Şimdi Ara

Edebiyatımızdaki En Güzel Beyitler, Kıtalar, Şiirler... (27. sayfa)

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir (1 Mobil) - 1 Masaüstü1 Mobil
5 sn
1.308
Cevap
11
Favori
170.891
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: önceki 2526272829
Sayfaya Git
Git
sonraki
Giriş
Mesaj
  • AVARA

    Yeter olsun yeter olsun
    Çok ağlattın yeter olsun
    O kızıl saçlarını çözen
    Benden beter olsun

    Karadır kaşların kara
    Sineme açtın yara
    Beni dünyada avara
    Eden bin beter olsun

    Güzel geçersen bir elime
    Çekerim seni yemine
    Benim şimdiki halime
    Gülen bin beter olsun



    KARACAOĞLAN




    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi vaynett -- 11 Aralık 2008; 11:37:57 >




  • KARACAOĞLAN


    Türk halk şairi. Etkileyici bir dil ve duygu evreni kurduğu şiirleriyle Türk halk şiiri geleneğinde çığır açmıştır. 1606' doğduğu, 1679'da ya da 1689'da öldüğü sanılmaktadır. Yaşamı üstüne kesin bilgi yoktur. Bugüne değin yapılan inceleme ve araştırmalara göre 17.yy'da yaşamıştır. Nereli olduğu üstüne değişik görüşler öne sürülmüştür. Bazıları Kozan Dağı yakınındaki Bahçe ilçesinin Varsak (Farsak) köyünde doğduğunu söylerler. Gaziantep'in Barak Türkmenleri de, Kilis'in Musabeyli bucağında yaşayan Çavuşlu Türkmenleri de onu kendi aşiretlerinden sayarlar.

    Bir başka söylentiye göre Kozan'a bağlı Feke ilçesinin Gökçe köyündendir. Batı Anadolu'da yaşayan Karakeçili aşireti onu kendinden sayar. Mersin'in Silifke, Mut, Gülnar ilçelerinin köylerinde, o yöreden olduğu ileri sürülür. Bir menkıbeye göre de Belgradlı olduğu söylenir. Bu kaynaklardan ve şiirlerinden edinilen bilgilerden çıkarılan, onun Çukurova'da doğup, yörenin Türkmen aşiretleri arasında yaşadığıdır. Adı bazı kaynaklarda Simayil, kendi şiirlerinden bazısında ise Halil ve Hasan olarak geçer. Akşehirli Hoca Hamdi Efendi'nin anılarına göre Karacaoğlan yetim büyüdü. Çirkin bir kızla evlendirilmek, babası gibi ömür boyu askere alınmak korkusu ve o sıralarda Çukurova'da derebeyi olan Kazanoğulları ile arasının açılması sonucu genç yaşta gurbete çıktı.

    İki kız kardeşini de yanında götürdüğünü, Bursa'ya, hatta İstanbul'a gittiğini belirten şiirleri vardır. Yine bu şiirlerinden anlaşıldığına göre, Bursa'da ev bark sahibi oldu, evlat acısı gördü. Anadolu'nun çeşitli illerini gezdiği, Rumeli'ye geçtiği, Mısır ve Trablus'a gittiği de sanılıyor. Yaşamının büyük bir bölümünü Çukurova, Maraş, Gaziantep yörelerinde geçirdi. Doğum yeri gibi, ölüm yeri de kesin olarak bilinmemektedir. Şiirlerinden, çok uzun yaşadığı anlaşılmaktadır. Hoca Hamdi Efendi'nin anılarına göre Maraş'taki Cezel Yaylası'nda doksan altı yaşında ölmüştür. En son bulgulara göre ise mezarının İçel'in Mut ilçesinin Çukur köyündeki Karacaoğlan Tepesi denilen yerde olduğu sanılmaktadır.

