Şimdi Ara

La réponse privé

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
38
Cevap
0
Favori
415
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: 12
Sayfaya Git
Git
sonraki
Giriş
Mesaj
  • @emrah021717 PM yanıtlayamıyorum. Buradan iletirseniz dönebilirim.



  • Merhaba, iyi günler. Forumda başlıca bahsetmiş olduğunuz Antoine Bechamp, Gaston Naessens, Günther Enderlein hakkında paylaşmış olduğunuz gönderilerden faydalandım; teşekkür ederim. Sizin araştırmalarınızın daha detaylı olduğunu düşünüyorum bana yardımcı olursanız sevinirim? Bende 1.5 yıldır virüs nedir ne değildir, virüs sebep midir yoksa sonuç mudur? Korelasyon, nedensellik gibi konuları araştırıyorum. Sizin de bahsetmiş olduğunuz ve benimde araştırmaya çalıştığım, Bechamp, Bernard, Naessens, Enderlein ve Wilhelm Reich, Royal Rife vb bir çok kaynak var. Ama sanırım bir konuyu tam olarak anlayamadım; Naessens'ın Somatid döngüsü, Enderlein'in Protit döngüsü tam olarak nedir ve neye hizmet eder ve Antoine Bechamp ile çelişen yönleri var mı? Çünkü, bildiğim ve anladığım kadarıyla, Enderlein ve Naessens Somatid/Protit döngüsünde, Mikrozim'in arazinin durumuna göre hastalık üretebilecek bir virüse dönüşebileceğini belirtiyorlar ve yanılmıyorsam Enderlein buna Makrosymprotit diyor. Ama yanılmıyorsam Antoine Bechamp, mikrozim'in hastalıklı veya ölü dokuları temizlemek için virüs üreteceğini söylüyor. Yani, bu bana sanki çelişiyormuş gibi geliyor ya da belki de bilmediğim eksik bir yönü vardır?




    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi emrah021717 -- 17 Haziran 2021; 13:20:28 >




  • emrah021717 E kullanıcısına yanıt
    Ayrıntı:

    Antoine Béchamp 1855-1875 yılları arasında sayısız deney ve çalışma ile
    yaşamın temellerini açıklamaya çalıştı.
    Yaşamın temeli olan şeker (glukoz) dönüştürme ve fermentasyon, Béchamp'ın
    mikrozima adını verdiği granüler altyapıda gerçekleşiyor.
    Mikrozima bazı koşullar altında mikrop (bakteri ve virüs) ’e dönüşebilir
    başka deyişle vücudumuz virüs üretebilir. Bu yaşamsal döngünün bir
    sürecidir.

    Günümüz tıbbı, hücre teorisi (cell theory) ve onun paralelinde
    hastalık yapıcı virüs teorisi (germ theory) üstüne kurulu. En temel
    yaşam birimi hücre oluyor ve yaşamsal enerji için hücre şekeri
    dönüştürüyor. Virüsler hücrelerin dışında yaşayan, kendine ait sindirim
    ve boşaltım sistemleri ve DNA’sı olan akıllı ve canlı birer yaratık
    oluyor. Virüs teorisine göre her hastalıga karşılık farklı bir virüs
    var. Virüsler havadan solunarak bulaşabiliyor ve dünyadaki 8 milyar
    insana bulaşarak insan neslini yok etmek potansiyeli bile var. Bu
    tehlikeyi gidermenin tek yolu ise mRNA, recombinant DNA gibi çeşitli
    etken maddeleri 8 milyar insana enjekte etmek, onları virüse karşı
    bağışıklamak ve enjekteyi her yıl tekrar etmek cunku virüsler her an
    mutasyon geçirebiliyor, aşı enjekte edilmiş bağışık insanı hasta
    edebiliyor.

    La réponse privé

    Les maladies naissent de nous, en nous
    Hastalıklar içimizden ve içimizde olur

    Béchamp 1855-1899 arasında yaptığı sayısız deney ve çalışmalara
    dayanarak terrain / altyapı teorisini öne sürdü. Altyapı teorisine göre
    hastalıklar içimizden ve içimizde oluşuyor. Temel yapı birimimiz
    mikrozima, bozulan, bozuk hücreleri vücuttan atmak üzere virüs üretiyor
    ve bu süreci soğuk algınlığı ve baş ağrısı gibi hastalıklar ile
    tanımlıyoruz. Altyapı teorisine göre bu hastalıklar mikrozimanın doğal
    bir sürecidir ki bu durumda hastalıkları durdurmaya çalışmak doğal
    sürece karışmak olacağı için hastalıkları durdurmak yerine akışına
    bırakarak, bu durumun doğallıkla geçmesini beklemenin daha sağlıklı
    olacağı sonucu da cıkarılabilir.

