Şimdi Ara

COĞRAFYANIN KILIÇLARI (KILIÇLARIN EFENDİSİ)

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
15
Cevap
1
Favori
16.133
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
2 oy
Öne Çıkar
Sayfa: 1
Giriş
Mesaj
  • Kılıç Nedir ?


    Dilimizde “kılıç” çelikten yapılmış, bir veya her iki kenarı keskin, çoğunlukla sivri uçlu, uzun silahların genel ismidir. Dünya literatüründe ise, Türkler tarafından geliştirilmiş, özgün bir biçime sahip belirli bir kılıç türüne “kılıç” denir.

    Türkler tarafından yaygın ve etkin olarak kullanımı VIII. yüzyıla kadar inen tek dışbükey ağızlı namlu biçimi doğuda önce Çin’e (“dao”), sonraki çağlarda da Çin üzerinden Japonya’ya (“katana”) ulaşmış. Göçler ve akınlarla güneyde Hindistan’a (“talwar”), batıda İran (“şimşir”) ve Arap Yarımadası’na (“seyf”) ve nihayet Avrupa’ya (“sabre”) kadar yayılmış ve özellikle bir süvari silahı olarak geniş kabul görmüş. Zamanla Türkler bu biçimi daha da geliştirerek, bugün dünyanın “kılıç” olarak bildiği silaha ulaşmışlar.

    Kılıç Çeşitleri (Sword Types) Nelerdir ?


    Kılıç tiplerini öncelikle türetildikleri coğrafyalara, sonrada şekillerine göre ayırabiliriz. Coğrafyaya göre ayırırsak;

    Uzak Doğu (Çin, Türki, Moğol ve Japon … ) Kılıçları

    Orta Doğu (Türk ve Osmanlı, Arap, İran … ) Kılıçları

    Batı (Avrupa ulusları) Kılıçları

    olarak 3 ana kolda sınıflandırma yapılabilir.

    Uzak doğu kılıçları; Çin, Moğol ve Türki (ve daha nice) topluluklarının birbirlerini çokça etkileyip, kılıç yapımında birbirlerinden esinlenip türetilmesiyle oluşmuştur. Ama ana karadan ayrı bir ada olan Japonya, kendine has çok daha özgün kılıçlar türetmiştir. Orta doğu ise, özellikle Türkler vasıtasıyla, eğri (Kıvrık) Moğol Türki kılıçlarından esinlenmiş, kendine göre geliştirmiş, ve hatta daha sonra Avrupa’ya bile esin kaynağı olmuştur. Avrupa’da ise, özellikle orta çağda, kendine has özgün kılıçlar üretmiş, ama Osmanlı’nın yükselişinin etkisi ile, onlardan ilham alan kılıçlar yapmışlardır.

    Şimdilik, genel bir karşılaştırma yapmak için, tüm coğrafyaların kılıçlarını aynı anda sunup kısaca açıklayacağım.

    Kılıçlara geçmeden önce bazı terimlerden bahsetmek gerek. Mesela kılıcın kütle merkezi önemli unsurdur; Kütle merkezi kabzasına yakın olan kılıçlara Dengeli kılıç denir ve daha kıvrak ve kolay kullanılır ama darbe gücü görece düşüktür; ama atiklikle birlikte keskinlik ve delici özellikleri avantajlıdır. Kütle merkezi kabzasında uzakta olan kılıçlara Dengesizkılıç denir, tutuşu görece zordur, kullanırken (Balta gibi) fazladan güç gerektirir, ama darbe gücü oldukça yüksektir (Balta dinamiği gibi); ama keskinlikle birlikte darbe gücünün yüksek olması bu kılıçları oldukça ölümcül yapar. Ayrıca Tek taraflı (Yada ağızlı) kılıç, sadece tek tarafı keskin olan kılıç demektir, çift taraflı da ise çift tarafı da keskin olur.

    Şimdi, doğudan batıya, Kılıçların şekillerine bakalım;

    Japon Kılıçları


     COĞRAFYANIN KILIÇLARI (KILIÇLARIN EFENDİSİ)


    Japon Kılıçları; Yukarıdaki şekilde görüldüğü gibi Katana esas-özgün japon kılıcıdır, ve namlu ve kabza uzunluğuna göre bir çok türevi vardır; hepsine kısaca katana ailesidiyebiliriz. Katana, eski zamanlarda, sadece soyluların kullandığı bir kılıç türüdür ve dillere destan bir keskinliği vardır. Kabzanın tasarımına göre, tek veya 2 elle birlikte kullanılabilir. Eski çağlarda bu kılıcın keskinliğini test etmek için, fakir halktan kurbanlar seçilip direk üstlerinde denerlermiş. Elbette şimdi böyle bir şey yok (en azından bildiğimiz kadarı ile). İşte Katana ailesi;

    O Tanto; Ailesinin en kısasıdır. çok yakın dövüşlerde, sürpriz ataklarda kullanılır.
    Chisa Katana; Boyu Katana ve O tanto arasında olan yakın dövüş kılıçlarından biridir.

    Katana; Ailenin standart bireyidir. Sadece bir tarafı keskindir.

    O Kataba; Basitçe namlusu uzun katanadır.
    Nodachi; Hem namlusu hem de kabzası uzundur. Toplam boyu kısa bir mızrak gibidir.
    Çift taraflı Katana; Ailenin 2 tarafıda keskin olan tek üyesidir. !

    Çin Kılıçları


     COĞRAFYANIN KILIÇLARI (KILIÇLARIN EFENDİSİ)


    Çin Kılıçları; Tüm Moğol, Çin ve Türki kılıçlarından bahsetmek gerekirse, basitçe çin başlığında altında konuşulabilir. Çünkü savaş ve dövüş alanında bir çok buluş çıkaran Moğol ve Türki topluluklar, göçebe yaşam tarzı nedeniyle tarihlerini ve kültürlerini çinliler gibi ayrıntılı koruyamamış, ama genede parlak zamanlarında yaptıkları etkilerle genel coğrafyaya, ve elbette Çin’e oldukça ilham kaynağı olmuşlardır. Diğer Asya topluluklarının aksine görece daha bir yerleşik yaşam tarzın içinde olan Çinliler ise, bir çok alanda eski tarih ve kültürlerini daha saf halde muhafaza edebilmişler, ve ilham aldıkları Moğol-Türki topluluklarının savaş ve silah teknikleri hakkındaki bilgilerini de, kendi yorumları ile birlikte, günümüze ulaşmasına ister istemez yardımcı olmuşlardır.

    Kılıçlara gelirsek; Çinlilerin aslında temelde 2 ana kılıçları vardır; Jian ve Dao. Diğer tüm Çin kılıç çeşitleri bu 2 kılıçtan esinlenerek türetilmiştir. Aşağıda ise, Wuxia hikaye ve filmlerinde en çok kullanılan 4 temel kılıç türünü sunuyorum;


    Jian; Beyfendi kılıcı olarak kabul edilir, ve çinlilerin en özgün ve kendine has kılıcıdır. Dengeli kılıçlar arasındadır; ve silahşörün kıvraklığındaki ustalık bu kılıcı ölümcül yapar.

    Dao; Esasen Türk-Moğol kılıcıdır. Jian’a göre daha kalın ve biraz kıvrık olan bu kılıç daha sağlam bir görüntü verir, ve askeri ve kişisel anlamda en çok kullanılan kılıçlar arasında yer alır. Bir çok türevi vardır, ve Dünyadaki bir çok kılıç bu kılıçtan türemiştir. Kısacası kılıçların babasıdır.

    Dadao; Dao’nun bir çok türevi olduğunu söylemiştim; işte en gösterişlilerinden biri. Bildiğimiz Palanın çin versiyonudur. Dengesiz kılıç sınıfındadır, 2 elle tutulur.

    GuanDao; Bu aslında bir nevi, mızrak+kılıcın bileşimi bir silahtır. Efsaneye göre Silah ismini, onu icat General Guan Yu‘dan almıştır. Görüntüsü ve ayrıca gücü oldukça heybetli olan bu kılıcı kullanabilmek için iyi bir kas gücüne gereksinim vardır. Wuxia hikayelerinde ve tarihsel kayıtlarda bu kılıcı genellikle yüksek rütbeli asker kişiler kullanır. Mesela ilgili filmleri;

    Üç Krallık (2008)’da, Ti Lung General Guan Yu‘yu canlandırmıştır.
    Kayıp Kahraman (2011)’da Donnie Yen, Guan Yu olarak baş roldedir.

    Avrupa Kılıçları


     COĞRAFYANIN KILIÇLARI (KILIÇLARIN EFENDİSİ)


    Avrupa Kılıçları; Şekilde görüldüğü gibi 4 ana avrupa kılıcı vardır. Kalın ve ağır avrupa kılıçları erken dönemler de kullanılırken, günümüze yaklaştıkça daha ince ve hafif kılıçlar türetilmiştir, ve Osmalı kılıçlarından esinlenilmiştir.

    Kısa ve Uzun Kılıç, (Short Sword, Long Sword); Aslında boyları dışında tıpatıp aynıdır. Kısa olan daha çok bıçak gibi çok yakın dövüşlerde, ve süpriz ataklarda kullanılır. Uzun olan ise genelde daha ağır, kalın, dengesiz, ama darbe gücü yüksek olur. Özellikle uzun kılıcı kullanabilmek için iyi bir kol gücüne gereksinim vardır.

    İnce kılıç (Rapier); görece modern çağ olan 16 ve 17′ci yy’larda türetilmiştir; ve kılıcın özelliği kesmesi değil “delmesidir”. Dengeli Kılıçlar arasında yer alan bu kılıç oldukça kıvrak bir kullanım gerektirir ve rakibini “delerek” bertaraf eder. Özellikle 16-17 yy’ın düellolarının vazgeçilmezidir. Bu gün hala eskrim turnuvalarında kullanılır.

    Eğri kılıç (Saber); Aslında Kilij ve Memlük Kılıcından esinlenen bu kılıç, 17 yy’da avrupada türemiş, ama geniş çapta yaygınlık kazanması 19 yy’da Napolyon Savaşlarında olmuştur. Hatta yaygınlığı Amerikan iç savaşına bile sıçramıştır. Ayrıca hala bir çok modern orduda aksesuar olarak törenlerde kullanılmaktadır. Bu kılıcın dengeli dengesiz, tek yada çift taraflı olmak üzere bir çok çeşitlemesi vardır.

    _____________________________


     COĞRAFYANIN KILIÇLARI (KILIÇLARIN EFENDİSİ)



    OSMANLININ KILIÇLARI


    Kılıç ve Sosyal Yaşam


    Kılıç sözcüğü Türkçe’dir; kılınç olarak da yazılır ve söylenir. Osmanlı Türkçesi’nde Arapça “seyf” ile Farsça “tîg” ve “şemşîr” sözcükleri de kullanılır. Kılıç, Seyfî (kılıçlı, kılıç gibi), Seyfullah (Allah’ın kılıcı) ve Seyfeddin (Dinin kılıcı) sözcükleri Türkçe’de erkek adı olarak kullanılmıştır. Türkçe’de kılıca ilişkin pek çok atasözü vardır

    Kılıç yatağan, pala (gaddâre), meç, hançer, kama ve bıçak (varsak) türünden kesici silahların en büyüğüdür. Genellikle belde, belden aşağı sarkıtılarak taşınır. Kılıç takılan kayış kemere “kılıç bağı” denir.
    Türkler yüzyıllar boyunca uzun menzilli silah olarak ok, kısa menzilli silah olarak kılıca itibar etmişlerdir. Babur Şah “Vekayi” (Olaylar) adlı anı kitabında bunun nedenini şöyle açıklar : “Küçük Han dayım garip tavırlı bir adamdı. Kılıcına çok hâkim ve cesurdu. Silahlardan en ziyade kılıca itibar ederdi. ‘Dilli topuz, topuz, küçük topuz, aybalta ve baltadan biri isabet ederse, ancak bir yere tesir eder; eğer kılıç isabet ederse, baştan ayağa kadar keser’ derdi. Keskin kılıcını hiçbir zaman yanından ayırmazdı; ya belinde yahut elinde taşırdı” .