    Şiirinin kaynağını, doğup büyüdüğü göçebe toplumunun gelenekleri ve içinde yaşadığı, yurt edindiği doğa oluşturur. Güneydoğu Anadolu, Çukurova, Toroslar ve Gavurdağları yörelerinde yaşayan Türkmen aşiretlerinin yaşayış, duyuş ve düşünüş özellikleri, onun kişiliği ile birleşerek âşık edebiyatına yepyeni bir söyleyiş getirir.
    Şiirlerindeki insana dönüklüğünün özünde belirgin olan tema doğa ve aşktır. Ayrılık, gurbet, sıla özlemi, ölüm ise şiirinin bu bütünselliği içinde beliren başka temalardır. Duygulanışlarını gerçekçi biçimde dile getirir. Düşündüklerini açık, anlaşılır bir dille ortaya koyar. Acı, ayrılık, ölüm temalarını işlediği şiirlerinde de bu özelliği göze çarpar. Düşten çok gerçeğe yaslanır. Çıkış noktası yaşanmışlıktır. Ona göre, kişi yaşadığı sürece yaşamdan alabileceklerini almalı, gönlünü dilediğince eğlendirmelidir. Yaşama sevincinin kaynağı güzele, sevgiliye ve doğaya olan tutkunluğudur.


    Güzelleri, yiğitleri över, dert ortağı bildiği dağlara seslenir. Lirik söyleyişinin özünde, halkının duyuş ve düşünüş özellikleri görülür. Göçebe yaşamının vazgeçilmez bir parçası olan doğa, onun şirinin başlıca temalarından biridir. Yaşadığı, gezip gördüğü yörelerin doğasını görkemli bir biçimde dile getirir. Dost, kardeş bildiği, sevgilisiyle eş gördüğü, iç içe yaşadığı bu doğa, onun için sadece bir mekan olmaktan ötedir. Şiirinin başka önemli bir teması olan aşkın varoluşu, doğadaki benzetmelerle güzelleşir. Onunla yaşanan sevinç, onun getirdiği acı doğa ile paylaşılır.

    Sevgili, şiirinde doğanın ayrılmaz bir parçasıdır. Şiirlerinde yer yer sıla özlemi ve ölüm temasına da rastlanır. Sevdiğinden, ilinden, obasından ayrı düşüşü özlemle dile getirir, yakınır. Ölüm de, ayrılık ve yoksullukla eş tuttuğu bir derttir. Doğa temasının yanı sıra şirinin asıl odak noktasını geleneksel kalıplaoluşturan aşk/sevgili kavramını, âşık şiirinin rı dışında bir söyleyişle ele alır. Onun için sevgili, düşlenen, bin bir hayal ile var edilen, ulaşılmazlığın umutsuzluğuyla adına türküler yakılan bir varlık değildir; doğa ve insan ilişkileri içindedir. Onu, yaşamdan ve bu ilişkilerden soyutlamadan verir. İlk kez onun şiirinde sevgililerin adları söylenir: Elif, Anşa, Zeynep, Hürü, Döndü, Döne, Esma, Emine, Hatice...

    Karacaoğlan bunların kimine bir pınar başında su doldururken, kimine helkeleri omuzunda suya giderken, kimine de yayık yayıp halı dokurken görüp vurulmuştur. Gönlü bir güzel ile eylenmez, bir kişiye bağlanmaz. Uçarılık, onun duygu dünyasının şiirsel söyleyişine yansıyan en belirgin yanıdır. Kanlı-canlı sevgili şiirinde etkileyici bir biçimde yer eder. Onun sevgiye ve kadına bakış açısı, âşık şiirine yenilik getirir ve bu gelenek içinde etkileyici bir özellik taşır.
    Tanrı kavramı ve din teması şiirinde önemlice bir yer tutmasa bile, bu konudaki yaklaşımıyla da kendi şiir geleneğine yine değişik bir bakış açısı getirmiş ve sonraki kuşaklar üzerinde etkileyici yönlendirici olmuştur. Karacaoğlan yaşadığı çağda yetişmiş başka saz şairlerinin tersine, dil ve ölçü bakımından Divan Edebiyatı'nın etkisinden uzak kalmıştır. Güneydoğu Anadolu insanının o çağdaki günlük konuşma diliyle yazmıştır. Kullandığı Arapça ve Farsça sözcüklerin sayısı azdır. Yöresel sözcükleri ise yoğun bir biçimde kullanır.