    Johns Hopkin sağlık okulunun kurulduğu yıl olan 1893’i Modern Tıbbın
    başlangıcı olarak alırsak, 1893’ten bu yana geçen 128 yıl boyunca baş
    ağrısı, burun akıntısı, nezle, soğuk algınlığı gibi basit hastalıklara
    karşı ilaç ve aşı ile bakteri ve virüslere karşı savaş dönemi
    başlamıştır. Şu anda bir kişi sadece başı ağrıdığında bile binbir çeşit
    kimyasal ilaç almaktadır. Nedir onlar? Örneğin:

    Lustral, Atarax, Cymbalta, Strattera, Anafranil, Lityum, Tegretol,
    Lithuril, Norodol, Akineton, Duxet, Aspirin, Melatonin, Asinpirin,
    Xanax, Leponex, Clonex, Prozac, Citilizan, Tranco-Buscas, Apranax Plus
    (Metil Morfin)

    ve bu ilaçlar bağımlılık yapıyor. Cunku uyuşturucu kategorisinde. Peki
    baş ağrısı ve ona bağlı keyifsiz durum en başta nereden kaynaklanıyor?
    Bir sorunun belirtisi (semptom) değil de sebebini (cause) bilsek, sebebi
    ortadan kaldırsak bu daha iyi değil mi? 15
    yaşında bir cocuk bile sadece mantık kullanarak başın neden ağrıdığını
    bulabilir bunun için ileri eğitim almaya gerek
    yok: Beyin, vücuttaki bir maddeye karşı tepki verdiği için baş ağrır.
    Vucuttaki bu madde, ağrı tepkisi verdiğine göre bu vücuda uymayan
    bir madde olmalı. Bu maddeye kısaca toksik madde diyelim, toksik madde
    ne yapılmalıdır? Vücuttan atılmalıdır. Buradan beyin toksik
    maddeleri vücuttan atmaya çalışıyor sonucu çıkar. Sebebi bulduk.
    Tedavi? İşte bu noktada 15 yaş
    cocugun biraz araştırma yapması gerekiyor. Beyin en az %60 oranında
    yağdan oluşur ki buradan toksik maddeler yağlı bölge olan beyinde
    toplanıyor sonucu da cıkarılabilir. 15 yaş cocuğun mantığına dönerek,
    beyin, yağlı bölge olarak toksik maddeleri vücuttan atmaya çalışırken bu
    süreçte ona yardımcı olmamız gerektiğini söyleyebiliriz. Peki nasıl yardımcı
    olacağız? Beyin %60+ oranda "hayvansal" yağ. Tereyağ da hayvansal yağ.
    bu durumda bu hayvansal yağı beyine
    gönderebilirsek, beynin toksik maddeleri atma faaliyetinde ona destek sağlamış olurduk.
    Bunun için tereyağ yemeyi deneyeceğiz fakat yediğimizde tereag önce mide
    sonra bağırsaklara oradan coğunlukla kan ile beyine taşınacak.
    Uzun yol. Kısası var. Tereyağını damakta eritirsek? Eriyen tereyağ
    damaktan beyine direkt gidecektir. Beynin altyapısıki mikrozima, destek olarak gelen bu yağı derhal kullanır ve toksik madde atılımı hızlanır ve başağrısı
    çok kısa sürede yok olur ve toksik maddeler atıldığı (asıl sebeb
    tedavi edildiği) için de bir daha geri dönmez (çok şiddetli başağrıları hariç)

    Doktor (veya medya) tavsiyesi ile ilaç aldığınızda ise sadece bağağrısı belirtisi bastırıldığı ve asıl sebep tedavi edilmediği için başağrısı geri döner.

    Bu yöntemi başınız ağrıdığında deneyebilirsiniz. Markette satılan en adi
    tereyağ markası bile kullanılabilir. cunku sonuçta mikrozimanın
    kendisine değil, mikrozimanın kullandığı maddeler düzleminde olaya müdahele
    ediyoruz.

    Modern Tıbba göre her hastalık için farklı virüs old gibi her hastalık
    için farklı binbir çeşit ilaç var ve her yıl trilyonlarca dolarlık ilaç
    satılıyor peki bu bir tesadüf mü? Bu nasıl başladı?

    1850’li yılların sonu 1860’lı yılların başlarında işlevleri iyice
    anlaşılmaya başlanan mikrozima ve mikrozimanın doğal süreci dahilindeki
    mikrop / bakteri / virüsü bazı kişiler cok farklı yorumladı. O farklı
    yorumlayan kişiler arasında Béchamp’ın deney ve bilimsel çalışmalarını
    yakından takip eden Louis Pasteur başı çeker.

    1864’te Pasteur “hastalık yapıcı mikrop teorisi” (kısaca ‘germ theory’
    veya “virüs teorisi” diyebiliriz) ’ni ileri sürdü. Birkaç deney
    hazırlayarak teorinin doğruluğunu göstermeye çalıştı. Béchamp önce deney
    yaparak fikir ve teori ortaya atarken, Pasteur önce teori ortaya atıp
    sonra teoriyi destekleyecek deney ve çalışmalar yaptı. Pasteur biyolojik
    sindirim ve fermentasyon süreçlerini de hiçbir zaman tam olarak
    anlayamadı. Ancak Pasteur’un teorisinin cok özel bir degeri vardı ve bu
    degerde "biyolojik süreçleri tam olarak anlamanın cok bir anlamı yoktu.
    cunku Pasteur’un teorisi her bir hastalık için farklı bir ilaç ve aşı
    üretmek ve satmak anlamına geliyordu.

    Nitekim o sayede Pasteur’un virüs teorisi 1870’lerde dönemin Fransa
    başkanı Napolyon III ve daha sonraki on yıllarda Amerikan dolar
    milyarderleri Johns Hopkins, Andrew Carneige, David Rockefeller başta
    olmak üzere siyasi / ekonomik çevrelerce desteklendi. Tüm üniversiteler
    ve bilim camiaları tarafından teori kabul edildi ve bu teori üzerine
    yeni bir tıp müfredatı oluşturuldu, 1893’te kurulan John Hopkins Tıp
    Okulunda derslerde okutulmaya başlandı. Béchamp’ın deney ve çalışmaları
    “Alternatif Tıp” ve o çalışmalardan devam eden kişiler “Germ Theory
    Denialist” / “virüs teorisi inkarcıları” olarak damgalanarak silinmeye
    çalışıldı.

