Şimdi Ara

Tarih Bilinci Nedir?

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
12
Cevap
0
Favori
4.590
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: 1
Giriş
Mesaj
  • Sık sık söz ettiğimiz bir kavram vardır: Tarih bilinci. Tarih bilinci, kuşkusuz tarif edilmesi gereken bir kavramdır. Ne var ki sosyal bilimlerin metodolojisinde tarifler doğa bilimlerinde ol¬duğu kadar herkesçe kabul edilir bir nitelik göstermez.

    Ferdin tarih bilinci edinmesinde onun tecrübeleri, dünya gö¬rüşünü ve yaşam tarzını şekillendiren olaylar, ailesi, mensup olduğu toplumsal sınıf, ekonomik durumu tayin edicidir. Bunlara göre kişide bir bilinç oluşabilir. Toplumların tarih bilincinde ise,durum bu kadar net değildir. Zira toplum her şeyden evvel, uzun bir zamanın ürünü olarak ortaya çıkar; bu uzun zaman içinde bir içtimaî düşünceye ve bilince ulaşılır ki bu kollektif (mâşerî) bir bilinçtir. Kollektif bilinç ise, toplumun etrafında birleştiği değerler bütününü ifade eder. Elbette ki toplum dediğimiz şey, bütünüyle bir noktada buluşmaz, kendi içinde farklılıkları da ba¬rındırır. Ancak hiç şüphesiz asgari bir birleşmeden bahsedilebi¬lir. Nihayette şunu diyebiliriz; toplumsal bilinci şekillendiren en önemli unsur, geçmiştir.

    İnsan için genel bir tanım yaparsak, kendisine; "tarih bilincine sahip varlık" diyebiliriz. Geçmişini bilen, merak eden, yanlış da olsa bilmeye çalışan, gelecek endişesi olan, geleceğe dönük bazı tahminler yapan tek varlık insandır. Bu bakımdan, insanı tarih bilgisinden ve tarih bilincinden soyutlayamayız. Toplum için de tarih bilinci çok önemlidir. Şüphesiz bir toplumu, bir etnik gru¬bu, ulusu oluşturan unsurların başında dil, din ve toprak parçası gelir. Bu üç unsurun zaman içinde iç içe geçmesi, iç içe geçişte ya¬şanan süreç, tarihi oluşturur. Hangi dili konuşacağız? 0 dil nasıl istihaleler geçirir? Bir tarihi, uzunca bir zamanı bir arada yaşaya¬rak dilimizi kurarız. Toplumlar nihayette insanlardan oluşur, in¬sanlar da sonuçta ortak paydalarda benzeşirler. Ama görüyoruz ki, toplumlar birbirlerinden farklıdırlar; aynı dili konuşmazlar. İşte bu farkı doğuran şey, tarihtir.

    Niçin şu grup bu dine mensuptur da, öbürü değildir? Türkler üzerinde bunu görmek mümkündür. Belki çok insanın dikkatin¬den kaçıyor; Türkler arasında üç büyük dine mensup insan var¬dır. Mesela Karaylar, (Çoğumuz `Karayiler' diyoruz) gerçi Yahudi dinindedirler; ama bunlar, Tevrat'a inanan, Talmut'u reddeden bir mezheptir. Fakat diğer Yahudiler gibi Hem Tevrat'ı, hem Talmut'u kabul eden bir Türk grup da vardır. Kırım adasında onlara KınmÇaklar denir. Bunlar Alman işgalinden sonra, kıyı¬ma uğramış bir zümredir. Yine Romanya, Ukrayna, Moldavya ve Bulgaristan'da da uzantıları bulunan Gagavuz Türkleri Ortodoks Hıristiyanlardır.

    Bir kavmin böyle üç ayrı din grubuna sahip olması da, tarihin kurduğu bir şeydir. Demek ki tarih dediğimiz zaman kesitinde, coğrafyada olaylar meydana gelir; milletlerin ortak hafızası ve bilinci de bunun içinde oluşur. Oluşan şey kimliğimizdir. Kim¬lik; bizim dışımızda gibi görünen birtakım olayların, savaşların, istilaların, göçlerin içinde oluşan ortaklıklardır; dil ve din gibi şeylerdir.

