Şimdi Ara

DERS VEREN HİKAYELER!

Bu Konudaki Kullanıcılar:
3 Misafir (1 Mobil) - 2 Masaüstü1 Mobil
5 sn
4
Cevap
0
Favori
6.558
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: 1
Giriş
Mesaj
  • Dünyayı Düzeltmek
    Adam, bir haftanın yorgunluğundan sonra pazar sabahı kalktığında bütün haftanın yorgunluğunu çıkarmak için eline gazetesini aldı ve bütün gün miskinlik yapıp evde oturacağını düşündü.
    Tam bunları düşünürken oğlu koşarak geldi ve sinemaya ne zaman gideceklerini sordu.
    Baba oğluna söz vermişti bu hafta sonu sinemaya götürecekti ama hiç dışarıya çıkmak istemediğinden bir bahane uydurması gerekiyordu... sonra gazetenin promosyon olarak dağıttığı dünya haritası gözüne ilişti. ;
    Önce dünya haritasını küçük parçalara ayırdı ve oğluna eğer bu haritayı düzeltebilirsen
    seni sinemaya götüreceğim dedi sonra düşündü;

    oh be kurtuldum en iyi coğrafya profesorunu bile getirsen bu haritayı akşama kadar düzeltemez.
    Aradan on dakika geçtikten sonra oğlu babasının yanına koşarak geldi ve baba haritayı düzelttim artık sinemaya gidebiliriz dedi.
    Adam önce inanamadı ve görmek istedi. gördüğünde de halen hayretler içindeydi ve bunu nasıl yaptığını sordu.

    Çocuk; bana verdiğin haritanın arkasında bir insan vardı

    İNSANI DÜZELTTİĞİM ZAMAN DÜNYA KENDİLİĞİNDEN DÜZELMİŞTİ.





    FARKLI PERSPEKTİFLER
    Dr.Paul Ruskin,
    öğrencilerine yaşlanmanın psikolojik belirtilerini öğretirken onlara şu olayı okur :


    "Hasta ne konuşuyor, ne de söylenenleri anlıyor. Bazen saatlerce anlaşılmaz şeyler geveliyor. Zaman, yer ya da kişi kavramı yok.Yalnız, nasıl oluyorsa, kendi adı söylendiğinde tepki veriyor.Son altı aydır onun yanındayım, ne görünüşü için bir çaba sarf ediyor ne de bakım yapılırken yardımcı oluyor. Onu hep başkaları besliyor, yıkıyor ve giydiriyor.Dişleri yok, yiyeceklerin püre halinde verilmesi gerekiyor. Gömleği salyalarından dolayı sürekli leke içinde.Yürümüyor.Uykusu sürekli düzensiz. Gece yarısı uyanıp çığlıklarıyla herkesi uyandırıyor. Çoğu zaman mutlu ve sevecen, fakat bazen ortada bir sebep yokken sinirleniyor. Biri gelip onu yatıştırana kadar da feryat figan bağırıyor.
    "Bu olayı okuduktan sonra, Ruskin öğrencilerine böyle birinin bakımını üstlenmek isteyip istemediklerini sorar. Öğrenciler bunu yapamayacaklarını söylerler. Ruskin, kendisinin bunu büyük bir zevkle yaptığını ve onların da Yapması gerektiğini söyleyince öğrenciler şaşırırlar. Daha sonra Ruskin hastanın fotoğrafını dolaştırmaya başlar.Fotoğraftaki doktorun altı aylık kızıdır...

    Dr.Ruskin, Amerikan Tıp Birliği Dergisindeki makalesinde, (günümüzde çok yaşandığı gibi ) gülünç bir yanlış anlamanın insana nasıl tamamen farklı bir perspektif kazandıracağını anlatmaktadır.


    Bir Afrika sözü der ki…


    Afrika'nın uçsuz bucaksız topraklarında
    ilkbahar yağışlarıyla oluşup yaz sıcağında yok olan
    GEÇİCİ GÖLLER vardır.

    İşte bu göllerin oluşumuna tanık olan yerlilerin bir sözü :

    - Sular yükselince balıklar karıncaları yer,
    sular çekilince de karıncalar balıkları

    Yani üstünlük bugün karıncadaysa yarın balığa geçebiliyor,
    ya da tam tersi.

    Karınca ya da balık olmanın sağladığı üstünlüğe sevinmek
    kendimizi kandırmaktan öte bir anlam taşımıyor,
    çünkü kimin kimi yiyeceğini gerçekte
    suyun hareketi belirliyor.







    Mucize
    “En olmayacak yerde
    En olmayacak zamanda
    En olmayacak olay
    Her zaman ve her yerde olabilir.”

    Mucize

    Bonita L. Anticola - Kat & Chris

    Sally, küçük kardeşi George hakkında anne ve babasının konuşmalarını duyduğu zaman yalnızca sekiz yaşındaydı. Kardeşi çok hastaydı ve onu kurtarabilmek için ellerinden gelen herşeyi yapmışlardı. Georgi’nin yalnızca çok pahalıya malolacak bir ameliyatla kurtulma şansı vardı fakat bunun için yeterli paraları yoktu.

    Babasının, umutsuz bir biçimde annesine şöyle fısıldadığını duymuştu Sally:

    “Yalnızca bir mucize onu kurtarabilir.”

    Bu sözleri duyar duymaz, usulca kendi odasına yürüdü Sally. Domuz biçimindeki kumbarasını gizlediği yerden çıkartarak içindeki paraları yavaşça yere dökerek saymaya başladı.

    Yanılgıya düşmemek için tam üç kez saydı kumbaradan çıkardığı bozuk paraları. Sonra hepsini cebine koyarak aceleyle evden çıkıp, köşedeki eczaneye gitti.

    Eczacının dikkatini çekebilmek için büyük bir sabırla bekledi. Eczacı çok yoğundu ve bir adama ilaçlarını nasıl kullanacağını anlatıyordu. Bu yoğun çalışmanın arasında sekiz yaşındaki bir çocukla ilgilenmeye hiç niyeti yoktu ama Sally’nin beklediğini görünce

    “Evet, ne istiyorsun söyle bakalım” dedi. “Biraz acele et, gördüğün gibi beyefendiyle ilgileniyorum” diyerek yanındaki şık giyimli adamı gösterdi.

    Sally “Kardeşim” dedi. Sessizce yutkunduktan sonra devam etti:

    “Kardeşim çok hasta, bir mucize almak istiyorum.”

    Eczacı Sally’e bakarak “Anlayamadım” dedi.

    “Şeyy, babam ‘Onu ancak bir mucize kurtarabilir’ dedi, bir mucize kaç paradır, bayım?”

    Eczacı Sally’e sevgi ve acımayla baktı bu kez:

    “Üzgünüm küçük kız, biz burada mucize satmıyoruz, sana yardımcı olamayacağım” dedi.

    Sally o kadar kolay vazgeçmek istemedi. Eczacının gözlerinin içine bakarak “Karşılığını ödemek için param var benim, bana yalnızca fiyatını söylemeniz yeterli” dedi. Bu arada Sally ve eczacının yanında bekleyen iyi giyimli bey Sally’e dönerek “Ne tür bir mucize gerekiyor kardetin için küçük hanım? diye sordu.

    “Bilmiyorum” dedi Sally. Sonra gözlerinden aşağı süzülen yaşlara aldırmaksızın devam etti: “Tek bildiğim, o çok hasta ve annem ameliyat olmazsa kurtulamayacağını söyledi ve ailemin de ameliyat için ödeyebilecekleri paraları yok.

    Ama babam ‘Onu ancak bir mucize kurtarabilir’ deyince ben de paramı alıp buraya geldim.”

    “Ne kadar paran var?” diye sordu iyi giyimli adam. “Bir dolar ve onbir sent” dedi Sally. “Ve dünyadaki tüm param bu!” “Bu iyi bir şans, küçük kardeşini kurtarmak için gerekli olan mucize için yeterli bu para” dedi, iyi giyimli adam.

    Adam bir eline parayı aldı, öteki eliyle de Sally’nin elini tutarak “Beni yaşadığın yere götürür müsün lütfen?” diye sordu. “Küçük kardeşini ve aileni tanımak istiyorum” dedi.

    İyi giyimli adam Dr. Carlton Armstrong’du ve George için gerekli olan ameliyatı yapabilecek tanınmış bir cerrahtı.

    Ameliyat başarıyla sonuçlanmış ve aile hiçbir ödeme yapmamıştı. Hep birlikte mutluluk içinde evlerine döndükleri zaman hâlâ yaşadıkları olayların etkisinden kurtulamamışlardı.

    Anne “Hâlâ inanamıyorum. Bu ameliyat bir mucize! Doğrusu maliyeti ne kadardır merak ediyorum” dedi.

    Sally kendi kendine gülümsedi. O bir mucizenin kaça malolduğunu çok iyi biliyordu. Tam tamına bir dolar ve onbir sent!