    1893’te virüs teorisi üzerine kurulan Johns Hopkins Tıp Okulunun fikir
    babası olan Johns Hopkins, 1800’lerin ticaret ve demiryolları kralıdır.
    Öldüğü yıl olan 1873’te $10milyon dolar olan serveti 2021 doları
    cinsinden 250 Milyar dolardır.

    Pasteur’un 1864’te ortaya attığı virüs teorisi, zenginler ve devletler
    tarafından desteklenmeye başlaması sonrası dünyadaki herkesin aşı ve
    ilaca boğulacağı ihtimalini cok uzaktan gören, vizyon ve sagduyu sahibi,
    İngiliz kökenli Amerikan Montague Leverson, 1880’li yılların sonunda
    50’li yaşlarının sonlarına doğru ABD Baltimore Medical College ’ta tıp
    doktorluğu okuma kararı alır ve 1893’te tıp doktoru diploması alır.
    Leverson bunu, objektif deneylere karşı taraflı deneylerle desteklenen
    bir teori ile insanlığın aşı ve ilaçla boğulması ihtimaline karşı
    akademik yönünü güçlendirmek için yapmıştır. Leverson, 1900’lerin
    başında Bechamp’ın çalışma notlarından derleyerek Bechamp or Pasteur
    isimli belgeyi yazmaya başlamıştır, yaşlılıktan dolayı belgeyi
    tamamlayamamıştır, çalışmayı devralan İngiliz Ethel Douglas, belgeyi
    1923’te yayınlamayı başarmıştır.

    1910’da dönemin demir çelik kralı Carneige’nin finansal destekleriyle
    çıkarılan yeni yasal düzenlemeler ile ABD/Kanada’daki tüm tıp okulları
    Johns Hopkins’in 6 yıllık tıp eğitim müfredatına geçti ve bunu
    Rockefeller’ın finansal desteği ile Avrupa’daki tüm tıp okullarının da
    Johns Hopkins sistemine geçişi izledi. Artık tüm tıp ve bilim dünyası
    virüs teorisi üzerine tek ses olacaktı.

    Yeni tıp müfredatı Johns Hopkins sağlık okulunun müfredatını temel
    alıyordu ve Abraham Flexner adında bir eğitim bilimciye yazdırılmıştı.
    Flexner Report diye de geçer. Flexner Report, 1910’da yayınlandıktan
    sonra ABD / Kanada’daki 28000 öğrenci sayısı 1920’de 13.800 ögrenciye,
    160 tıp okulu sayısı 1935’te 66 ’ya düşürüldü. Flexner’in raporuna
    uymayan okullar kapatıldı, rapora ve içeriğine itiraz eden doktorlar
    hapse atıldı. Baronların parası ile bir gecede cıkarlan kanunlarla ve
    zorla uygulatılan bu yeni sistemin adına “Modern Tıp” deniliyor.

    Modern Tıp döneminde milyonlarca kişide kanser, erken yaşta kalp
    rahatsızlıkları, diyabet, otizm gibi eskiden olmayan hastalıklar
    görülmeye başlandı. Modern Tıp hastalıklara karşı binlerce farklı ilaç
    ve tedavi prosedürü geliştirdi ancak bunlar hastalığı tedevi etmedi ve
    bu yeni hastalıklar karşısında Modern Tıp sürekli çaresiz bir seyirci
    oldu. Ama öyle bir seyirci ki 2016 yılına gelindiğinde dünya çapında 15
    Trilyon dolar para kaldıran bir seyirci.

    Modern Tıp hastalıklara karşı birşeyler yapmaya çalışıyor ve o yaptığı
    şeyler verdiği ilaçlar, aşılar, vücudu daha da kötü yapıyor. Ancak ne
    kadar kötü yaparsa yapsın bunun sorumlusu da olmuyor, hiçbir şekilde
    sorumluluk kabul etmiyor.

    Modern Tıbba göre örneğin et ve süt içilmemeli, yumurta yenilmemeli.
    Gerekçeler ise: Et yağlı. Süt bakterili. Yumurta kolesterollü. ancak
    sadece o kadar gerekçeler yeter mi? Bilimsel Çalışmaları da var. Sütün
    kanser yaptığına dair bilimsel çalışma var da diyerek insanları sütten
    uzaklaştırmaya çalışıyorlar. Şimdilerde bilim, inek ve manda gibi süt
    hayvanlarının küresel ısınmanın sorumlusu oldugunu söylüyor ve bunları
    medya her yerde bas bas yayınlıyor. Oysa ki bu besinler insan için en
    gerekli tüm maddeleri içeren en temel besinlerdir. Ortada bir çelişki
    var. Modern Tıppa göre et süt yumurta gereksiz, zararlı ve kanserojen
    iken, ilaç ve aşı gerekli, faydalı ve yan etkisi olmayan besin
    kategorisinde. (Serum, besin yerine veriliyor)

    Tüm bunlar bir virüs teorisi ve onun paralelinde hücre teorisi üzerine
    kurulu.

    Hücre teorisi, virüs teorisi ile arkadaştır. Hücre teorisine göre
    hücreler en temel yaşam ünitesidir ve “kendi kendisine” çoğalır.