    İlber Ortaylı, Tarihimiz ve Biz, İstanbul 2008, s.6-7







  • Tarihe müdahale etmek
    Modern zamanlarda toplumlar, geleceklerine belirgin ölçüde yön verme eğiliminde olmuşlardır. Artık bilinçli olarak, yaşam biçimimizi ve tarihin bize sunduğunu değiştirmeye çalışıyoruz. Özellikle kimlikte bu çok önemlidir. Bu sebeple kimliğin en önemli parçası, en vazgeçilmez unsuru olan tarihi iyi bilmemiz gerekiyor. Tarih bilgisi ve bunun getireceği bilinç, bir toplum için çok önemlidir. Uygar milletler, özellikle XVIII. asırdan iti¬baren tarih eğitimine son derece önem vermişlerdir. Hatta Os¬manlı uyruklu kavimler, mesela Bulgarlar XIX. yüzyıldaki ilk ga¬zetelerinde dahi milli tarih ve coğrafyaya sütunlar ayırmışlardı. (İzmir'de çıkan Lyboslovje) Oysa Türkiye'de bu, ancak son asır¬da anlaşılmıştır. Modern ulusları oluşturan bu bilginin üzerinde yeterince durulamadığını, tarih bilincimizin henüz inşa halinde olduğunu kabul etmeliyiz. Bu inşa safhasında da birtakım zıt gö¬rüşler ortaya çıkmıştır. Bunları gayrimilli olarak vasıflandırmak mümkündür. Bu yorumlar ve bilgiler, irrasyoneldir.

    Bir örnek üzerinde duralım. Mesela bizdeki bir tarih yorumu şudur: "Türkiye, Cumhuriyet'in ürünüdür. Türk ulusu, yeni bir devlet, yeni bir vatan kurmuştur. Sonuç olarak bizim tarihimiz, Cumhuriyet'in kuruluşuyla başlar." Oysa böylesi kısa bir tarihsel süreç, kompleks bir geçmişi olan Türk milletinin tarihini kuşa¬tamaz. Bu açıklama, tarihsel ve toplumsal kimliğimizin/bilinci¬mizin oluşumunu izah edemez. Bu olsa olsa, ancak tarihimizin son safhası olabilir. Cumhuriyet'in kuruluşuyla birlikte yeni bir tarihi sürecin içine girdiğimiz bir gerçektir, ama biz bu tarihten ibaret değiliz. 700 yıllık Osmanlı tarihini görmezlikten geleme¬yiz, çünkü Türk halkını oluşturan, bu tarihtir. Üstelik bu, sadece Türk halkının değil, sınırlarımız dışında kalan Türk etnik grup¬larının da tarihidir.

    Bizim milliyetçiliğimiz nasıl bir şeydir? Türk ulusçuluğu, mekteplerde öğretilen ve öğrenilebilen bir şey midir, yoksa ya¬şanan olaylarla, felaketlerle ve kıvançlarla elde edilen bir durum mudur? Bugünkü vatanperverliğimiz nereden doğmaktadır? Bu soruların cevabını vermek gerekir. Çok açıktır: Milliyetçiliğimiz ve vatanperverliğimiz, Çanakka¬le'de yurtlarını savunmak için o muazzam şehitliği dolduran muhterem insanların kanlarıyla oluştu. Pek çok ülkede böyle bir şuur görülmez. Bizim Çanakkalemiz vardır. Her ülkenin tari¬hinde böyle zaferler yoktur. Yurtseverliğimiz ve ulus bilincimiz; 1453 İstanbul'un Fethi, 1473 Otlukbeli Savaşı, 1517 Mercida¬bık, Ridaniye, 1526 Mohaç ile mi oluşuyor? Evet... Aynı şekilde 1699'daki Karlofça Antlaşması, 1774-1783'te Karadeniz'in ku¬zeyinin kaybı ve anavatana muhacir kitlelerinin sızmaya başla¬ması, 93 Harbi (1877-1878) gibi felaketler de milliyetçiliğimizin unsurlarını oluşturuyor.

    Bize Rumeli'yi kaybettiren Balkan Harbi, tarihimizde bir kilometre taşıdır; tarih bilincimizi, milliyetçiliğimizi belirle¬yen bir olaydır. Bu kaybın sonrasında gelen muhacirler bugün Türkiye'deki nüfusun en az dörtte birini oluşturuyorlar. Günü-müzde de bu savaşın, bu yıkımın kalıntıları varlıklarını sürdürü¬yor. Balkanlar'daki Türk etnik grubu, oradaki devletler için hâlâ bir problemdir. Bu grubun etrafla uyumu sağlanmadığı sürece, orada gerçek anlamda bir barış tesis edilemez. Bunu böyle görmek gerekiyor. Sonuçta tarihi olaylar, tarih bilinci göz ardı edilemiyor. İnsan; "Beni ilgilendirmez, ben bunu 'hafızamdan sildim" diyemi¬yor. Tarih, zamanın her diliminde insanın önüne çıkıyor, bir tortu olarak kalıyor. Çocukluğunuzda geçirdiğiniz bir hastalık, nasıl si¬zinle birlikte yaşarsa, tarih de toplumların hayatı için böyledir.