    Gerçekten de yaralayıcı silahların en kesicisi kılıçtır. Hem yaya olarak hem at üstünde kullanılır. Ateşli silahların olmadığı dönemlerde yakın dövüş için savaşçıların en sadık ve vazgeçilmez dostu olmuştur. Türk kavimleri arasında kılıcın herhangi bir savaş aracından çok daha önemli bir yeri vardır. Kutsal sayıldığı için şamanist dönemden kalma bir gelenekle ant içme törenlerinde kılıç kullanılmış, kılıç üzerine yemin edilmiştir. Dede Korkud hikâyelerinde öykü kahramanları şu işi yapmazsam “Kılıcıma doğranayım …” diye ant içerler. Fâtih Sultan Mehmed (1451-1481) Galata Hıristiyanlarına verdiği bir ahitnâmede kutsal saydığı kimi şeylerin yanında “… kuşandığım kılıç aşkına yemin ederim ki …” diyerek kılıcı üstüne de ant içmektedir.. Hz. Muhammed de bir hadisinde “El cenne tahte zılâl is süyûf” (Cennet kılıçların gölgeleri altındadır) ve bir başka hadisinde “Es süyûf(u) miftâhül cenne” (Kılıçlar cennetin anahtarıdır) buyurmuştur.

    Türklerde kılıç aynı zamanda egemenlik simgesidir. Osmanlı padişahları tahta çıktıklarında, genel biat töreninden sonra, egemenlik göstergesi olarak çoklukla 2-7 gün içinde bir “kılıç alayı” yapılırdı (4). Örneğin Fâtih, Akşemseddin (1389-1459) eliyle kılıç kuşanmıştır. Yavuz Sultan Selim (1512-1520) döneminden başlayarak kılıç alayı İstanbul’da Eyüpsultan Türbesi’nde yapılmıştır. Padişahlara genellikle şeyhülislâmlar ve nakibüleşraflar kılıç kuşatırdı. Bu dinî ve askerî törende, padişahın arzusuna göre, saraydaki kutsal emânetler arasında bulunan kılıçlardan biri “teberrüken” (uğur sayarak) kuşanılırdı. Eskilerde bu kılıç kuşanma töreni “taklîd-i seyf” veya “takallüdi şemşîr” (kılıç takınma) olarak anılırdı.


    Osmanlı İmparatorluğu’nda cuma hutbesi için minbere çıkan hatibin kılıç kuşanması bir gelenekti ve bağımsızlık simgesi olarak yorumlanırdı.
    Eski Türklerde birçok beye “Kılıç” adı verilmiş, böylece onların hanlıkları döneminde kılıç gibi kesip atan, keskin kararlı bir hakan olması dilenmiştir. Kılıç aynı zamanda bir şeref simgesidir. Hükümdarlar birbirlerine ve başarılı komutanlarına kılıç hediye etmişler, dahası bu kılıcı onurlandırdıkları kişinin beline kimi zaman kendi elleriyle bağlamışlardır.

    Günümüzde Bursa yöresine mal edilmiş “kılıç kalkan oyunu”nun, geçmiş tarihimizde yüzyıllar boyunca kılıçla yapılan savaşların oyun biçiminde devamı olduğu kuşkusuzdur. Bu oyun Türk halk dansları içinde müziksiz oynanan tek oyundur. Yalnız erkekler tarafından karşılıklı iki sıra halinde oynanır. Ve Orhan Gazi’nin (1324-1360) Bursa’yı fetih savaşını temsil ettiği şeklinde yorumlanır.

    Osmanlı kılıç sanayii, Osmanlı’da sayı olarak en çok kılıç kullanan zümre yeniçeriler olmakla, 1826 yılında Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra giderek önemini yitirmiş; ordudaki yerini süngü almış, kişisel korunma aracı olarak da tabanca yeğlenir olmuştur.

    Kılıç Eğitimi



    İyi kılıç çalmak (5) çok çalışma, deneyim ve “idman” (antrenman) gerektiren bir iştir. Emîr Hâcib Âşık Timûr “Umdetül Mülûk” (Hükümdarların Temel İlkeleri) adlı kitabında (6) “kılıç ta’lîmi”ne (öğrenimine, eğitimine) ilişkin şunları yazmaktadır :

    “Kılıçla vurmayı öğrenmek isteyen kişi, piyade (yaya) ise piyadenin boyunda, süvari (atlı) ise süvarinin yüksekliğinde bir kamışı toprağa sağlamca diker. Sonra bu kamış sağ tarafında kalacak şekilde, uzakça bir mesafeye gidip oradan atını dörtnala koşturur ve yaklaşınca kamışı kılıcıyla keser. Her defasında bir karış kesmek suretiyle kamışın boyu 1 arşın (75 cm) kalıncaya kadar bu hareketi tekrarlar. Kamışı kılıçla biçmekte tam bir ustalık kazanınca 5 tane ok alınır ve yine süvarinin sağına gelecek şekilde 10’ar arşın (7,50 m) aralıkla yere sağlamca dikilir. Süvari atını hızla koştururken bu okları yelelerinin birer parmak aşağısından düzgün olarak keser. Bu işte de tam bir beceri kazanınca, iki sıra halinde ve 10’ar arşın (7,50 m) arayla 10 tane ok dikilir. İki sıra arasından atı dörtnala koştururken oklar sağlı sollu biçilir”.

    Osmanlı’da kılıç eğitiminin bir yolu da “matrak oyunu”dur. Matrak, sol ele kalkan yerine küçük bir yastık, sağ ele kılıç yerine “matrak” olarak anılan üstü post kaplanmış kalın bir sopa alınarak yapılır. Karşı karşıya gelen iki oyuncu her türlü olasılığı dikkate alarak hamle yapar, geri çekilir, vuruşur ve birbirine çeşitli darbeler indirir. Kimi zaman özel “darb indirme” eğitimi de yapılır. Örneğin, derisi sertleşmiş ölü bir devenin ayağı bir vuruşta kesilir; üzerine 10-30 kat demir tel sarılmış ıslak keçeler bir vuruşta ikiye ayrılır veya bir koyunun başı tek vuruşta koparılır.

    Türk kılıcı kullanan kişiyi yormaz, ama onu kullanmak büyük beceri ve bilgi ister. Büyük, ağır, iki ağızlı ve düz Batı kılıçlarında kol kuvveti ve darbe etkisi önem kazanırken, tek ağızlı, eğri ve hafif Doğu kılıçlarında dairesel bilek hareketi ön plana çıkar. Düz kılıcın etkisi isabet ettiği yerle sınırlıdır. Oysa eğri kılıç geri çekerken de etkili olur ve çok daha uzun kesik ve yaralar açar.

    Osmanlı kılıçları narin olmakla birlikte, kullanımında meleke kazanmış birinin elinde namlusu kırılmaz, ağzı körlenmez, vurduğu zırhı ve miğferi ikiye bölecek denli etkili olur. Osmanlı’yla yapılan süvari muharebelerinde ufak tefek yaralardan nâdiren söz edilmesi bu nedenledir. Ancak, dikkatsizce kullanılırsa elbet kırılabilir. Yeniçerilere her şeyden önce eğri kılıç kullanmak öğretilirdi.

    Kılıcın Ana Öğeleri


     COĞRAFYANIN KILIÇLARI (KILIÇLARIN EFENDİSİ)



    Bir Osmanlı kılıcının ana öğeleri


    Kabza : Kılıcın kullanımı sırasında elle tutulan parçasıdır. Esasen Arapça “kabz” sözcüğü “elle tutma, kavrama” demektir. Düz kabzalar namlu doğrultusunda bulunur. Eğri kabzalar namlu doğrultusuyla bir açı oluşturacak şekilde eğridir. Yarım eğri kabzalarda ise alt kenar namlu doğrultusundadır, üst kenar namluyla açı oluşturacak şekilde eğridir. Eğri kabzalar, 13. yüzyıldan itibaren görülmeye başlanır.
    Namlunun kabza içinde kalan kısmına “kabza yolu” denir. Kabza buraya gümüş perçinlerle tutturulur. Kabzalar kesit olarak yuvarlak, oval, köşeleri yuvarlatılmış dikdörtgen biçiminde veya altı yada sekiz köşeli olur. Böylelikle elle tutulması daha rahat olur. Baş taraflarında, kabzanın elden kaymasına engel oluşturan, çıkıntılı veya topuz şeklinde yuvarlak “kabza başı” vardır. Az da olsa hayvan başı özellikle ejder ağzı biçiminde olanlar da vardır. Kimi kabza başlarının ortasında kılıcı bileğe takmak veya bir yere asabilmek için bir “ip deliği” bulunur.

    Kabzalar abanoz, sakızağacı ve sandalağacı gibi sert ağaçlardan, yeşim ve akik gibi yarı değerli taşlardan, fildişi, boynuz, kemik ve balıkdişi gibi hayvansal veya demir ve gümüş gibi madensel gereçlerden yapılır. 11 Rebi’ulevvel 1139 (6.11.1726) tarihli bir mahkeme kararında, işlenen kılıçların kabzaları boyama ağaçtan yapılmayıp “abanoz ve sakız ve yenidünya ve sandal ağaçlarından ve balık ve fil dişinden olup kat’â [asla] boyalı kalp (hileli) ağaçtan işlenmemesi” i’lâm olunmaktadır . Ağaçtan yapılan kabzaların kimilerinin üzeri ince deriyle kaplanır. Tahta kabzalar zamanla çürüdüğünden, kimi kılıçlar, kabzaları yenisiyle değiştirilmiş olarak günümüze ulaşabilmiştir. Kabza, kılıcın en çok süslenen bölümüdür. Zümrüt, yakut, elmas gibi değerli taşlarla bezenmişleri “murassa” olarak anılır.

    Eski kayıtlarda “yarma abanoz kabza, yarma balıkdişi kabza, yeşim yarma tûtî (papağan) burnu kabza, tûtî burnu balıkdişi kabza, yarma yeşim Kürdî kabza, Süleymânî kabza, badem som (balıkdişi) kabza”, beyaz veya siyah kemik kabza, eblak (alaca) boynuz kabza, gümüş sarma kabza, güderi sarılmış kabza gibi ayırt edici adlara rastlanmaktadır.

    Sultan 1. Mahmud (1730-1754) döneminde Enderûn’da yetişmiş Dilsiz Ali adlı ustanın, balıkdişi ve fildişinden yaptığı kılıç ve pala kabzalarının pek beğenildiği ve işlerine “Dilsizkârî” dendiği bilinmektedir.