    Cennet
    Adam ve hayattaki tek arkadaşı olan köpeği bir kazada birlikte ölmüşlerdi ... Gökyüzüne çıktıktan sonra bembeyaz bulutların arasında dolaşmaya başladılar ... adam çok susamıştı.. biraz su bulabilmek ümidiyle yürümeye devam ederken, birden kendilerini muhteşem bir manzaranın karşısında buldular.. rengarenk çiçeklerle süslü bir bahçe, altından yapılmış bir bahçe kapısı, ve onları karşılayan beyazlar içinde bir kadın.. Adam köpeğiyle birlikte kadına yaklaştı ve sordu:
    "Afedersiniz... burası neresi?"
    Kadın ona gülümsedi: "Burası Cennet, efendim"
    Adam bunun üzerine sevinçle "Harika...!!!" dedi "Peki bana biraz su verebilir misiniz, gerçekten çok susadım"....
    Kadın cevap verdi: "Tabi efendim, içeri girin... içerde dilediğiniz kadar su bulabilirsiniz....."
    Böylece adam köpeğine döndü, "Hadi oğlum içeri giriyoruz" diyerek kapıya yürüdü......... ama kadın onu birden durdurdu:
    "Üzgünüm efendim, köpeğiniz sizinle gelemez.. hayvanları içeri almıyoruz..."
    Bunun üzerine adam bir an durdu.. düşündü.. ve geri dönüp köpeğiyle birlikte geldikleri yolun tam ters yönünde yürümeye koyuldular.... bir süre geçtikten sonra kendilerini bu kez tozlu çamurlu bir yolda buldular, ve yolun sonunda karşılarına çiftlik girişini andıran bir kapıyla yırtık pırtık elbiseli bir dede çıktı... adam sordu:

    "Afedersiniz.... bana biraz su verebilir misiniz??"
    Dede "İçeri gel" dedi.. "kapıdan girdikten sonra sağ tarafta bir ceşme var..."
    Adam sordu: "Peki arkadaşım da benimle gelip ordan içebilir mi?"
    Dede " Tabii..."dedi.. "ceşmenin yanında köpeğinin de su içebileceği bir kase bulacaksın..."

    Bunun üzerine adam kapıdan girdi... biraz yürüdükten sonra sağ tarafta çeşmeyi buldu.. adam ceşmeden köpek de oracıktaki kaseden doya doya içerek susuzluklarını giderdiler... derken adam geri giderek girişte bekleyen dedeye sordu:

    "Su için çok teşekkür ederim... peki burası neresi..?"
    Dede "Burası cennet" dedi.. bunu duyan adam şaşırdı:
    "Ama nasıl olur..? az önce burası gibi kırık dökük olmayan muhteşem bir yere gittik ve orasının da Cennet olduğunu söylediler..."

    Dede "şu rengarenk çiçeklerle süslü altın kapılı yer mi?" dedi... "ama orası Cehennem..."
    Adam iyice şaşırmıştı: "Peki ama orası sizin adınızı kullanarak insanları kandırıyor diye hiç kızmıyor musunuz..??"
    Dede gülümsedi: "Kızmıyoruz..... çünkü onlar kendi çıkarı için en iyi arkadaşını yarı yolda bırakanları Cennet'ten uzak tutuyorlar....







    Yaşamın Yankısı
    Bir adam ve oğlu ormanda yürüyüş yapıyorlarmış. Birden oğlan takılıp düşüyor ve canı yanıp ‘AHHHHH’ diye bağırıyor. İleride bir dağın tepesinden ‘AHHHHH’ diye bir ses duyuyor ve şaşırıyor.
    Merak ediyor ve ‘SEN KİMSİN?’ diye bağırıyor.

    Aldığı cevap ‘SEN KİMSİN?’ oluyor.

    Aldığı cevaba kızıp ‘SEN BİR KORKAKSIN’ diye tekrar bağırıyor. Dağdan gelen ses ‘SEN BİR KORKAKSIN’ diye cevap veriyor. Çocuk babasına dönüp ‘BABA NE OLUYOR BÖYLE?’ diye soruyor. ‘OĞLUM’ diyor adam, DİNLE VE ÖĞREN!’ ve dağa dönüp ‘SANA HAYRANIM’ diye bağırıyor.

    Gelen cevap ‘SANA HAYRANIM!’ oluyor.

    Baba tekrar bağırıyor, ‘SEN MUHTEŞEMSİN!’

    Gelen cevap ; ‘SEN MUHTEŞEMSİN!’ Oğlan çok şaşırıyor, ama halen ne olduğunu anlayamıyor.

    Babası açıklamasını yapıyor, ‘İnsanlar buna ‘Yankı’ derler, ama aslında bu ‘Yaşam’dır’. Yaşam daima sana senin verdiklerini geri verir. Yaşam yaptığımız davranışların aynasıdır. Daha fazla sevgi istediğin zaman daha çok sev! Daha fazla şevkat istediğinde, daha şevkatli ol! Saygı istiyorsan insanlara daha çok saygı duy. İnsanların sabırlı olmasını istiyorsan sende daha sabırlı olmayı öğren. Bu kural yaşamımızın bir parçasıdır, her kesiti için geçerlidir.’ Yaşam bir tesadüf değil, yaptıklarınızın aynada bir yansımasıdır.








    Günaydın Türkiye .... Uyanın Artık!!! ( Her Nerde Yaşıyor Ve Yaşatılıyorsa...)
    Aşağıdaki yazıyı bir ortaokul öğrencisi okulunun duvar gazetesine Yazmış.

    “Bu ülkede yaşayan her insanın bağımsızlığını ve demokrasisini borçlu oldugu insan : ATATÜRK...

    Gençliğinde kot pantolon giyememiş... Sevgilisinin elinden tutup hasilat rekorları kıran bir sinema filmine gidememiş...

    Padişah ona Trablusgarp Cephesi’nde görev verdiğinde, lüks uçak şirketinin, “First Class” koltuğunda viskisini yudumlayarak görev Yerine gidememiş...

    Halkına bağımsızlık fikrini anlatabilmek için kortej eşliğinde Mersedes’lerle gezememiş Anadolu’yu... Kurtuluş hareketini başlatmak için 19 Mayıs’ta Samsun’a ayak basan ayağında spor ayakkabısı ya da kovboy çizmesi yokmuş...

    Kazandığı her savaştan sonra savaş sahasına firlayıp moral veren mini etekli ponpon kızlar da yokmuş...
    Tarih kitaplarına bakılırsa, Yunanlıları İzmir’den denize döktükten sonra timsah yürüyüşü de yapmamışlar...

    Ülkesinde yapacağı devrimleri, inkilapları unutmamak için not alacağı bir cep bilgisayarı olmadığı gibi, kendisine suikast girişiminde bulunacakları da cep telefonundan öğrenememiş!

    Atatürk için üzülüyorum. Dağ gibi adam, bir radyo programına faks çekemeden, İsmet Paşa için Safiye Ayla’dan bir istek parçası isteyemeden gitti.

    Lozan Zaferi’nden sonra veya Cumhuriyet’in ilanından sonra arabaya atlayıp sabahlara kadar korna çalıp, elinde bayraklarla sokaklarda tur atamadı. Evinin balkonuna çıkıp, bir şarjör mermiyi havaya sıkamadı.

    Atatürk’e acıyorum...Sen kalk, dört kadınla evlenebileceğin bir dönemde dünyaya gel, sonra değerini bilmeyip tek kadınla evlilik sistemini getir. Aaaah ah...

    Çılgın diskolara gitmek, sabahlara kadar içip içip rok yapmak, babasının mersedesini alıp şöyle bir Emirgan turu çekmek dururken... Bunları yapmadı Atatürk... Keyif çatmadı...

    Tüm hayatını ülkesinin kurtuluşuna ve uygarlaşmasına harcadı...

    ONUN İÇİN BÜYÜK ADAMDI..!









    90/10 Sırrını Keşfedin
    90/10 Sırrını keşfedin : Bu hayatınızı değiştirecek.
    Bir örnek verelim. Ailenizle kahvaltı yapıyorsunuz. Kızınız, kahve fincanına çarpıyor ve bir fincan kahve gömleğinizin üzerine dökülüyor. Biraz önce olan olay üzerinde hiç bir kontrolünüz yok. Sonradan olacaklar ise sizin davranışınıza göre belirlenecek. Lanet ediyorsunuz. Kahveyi üzerinize döktüğü için kaba bir şekilde Kızınızı azarlıyorsunuz.

    Kızınız üzülüyor ve ağlamaya başlıyor. Kızınızı azarladıktan sonra eşinize dönüyor ve kahve fincanını masanın kenarına çok yakın koyduğu için eleştiriyorsunuz.

    Bunu kısa bir sözlü tartışma takip ediyor. Öfkeyle üst kata çıkıyor ve gömleğinizi değiştiriyorsunuz.

    Aşağıya indiğinizde Kızınızı, ağlamaktan dolayı kahvaltısını bitirememiş ve okul için hazırlanamamış bir halde buluyorsunuz. Kızınız otobüsü kaçırıyor.

    Eşinizin işe gitmek için hemen çıkması gerekiyor. Hemen aceleyle arabanıza koşuyorsunuz ve Kızınızı okula bırakmak üzere hareket ediyorsunuz. Geç kaldığınız için, saatte 30 mil hız sınırlaması olmasına rağmen saatte 40 mil hızla gidiyorsunuz. 15 dakikalık gecikmeden ve hız limitini aştığınız için ödediğiniz 60$ trafik cezasından sonra okula ulaşıyorsunuz. Kızınız size “Hoşçakal” demeden binaya koşuyor.

    Ofise 20 dakika gecikmeyle geliyorsunuz ve evrak çantasını evde unuttuğunuzu anlıyorsunuz. Gününüz korkunç bir şekilde başladı! Devam ettikçe, kötüleşiyor, daha da kötüleşiyor sanıyorsunuz. Eve gitmeyi dört gözle bekliyorsunuz. Eve ulaştığınızda eşiniz ve Kızınızla olan ilişkilerinizde araya sıkıştığınızı sanıyorsunuz.

    Neden? Sabahleyin nasıl tepki verdiğinize bağlı olarak! Neden kötü bir gün geçirdiniz?

    A) Kahve sebep oldu

    B) Kızınız sebep oldu

    C) Polis sebep oldu

    D) Siz sebep oldunuz

    Cevap “D” şıkkı. Kahvenin dökülmesinde sizin bir kontrolünüz yoktu. Sizin gününüzün kötü geçmesine o 5 saniye içindeki davranışlarınız sebep oldu.

    Olabilecek ve olması gereken ise şöyleydi.