    Akşehirli Hoca Hamdi Efendi'nin anılarına göre Karacaoğlan yetim büyüdü. Çirkin bir kızla evlendirilmek, babası gibi ömür boyu askere alınmak korkusu ve o sıralarda Çukurova'da derebeyi olan Kazanoğulları ile arasının açılması sonucu genç yaşta gurbete çıktı.




    Vara vara vardım ol kara taşa
    Hasret ettin beni kavim kardaşa
    Sebep ne gözden akan kanlı yaşa
    Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm

    Karac'oğlan der ki kondum göçülmez
    Acıdır ecel şerbeti içilmez
    Üç derdim var birbirinden seçilmez
    Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm

    karacaoğlan









    Madem Dilber Meylin Yoğidi Bende,
    Ezelinden İkrar Vermeye-idin.
    Muhabbettir Güzelliğin Nişanı,
    Uğrun Uğrun Bakıp Gülmeye-idin.

    Siyah Saçlarını Eylersin Perde,
    Beni Sen Uğrattın Bu Zalim Derde,
    Ben Kendi Halimde Gezdiğim Yerde,
    Çağırıp Yadigâr Vermeye-idin.

    Karacaoğlan Der Ki Ey Mahı Mestim,
    Kasla Göz Eylersin Bana Mi Kastin.
    Severler Güzeli Darılma Dostum,
    Darıldıysan Güzel Olmaya-idin.

    KARACAOĞLAN



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi vaynett -- 11 Aralık 2008; 12:01:58 >




  • KARACAOĞLANIM DER VADEM YETERSE
    BABAM YURDUNDA BAYKUŞ ÖTERSE
    MEZARIMDA YEŞİL OTLAR BİTERSE
    SÖYLENİR DİLLERDE TÜRKÜMÜZ BİZİM


    Karacaoğlan


    Evet türküleri büyük bir şevkle söylüyor ve seni anıyoruz üstad...
  • quote:

    Orjinalden alıntı: El-Cezeri

    ''Kim demiş arkadaş uğrunda ölmek zor. Asıl uğrunda ölünecek arkadaş bulmak zor.''

    kim sölemişti hatırlamıyorum...

    Çok güzel söz.
  • "Ben yanmasam sen yanmasan biz yanmasak nasıl çıkar karanlıklar aydınlıga"

     Edebiyatımızdaki En Güzel Beyitler, Kıtalar, Şiirler...
  • Destan
    13 Aralık 2008

    Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!
    Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak:

    Durun, durun, bir dünya iniyor tepemizden,
    Çatırtılar geliyor karanlık kubbemizden,

    Çekiyor tebeşirle yekun hattını afet;
    Alevler içinde ev, üst katında ziyafet!

    Durum diye bir laf var, buyurun size durum;
    Bu toprak çirkef oldu, bu gökyüzü bodrum!


    Bir şey koptu benden, şey, Herşeyi tutan bir şey.
    Benim adım bay Necip, babamın ki Fazıl bey,

    Utanırdı burnunu göstermekten sütninem,
    Kızımın gösterdiği, kefen bezine mahrem
    .

    Ey tepetaklak ehram, başı üstünde bina;
    Evde cinayet, tramvay arabasında zina!

    Bir kitap sarayının bin dolusu iskambil;
    Barajlar yıkan şarap, sebil üstüne sebil!

    Ve ferman, kumardaki dört kralın buyruğu:
    Başkentler haritası, yerde sarhoş kusmuğu!

    Geçenler geçti seni, uçtu pabucun dama,
    Çatla Sodom-Gomore, patla Bizans ve Roma!

    Öttür yem borusunu öttür, öttür, borazan!
    Bitpazarında sattık, kalkamaz artık kazan!

    Allah’ın on pulunu bekleye dursun on kul;
    Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul.

    Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa;
    Yaşasın, kefenimin kefili karaborsa!

    Kubur faresi hayat, meselesiz, gerçeksiz;
    Heykel destek üstünde, benim ruhum desteksiz.

    Siyaset kavas, ilim köle, sanat ihtilac;
    Serbest, verem ve sıtma; mahpus, gümrükte ilaç.


    Bülbüllere emir var: Lisan öğren vakvaktan;
    Bahset tarih, balığın tırmandığı kavaktan!

    Bak, arslan hakikate, ispinoz kafesinde;
    Tartılan vatana bak, dalkavuk kefesinde!