    Balçak : Kabzanın namluyla birleştiği yerde yer alan ve kılıç tutan eli hasmın kılıç darbesinden koruyan bir siperliktir. Haç biçimindeki balçakların namlu doğrultusuna dik uzun çıkıntılarına “kabza kolu” denir. Kolları düz olan (15. yüzyıl üslûbu), kolları düz ve kol başları yuvarlak olan (16. ve 17. yüzyıl üslûbu) ve kolları namluya doğru kıvrık olan (18. ve 19. yüzyıl üslûbu) balçaklar vardır. Nâdir de olsa kollarından biri aşağı, biri yukarı bakan balçaklara da rastlanır. Namlu doğrultusundaki iki kısa çıkıntısından biri kabzaya, öteki kının ağızlığına geçecek biçimde yapılmıştır. Balçaklar genelde demirden yapılır; kimilerinin üzeri altın kakma desenlerle süslenir ki bunlara “zer-nişânî” denir.

    Namlu : Kılıcın bedeni, ilk yapıldığı zamana ait ana gövdesidir. Kılıcın birçok bölümü zaman içinde değiştirilebildiği halde, namlusu hiçbir zaman atılmaz. Namlu kesme ve delme işlevini yerine getirir. Bu bölüme “taban”, “demren” ve “timur” (demir) dendiği de olur.

    Namlu biçimine göre kılıçlar “düz kılıç”, “eğri kılıç”, “burmalı kılıç” ve “çatallı kılıç” gibi adlar alır.

    · Düz kılıçlar çoklukla “çift ağızlı” olur; namluları doğrusaldır. Osmanlı kılıçları arasında düz kılıç pek azdır.
    · Eğri kılıçların, İranlıların “şemşîr” (arslan tırnağı) adını verdikleri türü “tek ağızlı” olur. Bu kılıçlarda namlu eğri bölümün başlangıcından itibaren uca doğru giderek incelir.
    · Orta Asya kökenli Türk eğri kılıçları tek ağızlı olmakla birlikte, namlu sırtının kılıç ucundan itibaren yaklaşık üçte birlik bölümü de “kılağılı”dır (kılı kesecek kadar keskin). Bu iki ağızlı bölümün başladığı noktaya “mahmuz” denir ki namlunun en geniş yeri çoğu kez burasıdır. Mahmuzdan hemen önce eni biraz azalan namlu, balçağa kadar aynı genişliği korur. Bu noktadan itibaren ters yönde uca yaklaştıkça sivrileşir. Hamle yaparken ve geri çekerken kılıcın iki tarafının da keskin olması tahrip gücünü artırır. Sırtın uç bölümünün keskin olması kılıcı çevirmeden ufak bir bilek hareketiyle sonuç almayı mümkün kılar. Üstelik içbükey ağız, geri çekerken kılıcın gittikçe daha derine dalmasına neden olur. Hem beklenmedik bir hızla uygulanabilmesi hem de rakip tarafından öngörülmesindeki güçlük nedeniyle, bu “ters kesme” hamlesi
    önemli bir saldırı üstünlüğü sağlamaktadır. At üstünde yapılan dövüşlerde yalnızca süvari değil, onun atı da hedef alınır.

    Namlu boyunca uzanan yivlere “kan oluğu” denir. Namlu üzerinde kimi zaman bir, kimileyin iki kan oluğu bulunur; ancak kan oluğu olmayanları da vardır. Kanın sızması için açılan kan olukları, kılıcın ağırlığını da azaltır. Türk kılıcı 16. yüzyıl başlarında estetik ve performans olarak en yüksek düzeye ulaşmıştır.

    · Burmalı kılıçların namluları yılankavîdir. Bu kılıçlar “yıldırım ağızlı” diye de anılmaktadır. Bu yılankavî namlu düz veya eğri olabilir.

    · Çatallı kılıçların namluları, eğriliğin başladığı noktadan itibaren (kılıç boyunun yaklaşık üçte birlik bölümünde) iki gövdeli olur . Bu kılıçların namluları tek ağızlıdır. Hz. Ali’nin kılıcı “Zülfikaar” bu türdendir. “Lâ feta illâ Alî, lâ seyfe illâ Zülfikaar” (Ali’den başka yiğit, Zülfikaar’dan başka kılıç yoktur) denilmiştir. Çatal uçlu kılıçların pratikte etkili bir silah olmadığı, ancak bu İslâmî inancı sürdürmek amacıyla yapıldığı söylenebilir.

    Kılıç savaşında “saplama”, göğüs göğüse mücadelenin temel hamlesi değildir. Çünkü doğrudan yaşamsal bir organı hedefleyen hamle sırasında karşı darbe alma riski artar. Esas amaç, rakibi karşı darbe almadan etkisizleştirmektir. Rakibin kol ve bacaklarını hedef alan “kesme” ve “yarma” hamlelerinin üstünlüğü burada ortaya çıkar. Eğri namlular, bu gereksinme sonucu daha iyi kesme sağlamak amacıyla geliştirilmiştir. Eğri kılıcın hedefe belirli bir açıyla vurması, kılıcın kesme etkinliğini artırmaktadır.

    Namlunun iki yanının ağız yönünde yaptığı açı “kama açısı” olarak tanımlanır. Kama açısı küçüldükçe, namlunun hedefteki ilerleyişi kolaylaşacağından, kılıcın kesme kabiliyeti artar ve namlusu daha hafif olur . Ama, bu daha ince bir namlu anlamına geldiğinden, kılıcın dayanıklılığı azalır. Demek ki kılıç üretiminde, namlunun kesiciliği (inceliği) ile dayanıklılığı arasında bir denge kurulması söz konusudur. İşte eğri kılıç bu dengenin oluşumunda incelik lehine avantaj sağlar. Çarpma noktasında hedefe yöneliş açısını küçülttüğünden, aynı kesme etkinliğini sağlayan düz namlulu bir kılıca göre daha ince yapılması olanaklı hâle gelir. Ayrıca, eğri namlu çarpma ânından sonra da hareketini sürdürür, dolayısıyle daha uzun ve daha derin yaralar açar.

    Namlu üzerindeki altın kakma süslemelerde “Âyet-ül Kürsî” gibi, “İnnâ fetahnâ leke feth(an) mubîn(an)” (Muhakkak ki sana apaçık bir zafer sağladık) ve “Nasr(un) min Allah ve feth(un) karîb” (Allah katından bize yardım ve yakın bir zafer vardır) gibi kimi kısa âyetler, kimi hadis ve dualar, kelimei tevhid, Dört Halife’nin adları, besmele, “Ashâb-ı Kehf” (Yedi Uyurlar) adları, Mühr-i Süleyman ve Beduh gibi çeşitli tılsım simgeleri, sahibinin yaşam felsefesini yansıtan kimi mısra ve beyitler ve stilize bitki desenlerine rastlanır. Kimilerinde kılıcı yapan ustanın adı ve damgası ile kılıç sahibine ait isim ve monogramlar da yer alır. Bu yazıların usta bir hattata yazdırılmasına özen gösterilir. Kabza ve kın süslemelerinde nakkaş ve kuyumculardan destek alınır.

    Günümüze ulaşabilen ilk Osmanlı kılıçları Fâtih (1451-1481) dönemine aittir. Topkapı Sarayı Müzesi ve Askerî Müze’de bulunan daha eskiye ait kılıçlar, çeşitli uluslara ait İslâm kılıçlarıdır. “Süyûf-i mübâreke” (Kutsal kılıçlar) olarak anılan Hz. Muhammed ve Dört Halife döneminden intikal eden kılıçların otantik olduğu konusu kuşkuludur. Emevî, Abbâsî, Eyyûbî, Memlûkî, Kuzey Afrika ve İran kılıçları, dönemlerinin en zengin koleksiyonlarını oluştururlar.

    Fâtih döneminde ileri düzeyde biçimlenmiş olan Osmanlı kılıç formunun 16. yüzyılda esas formunu bulduğu ve bunun 18. yüzyıl sonlarına değin sürdüğü görülür. 19. yüzyıl yapımı kılıçlarda az da olsa Avrupa etkisi görülmektedir. Bu etki bezemelerde olduğu kadar kabza, balçak ve namlu biçimlerinde de kendini göstermektedir.

    Eğri Namlunun Matematiği

     COĞRAFYANIN KILIÇLARI (KILIÇLARIN EFENDİSİ)



    Düz kılıç, Eğri kılıç, Darbeye maruz kalan kesitler


    Şekildeki düz kılıcın, kesit ölçüleri değiştirilmeksizin eğri kılıç haline getirildiğini varsayalım. Düz kılıç A noktasında, eğri kılıç da yine A noktasında bulunan bir noktaya düşey doğrultuda bir F kuvvetiyle vurulmuş olsun. Anlatım kolaylığı açısından düz kılıç kesitinin BC boyunca dikdörtgen, AC boyunca da ona oturan bir üçgen olduğunu kabul edelim. Düz kılıcın darbeye maruz kalan kesiti şekildeki sarı renkli alandır. Eğri kılıçta ise darbeye maruz kalan kesit AC B doğrultusunda oluşmakta ve sağdaki şekilde kesik çizgilerle gösterilen alana dönüşmektedir. Matematiksel olarak eğri kılıcın A darbe noktasındaki eğim açısı α = B AB açısıdır. ABB üçgeninin B¢BA açısının dik açı olduğu kabul edilebilir. Bu takdirde AC = AC/cos α ve AB = AB/ cos α eşitlikleri yazılabilir. Örneğin α = 30° için AC = 1,155 AC ve AB = 1,155 AB olur. Namlu kalınlığı değişmediği için kesit alanının da bu oranda arttığı kabul edilebilir. Sonuç olarak aynı kesitteki eğri kılıcın, aynı darbe kuvveti için kesit alanı % 15,5 büyümekte, ama b kama açısı aynı oranda küçülmektedir.

    Tabii arzu edilen, namlu boyunca dayanıklılığın aynı kalmasıdır. Bu nedenle eğimin başladığı noktadan itibaren –daha az kesit yeterli olduğu için namlu giderek inceltilmektedir. Bunun sonucu olarak da
    1. Aynı etkinliğe sahip daha hafif bir namlu gerçekleştirilmekte,
    2. Ağırlık merkezinin kabzaya yaklaşması sağlanmaktadır.

    Daha hafif ve ağırlık merkezi ele daha yakın kılıç kullanmanın, kullananı daha az yoracağı kuşkusuzdur. Üstelik kama açısı küçüldüğü için kılıcın kesme kabiliyeti artmakta, bir başka deyişle aynı darbe gücüyle daha derin yaralar açması mümkün olabilmektedir.

     COĞRAFYANIN KILIÇLARI (KILIÇLARIN EFENDİSİ)


    Surnâme-i Hümâyûn’da kılıççılar esnafı


    Sultan 3. Murad (1574-1595) dönemine ait olup 1582’de yazıldığı tahmin edilen Surnâme içinde yer alan kılıççılar (Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, Hazine 1344, varak 96a ve 177a). İçindeki 437 minyatür Nakkaş Osman tarafından yapılmıştır. “3. Murad Surnâmesi” olarak da anılan kitapta 3. Mehmed’in 40 gün süren sünnet düğünü betimlenir.

