Şimdi Ara

Edebiyatımızdaki En Güzel Beyitler, Kıtalar, Şiirler... (33. sayfa)

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
1.308
Cevap
11
Favori
170.758
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: önceki 3132333435
Sayfaya Git
Git
sonraki
Giriş
Mesaj
  • gozyasim sarap olsa,
    gencligim harap olsa,
    her gunum azap olsa,
    yine seni sevecegim

    arim, balim, petegim,
    gulum, dalim, cicegim
    bilsem ki olecegim,
    yine seni sevecegim

    ne emelim ne arzum
    kalmasa tek umudum
    erisem yudum yudum
    yine seni sevecegim

    arim, balim, petegim,
    gulum, dalim, cicegim
    bilsem ki olecegim,
    yine seni sevecegim

    beste: ismet nedim
    gufte: mehmet erbulan
  • İSTANBUL'UN HALİ

    Biz ki İstanbul şehriyiz,
    Seferberliği görmüşüz :
    Kafkas, Galiçya, Çanakkale, Filistin,
    vagon ticareti, tifüs ve İspanyol nezlesi
    bir de İttihatçılar,
    bir de uzun konçlu Alman çizmesi
    914'ten 18'e kadar
    yedi bitirdi bizi.
    Mücevher gibi uzak ve erişilmezdi şeker
    erimiş altın pahasında gazyağı
    ve namuslu, çalışkan, fakir İstanbullular
    sidiklerini yaktılar 5 numara lâmbalarında.
    Yedikleri mısır koçanıydı ve arpa
    ve süpürge tohumu
    ve çöp gibi kaldı çocukların boynu.
    Ve lâkin Tarabya'da, Pötişan'da ve Ada'da Kulüp'te
    aktı Ren şarapları su gibi
    ve şekerin sahibi
    kapladı Miloviç'in yorganına 1000 liralıkları.
    Miloviç de beyaz at gibi bir karı.
    Bir de sakalı Halife'nin,
    bir de Vilhelm'in bıyıkları.

    Biz ki İstanbul şehriyiz,
    güzelizdir,
    dört yanımız mavi mavi dağdır, denizdir.
    Öfkeli, büyük bir şair :
    «Ey bin kocadan arta kalan bilmem neyi bakir»
    demiş
    bize
    ve bir başkası,
    yekpare Acem mülkünü fedâ etti bir sengimize.

    Biz ki İstanbul şehriyiz,
    işte, arzederiz halimizi
    Türk halkının yüce katına.
    Mevsim yazdır,
    919'dur.
    Ve teşrinlerinde geçen yılın
    dört düvele teslim ettiler bizi,
    gözü kanlı dört düvele
    anadan doğma çırılçıplak.
    Ve kurumuştu
    ve kan içindeydi memelerimiz.

    Biz ki İstanbul şehriyiz,
    Fransız, İngiliz, İtalyan, Amerikan
    bir de Yunan,
    bir de zavallı Afrika zencileri
    yer bitirir bizi bir yandan,
    bir yandan da kendi köpek döllerimiz :
    Vahdettin Sultan,
    ve damadı Ferit
    ve İngiliz muhipleri
    ve Mandacılar.

    Biz ki İstanbul şehriyiz,
    yüce Türk halkı,
    malûmun olsun çektiğimiz acılar...

    919 Temmuzunun 23'üncü günü
    pek mütevazı bir mektep salonunda
    in'ikad etti Erzurum Kongresi.

    Erzurum'un kışı zorludur balam,
    tandırında tezek yakar Erzurum,
    buz tutar yiğitlerinin bıyığı
    ve geceleyin karlı ovada
    kaskatı katılaşmış, donmuş görürsün karanlığı.

    Erzurum'da kavaklar, balam,
    Erzurum'da kavaklar tane tane,
    kavaklarda tane tane yapraklar.
    Ve terden ve toz dumandan ve sinekten geçilmez
    Erzurum'da yaz gelip de bastı mıydı sıcaklar.

    Erzurum'un düzdür, topraktır damı.
    Erzurum güzelleri giyer, balam,
    incecik ak yünden ehramı.
    Yürek boynun büker, balam,
    Erzurumlu türkülere.
    Halim selimdir Erzurum'un adamı
    ve lâkin dönmesin gözü bir kere!...

    Erzurum'da on dört gün sürdü Kongre :
    orda, mazlum milletlerden bahsedildi
    bütün mazlum milletlerden
    ve emperyalizme karşı dövüşlerinden onların.

    Orda, bir Şûrayı Millî'den bahsedildi,
    İradei Milliyeye müstenit bir Şûrayı Millî'den.
    Buna rağmen,
    «Âsi gelmiyelim» diyenler vardı,
    «makamı hilâfet ve saltanata.»
    Hattâ casuslar vardı içerde.

    Buna rağmen,
    «Bütün aksâmı vatan birküldür» denildi.
    «Kabul olunmaz,» denildi,
    «Manda ve Himaye...»

    Buna rağmen,
    İstanbul'da birçok hanımlar, beyler, paşalar,
    Türk halkından kesmişlerdi umudu.
    Yağdırıldı telgraflar Erzurum'a :
    «Amerikan mandası altına girelim,» diye.
    «İstiklâl, diyorlardı, şâyanı arzu ve tercihtir, amma
    bugün bu, diyorlardı, mümkün değil,
    birkaç vilâyet, diyorlardı, kalacak elde,
    şu halde, diyorlardı, şu halde,
    Memâliki Osmaniye'nin cümlesine şâmil
    Amerikan mandaterliğini talep etmeği
    memleketimiz için en nâfi
    bir şekli hal kabul ediyoruz.»

    Fakat bu şekli halli kabul etmedi Erzurumlu.
    Erzurum'un kışı zorludur balam,
    buz tutar yiğitlerin bıyığı.
    Erzurum'da kaskatı, dimdik ölür adam,
    kabullenmez yılgınlığı...

