
Gri Tilki - Fantastik Hikaye
Jorundr kurnaz, gamsız ve serseri bir adamdı. Bir göçmendi. Skyrim'de kuzeyli bir ailede 1 Nisan 3E 403 yılında doğmuştu. Jorundr ikinci sıradaydı. Ağabeyi o daha doğmadan önce mahallede girdiği bir kavga sırasında muhafızlar tarafından öldürülmüştü. Babasını genç yaşta iş kazasında kaybetmişti. Ardından annesiyle birlikte 413 tarihinde Cyrodiil'de ki akrabalarının yanına taşınmak zorunda kaldılar.
Bundan beş yıl sonra da ihtiyar annesi hastalıktan öldü. Okula gitmedi. Hiçbir işte tutunamadı. Akrabalarıyla anlaşamıyordu. Sonunda bir gece yatağının baş ucuna bir veda notu yazıp koydu. Evden ayrıldı. Eski sıkıcı bulduğu hayatını sonsuza kadar geri de bıraktı. Bir süre sokakta kaldı. Aç yattı. Ancak büyüyüp aklı biraz başına gelmeye başlayınca özel bir konuya olan ilgisini ve yatkınlığını fark etti. Yani hırsızlığa...
Gözlerini kırpmadan, 17 yaşındayken hayata ve Cyrodiil'e tek başına atıldı. Çalınacak, soyulacak, aldatılacak binlerce zengin ve saf insan vardı. Şehir şehir, kasaba kasaba, köy köy dolaşmaya başladı. Önüne gelen her kişi onun kurbanı oluyordu. Meslekteki emekleme döneminde dikkat çekmemek için küçük işlerle başladı. Zamanla hedefleri büyüdü ve gözünü büyük vurgunlara çevirdi.
En karlı bulduğu iş vergi sevkiyatları karavanlarını pusuya düşürmekti. Kazancı yüksek olsa bile riskliydi. Bu tehlikeli soyguna kalkışmak her hırsızın harcı değildi. Jorundr'un keyfi yerindeydi ama memleket hasreti çekiyordu. Bu yüzden Skyrim'e benzerliğiyle ilgili duyduğu Bruma'nın övgüsüyle kulakları dolarak kalktı oraya gitti ve yerleşti. Aynı yıl içinde bizzat Gri Tilki tarafından Hırsızlar Loncası'na davet edildi.
Jorundr'un namı Gri Tilki'nin kulağına gitmişti. Bundan etkilenerek ondan loncaya katılmasını istedi. Jorundr tek başına çalışmaktan hoşlanırdı. Yine de Gri Tilki'nin teklifine hemen cevap vermedi. Düşündü taşındı, reddetti. Ama sonra Gri Tilki'nin ısrarlarına dayanamayıp aralarına katıldı. Hırsızlar Loncası arasında geçirdiği birkaç yıl da pekçok büyük iş başardılar. Ciddi meblağ da altınlar kaldırdı.
Son işlerinde ise terslik oldu. Bruma kontesinin paha biçilemez tablolarını çalarlarken Jorundr bir muhafız tarafından yakalandı. Alarm verilmiş, soygun yatmıştı ve diğer muhafızlar gelmeden önce kaleden derhal kaçması gerekiyordu. Ancak kimliği de ortaya çıkmıştı. Bu yüzden o an bir ikilemde kaldı. Ya elini kana bulayıp bununla yaşayacaktı ya da meslek hayatı bitecekti. Seçimin sonucu belliydi.
Onu gören muhafızı öldürmek zorunda kaldı. İlk cinayetini işlemiş ve katil olmuştu. Bu olaydan sonra loncadan ayrıldı ve uzun süre gözlerden ırak yaşadı. 433'ün yılbaşında uzun süren sessizliğini bozdu. Tekrar sahalara adım atarak çıktı. Ufak ama kesin vurgunlarla yolunu bulmaya devam etme kararı almıştı. Artık daha dikkatliydi. Kimseye güvenmiyordu. Plan yapmadan, olasılıkları değerlendirmeden ve yüzde doksan dokuz emin olmadan işe çıkmıyordu.
Lakin Bruma'da daima işlerini baltalayarak karşına çıkan bir rakip vardı. Onun alacağı karlı fırsatları elinden kapardı. Herkesin "Arnora Auria" diye çağırdığı bu kadının ismini daha yeni öğrenmişti. Esmer, ela gözlü, beyaz tenli, uzun boylu, üstten yapılı, iri ğöğüslü, basenli, ince çatık kaşlı, kırk beşlik bir hatundu. Jorundr'un beğenmeyip bıraktığı her haberi alıp onlardan iyi iş yapıyor, onlarca septim kazanıyordu...
Jerall Seyirtepesi Hanı'na girerken yine bu karıyı gördüm. Zarara uğramış gibi birdenbire canım sıkıldı. Ama, bozuntuya vermedim:
"Merhaba!" dedim.
"Merhaba!"
Şimdiye kadar onunla hiç konuşmamıştım:
"Şarap mı içmeye geldin?"
"Sana ne? Neye geldiysem geldim..."
Güçlü sağ elimle gür kirli sakalımı kaşıyıp bıyığımı kaldırdım. Gözlerimle etrafta bakacak yer aradım. Kalın renkli dudaklarımı kısarak gülümsedim:
"Ortak olalım..." dedi kadın.
"Olalım..."
O da şimdi gülümsedi. Döndük. Hanın alt katına doğru yan yana yürüdük. Merdivenlerden aşağıya indik. Karşımıza ilk çıkan kapıdan odaya girdik. Auria kapıyı hızla kapattı. Ardından kilitledi.