    Üzerinize kahve sıçradı. Kızınız ağlamak üzere. Siz nazikçe “Tamam tatlım, bir dahaki sefere biraz daha dikkatli olman gerek” diyorsunuz. Havluyu kaptığınız gibi üst kata çıkıyorsunuz. Gömleğinizi değiştirip, evrak çantasını aldıktan sonra aşağıya iniyorsunuz ve aynı anda pencereden Kızınızın otobüse bindiğini görüyorsunuz. Kızınız geri dönüp el sallıyor. Siz ve eşiniz ise gitmek için birlikte çıkmadan önce öpüşüyorsunuz. 5 dakika önce işe geliyorsunuz ve çalışma arkadaşlarınıza neşeli bir şekilde selam veriyorsunuz.

    Patronunuz ne kadar güzel bir günde olduğunuz hakkında konuşuyor. Farka bakın!

    İki farklı senaryo. İkisi de aynı başladı. İkisi de farklı bitti. Neden?

    90/10 sırrı inanılmazdır! Çok azımız bunun farkındadır. Sonuç? Pek çok insan gereksiz yere stresten, dertlerden, problemlerden ve başağrısından acı çekmektedir.

    Bu sır nedir?

    Hayatın %10’u, sizin başınıza gelenlerden oluşur. Hayatın diğer %90’ına ise sizin bu başınıza gelenlere nasıl davrandığınızla karar verilir.

    İnsanlar anlamsız şeyler söyler ve yaparlar. İnsanlar hasta olurlar. Arabalar bozulurlar. Uçaklar geç kalır ve bütün planlarımızı alt üst ederler. Trafikte bir sürücü canımızı sıkabilir v.s. Bu %10’luk kısım tamamen bizim kontrolumüz dışında gerçekleşir.

    Diğer %90’lık kısım farklıdır. Diğer %90’lık kısmı siz belirlersiniz.

    Nasıl? Olaylara yaklaşımınızla! Nasıl tepki verdiğinize bağlı olarak. Gerçekten olanların %10’unda hiç bir kontrolünüz yok. Diğer %90’ı ise sizin tepkinizle belirlenir.








    20 $ İsteyen var mı?
    İyi bilinen bir konuşmacı, seminerine 20 dolarlık bir banknotu göstererek başladı.200 kişinın bulunduğu odaya, bu parayı kim ister diye sordu ve eller kalkmaya başladı.
    Ve konuşmacı bu parayı sizlerden birine verceğim fakat öncelikle bazı şeyler yapacağım dedi.
    Parayı önce buruşturdu, ve dinleyicilere hala bu parayı isteyen varmı diye sordu, eller yine havadaydı. Bu sefer, konuşmacı peki bunu yaparsam dedi ve 20 $'ı yere attı onun üstüne bastı, ezdi, pisletti ve para şimdi pis ve buruşuktu, fakat eller yine havadaydı ve o parayı herkes istiyordu.
    Ve konuşmacı şöyle dedi -arkadaşlarım burada çok önemli birşey öğrendiniz, burada paraya ne yaptıysam hiç önemli değil onu yinede istiyorsunuz, çünkü benim ona yaptığım şeyler onun değerini düşürmedi, o hala 20 dolar.

    Hayatımızda çoğu kez verdiğimiz kararlar veya hayat şartları nedeniyle hırpalanır, canımız acıtılır, yerden yere vuruluruz, kendimizi kötü hissederiz, fakat ne olduğu yada ne olacağı önemli değil, hiçbirzaman değerimizi kaybetmeyiz, temiz yada pis, hırpalanmış yada kırılmış, bunların hiçbiri önemli değildir. Seni sevenler senin ne kadar değerli olduğunu herzaman bileceklerdir.
    Hayatımızın değeri ne yaptığımız, veya kimi tanıdığımızla değil kim olduğumuzla alakalıdır. Sen mükemmelsin, bunu asla unutma. Herzaman elinde olanları düşün olmayanları değil.






    Önemli Ders 1
    Birinci ve de en önemli ders. Okuldaki ikinci ayımda, hocamız test
    sorularını dağıttı. Ben okulun en iyi öğrencilerinden biriydim. Son soruya
    kadar soluk almadan geldim ve orada çakıldım kaldım. Son soru şöyleydi:
    "Hergün okulu temizleyen hademe kadının ilk adı nedir?.."
    Bu herhalde bir çeşit şaka olmalıydı.Kadını yerleri silerken hemen hergün
    görüyordum. Uzun boylu, siyah saçlı bir kadındı.50'lerinde falan olmalıydı.
    Ama adını nerden bilecektim ki!..Son soruyu yanıtsız bırakıp kağıdı teslim
    ettim.Süre biterken bir öğrenci, son sorunun test sonuçlarına dahil olup
    olmadığını sordu."Tabii dahil" dedi, hocamız..
    "İş yaşamınız boyunca insanlarla karşılaşacaksınız. Hepsi birbirinden farklı insanlar.
    Ama hepsi sizin ilginiz ve dikkatinizi hakeden insanlar bunlar. Onlara
    sadece gülümsemeniz ve "Merhaba" demeniz gerekse bile..

    " Bu dersi hayatım boyunca unutmadım. Hademenin adı da.. Dorothy idi."








    Önemli Ders 2
    Yağmurda otostop!..Bir gece vakti geceyarısına doğru Alabama otoyolunun
    kenarında duran bir zenci kadın gördüm.Bardaktan boşanırca yağan yağmura
    rağmen, bozulan arabasının dışında duruyor ve dikkati çekmeye çalışıyordu.
    Geçen her arabaya el sallıyordu.Yanında durdum. 60'lı yıllarda bir beyazın bir zenciye hem de
    Alabama'da yardıma kalkışması pek olağan şeylerden değildi.Onu kente kadar
    götürdüm. Bir taksi durağına bıraktım. Ayrılırken
    ille de adresimi istedi verdim. Bir hafta sonra kapım çalındı. Muazzam bir
    konsol televizyon indiriyordu adamlar. Bir de not ekliydi, armağanda..
    "Geçen gece otoyolda bana yardımınıza teşekkür ederim. O korkunç yağmur sadece
    elbiselerimi değil, ruhumu da sırılsıklam etmişti. Kendime güvenimi yitirmek üzereydim,
    siz çıka geldiniz. Sizin sayenizde ölmekte olan kocamın yatağının başucuna
    zamanında ulasmayı başardım. Biraz sonra son nefesini verdi. Tanrı bana
    yardım eden sizi ve başkalarına karşılık beklemeksizin yardım eden herkesi kutsasın!..
    En iyi dileklerimle...

    Bayan Nat King Cole."








    Önemli Ders 3
    Size hizmet edenleri hep hatırlayın..
    Bir pastanın üç otuz cente satıldığı günlerde 10 yaşında bir çocuk pastaneye girdi.
    Garson kız hemen koştu.. Çocuk sordu: "Çukulatalı pasta kaç para?.." "50 cent!.."
    Çocuk cebinden çıkardığı bozukları saydı..Bir daha sordu: "Peki dondurma ne kadar.."
    35 cent" dedi garson kız sabırsızlıkla... Dükkanda yığınla müşteri vardı ve
    kız hepsine tek başına koşuşturuyordu. Bu çocukla daha ne kadar vakit
    geçirebilirdi ki... Çocuk parasını bir daha saydı ve "Bir dondurma alabilir
    miyim lütfen" dedi. Kız dondurmayı getirdi. Fişi tabağın kenarına koydu ve
    öteki masaya koştu. Çocuk dondurmasını bitirdi. Fişi kasaya ödedi.Garson kız
    masayı temizlemek üzere geldiğinde, gözleri doldu birden.Masayı sanki akan
    yaşları temizleyecekti. Boş dondurma tabağının yanında çocuğun bıraktığı 15
    centlik bahşiş duruyordu...







    Önemli Ders 4
    Yolumuzdaki engeller...
    Eski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine
    kocaman bir kaya koydurmuş, kendisi de pencereye oturmuştu. Bakalım neler
    olacaktı?. Ülkenin en zengin tüccarları, en güçlü kervancıları, saray
    görevlileri birer birer geldiler, sabahtan öğlene kadar. Hepsi kayanın
    etrafından dolaşıp saraya girdiler. Pek çoğu kralı yüksek sesle eleştirdi.
    Halkından bu kadar vergi alıyor, ama yolları temiz tutamıyordu.Sonunda bir
    köylü çıkageldi. Saraya meyve ve sebze getiriyordu. Sırtındaki küfeyi yere
    indirdi, iki eli ile kayaya sarıldı ve ıkına sıkına itmeye başladı. Sonunda
    kan ter içinde kaldı ama, kayayı da yolun kenarına çekti. Tam küfesini
    yeniden sırtına almak üzereydi ki, kayanın eski yerinde bir kesenin
    durduğunu gördü. Açtı... Kese altın doluydu. Bir de kralın notu vardı
    içinde...altınlar kayayı yoldan çeken kişiye aittir" diyordu kral. Köylü,
    bugün dahi pek çoğumuzun farkında olmadığı bir ders almıştı. "Her engel,
    yaşam koşullarınızı daha iyileştirecek bir fırsattır..."








    Önemli Ders 5
    Önemli olan vermektir...
    Yıllar önce hastanede çalışırken, ağır hasta bir kız
    getirdiler. Tek yaşam şansı beş yaşındaki kardeşinden acil kan nakli idi.
    Küçük oğlan aynı hastalıktan mucizevi şekilde kurtulmuş ve kanında o
    hastalığın mikroplarını yok eden bağışıklık oluşmuştu. Doktor durumu beş
    yaşındaki oğlana anlattı ve ablasına kan verip vermeyeceğini sordu. Küçük
    çocuk bir an duraksadı. Sonra derin bir nefes aldı ve "Eğer kurtulacaksa,
    veririm kanımı" dedi. Kan nakli ilerlerken, ablasının gözlerinin içine bakıyor
    ve gülümsüyordu. Kızın yanaklarına yeniden renk gelmeye başlamıştı, ama küçük
    çocuğun yüzü de giderek soluyordu... Gülümsemesi de yok oldu. Titreyen bir
    sesle doktora sordu:
    " Hemen mi öleceğim?.."