    Tarihi olaylara, bütün bir tarihe bigâne kalamayız. Tarih, karşısında nötr kalabileceğimiz bir şey değildir, dikkate almak zorunda olduğumuz bir şeydir. Öğrenmezsek, bilmezsek ve dik¬kate almazsak da o tarih kendisini bize dayatır, hatırlatır. İşte biz bugün bunu yaşıyoruz. Bu yüzden, tarih bilinci, mutlaka, ama mutlaka sahip olunması gereken bir şeydir.

    Osmanlı Devleti'nin kuruluşu özel bir öneme sahiptir. Bir kurmacaya yaslanmaz, akitlerle ve sözleşmelerle oluşmuş değildir. 29 Ekim 1923'te ilan edilmiş Cumhuriyet'in kuruluşuna benze¬mez. Yirminci yüzyıldaki devletlerin kuruluşu biraz da ihtilal şartlarında oluşmuştur. Yani devletler, ihtilal ve devrimlerle oluş-muşlardır; yaşananların tümü bir projenin pratiğe taşınmasıdır.

    Elimizdeki bilgilere göre tam bir hukuki, siyasi tarihle karşı karşıya değiliz. Çünkü asrımızdaki devletler, mesela 14 Temmuz 1789 ihtilal günü ilan edilir ve ihtilali yapanlar devletlerin sınır¬larını o gün öyle çizmişlerdir. 1948 yılının filanca gününde İsrail Devleti ilan edilir; bizim Cumhuriyetimiz ise 29 Ekim 1923'te. Yani devletler günümüzde bir akit gibi ortaya çıkar. Ortaçağlarda ise devletlerin kuruluşu farazîdir, isimler,sonradan verilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluşu da -ki son büyük impa¬ratorluktur, bu havalide yalnız Türklerin değil, bütün Akdeniz'in son geleneksel imparatorluğudur- sonradan bir tarih seçilmesiyle ortaya konmuştur. Bu bakımdan 1-2 yıl oynayabilir. Mühim olan bu değildir. Yine Osmanlı'yı kuranlar imparatorluk adını kullan¬mış değildir. 0 dönemin gazilerine "Büyük imparatorluk olacağı¬nızı biliyor musunuz?" diye sorsanız, bilmem ne derlerdi.

    Bu tarih, bir imparatorluğun tarihi olarak yeniden değerlen¬dirilmiştir. Ne zaman? 15. asırda, özellikle II. Murat ve bilhassa Fatih Sultan Mehmet zamanlarında; çünkü o devlet artık imparatorluk olmuştur. Fatih'in imparatorluğu, Bosna'dan Doğu Anadolu'ya kadar uzanmakta, Deşt-i Kıpçak ve Ukrayna ovaları¬na kadar Kırım'ı içermekte; güneye, Suriye sınırına dayanmakta¬dır. Ondan sonraki 50 yılın içerisinde bu sınır, ikiye katlanır. Bu durumda biz, 700. yılda bir devletin kuruluşunu biraz farazi bir tarihle kutladık; fakat bu mühim değil; önemli olan, bir tarihi abidenin ortaya çıkışı.

    Ortaylı, a.g.e. s.11-14




  • Tarih bilinci, Tarihini Bilip kendine ders çıkarmaktır.
  • Tarihle, tarihiyle problemli bir görüntümüz var son yıllarda. Tarih nerede duruyor, biz nerede duruyo¬ruz? Tarihin içinde miyiz, dışında mı ya da aynı anda ikisi birden mi? Nedir tarih karsısındaki duruşumuz?

    Tarih karşısındaki durumumuz ne olmalıdır şeklinde bir şey tayin edemiyoruz. Çünkü tarih doğrudan doğruya meraka bağlı bir şey. Merak edenler için orada çok önemli bir tarih var. Merakı biraz da varhk problemi üzerine düşünme bağlamında kullanıyorum. Böyle düşünme eylemimiz yoksa, buna ilişkin merakınız yoksa, tarih sizin için geçmişte kalan olaylar silsilesidir. Ben yine de merakı hangi faktörlerin tayin ettiğini bilemiyorum, kimsenin de bildiği kanısında değilim. Ama bazı insanlara -bu bazı insanlar hep varlar- geçmiişi tıpkı hali tarif gibi bir yetenek doğuştan verilmiş. Bu bir özellik. Yani şu anda mevcut olmayanı bir şekilde bilgi olarak edinip bunun üzerinde konuşmak. Tarihin içinde miyiz, tarihin dışında mıyız derseniz bende şöyle söylerim: Tarih realitedir ondan kaçamayız.