    Altyapı teorisine göre Mikrozima en temel yaşam ünitesidir ve hücre
    olarak adlandırılan organelleri Mikrozima üretir. Vücudun farklı
    anatomik bölgesine göre mikrozima değişir o yüzden vücudun farklı
    yerinde farklı organeller üretilir.

    Mikrozima, kayalar altındaki tebeşir tabakaları arasında sıkışmış olarak
    da bulunur ve belirli ısıda yaşam belirtileri göstermeye başlar.
    Mikrozima tüm yeryüzünde bitkiler ve hayvanlarda yaşamın temel
    birimidir. Hücre denilen organeller, mikrozimanın üretimidir. Belirli
    koşullarda mikrozima hücre yerine virüs üretir. Virüsler bozuk hücreleri
    metabolizmadan atmak amaçlı üretilir. Bu bağlamda üretilebilece 200.000
    üzerinde farklı virüs kodu, DNA kodlarında bulunur, mikrozima o
    kodlardan mevcut koşullara göre virüs üretir. Üretilen virüs sadece bir
    moleküldür. Kendine ait bir sindirim ve boşaltım sistemi, mitokondri ve
    DNA’sı olan bir canlı bir organizma değildir. Virüs teorisine göre virüs
    kendi başına buyruk yaşayan akıllı ve canlı bir organizmadır. Covid
    döneminde virüsün, gündüz o kadar faal olmatan, daha cok geceleri ve
    hafta sonları mesai yapan bir organizma olduğunu da öğrenmiş
    bulunuyoruz, tabi ki yol göstericiniz modern tıp ise. Yol göstericimiz
    temel biyoloji ve gözlem olsa? Hastalıklardan korunmak ve sağlıklı
    yaşamak için alacağımız önlem, aşı ve virüse karşı savaşmak değil, yaşam
    temel birimiolan ve hastalıkları da başlatan mikrozimaya iyi bakmak
    olacaktır. Mikrozima = kök hücreler = nötra, dolayısıyla “mikrozimamız”
    yerine ifade kolaylığı açısından kısaca nötramız diyelim, nötramızı en
    iyi nasıl koruyabiliriz?

    36 derece nötramızın doğal yaşam sıcaklığı ise öncelikle bu sıcaklığı
    aşmamak gerek. Kuzey enlemlerde yaşayan insanlar neden o kadar sağlıklı
    ve uzun ömürlü? Soğuk ve serin. Nötramız en cok uykudayken kendini
    düzenler. O yüzden uyku fakat geceleyin uyku. Eskiden insanlar hava
    karardıktan sonra uyurmuş biz şimdi o saatte TV ve Internet başında daha
    kötüsü cep telefon başındayız, aşırı sağlıksız.

    Tavuk yumurtası, beyaz kısmı dahil çiğ olarak yenildiğinde nötramızı
    destekler. Aynı sekilde manda sütü, çiğ olarak içildiğinde büyük faydası
    vardır. Eskiden pehlivanlar süt ile yumurtayı çiğ olarak karıştırıp
    içermiş.

    Mikrozima / kök hücre açısından düşünüldüğü sürece vücudun doğası cok daha
    iyi anlaşılacaktır.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Tuğkan-0153 -- 22 Haziran 2021; 23:48:58 >




  • Kusura bakmayın biraz geç olacak ama detaylıca bir anlatım ile açıkladığınız için çok teşekkür ederim. Benim için gayet anlaşılır bir cevap oldu. :)

  • emrah021717 E kullanıcısına yanıt
    Mikrozima teorisi, okullarda biraz olsun gösterilse, hastalıkların virüslerle değil de vücudumuzun içindeki bazı sorunlardan başladığı anlatılsa, insanlar cok daha bilinçli, bilgili ve sağlıklı olur fakat o durumda başta sağlık sektörü olmak üzere alışveriş/ticaret, eğlence, yiyecek / içecek, vs gibi birçok sektör finansal sıkıntıya girer o yüzden öğretim programlarında bundan hiç bahsedilmiyor. Yasalar ve öğretim sistemi insanın kendisi için değil, ticari sektörler için düzenleniyor.
  • Evet kesinlikle katılıyorum söylediklerinize. Son 1 yıl'a yakındır bende böyle düşünüyorum. Ve şu covid sahtekarlığın ile birlikte adeta gözüm açıldı diyebilirim. :)

    En azından böyle bir yararlı tarafı oldu. Ve ayrıca konu ile ilgili Mikrobiyolog ve Deneysel Patolog Réne Dubos şunları söylüyor: Mikrop teorisinin popüler olmasının nedenleri: Birincisi, on dokuzuncu yüzyılda popüler olan evrenin mekanik teorilerine tam olarak uyuyor. İkincisi, insan doğasına uyar. Görünüşe göre, sorumluluktan kaçınmaya ve nedenselliği kendi dışına çıkarmaya her zaman hazır olan insan, etrafta uçan ve ona saldıran kötü küçük organizmalarda kolay bir günah keçisi buldu. 