    Küçük, doktoru yanlış anlamış, ablasına vücudundaki bütün kanı verip, öleceğini sanmıştı.








    Küçük Bir Tebessüm
    Küçük kız, hüzünlü bir yabancıya gülümsedi. Bu gülümseme adamın kendisini daha iyi hissetmesine sebep oldu. Bu hava içinde yakın geçmişte kendisine yardım eden bir dosta teşekkür etmediğini hatırladı. Hemen bir not yazdı, yolladı. Arkadaşı bu teşekkürden o kadar keyiflendi ki, her öğlen yemek yediği lokantada garson kıza yüklü bir bahşiş bıraktı. Garson kız ilk defa böyle bir bahşiş alıyordu.
    Akşam eve giderken, kazandığı paranın bir parçasını her zaman köşe başında oturan fakir adamın şapkasına bıraktı. Adam öyle ama öyle minnettar oldu ki. İki gündür boğazından aşağı lokma geçmemişti. Karnını ilk defa doyurduktan sonra, bir apartman bodrumundaki tek odasının yolunu ıslık çalarak tuttu. Öyle neşeliydi ki, bir saçak altında titreşen köpek yavrusunu görünce, kucağına alıverdi.

    Küçük köpek gecenin soğuğundan kurtulduğu için mutluydu. Sıcak odada sabaha kadar koşuşturdu. Gece yarısından sonra apartmanı dumanlar sardı. Bir yangın başlıyordu. Dumanı koklayan köpek öyle bir havlamaya başladı ki, önce fakir adam uyandı, sonra bütün apartman halkı. Anneler, babalar dumandan boğulmak üzere olan yavrularını kucaklayıp, ölümden kurtardılar.

    Bütün bunların hepsi, beş kuruşluk bile maliyeti olmayan bir TEBESSÜMÜN sonucuydu.








    Mutluluklar-1
    Buda'nın dedigi gibi:
    " There's no way to happiness , happiness is the way! "


    Rivayete göre; bir gün tanrılar bir araya gelmiş ve mutluluğu nasıl saklasalar da insanlık ona erişemese, bulamasa diye tartışıyorlarmış...

    Dağların tepesi, denizin dibi, güneşe veya aya derken, insanlığın merakı ile tüm buralara ulaşıp mutluluğun bulunacağı konusunda hemfikir olmuşlar ve bu arayışlarına çözüm bulamazken, içlerinden bir tanrı :

    " İnsanın içine saklayalım, oraya bakmayı akıl edemezler demiş... "






    Bakış Açısı
    İki şapka üreticisi şirket için işe yeni aldıkları iki pazarlamacı delikanlıyı Afrika'ya göndermişler. Birinci delikanlı kısa süre sonra merkeze şu mesajı göndermiş:
    "Burada kimse şapka giymiyor. Satış olasılığı yok."

    İkinci delikanlının mesajı şöyleymiş:

    "Burada kimsenin şapkası yok. Satış imkanı çok..."






    Bir Askerin Hayatı
    Vietnamda savaştıktan sonra evine dönmekte olan bir asker hakkında bir
    hikaye anlatırılır...
    San Fransisco dan ailesini aradı ve:

    ''Anne baba,eve dönüyorum ama sizden bir şey rica ediyorum.

    Yanımda bir arkadaşımı da getirmek istiyorum.''Memnuniyetle... onunla tanışmak isteriz,'' diye cevapladılar.

    Oğulları:''Bilmeniz gereken bir şey var''diye devam etti. ''Arkadaşım savaşta ağır yaralandı.Bir mayına bastı ve bir koluyla ayağını kaybetti. Gidecek hiç bir yeri yok, onun gelip bizle kalmasını istiyorum.''Bunu duyduğuma üzüldüm oğlum. Belki onun başka bir yer bulmasına yardımcı olabiliriz.''

    ''Hayır anne,baba onun bizimle yaşamasını istiyorum.'' ''Oğlum'' dedi babası, ''Bizden ne istediğini bilmiyorsun.Onun gibi özürlü biri bize korkunç yük olur. Bizim kendi hayatımız var, ve bunun gibi bir şeyin hayatımıza engel olmasına izin veremeyiz. Bence bu arkadaşını unutup eve dönmelisin. O kendi başının çaresine bakacaktır.''

    Oğlu o anda telefonu kapattı. Ailesi ondan bir süre haber alamadı. Ama bir kaç gün sonra, San Francisco polisinden bir telefon geldi.Oğullarının yüksek bir binadan düşüp öldüğünü öğrendiler. Polis bunun intihar olduğuna inanıyordu.Üzüntü dolu anne-baba hemen San Francisco ya uçtular ve oğullarının cesetini tesbit etmek için şehir morguna götürdüler. Onu tanıdılar, ve bilmedikleri bir şey daha öğrenince dehşete düştüler.

    ve ve veeee...

    Oğullarının sadece bir kolu ve bir bacağı vardı!...










    Yan masalardan bile şaşkın yüzler delikanlıya baktı... Kahveye tuz!.. Delikanlı kıpkırmızı oldu utançtan, ama tuzu kahvesine döktü ve içmeye başladı. Kız, merakla "Garip bir ağız tadınız var" dedi..

    Delikanlı anlattı:

    "Çocukken deniz kenarında yaşardık. Hep deniz kenarında ve denizde oynardım. Denizin tuzlu suyunun tadı ağzımdan hiç eksilmedi. Bu tatla büyüdüm ben.. Bu tadı çok sevdim. Kahveme tuz koymam bundan. Ne zaman o tuzlu tadı dilimde hissetsem, çocukluğumu, deniz kenarındaki evimizi ve mutlu ailemi hatırlıyorum. . Annemle babam hala o deniz kenarında oturuyorlar... Onları ve evimi öyle özlüyorum ki.."

    Bunları söylerken gözleri nemlenmişti delikanlının... Kız dinlediklerinden çok duygulanmıştı. İçini bu kadar samimi döken, evini, ailesini bu kadar özleyen bir adam, evi, aileyi seven biri olmalıydı. Evini düşünen, evini arayan, evini sakınan biri... Ev duyusu olan biri... Kız da konuşmaya başladı... Onun da evi uzaklardaydı.. Çocukluğu gibi... O da ailesini anlattı. Çok şirin bir sohbet olmuştu... Tatlı ve sıcak...

    Ve de bu sohbet öykümüzün harikulade güzel başlangıcı olmuştu tabii... Buluşmaya devam ettiler ve her güzel öyküde olduğu gibi, prenses, prensle evlendi. Ve de sonuna kadar çok mutlu yaşadılar. Prenses ne zaman kahve yapsa prensine içine bir kaşık tuz koydu, hayat boyu... Onun böyle sevdiğini biliyordu çünkü...

    40 yıl sonra, adam dünyaya veda etti. "Ölümümden sonra aç" diye bir mektup bırakmıştı sevgili karısına... Şöyle diyordu, satırlarında...

    "Sevgilim, bir tanem... Lütfen beni affet. Bütün hayatımızı bir yalan üzerine kurduğum için beni affet. Sana hayatımda bir tek kere yalan söyledim... Tuzlu kahvede... İlk buluştuğumuz günü hatırlıyor musun?.Öyle heyecanlı ve gergindim ki, şeker diyecekken 'Tuz' çıktı ağzımdan... Sen ve herkes bana bakarken, değiştirmeye o kadar utandım ki, yalanla devam ettim. Bu yalanın bizim ilişkimizin temeli olacağı hiç aklıma gelmemişti. Sana gerçeği anlatmayı defalarca düşündüm. Ama her defasında korkudan vazgeçtim. Şimdi ölüyorum ve artık korkmam için hiçbir sebep yok...

    İşte gerçek... Ben tuzlu kahve sevmem. O garip ve rezil bir tat.. Ama seni tanıdığım andan itibaren bu rezil kahveyi içtim. Hem de zerre pişmanlık duymadan. Seninle olmak hayatımın en büyük mutluluğu idi ve ben bu mutluluğu tuzlu kahveye borçluydum.

    Dünyaya bir daha gelsem, herşeyi yeniden yaşamak, seni yeniden tanımak ve bütün hayatımı yeniden seninle geçirmek isterim, ikinci bir hayat boyu daha tuzlu kahve içmek zorunda kalsam da.."

    Yaşlı kadının gözyaşları mektubu sırılsıklam ıslattı. Lafı açıldığında birgün biri, kadına "Tuzlu kahve nasıl bir şey" diye soracak oldu...

    Gözleri nemlendi kadının...

    "Çok tatlı!..." dedi...








    Gerçek Fakirlik
    Günlerden bir gün bir baba ve zengin ailesi oğlunu köye götürdü. Bu yolculuğun tek amacı vardı, insanların ne kadar fakir olabileceklerini oğluna göstermek. Çok fakir bir ailenin çiftliğinde bir gece ve gün geçirdiler.Yolculuktan döndüklerinde baba oğluna sordu,
    "İnsanların ne kadar fakir olabildiklerini gördün mü?"
    "Evet!” "Ne öğrendin peki?" Oğlu yanıt verdi,
    "Şunu gördüm: bizim evde bir köpeğimiz var, onlarınsa dört. Bizim bahçenin ortasına kadar uzanan bir havuzumuz var, onlarınsa sonu olmayan bir dereleri. Bizim bahçemizde ithal lambalar var, onlarınsa yıldızları. Bizim görüş alanımız on avluya kadar, onlarsa bütün bir ufku görüyorlar." Oğlu sözünü bitirdiğinde babası söyleyecek bir şey bulamadı. Oğlu ekledi, “Teşekkürler, baba, ne kadar fakir olduğumuzu gösterdiğin için!”