    Tarihçinin karşısına çıkan engellerden bir tanesi siyasi fikir hürriyetidir. Siyasi fikir hürriyeti bizde sadece ve sadece devlet ve onun polisi, savcısı tarafından kısıtlanıyor gibi algılanır ve öyle gösterilir. Siyasi fikir hürriyetini baltalayanlar bizde bizzat va-tandaşların kendileri, hâtta hürriyetperver geçinen zümrelerdir

    Nasıl?

    İnsanlar işlerine gelmeyen fikir sahiplerini çok tenkit ederler, onu koruyanlar da öbür vatandaşlardır. Dolayısıyla bizde bir fikir adamının, bir sanatçının tarafsız kalması mümkün değildir, bir tarafa kapaklanır. Mesela siz sol kesimin işine gelmeyen bir tarih yazın veya sağ kesimin işine gelmeyen bir tarih yazın ve terminoloji getirin, bakın ne kadar çok tenkit alacaksınız. İşte bu olduğu takdirde bu memleketlerde yaşamanın imkânsıza yakın, hatta zor olduğunu hepimiz biliriz.

    Siyasi engeller var mı?

    Siyasi engeller de var. Ama tarihçinin karşısında duran çok önemli birisi de şöyle formüle edilebilir: Tarihçiye engel tarihçi meslektaşından gelir, okumuştan gelir. Şunu diyemezsin, bunu diyemezsin derler. Bir şey dediğin an, bir tarafın adamı olursun. Onun için bu gibi memleketlerde o anlamda geniş tarihi sentez ve yorum yapılamaz.

    Türkiye'de bu problemin varlık zeminini oluşturan besleyen sebepler nelerdir?

    Tarih hiçbir şekilde bu millete okutulmamıştır, benimsetilmemiştir ve sevdirilmemiştir. Tarih bilmemekten dolayı bir tarih reddetme eğilimi vardır. Bu çok barizdir. Bazı tarihçilerimiz vardır, diyorlar ki mesela, "Osmanlılar Arapça kullanmış, Farsça kullanmış." Hâlbuki Osmanlı'nın Arapça bileni, bugün bizim İngilizce bilenimiz kadar yoktur. Bunun sıkıntısını çekmişlerdir. İşte diyorlar ki, "Dilimizi ihmal etmiş." Ne edecek? Başka dil bildiği yok ki adamın. Yine diyor ki; "Yobazlar çok hâkimdi, bizi geri bıraktırmışlar." Evet bir yobaz var. Yobazsız toplum olmaz, ama Osmanlı, yobazı kılıçla bir anda da kaldırmayı bilendir. Üstüvani Mehmet Efendi taifesine Köprülü'nün yaptığı belli. Osmanlı idaresi bu konuda kimseye pabuç bırakmaz. Bu tür yaklaşımlar tümüyle yanlış veya yetersizdir. Birtakım adamlar hep işin kolayına kaçıyorlar.

    Tarih isteseniz de istemeseniz de orada sizin hücrenizde duruyor. Tarih cehaletten dolayı "reddettim" deyince reddedilemez. Zannediyor ki adam, pasta keser gibi bir tarih yapabilir. Mümkün değil. Böyle bir keyfiyet olabilir mi? Bir kere cumhuriyeti kuranlar Osmanlı paşaları. Osmanlı Erkan-ı Harbiye'si, cumhuriyeti kuranlar bunlar. Demek ki bir reddi miras, sosyal düşünceye, sosyal realiteye uymayan bir şey. Tarihi tanımama bugünün çok önemli bir sorunudur. Dolayısıyla bilgisizlikten ileri gelen bir itme var. Bilgisizliği meşrulaştırma çabası.

    Yani tarihe farklı bakılabilir, fakat bunun bazı kıstas¬ları olmalı öyle mi?

    Her yerde tarihe farklı açılardan bakılır. Türkiye de bunun istisnası değil. Burada mühim olan bakıştaki asgari müşterektir. O da tarihin bilim olan tarafıdır. Yani adamın biri farklı bakarken ilmi malzeme kullanmalıdır ve bunu da ahlaklı bir şekilde kullanmalıdır. Bu işin ilmine ve ilmi rnalzemesine sahip olduktan sonra tarihe istediği açıdan bakabilir. Cahilce bu sahaya girenlere gülerler.