    Kın Yapımı ve Kıncılar

    Kın, kılıcın kullanılmadığı zamanlarda içinde korunduğu zarftır. Osmanlı Türkçesi’nde Arapça “gılâf” (kılıf) sözcüğü de kullanılır . Kılıcı dış etkilerden korur ve her kılıç daima kınında taşınır. Kınlar, kabzanın balçak altında kalan bitiş noktasından namlu ucuna kadar olan uzunlukta olur. Her kılıç için özel olarak ve genellikle gürgen ağacından yapılır. Evliya Çelebi (1611-1682) o dönemde İstanbul’daki kıncılar esnafının 300 dükkân ve 600 çalışandan oluştuğunu yazmıştır. Osmanlı Türkçesi’nde kın ustasına “niyâmger” (kın yapan) denir. Niyâmgerân (kıncılar) kılıç ustalarından ayrı, başka bir cemaat oluşturur; esnaf birlikleri ve atelyeleri ayrıdır. Kılıç tahtasının üzeri çoğu kez sahtiyan veya meşin deriyle , kimileyin genellikle kırmızı veya mor renkli kadife kumaş veya gümüşle kaplanır. Bu işleme “kın bağlamak” denir. Önce kılıca “kıl oynatmaz” denilen tarzda bir tahta kılıf yapılır; üstüne sığır sağrısından bir deri kaplanır ve derinin iki ucu “sırım”la gerdirilerek boydan boya gümüşten yassı bir şeritle birleştirilir. Günümüzde bu dikişi yapacak usta kalmamıştır. Kının ağızlık (kılıcın girdiği yer), çamurluk (pabuç da denilen kının uç kısmı), askı halkaları ile bilezikleri demir, pirinç veya gümüşten olur. Çok süslü, dahası “murassa” (değerli taşlarla bezeli) olanlarına da rastlanır. Eğri kılıçlarda kının ağızlık tarafının içbükey kenarı, kılıcın kolayca girebilmesi için, üst bileziğe kadar (yaklaşık 18-20 cm) yarık olarak yapılır. Kın kılıçla aynı döneme ait olmayıp çürüdüğü için daha yakın bir zamanda yapılmış olabilir. Kılıç kınından çıkarıldığında, kın belde asılı kalır.

    Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan kimi kılıçların kınları üzerinde usta damgasına rastlanır. Bunlar arasında İbrahim Usta (19. yüzyıl), Zülfikar (Prizren, 19. yüzyıl), Tosun adları okunabilmektedir. Ayrıca Topkapı Sarayı Müzesi arşivindeki kayıtlarda 16. yüzyılda Muslihiddin (Mihalıç), Davud (Bosna), Ali (Bosna), Yahya-i Rum, Hasan (Bosna), Mehmed (Nemçe), Ali bin Mustafa, İskender (Bosna), Mustafa (Mihalıç), Mustafa Abdullah, Yusuf (Çerkes); 17. yüzyılda Yusuf Karagöz, Ali Mustafa, Mustafa Abdullah, Mehmed Abdullah (Bağdad), Keyvan Abdullah, Mustafa Mehmed, Mahmud Mehmed, Cafer Abdullah, Süleyman Abdullah, Yusuf Abdullah, Bâlî (Tolci), Kaasım Süleyman, Ali Abdullah, Bâlî Kurt, Ali Yusuf, Yusuf Mustafa, Hızır Abdullah, Yani zimmî, Mehmed Abdullah, Recep Ahmed, Mustafa Kaasım, Bâlî Ahmed ve 18. yüzyılda El-hâc Mehmed veled-i İbrahim gibi usta adlarına rastlanmaktadır.

     COĞRAFYANIN KILIÇLARI (KILIÇLARIN EFENDİSİ)


    Topkapı Sarayı Müzesi’nden bir düz kılıç
    (TSM envanter no 21/134)

    Mukaddes Emanetler arasında bulunan, ikinci halife “Ömer bin Hattab”ın (591-644) iki ağızlı kılıcı 97,5 cm uzunluğunda, düz ve kınsız olarak 850 gram ağırlığındadır. Namlu genişliği orta bölümde 4,5 cm’dir. Uzunluğu 13,5 cm olan siyah deri kaplı, altın başlı kabza üzerinde bolluk ve bereket simgesi olan stilize edilmiş bir balık amblemi yer alır. Balçağı demirdendir. Siyah deri kaplı kının ağızlığı, çamurluğu ve bilezikleri altındandır.

    Osmanlı padişahları tahta çıkışlarında yapılan kılıç alayı törenlerinde çoklukla Hz. Ömer’in kılıçlarından birini kuşanmışlardır.

    Namlu Yapımı

    Namlular “kılıç beyzesi” veya “kılıç yumurtası” (19) adı verilen ve çapı 5-8 cm, yüksekliği 8-12 cm olan çok kaliteli ve özel olarak hazırlanmış silindirik demir külçelerin tavlanıp (ısıtılıp) dövülerek uzatılmasıyla oluşturulur . Bu külçeler, çeliklerinin kalitesi denenerek saptanmış yörelerden sağlanmaktadır. Topkapı Müzesi arşiv kayıtlarında “Karataban demirli, Karahorasan demirli, Eski İstanbul demirli, Diyarbakır demirli, Eski Şam demirli, Dimişkî (Şam) demirli, Mısrî demirli, Horasan demirli, Kirmânî demirli, Acem demirli, Seyhânî demirli, Hindî demirli, Çintiyan demirli, Frengî demirli” kılıçlara rastlanmaktadır.

     COĞRAFYANIN KILIÇLARI (KILIÇLARIN EFENDİSİ)


    Bir eğri kılıç



    Safevî şemşirleri 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı’da görülmeye başlar. Yavuz Sultan Selim’in (1512-1520) İran seferi sonrasında Safevî şemşirleriyle Osmanlı kılıçları arasında kısmî de olsa karşılıklı bir etkileşim olduğundan söz edilebilir. Benzer şekilde Yavuz’un Mısır seferi sonrasında Osmanlı kılıçları Memlûkî kılıçlarından da bir ölçüde etkilenmiştir. Memlûk ve Türk kılıçlarında genellikle kan oluğu bulunduğu halde, Safevî şemşirlerinde kan oluğuna rastlanmaz.

    Resimdeki kılıç 18. yüzyıl ürünü olup kınsız ağırlığı 750 gramdır. Namlu boyu 85 cm, kabza uzunluğu 12,5 cm, altın kakma desenlerle bezeli balçak boyu 12 cm ve kılıcın ağırlık merkezinin kabzaya olan uzaklığı 21 cm’dir. Düz kısımda genişliği 2,85 cm olan namlu, uca doğru giderek incelmektedir. Sırt kalınlığı düz kısımda 4 mm’dir. Kabzası boynuzdan yapılmıştır. Tek ağızlı ve oluksuz namlusunun yüzeyi menevişlidir. Kılıcın uç doğrultusu, ana doğrultusuyla yaklaşık 45 derece açı yapmaktadır. Siyah deri kaplı kının ağırlığı 480 gramdır; eni dıştan dışa 4,5 cm, boyu uçtan uca 88 cm’dir. Bilezikleri ve çamurluğu demirdendir.
    Resimlerde kılıç kını içinde, kınıyla yan yana ve sırtı üzerinde dengede bulunurken görülüyor.

    Evliya Çelebi (1611-1682) ünlü Seyahatnâme’sinde İstanbul’daki maden yataklarından söz ederken “Tophane kasabası ensesinde Galata Sarayı diye bilinen padişah sarayının altında ‘Eski İstanbul’ nâmıyla anılan bir demir madeni bulunduğu”ndan söz etmekte ve şunları yazmaktadır :

    “Dünya üzerinde ‘Eski İstanbul demiri’ diye ün yapmıştır. Ayasofya’nın bütün demir ihtiyacı bu demir madeninden sağlanmıştır. Sultan Bâyezîd-i Velî zamanına dek buradan pek bol demir çıkartılmakta idi. Padişahın gelip gittikçe âb ü havâsından hoşlanıp buraya hastane, medrese ve daha sonra saray yaptırmasıyla maden kullanılmaz hâle gelmiştir.

    Sultan 2.Osman (1618-1622) döneminde Kurşunlu Mahzen ile Top Kapısı arasında ‘Dimişkîhâne’ (kılıçhane) işyeri vardı. Fâtih söz konusu madenden demir çıkartıp kendisinin bina ettirdiği bu dimişkîhânede usta kılıççılara çeşitli tarz kılıçlar yaptırırdı. Sultan 4.Murad’ın (1623-1640) kılıççıbaşısı Sağır Davud’un ustası Mustafa burada çalışırdı. Kale dışında, deniz kenarında büyük bir işyeri idi. Daha sonra Sultan İbrahim (1640-1648) döneminde Kara Mustafa Paşa’nın şehit edildiği yıl (1644) terk edildi” .

     COĞRAFYANIN KILIÇLARI (KILIÇLARIN EFENDİSİ)


    Topkapı Sarayı Müzesi’nden bir eğri kılıç
    (TSM envanter no : 1/487)


    Sultan 2. Osman’ın (1618-1622) düz gümüş balçaklı kılıcının namlusu eğri ve oluksuzdur. Siyah meşin kaplı kının ağızlık, bilezik ve çamurluğu gümüştendir. 86 cm uzunluğundaki kılıcın boynuzdan yapılmış kabzası dönemine ait olmayıp daha sonra yenilenmiştir. Namlusu üzerinde madalyon içinde sülüs yazıyla Saf Sûresi’nin 13.âyetinden “Nasr(un) min Allah ve feth(un) karîb ve beşşiril mûminîn yâ Muhammed” (Allah katından yardım ve yakın bir zafer vardır, Muhammed bunu inananlara müjdele) cümlesi ile kılıcın Genç Osman’a ait olduğunu anlatan, onu öven ve ona hayır duada bulunan altın kakma yazılar vardır.

     COĞRAFYANIN KILIÇLARI (KILIÇLARIN EFENDİSİ)


    Topkapı Sarayı Müzesi’nden bir burmalı kılıç
    (TSM envanter no : 1/93)

    Sultan 2. Bâyezid’in (1481-1512) 106,5 cm uzunluğundaki kılıcının kabza başı ve balçağı altın kakma bitkisel desenlerle bezelidir. Kabza ve balçak tek parça demirden şekillendirilmiştir. Kabzası hafifçe eğimli ve yassıdır. 90 cm uzunluğundaki iki ağızlı namlunun kabzadan itibaren 12 cm’lik kısmı düz, sonrası yılankavîdir (yıldırım ağızlı). Dörtlü kan oluğu ağızlara paralel bir şekilde uca kadar uzanır. Namlunun düz kısmının bir yüzünde altın kakma yazıyla “Es sultânül kâmil vel melikül âdil Bâyezid Han bin Mehmed Han, azze nasruhu” (Mehmed Han oğlu, adaletli ve yetkin padişah Bâyezid Han, zaferi şerefli olsun) cümlesi, öteki yüzünde madalyon içinde stilize bir besmele yazılıdır.

    Kılıç üretilen yere dimişkîhâne denilmesi, en iyi kılıçların Arapça adı Dimişk olan Şam’da yapılmasından ve bunların çok ünlü olmasından ileri gelmektedir. Döve döve şekillendirilen namlu demiri önce eğelenir, sonra çeşitli incelikte zımpara tozlarıyla zımparalanarak kaba parlatması yapılır. Daha sonra da üzerine bakır ve kurşundan yapılmış ve suyla ıslatılmış çok ince zımpara tozu dökülerek, döner çarkla ince parlatması yapılır.

