Şimdi Ara

HOŞ BULDUK ABDUL....

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir (1 Mobil) - 1 Masaüstü1 Mobil
5 sn
3
Cevap
0
Favori
283
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: 1
Giriş
Mesaj
  • HOŞ BULDUK ABDUL....
    Sayın Murat Yetkin’in 8 Eylül 2006 tarihinde Radikal Gazetesinde yayınlanan yazısı “Hoş bulduk Abdullah”, beni geçmiş yıllara götürdü. “Abdul” la tanıştırıldığım yıllara...
    Murat Yetkin sözkonusu yazısında Alman Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier’in 7 Eylül 2006 tarihinde Çırağan Sarayı'nda Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ile konuşmasını söz konusu ediyor. Anlaşıldığı kadarı ile Frank-Walter Steinmeier, Sayın Abdullah Gül'ün sıcak hoşgeldin konuşmasına "Hoşbulduk Abdul" diye yanıt vermiş. Yazıda belirtildiğine göre isim, bu kısaltılmış hali ile dinleyiciler arasında bulunan Sayın Mehmet Ali Birand ve Sayın Yetkin’in kulaklarına hiç de itici gelmemiş. Sayın Yetkin bu ince hareketi (!) Türk ve Alman Dışişleri Bakanlarının arasından su sızmadığının bir göstergesi olarak algılamış ve bunu da Türk halkına aktarma ihtiyacı duymuş.
    İyi de etmiş! Aksi taktirde, Türk halkı olarak Batının bizlere ne yüce duygular beslediğini öğrenmekten mahrum kalacaktık!
    Peki, ülkemin önde gelen köşe yazarları ve bu “ince davranışa” söz konusu olan Bakanımız “Abdul” adını bu denli kabullenmişken bana ne oluyor da huzursuzluk duyuyorum bundan?
    Yıl 1993, Batı Avustralyada Curtin University of Technology’de, ırkçılık nedeni ile her anında ayrı bir savaş verdiğim Doktora çalışmamın üçüncü yılındayım. Tez danışmanım, benim bu zorlu savaşım sırasında danışmanlık görevini “keyfi” bir nedenle bırakıyor. Tüm çabalarıma karşın okulun bu keyfi davranışı engellemesini sağlayamıyorum. Hayatım bu yeni gelişme ile daha da çekilmez bir duruma geliyor. Bir gün okulda çalışırken tanımadığım bir bayan yanıma yaklaşıyor;



    “Merhaba, ben senin yeni tez danışmanınım”. Şaşırıyorum...

    “Adım I.A. Sen de Berrin olmalısın”

    “Evet”

    “Bundan sonra birlikte çalışacağız. Sahi, hangi ülkedendin?”

    “Türk’üm”

    “Haaaa, “Abdul” yani!”

    “Anlamadım! “Abdul” de kim?”

    “Biz size “Abdul” deriz de!”

    “Siz kimsiniz?”

    “Batılılar”

    “Peki “biz” kimiz?”

    “Müslüman Türkler”


    Elimde tuttuğum kalın İstatistik kitabını masanın üzerine fırlatıyorum. Kitap masanın üzerinde hızla kayarak büyük bir gürültü ile duvara çarpıp duruyor.


    “Göstereceğim sana Türk’ün kim olduğunu!”


    Yeni tez danışmanım yanımdan ayrılır ayrılmaz o günkü çalışmamı yarıda bırakıp okuldan çıkıyorum. Akşam geç vakte kadar şehirdeki kütüphaneleri dolaşıyorum. “Abdul” ün neyi temsil ettiğini öğrenmem gerekiyor. Hissediyorum “iyi” biri değil. Ama kim? Nasıl bir kimliği var bu “Abdul” ün? Ya da “Batı” nın gözü ile nasıl görünüyoruz? Öğrenmek zorundayım...


    Takip eden günlerdeki aramalarım da sonuç vermiyor. Çok üzülüyorum. O hafta sonu büyük bir can sıkıntısı ile şehirde dolaşırken ikinci el kitap satan bir dükkanda buluyorum kendimi. Kitaplar arasında yorgun dolaşırken gözüme birden bir kitap ilişiyor, GALLIPOLI. Yazarı, Alan Moorehead. Kalbim yerinden fırlıyor. Ya “Abdul”e rastlarsam. Sayfalara hızla göz atıyorum. Evet, işte orada... Abdul... Batının gözündeki bizler yani...



    Gördüğüm resim beni çok üzüyor... Ama şaşırmıyorum...


    ***

    Kitapta, Türklerin tanımı şöyle yapılıyor; Türklerin canavarca ve insani olmayan bir yanları vardır, zalim ve kötülük saçan aşırı tutucu insanlardır, her türlü kötülüğü ve vahşiliği yapma eğilimleri ve güçleri vardır (Sayfa 149, Paragraf 2).