    İlber Ortaylı, Tarihin İzinde, Profil Yay., s.23-30 (özet)



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi seymes -- 26 Mart 2010; 22:20:34 >




  • Paylaşımlar için teşekkürler..
  • Öncelikle bu güzel paylaşımı biraz daha başa almak sanırım daha irdeliyeci konuların açılmasını sağlayabilir!
    Belki de ilk soru E.Carr'dan ironik olarak gelmeli

    "TARİH NEDİR?"

    Tarihe ilk kez ilgi duyanlara ve bu soruyu unutanlara hep önerim olmuştur bu kitap

    Şimdi biz de alıntılayarak katkıda bulunalım



    E.H.CARR :

    “Tarih Nedir?” adlı kitabından:


    Carr, 19.yy ve bu yylı hazırlayan önceki dönemin tarih görüşünden yola çıkarak bir eleştiri yapmaktadır.
    Bizim ‘olgu’ dediğimize o ‘tarihi olay’ diyor. Ona göre olayın tarihi olmasını sağlayan tarihçidir. Tarihçi, olayları çekip çıkartır ve olgulara bağlar.
    Diyelim ki tarihçi, 1770-80 yıları arasındaki üniversitelerin geçmişini araştırıyor. Ve bu yıllardan önce bir öğretim görevlisinin öldürüldüğünü düşünelim.
    İşte tarihçi bu olayın 1770-80 yılları arasındaki bir nedenle ilişkisini kurabilirse, olayın tarihileşmesini sağlayabilir. Örneğin bu nedenlerden biri, güvenliğin yetersizliği olabilir. Tarihçi sözkonusu öldürme olayını, bu nedene bağlayabilirse, olayın da tarihi olmasını sağlayabilir.

    Aynı olayı, neden farklı tarihçiler farklı betimliyorlar?

    Carr’a göre her tarihçinin geçmişe ait bakış açısı farklıdır. Tarihçi de, bilim adamı, sanatçı gibi toplum içinde yaşayan ve bir bakış açısına sahip kişidir.
    Yoksa toplum dışı, ideal bir insan değildir.
    Örneğin, “geçmişte eğitici sayısı hiç de az değildi” yargısına sahip bir tarihçi, geçmişte bu yargısını doğrulayacak olayları seçerek bu görüşünü ispatlayabilir.
    Tarihçi, bir olayın gerçek sebebini bulmayı amaçlar. Ancak bu neden bazen hiçbir zaman bulunmayabilir.

    Carr, tarihten şunu anlıyorum der:

    “Tarih, tarihçi ile olguları arasında kesintisiz, karşılıklı bir etkileşim süreci; bugünle geçmiş arasında bir diyalogdur”.
    İnsanlık için, bugünün anlaşılabilmesi geçmişin anlaşılmasına bağlıdır. Geleceğe daha sağlam adım atabilmek için bu şarttır. Tarihçinin önemi de buradadır.
    Süreç nedir? Süreç kavramı ile yakından ilgili kavram; ‘değişim’dir. Süreçteki değişim, olgunun değişmesidir.
    Bu süreçteki değişimin düzenli ve art arda olduğu düşünülüyor. Böylece bir olgu sürekli ve art arda gelen değişmelerle olgu olma niteliğini yitirmez ancak öncekine oranla daha başka bir olgu haline gelir.
    Değişmede belirli bir yön ve gidiş olduğu zaman süreç, ‘gelişme süreci’ veya ‘ilerleme süreci’ olur. Bunun tam tersi ‘gerileme süreci’ de olabilir. Süreç, bir olgunun değişmesi süreci.




  • 'Nesnel tarih’ nedir?

    Tarihsel olayın, olanlarla uygunluğuna nesnel tarih denir. Bugünden geçmişe bakmak nesnelliğin en büyük sorunudur. Tarihteki nesnellik, doğa olayları gibi değildir. Ancak tarihsel olayın, olanlarla uygunluğu sözkonusu. Ancak bu da çoğu zaman çok zor.

    Carr’ın oluşturduğu pozitivizm, özel bir pozitivizm. Ona göre tarih; olaylardan ve olgulardan ibarettir. Carr’ın tarih görüşü hem bütün ‘alan’cı görüşleri hem de bilgi olarak hesaba katan bir görüş. Başta tarihi bilgi olarak tanımlamaya çalışan Carr, daha sonra tarihi alan olarak ele alır. Aralarında bir çelişki yok.