    Bütün Servetini Verir misin ?
    Bir gün Avrupanın ünlü sanat merkezi kentlerinden birinde gezen çocuğun biri bir vitrinde çok hoş bir tablo görür. Tablo belliki oldukça pahalıdır.
    Çocuk bu tabloyu bir sonraki sene abisinin doğum gününe almayı ister ve bir iş bulup kıt kanaat geçinerek biriktirdiği tüm para ile o magazaya gider. Sanşlıdır tablo hala satılmamıştır. İçeri girer ve tabloyu bir süre yakından izledikten sonra resmi yapan sanatçıyı bulur ve ‘Abimin doğum günü için bu resmi satın almak istiyorum’ tüm paramda bu kadar der. Ressam bir süre düşündükten sonra. Resmi paketler ve resmi satar.

    Çocuk paketini alır ve teşekkür ederek çıkar.

    Mağazada adamın arkadaşlarıda vardır ve saşkın saşkın sorarlar

    - Sen ne yaptın o resmin değeri milyonlar ederdi. Neden bu kadar cüzi bir rakama sattın?

    Adam cevap verir:

    Evet ben bu resme milyonlarını verecek bir sürü insan bulabilirdim.
    Ancak tüm servetini bu resme verecek kaç kişi bulabilirdim...









    Aradaki Cam
    Bir araştırma okudum ve dünyam değişti. Meğer sınırlarını zorlamalıymış insan, zincirlerini kırmalıymış. Hepimiz kurduğumuz ufak ve sınırlı dünyalarda yaşayan minik yaratıklarız. Mutlu olmayı başarabilenler, kabına sığmayanlar sadece.

    Amerikadaki Woods Hole Osinografi Enstitüsünde bir deney yapılmış. Bir akvaryumu camla ortadan ikiye bölmüşler. Olmuş iki akvaryum.
    Peki ya sonra? Sonra bir tarafa yırtıcı barrakuda balığını koymuşlar, diğer tarafa da gariban dubar balığını yerleştirmişler. Bu arada hemen belirteyim, barrakuda bizim denizlerimizde pek sık rastlanan bir cins değil. Daha ziyade okyanuslarda yaşıyor. Bence köpek balığından daha tehlikeli.
    Nedenine gelince, insanı bir lokmada yutmuyor, küçük küçük lokmalar halinde tadına vararak yiyor. Tam bir ‘gurme’ anlayacağınız.
    Neyse, konuyu dağıtmayalım, dubarıyı gören barrakuda ağzının suları akarak o yöne doğru hamle yapmış. Tabii kafayı aynen cama vurmuş. Birkaç denemede daha bulunan barrakuda kafayı gözü dağıtmış. Ne yaptıysa dubara ulaşıp afiyetle yiyememiş. Sonunda bakmış ki bu iş olmayacak, ava gittikçe avlanacak, bırakmış macerayı. Araştırmacılar daha sonra aradaki cam engeli ortadan kaldırmışlar. Bizim barrakuda engel kalktığı halde dubaraya hiç saldırmamış.

    Bu hadiseden sonra barrakuda sınırlarını öğrenmiş ve haddini bilmiş.
    Aslında kendimizi araştırmada kullanılan barrakuda balığına benzetebiliriz. Bir şeye karar veririz, iştahımız kabarır ve onu elde etmek isteriz. İlk denemelerimizde başarısız olabiliriz. Belki daha sonraki denemelerde de... Ama bir gün o arzuladığımız şeye ulaşacak gücümüz ve imkanımız olduğu halde ve belki engeller de ortadan kalktığında, sadece umutlarımızı yitirdiğimiz ve hayal kırıklığına uğradığımız için vazgeçeriz. Ne kötü değil mi?

    Küçük bir çocukken bize çok kötü resim yaptığımız, asla ressam olamayacağımız söylenir belki. Resim yapmayı sevdiğimiz halde bu sevdadan vazgeçeriz. Ya da şarkı söylemeyi denesek sesimizin ne kadar bet olduğundan söz eder, umutlarımızı kırar bazıları... Böylece sınırlanır kalırız. Ben resim yapamam, şarkı söyleyemem, basket atamam, iyi yüzemem, kibar olamam, güzel konuşamam, romantik olamam diye düşünürüz.









    E-Mail Sendromu
    İşsizin biri, temizlik işleri için Microsoft’a başvurur. Insan Kaynaklari, bir öngörüşmenin ardindan test (yeri temizlemek) yaparlar ve “işe alindin, e-mail adresini ver, sana başvuru formunu göndereyim, ayni zamanda, ise başlamak için gelecegin günü bildiririm” der. Adam çaresiz, bilgisayarının, ve dolayısı ile e-mail adresinin olmadığını söyler. İnsan Kaynaklarından, onun adına üzüldüklerini, fakat e-mail’i yoksa, kendisinin de varolmadığını ve kendisi de olmadığı için ise alınamayacağını söylerler.
    Adam umutsuzca, ne yapacağını bilmeden, cebinde sadece 10$ ile çıkar Ve bir markete girerek 10 kiloluk bir kasa domates alır. Kapı kapı dolaşarak, 2 saat içersinde sermayesini ikiye katlar. İşemi birkaç kere daha tekrar eder ve akşam eve döndüğünde 60$’ı vardır. Ve bu şekilde yaşayabileceğini anlar, her sabah erkenden evinden çıkar ve akşam gec saatlere kadar çalışır, ve her gün parasını üçe, dörde katlar. Az bir zaman sonra, bir el arabası alır, bunu bir kamyonla değiştirir ve bir süre sonra artık, birçok araçtan oluşan bir nakliye şirketi sahibidir.

    5 sene geçer, adamımız Birleşik Devletlerin en büyük gıda nakliye şirketlerinden bir tanesinin sahibidir artık. Artık ailesini ve geleceğini düşünmektedir, ve hayat sigortası yaptırmaya karar verir. Bir sigorta şirketini arar, kendine uygun bir plan seçer ve konuşma biterken, sigortacı, teklifi gönderebilmek için adamın e-mail adresini ister. Adam e-mail ‘inin olmadığını söyler, “Şaşirtici”, der sigortacı, e-mail’iniz yok ve bu hanedanlığı kurabildiniz, düşünün, ya bir de e-mail adresiniz olsaydı..

    ” Adam düşünür ve şu cevabi verir: - Microsoft’ta temizlikçi olurdum!!









    Microsoft vs Volkswagen
    Bill Gates microsoftun bir seminerinde bilgisayar sektöründeki gelişmenin hızını anlatmak için şöyle bir benzetme yapmış.
    “Eğer Volkswagen firması son 25 yıl içinde bilgisayar sektörü kadar hızlı gelişmiş olsaydı bugün 500 dolara alacağımız arabalara 25 dolarlık benzin koyup dünya turu atmamız mümkün olacaktı”

    Birkaç gün sonra VW firmasının bir basın açıklaması yayınlanmış.

    “Eğer otomotiv sektörü Bill Gates in işletim sistemi gibi gelişmiş olsaydı, her alacağımız arabada tek koltuk olacak, diğer koltuklar için ekstra lisans parası ödemek zorunda kalacaktık; arabamız sadece bizim ürettiğimiz benzinle çalışacak; gösterge tablosundaki tüm ikaz ve uyarı ışıkları yerine üzerinde ARABANIZ GEÇERSİZ BİR İŞLEM YÜRÜTTÜ VE KAPATILACAKTIR yazan tek bir lamba olacaktı. Ayrıca her kazadan sonra arabanın hava yastıkları açılmadan önce bir düğmenin üzerinde HAVA YASTIKLARI AÇILACAK EMİN MİSİNİZ diyen bir ışık yanacaktı”










    Japon Taşçı
    O, yoksul bir taşçıydı. Her gün kayaları parçalıyordu. İşi çok ağırdı ; ama çok az aylık alıyordu. Bu yüzden hayatından hiç memnun değildi. " Ben başkalarından daha cok calışıyorum!" diye düşünüyordu. " Benim işim onlarınkinden ağır ve ben onlardan daha az kazanıyorum. Zengin olmak istiyorum. Biraz dinlenirim ve güzel elbiselerim olur. " O anda gökten bir melek indi. Ona, "Zengin olacaksın, güzel elbiselerin olacak" dedi. Taşçı hemen zengin oluverdi. Artık onun da güzel elbiseleri vardı. ve bir iş yapmak zorunda da değildi. Günün birinde kral, onu sarayına davet etti. Sarayın güzelliğine hayran oldu. Kral ondan daha zengindi. Bu yüzden üzüldü. "Ben de kral olmak istiyorum" dedi. Gökten bir melek geldi ve onu kral yaptı. Şimdi bütün gün hiç çalışmıyordu. Çok sıcak bir gündü. Güneş ışınlarını saçıyor , yeryüzü yanıyor mu yanıyordu. Kral kızdı; güneş ondan nasıl güçlü olurdu ki? Yaşamı yine sevmez olmuştu." Güneş olmak istiyorum! " dedi. Melek onu bu kez de güneş yaptı. Şimdi güneş, ışınlarını saçıyor ve dünyada her sey yanıyordu. Ama bir bulut geldi, dünyayla onun arasına girdi. Işınları artık dünyaya ulaşmıyordu. Güneş kızdı; "Bu nedir böyle? Ben buluta hiçbir şey yapamıyorum. Ondan daha kuvvetli olmak istiyorum" deyince melek onu bu kez bulut yaptı. Az sonra bulut, yağmura dönüştü. Yağmurlar toprağa , oradan nehirlere ulaştı. Nehirlerin suları çoğaldıkça çoğaldı. Evleri, tarlaları seller bastı. İnsanlar hayvanlar, tarlalar perişan oldu. Ama sular, kayalara hiç bir şey yapamıyordu. Bulut öfkelendi. "Bu kadar çok su nasıl olurda kayaları aşamaz. Kaya olmak istiyorum. " Melek hemen geldi ve onu kaya yaptı. Artık güneşten ve buluttan daha güçlüydü. Aradan çok zaman geçmedi. Elinde balyozla bir adam çıkageldi ve ondan parçalar koparmaya başladı. "Bu da nesi?" dedi kaya. " Ben bu adamdan zayıfım. " Sonra birden anladı kuvvetin kaynağının mutluluk olduğunu ve pişmanlıkla haykırdı: "İnsan olmak istiyorum!" Melek onun bu dileğini de yerine getirdi. Kaya insana dönüştü. Şimdi o adam yine kayalardan taşlar koparıyor. İşi ağır ve aylığı az; ama yaşamı seviyor ve mutlu.