    Namlu üretiminde ikinci önemli husus, demirine su verilerek yapılan soğutma işlemidir. “Su verme”, demirin soğutulması sırasında oluşan kristalleşmeye atfen kullanılan bir deyimdir. Demir bu işlemle çelikleşir. Kristalleşme olgusu kısmen demir cevherinin tipine, kısmen de çeliği ısıtmada kullanılan odun kömürü türüne bağlı görünmektedir. Çeliğe az su verilirse kılıç kolayca eğrilir ve keskinliğini koruyamaz. Çok su verilirse de kırılgan olur. Kılıçların özellikle uçtan itibaren iki karışlık kısmının çok keskin olması istenmektedir. Su verme reçeteleri (formülleri), kılıç ustalarının sırrıdır. Bu nedenle kayda geçirilmemiş, ustanın ölümüyle bilinmez hâle gelmiştir. Bununla birlikte Kemankeş Kara Mustafa Paşa (1592-1644) “Kavsnâme” (Yay kitabı) adlı eserinde bir su reçetesi vermektedir (Köşeli parantez içindeki ifadeler tarafımızca eklenmiştir) :

    “….Sana temrenlere yâhud kılıç yâhud bıçaklara su vermek için bir su reçetesi yazdım ki köhnî eski zamânında çıkarmışlar ve kimyâ gibi saklamışlar. Bu âna gelince ne bir kılıççıda var, ne bir temrencide vardır. Ben dahî duyurmaz idim, gayet gizlidir. Âşikâre eyledim ki beni hayır du’âdan unutmayasız. Kendim de tecrübe eyledim…. Aşağıdaki maddeleri bir kapta iyice karıştırıp hamur ettikten sonra şişeye koyup 40 gün şişeyle güneşte dursun. Sonra şişeyi âteş üzerine koyup içindekini inbik ile taktîr edesin (damıtasın). Arakî ter gibi damla damla inip olup, pek sıkı saklayasın. 1 vukiyyesi (1 okka = 1283 gram) bir kılıca su vermeye yeter ve 1 vukiyyesi 1000 altın değeriçün değer. Bir sert Dimişkî demirde bu sudan su ver, pekliği dayanıklılığı yerinde örsü keser, kırılmaz…. Ve her ne denli usûllü ‘cebe’ye zırh ursan iki pâre parça eder. Sâhipkırân hükümdar kılıçları ve sahâbe-i güzîn (Hz. Peygamber’in seçkin arkadaşları) kılıçları bu su ile sulanmışdır…. Bilmiş ol, gayet saykalî cilâcı keskinliği koruyucu sudur. Her kim takayyüd edip iş edinip Çıkarır ise, bu bendelerine du’â eylemek mukarrerdir herhalde bana dua eder. Mezbûr sözü edilen suyun matlûb olan eczâ beyân eder (aranılan bileşenleri şöyledir) :

    1 okka Sönmeden (sönmemiş) kireç (Kalsiyum oksit)
    1 “ Pelid ağacın (Bir tür meşe ağacı) külü
    0,5 “ Bûrak-ül Ermenî (Doğal soda)
    0,5 “ Zengâr (Bakır pası oksidi, bakır çalığı)
    0,5 “ Sarı zırnıh (Doğal arsenik sülfür)
    1 “ Yaban soğanın suyu
    1 “ Turp suyu
    1 “ Katran (Katran ağacının kök ve gövde parçalarının yakılmasıyla elde edilen koyu
    renkli, reçineli kıvamlı sıvı)….”

     COĞRAFYANIN KILIÇLARI (KILIÇLARIN EFENDİSİ)


    Topkapı Sarayı Müzesi’nden bir çatallı kılıç
    (TSM envanter no : 1/215)

    “Murad ibn-i Süleyman”a atfedilen Memluk kılıcı 15. yüzyıl ürünüdür. Düz ve iki ağızlı namlusunun ucu çatallıdır (zülfikaar ağızlı). Tam uzunluğu 95 cm, namlu boyu 88 cm’dir. Kabza ve balçağı eksiktir. Namlusunun kabza tarafının bir yüzünde Arapça olarak Hz. Peygamber’in “Kılıçlar cennetin anahtarıdır” hadisi, öbür yüzünde kelimei tevhid ve “Amel-i Ahmed el Mısrî” (Ahmed elMısrî işi) usta damgası vardır.

     COĞRAFYANIN KILIÇLARI (KILIÇLARIN EFENDİSİ)


    Topkapı Sarayı Müzesi’nden bir meç
    (TSM envanter no : 1/74)

    Meçler uzun ve dar gövdeleriyle kesici olmaktan çok delici silahlardır. Hazine kayıtlarında “meç kılıcı” ve “şiş” olarak da geçer. Namluları ensizdir; tek veya çift ağızlı olabilir. Osmanlı kılıçları arasında sayıları çok azdır.
    Kanûnî’nin (1520-1566) meçi 72,5 cm uzunluğundadır. Uca doğru giderek sivrilen düz ve tek ağızlı namlusunun bir yüzünde boydan boya altın kakma zarif desenler, öbür yüzünde sülüs yazıyla Karahisârî (1469?-1556) hattı besmele, Talâk Sûresi’nin 2. âyetinin son bölümü ile 3. âyeti, Arapça bir dörtlük ve uca doğru “Kostantıniyye’de (İstanbul) Hicrî 938’de (Milâdî 1531/32) Selim Han oğlu Süleyman Han için yapıldığı” yazılıdır. Yuvarlak kını ağaçtan yapılmış olup üzerine

     COĞRAFYANIN KILIÇLARI (KILIÇLARIN EFENDİSİ)


    Topkapı Sarayı Müzesi’nden bir yatağan
    (TSM envanter no : 1/2871)

    Osmanlı Kılıç Ustaları


    Kılıç yapımı hayli emek ve ustalık isteyen zor bir sanat dalıdır. Evliya Çelebi’nin (1611-1682) ünlü Seyahatnâme’sinin İstanbul esnafını anlattığı birinci cildinde yazdığına göre, “Esnâfı kılıççıyân” (Kılıççılar esnafı) o dönemde 205 dükkân ve 1007 çalışandan oluşmakta ve işyerleri Mahmutpaşa Hamamı karşısında bulunmaktadır. Osmanlı Türkçesi’nde kılıç yapan ustaya “şemşîrger” de denir. Evliya “Pîrleri demir işlemede Hz. Davud’dur, ammâ Hz. Peygamber döneminde Hz.Esîr Hindî-i Seyyâf’dır” diyor

     COĞRAFYANIN KILIÇLARI (KILIÇLARIN EFENDİSİ)


    Bir Dimişkî namlunun yakın plan fotoğrafı


    Şam’da yapılan ve kentin Arapça adına izafeten “Dimişkî” olarak anılan kılıçların namlu yüzeylerine yakından bakıldığında soyut resmi andıran gözalıcı menevişler görülür. Namlu yüzeylerinin alacalı yada dalgalı görünüşleri, atlas ve saten denilen ipek kumaşların hârelerine veya geleneksel ebru desenlerine benzetilebilir. Menevişlerin şekilleri açısından, bu kılıçların üretildiği çeliğin “lekeli”, “merdivenli” ve “dalgalı” olarak anılan türleri vardır. En makbulü dalgalı olanıdır. Haçlı seferleri sırasında Ortadoğu’da yaptıkları savaşlarda bu kılıçlarla karşılaşan şövalyelerin ülkelerine döndüklerinde anlattıkları öyküler, Dimişkî kılıçların Avrupa’da bir efsane hâline gelmesine neden olmuştur.

    Eskilerde doğada demir-oksit olarak bulunan cevher, ocağa odun kömürüyle karıştırılarak yükleniyordu. Odun kömürü, demiri oksijenden ayırarak element hâline getirmek için gerekli ısı enerjisini sağlamaktadır. Ancak körükle hava basılmasına karşın yeterli ısı enerjisi sağlanamadığından, elde edilen ürün “demir + cüruf + cevher” bileşimi olmakta ve demiri istenmeyen “cüruf + cevher” karışımından ayırmak için ürün defalarca ergitilip dövülmekteydi. Ama, yine de içinde cevherden gelen bir miktar kirlilik olmaktaydı. Ayrıca, bu ısıl işlemlerin uygulanma süresinin de sonuç üzerinde etkili olduğu anlaşılmaktadır.

    Şam demirli namluların hammaddesi olan çelik alaşımının Hindistan kaynaklı olduğu konusunda hemen hemen bütün araştırmacılar hemfikirdir. Bu özel çelik Hindistan’dan Şam’a “beyze” (yumurta) denilen külçeler halinde ihraç ediliyor ve burada işleniyordu. Batı dünyası bu kılıçlarla Haçlı seferleri sırasında tanıştığı ve performanslarından çok etkilendiği için, Şam yapımı kılıçların çeliğinin de ora kaynaklı olduğunu sanmıştır. Ancak Şamlı ustaların, bu çeliği işleyerek kılıç yapma konusunda olağanüstü başarı gösterdiklerini teslim etmek bir hakşinaslık gereğidir.

    Yüksek kaliteli Dimişkî kılıçlara 18. yüzyıl sonlarından itibaren rastlanmıyor. Hindistan kaynaklı kılıç yumurtaları Şam’a gelmez olmuştur. Nedenini bilmiyoruz. Belki bunların elde edildiği maden cevheri tükenmiştir, belki de kılıç yumurtası dışsatımı yasaklanmıştır.

    Dimişkî çeliği üretebilmek için Batılı ustaların yüzyıllardır verdikleri uğraş, son yıllarda sonuç vermiş gözüküyor. Amerikalı Prof. Verhoeven ile Pendray’ın çalışmaları, Dimişkî pota çeliğinin temel ayırt edici özelliği olan karbür (carbide) taneciklerinin oluşmasında, başta vanadyum ve molibden olmak üzere krom ve manganez gibi kimi eser elementlerin rol oynadığını göstermiştir.

    Ortadoğu’daki İslâmî çevrelerde bu hârelerin (suların) cennetin ırmaklarını simgelediği kabul edilir. Dahası, çeliğin yüzeyi üstündeki bu menevişler (açık ve koyu bölgeler), farklı iki suyun simgeleridir : Biri can veren tatlı su, öteki can alan acı su.. Bir başka deyişle bu simgeler, kılıcın yerine göre hem “hayat kurtarıcı” hem de “can alıcı” olabilmesiyle örtüştürülmektedir.

    Sayıları az da olsa kimi kılıç ustaları, yaptıkları kılıçlara kendi adlarını koymuşlardır. Bu adlar genellikle namlu yüzeyinde kabzaya yakın bir yerdedir. Kimi kılıçlarda usta adı kılıcın sırtında bulunur. Ama, ustaların yaşamöykülerine ilişkin elimize ulaşan hemen hiçbir bilgi yoktur. Kimi zaman imzaları altına koydukları ve kılıcın yapıldığı Hicrî yılı gösteren tarihlerden veya kılıcı yaptıran ünlü kişinin adından yararlanarak yaşadıkları dönemleri bilebiliyoruz. Ayrıca, Topkapı Sarayı Müzesi arşivindeki “Mevâcibi ehli hırefi hassa” (Saray zanaatkâr aylıkları) defterlerinde pek çok kılıç ustasının adı yer almaktadır. Mahkeme defterleri (Kadı sicilleri) bu konuda bir başka kaynak oluşturur. Örneğin, 15 Zilkaade 1138 (15.7.1726) tarihli bir kayıtta o yıl İstanbul’da bulunan kılıççı esnafının adları, çalıştıkları yerler de belirtilerek verilmektedir (Bu belge makale kapsamında sunulmaktadır). Aynı adı taşıyan birden çok kılıççı olması, kimi zaman tereddüt ve karışıklık doğurur. Bu alçakgönüllü sanatçılar, kendilerine ilişkin herhangi bir belge bırakmamışlar, sanki sözbirliği ederek bu bilinmezliği özellikle istemişlerdir.