    (“Tarih felsefesi; bir tarih metodolojisi olarak karşımıza çıkıyor ya da önemli bir kısmı bundan oluşuyor”. İ.Kuçuradi)
    Oluşturucusu bakımından tarih felsefesi:

    1-Bilim:
    *Bilgi olarak tarih.
    *Bilgi felsefesinin soruları ve sorunları olarak tarih.

    Bilgi olarak tarih:
    a)Bilgiler tarihi; felsefe tarihi, matematik tarihi, fizik tarihi…
    b)Olgular tarihi; T.C. tarihi, Özgürlük tarihi…
    c)Olaylar tarihi; olay hem bilgi olarak hem de varlık olarak.
    d)Hem olayları hem de oluları kapsayan tarih.


    Bilgi felsefesinin soruları ve sorunları olarak tarih:

    Tarih nedir? Sorusuna cevap vermez. Ancak şu sorular sorulabilir:
    Bilgi olarak olayda, bu olay doğru mudur, yanlış mıdır? Olayın bilgisi nasıl elde edilmiştir? Bilgisi elde edilecek başka olaylar yok mudur? Bu olayın bilgisi nasıl ortaya çıkarılabilir? Bir olayın bilinmesi ne demektir? Bir olayın nesnel bir bilgisi olması ne demektir?
    Bilgi felsefesi bu soruları tarih felsefesi açısından soruyor.
    Tarihin neliğine ait olan ‘tarih nedir?’ sorusu burada bilginin neliğine ait soruya dönüyor. Burada bir tür indirgeme sözkonusu. Bu nedenle ‘tarih nedir?’ bilgi felsefesinin sorunu olamaz.
    Tarih felsefesi yapılmak isteniyorsa, durulması gereken alan; varlık felsefesinin soruları ve sorunları olarak tarihtir.


    2-Alan (insanın yarattığı dünya, tarihsel gerçeklik):
    (Gerçeklik hem doğadır hem de bir varlık alanı olarak tarihtir.)
    *Varlık alanı olarak tarih.
    *Varlık felsefesinin soruları ve sorunları olarak tarih.
    Geçmişten bugüne olup bitenin tarihi.




  • Yapay Zeka’dan İlgili Konular
    Daha Fazla Göster
  • Varlık alanı olarak tarih:

    a)Tarihi bağımsız bir alan ya da oluş olarak gören görüşlerin yeraldığı küme.
    (Örnek; Hegel)

    b)Tarihi antropoloji ile ilgisinde gören görüşler:
    *Örnek; Harmann, Sartre ve Marx. Bunlar bütüncü, kavrayıcı görüşlerdir. Hareket noktaları; yaşanan ilişkiler değil ama bu ilişkilerle bağlı olduğu söylenen bütün bir yapıdır.
    *Tarihi, toplumsal ilişkilerle ilgisinde gören görüşler. Çağ olarak 20.yy. Hareket noktaları; günlük olaylar:
    -Annales okulu.
    -Carr, Arendth.

    Bir varlık alanı olarak tarihin oluşturucuları:
    Kişiler→Gruplar→Olaylar→Ürünler

    Ürünler:
    *Kalıcı ürünler; mimari eserler, kitaplar, diller…
    *Belirli bir anda insanın yarattığı dünya; (a)toplum, (b) ilkeler, gelenekler, fikirler…




    İlgi olursa devam ederiz




  • Baştan itibaren İlgilenildi demek istemiştim yalnızca!
  • Sayın as74 katkınız için teşekkürler. Konuya Ortaylı'dan yapacağım son bir ekleme ile devam etmeyi düşünüyordum , ondan sonra sizin katkılarınıza da iştirak edebilirim. Carr'ın kitabı bende de mevcut. Fakat sizin alıntılar özet halde sanırım. Kitabın neresinde olduğunu bulamadım.
  • güzel paylaşım

    umarım faydalı olur
  • Osmanlıyla başlarsak... Osmanlı'nın kuruluş amacıyla daha sonraki amaçlarının birbirleriyle çeliştiği çok söylendi. Bunu Halil İnalcık hoca da çok dile getirdi. Osmanlı'nın kurulma amacıyla sonraki amacı değişmiş midir?