    Ne de olsa, insanlığın hastalıklarından kötü ruhları sorumlu tutması çok uzun zaman önce değildi. Üçüncüsü, 'ticari doğaya' uygundur. Nedenselliği kendi dışımıza yerleştirdiğimizde, saldırganlar ve koruyuculardan oluşan geniş ordular yaratırız. Béchamp'ın esas olarak göz ardı edilmesinin ve Pasteur'ün kahraman statüsüne yükseltilmesinin nedeni, farklı kişiliklerde ve ticari başarının cazibesinde bulunabilir. Bechamp kendini işine adamış bir bilim insanı ve araştırmacıydı, ancak politika ve k*ç öpme konusunda hiçbir becerisi yoktu. Öte yandan Pasteur her ikisinde de uzmandı. Zengin ve güçlü olanlara kendini sevdirdi ve hatta Fransız kraliyet ailesinin favorisi oldu. "





  • insan her daim dışarıda bir düşman arıyor ve sorumluluğu kendi üzerine almak istemiyor. Bu her alanda böyle galiba; din, siyaset, politika, ekonomi.

    Psikolojik olarak da böyledir, ego her daim kendi kendini ıskalamak için dışarıyı hedef gösterir. Ve bide vücudu algılayış biçimimiz adeta bir makine gibi. Sanırım sanayi devrimi ile birlikte, yaşamımız ve günlük faliyetlerimiz birer makine timsalini andıran eylemler haline dönüştü.

    Günlük olarak genelde makineler ile iş tuttuğumuz için aynı onlar gibi yaşamaya, çalışmaya ve kendi bedenimizi de o şekilde düşünme eğilimine girdik. Bu nedenle, bir hastalik bizi bulduğu zaman hemen iyileşmeye ve anında işe veyahut gündelik/normal hayatımıza geri dönmek istiyoruz; bu bizim için bir zaman kaybı. Ve bunun için makineyi kısa devre yaptıracak ve hastalığı arka plana atacak baskılayıcı ilaçlar alıyoruz. Bir canlı gibi düşünüp hareket hareket ederek, kendimize iyileşme süreci bile tanımak istemiyoruz. Aslına bakılırsa, biz canlı olduğumuzu hissetmekten tiksiniyoruz.





  • emrah021717 E kullanıcısına yanıt
    Réne Dubos 'u ilk kez duydum. Söylemleri etkileyici olmakla birlikte sanayici tıbbının bir üyesi olarak görünüyor. Wiki'den baktığımda 1901-1982 arasında yaşamış ve mesleki yaşamının nerdeyse tümünü "The Rockefeller Institute for Medical Research" de geçirmiş.

    Rockefeller çeşmesinden su içmiş birinin gerçek bilim ve gerçek sağlığı anlatması cok zor. Anlattığı seyler olsa olsa sanayici tıbbını destekler.

    Rockefeller'a bağlı başka bir Modern Tıp üyesi Alexis Carrel (1873-1944) 'ın da oldukça etkileyici söylemleri vardır. 1935'te yayınladığı L'Homme, cet inconnu (İng: Man, the Unknown, Türkçeye "Bilinmezliklerle dolu İnsan" şeklinde cevirebiliriz) belgesinin ilk 50 sayfasını okudum, insanın biyolojik yapısını oldukça eğlendirici bir tonda keyifli bi roman gibi anlatıyor. Ancak hepsi o kadar. Romanı okuduğunuzda iyi eğlenmiş oluyorsunuz ancak sonra herhangi bir sağlık sorununuz cıksa "bu nerden cıktı?" diye sorarsını ve hiçbir fikriniz olmaz cünkü moden tıp, insanların kendine ait fikirleri olmasını istemez. Hele ki kendi sağlık sorununu kendisinin çözmesini sağlayacak fikirlere sahip olmasını ASLA istemez. herkes kendi sağlık sorununu çözebilecek bilgilere fikirlere ve deneyimlere sahip olsa, sağlık işinden para kaldırmak için kurulmuş olan modern tıp sektörünün ticarethanelerine müşteri gelmez, sistem çöker :) İşin daha ötesi, Modern Tıp sistemi, Tıp doktorlarının kendi başına tedavi geliştirmesini de yasaklar. Tüm doktorlar önceden belirlenmiş tedaviler arasından birini seçerek ve önceden tasarlanıp üretilmiş ilacı vererek hastalara satmakla yükümlüdür, farklı bi tedavi farklı bi ilaç ile tedavi eden doktor "insanların sağlığını tehlikeye atıyor" suçlaması ile meslekten men edilir.




  • Evet durum maalesef kesinlikle bahsettiğiniz gibi. Son olarak, araştırma yapabilmem için şuan günümüzde Antoine Bêchamp'ın izinden giden ve çalışmaları olan bilim insanı, doktor veya araştırmacı-lar var mı acaba?
  • emrah021717 E kullanıcısına yanıt
    Onlardan birkaçından zaten bahsedildi: Gaston Naessens, Günther Enderlein

    Onlara

    İngiliz araştırmacı Philippa Uwins (Béchamp'ın keşfettiği kayalar arasındaki tebeşirde yaşam belirtisi gösteren maddeler üzerine araştırmaları var)
    Dr Barre Paul Lando referans: 1 saat 53 dakika 'lık şu video:https://www.youtube.com/watch?v=63CzEgpB1GE
    İsviçreli Homeopati (Modern Tıbbın reddettiği 18.yy daki tıp) doktoru Jean Elmiger
    Fransız veteriner ve yazar Eric Ancelet (1999 da yayınlanan Pour en finir avec Pasteur belgesinin yazarı)

    eklenebilir. Bunlardan son ikisini özellikle sondaki Eric Ancelet'i araştırmak için Fransızca bilgisi gerekebiir.