    İstanbul'da hanımlar, beyler, paşalar,
    tül perdeler, kravatlar, apoletler, şişeler,
    çıtı pıtı dilleri ve pamuk gibi elleri
    ve biçare telgraf telleri
    devretmek için Amerika'ya Anadolu'yu
    şöyle diyorlardı Erzurum'dakilere :
    «Bizi bir başımıza bıraksalar,
    tarafgirlik, cehalet
    ve çok konuşmaktan başka müspet
    bir hayat kuramayız.
    İşte bu yüzden Amerika çok işimize geliyor.
    Filipin gibi vahşi bir memleketi adam etti Amerika.
    Ne olacak,
    Biz de on beş, yirmi sene zahmet çekeriz,
    sonra Yeni Dünya'nın sayesinde
    İstiklâli kafasında ve cebinde taşıyan
    bir Türkiye vücuda geliverir.
    Amerika, içine girdiği memleket ve millet hayrına
    nasıl bir idare kurduğunu
    Avrupa'ya göstermek ister.
    Hem artık işi uzatmağa gelmez.
    Çok tehlikeli anlar yaşıyoruz.
    Sergüzeşt ve cidâl devri geçmiştir :
    Türkiye'yi, geniş kafalı birkaç kişi belki kurtarabilir.»

    4 Eylül 919'da toplandı Sıvas Kongresi,
    ve 8 Eylülde
    Kongrede bu sefer
    yine ortaya çıktı Amerikan mandası.
    Ak koyunla kara koyunun
    geçitte belli olduğu günlerdi o günler.
    Ve İstanbul'dan gelen bazı zevat,
    sapsarı yılgınlıklarıyla beraber
    ve ihanetleriyle birlikte
    bir de Amerikan gazeteci getirmiştiler.
    Ve Erzurumlulardan ve Sıvaslılardan ve Türk milletinden çok
    işbu Mister Bravn'a güveniyorlardı.
    Bu zevata :
    «İstiklâlimizi kaybetmek istemiyoruz efendiler!»
    denildi.
    Fakat ayak diredi efendiler :
    «Mandanın, istiklâli ihlâl etmiyeceği muhakkak iken,»
    dediler,
    «Herhalde bir müzâherete muhtacız diyorum ben,»
    dediler,
    «Hem zaten,»
    dediler,
    «birbirine mani şeyler değildir
    istiklâl ile manda.
    Ve esasen,»
    dediler,
    «müstakil kalamayız böyle bir zamanda.
    Memleket harap,
    toprak çorak,
    borcumuz 500 milyon,
    vâridat ise 15 milyon ancak.
    Ve Allah muhafaza buyursun
    İzmir kalsa Yunanistan'da
    ve harbetsek,
    düşmanımız vapurla asker getirir.
    Biz Erzurum'dan hangi şimendiferle nakliyat yapabiliriz?
    Mandayı kabul etmeliyiz, hemen,»
    dediler.
    «Onlar dretnot yapıyor,
    biz yelkenli bir gemi yapamıyoruz.
    Hem, İstanbul'daki Amerikan dostlarımız :
    Mandamız korkunç değildir,
    diyorlar,
    Cemiyeti Akvam nizamnamesine dahildir,
    diyorlar.»

    Ve böylece, bin dereden su getirdi İstanbul'dan gelen zevat.
    Sıvas, mandayı kabul etmedi fakat,
    «Hey gidi deli gönlüm,»
    dedi,
    «Akıllı, umutlu, sabırlı deli gönlüm,
    ya İSTİKLAL, ya ölüm!»
    dedi.

    NAZIM HİKMET RAN




  • stanbul'u Dinliyorum

    İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı
    Önce hafiften bir rüzgar esiyor;
    Yavaş yavaş sallanıyor
    Yapraklar, ağaçlarda;
    Uzaklarda, çok uzaklarda,
    Sucuların hiç durmayan çıngırakları
    İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

    İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
    Kuşlar geçiyor, derken;
    Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık.
    Ağlar çekiliyor dalyanlarda;
    Bir kadının suya değiyor ayakları;
    İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

    İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
    Serin serin Kapalıçarşı
    Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa
    Güvercin dolu avlular
    Çekiç sesleri geliyor doklardan
    Güzelim bahar rüzgarında ter kokuları;
    İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

    İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
    Başımda eski alemlerin sarhoşluğu
    Loş kayıkhanelerıyle bir yalı;
    Dinmiş lodosların uğultusu içinde
    İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

    İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
    Bir yosma geciyor kaldırımdan;
    Küfürler, şarkılar, türküler, laf atmalar.
    Bir şey düşüyor elinden yere;
    Bir gül olmalı;
    İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

    İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
    Bir kuş çırpınıyor eteklerinde;
    Alnın sıcak mı, değil mi, biliyorum;
    Dudakların ıslak mı, değil mi, biliyorum;
    Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından
    Kalbinin vuruşundan anlıyorum;
    İstanbul'u dinliyorum.

    Orhan Veli KANIK




  • İstanbul

    Seni görüyorum yine İstanbul
    Gözlerimle kucaklar gibi uzaktan
    Minare minare, ev ev,
    Yol, meydan.

    Geliyor Boğaziçi'nden doğru
    Bir iskeleden kalkan vapurun sesi,
    Mavi sular üstünde yine
    Bembeyaz Kızkulesi.

    Bir yanda, serin sabahlarla beraber,
    Doğduğum kıyılar: Beşiktaşım.
    Baktıkça hep, semt semt, yer yer,
    Beş yaşım, onbeş yaşım, ah yirmi yaşım!

    Durmuş bir tepende okuduğum mektep,
    Askerlik ettiğim kışladır ötesi.
    Bir gün bir kızını benim eden
    Evlendirme dairesi.

    Benim de sayılmaz mı oralar?
    Elimi tutar gibi iki yanımdan,
    Babamın yattığı Küçüksu,
    Anamın toprağı Eyüpsultan.