    Belki Osmanlı İmparatorluğu başlangıçta hayat mücadelesi veren bir siyasi birlik idi, sonra bu iş genişleme, yayılma ve cihan hâkimiyeti mefkuresine dönüşmüş; vakıa Osmanlı'nın ilk dönemine ait, böyle bir cihan hâkimiyeti, üniversal hâkimiyet projejeri var. Mesala menkıbeler var, ama tabii bu menkıbeleri anlatan kitaplar, yazmalar aşağı yukarı 150 sene sonra kaleme alınmış şeyler. İster halk tipi menkıbeler olsun, (mesela anonim tarihler) veyahut işte Aşıkpaşazade'ye, Oruç Bey'e, Neşri'ye ait tarihler olsun 150 sene sonra kaleme alınmış. 150 yılda Osmanlılar imparatorluk dönemine girmişler. Onun için kesinlikle net bir şey bilemeyiz. Fakat şöyle bir soru sorulabilir: Acaba Osmanlı işin başında bu kadar mütevazı mıydı? Yani kendini aşan iddiaları var mıydı bu toplumda? Belki de vardı. Ne konuştuklarını bilmiyoruz. Kayıtlı değil. 0 yüzden bu devri çok dikkatlice bilmek gerekiyor. Belki yabancı kaynaklardan Osmanlı hakkında daha fazla bilgi kapabiliriz, fakat bugün için bu yabancı kaynaklar, yani Cenova, Venedik ve Toskana kaynakları doğrusu çok incelenmiyor.

    Osmanlı'da padişahların aldığı eğitimler çağın gereklerine uyuyor muydu. Bu da çok tartışılan bir konu.

    Uyar uyar. Eğitimle idarenin o kadar birebir ilişkisi yok. Bununla tabii idareci cahil olsun demiyorum, öyle bir iddiam yok. Cahil devlet adamının Türkiye'ye 20. yüzyılda çok pahalıya mal olduğunu biliyoruz. Yani dünya görgüsü olmayan adamlar şimdi böylesine lisan falan da bilebilir, yüksek tahsilli de olabi¬lir, ama görgüsüzdür, dış dünyanın tadına varamamıştır. Çam devirir, çok tehlikeli işler yapar. Nitekim İttihad-ı Terakki bu tip adamlardan oluşurdu. Buna karşılık okuması yazması olma¬yan büyük vezirler vardır. 17. asırda sadrazam Kemankeş, Kara Mustafa Paşa, Köprülü Mehmet Paşa'nın çok büyük yararları dokunmuştur. Tabii ki aydın ve okumuş insanın diploması ol¬masa bile büyük faydası olduğu görülür. Mehmet Emin Âli Paşa böyleydi. Çok önemli bir sadrazamdı. 19. yüzyıl Türkiye'sinin modernleşmesini sağlayan adamlardandı. Menderes mesela tah¬silli gibi görünür, ama İstanbul için hiç hayırlı bir imar faaliyeti yürütmedi, şehrin mimari yapısını bilmiyordu, takdir edemi¬yordu.

    Peki hocam, Fatih Sultan Mehmet'in zehirlendiği konusunda iddialar var. Siz de zehirlendiği yönünde bir fikir beyan ettiniz.

    Ben ona katılıyorum. Tabii İtalyanlar çok iyi biliyor bu işi.

    Niçin hocam?

    Elini sıkar, sen zehirlenir ölürsün. Ona bir şey olmaz. Aynı şarabı içersin, sen ölürsün o kalır. Çok iyi teknikler biliyorlar, bu işin kimyasını biliyorlar ve böyle bir kitap da var zaten "TarihteZehir" diye. (Die Gifte in d er Geschichte- L. Lewis - Tarihte Şehir Hikâyeleri, 1971, Heidelberg 1920)

    Fatih'ten başka zehirledikleri başka bir Osmanlı sultanı var mıdır hocam?

    Zannetmiyorum.

    Abdülhamit'e gelirsek... Abdülhamid'in Pan-İslam politikası da çok tartışıldı. Abdülhamid'in Pan-İslam politikasını nasıl yorumluyorsunuz?