    Fakat 21. yy da 13 yıl yaşamış ve Béchamp'ı 21.yy 'da en etkin tanıtmış sempatik ve samimi kişiyi eksik bırakamayız: Kaliforniyalı John Richard Swigart nam-ı diger Aajonus Vonderplanitz! 21.yy da hava ve çevre kirliliği, gıda adı altında binbir çeşit işlenmiş gıdalar (covid döneminde medya tarafından baya bir pompalanan "yapay et" (!) ve yüksek kârlılık oranıyla finans sektörünün gözdesi "topraksız tarım" (sadece su verilerek yetiştirilen sebze, meyve) gibi) ilaçlar, aşılar ve hastanelerin "tedavi" adı altında vücudu dumura uğratan "yasal" (!) uygulamaları gibi koşullar altında Béchamp'ın alacağı olası tavrı gösteren Vonderplanitz'i unutamayız. Bu bağlamda Vonderplanitz'in "School of Life" seminerleri (https://www.youtube.com/watch?v=ZJbgJmXIxAo&list=PLA4-m0Jyxx3mHBv5fxOwmyWYton1z_4qk) ve 1993 basımı We Want To Live ve 2002 basımı "The Recipe for Living without Disease" belgelerine göz atılabilir.




  • Tekrar çok teşekkür ediyorum verdiğiniz bilgiler ve sohbetiniz için. Kendinize iyi bakın. :)
  • Tekrar merhaba:) Raymond Royal Rife hakkında size sormak istediğim bir konu aklımdan çıkmış; Rife ile ilgili okuduklarıma ve anladıklarıma göre, mikrop teorisini reddederek Pleomorfizm'i savunuyor kendisi ama sonrasında okuduklarım ise, kanser virüsünü izole etmeyi başardığını ve hayvan testlerinde izole etmiş olduğu kanser virüsü ile bir çok tümör oluşturabildiğini ve sonra kendi geliştirdiği frekans yöntemi ile bu virüsleri öldürerek tümörü yok ettiğine dair birçok kaynaktan okumalar yaptım ama sanırım yanlış anladım. Yani, Rife'in bahsettiği kanser virüsü haline gelen bir mikrozim sağlıklı bir insanda tümör oluşturabilir mi? Ya da konu bambaşka mı? Aksi halde bir çelişki söz konusu ama tam anlayamadım açıkçası. Bu konu hakkında yardımcı olabilir misiniz?

  • emrah021717 E kullanıcısına yanıt
    Raymond Royal Rife'ı pek takip etmedim o yüzden tam net birşey diyememekle birlikte, yenildiğinde kansere yol açabilen "kanserojen" dediğimiz maddeler var. Ancak tabi ki vücut yani arazinin kanser yapma olasılık verisi de önemli. Vegan beslenen bir insana 100 gram kanserojen madde vermekle hayvansal gıdasını tam alan bir insana vermek arasında fark olacaktır. Christopher Bird'ün Trial of Gaston Naessens belgesinde veya başka biryerde görmüştüm, Naessens'e göre kanser mikrozimanın fermentasyona uğramasının bir sonucu. Vücudumuzun her bölgesinde mikrozima farklı özellikte. Örneğin gözdeki retina ve dilimizdeki mikrozima farklı nitekim o yüzden ikisi oldukça farklı faaliyetlerde bulunur, dildeki mikrozima mor renk dil dokusu üretirken retinadaki mikrozima hiçbirşey üretmez cunku retina hücre üretilmeyen bölgedir. Bu bağlamda anatomik konum cok önemli.

    Dilimizi bazen yanlışlıkla ısırdığımızda sadece o sebepten dolayı bile, dilimizdeki mikrozima , ısırma sonucu oluşan anatomik bozukluğu gidermek için yoldan cıkmış (İng "rogue" sözcüğü bu durum için cok uygun) doku üretmeye başlayabilir ve bu rogue doku ufak bir et parçacığı seklinde dilden cıkıntı oluşturabilir. Sebep illa ki kanserojen bir madde olmak zorunda değil. Peki tedavi nedir? Örneğin dilde ufak bezelye tanesi büyüklüğünde rogue et cıkıntısı oluştu, ne yapacaksınız? Et cıkıntısını neşterle kesmek ilk akla gelen çözüm olsa da kalıcı değil. Cunku ilgili bölgede mikrozimanın rogue doku oluşturma bilgi hala kalacak. Bu noktada alkali su tedavisi düşünülebilir. Yüksek alkali su içerek, dile kan üzerinden ulaşan alkali su, rogue dokuyu zamanla yok ederek, mikrozimaya doğru dokuyu üretme bilgisini hatırlatabilir. Sonuçta kalıcı iyileşme ancak vücudun kendi dinamikleri ile olacaktır, bu süreçte bizim yapabileceğimiz sadece vücuda onu "hatırlatmak" olabilir. Kemoterapi, bu doğal yapıyı hiçe sayar. O yüzden kalıcı sonuç alınamaz. Kemo tedavisi ile kalıcı şekilde iyileşen ben henüz kimse görmedim.

    Bu konuda daha fazla bilgi için:

    70 yaşlarında ileri derecede prostat kanseri olan Amerikalı asker emeklisi Vernon Johnston'ın pH Kills Cancer belgesi ve websitesinde alkali tabanlı basit ve etkili tedavi yöntemini anlatıyor.

    Türkiye de (adını yanlış hatırlamıyorsam) Kemal Milar kanseri alkali tedavi ile nasıl sıfırladığını anlatıyor. Sodyum Bikarbonat (tahminen karbonat) kansere karşı cok etkili ve 100% doğal bir madde.