    Önümde, açık kollarıyla boğaz,
    Çengelköy'den aktarma Rumelihisarı.
    İstanbul, İstanbul'um benim,
    Kadıköy'ü, Üsküdar'ı...

    Gün olur, Köprü ortasında durur
    Anarım, Adalar'da çamların uykusunu.
    Gün olur, Beyoğlu'nu özler içim,
    Koklamak isterim Tünel'in kokusunu.

    Bulut geçer üstünden,
    Gemi gelir yanaşır
    Bir eski türküdür, kulağıma fısıldar,
    "İçi dolu çamaşır."

    Göğünde tanıdım ayın ondördünü.
    Kırlarında bilirim baharı,
    Herşey içimde, herşey,
    İstanbul yadigarı.

    Bir daha görüyorum seni dünya gözüyle,
    Göğün hep üstümde, havan ciğerlerimdedir.
    Ey doğup yaşadığım yerde her taşını
    Öpüp başıma koymak istediğim şehir!

    Ziya Osman SABA




  • Aziz İstanbul

    Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!

    Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.

    Ömrüm oldukça gönül tahtına keyfince kurul!

    Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.



    Nice revnaklı şehirler görünür dünyada,

    Lakin efsunlu güzellikleri sensin yaratan.

    Yaşamıştır derim en hoş ve uzun rüyada

    Sende çok yıl yaşayan, sende ölen, sende yatan.


    Yahya Kemal Beyatlı
  • İSTANBUL TÜRKÜSÜ

    Kasımpaşa kıyıları tersane
    Bir kız sevdim alimallah bir tane
    Herdem sevdalıya kız mız bahane
    Top çiçeğim deste gülüm
    Canım İstanbullum
    Aman aman bahane


    Gittim baktım şıkır şıkır Balıkpazarı
    Üç tek attım sarhoş oldum ayak üzeri
    Üç doluya üç tanecik badem şekeri
    Top çiçeğim deste gülüm
    Canım İstanbullum
    Aman aman badem şekeri

    OKTAY RIFAT HOROZCU
  • İstanbul Düşman İstilası Altında İken Çamlıca’da / Abdülhak Hamid Tarhan


    Hey Çamlıca mehtâbı ne olmuş sana öyle?..
    Küskün duruyorsun.
    Bir şey kuruyorsun.
    Seyrinle ıyan et bana, ilhâm ile söyle:
    Aksetmede âlâm-ı vatandan mı bu halet?..
    Anlat; bu tahavvül neye etmekte delâlet.
    Vaktiyle ederken bu havâliyi zılâlin
    Bir sâha-i nilî.
    Ey neyyir-i leylî,
    Matem döküyor arza bugün bedr ü hilâlin
    Bir şeb ki, zîrinde küsûfun,
    Seyrangehi olmakda tuyûfun.
    Mâzîden esip gelmede bir nevha-i vâveyl..
    Bir âh-ı müebbed.
    Hangi güneşin mâtemidir zulmetin ey leyl,
    Ey şi’r-i muakkad
    Yıldızlar olur bence meâlin gibi nâ-yab
    Atîde görünmezse o mâzideki mehtâb
    Olmazdı sabahın da yarın gülmeye meyli
    Pîşinde bu dîdar-ı mahûfun.
    Kartallara baktım düşüyorlar yere bi-ta’b;
    Oldum sanıyordum Melekü’l Mevt ile hem-hâb




  • İstanbul / Ali Püsküllüoğlu


    Şimdi Çemberlitaş'ta bir ev
    Miniminnacık öyle durur
    Penceresinde küçük bir kız
    Saadeti yüzünden okunur.

    Ötede kalabalık cadde
    Durmuş insanlar bakınır
    Ne derseniz deyin işte
    Herkesin bir derdi vardır.

    İnsanı sıkar kalabalık
    Hele kızların bir tuhaf gülmesi!
    İçinizde bir şeyler uyanır
    Gariplik yahut sevgi.

    Veya Köprü üstünde bir gün
    Gider dururken yolunuza
    Hiç görmediğiniz bir taze
    Girivermiş kolunuza.

    Diyeceğim bir sıcak kadın
    Deli divane etmişse yakışanı
    İyice anlarsınız ondan sonra
    İstanbul'u, yaşamayı, aşkı.
  • İstanbul / Âşık Veysel Şatıroğlu


    Sevgisi içimde yaşayıp duran
    Nazlı güzellerin şirin İstanbul
    Hayali kafamda hükümdar süren
    Görmez gözlerime görün İstanbul

    Ortasında deniz kenarlar kara
    Bu dünyada cennet olmuş kullara
    Mehtapta sandallar ne hoş manzara
    Sahildir yayladır yerin İstanbul

    Gemilerin gelir peşi peşine
    Şöhretin yayılmış hudut dışına
    Ayrı bir güzellik başlı başına
    Sevgi muhabbetin derin İstanbul

    Fatih Mehmet Sultan temeli kurdu
    Ondan sonra oldu Türklerin yurdu
    Edirne'den gelen o büyük ordu
    Ayyıldız bayrak nurun İstanbul

    Denizler kilidi boğazların var
    Dünyaya haykıran avazların var
    Yılmaz Türk Ordusu şahbazların var
    Ferah tut gönlünün serin İstanbul

    Dünya güzelliği sendedir mevcut
    Hususi özenmiş yaratmış Mabut
    Herkesin gönlünde vardır bir maksut
    Halis Türk maksadın varın İstanbul

    Edipler şairler yetişmiş sende
    Ehl-i aşklar yanmış tutuşmuş sende
    Bir aciz kimseyim Veysel'im ben de
    Seversen olayım yarin İstanbul




  • İstanbul'umun Dili / Asaf Halet Çelebi


    annemin dili
    babamın dili
    İstanbulumun dili
    İstanbullumun dili
    İstanbulumun efendisi
    hanımefendisi
    sokaklarımın bekçisi
    yoğurtçusu, balıkçısı
    can dilimi konuşanım
    canım benim
    ninnilerimi bu dil söyledi
    masallarımı bu dil
    bu dille duydum türkülerimi
    bu dille okudum şairlerimi
    "zalim beni söyletme derunumda neler var"
  • Bu şiiri çok seviyorum.