    II. Abdülhamid'in Pan-İslam politikası isabetlidir. Orada yapılmak istenen şu: İslam dünyasında evvela enformasyon top¬luyor. Kullandığı adamlar doğru bilgi getirecek. Bu çok önemli bir şey... İkincisi oradaki muhtelif kuvvet odaklarını -tarikat olabilir veya modern laik bir eğitim cemiyeti olabilir- etkin bir şekilde etkiliyor ve takip ediyor. Yani biz o kadar kuvvetliyiz ki, diyor ihtiyarın biri, "Padişah, halife ne yapıyor" diye sor¬maya başlıyor. Onun kendi sıkıntılı hayatında tutunacağı dal İstanbul'daki halifedir. Çok iyi yetişmiş adamları var. Bu mek¬teplerden, Mülkiye'den, Galatasaray'dan her yere gidiyorlar. Casusluk, eski politika, bunu yapıyor. Fakat iş meselesi, mem¬leketin sanayileşmesi zayıf. Onun için gerçekten olduğu gibi bü¬yük bir kuvvet olamıyor; çünkü Avrupa convert'i çerçevesinde Osmanlı büyük devletlerden biri, bu çok açık, yaptığı şeylerden biri de oradaki Müslümanlara vatandaşlık vererek cemaatler üzerinde çok etkin bir şekilde kontrol kurmak. Bu çok önemli... İnsanları ve kitleleri yerinde tutmalı; güç vermese bile imaj veriyor.

    Cumhuriyeti kuran kadrolar da Abdülhamid'in yaptırdığı okullardan mezun olan subaylar. Abdülhamid olsaydı, Osmanlı Balkan Savaşlarına ya da Birinci Dünya Savaşı'na girer miydi?

    Hayır, Sultan Abdülhamid tahtta kalsa kesinlikle böyle bir savaşa girmeyi önlerdi, çünkü kendi çıkarmadığı bir Rus¬-Osmanlı savaşından dolayı neredeyse Balkanları kaybetti. Böyle bir şeye girmezdi kesinlikle.

    Birinci Dünya Savaşı'na...

    Hayır, Alexander'la çok iyi anlaşıyorlar. Buna bizde değinilmiyor, çünkü Alexander Rusyası çekiniyor Türklerden. Bunlar Pan-İslamist, okullar açtılar, bizimkiler bile okuyor diyor. Birisi yaklaşırsa, bunları ziyaret etmese bile o makbul geliyor onun için. Alexander da anlıyor durumu, Rusya'nın sağa sola saldırmakla bir şey olmayacağını, zaten saldırsa da perişan olacağını. 1877 Savaşı'yla Edirne'ye, hatta Yeşilköy'e
    kadar gelen ordu hastalıktan, açlıktan kırılıyor. Bir şey elde edilemiyor ve Türk ordusunun tahminin ötesinde savaş gücü olduğunu anlıyorlar.

    Osmanh tarihinde çok tartışılan konulardan biri de Abdülaziz'in ölümü... İntihar etti diyenler var, öldürüldü diyenler var. Sizin kanaatiniz nedir?

    Ben öldürüldüğü kanısındayım. Çünkü Sultan Abdülaziz bir kere çok dindar. Dindar adamlar kolay intihar etmiyorlar. Abdülaziz yaşamayı seven biri... İddialar ikna edici değil.Değişik özellikleri olan birisi...Abdülaziz bir kere çok iyi bestekâr. Batı tipi besteleri var, Doğu tipi besteleri var. Çok iyi ressam, kimse bilmez. Son derece de zarif bir adam. Fransızca bilmiyor, ama mesela lmparatoriçe Eugenie'le olan muaşakası artık bir değil. Çekici bir adam. Yani ne diye intihar etsin? Böyle bir süs vermişler.

    İşte Osmanlı dediğin kardeşini keser, şöyle yapar, böyle yapar. Daha geçenlerde İsveç'te şatoyu ziyaret ettim.Korkunç bir şey o şatonun hali. Orada 14. Erik, sadece maz¬gal deliği gibi bir penceresi olan bir hücrede 3-4 sene geçirdi. Daha evvel başka şatolardaydı. Artık sonunda zehirli bezelye çorbasıyla adamı rahata(!) kavuşturdular. Bütün Bizans gözleri¬ne mil çektirilen, öldürülen hükümdarlarla, prenslerle dolu. Fransa tarihi böyle olaylarla doludur. Büyük Petro ölüm korkusuyla büyüdü, kardeşi Korkunç İvan da öyle. Şu son birkaç yüzyilın dengeli, zenginleşmiş, müesseseleşmiş, kurumlaşmış cemiyetleri ortaya çıkana kadar hükümdar soyuna rahat yok¬tur. Hükümdarın kardeşi senin kardeşin değil, onu söylüyorum. Yani ya sen onu öldürürsün ya da o seni. Ya devlet başa ya kuz¬gun leşe. Ya Sezar olursun ya da hiçbir şey. Bu çok açık bir şeydir. Rusya tarihinde sahte Dimitri, bizde Düzınece Mustafa var.

    Ortaylı, a.g.e.,s. 1-4, 81-85 (özet)




  • 
Sayfa: 1
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.