     COĞRAFYANIN KILIÇLARI (KILIÇLARIN EFENDİSİ)


    1726 yılında İstanbul’daki kılıççı esnafını gösteren belge

    İstanbul Mahkemesi 24 numaralı defter, 169 [53b-1] : İstanbul’daki kılıççı esnafının isimleri.

    Mahmutpaşa’da (29) : Kethüdâ (Kâhya) Usta Yakup [bin Ali], Kılıççıbaşı Usta El-hâc Mustafa, Usta Yusuf & Mehmed, Usta El-hâc Mustafa

    Beyazıt’ta : Yiğitbaşı Usta Ahmed [bin Ali], Usta Hüseyin & Osman, Usta Mustafa & Osman, Usta Mehmed, Usta Osman, Usta Halil & Osman, Usta Arslan & Ayvaz & Kirkor, Usta Mustafa & Mustafa, Usta Hüseyin, Usta Nakal & Bogos, Usta Haçadur & Agop, Usta Karaoğlan, Usta Havros (Navros olmalı), Usta Zırhlı, Usta Çatalbaş, Usta Yorgaki, Usta Şimu, Usta İsteryo (Stelyo olmalı), Usta Şebşal

    Mikrasçılarbaşı’nda : Usta Mehmed, Usta Ali [bin Ömer], Usta Yusuf

    Bezzâzistan (Bedesten) yakınında : Usta Mitre (Dimitri’den dönüşmüş olmalı), Usta Abraham

    Divanyolu’nda : Usta Es-seyyid Mehmed [bin Mustafa], Usta Îsâyî (Yesayi olmalı), Usta Kirkor & Mıgırdıç, Usta Toros

    Muratpaşa’da : Usta Hasan, Usta İbrahim

    Saraçhanebaşı’nda : Usta İbrahim, Usta Ariston & Kirkor, Usta Kirkor & Agop

    Galata’da : Usta Hasan, Usta Ömer, Usta İsmail, Usta Agop

    Üsküdar’da : Usta Mehmed, Usta Piru (Pirus olmalı)

    Dört ustanın köşeli parantez içindeki baba adları (“bin” oğlu demektir), aynı defterin 43 [14b-2] kararından yararlanılarak tarafımızdan eklenmiştir. Bu listede yer alan usta adlarını, metin içindeki ana listeye dahil etmeden vermeyi yeğledik. Böylelikle belli bir tarihte İstanbul’da nerede, kaç tane kılıççı bulunduğu ortaya çıkmaktadır.


    Bu olanaklardan yararlanarak kılıççılar için küçük bir isim listesi oluşturmak mümkün olabilmektedir. Usta damgaları “Amel-i …” (…’nin işi) biçimindedir. Kimi adların içinde geçen Arapça “bin”, “ibn-i” ve “veled-i” sözcükleri oğlu anlamındadır. “El-hâc” hacı demektir. “Zimmî” (korunan) terimi, şeriate göre alt konumda olduklarını kabul etmeleri ve “cizye” ödemeleri koşuluyla bir ölçüde yarı özerklik tanınmış olan Hıristiyan ve Yahudiler için kullanılır. Kuşkusuz listede yer alanların dışında da pek çok kılıç ustası vardır.

    15. yüzyıl ortaları :
    Azizullah, Mahmud, Mustafa.

    15. yüzyıl sonları :
    Abdurrahman bin Sinan Mehmed el-Mısrî, Hacı Sungur.

    16. yüzyıl başları :
    Ahmed Tekelû, Celâl bin Nevruz, Emir Ahmed Şerif, El-hâc Sungur, Hacı Sungur, Halil bin Şeyh Hasan Tebrîzî, Hayreddin bin Hasan, İlyas, Mehmed, Mehmed bin Hamza.

    16. yüzyıl ortaları :
    Ahmed, Celâl Nûr-i zaven, El-hâc Yusuf, Emîr, Hacı Sinan, Halil, Hasan, Hoşkadem, Hacı Murad bin Hoşkadem, Usta Hüseyin Hoşkadem, Kara Yusuf, Mehmed, Nasuh, Sinan, Sungur, Yusuf, Yusuf bin Ahmed, Yusuf bin Sabbah.

    16. yüzyıl sonları :
    Dergiz Ali, Hacı Sungur & Süleyman, Hacı Yusuf, Mehmed bin Sinan, Seyyid Bayram.

    17. yüzyıl başları :
    Abdi Yusuf, Ahmed Kaştah, Behram Kurt, Hüseyin, Hüseyin Abdullah, İzzet, Mustafa Abdullah, Mustafa Ramazan, Nasuh Abdullah, Osman Müslim-i nev, Rıdvan Abdullah, Süleyman Abdullah.

    17. yüzyıl ortaları :
    Abdi Kenan, Abdülbâkî Hüseyin, Ahmed, Ahmed Abdullah, Ahmed Ali, Ahmed Hüseyin, Ahmed İsmail, Ahmed Ömer, Ahmed Timurcu, Ali Abdullah, Ali Abdurrahman, Ali Davud, Ali Osman, Ahmed Mehmed, Bâlî Ahmed, Bâlî Mustafa, Bedros, Behram, Behram Abdullah, Davud Abdullah, Dilâver Abdullah, Eyyub Ahmed, Hasan Abdullah, Hasan Ali, Hasan Şaban, Hızır, Hüseyin Ali, Hüseyin Hasan, İbrahim, İbrahim Ali, İsmail Hüseyin, Mahmud Mehmed, Mahmud Osman, Mehmed, Mehmed Abdullah, Mehmed Ali, Mehmed Hasan, Mehmed Hüseyin, Mehmed İsmail, Mehmed Müslim-i nev, Mehmed Şaban, Mustafa Ali, Mustafa Hüseyin, Mustafa Mehmed, Mustafa Ramazan, Mustafa Resul, Mustafa Sinan, Nasuh Mehmed, Nebî Mehmed, Oruç Mahmud,

    Osman Abdullah, Osman Memi, Ömer Müslim-i nev, Pervâne Abdullah, Perviz, Sefer Hüseyin, Süleyman, Yakob Yasef zimmî, Yani Todori, Yani zimmî, Yusuf, Yusuf Abdullah, Yusuf Ahmed, Yusuf Hasan, Yusuf Mustafa, Zülfikar Abdullah.

    17. yüzyıl sonları :
    Ahmed Seferî, Ali Dede, Bâlî, Emin Mehmed, Eyyub, Hardos zimmî, Hasan Ahmed, Hüseyin, Mehmed, Kirkor Yakup, Mahmud Yakup, Mehmed, Mehmed Müslim, Mehmed Osman, Mehmed Piyâle, Mehmed Şah, Mustafa Ahmed, Nebî Şah, Ömeroğlu, Süleyman Ahmed, Yakup Ali.

    18. yüzyıl başları :
    Ahmed, Ali, Hüseyin, İbrahim, El-hâc İbrahim, Mehmed Ağa, Osman Ağa, Ömer.

    18. yüzyıl ortaları :
    Ahmed, Davud, Mehmed, El-hâc Mehmed, Osman.

    18. yüzyıl sonları :
    Abdi, Abdullah, Ahmed, Bekir, El-hâc Bekir, Davud, Hacı Hoşkadem, Hacı Murad, Hacı Sungur, Hacı Yusuf, Halil, Hüseyin, İbrahim, El-hâc İbrahim, Hacı İbrahim, İsmail veled-i Hasan, Koca Usta, Mehmed, Mehmed Ahmed, Mehmed bin Sinan, Mehmed Hasan, Murad, Mustafa, Mustafa bin Hasan, Mustafa veled-i Ahmed, Nevhan, Osman veled-i Hüseyin, Osman veled-i İshak, Osman veled-i Mehmed, Ömer, Ömer Çavuş, Seyyid Derviş Mehmed, Seyyid Mehmed veled-i Osman, Seyyid Sâdık ibn-i Mehmed, Süleyman, Usta Ali, Usta Hüseyin.

    19. yüzyıl başları :
    Abdî, Abdullah, Ali, Ali Ağa, Bâlî Hasan, Bekir, Cafer, Emin, Filibeli Usta Emin, Hacı Yunus, Halil, Hasan, Hüseyin, Hüseyin Kalfa, İbrahim, El-hâc İbrahim, İsmail, Mahmud, Mehmed, Hacı Mehmed, El-hâc Mehmed Hasan, Mehmed ibn-i Ömer, Muharrem, Mustafa, El-hâc Nuh, Osman, Osman Ağa, Ömer, Ömer el-Bosnavî, Sâlih, El-hâc Sâlih, Sâlim, Seyyid Mustafa, Süleyman, Usta Süleyman, Usta Ahmed, Usta Murad, Veli.

    19. yüzyıl ortaları :
    Abdullah, Ahmed, El-hâc Ahmed, Akçakiliseli Hacı Nuh, Ali, Emin, Genç Sâlih, El-hâc Hasan, Halil, Hüseyin, Hüsnü, İbn-i Ömer Nûhî, İbrahim, El-hâc İbrahim, Lutfi Ağa, Mehmed, El-hâc Mehmed, Mehmed elCevâhir & Zeki Mehmed, Mustafa, El-hâc Mustafa, Genç Mustafa, Mustafa Ağa, Osman, Sâlih, Şerif, Yahya Usta, Yusuf, Zülfikar.

    19. yüzyıl sonları :
    Abdî, Abdullah, Acemoğlu, Ahmed, Ali, Atik, Ebûbekir, Emin, Faruk, Hacı Davud, Hasan, Hâfız Hasan, İnâyetullah, Mustafa, Sâlih, Zülfikar.


    Osmanlı, dahası İslâm kılıçlarının en güzel örnekleri ve en zengin koleksiyonu Topkapı Sarayı Müzesi ve Askerî Müze’de bulunmaktadır. Topkapı Sarayı Müzesi’nde 11.000 ve Askerî Müze’de 25.000 dolayında silah bulunduğu ve bunların dörtte üçünün İslâm dünyasına ait olduğu göz önüne alındığında, bu konuda fazla söze gerek olmadığı kolayca anlaşılır.

     COĞRAFYANIN KILIÇLARI (KILIÇLARIN EFENDİSİ)



    _____________________________


    Coğrafyanın Kılıçları


     COĞRAFYANIN KILIÇLARI (KILIÇLARIN EFENDİSİ)


    Silahtar Dilimizde “kılıç” çelikten yapılmış, bir veya her iki kenarı keskin, çoğunlukla sivri uçlu, uzun silahların genel ismidir. Dünya literatüründe ise, Türkler tarafından geliştirilmiş, özgün bir biçime sahip belirli bir kılıç türüne “kılıç” denir. Sözkonusu isimlendirmenin yol açabileceği karışıklıkları önlemek için, ülkemizde uzmanlar bu özel kılıca “Türk kılıcı” diyorlar; diğer dillerde böyle bir gereklilik olmadığından, dünyada bu silah “kılıç” olarak biliniyor.

    Arkeolojik bulgularla desteklenen tarih bilgimiz bu özel biçimin Orta Asya kökenli olduğunu, en eski zamanlardan itibaren kendisiyle karşılaşan her kültürü etkileyerek, her yönde yayıldığını ortaya koyuyor. Prof. Dr. Bahaeddin Ögel’in konuyla ilgili çalışması, Ordos ve Baykal ötesi Hsiungnu kültür çevresine ait arkeolojik buluntulardaki özgün bir namlu biçimini işaret ediyor. İlerleyen çağlarda, eski Göktürkler sahasının önemli bir ihraç ürünü olarak anılan “karaçori”, Gazneliler döneminin Farsça kaynaklarında “uzun ve eğri Türk kılıcı” olarak tanımlanıyor.