    İstanbul Ağrısı / Atilla İlhan


    kanatları parça parça bu ağustos geceleri
    yıldızlar kayarken
    şangur şungur ayaklarımın dibine dökülen
    sen eğer yine istanbul'san
    yine kan köpüklü cehennem sarmaşıkları büyüteceğim
    pançak pançak şiirler tüküreceğim
    demek yine ben
    limandaki direkler ormanında bütün bandıralar ayaklanıyor
    kapı önlerinde boyunlarını bükmüş tek tek kafiyeler
    yahudi sokaklarını aydınlatan telaviv şarkıları
    mavi asfaltlara çökmüş
    diz bağlıyor
    eğer sen yine istanbul'san
    kirli dudaklarını bulut bulut dudaklarıma uzatan
    sirkeci garı'nda tren çığlıklarıyla bıçaklanıp
    intihar dumanları içindeki haydarpaşa'dan
    anadolu üstlerine bakıp bakıp
    ağlıyan
    sen eğer yine istanbul'san
    aldanmıyorsam
    yakaları karanfilli ibneler eğer beni aldatmıyorsa
    kulaklarımdan kan fışkırıncaya kadar
    yine senin emrindeyim
    utanmasam
    gözlerimi damla damla kadehime damlatarak
    kendimi yani şu bildiğin attilâ ilhan'ı
    zehirleyebilirim
    sonbahar karanlıkları tuttu tutacak
    tarlabaşı pansiyonlarında bekarlar buğulanıyor
    imtihan çığlıkları yükseliyor üniversite'den
    tophane iskelesi'nde diesel kamyonları sarhoş
    direksiyonlarının koynuna girmiş bıçkın şoförler
    uykusuz dalgalanıyor
    ulan istanbul sen misin
    senin ellerin mi bu eller
    ulan bu gemiler senin gemilerin mi
    minarelerini kürdan gibi dişlerinin arasında
    liman liman götüren
    ulan bu mazot tüküren bu dövmeli gemiler senin mi
    akşamlar yassıldıkça neden böyle devleşiyorlar
    neden durmaksızın imdat kıvılcımları fışkırıyor
    antenlerinden
    neden
    peki istanbul ya ben
    ya mısralarını dört renkli duvar afişleri gibi boy boy
    gümrük duvarlarına yapıştıran yolcu abbas
    ya benim kahrım
    ya senin ağrın
    ağır kabaranlarınla uykularımı ezerek deliksiz yaşattığın
    çaresiz zehirler kusan çılgın bir yılan gibi
    burgu burgu içime boşalttığın
    o senin ağrın
    o senin
    eğer sen yine istanbul'san
    yanılmıyorsam
    koltuğumun altında eski bir kitap diye götürmek istediğim
    sicilyalı balıkçılara marsilyalı dok işçilerine
    satır satır okumak istediğim
    sen
    eğer yine istanbul'san
    eğer senin ağrınsa iğneli beşik gibi her tarafımda hissettiğim
    ulan yine sen kazandınistanbul
    sen kazandın ben yenildim
    kulaklarımdan kan fışkırıncaya kadar
    yine emrindeyim
    ölsem yalnız kalsam cüzdanım kaybolsa
    parasız kalsam tenhalarda kalsam çarpılsam
    hiçbir gün hiçbir postacı kapımı çalmasa
    yanılmıyorsam
    sen eğer yine istanbul'san
    senin ıslıklarınsa kulaklarıma saplanan bu ıslıklar
    gözbebeklerimde gezegenler gibi dönen yalnızlığımdan
    bir tekmede kapılarını kırıp çıktım demektir
    ulan bunu sen de bilirsin istanbul
    kaç kere yazdım kimbilir
    kaç kere kirpiklerimiz kasaturalara dönmüş diken diken
    1949 eylül'ünde birader mırç ve ben
    sokaklarında mohikanlar gibi ateşler yaktık
    sana taptık ulan
    unuttun mu
    sana taptık




  • İstanbul Destanı / Bedri Rahmi Eyüboğlu


    İstanbul deyince aklıma martı gelir
    Yarısı gümüş, yarısı köpük
    Yarısı balık yarısı kuş
    İstanbul deyince aklıma bir masal gelir
    Bir varmış, bir yokmuş

    İstanbul deyince aklıma Gülcemal gelir
    Anadolu'da toprak damlı bir evde
    Gülcemal üstüne türküler söylenir
    Süt akar cümle musluklarından
    Direklerinde güller tomurcuklanır
    Anadolu'da toprak damlı bir evde çocukluğum
    Gülcemalle gider İstanbul'a
    Gülcemalle gelir

    İstanbul deyince aklıma
    Bir sepet kınalı yapıncak gelir
    Şehzadebaşı'nda akşam üstü
    Sepetin üstünde üç tane mum
    Bir kız yanaşır insafsızca dişi
    Boyuna posuna kurban olduğum
    Kalın dudaklarında yapıncağın balı
    Tepeden tırnağa arzu dolu
    Sam yeli söğüt dalı harmandalı
    Bir şarap mahzeninde doğmuş olmalı
    Şehzadebaşı'nda akşam üstü
    Yine zevrak-i derunum
    Kırılıp kenara düştü

    İstanbul deyince aklıma Kapalıçarşı gelir
    Dokuzuncu Senfoniyle kolkola
    Cezayir marşı gelir
    Dört başı mamur bir gelin odası
    Haraç mezat satılmakta
    Bir gelinle güvey eksik yatakta
    Köşede sedef kakmalı tombul bir ut
    Tamburi Cemil Bey çalıyor eski plakta
    Sonra ellerinde şamdanlar nargileler
    Paslı Acem kılıçları
    Amerikan kovboyları
    Eller yukarı