    Mezarda kan terliyor babamın iskeleti;
    Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti?

    Ah! küçük hokkabazlık, sefil aynalı dolap;
    Bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkılap!

    N.F.K.




  • We have one life; it soon will be past;
    what we do for God is all that will last.
    Muhammad Ali
  • Dağı tanıyan nasıl tanımaz uçurumu
    Madem ki yükseliş var iniş olmaz olur mu!

    Necip Fazıl Üstad'ı rahmetle anıyorum.
  • Gözün sadefinden nice dürdane dökersin
    Şol dişi güher dudağı mercan ere umma


    "Ey âşık! Gözünün sedefinden daha ne zamana kadar inci taneleri döküp duracaksın? Zannediyor musun ki böyle yapınca o dişi inci, dudağı mercan olan sevgiliye ulaşabileceksin!?.." Şair bu beyitte adeta okuyucusunun iki hususta dikkatini çekiyor ve bir şeyin farkına varılmasını istiyor. Birincisi incinin sedeften elde edildiği ve sedefin de değerli oluşu, ikincisi ise incilerin mercanla birlikte saklanması.
    Eski hanımefendiler, inci ve mercanlarını akikten yapılan mücevher kutularında bir arada saklarlar, diğer mücevherleri ile karıştırmazlarmış. Bizce bunun sebebi, şairin farkına varmamızı istediği husus olmalıdır: Hem inci, hem de mercan denizden çıkartılır ve bir zamanlar canlı iken sonradan taşlaşmış olarak değer bulur. Şair ilk dizede inciyi, ikinci dizede mercanı anarak âşıkın (kendisinin) gözünü denize benzetmektedir ki okuyucu bunun farkına vardığı zaman onun sevgili uğruna ne derece çok (denizler kadar) ağladığını görmüş olacaktır. Bu da sevgilisinin ne derece güzel olduğunun delilidir.

    İskender Pala




  • quote:

    Orjinalden alıntı: etusch

    Gözün sadefinden nice dürdane dökersin
    Şol dişi güher dudağı mercan ere umma


    "Ey âşık! Gözünün sedefinden daha ne zamana kadar inci taneleri döküp duracaksın? Zannediyor musun ki böyle yapınca o dişi inci, dudağı mercan olan sevgiliye ulaşabileceksin!?.." Şair bu beyitte adeta okuyucusunun iki hususta dikkatini çekiyor ve bir şeyin farkına varılmasını istiyor. Birincisi incinin sedeften elde edildiği ve sedefin de değerli oluşu, ikincisi ise incilerin mercanla birlikte saklanması.
    Eski hanımefendiler, inci ve mercanlarını akikten yapılan mücevher kutularında bir arada saklarlar, diğer mücevherleri ile karıştırmazlarmış. Bizce bunun sebebi, şairin farkına varmamızı istediği husus olmalıdır: Hem inci, hem de mercan denizden çıkartılır ve bir zamanlar canlı iken sonradan taşlaşmış olarak değer bulur. Şair ilk dizede inciyi, ikinci dizede mercanı anarak âşıkın (kendisinin) gözünü denize benzetmektedir ki okuyucu bunun farkına vardığı zaman onun sevgili uğruna ne derece çok (denizler kadar) ağladığını görmüş olacaktır. Bu da sevgilisinin ne derece güzel olduğunun delilidir.

    İskender Pala

    teşekkürler...





  • LAVINIA

    Sana gitme demeyeceğim
    Üşüyorsun ceketimi al.
    Günün en güzel saatleri bunlar,
    Yanımda kal.

    Sana gitme demeyeceğim.
    Gene de sen bilirsin.
    Yalan istiyorsan yalanlar söyleyeyim.
    İncinirsin.

    Sana gitme demeyeceğim,
    Ama gitme, Lavinia.
    Adını gizleyeceğim
    Sen de bilme, Lavinia.

    Özdemir ASAF


     Edebiyatımızdaki En Güzel Beyitler, Kıtalar, Şiirler...

     Edebiyatımızdaki En Güzel Beyitler, Kıtalar, Şiirler...

    Herkesin İçinde Bir Lavinia Vardır...!