    Türkler tarafından yaygın ve etkin olarak kullanımı VIII. yüzyıla kadar inen tek dışbükey ağızlı namlu biçimi doğuda önce Çin’e (“dao”), sonraki çağlarda da Çin üzerinden Japonya’ya (“katana”) ulaşmış. Göçler ve akınlarla güneyde Hindistan’a (“talwar”), batıda İran (“şimşir”) ve Arap Yarımadası’na (“seyf”) ve nihayet Avrupa’ya (“sabre”) kadar yayılmış ve özellikle bir süvari silahı olarak geniş kabul görmüş. Zamanla Türkler bu biçimi daha da geliştirerek, bugün dünyanın “kılıç” olarak bildiği silaha ulaşmışlar.

    Namlunun Bölümleri Türk kılıcının temel ayırdedici özelliği, “ters ağız” diyebileceğimiz ve sırtın uçtan itibaren mahmuza kadar genişleyen yaklaşık üçte birlik kısmının keskin olması; yani, iki ağızlı yalmanıdır. Mahmuz kılıcın en geniş yeridir ve mahmuzdan hemen sonra genişliği biraz azalan namlu, balçağa kadar yaklaşık aynı genişlikte devam eder.


    Fatih Sultan Mehmet’in Kılıcı


     COĞRAFYANIN KILIÇLARI (KILIÇLARIN EFENDİSİ)


    Bu özel biçimin Türkiye’deki en eski örneği Topkapı Sarayı Müzesi’ndedir ve 1297-1299 yıllarında hüküm sürmüş Memluk Sultanı Hüsameddin Laçin’e aittir. Dr. Ünsal Yücel, “Islamic Swords and Swordsmiths” (Istanbul: IRCICA, 2001) adlı eserinde bu kılıcı oldukça ileri bir seviyenin örneği olarak yorumluyor ve bu seviye itibariyle artık biçim ile işlev arasında dengeli bir ilintinin sağlanmış olduğunu gözlemliyor.

    Memluk Kılıcı:

     COĞRAFYANIN KILIÇLARI (KILIÇLARIN EFENDİSİ)


    II. Bayezid’in Kılıcı Yine de, kılıç evrimini sürdürmüş. Namlunun genişliği azalırken, eğriliği artmış. Kullanım tarzının gerektirdiği bilek hareketlerine bağlı olarak, kabza başı “armudi” bir şekil almış. Dışbükey yapıdaki ters ağız zamanla önce düzleşmiş, sonra hafif bir içbükeylik kazanmış. Ters kesme (backcut) hareketinin tahrip gücünü artıran bu değişiklik, bize o dönemin kılıç kullanım tekniği içerisinde ters ağzın etkin bir rolü olduğunu düşündürüyor.

     COĞRAFYANIN KILIÇLARI (KILIÇLARIN EFENDİSİ)


    Türk kılıcı, XVI. yüzyılın başında estetik ve performans olarak en yüksek seviyeye ulaşmış. Ateşli silahların gösterdikleri gelişmeye paralel olarak artan kullanımlarının zaman içerisinde kılıcı ikinci plana ittiğini, artık işlevsellikten çok görselliği önem kazanmaya başlayan kılıçların abartılı biçimler ve bezemelerle bir statü sembolüne dönüştüğünü söyleyebiliriz. Safevi etkisiyle XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı topraklarında yayılan şimşir kullanımı, bu tarihten sonra üretilen kılıçların biçimlerini de etkilemiş. Dahası, XVII. yüzyılın başlarından itibaren İngiltere’den önemli miktarda kılıç ithal edilmeye başlanmış. Doğal olarak, bu tarihlerden sonra Türk kılıcında bir gelişme beklemek mümkün değil; aksine, üretim ve kullanımı azalmış, kalitesi ve karakteristik özellikleri erozyona uğramış. Sonuçta “ikincil silah” işlevini de yatağana devreden Türk kılıcı, 1806 yılında ve Nizam-ı Cedid ıslahatları kapsamında ordudan resmen kaldırılmış.

     COĞRAFYANIN KILIÇLARI (KILIÇLARIN EFENDİSİ)


    YATAĞAN HAKKINDA

    Halidun Semai
    Yeniçeri Ünü dünyayı tutmuş, adı yeniçerilerle birlikte anılmış, bir dönem asker olmayan erkeklerin de en gözde aksesuarı olmuş, sıradışı bir silahtır yatağan. Hiçbir zaman birincil savaş silahı olarak kullanılmadığı açıktır; ama Avrupalılar’ı, kuşağa çaprazlama yerleştirilmiş bir çift yatağana “kelle makası” adını takacak kadar etkilemiş olduğu da bir gerçektir.

    Bilinen en eski örneği, Kanuni Sultan Süleyman’a ait ve 1526-1527 yıllarında Ahmet Tekelü Usta tarafından yapılmış. Fildişi kabzalı ve altın, gümüş, yakut ve incilerle süslenmiş bu yatağan, bazılarınca silahta işlevsellik ve sanatsallığın ulaştığı en yüksek nokta olarak kabul ediliyor.

    Kanuni’nin Yatağanı:


     COĞRAFYANIN KILIÇLARI (KILIÇLARIN EFENDİSİ)


    Kökeni hakkında rivayet muhtelif… Makedonyalı İskender’in seferleriyle çok geniş bir coğrafyaya yayılmış olan “kopis” adlı antik bir silahın, Osmanlı’ya komşu kültürlerin birinde o güne dek varlığını sürdürebilmiş bir türevinden geliştirilmiş olabileceğini iddia edenler olduğu gibi, adından yola çıkarak; Orta Asya’da, Özbekler’in Katağan kabilesi tarafından geliştirildiğini öne sürenler de var. Nitekim, Orta Asya’da yapılan arkeolojik kazılar, içbükey ağızlı kesici aletlerin bu coğrafyada çok eski zamanlardan beri kullanıldığını ortaya koyuyor.

     COĞRAFYANIN KILIÇLARI (KILIÇLARIN EFENDİSİ)


    Ordos Bıçağı Batı Anadolu’da halk arasında kabul gören bir inanışa göre ise, herşey 1195 yılında Osman Bey adlı bir gazinin Selçuklu sultanı tarafından Teke yarımadasını fethetmek üzere görevlendirilmesiyle başlamış. Osman Bey öylesine bilgili ve deneyimli bir komutanmış ve bölgeyi o kadar kolaylıkla ele geçirmiş ki, insanlar “yattığı yerden savaş kazanan” bu efsanevi gaziye Yatağan Baba adını takmışlar. Zaferinin ardından sultanın hizmetinden ayrılan Yatağan Baba, fethettiği bölgeye geri dönmüş ve bir dergah kurmuş. Dergahın etrafı kısa zamanda kalabalıklaşıp bir köye dönüşmüş. Bu arada, aslında çok yetenekli bir demirci ustası olan Yatağan Baba, atölyesinde çok özel ve sıradışı bir forma sahip kılıçlar yapmaya başlamış ki, onlar da kendi adıyla anılır olmuş.

    Üç Örnek Maalesef, bugün için bu teorilerin hiçbiri diğerlerinden daha sağlam bir temele sahip değil; yatağanın kökeni, üstelik görece yeni bir silah olmasına rağmen, herkes için bir sır. Bundan beş yüzyıl önce ne kılıç ustaları sanatlarını ve deneyimlerini kağıda aktarma ihtiyacı duymuşlar, ne de dönemin vakanüvisleri böyle bir konuyla ilgilenmişler. Toplumsal tarih üzerinde çalışanların askeri tarihi gözardı edemeyecekleri gibi, askeri tarih çalışmalarının da silahların tarihi incelenmeden tamam olamayacağı açıktır; yine de, bugün bile bunun tarihçilerin pek fazla ilgi göstermedikleri bir konu olduğunu kabul etmek gerekir. Seçkin bazı tarihçilerimizin çok az sayıdaki çalışmaları da maalesef gerekli derinliği göstermemektedir.

    Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, “Osmanlı Devleti Teşkilatından Kapıkulu Ocakları” (Ankara: TTK, 1988: 1943, c. I, s. 376) isimli eserinde yeniçerilerin kullandıkları silahlar arasında “varsak denilen yatağan bıçağı”nı da sayar, ama üzerinde hiç durmadan geçtiği bu tanımlamasına bir referans da göstermemiş olduğundan, kafamızı iyice karıştırır. Acaba bugün bizim yatağan bıçağı dediğimiz silaha yeniçeriler varsak mı diyorlardı? Yoksa yeniçeriler, yatağan bıçağının varsak denilen bir alt türünü mü kullanıyorlardı? Dahası, acaba bütün bunların Anadolu’da Varsaklar adıyla bilinen yörük kabilesiyle bir bağlantısı var mıydı? Anlaşılan, konu büyük tarihçimizin ilgi alanına uzak kalmış.

     COĞRAFYANIN KILIÇLARI (KILIÇLARIN EFENDİSİ)


    Yatağan, XVII. ve XVIII. yüzyıllarda tüm Osmanlı coğrafyasında “moda olmuş”, özellikle Balkanlar’ın tamamında çok yaygın kullanılmış, hatta bir dönem Sırbistan’ın milli kılıcı haline gelecek kadar rağbet görmüştür. Sonuç olarak, kültürel mirasını devraldığımız bu toprakların özgün bir eseridir ve hakkında araştırma yapmak, yazıp çizmek de öncelikle bizim görevimizdir.

    DIMIŞKİ EFSANESİ
    Halit Doğan
    Salahaddin İpek Eşarbı Kesiyor Savaş alanında hayatta kalmanızın bileğinizin gücü kadar kılıcınızın kalitesine de bağlı olduğu çağlarda, sahip olabileceğiniz en şöhretli kılıçlar Şam’da yapılan ve şehrin Arapça adına atfen “Dımışki” olarak anılan kılıçlardı.

     COĞRAFYANIN KILIÇLARI (KILIÇLARIN EFENDİSİ)


    Tabanı son derece ilginç, desenli bir görüntüye sahip olan Dımışki kılıçların kalitesi her yerde bir efsane halini almıştı. O kadar sağlamdı ki, bir vuruşta rakibin kılıcını ikiye bölebilir, kalkanını parçalayabilir, yine de en ufak bir zarar görmezdi. Üstelik o kadar keskindi ki, bir elinizde kılıcı yalım yukarı sabit tutsanız ve diğer elinizle üzerine ipek bir mendil bıraksanız, mendil yere iki parça olarak düşerdi..!

    Yüzey Deseni Dımışki kılıçlar bu şöhretlerini büyük ölçüde Haçlı Seferleri’ne borçludur. Ortadoğu’ya yaptıkları seferlerde bu kılıçlarla karşılaşan şövalyelerin ülkelerine döndüklerinde anlattıkları hikayeler zaman içerisinde Dımışki kılıçları Avrupa’da bir efsane haline getirdi1. Üstelik Avrupa’lı ustalar ne kadar uğraşsalar da Dımışki çeliği kopya edemiyorlardı. Ortadoğu’dan binbir güçlükle getirtilen örnekler üzerinde yapılan en titiz incelemeler ve en yoğun çalışmalar dahi hiçbir sonuç vermiyordu. Bu durumun Dımışki efsanesine kattığı gizem, Avrupa’lı ustaları neredeyse bin yıl boyunca peşinden koşturdu.