    Ne kadar da beyaz elbiseleri
    Amerikan deniz erleri
    Kocaman bir papatyadan yolunmuşlar gibi
    Sütten duru buluttan beyaz
    Beyazın böylesine ölüm yakışır mı dersin
    Yakışmaz
    Ama harbederken onlara
    Bambaşka elbiseler giydirirler
    Kan rengi, barut rengi, duman rengi
    Kin tutar kir tutmaz

    İstanbul deyince aklıma
    Kocaman bir dalyan gelir
    Kimi paslı bir örümcek ağı gibi
    Gerinir Beykoz'da
    Kimi Fenerbahçe'de yan gelir
    Dalyanda kırk tane Orkinos
    Kırk değirmen taşı gibi dönmektedir

    Orkinos dediğin balıkların şahı,
    Orkinos mavzerle gözünden vurulur
    Denizin içinde ağaçlar devrilir
    Kan çanağına döner dalyanın yüzü
    Camgöbeği yeşili bulanır
    Bir çırpıda kırk Orkinos
    Reisin sevinçten dili dolanır
    Bir martı gelir konar direğe
    Atılan Kolyosu havada yutar
    Bir başkasını beklemez gider
    Balıkçı gülümser tatlı tatlı
    Adı Marikadır bu martının der
    Her zaman böyle gelir böyle gider

    İstanbul deyince aklıma Adalar gelir
    Dünyanın en kötü Fransızcası orda harcanır
    Çalımından geçilmez altmışlık madamların
    Ağzı dili olsa da tenhadaki çamların
    Görüp göreceği rahmeti anlatsa insanların

    İstanbul deyince aklıma kuleler gelir
    Ne zaman birinin resmini yapsam öteki kıskanır
    Ama şu Kızkulesi'nin aklı olsa
    Galata kulesine varır
    Bir sürü çocukları olur

    İstanbul deyince aklıma
    Tophane'de küçücük bir sokak gelir
    Her Allah'ın günü kahvelerine
    Anadolu'dan bir sürü fakir fukara gelir
    Kimi dilenecek dilenmesine utanır
    Kiminin elinde bir süpürge peyda olur uzun
    Dudaklarında kirli paslı bir tebessüm
    Çöpçü olmuştur bugüne bugün

    Kiminin sırtında perişan bir küfe
    Kiminin sırtında nakışlı semer
    Şehrin cümbüşüne katılır gider
    Kalın yağlı bir kolana koşulur
    Piyano taşırlar omuz omuza
    Kendinden ağır yükün altında adamlar
    Balmumu gibi erir dururlar
    Sonra kanter içinde soluk alırlar
    Nazik eşya nazik hamallar ister neylersin
    Ama onlar kadar piyanoyu ciddiye alırlar mı dersin
    Nazdan nazik çiniden bilezik eller
    Derken
    Karşı radyoda gayetle mülayim bir ses
    Evlere şenlik Üstad Sinir Zulmettin
    Hacıyağına bulanmış sesiyle esner:
    Gamı şadiyi felek
    Böyle gelir böyle gider

    İstanbul deyince aklıma
    Stadyum gelir
    Güne güneşe karşı yirmibeşbin kişi
    Hepsinin dudağında İstiklal Marşı
    Bulutlar atılır top top pare pare
    Yirmibeşbin kişilik bir aydınlık içinde eririm
    Canım ağzıma gelir sevinçten hilâfsız
    İsteseler bir gelincik gibi koparır veririm

    İstanbul deyince aklıma
    Stadyum gelir
    Kanımın karıştığını duyarım ılık ılık
    Memleketimin insanlarına
    Daha fazla sokulmak isterim yanlarına
    Ben de bağırırım birlikte
    Avazım çıktığı kadar
    Göğsümü gere gere
    Ver Lefter'e yaz deftere
    Stadyum gelir

    İstanbul deyince aklıma
    Binlerce insanın aynı anda
    Aynı şeyi duymasından doğan sevincin
    Heybetini düşünürüm
    Birbirine eklenir kafamda
    Binler yüzbinler milyonlar
    Sonra bir mısra havalanır ürkek
    Bir uykuyu cananla beraber uyuyanlar

    İstanbul deyince aklıma
    Yahya Kemal gelirdi bir eyyam
    Şimdi Orhan Veli gelir
    Deminden beri dilimin ucundasın Orhan Veli
    Deminden beri senin tadın senin tuzun
    Senin şiirin senin yüzün
    Yaralı bir güvercin misali
    Başımın üstünde dolanır durur
    Gelir sessizce konar bu şiirin bir yerine
    Neresine mi arayan bulur
    Erbabı bilir
    Deli eder insanı bu şehir deli
    Kadehlerin çınlasın Orhan Veli

    İstanbul deyince aklıma Sait Faik gelir
    Burgaz adasında kıyıda
    Mavi gözlü bir çocuk büyür döne döne
    Mavi gözlü bir ihtiyar balıkçı gencelir küçülür
    İkisi bir boya geldi mi Sait kesilirler
    Bütün İstanbul'u dolaşırlar elele başbaşa
    Ana avrat küfrederler uçan kuşa eşe dosta
    Sivriadada da martı yumurtası toplarlar çilli çilli
    Ziba mahallesinde gece yarısı
    Sabaha Galata'dan geçer yolları
    Maytaba alacakları tutar kahvede
    Zararsız bir deliyi
    Ula Hasan derler gazeteyi ters tutaysun
    Çaktırmadan gazetesini tutuştururlar fakirin
    Sonra oturup sessizce ağlarlar