  •  Edebiyatımızdaki En Güzel Beyitler, Kıtalar, Şiirler...




    Kız Çocuğu
    Kapıları çalan benim
    kapıları birer birer.
    Gözünüze görünemem
    göze görünmez ölüler.

    Hiroşima'da öleli
    oluyor bir on yıl kadar.
    Yedi yaşında bir kızım,
    büyümez ölü çocuklar.

    Saçlarım tutuştu önce,
    gözlerim yandı kavruldu.
    Bir avuç kül oluverdim,
    külüm havaya savruldu.

    Benim sizden kendim için
    hiçbir şey istediğim yok.
    Şeker bile yiyemez ki
    kağıt gibi yanan çocuk.

    Çalıyorum kapınızı,
    teyze, amca, bir imza ver.
    Çocuklar öldürülmesin
    şeker de yiyebilsinler.

    1956
    Nazım Hikmet Ran

     Edebiyatımızdaki En Güzel Beyitler, Kıtalar, Şiirler...


    Gerçekten çok etkileyici duygulanmamak ağlamamak elde değil...




  • İnsansız adalet olmaz. Adaletsiz insan olur mu? Olur, olmaz olur mu! Ama; olmaz olsun..

    Özdemir ASAF
  • Ey kamer-tal'at kaşın kavsin görüp takvîmde
    Ay başında fitne var deyü müneccimler yazar


    Aşağı yukarı, "Ey yüzü dolunay gibi parlayan sevgili! Müneccimler, o dolunayın üzerinde senin kaşının kıvrımını görünce takvimlerine, "ay başında fitne var" diye bir açıklama yazdılar." gibi bir anlam içeren bu beytin derinliğini anlatmak bir hayli zor. Nedenine gelince: ...

    ...
    Şimdi gelelim meselenin başka bir boyutuna:
    Bir milletin takvimi onun tarihi demektir. Takvim bize geriye doğru düşünme imkânı verir ve kodlarımızın derinliğini, sağlamlığını, kadimliğini gösterir. Mesela Çin bizim on iki hayvanlı takvimimize benzer bir takvim kullanır ve bir Çinli bu geleneksel takvim sayesinde on beş bin yıl geriye doğru kendi tarihinin sınır taşlarını hatırlar, söz gelimi sekiz bininci yılda milletinin başına gelenleri hafızasında tutar. Bu ona kimlik verir. Yahudiler 29 veya 30 günlük ayları olan ve bir yılı on iki, bazen on üç ay süren bir kameri takvimi altı bin yıldır kullanırlar. Bu onların genlerinde geçmişe doğru bir aidiyet hissini ayakta tutar ve tarihi unutturmaz. Japon takvimi Şinto kaç bin yıldan beri hâlâ aynıdır ve bir Japon bununla gurur duyar. İmdi, bu takvimlerin Miladi takvime göre çok kullanışlı olduğu söylenemez, ama hiçbir Yahudi veya Japon bunu değiştirmeyi düşünmez. Üstelik değiştirmedikleri sürece dünya milletleri arasında geri kaldıkları, çağdaşlıktan uzak düştükleri fikrine de kapılmazlar. Onlar bilirler ki takvim değiştirmek, hafızayı değiştirmektir. Sanki zamanı bir yerinden yırtıp asıl parçayı saklamak gibi... Takvimi değiştirdiğiniz vakit kimliksiz, tarihsiz, hafızasız bir millet olma tehlikesi vardır. Çünkü o zaman size kimlik veren geçmiş olayları kendi medeniyet birikiminize göre değil, kabul ettiğiniz yeni takvime göre anlamlandırmaya başlarsınız. Hatırladığınız tarih ve geçmiş, sizin yaptığınız tarih değildir artık. Siz orada etken konumdan edilgen hale düşersiniz ve tarihsel başarılarınız, icatlarınız, keşifleriniz, dünyaya yaptığınız katkılar hep yeni takvimin sayfalarına işlenir. Mesela Konstantinepol 857'de değil 1453'te fethedilmiş olur ve tabii "Belde-i Tayyibe" fikri aradan kalkıverir. Ayasofya algısı Eyüp Sultan algısından önde durur ve İstanbul'un Konstantinepol kimliğini baskın kabul etmeye hazır hale gelirsiniz. En basit tanımıyla Hicret'ten koparılıp Noel'e bağlanır, Noel kutlamaları için özel ve tüzel hazırlıkları arttırırsınız. İşin ilginç yanı bu değişikliği de laiklik adına yapmış, Hicri takvimden kaçıp Gregoryan takvime kapılanmışsınızdır. Hak Peygamber'den kaçıp Papa'ya sığınmak yani...
    Şimdi gelin, bir de, kendi atalarınızdan yadigâr kalmış şu dizeleri anlayamıyoruz diye şikâyet edin!..
    Ey kamer-tal'at kaşın kavsin görüp takvîmde
    Ay başında fitne var deyü müneccimler yazar