    Savaşta
    Savaşın en kanlı günlerinden biri.. Asker, en iyi arkadaşinin az ileride kanlar içinde yere düştügünü gördü. Insanin başini bir saniye bile siperin üzerinde tutamayacagi ateş yagmuru altindaydilar.

    Asker tegmene koştu ve: “Teğmenim. Fırlayıp arkadaşımı alıp gelebilirmiyim?”
    Teğmen şaşırır, “Delirdin mi?” “Gitmeye değer mi? Arkadaşın delik deşik olmuş! Büyük olasılıkla ölmüştür bile… Kendi hayatını da tehlikeye atma sakın!”
    Asker ısrar etti ve Teğmen “Peki! Git o zaman!”dedi.

    İnanılması güç bir mucize! Asker o korkunç ateş yağmuru altında arkadaşına ulaştı. Onu sırtına aldı, koşa koşa döndü. Birlikte siperin icine yuvarlandılar. Teğmen, kanlar içindeki askeri muayene etti. Sonra onu sipere taşıyan arkadaşına döndü,
    “Sana değmez, hayatını tehlikeye atmana değmez, demiştim. Bu zaten ölmüş!”
    “Değdi teğmenim!” dedi asker… “Nasıl değdi?” dedi teğmen..

    “Bu adam ölmüş görmüyormusun?”
    Asker cevapladı, “Gene de değdi komutanım! Çünkü yanına ulaştığımda henüz sağdı... Onun son sözlerini duymak, dünyaya bedeldi benim için.”
    Ve arkadaşinin son sözlerini hiçkirarak tekrarladi: “Jim! Geleceğini biliyordum!.. Geleceğini biliyordum!”

    “Kalbimizde Arkadaşlık adında bir mucize var. Nasıl olduğunu veya nasıl başladığını anlamazsınız. Ama bu özel armağanı bilirsiniz ve Arkadaşlığın en büyük armağan olduğunu anlarsınız. Gerçekten de arkadaşlar çok nadide mücevherlerdir. Sizi gülümsetip başarmanız icin cesaret verirler. Sizi dinlerler ve kalplerini size açmak isterler. Bugün arkadaşlarınıza onlarla ne kadar ilgilendiğinizi gösterin.








    İnce Zeka
    Aaron Hacker’in emlak bürosunun önünde New York plakalı kırmızı, spor bir araba durdu. Arabadan inen şişman adam, büroya doğru yürüdü. Sıcaktan ter, ince elbisesinin üstüne kadar çıkmıştı. 50 yaşında görünüyordu. Yüzü heyecandan kızarmış, fakat kısık gözlerindeki kararlı, donuk bakış değişmemişti. İçeriye girince başıyla Aaron’a selam verdi.

    - ”Bay Hacker?” Aaron gülümseyerek,
    - ”evet benim, sizin için ne yapabilirim. Bay..?” Şişman adam,

    - ”Dill” diyerek kendisini tanıttı. ”Zamanım çok az, hemen konuya girsek iyi olacak.” dedi.

    - ”Benim için de iyi olur Bay Dill. İlgilendiğiniz belli bir yer var mı?”

    - ”Doğrusunu isterseniz, evet. Kasabanın kenarındaki eski bina.”

    - ”Sütunlu ev mi?”

    - ”Ta kendisi. Yanılmıyorsam üzerinde SATILIK tabelası var.” Aaron kuru bir sesle,

    - ”Evet, bizim satış listemizdedir.” Kalınca bir defterin yapraklarını karıştırdı. Sonra daktilo ile yazılmış bir sayfayı işaret etti:

    ”160 yıllık bina. 8 odası, 2 banyosu, otomatik gaz fırını, geniş terasları, çevresinde ağaçları var. Çarşıya, okula yakın. 750.000 dolar.”diye okudu ve ekledi:

    - ”Hala ilgileniyor musunuz?”

    Adam oturduğu yerde rahatsız olmuş gibi kıpırdandı. “Neden olmasın. Olumsuz bir yanı mı var?”

    Aaron, “Aslına bakarsanız,” dedi. “Bu evi defterime yalnızca yaşlı Sade Grim’in hatırı için kaydettim.Ev asla onun istediği kadar etmez. Uzun zamandır onarım görmemiş çok eski bir binadır. Kirişlerden kimi bir kaç yıl içinde çökecek durumda. Bodrumu ise yılın yarısında su ile doludur.”

    - ”Öyleyse sahibesi neden bu kadar çok istiyor.”

    Aaron omuz silkti. “Herhalde kendisi için manevi değeri olacak. Çok eskiden beri ailesine aitmiş.” Şişman adam gözlerini yerde gezdirdi. “Bu çok kötü.” dedi. Başını kaldırıp Aaron’a baktı ve çekingen bir biçimde gülümsedi. “Hoşuma gitmişti. O, nasıl söylesem bilemiyorum, tam aradığım evdi.”

    Aaron güldü. “100.000 dolara belki iyi bir alışveriş olurdu ama, 750.000 dolara...Sanırım Sade’in düşüncesini de anlıyorum. Hiç bir zaman fazla parası olmadı. Kendisine kentte çalışan oğlu bakıyordu. Sonra adam 5 yıl önce öldü. Onun için ev satmanın akıllıca bir iş olacağını biliyor. Fakat gönlü bir türlü evden ayrılmaya razı olamıyor. Bu yüzden eve kimsenin almaya yanaşamayacağı bir fiyat koyuyor. Böylece kendini avutuyor.”

    Üzgün bir ifade ile başını salladı.”Dünya ne kadar garip değil mi?”

    Dill soğuk bir sesle “Evet.” dedi. Sonra ayağa kalktı. “Kendisini bulup fiyatı biraz düşürmesini isteyeceğim.” Otomobilini Bn.Grim’in evinin önündeki yıkık dökük çürümüş tahta parmaklıkların önüne park etti. Evin çevresini tümüyle yabani otlar kaplamıştı. Kapıya çıkan kadın kısa boylu, beyaz saçlı idi. Yüzündeki hatlar, küçük inatçı görünüşlü çenesine kadar iniyordu. Havanın sıcak olmasına karşın sırtında kalın, yün bir örme hırka vardı.

    - ”Bay Dill olmalısınız.”dedi, “Aaron Hacker buraya gelmekte olduğunuzu telefonda söyledi. İçeri girmez misiniz?”

    - Dill, “Dışarısı korkunç derecede sıcak.” diye söylendi.

    - ”Öyleyse içeri girin. Buzluğa biraz limonata koymuştum. İçeriz.”

    İçerisi loş ve serindi. Pancurlar kapatılmıştı. Eski tarz geniş koltuklarla döşenmiş büyük bir salona girdiler. Yaşlı kadın ellerini sıkı kenetleyerek sallanan bir sandalyeye oturdu. Şişman adam öksürdü...

    - “Bn. Grim, az önce emlakçınız ile konuştum.”

    Kadın,”Tümünden haberim var.” diye sözünü kesti.

    - “Aaron fikrimi değiştirebileceğiniz düşüncesi ile sizi buraya yollamakla akılsızlık etmiş. Doğrusunu isterseniz amacımın bu olduğuna da pek emin değilim.”

    - ”Bayan Grim, sizinle biraz konuşabileceğimi sanmıştım.” Bn. Grim sallanan sandalyesini gıcırdatarak arkasına yaslandı.

    - ”Konuşmak için para alınmaz, ne istiyorsanız söyleyin.”

    - ”Evet, haklısınız.” Adam beyaz bir mendille yüzünün terini sildi.

    - ”İzin verirseniz anlatayım. Bir iş adamıyım. Bekarım.Uzun yıllar çalıştım ve iyi bir servet yaptım. Artık dinlenmeyi hak ettim. Yaşamımın sonlarını geçirebileceğim sakin bir yer arıyorum. Burayı sevdim. Bir kaç yıl önce Albany’ye giderken buradan geçmiştim. O zaman bir gün buraya yerleşebileceğimi düşünmüştüm. Bugün kasabadan tekrar geçerken, burayı gördüm. Tam istediğim yerdi.”

    - ”Burayı ben de severim, Bay Dill. Böyle oldukça yüksek bir fiyat isteyişimin nedeni de bu zaten.”

    Dill gözlerini kaldırıp yaşlı kadına baktı.

    - “Oldukça yüksek bir fiyat değil mi? Kabul etmelisiniz ki Bn.Grim, bu günlerde böyle bir ev en fazla...”

    ”Yeter.” diye bağırdı kadın.

    - “Bay Dill bu konuda sizinle kesinlikle tartışmak istemiyorum. Eğer istediğim parayı vermeyecekseniz, üzerinde durmayalım.”

    - ”Fakat, Bn. Grim.”

    - ”İyi günler Bay Dill.”

    Adamın da aynı şeyleri yapmasını belirten bir tavırla ayağa kalktı. Fakat adam kalkmadı.

    - “Bir dakika bayan, delilik olduğunu biliyorum ama, istediğiniz parayı ödeyeceğim.”

    Yaşlı kadın uzun süre adama baktı.

    - “Emin misiniz, Bay Dill?”

    - ”Kesinlikle, yeterince param var. Eğer evi satmanızın tek yolu buysa, parayı alacaksınız.”

    Grim hafifçe gülümsedi.

    - ”Sanırım limonata iyice soğumuştur. Size getireyim. Siz içerken ben de evi anlatırım.”

