Şimdi Ara

Hâlâ düş görebiliyor musunuz?

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
2
Cevap
0
Favori
295
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: 1
Giriş
Mesaj
  • Geçmişte, bir insanın belki de ömrü boyunca didindikten sonra elde edebileceği bilgiyi, günümüzde günlerle ifade edilebilecek kadar kısa sürelerde elde ediyoruz, beyinlerimize dolduruyoruz. Her geçen gün yeni şeyler öğreniyoruz. Artık bilinmeyenlerin, açıklanamayanların kısa sürede açıklığa kavuşacağına dair mutlak bir inanca sahibiz. Uzunca bir süredir, bunların bize neleri getirdiğine, bizden neleri alıp götürdüğüne dair bazı düşünceler içerisindeydim.

    Düşünürken de şu yazıyı buldum:


    Hâlâ düş görebiliyor musunuz?

    - "Hepimiz BBC'den bir gazetecinin Carl Jung'la görüştüğü eski siyah-beyaz filmi görmüşüzdür. O görüşmede Jung'a Tanrı'ya inanıp inanmadığı sorulduğunda, "İnanmıyorum, biliyorum" diye cevap verir.

    Aynı filmin sonuna doğru Carl Jung, "Anlam'a güven ve anlam'ı amaç haline getir!" der. Sanırım insanlığın yüzyıllardır beklediği mesaj bu. Başarılı biri olmanın ya da Hakikat'i düşünmenin anlamı arasında bir fark yoktur. Yaşamı değerli kılan anlam'dır. Evet, ancak anlam'a güvenilirse ve anlam amaç edinilirse dünya değiştirilebilir." (Irina Tweedie, "Jung Psikolojisi ve Tasavvuf" içerisinde, s. 108-109, İstanbul, 1994)

    Bir bütün olarak dünya olmamalı elbette yazarın kastettiği... Öncelikle kişinin kendi dünyası değişmeli. Kişi öncelikle kendi dünyasını değiştirebilmeli.

    Anlam'a güvenmek, anlam'ı amaç hâline getirmek demek, görünenin ötesinde hep bir şeylerin varolabileceğini bilmek, hiç değilse sezmek demek biraz da... Modernlerin elinde anlamı kalmadı dünyamızın... Onların ellerinde hiçbir 'anlam' yoktu. Olanlarınkini de ellerinden aldılar ve acımasızca yok ettiler.

    Dilerseniz, beyaz adamın vicdanı olan bir sese, yine Jung'a kulak verelim:

    - "Pueblo Kızılderililerinin dinleriyle ilgili konulara girmemelerine karşın Amerikalılarla ilişkilerini anlatmaya can attıklarını gözlemledim. Ochwiay Biano bana dedi ki:

    - Amerikalılar bizi neden rahat bırakmıyorlar? Neden danslarımızı yasaklıyorlar? Çocuklarımızı okuldan alıp 'kiwa'ya (ayinlerin yapıldığı yere) götürüp dinimizi öğretmek istediğimizde neden zorluk çıkarıyorlar? Amerikalılara zarar verecek bir şey yapmıyoruz ki!

    Uzun bir süre sustuktan sonra, ekledi:

    - Amerikalılar dinimizi yok etmek istiyorlar. Bizi neden rahat bırakmıyorlar? Yaptıklarımızı yalnız kendimiz için yapmıyoruz ki, Amerikalılar için de yapıyoruz. Evet, tüm dünya için yapıyoruz. Herkesin yararına bu!

    Heyecanından dinlerinin çok önemli bir öğesine değindiğini anladım ve bu nedenle ona, "Dinsel açıdan yaptıklarınızın tüm dünyaya yararı olduğunu mu düşünüyorsun?" diye sordum. Büyük bir coşkuyla "Kuşkusuz öyle! Biz bunları yapmasak dünyanın hâli ne olur?" diye yanıtladı ve Güneşi gösterdi.

    Çok duyarlı bir konuya, kabilelerinin gizemleri konusuna girmek üzere olduğumuzun bilincindeydim. Şöyle dedi:

    - Biz dünyanın çatısında yaşayan insanlarız ve Baba Güneş'in oğullarıyız. Dinimizle, babamızın her gün gökyüzünde hareket etmesine yardım ediyoruz. Bunu yalnızca kendimiz için değil, bütün dünya için yapıyoruz. Ayinlerimizden vazgeçsek, on yıl içinde güneş doğmamaya başlar ve sonsuza dek gece olur.