    Bu beyitte nelerin anlatıldığını merak ediyor musunuz?!.. Açın bir ansiklopediyi, bir tarih sözlüğünü, bir bilimsel araştırmayı, eski takvime göre dolunayın evrelerini, kavis haline gelişini, ay başında incelip hançere döndüğünü, astrolojide yükselen burçları, fitne çıktığı vakit yapılacakları, müneccimlerin ne işlerle uğraştıklarını ve müneccimbaşılık müessesesini, rasathaneleri vs. okuyun, okuyun, okuyun... Oniki hayvanlı Türk takvimini kullanıyormuş gibi Ötüken'e kadar, hicri takvimi kullanıyormuş gibi Hira'ya kadar okuyun. Ancak o vakit miladi takvim bizim için anlam kazanacak.

    İskender Pala'dan alıntıdır ve yazının tamamı değildir.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi etusch -- 2 Ocak 2009; 0:38:36 >




  • yok bu şehr içinde senin vasfettiğin dilber nedim
    bir peri suret görünmüş bir hayal olmuş sana
  • Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
    Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi
    Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten
    Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği

    İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne
    Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
    Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır
    Kopmaz kökler salmaktır oraya

    Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını
    Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin
    Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara
    Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin

    İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine
    Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına

    İnsan balıklama dalmalı içine hayatın
    Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına

    Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
    Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın
    Değişmemelisin hiç bir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu
    Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın

    Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
    Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı
    Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
    Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı

    Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
    Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe,bütün evrene karışırcasına
    Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
    Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana...


    Ataol Behramoğlu

    ___________________




  • "Göz gördü gönül seni sevdi ey yüzü mâhim,
    Kurbanin olam var mi benim bunda günahim." (Nahifi)
  • Seni anlatabilmek seni.
    İyi çocuklara, kahramanlara.
    Seni anlatabilmek seni,
    Namussuza, halden bilmeze,
    Kahpe yalana.
    Ard- arda kaç zemheri,
    Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu
    Dışarda gürül- gürül akan bir dünya...
    Bir ben uyumadım,
    Kaç leylim bahar,
    Hasretinden prangalar eskittim.
    Saçlarına kan gülleri takayım,
    Bir o yana
    Bir bu yana...
    Seni bağırabilsem seni,
    Dipsiz kuyulara.
    Akan yıldıza.
    Bir kibrit çöpüne varana.
    Okyanusun en ıssız dalgasına
    Düşmüş bir kibrit çöpüne.
    Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,
    Yitirmiş öpücükleri,
    Payı yok, apansız inen akşamdan,
    Bir kadeh, bir cigara, dalıp gidene,
    Seni anlatabilsem seni...
    Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır
    Üşüyorum, kapama gözlerini...

    Ahmet Arif




  • Sümbülzade vehbi efendinin erotik bi şiiri vardı o gerçekten güzeldi
  • Ben gamlı hazan, sense bahâr, dinle de vazgeç
    Sen kendine kendin gibi bir tâze bahâr seç
    Olmaz meleğim böyle bir aşk, bende vakit geç
    Sen kendine kendin gibi bir tâze bahâr seç


    Zamân olur ki ânın hâcle-i visâlinde,
    Bir inzivâ ve o cânân-ı bîvefâ bulurum.
    Zamân olur ki gözümden kaçan hayâlinde;
    Hayât-ı rûhuma müşfik bir âşinâ bulurum.
  • 
Sayfa: önceki 2526272829
Sayfaya Git
Git
sonraki
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.