    İstanbul deyince aklıma
    Sait Faik gelir
    Taşında toprağında suyunda
    Fakirin fukaranın yanıbaşında
    Bir kalem bir bilek bilendikçe bilenir
    Kıldan ince kılıçtan keskin
    Hep iyiden güzelden yana
    Hep kimsesizlerin

    İstanbul deyince aklıma
    Sait'in son yılları gelir
    Hey Allah'ım en güzel çağında Sait'e
    Dört beş yıl ömrün kaldı denir
    Sait Sait olur da nasıl dayanır
    Mavi gözlü çocuk boşverir ölüm haberine
    İhtiyar balıkçı pis pis düşünür
    Bir zehir yeşilidir açılır
    Bir yeşil ki ciğerine işler adamın
    Bir yeşil ki kasıp kavurur
    Küçük mavi çocuk
    İhtiyar balıkçı
    Ve dilimize bulaşan zehir yeşili
    İstanbul çalkalandıkça bu denizlerde dipdiri
    Dilimiz yaşadıkça yaşasın Sait'in şiiri

    İstanbul deyince aklıma
    Sabiyem gelir
    Sabiyem boynundan büyük bir demetle
    Sarıyer'den gelir Pendik'ten gelir
    Bahar nereden gelirse velhasıl
    Sabiyem oradan gelir
    Ne delidir ne divane
    Aslını ararsan çingenedir
    Tepeden tırnağa güneştir
    Topraktır
    Anadır
    Analar içinde bir tanedir
    Biri sırtında biri memesinde biri karnında
    Karnı her daim burnundadır

    Canını mendil gibi takar dişine
    Yürekten birşeyler katar işine
    Bir ucundan girer şehrin ötekinden çıkar
    Alçakgönüllüdür Sabiyem
    Hem masa satar, hem göbek atar
    Ver bir çeyrek güzelim der
    Neyse halin o çıksın falin
    Canı çıkar Sabiyemin falı çıkmaz
    Sonra anlatır dün gece başına gelenleri
    Görürüm üryamda bir sarı yılan
    Cenabet uğraşır durur benimlen
    Uyanır bakarım benim bebeler
    Yatağın ucuna kaymış
    Ayağımın parmaklarını emer

    İstanbul deyince aklıma
    Bir basma fabrikası gelir
    Duvarları uzun masaları uzun sobaları uzun
    Dal gibi dalyan gibi kızlar çalışır bütün gün ayakta
    Kanter içinde mahzun
    Yüzleri uzun elleri uzun günleri uzun
    Fabrikada pencereler tavana yakın
    Al topuklu beyaz kızlar dalga geçmeyin
    Dışarda ağaçlar dizi dizi
    Duvarlar duvarlar uzun duvarlar
    Niçin ağaçlardan ayırdınız bizi
    Dışarda tarlalar turuncu asfalt mosmor
    Dışarda dışarda dışarda
    Mevsim gürül gürül akıp gidiyor

    Ondokuz yaşında Eyüplü Gülsüm
    Dalmış beyaz köpüklü akışına ipeklilerin
    Kötü kötü düşünüyor
    İpeğin akışına doyum olmaz
    Ama gel gör ki ipekli emprimeden oğlana don olmaz
    Bir top Amerikan bezi sakız gibi beyaz
    Bir top Amerikandan neler çıkmaz
    Perdeler yatak çarşafları çoluğa çocuğa çamaşır
    Sakız gibi ağarmış bir top Amerikan bezi
    Gülsüm'ün gözleri kamaşır
    Üçüncü oğlanı doğururken Gülsüm
    Bir top Amerikana hasret sizlere ömür
    Gülsüm'lerin sürüsüne bereket
    Yerine bir Gülsüm'cük bulunur elbet
    Gider Gülsüm gelir Gülsüm
    Azrail ettiğin bulsun

    İstanbul deyince aklıma
    Ağzına kadar soğan yüklü bir taka gelir
    Sülyen kırmızısı üstüne zehir gibi yeşil
    Samsun'dan Sürmene'den Sinop'tan
    Yaz demez kış demez mutlaka gelir
    Kirli yelkeninde yeni bir yama
    Demirinin pası gelir dilime
    Nabzımda duyarım motorunun hızını
    Canımın içine sokasım gelir
    İri kalçaları pullu denizkızını

    İstanbul deyince aklıma
    Takalar gelir
    Alçakgönüllü kalender
    Ya Peleng-i Deryadır adları ya Şimşir-i Zafer

    İstanbul deyince aklıma
    Koca Sinan gelir
    On parmağı on ulu çınar gibi
    Her yandan yükselir
    Sonra gecekondular gelir ardısıra
    İsli paslı yetim
    Ey benim dev memesinde cüceler emziren acayip Memleketim




  • İstanbul / Cahit Külebi


    Kamyonlar kavun taşır ve ben
    Boyuna onu düşünürdüm,
    Kamyonlar kavun taşır ve ben
    Boyuna onu düşünürdüm,
    Niksar'da evimizdeyken
    Küçük bir serçe kadar hürdüm.

    Sonra âlem değişiverdi
    Ayrı su, ayrı hava, ayrı toprak.
    Sonra âlem değişiverdi
    Ayrı su, ayrı hava, ayrı toprak.
    Mevsimler ne çabuk geçiverdi
    Unutmak, unutmak, unutmak.

    Anladım bu şehir başkadır
    Herkes beni aldattı gitti,
    Anladım bu şehir başkadır
    Herkes beni aldattı gitti,
    Yine kamyonlar kavun taşır

    Fakat içimde şarkı bitti.
  • Bahar Sarhoşluğu / Cahit Sıtkı Tarancı


    İlk sevgilinin gülüşüne benzer
    Bir Nisan havası değil mi esen?
    Zincirlere, kelepçelere inat,
    Kanatlarımı açmak zamanıdır;
    Allah'a ısmarladık kaldırımlar.

    Giyenler düşünsün dar elbiseyi,
    Ölçülü sözü, hesaplı adımı
    Ben kurtuldum kafeste kuş olmaktan;
    Saltanat sürer gibi uçuyorum,
    Erik ağacı gelin olduğu gün.