    Jung, Dağ Gölü'nün (Ochwiay Biano) bu sözlerini aktardıktan sonra tüm açıksözlülüğüyle şu yorumu yapar:

    - "Bu sözlerinden bir Kızılderili'nin huzurunun ve onurunun neye bağlı olduğunu anladım. Güneşin oğluydu ve tüm yaşamı koruyan babasının her gün doğup batmasına yardımcı olduğu için evrendeki yaşamı anlam kazanıyordu. Bu düşünceyle, bizim mantığımızın biçimlendirdiği kendimizi haklı çıkarmalarımızı karşılaştırırsak, yaşamımızın ne denli kısır olduğunu anlarız. Sırf kıskançlığımız yüzünden Kızılderili'nin saflığına gülüyoruz ve kendimizi çok zeki sanıyoruz. Zaten böyle yapmasak, ne denli ruh zenginliğinden uzak olduğumuzu anlar ve bunu kaldıramayız. Bilgi bizi zenginleştirmiyor, tersine, doğduğumuzda kendimizi içinde bulduğumuz mitler dünyasından giderek uzaklaştırıyor." (C.G. Jung, Anılar, Düşler, Düşünceler, çev. İris Kantemir, s. 258-259, İstanbul, 2002)

    Jung'un İslâm dünyasıyla ilişkileri nedense pek sınırlı ve tutuk görünür. Bu bakımdan kitabiyat itibariyle değilse bile, yüzyüze yaptığı görüşmeler bakımından ender sayılabilecek kayıtlardan birini yine kendisinden dinleyelim:

    - "Bana 'kitap adamı' demelerinin nedeni Kur'an'ı bilmemdi. Onlara göre ben, belli etmesem de müslümandım. Bir sabah laibon'la, yani yaşlı hekimle konuştuk. Geldiğinde üzerinde değerli bir gösteriş aracı olan mavi maymun kürkünden bir pelerin vardı. Ona düşlerini sorduğumda, gözleri yaşararak "Eskiden laibonlar düş görürmüş ve böylece, ne zaman savaş ve hastalık olacağını, yağmurun ne zaman yağacağını ve sürülerin nerede güdülmesi gerektiğini bilirlermiş" dedi. Büyükbabası bile düş görürmüş. Ama beyazlar Afrika'ya geldiğinden beri kimse düş görmez olmuş. Aslında düşlere de gerek kalmamış, çünkü İngilizler herşeyi biliyorlarmış. Verdiği yanıttan, sihirbaz hekimin varolma nedenini yitirdiğini anladım. "İngilizler her şeyi çok bildikleri" için kabilenin danıştığı ilahî ses yok olmuştu." (s. 271)

    Bir zamanlar bu topraklarda insanlar düş görürlerdi, görebilirlerdi. Düşlerini yoracak, hatta düşlerini yorumlayabilmek için yorulacak adamlar vardı da ondan gönüllerince düş görebilirlerdi. Şimdiyse gördüğümüz artık düş filan değil, düpedüz kâbus!

    Öyle değil mi ya, "Bir gözümü kaparsam bütün âlem helâk olur" diyecek kaç hurafeci (!) kaldı ki şunun şurasında?!?

    -Dücane Cündioğlu-



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi feylesof -- 20 Haziran 2008; 4:03:57 >







  • Düşler, Rüyalar, Hayal gücü...

    Bizi ayakta tutan, hayata renk ve anlam katan düşlerimiz...

    Belkide çoğu şeyi onlara borçluyuz.
    Friedrich August Kekule'nin, Rüyasında atomlar zıplayıp oynayarak karşısında dans ediyorlar, bazıları da elele verip zincir şeklinde bir halka meydana getiriyorlardı.
    Kekule'nin gördüğü bu rüya olmasa C'lar arasındaki bağı ve meydana getirdikleri zincirleri keşf etmese bu gün neler olurdu daha doğrusu neler olmazdı...

    Keza, Dikiş makinasının mucidi Mühendis Elias Howe, şaheserini bitirmeye ramak kalmıken bir sorunla karşılaşmıştı İlk yaptığı iğnelerde delik, iğnenin ortasında idi. Fakat, iğne üzerindeki deliğin uygun yere açılmayışı istenilen neticeyi vermiyor, tabii olarak dikiş dikmek mümkün olmuyordu. Bu ise Howe'u derin derin düşündürüyordu. Beyni gece gündüz, hatta uykuda bile bununla meşguldü.

