları üniversite yılları boyunca sürdü. O, benim için neydi? Her şeyden Önce Çocuk Hanımefendi. Şiirlerimin ilk okuru, ilk eleştirmeni. Dost. Çok iyi bir dost. Sonraki beş yıl, çok hızlı, çok neşeli, çok kederli geçti. Oturduğu ev, La Terra Rossa, kapıları şiirsever ve benzemez her insana açık bir evdi. (Biraz Adalet Cimcoz'un evini mi hatırlatıyor?) Türkiye'nin önemli şairleri oradaki sofranın misafirleri oldular. (Bir fotoğrafı okumaya çalışıyorum. Tomris Uyar oturmuş, objektife gülümsüyor. Ece Ayhan, ayakta, sağ eli Tomris Uyar'ın sağ omzunda, diğeri İlhan Berk'in sağ omuzunu sıkıyor. Hemen yanında onun sağ eli. O da aynı omzu sıkıyor, ilhan Berk'le Ece Ayhan arasında Kağan, sol eli onun sol omzunda. Sonra ben. Yeniyetme. Önde Cemal Süreya, elinde cigara. Cemal Uzunoğlu, bir arkadaşımız, gözlerini hınzırca kısmış. Tevfik Akdağ. Sağ eli masada, sol eli dizinde. Yüzüne güneş düşüyor. Fotoğraftaki herkes objektife bakıyor. O ve Cemal Süreya hariç. Şimdi yaşamayan iki insan?) Pazarları emperyal kahvaltılar (kayısıya yakın rafadan yumurtayı curry'yle seven kızkardeş!), bulmaca çözme seansları, bakkala kim gidecek tartışmalarıyla doldu. Geceyarısı tangoları.


    Demiştim ya, hep kederli danslar. Fado daha Türkiye'de yaygın değilken, fado! 45'likler partisi için plaklar toplandı. O partiyi yapamadık. (Cem Karaca: "Benim gam çekmeye dermanım mı var?")


    O, edebiyat insanıydı. Bir reklam ajansında bir gün çalışmıştı, o gün de ona ölüm ilanı yazdırmışlar. Çok gülmüştü. Hemen o gün işten ayrıldı. Giderken on bin lira vermişler.


    Zehir zekâ. Kristal duyarlık. Ama Çocuk ve Hanımefendi.
    Beş yıl oldu. 13 Ekim 1987. Son tangosu hepimizi çok sarstı. Hep şu Peter Pan'a taktım bugünlerde. O, Peter Pan'ın annesiydi. Sanki her şeyi önceden biliyordu, bugünleri önceden görüyordu. Değerlerin çökeceğini seziyordu. Dayanamayacağını anlıyordu. Sanki.


    Şiirlerindeki tuhaf matematik. Eşyanın öbür yanı. Eşyanın öbür yanını gören, öteleri de görebiliyor. Yeni çıkacak kitaplarında, şiirlerindeki tuhaf matematiğin ip uçlarını, aykırı simgelerini bulabilirsiniz. Yeni kitapları, yani, günlüğü ya da aforizmaları, fragmanları diyelim, has bir edebiyatçının düşünerek yazdıklarıdır. Çocuk Hanımefendinin dünyaya karşı kırılgan şaşkınlğı da var bu kitaplarda. Tabii.


    37°2 Le Matin'i seyretmemişti. Ama Ferreri'nin The Tales of Ordinary Madness'ini kasetten seyretmişti. Kasabanın en güzel kızı Cass'in hikâyesini biliyordu.

    Ekim 92. Bal gözlü bir kedi olalı beş yıl geçti. Onsuz bir beş yıl.
    Kimse ona şirk koşulamaz.







  • Yeni okumaya başladım konusunu açacaktım varmış zaten hortlatalım yenisine gerek yok.

    İçi kapkaranlık bir insan.

    E-Kitabını bulabilir miyiz ? Bilen var mı ?



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Micuvan -- 22 Temmuz 2013; 1:03:30 >
  • Sylvia Plath'den çok fazla etkilenmiş ve onun gibi intihar etmeyi seçmiş depresif kişilik.
    Sylvia Plath intihar etti ama zaten şizofreniden mustaripti.
    Öyle ki, şok tedavisi dahi uygulanmış. :(
    Nilgün Marmara ise saçma sapan bir karanlığın içine sürüklemiş gibi duruyor kendini.
    Anlamsız bir durum.
    Eserleri hakkında bir fikrim yok.
    Sadece Sylvia Plath bağlantısından haberdarım.
  • Yapay Zeka’dan İlgili Konular
    Daha Fazla Göster
    
Sayfa: 1
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.