    Kitapta tanımı verilmeyen ve “Abdul” resmine de yansıtılamayan daha neler var? Öğrenmeliyim...


    Daha sonra çok samimi olduğum bazı Avustralyalı arkadaşlarıma soruyorum “Abdul”ü. Utana-sıkıla, “aptal, uyuşuk, bir işe yaramaz, tembel, güvenilmez ve çok pis” sıfatlarını sıralıyorlar Türkleri temsil ettiği iddia edilen “tip” ile ilgili olarak.



    ***

    Günü geldiğinde tez danışmanıma tükürdüğünü yalattırıyorum... Aynen Atalarımın bir zamanlar “Batı”lı işgalcilere yaptığı gibi... O artık gayet iyi biliyor “Türk’ün kim olduğunu... Bana çok çektiren okulumun yönetimindeki ırkçılar da...


    Ama görüyorum ki siyasetçilerimiz “Türk” ün kim olduğunu hala öğretememişler Batılı meslektaşlarına!


    ***

    Alman Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier’in bu kısaltmayı yaparken kötü bir amacı varmıydı? Bunun tartışılması gereksizdir. Çünkü Türklere “Abdul” tiplemesi ile yakıştırılan kişilik özellikleri, Hristiyan Batının beynine yüzyıllardır kazılmıştır ve hala kazılmaktadır. Alman Dışişleri Bakanının dünya görüşü de, o kültürde yetişmiş bir kişi olarak bu öğreti ile şekillenmiştir. O nedenle Bakanın bunu bilmediğini düşünmek en iyimser deyiş ile “saflık” olacaktır. Konuk Bakanın, Diplomatik kimliği ile de böyle bir hata yapma olasılığı yoktur. Çünkü, işlerin ciddiye alındığı Almanya gibi ülkelerde, Diplomasi de son derece ciddi bir iştir.

    Bizim Bakanımıza gelince...


    Gönül isterdi ki kendilerini “Osmanlı dönemi”nin tek varisleri imiş gibi görenler, hiç olmazsa “Osmanlı Tarihi”ni bilsinler... Ülkemizin, özellikle de, içinde bulunduğu koşullarda hiçbirimizin “cahil” olma lüksü yok!


    Avrupa Birliğine girebilme çabalarımız da bu cehaletimizin bir uzantısı olmasın?







  • İşte Batının bize bakış açısı bu. Sözü edilen Abdul'u da böyle karikatürize etmişler:
     HOŞ BULDUK ABDUL....
  • Türki cumhuriyetlerde de diyorlar onu, buna ne buyurulur?

    gidişat şöyle anlaşılan
    quote:


    1. Türk'e Türk'ten başka dost yoktur.
    2. Türk bile Türk'e dost olmaz.
    3. Hepinizsiniz, ben tek.




    Bizden neden nefret ediyorlar?
    (Yazan: İbrahim Karagül, 25 Ekim 2006, Yenişafak Gazetesi)

    “Bizden neden nefret ediyorlar?” Bu soruyu hep Amerikalılar sorardı kendilerine. Özellikle 11 Eylül saldırılarından sonraki en önemli tartışma buydu: “Müslümanlar Amerika'dan ya da Batı'dan neden nefret ediyor”du? Ardından gelen son beş yıllık saldırganlıklar, yüz binlere varan katliamlar var olduğuna hükmedilen nefretin kökenini bütün dünyaya gösterdi.

    Ama bugün konumuz Amerika değil. Bugün aynı soruyu bizim de kendimize sormamızın zamanının gelip gelmediğini sorgulayalım. Orta Asya Türk cumhuriyetlerinde Türkiye'ye karşı büyüyen ve her fırsatta kendini ifade eden öfkenin kaynağı ne olabilir? Kazakistan'da Türk işçilere yönelik saldırı her ne kadar münferit bir olay gibi görünse de, geçtiğimiz yıl Mart ayında Kırgızistan'da yaşananlarla birlikte ele alındığında derinlerde bir sorunun var olduğunu ve giderek kangrenleştiğini görmemizi zorunlu kılıyor.

    Tengiz bölgesinde Amerikan Tengizchevroil şirketinin sorumluluk alanında iş yapan ENKA'ya bağlı, 4 bin Kazak ve bin 600 Türk işçinin birlikte çalıştığı şantiyedeki kavga, Türk işçilere göre maaş farkının doğurduğu kıskançlıktan, bazılarına göre yemek kavgasından kaynaklandı. Azatlık Radyosu'nun Kazakça servisine konuşan olaya karışmış Kazak işçilerse, olayın bir Kazak işçinin üç Türk tarafından 'iyi çalışmıyorsun' diye demir çubukla dövülmesi yüzünden patlak verdiğini iddia etti.