    Kadın elinde tepsi ile geriye döndüğünde Dill yine mendille alnındaki terleri siliyordu.Limonatayı zevkle yudumlamaya başladı.
    Yaşlı kadın sallanan sandalyesine yaslanırken

    - “Bu ev.” Diye söze başladı. ”1902’den beri aileme aittir. Kasabadaki en sağlam ev olmadığını da biliyorum. Oğlum Michael doğduktan sonra bodrumum su bastı. O günden bu yana da bir türlü kurutamadık. Aaron bazı yerlerin çürüdüğünü de söylüyor. Yine de bu eski evi severim. Bilmem anlatabiliyor muyum?”

    - Dill, “Evet.” dedi.

    - ”Michael 9 yaşında iken babası öldü. Ondan sonra sıkıntılar başladı. Michael belki de benden çok babasını özlüyordu. Çok vahşi ve haşin bir çocuk olmuştu. Liseyi bitirince kasabayı terkedip kente gitti. Çok hırslı bir insandı. Kentte ne yaptığını bilmiyorum. Fakat başarıya ulaşmış olmalıydı. Bana düzenli para gönderirdi.” Gözleri nemlenmişti.
    ”Kendisini 9 yıl görmedim. Dokuz yıl sonra geldiğinde başı dertte idi. Zayıf ve yaşlanmış bir durumda bir gece yarısı çıka geldi. Yanında ufak, siyah bir valizden başka bir şey yoktu. Valizi elinden almak istediğim zaman bana vurdu. Bana, annesine vurdu. Ertesi gün bir kaç saat için evi terketmemi söyledi. Ne yapmak istediğini açıklamadı. Döndüğümde valiz ortadan yok olmuştu.”

    Şişman adam gözlerini limonata bardağına dikmiş öylece dinliyordu.

    ”O gece evimize bir adam geldi. İçeriye nasıl girdiğini bilmiyorum. Michael’ın odasından sesler duydum. Oğlumun içinde bulunduğu tehlikenin ne olduğunu öğrenmek istiyordum. Kapının arkasından dinlemeye çalıştım. Fakat yalnızca bağrışmalar tehditler ve...” Bir an durakladı. Omuzları sarsılıyordu...

    ”...ve bir silah sesi duydum.” diye devam etti. “İçeriye girdiğim zaman yatak odasının penceresi açıktı ve yabancı gitmişti. Michael’ımda yerde yatıyordu. Ölmüştü. Tüm bunlar bundan 5 yıl önce oldu. Ondan sonra polis bana olanları anlattı. Michael ve tanımadığım o adam birçok suç işlemişler. Bir sürü yerlerden bir kaç milyon dolar çalmışlar. Michael parayı alıp kaçmış. Parayı bu evde, hala bilemediğim bir yerde saklamıştı. Sonra diğer adam hissesini almak için oğlumu arayıp bulmuştu. Paranın yok olduğunu görünce de oğlumu öldürmüştü.”

    Başını kaldırıp adama baktı.

    ”İşte o zaman evimi 750.000 dolara satışa çıkardım. Bir gün oğlumun katilinin döneceğini biliyordum. O bir gün gelip fiyat ne olursa olsun evi almak isteyecekti. Bütün yapacağım, yaşlı bir kadının köhne evine bu kadar çok para vermeye razı olacak adamı buluncaya kadar beklemekti.”

    Sandalyesini ağır ağır sallıyordu. Dill bardağı yere bıraktı, diliyle dudaklarını yaladı.”Uf!” dedi. Bu limonata çok acı...” Bakışları canlılığını kaybetti, hafif titreme ile başı, omuzunun üzerine cansız düştü.





    Bilimsel Arayış ve Gayret
    Kimya biliminin dehası Lavoisier’ nin, asıl eğitimi hukuktu ve Paris Barosu’ na kayıtlı avukattı. Bilimsel gözlem ve yorum üzerine yaptığı konuşmaları ile ünü bütün dünyaya yayılmıştı.

    Kimya bilimini reddeden yobazların kafasını gösterip “Bu kelleler hiçbir şeye yaramaz” dediği için tutuklandı. Aynı gün yargılanıp ölüme mahkum edildi. Lavoisier, matematikçi Lagrange’i çağırdı. “Kellem giyotinden sepete düştügünde gözlerime bak; eger iki kere kirpiyorsam bil ki, insan kafasi kesildikten sonra bir süre daha beyninin düşünmekte oldugunu anlariz.” Lavoisier’nin kafası kesildikten sonra sepete düştü ve gülerek iki kere göz kırptı.

    Matematikçi Lagrange diyor ki, “Lavoisier’ nin son saniyedeki ispat arayışı, bilimselliğin yüzyıllar sürecek meşalesidir. Ama o yobaz kafalar ışık üretmek için asırlarca karanlıkta sürünecekler...”








    Kelebek Öpücükler
    Çoğu zaman pek çok şeyi çocuklardan öğreniriz. Bir süre önce, bir arkadaşım, 3 yaşındaki kızını, bir rulo altın renkli kaplama kağıdını ziyan ettiği için cezalandırmıştı. Durumları iyi değildi ve kızının kağıtları, ağacın altına koyacağı bir kutuyu süslemeye harcaması onu çok sinirlendirmişti. Buna rağmen, küçük kız, ertesi sabah hediyeyi babasına getirdi ve Bu senin için babacığım” dedi.
    Arkadaşım, gösterdiği tepki için kendini suçlu hissetti, ama kutunun boş olduğunu görünce için için sinirlenmekten de kendini alamadı. Kızına bağırdı:

    - Birine bir hediye verdiğin zaman içinin dolu olması gerektiğini bilmiyor musun?” Küçük kız babasına yaşlı gözlerle baktı ve şöyle dedi:

    - Ama babacığım, kutu boş değil ki. Ben kutunun içine öpücüklerimi üflemiştim. Hepsi senin için babacığım.”

    Babanın içi paramparça olmuştu. Kızını kucakladı ve onu affetmesi için yalvardı. Arkadaşım bu altın renkli kutuyu yatağının baş ucunda yıllarca sakladığını anlattı bana. Ne zaman cesaretini kaybetse, kutunun icinden hayali bir öpücük çıkarıyor ve onu oraya koyan çocuğunun sevgisini hatırlıyordu.

    Gerçek anlamda bakmak gerekirse, herbirimiz arkadaşlarımız ve ailelerimiz tarafindan bize sunulan karşılıksız sevgi ve öpücüklerle dolu altın renkli kutulara sahibiz. Dünyada sahip olabileceğimiz daha değerli bir şey olamaz.

    Şimdi bunu tüm sevdiklerinize gönderin LÜTFEN...

    Hayata iyi bakın...











    Gündüz ve Gece
    Bir bilge kişi, çölde öğrencileriyle otururken demiş ki; "Gece ile gündüzü nasıl ayırt edersiniz?
    Tam olarak ne zaman karanlık başlar, ne zaman ortalık aydınlanır?"

    Öğrencilerden biri; "Uzaktaki sürüye bakarım," demiş, "koyunu keçiden ayıramadığım zaman akşam olmuş demektir."

    Başka bir öğrenci söz almış ve "Hocam" demiş, "İncir ağacını, zeytin ağacından ayırdığım zaman, anlarım ki sabah başlamıştır."

    Bilge kişi, uzun süre susmuş. Öğrenciler meraklanmışlar ve "Siz ne düşünüyorsunuz hocam?" diye sormuşlar.

    Bilge kişi şöyle demiş;

    "Yürürken karşıma bir kadın çıktığında, güzel mi çirkin mi, siyah mı beyaz mı diye ayırmadan ona "bacım" diyebildiğimde ve yine yürürken önüme çıkan erkeği, zengin mi yoksul mu diye bakmadan, milletine, ırkına, dinine aldırmadan, kardeşim sayabildiğimde anlarım ki; sabah olmustur, AYDINLIK başlamıştır..."







    Sesler
    Genç bir çiftçi hayatında ilk defa New York' a gitmişti. Gökdelenlerin yüksekliği ve insanların çokluğundan şaşkına dönmüştü. Kalabalık bir bulvarda yürürken, kulağına aşina bir cırcır böceği sesi geldiğini zannetti. Durdu ve dikkatle dinledi. ‘Evet, bu bir cırcır böceğiydi!’ Ses büyük bir mağazanın önündeki çalıların arasından geliyor gibiydi. Bunun üzerine bu büyük çalı kümesine yönelip aramaya başladı. Bir mağaza görevlisi dışarı çıkıp, "Yardımcı olabilir miyim?" diye sordu. "Hayır, teşekkür ederim." dedi genç adam… "Sadece şurada bir cırcır böceğinin sesini duyduğumu sandım!" Görevli, “Hayır! New York' ta bulunmaz.” Genç çiftçi cırcır böceğini buluncaya kadar cırlak sesi takip etti, onu buldu ve eline aldı, "Tamam! İşte burada!" Genç adam bu çalının önünden her saat binlerce insan geçmesine karşılık cırcır böceğini düyanın bir tek kendisi olmasına çok şaşırmıştı. Bunun üzerine küçük bir deneme yapmaya karar verdi. Elini cebine atıp bir çeyrek çıkardı ve havaya attı. Paranın kaldırıma vurduğu anda, düşen bozukluğu aramak için yürümekte olan 24 yaya durdu! Psikologlar genç adamın şahit olduğu olay için bir durum tanımlar. Buna algıda seçicilik denir. Belli şeyleri görmek ve belli sesleri duymak…










    Hayata Bakış Açısı
    Bu yazıyı okumanız sadece 30 saniyenizi alacak, ve sonunda hayata ve ilişkilere bakış açınız değişecek.
    İleri derecede hasta iki adam aynı hastane odasındaydılar. Adamlardan birinin her öğleden sonra 1 saatliğine oturmasına izin veriliyordu, ciğerlerindeki suyun süzülmesi için. Bu hastanın yatağı odadaki tek pencerenin tam yanındaydı. Diğer hasta ise hep sırtüstü yatmak zorundaydı. Bu iki hasta saatlerce birbiriyle konuşur, eşlerini, ailelerini, evlerini, işlerini, askerlik anılarını, tatilde gittikleri yerleri anlatırlardı birbirlerine.