    Hayranım bu şehrin bacalarına
    İrili ufaklı hep bir ağızdan.
    Nasıl derinden bu gökyüzüne doğru
    Bir türkü söylüyorlar öyle sessiz!
    Dumanın daim olsun güzel baca!

    Yuvası saçakta kalan kırlangıç,
    Yavrusu dallara emanet serçe,
    Derken camiler üstünde güvercin
    Minareler katından geçiyorum
    Gökyüzü mahallesi İstanbul'un

    Süt beyaz bir martıyım açıklarda
    Gemilere ben yol gösteriyorum,
    Buğday ve ilaç yüklü gemilere
    Bir kanat vuruşta bulutlardayım;
    Bir süzülüşte vatanım dalgalar!




  • İstanbul / Cahit Zarifoğlu


    Bir tohumdan daha az değil
    Fatihin büyük güvercin kanatları
    Meleklerin sık aralıklarla
    Dokunduğu toprak
    Güzel buyruklar
    Gürbüz havalar
    Boğaziçi bir akımdır
    Bir akan sudur
    Nice dergahlar
    Dinler gibi nabzını
    Yeni doğan çocukların
    Yamaçlarda mezarlıklar
    Sever gibi bazıları
    Açık havada gömülmeyi
    Çocuklar Topkapıda
    Sedef kabzalı kılıçlar ellerinde
    Rahlelerde Kur’ân
    Tefsir
    Arapça
    Farsça
    Dikkatle önünü iliklemede
    Padişah ve şehzade
    Açılıyor dev bir kapı
    Dikiliyor dev gibi bir sütun
    Sütun başı sütun ayağı
    Dibinde dilek şikayet sahipleri
    Birer gürz gibi sağ ellerinde
    İradeleri
    Bir ellerinde arzuhalleri
    Oğullarım
    Dikkat edin
    Hak yemeyin
    Oğullarım
    Mümkündür
    Topal bir karınca
    Mihnettir
    Oğullarım
    Mümkündür ki
    Bir baş kesilir avluda
    Akın, akan kanla
    Cihangir
    Taş yokuşlar
    Eyüp
    Sıla sıla Medine
    Acı
    Bu tortu
    Karartır camları
    Yorar küpleri
    En berrak sular bile
    Ve kapanıyor saray kapısı
    Saklanıyor
    Sarı sarı altınlar
    Korkup
    Şimdi birden Eminönü kalabalığı
    Kimseyi tanımazsın
    Kıyafetinden
    Yüz çizgisinden
    Katil efendi
    Hırsız baş köşede
    Haksız haklı
    Şer belalı
    Örtünmüş güneş
    Çoktandır, yüzü nerde
    Ya o ay
    Kara bir zıbın biçmiş kendine
    Bir düş
    O buyruk
    Şefaat
    Gürbüz hava
    O güzelleri İstanbul'un
    Dönüyor demir teker




  • Boğaziçi Türküsü / Coşkun Ertepınar


    Yeryüzüne vuran
    İlk ışıkla göründüğü an
    Bu hem yukarı, hem aşağı akan
    Mavi su,
    Başlamış türküsüne...

    Geçmiş üzerinden hep
    Rüzgârın
    Dev ormanlardan taşıdığı uğultu
    Ve bilmediğimiz kuşların kanat sesi önce.
    Kayalıkların nice bin yıl sürmüş uykusu
    Bir selâm bile sunmadan balıklar sürüsüne...

    Sonra uyanmış, büyümüş zaman,
    Koşar olmuş bir o yana, bir bu yana
    Korkulu adımlarla insan...
    Suskun kayalıklardan
    İlk defa kim bilir
    Nasıl hayran gözlerle bakmış,
    Boğaz'ın kabaran göğsüne...

    Bilinen ne ki?..
    Trak, İskit, Pers, Ceneviz, Yunan
    Kalan beş on isim belli zamandan!
    Boğaziçi,
    Maviler âleminin bu en efsanelisi,
    Vakti gelince
    Kaptırmış gönlünü Türk'ün sevgisine...

    Bir aydınlık tarih akmış
    Üstünden bu gümüş suların...
    Şimdi Hisar, Beylerbeyi, Emirgân,
    Şimdi Ortaköy, Dolmabahçe, Üsküdar,
    Şimdi Sarayburnu, Süleymaniye,
    Bütün İstanbul şimdi
    Aynı düşle
    Birbirine öylesine hayran,
    Âşık öylesine...

    Geceleri ay süzülüp indiğinde
    Tepeler üstüne,
    Karşılıklı uzayıp giden kıyılarda
    Yalılar, konaklar, kuleler,
    Türbeler, minareler, kubbeler,
    Sırtlarda üst üste yücelen
    Ufku zengin pencereler,
    İnce İstanbul selâmlan sunar
    Pırıl pırıl
    Köprüsüne, kayığına, mavnasına, gemisine..

    Boğaziçi,
    Küçük Asya'nın
    O her çağda taze, ılık boynu,
    Yemyeşil yamaçların
    Bin bir güzellikle dolu aynası,
    Büyülü su,
    Gece gündüz yakamozlar saçan inci,
    Sen değilsen şiirin ülkesi
    Yeryüzünde
    Başka neresidir
    Söylesene, söylesene?..




  • İstanbul / Faruk Nafiz Çamlıbel


    -Şehremini Cemil Paşa'ya-

    Bütün hayatı uyur bir sema-yı mühmelde
    Geniş ufukları efsanevi hikayelerin
    Tasavvur ettiği gökler kadar beyaz, narin,
    Minarelerle müzeyyen, sevimli bir belde...

    O mai dalgaların bu sesiyle perverde
    Sevahilinde güler ruhu başka bir denizin,
    Gezer bu levhaya ait bir ihtiram-ı hazin
    Melul hisli mükedder nazarlı gözlerde.