    Olayla ilgili haberler başından beri kontrollü olarak basına yansıdı. Ancak, çoğu yaralı halde Türkiye'ye getirilenlerin sayısının 396 kişi olması ve işçilerin anlattıkları basit bir kavga ya da kıskançlığın ötesinde bir ciddi bir sorunu önümüze koydu. Gayri resmi rakamlara göre 25 bin Türk işçinin bulunduğu Kazakistan'da Türkiye'nin istenmediğine dair halk düzeyindeki kanaatin iyice pekiştiği ortada. Bu olaydan sonra, daha başka istenmeyen gelişmelerin yaşanabileceği de. İşçilerin; “on kişi öldü”, “işkence yaptılar”, “yaktılar”, “boyunlarından astılar” gibi ifadeleri, son derece organize bir tepkinin var olduğunu gösteren bir başka gösterge.

    Türkiye'nin Orta Asya'da algılanış biçimi hiç de kardeşçe değil. Oradaki insanları suçlama kolaycılığına kaçmadan şu zafiyetleri tespit etmek zorundayız: Bağımsızlıklarından bu yana resmi ilişkiler belli bir stratejiye göre seyretmedi. Bazı ülkelerde Türkiye, Ruslar'ın yerine yeni sömürgeci güç gibi algılandı. “Ağabey” yaklaşımının sonuçlarını şimdi görüyoruz. Bölgeye yoğun yatırım yapan Türk şirketleri, ülke kaynaklarını sömüren güçler olarak algılandı. Kamuoyu ile sağlam ilişkiler kuramadı. Bölgede iş yapan kişiler, yerel halkı hakir gördü, küçümsedi, değerlerini önemsemedi.

    Geçen yıla dönelim. ABD'nin Kırgızistan'da giriştiği “Kadife Devrim”in yol açtığı kaosa… Eski yönetim devrildi ama Kırgız halkının öfkesi Türklere yöneldi. Oysa sokaklara dökülen halkın iktidarda görmek istediği kadro Amerika tarafından belirlenmişti. Türkiye de bölgede tamamen ABD'ye endeksli bir politika izliyordu. ABD şirketlerine ya da Rus ve Çin şirketlerine değil de, kitlelerin öfkesi neden Türkk şirketlerine, Türkiye vatandaşlarına yönelmişti? Kimse bunu sorgulamadı. Kaos ortamı denilip örtbas edildi. Sayısız mağaza yağmalanıp yakıldı. Otellere el konuldu. Türk vatandaşlarının evlerine saldırıldı. Korku ve dehşet doğrudan Türkiye'ye ve Türkiye vatandaşlarına yöneldi. Oysa Türkiye'nin Bişkek'teki rejim kriziyle doğrudan ilgisi yoktu. ABD ile Rus-Çin dayanışması arasında bir güç mücadelesi yaşanıyordu. Peki neden? Aynı sebeplerden. Kazakistan'da olan sebeplerden. Bütün Orta Asya'da çizilen kötü imajdan. Birilerinin bu imajı istismar etmesinden.

    Bir örnek daha vereyim. Kırgızistan'daki kaostan iki ay sonra. 13 Mayıs 2005. Özbekistan'ın Andican kentinde, İslam Kerimov'un tiranlığına karşı çıkan halka Özbek ordusu ve özel timleri silahla karşılık verdi. 200 kişi hayatını kaybetti. Göstericilere ateş açan özel timler Türkiye tarafından yetiştirilmişti. Dahası, özel tim mensuplarını taşıyan araçlar ve silahları Türkiye tarafından verilmişti. Kentten dünyaya yansıyan az sayıdaki resimlerden birinde, katliamın failleri olan özel timlerinin mevzilendiği aracın kapısındaki Türk bayrağını elbette Özbek halkı da görmüştü. Kırgızistan ve Kazakistan'daki Türkiye karşıtlığı giderek güçlenecek. Daha kötüsü, Özbekistan'da yaşanacak olası bir karışıklıkta belki de en şiddetli tepkiyi yaşayacağız. Belki, Kerimov kadar Türkiye de yara alacak.

    Orta Asya politikası, birkaç şirketin çıkarlarına hasredildi. 21. yüzyılın en büyük paylaşım alanı üzerindeki Türkiye tezleri birkaç işadamına bırakıldı. Çok büyük zaaf. Aklımızı başımıza almak zorundayız. Bizden nefret etmeye başladılar. Böyle giderse Türkiye'nin Asya kapısı Nahcıvan'da kapanacak.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi un.real -- 26 Ekim 2006; 14:51:51 >




  • Yapay Zeka’dan İlgili Konular
    Daha Fazla Göster
    
Sayfa: 1
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.