    Kansere karşı magnezyum tedavisi üzerine Oryantal Tıp Doktoru Mark Sircus 'un çalışma ve belgeleri var.

    Kanserden daha tehlikeli Multiple Sclerosis / MS hastalığının dahi 100% doğal tedavisi var ancak bunu Modern Tıp ya bilmiyor ya da ilgilenmiyor (buraya daha birçok olasılık ekleyebiliriz, konumuz bu değil) Peki nedir o tedavi? Çiğ et diyeti. MS teşhisi konulduktan sonra çig et diyeti ile MS'i sıfırladığını belirten kişilerin röportajları var link verebilirim.

    Sonuçta çiğ et tedavisi dahil tüm doğal tedaviler, vücudun yaşamsal altyapısı mikrozimayı bozmadan sadece doğru dokuyu üretmesini hatırlatma işini yapar.




  • Teşekkür ederim. Kemal Milar'ı biliyorum. Bende son zamanlarda çiğ et tedavisini

    çok duymaya başladım; hatta bir tedavi olarak değil de yaşam biçimi olarak ele alanlarda var galiba. Açıklamalarınız için tekrar teşekkür ediyorum :)

  • emrah021717 E kullanıcısına yanıt
    Aajonus Vonderplanitz 1947 doğumlu ve 20'li yaşlarının başlarında 1969 yıllarında doktorlar basit bir hastalık için çeşiti ilaç ve aşı tedavileri veriyor ve o tedaviler sonrasında Vonder'ın dişetleri kanıyor ve bazı dişlerini kaybediyor ve bir dizi yeni sağlık sorunu başlıyor Bu sekilde sürünürken doktorların dediği şeylerin aksini yapmaya karar veriyor tüm ilaçları bırakıyor ve örneğin virüslü (!) çiğ et yiyor ve sağlığı düzeliyor. O andan itibaren vonderplanitz yaşamını insanları gerçek sağlık konusunda bilgilendirmeye adıyor. Yiyecekleri pişirmenin uzun vadede birçok sağlık problemine yol açması üzerinden gidiyor. Günümüzde özellikle Amerika ve Kanada da vegan diyeti, tıp camiası ve medya tarafından bayağı bir bastırılıyor ve vegan diyeti yüzünden sıska kalan ölüme giden özellikle 16-29 yaş arası kesimden bircok kişi var. Vondeplanitz'i ben tesadüfler sonucu keşfettim ve ofiste günboyu çalışmaktan kaynaklı bel ağrım olduğu ve ne yapacağımı bilmediğim bir dönemde keşfettim. Bel ağrım için doktora gittiğimde "fıtık başlangıcı" dedi ve ameliyat dedi ancak tabi ki ameliyat olmadım. Bir iki yıl öyle ağrı ile yaşadım sonrasında Vonderplanitz'i keşfettikten sonra çiğ et diyetini denedim ve belim iyileşti (detaylara girmiyorum, uzun sürer) o andan sonra eti tekrar pişmiş fakat az pişmiş yemeye başladım ardından çiğ yumurta yemeyi denedim ancak özellikle akını pek begenmedim sadece sarısını çiğ yedim, kahvaltılarda sonra onu bırakıp çiğ inek sütü içmeye başladım (dönemsel olarak örneğin yazın ayda 2-3 litre gibi) fakat bir problem vardı, sonradan fark ettim: Çiğ olarak aldığım sütler aslında çiğ değildi! Mahalleme yakın 2 süthaneden sözde çiğ süt alıyordum, satıcılardan biri dedi: "ambalaja konulmadan önce hafif kaynatıyoruz, tam pastörize değil, içindeki mikropları almak amaçlı, siz sütü evde yine tam kaynatarak tam pastörize etmelisiniz" dedi. Diger yer ise sütleri başka bir yerden alıyormuş o sütler de tam pastörize ediliyormuş ve dahası homojenize işleminden de geçiyormuş. Sonra sehir içinde en doğal olduğunu söyleyen süthanelerin bile böyle olduğunu fark ettim. Sehir içinde gerçek çig süt almanın mümkün olmadığını anladıktan sonra şehir dışında civar yörelerdeki çiftlikleri dolaşmaya başladım ve ancak onlarda gerçek çiğ süt buldum. Otomobilimle araç içi portartif buzdolabıyla gidip süt almaya başladım. İşyerim şehir dışına yakın bir yerde olduğu için cevre yoluyla kısa sürede erişim sağladığım bir çiftlikten özellikle yazları bayağı bir süt alıyorum.Manda sütü olayını da o esnada keşfettim. Sonradan internette araştırdığımda manda sütünün insana en uygun süt tipi olduğunu gördüm. Sütün tadını cocukluktan beri sevdiğim için çiğ sütü bayağı bir benimsedim. Bu esnada çiğ sütü en uzun süre saklama koşullarında da baya bir ustalaştım. Sütü tam 0 derecede saklıyorum yani donmaya yakın soğuklukta. Bu iş için bekar evim için aldığım ve satmadığım mini buzdolabını kullanıyorum. Fakat bu yaz çiğ manda sütüne ağırlık vermemin başka bir sebebi var. geçen yaz ve bu yaz arkadaşlar bisiklet olayına önem vermeye başladı. Geçen yıl onlarla bisikletle cıktığımda baya bir hantallamış olduğumu gördüm, bu yaza girerken ekstra güç amacıyla çiğ manda + inek sütüne çiğ yumurta (ak+sarı) karıştırıp içmeye karar verdim ve yokuş yukarı bisikletile cıkış performansımın arttığını gördüm. Fakat bu yaz beklenmedik bir pozitif etki daha gördüm. Göğüs kaslarımda gelişme. Hem de göğüs tarafında nerdeyse hiç özel egzersiz yapmadığım halde. masaüstü çalışan biri olduğum için göğüz ve kollar zayıf durumdaydı bunu pek önemsemiyordum ancak beklemediğim halde göğüs ve kolların gelişmesi bir bonus oldu. Bunu çiğ yumurta katkılı manda+ inek sütü + bisiklet sporunun sinerjik etkisine bağlıyorum. İnek sütü oranı %60 civarı. %40 manda sütü. Genelde 3lt inek, 2lt manda sütü alıyorum. Fakat sebebi sadece manda sütünün pahalı olması değil, inek sütü ile karıştırınca daha lezzetli oluyor ve manda sütü ile karışan inek sütü sindirim sisteminde şişiklik yapmıyor. İnek sütünü sek olarak içince biraz şişiklik yapıyor. Manda sütünü %100 sek içince tadı yavan oluyor. Manda sütü tek başına tatsız birşey, inek sütüyle karışınca sinerjik bir tada kavuşuyor. Bu sekilde lezzetli süte 1 çiğ yumurtayı akıyla karıştırınca yumurtanın tadı hiç belli olmuyor zaten ancak bu şekilde çiğ yumurta yemeye başladım. Bu arada galiba tam bahsetmedim. İçtiğimiz içme suyunu da pH degeri yüksek (7.9 pH ) ve gerçek doğal bir su olarak satın almaya başladım. İçme suyu saflığı (aluminyum, vs metaller hiç içermemesi) ve pH degeri de önemli. Erikli su için yapay su üretiyor deniliyor. ne derece doğrudur bilmiyorum. RO / ters ozmoz ile arıtılmış 100% arı su ise uzun vadede sadece sağlıksız değil, direkt tehlikeli deniliyor. Su bir de mümkünse doğal olarak magnezyum da içermeli ve bu konuda Kızılay'ın Erzincan maden suyu oldukça iyi ancak sürekli içilmez tabi cunku maden suyu sodası, arasıra içilebilir.