     COĞRAFYANIN KILIÇLARI (KILIÇLARIN EFENDİSİ)


    Şam’daki geçmişi dördüncü yüzyıla kadar uzanan silah üretimi, bölgede çıkan ve silah yapımı için çok uygun olan demir cevheri sayesinde gelişip üne kavuştu. Timur istilası ve ardından şehirdeki büyük ustaların alınarak Semerkand’a götürülmeleri bu endüstriye büyük zarar verdiyse de, Şam çeliğinin Osmanlı İmparatorluğu’nda gördüğü rağbet, yeni ustaların yetişmesini ve Dımışki kılıçların ününe ün katmasını sağladı. Bu rağbet öylesine büyüktü ki, “Dımışki yumurta” denilen ve kılıç yapımında kullanılan 2-2.5 kg. ağırlığındaki çelik külçeleri, birer mücevher gibi, padişahlara hediye olarak sunulurdu.

    Kanuni Sultan Süleyman’ın Kılıcı:


     COĞRAFYANIN KILIÇLARI (KILIÇLARIN EFENDİSİ)
    [/center

    Zamanla Dımışki kelimesi bu çeliğin üretildiği merkezi ifade etmenin ötesine geçerek, sözkonusu tekniğin ve bu teknikle üretilmiş çeliğin de ismi haline geldi ve bu arada İstanbul’da da bir “dımışkihane” kuruldu. Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde Fatih Sultan Mehmet zamanında faaliyete geçen bu dımışkihanenin bugünkü Kabataş ile Tophane arasında, deniz kıyısında yer aldığını anlatır. Başta padişahlar olmak üzere, dönemin ileri gelenlerine çok değerli kılıçlar üreten büyük ustaların çalıştığı bu dımışkihanenin 1640 yılında Gümrük Emiri Ali Ağa tarafından satın alınarak yıktırıldığı düşünülürse, bu tarihten daha önce faaliyetine son verilerek, Sultanahmet’teki kılıçhane binasına taşınılmış olması muhtemeldir.

     COĞRAFYANIN KILIÇLARI (KILIÇLARIN EFENDİSİ)


    Çevresini kuşatan efsanelere uygun bir gizemle ortadan kaybolan Dımışki’nin en son örneklerinin 1800’lü yılların başında üretildiği sanılıyor. Günümüzde Batılı bilimadamları konu ile ilgili çalışmalarında bu tekniğin kökenini Hindistan’a dayandırırken, Dımışki çeliğinin aslında Hindistan’da üretilip İran’da dövülerek kılıç yapıldığını, Batılı gezgin ve tüccarların bu kılıçlarla ilk kez devrinin önemli bir ticaret merkezi olan Şam’da karşılaşmış olmalarından dolayı, yanlış bir adlandırmayla Dımışki dediklerini iddia ediyorlar. Buna karşılık, dokuzuncu yüzyılda Bağdat’ta yaşamış olan büyük düşünür ve bilimadamı Yakup İbn İshak El-Kindi, kılıçları konu alan çalışmasında (Ayasofya yazmaları, no. 4832, fol. 170-172) çeliği “işlem görmüş demir” olarak nitelendirirken, bu işlemin onu daha sağlam ve esnek bir hale getirdiğini, bu arada da “firind” adı verilen desenli görüntünün ortaya çıktığını yazıyor. El-Kindi, döneminin yerli kılıç türlerini sayarken Şam’ın başlıca üretim merkezlerinden biri olduğunu, Dımışki olarak adlandırılan Şam yapımı kılıçların çeliklerinin de Şam’da üretildiğini yazıyor.

    ŞEMŞİR; İRAN KILICI


    Dr. Manouchehr Moshtagh Khorasani

    İran’da kılıç için kullanılan genel terim “şemşir”dir. Bu sözcük iki parçadan oluşur; şem kuyruk veya pençe, şir ise aslan demektir. Dolayısıyla bu silahın ismi aslan kuyruğu ya da aslan pençesi anlamına gelir. Ancak yaygın inancın aksine, şemşir sözcüğünün kullanılması namlu eğriliğine atfen değildir. Bu sözcüğün kökleri, İran’ın eğri namlu ile tanışmasından çok öncelere dayanır. Yeni Farsça’nın erken dönemlerinde kılıca sine veya şemşer denirdi. Maniheist Orta Farsça’da ise kılıcın şafşer olarak adlandırıldığı görülür.

     COĞRAFYANIN KILIÇLARI (KILIÇLARIN EFENDİSİ)


    Düz Namlulu Şemşir Tüm bu dönemler boyunca İran’da kılıç namluları düz ve iki ağızlıdır. Dolayısıyla, namlusunun düz veya eğri olmasından ve bu eğriliğin derecesinden bağımsız olarak, orta veya uzun namlulu ve bir balçağa sahip tüm kesici silahlar için şemşir sözcüğü kullanılmıştır.

    Pota Çeliği İran’da çelik kılıçların yapımına ne zaman başlandığı tam olarak bilinmemektedir. Timurlu, Safevi ve daha sonraki dönemlerden bilindiği üzere, İran’ın kaliteli kılıçları pota çeliğinden yapılırdı. Pota çeliği, kilden yapılma potalarda, dökme demir, demir ve bir takım karbonlu maddelerden oluşan içeriğin karbonlama veya karbon alma yöntemlerinden birine tabi tutulmasıyla elde edilirdi. Her ne kadar İran’da Horasan, Kazvin, Neiriz ve Arsancan gibi bazı bölgelerde pota çeliği üretimi yapılmışsa da, İran’lı kılıç ustaları dillere destan Farsi kılıçlarının yapımında Hint işi çelik kütüklerini tercih etmişlerdir. Bu durum, Hindistan’dan İran’a çelik kütükleri ithalini, buna karşılık olarak da İran’dan Hindistan ve diğer komşu ülkelere kılıç ihracını doğurmuştur.


    İran’lı ustalar kılıç yapımında farklı yöntemler de denemişlerdir. Bu yöntemlerden biri de, farklı demir ve çelik çubukların bir arada ısıtılıp dövülerek katmanlar oluşturmasıyla ortaya çıkan yoğruk örüntülü çelik kılıçlardır. Tıpkı pota çeliğinden yapılanlar gibi, yoğruk örüntülü çelikten yapılan namlular da cilalanmalarının ardından bir takım aşındırıcı kimyasallar kullanılarak dağlanır, bu sayede yüzeydeki desenlerin güzelliği iyice ortaya çıkarılırdı.

    İşlemeli Metal Bilezik Kılıç kınları sahtiyan veya kumaş ile kaplanmış ahşaptan yapılırdı ve iki ya da üç metal bileziği olurdu. Zeller ve Rohrer’e göre, ahşap Farsi kınları normal olarak üç parça sahtiyan ile kaplanır ve bu parçaların arasına metal bilezikler yerleştirilirdi. Sahtiyan genellikle erkek eşeklerin sağrı derisinden elde edilir ve kabaca bir dokuya sahip olurdu.

     COĞRAFYANIN KILIÇLARI (KILIÇLARIN EFENDİSİ)


    Abbasi kaynaklarında eğri namludan ilk sözeden, Horasan’lı süvarilerin eğri kınlarıyla övündüklerinin belirtildiği, el-Cahiz’in “Menakıb el-Türk” isimli eseridir. Mübarekşah Fahr-i Müdebbir, XII. yüzyılda yazdığı “Adabu’l-Harb ve’ş-Şeca’a” isimli kılavuzda kalaçuri ve şemşir arasındaki farkları anlatırken, kalaçurinin özellikle Türkler tarafından tercih edildiğini, şemşirden daha uzun olduğunu ve namlusunun da eğri olduğunu yazar. Gerçekten de, eğri namlulu bir kılıç at üstünde düz bir kılıçtan çok daha etkili olarak kullanılabilir; bu nedenle, zaman içerisinde eğri namlulu ve tek ağızlı kılıçlar birincil süvari silahı olarak düz namlulu ve iki ağızlı kılıçların yerine geçmiştir. Bu değişim, İran’da özellikle XIII. yüzyıldaki Moğol istilasının ardından belirginlik kazanmıştır. Yine de, bugün birçok araştırmacı eğri namlulu kılıçların Orta Asya kökenli olduğunu ve bundan çok daha eski tarihlerden beri Türk süvarileri aracılığıyla İran’da tanındığını düşünmektedir.

     COĞRAFYANIN KILIÇLARI (KILIÇLARIN EFENDİSİ)


    Hindistan’ın pota çeliği üretimine İngilizler’ce yasak konması ve ardından İran pazarını istila eden ucuz Avrupa çeliği, şöhretli İran kılıçlarının üretiminde Kaçar dönemi boyunca bir azalmaya neden olmuştur. Kaçar döneminin sonuna gelindiğinde, İran’lı ustalar artık o birbirinden güzel çelikten desenleri yapamaz olmuşlardır. Bu arada, sözkonusu dönemde girişilen İran ordusunu modernize etme çalışmaları da, Fransız, İngiliz ve Alman modellerinde askeri kılıçlar üretilmesiyle sonuçlanmıştır.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Melhame-i Kubra -- 12 Mayıs 2015; 4:58:31 >







  • Mükemmel bir konu olmuş. Tebrik ederim.

    Şu Çin kılıçlarının zâhiri çok hoşuma gidiyor.Bizim şemşîrlerin de icraatı muhteşem.

    < Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >
  • quote:

    Orijinalden alıntı: MUHAFIZ44

    Mükemmel bir konu olmuş. Tebrik ederim.

    Şu Çin kılıçlarının zâhiri çok hoşuma gidiyor.Bizim şemşîrlerin de icraatı muhteşem.

    eyvallah kardeşim
  • 20. yy iki önemli silahın savaş meydanlarında emekli olmasına neden oldu
    biri kılıç diğeri atlı süvari

    < Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >
  • İşte Türkler bu işin babasıydı.

    Tebrikler güzel konu olmuş.
    İyi ki resim de atmışsın kuru kuruya olmazdı.

    < Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >
  • güzel paylaşım
  • Ben katanalari daha cok seviyorum
    Hadookeeen!!! (Aduket)

    Romada bronz kiliclar kullaniliyormus, yani avrupada. Dedemgil celik kiliclarla girince avrupaya, romalilarin elinde patlamis bronzlari.

    Savasta en cok olum, ok, mizrak, balta gibi silahlar nedeniyle olur. Is zaten kilic mesafesi mucadeleye donmusse evlere senlik... Avrupalilar duz kiliclarini sallayana kadar, dedemgil egri kilici tek bilek hareketiyle savuruyormus.
    Kefere ne bilsin pusat yapmayi.

    < Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >
  • Yapay Zeka’dan İlgili Konular
    Ejderha Mızrağı Kitapları
    3 yıl önce açıldı
    Daha Fazla Göster
  • Çok güzel konu, teşekkürler. Bir ara okuyacağım hepsini.
  • Zülfikar en sevdiğim kılıçtır

    < Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >
  • Güzel konu harika. Devamını da bekleriz

    < Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >
  • Çok faydalı ve zevkli
  • proffessor magcategory P kullanıcısına yanıt
    Kılıçların sultanıdır..
  • güzel konu
  • Düz kılıçları sevmiyorum. Hafif kıvrımlı olmalı

    < Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >
  • F.S.M kılıcı
  • 
Sayfa: 1
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.