    Pencerenin yanındaki hasta, her öğleden sonra oturmasına izin verdikleri saati diğer hastaya pencereden görebildiklerini anlatarak geçiriyordu. Diğer hasta hep bir sonraki günü iple çekmeye başladı, dışarıdaki renkli ve hareketli dünyayı dinlemek için.

    Pencere, içinde çok güzel bir göl olan parka bakıyordu. Ördekler ve kuğular gölde yüzerken çocuklar model bot’larını suda yüzdürüyorlardı. Genç aşıklar, gökkuşağının tüm renklerindeki çiçeklerin arasında kol kola dolaşıyorlardı. Ulu ağaçlar etrafı süslüyor, uzaktan şehrin silüeti görünebiliyordu.

    Pencere kenarındaki adam bunları muhteşem bir detayla anlatırken, odanın diğer ucunda yatan adam gözlerini kapar ve bu muhteşem manzarayı hayalinde canlandırırdı.

    Sıcak bir öğleden sonra, pencerenin yanındaki adam geçmekte olan bir şenlik alayını tarif etti. Diğer adam bando seslerini duyamasa bile hayalinde canlandırabiliyordu, pencere kenarındaki adamın tasviriyle.

    Günler ve haftalar geçti. Bir sabah banyo yaptırmak için su getiren gündüzcü hemşire pencere kenarında yatan hastanın cansız bedeniyle karşılaştı: uykusunda, huzur içinde ölmüştü. Hüzünlendi, hastane görevlilerini cesedi dışarı taşımaları için çağırdı.

    Uygun zaman geçtiğine kanaat getirir getirmez, diğer hasta pencerenin kenarındaki yatağa taşınmasının mümkün olup olamayacağını sordu. Hemşire memnuniyetle isteğini yerine getirdi, hastanın rahat öldüğündan emin olduktan sonra onu yalnız bıraktı. Yavaşça, duyduğu acıya aldırmadan, bir dirseğine yaslanarak dışarıdaki dünyaya bakmak üzere yatağından doğruldu adam. Sonunda, dışarıyı kendi gözleriyle görme zevkini yaşayabilecekti. Pencereden dışarı bakabilmek için yavaşça dönmeye zorladı kendisini. Pencere, boş bir duvara bakıyordu.

    Adam hemşireye, vefat eden oda arkadaşının pencerenin dışında görünen harika şeylerden bahsetmesine sebep olan şeyin ne olabileceğini sordu. Hemşirenin cevabı, ölen adamın kör olduğu ve pencerenin önündeki duvarı görmediğiydi. “Sanırım seni cesaretlendirmek istedi” dedi.

    Epilog: Diğer insanları mutlu etmek çok büyük mutluluk getirir, kendi durumunuz ne olursa olsun. Paylaşılan dertler yarısı kadar üzüntü verir, paylaşılan multuluklar ise iki katı artar. Kendinizi zengin hissetmek istiyorsanız, sahip olduğunuz ve paranın satın alamayacağı her şeyi sayın. Bu gün bize bir hediyedir.








    Herşey her zaman göründüğü gibi değildir
    İki melek yeryüzünü dolaşmaya çıkmışlar.. Tabii insan kılığında... Akşam olmuş... Kentin en zengin semtinde lüks bir villanın kapısını Tanrı misafiri olarak çalmışlar... Ev sahipleri somurtarak buyur etmişler onları... Yemek falan teklif etmemişler... Sıcacık misafir odaları yerine, buz gibi ve nemli bodruma iki şilte atıp “Geceyi burada geçirebilirsiniz” demişler... Şilteleri betona sererken, yaşlı melek duvarda bir çatlak görmüş. Elini uzatmış. Şöyle bir sürmüş yarığa... Duvar eskisinden sağlam olmuş. Genç melek

    - “Niye yaptın bunu?” diye sormuş merakla...

    - “Her şey her zaman göründüğü gibi değildir” demiş yaşlı melek yavaşça...

    Ertesi akşam melekler bir köy evinde çok fakir, ama çok iyiliksever bir aileye misafir olmuşlar. Her şeyleri bir tanecik inekleri imiş. Onun sütünü satıp geçiniyorlarmış. Ev sahipleri mütevazi sofralarına almış onları... Allah ne verdiyse beraber yemişler. Yatma zamanı gelince kadın “Siz uzun yoldan geliyorsunuz, yorgun olmalısınız” demiş... “Bizim yatakta siz yatın, bir rahat uyuyun. Biz şu divanda idare ederiz.” Güneş doğarken uyanan melekler, zavallı adamla karısını iki gözleri iki çeşme ağlar bulmuşlar. Hayattaki tek servetleri inekleri bahçede ölü yatıyormuş. Genç melek öfkeden deliye dönmüş...
    - “Bunu nasıl yaparsın... Bu kadar iyi insanların yegane servetinin ölmesine nasıl izin verirsin.. Önceki gece gittiğimiz villada her şey vardı, ama kötü ev sahipleri bize hiçbir şey vermediler. Sen onların bodrumlarını tamir ettin. Bu fakir insanlar bizimle her şeylerini paylaştılar. İneklerinin ölmesine göz yumdun?..”

    - “Her şey her zaman göründüğü gibi değildir evlat” demiş, yaşlı melek gene...

    - “Nasıl yani?” diye daha da öfkeyle yinelemiş sorusunu genç melek..

    - “Her şey her zaman göründüğü gibi değildir evlat” demiş yaşlı melek bir daha.. Ve anlatmış... “İlk gittiğimiz zengin evinin o duvar çatlağının içinde yıllar önceden saklanmış bir hazine vardı. Ev sahipleri, zenginlikleri ile çok mağrur, ama hiç paylaşmayı sevmeyen insanlar oldukları için bu defineyi bulmayı haketmemişlerdi. Çatlağı kapayıp, onları bu hazineden ebediyyen mahrum ettim. Dün gece fakir köylünün yatağında yatarken ölüm meleği, adamın karısını almaya geldi. Kadının hayatını bağışlamasına karşılık ona ineği verdim.

    - Her şey her zaman göründüğü gibi değildir. İşler bazen istendiği gibi gitmez göründüğünde, aslında olan budur. Eğer inançlı isen, her işte bir hayır olduğunu düşünürsün. O hayrın ne olduğunu da, bir süre sonra anlarsın...”










    Sartebus ve Kim'in Hikayesi
    Antik zamanlarda yaşamış yaşlı bir adamla, genç bir çocuğun hikayesidir bu :


    Yaşlı adamın adı SARTEBUS, genç çoçuğunki ise KIM’di... Kim, yalnız yaşayan, yiyecek ve başını örtecek bir çatıdan çok, bir neden arayan, köyden köye dolaşan bir yetimdi. “Neden” diye merak ederdi ;

    “Neden herşey bukadar zor ? Biz kendimiz mi zorlaştırıyoruz, yoksa mücadele etmemiz gerektiği için mi?”

    Bunlar, Kim kadar genç bir çocuk için bilgece düşüncelerdi..

    Bir gün, aynı yolda seyahat eden yaşlı bir adamla tanıştı.

    Yaşlı adam, oldukça ağır görünen, üzeri örtülü, büyük bir sepet taşıyordu. Yol kenarında mola verdiklerinde, yaşlı adam yorgun bir halde sepetini yere koydu.

    Kim’e, sanki “yaşlı adam varını-yoğunu bu sepette taşıyormuş ”gibi geldi. “Sepetin içinde onu bu kadar ağır yapan ne var?” diye sordu Kim, Sarbetus’a..

    - “Onu senin için taşımak beni mutlu edecektir.Ne de olsa sana göre çok genç ve güçlüyüm!”.

    - O senin, benim yerime taşıyabileceğin birşey değil” diye yanıtladı yaşlı adam.

    - “Kendim taşımam gereken birşey”. Ve ekledi... “Bir gün, kendi yolunda yürüyeceksin ve benimki kadar ağır bir sepet taşıyacaksın”

    Günlerce ve kilometrelerce birlikte yürüdüler ve

    Kim, Sarbetus’a “insanların neden böyle kendi kendilerine eziyet ettikleri” hakkında sorular sordu. Ama ne yanıtlarını öğrenebildi, ne de yaşlı adamın taşıdığı sepetin içindeki ağır yükün ne olduğunu...

    Sonunda Sartebus, artık daha fazla yürüyemeyeceği ve son kez dinlenmek için uzandığı zaman, sepetin içindeki sırrı söyledi ve neden insanların kendi kendilerine eziyet ettiklerinin yanıtını da verdi :

    - “Bu sepette” dedi Sartebus, “kendim hakkında inandığım ama gerçek olmayan şeyler var. Onlar, yolculuğum boyunca ağırlık yapan taşlardı.” “Şüphenin her çakıltaşının, tereddütün her kum tanesinin ve yanılgının yol boyunca topladığım her kilometre taşının ağırlığını sırtımda taşıdım. Bunlar olmadan çok ilerilere gidebilirdim. Hayalimde canlandırdığım insan olabilirdim. Ama bunlarla, yolun sonunda,gördüğün gibi başbaşayım..” Ve sepeti kendisine bağlayan ipleri bile çözemeden, yaşlı adam gözlerini kapadı, son uykusuna daldı...

    Kim, sepeti Sarbetus’un sırtından çözdü ve içini merakla açtı...Sepetin içi boştu!.. Ve o anda sorularının yanıtını anlar gibi oldu :Çoğumuz, sırtımızdaki bir sepette korkularımızı ve kendi oluşturduğumuz sınırlarımızı taşıyarak yaşadığımız için, hayallerimizle birlikte gömülüyoruz.!



  • down
  • güzel
    teşekkürler
  • 
Sayfa: 1
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.