  • Öncelikle geçmiş olsun... kendinizden örnekler verdiğiniz de için teşekkür ederim. Bende 2-3 yıldır diş etlerimden ve dilimden problem yaşıyorum; dilimin arka tarafında ve her iki yanında da yaralar oluşuyor ve kanamada yapıyorlar ama bazen azalıyor bazen çoğalıyor. Neden olduğunu bir türlü anlayamadım. Birçok doktor gezdim ama onlarda anlayamadı. En son gittiğim doktor, her hafta nitrojen gazı ile dondurarak yok etmeye çalıştı ama hiçbir işe yaramayınca gitmeyi bıraktım. Ayrıca dişlerimde de çok kanama oluyor ve bide ek olarak, ağzımda bir tür koku oluşuyor her ne kadar ağzımı temiz tutsamda bu anlam veremediğim koku devam ediyor.
    Belki de bu yaralardan dolayı oluşuyor ya da dış etlerimde ki problemlerden dolayı;tam emin olamıyorum. Ama etkili bir çözüm bulamadım. Sanırım bende çiğ beslensem iyi olacak herhalde. :)
  • emrah021717 E kullanıcısına yanıt
    Diş etleri ve dil vücudumuzun hem dışa açık hem de deri gibi korunmayan bölgeleri olduğundan sorun cıkarmaya meyilli bölgelerdir.

    Her türlü asitli yiyecek / içecek o bölgeye olumsuz etkir. Sirke, turşu, bira, kola ve özellikle limon suyu asitli şeyler yedikten sonra ağız çalkalanmalıdır. Limon suyu bazen içildiğinde vücuda faydalıdır nitekim bunu doktorlar da söyler ancak içildikten hemen sonra ağız bol su ile çalkalanmalıdır ve bunu hiçbir doktor söylemez.

    Dişetlerinde bir kere sorun başladıysa tedavi için karadut (blackberry) taze olarak yenilmeli veya daha iyisi preslenerek suyu ağızda bekletilmeli. Diş ve dişletlerini içerden güçlendirmek için çiğ manda sütü içilebilir. Çiğ et genel olarak vücuttaki her yere iyi geldiği için dişetlerine de iyi gelecektir.

    Bunun dışında dişetlerine en iyi gelen diş macunu Parodontax 'ı da önerebilirim cunku mümkün olduğunca doğal içeriği var.




  • Tavsiyeler için tekrar teşekkür ederim... önerilerinizi uygulayacağım. :)

  • emrah021717 E kullanıcısına yanıt
    Kırmızı etin tarihsel ve ekonomik açıdan önemine dair ilginç bir bilgi var.

    Eski ingilizcede cattle/büyükbaş hayvan yerine "feoh" deniliyordu ve o eski dönemlerde b.baş hayvan ile para birbiriyle değiş tokuş edilebiliyordu dolayısıyla para yerine "feoh" deniliyordu. Modern İngilizcede ücret anlamındaki fee feoh'dan gelmedir. Daha modern dönemlerde (1000'li yıllarda)
    cattle'a capital / sermaye de denilmeye başlandı, capital'ın kökeni b.baş hayvandır.
  • 
Sayfa: 12
Sayfaya Git
Git
sonraki
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.