    Bütün bedayi'-i ezman, nefais-i a'sar
    Bu mai çehreli İstanbul'un beyaz ve uzun
    Ufuklarında bulur penah si'r ü füsun

    Dalınca gözlerim ağlar bu hüsn-i sakinde;
    Bu beldenin uyuyan bir başka güzellik var
    Bütün tulu' ve gurubunda, subh-u leylinde
  • İstanbul Musun? / Feyzi Halıcı


    Yolsun, adım adımsın,
    Kolumsun, kanadımsın.
    Özdeşleşen adımsın,
    Bil ki ağız tadımsın.

    Bir sevgiye kul musun,
    Söyle İstanbul musun?

    Aşkla yuğrulmuş harcın,
    Yolusun, hangi burcun?
    Vurdun kalbime perçin,
    Konuş yavru güvercin!

    Gizemli Eylül müsün
    Söyle İstanbul musun?

    ne söylesem sana az,
    Düşlerim tekmil beyaz.
    Ellerim dolu niyaz,
    Gözlerin ilkbahar yaz.

    Işıkta pul pul musun,
    Söyle İstanbul musun?

    Hoşgörüyle çoğalan,
    Bir düş bu, değil yalan.
    Sevgi edilmez talan,
    Nedim devrinden kalan.

    Lâle misin, gül müsün,
    Söyle İstanbul musun?

    Boğazdan Emirgân'a,
    Dolan ıtırsın, cana.
    Aşkı duy kana kana,
    Arzuhalim var sana!

    Gönül zarf, sen pul musun,
    Söyle İstanbul musun?

    Açmış kaysı dalısın,
    Bir sevda masalısın.
    Has bahçenin balısın,
    Aşkım sen olmalısın.

    Bir gönülce yol musun,
    Söyle İstanbul musun?

    Sevdiğim, yoğum, varım,
    Sensiz her şeyim yarım
    Sensin yazım baharım
    Biricik tatlı yarîm.

    Sevgiden yoksul musun
    Söyle İstanbul musun?




  • İstanbul’a Ağıt / Hüsrev Hatemi


    Kaybettiğim eski İstanbul bir gün
    Yaşlı, hasta bir beyefendinin,
    Terekesinden çıkacak
    - vefatından hayli sonra -
    Ben o günü sanmam ki göreyim
    Fakat o gün geldiğinde
    Büyük bir sarı zarf içinde
    Üstünde "muhibbim" filan beyefendiye
    İthafıyla yaldızlı bir kent
    Yarı küflenmiş fakat olağanüstü güzel
    Zuhur edecek bir evden...
    O zaman kentimiz çoktan,
    Hani erkek çocukları ürperden
    Hımar tıraşından geçerek
    İmar görmüş tepeleriyle
    New İstanbul olacağından
    İş işten geçmiş olacak
    Sadece gönül sahipleri umarım
    Derinden ve insanın içine işleyen
    Bir musıki duyacaklar kısa süre
    Beton tepeler üzerinde...
    "İşte onların mahvolmuş yurtları".
  • İstanbul'dan / İlhan Berk


    İşte kurşun kubbeler şehri İstanbul'dasın
    Havada kaçan bulutların hışırtısı
    Karaköy çarşısından geçen tramvayların camlarına yağmur yağıyor
    Yenicami Süleymaniye arkalarını kirli bir göğe vermişler
    Hiç kımıldamıyorlar
    Ayasofya elleriyle yüzünü kapamış bütün iştahıyla ağlıyor

    İnsanlar sokak sokak çarşı çarşı ev ev
    İnsanlar sırt sırta omuz omuza verip durmuşlar
    Boyunları bükük
    Yorgun asabi kederli kindar
    Yığın yığın olmuşlar hepsi köprünün açılmasını bekliyor
    Bir anda şehrin dört bucağına akacaklar
    Bir anda iki ayrı kıtadaki insanlar gibi
    Fatihliyle Beşiktaşlı sarmaş dolaş olacak

    Sarı uzun yüzlü cesur işçiler
    Dört köşe halinde veya dağınık bir şekilde durmuşlar
    Hiç konuşmuyorlar
    Benim onları birer birer çalıştıkları yerlere götürüp bıraktığım olmuştur
    Hepsi dar kapanık yerlerde, sıkıntılı işlerde çalışırlar
    Hepsi deli gibi severler yaşamayı
    Bu en önde giden grup
    Tophane'de Dikimevi'nde çalışır
    Sekiz kızdır ancak üçü evlenmiştir
    Bu saçları darmadağın asık suratlı delikanlılar
    Kömür işçisidir
    Bu üç kız, Beyoğlu'nda büyük bir mağazada tezgâhtar
    Bunlar yol amelesidir
    Bunlar vapur işçisi
    Öbürleri duvarcı hamal ırgat kayıkçı
    Hepsi bu gök altında sarmaş dolaş olmuş yürüyorlar

    Dünyada işlerine giden insanları görmek kadar güzel bir şey yoktur
    (Biliyorum artık akşama kadar onları hiç görmeyeceğim)

    Durduğun yerden İstanbul köprüsü tramvayları mavnalarıyla sanki yürüyor
    Bu sislerin ve bulutların arasından en sonra harekete geçen Kız Kulesi'dir
    Kayıkların direkleri insanların üzerinde
    Büyük bir bulut gelip durmuştur
    İşte karın karına vermiş motorlardaki balıkların üstlerine yağmur yağıyor
    Bir defa olsun akıllarına gelmemiştir
    Gözleri pırıl pırıl balıkların
    Bir İstanbul göğü altında ağlamak

    Hepsi denizde geçen hayatlarını düşünüyorlar
    Dokunsanız ağlayacaklardır


    İstanbul açları tokları hastalarıyla aynı kıta üzerinde bulunuyor




  • 
Sayfa: önceki 3132333435
Sayfaya Git
Git
sonraki
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.