    Bir gece rüyasında vahşi kabilelere esir düştüğünü gördü. Kabile reisinin önünde iğnesiz bir dikiş makinası durmaktaydı.

    -Elias Howe! diye kükredi kabile reisi. Sana makinayı derhal tamamlamanı emrediyorum. Aksi halde öleceksin!

    Zavallı Elias'ın dizlerinin bağı çözüldü, elleri titremeye başladı ve yüzünden soğuk bir ter boşandı. Düşünüyor, taşınıyor, makinenin bu parçasındaki eksikliği bir türlü gideremiyordu. Bütün bunlar, ona o kadar gerçek gibi gözüküyordu ki uykusunda avazı çıktığı kadar bağırdı.

    Boyalar sürünmüş, esmer tenli cengaverler etrafını sardılar ve onu ölüm meydanına doğru götürmeye başladılar.

    Çevresinde ateşlerin yandığı daire şeklindeki meydanlığa geldiklerinde kan ter içinde kalan Howe, dikiş makinesini unutmuş can derdine düşmüştü.

    Yere çakılı, insan boyunu aşan ve kalın gövdeli bir kazığa sıkıca bağlanan Howe, her şeyin bittiğini anladı. Ölüme hazırlanmaktan başka yapılacak bir şey yoktu. Titreyen dudaklarıyla kendisinin de anlayamadığı bir takım dualar mırıldanmaya başladı.

    Sonra, gök gürültüsünü andıran kabile reisinin emri, kulaklarında yankılandı.

    -Öldürün!

    Yerli muhafızların mızrakları gövdesine saplanmak üzere havaya kalkmıştı ki, Howe birden bir şey fark etti. Mızrakların ucunda bulunan göz şeklindeki delikler, düşünüp de bir türlü keşfine muvaffak olamadığı dikiş iğnesinin ta kendisiydi. Mızraklar tam göğsüne saplanırken sıçrayarak uyandı.

    Kalbinin heyecanlı çarpışına ve sırtından süzülen tere aldırmadan yataktan fırladığı gibi laboratuarına koştu. Rüyadaki mızrağın ucundaki deliğin benzerini, iğne üzerinde açarak eserini tamamladı.

    Evet düşler ve hayaller hayatımızın vazgeçilemezleri arasındadır. Onlar sayesinde ilerleme kaydeder onlar sayesinde hayata bağlanırız.

    Namını anlatmamıza gerek bile olmayan bir diğer bilim adamı; Einstein.

    Sahip olduğu üstün zekanın nedenini araştıranlara, hatta bunun için öldükten sonra beynini çıkarıp incelemek isteyenlere o Kendi beyninin diğerlerinkinden hiç bir farkının olmadını tek farkın kendisnin olaylar karşında farklı düşünmesi ve bir çok insanın aklına hayaline gelmeyecek ve çoğumuzun saçma sapan diye nitelendireceği ilişkiler kurmasında yattığını söylüyor.
    Ki sonuç olarak haklıda çıktı...


    Ürettiği devrim niteliğindeki İzafiyet teorisi ilede bunu ispat etti.
    Bizim asla düşünemediğimiz, düşündüğümüzde dahi sezgilerimizin önümüzde bir engel olduğu şeyleri o çok normal bir şeymiş gibi anlattı ve açıkladı...
    O bunu önyargılarını kırmaya ve düşlerine güvenmeye borçlu idi.

    Modern insan ise açıkça düş ve hayal gücü kabiliyetini kaybetmiş, yoketmiştir.
    Her şeyi kendi elleri ile çizdiği sebep sonuç ilişkileri içersinde düşünmekte bunun GERÇEK olduğunu ve bundan ötesinin olmayıcağınada inancını aşılmaz bir duvar örerek sağlamıştır.
    Ne yazıkki onun sandığı gibi sadece kurduğu duvarlar arasında değildi gerçek.
    Duvarların arkasında kalan gerçekliği görmek ise onun hadine bile değildi artık...




  • Yapay Zeka’dan İlgili Konular
    Daha Fazla Göster
    
Sayfa: 1
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.