Bana baktı:
"Artık bizi kimse rahatsız edemez..."
Elindeki anahtarı masaya attı. Arkası bana doğru dönük şekilde elbisesinin sırt kısmındaki bağcıkları çözmeye başladı. Yavaşça bana döndü. İlerlemiş yaşına rağmen çok dinç bir güzelliği vardı. Dayanamayarak ivedilikle dudaklarını yapıştım ve onu solumdaki masaya kaldırdım. Bir süre orada öpüştükten sonra kucağıma alıp yatağa attım. O gece sabaha kadar seviştik...
Ertesi gün erkenden horozun sesiyle gözlerimi açtım. O da bir süre sonra uyandı. Gözlerimi tavana diktim. Düşüncelere daldım. Sonra aniden:
"Bunu neden yaptık?" diye sordum merakla.
Yatakta sağ tarafa doğru döndü ve cevapladı:
"Canım yatmak istiyordu. Sana denk geldi sadece. Bunu kafanda o kadar büyütme."
"Hadi üstümüzü giyinelim artık. Bugün seninle yapacak çok işimiz var." diye devam etti.
Verdiği cevap içimde hayal kırıklığı ve tatminsizlik duygusu yaratmıştı. Ama o an bu konunun daha fazla uzamasını istemedim.
Yataktan kalktık. Odadan çıktık. Üst katta bir masaya karşılıklı otururken, hancıya bağırdım:
"Bize iki şarap getir."
Sonra ona soru sordum:
"Sen nerelisin?"
"Colovialı."
"Hangi kısım?
"Bu tarafta..."
Arnora Auria, uzun parmaklı zayıf eliyle hanın kapısını gösteriyordu.
"Chorrol tarafında mı?" diye sordum.
"Hayır canım, daha aşağılarda..."
Daha fazla sohbeti uzatmadım. Direk işlere geçtik. Konuştuk, anlaştık. O günden itibaren birlikte çalışmaya karar verdik. Suç ortağı olduk. Onu o gün yatakta yaptığım gibi hırsızlıkta da ilerleyen zamanda becerecektim...
Ertesi gün beraber soygun yaptık. Auria'nın çaldığı altınlar benimkilerden her zaman daha çok duruyordu. Birkaç gün daha bu işe devam edip şehri soyacağımıza sözleştik. İkimizde handa, karşılıklı birer küçük oda kiraladık.
Bir gece ansızın oda kapım vuruldu. Kalktım, sürmeyi çektim, açtım. Baktım ki ortağım...
"Ne oldu?"
"Sabahleyin ben bir yere kadar gideceğim. Sana şimdiden unutmadan söylemeye geldim. İyi bir fırsat var."
Gözlerimi daha çok açtım:
"Ne?"
"Bruma'nın doğu tarafındaki kapısının girişinde bulunan Vahşigöz Ahırı'nın sahibi Petrine benden kanatlı bir beyaz at bulmamı istemişti. Karşılığında 8000 septim alabileceğiz. Ondanda kontes istemiş. "
"Ee?.."
"Ben yarın şehirde yokum. Sen arayıp mutlaka atı bul."
"Sen ömründe uçan bir at gördün mü?"
"Hayır."
"Peki nasıl bunu bulmayı kabul ettin?!"
"Problem değil. Yeter ki yapacağını söyle."
"Pekala, yarın bakarım."
Auria, sahte bir samimiyetle bana yanaşıp akıl vermeye başladı:
"Bak, şehrin batısında oldukça küçük bir çiftlik var. Elmacı Çiftliği derler.Oranın sahibini sen tanımazsın. Şimdi çok ihtiyar olduğu için evinden çıkmaz. Git onunla konuş. De ki: " Akşama kadar bana kanatlı bir beyaz at bul." 5000 septim kadar bir öneri yap."
Saf bir ortakmış gibi karşıladım:
"Pekala!"
Auria'nın ağzından sert bir şarap kokusu yayılıyordu. Küçük lambamın hafif aydınlığı ile gölgelenen yüzünde yorgun bir neşe yansıyordu. Gözleri dumanlıydı. Hafifçe takılmak geldi ona o an içimden:
"Keşke beni de davet etseydin masana! Beraber içerdik..."
Auria hafif bir tebessüm yolladı:
"Artık bir daha ki sefere... İyi geceler Jorundr."
"Sana da..."
Odamın kapısını kapatır kapatmaz yine "Seni gidi Sürtük karı! Seni bir düzeyimde gör!" dedim fısıltıyla. "Beni aptal yerine koyuyor ha" diyerek ellerimi belime dayayıp durdum. Gözlerimi küçülterek yere baktım:
"Kiminle dansa kalktığını göreceksin..."
Döndüm. Odamın kapısını sürgüledim. Soyunmaya başladım. Hemen yatağıma yattım. Ardından kısa bir süre sonra uyudum...
Rüya içinde Rüya - Fantastik Hikaye
"Ben karanlıkların sesiyim, öfkeyim, intikamım ve adaletim."
-Sevasi Omoone
Tarih: Turdas, Last Seed'in 16. Günü 4. Çağ 221. Yılı
Sevasi Omoone bir mağarada uyandı. Gördükleri kesinlikle korkunç bir kâbustu ve şu anda hafızasında onunla ilgili neredeyse hiçbir şeyi hatırlamıyor olmasına rağmen, üzerinde hala boğucu bir korku hissi vardı.
Kalp atışlarının sesini sanki duyabiliyordu, uzandığı yerden ayaklandı, derin bir nefes aldı ve mağaranın girişinden karanlık gökyüzüne baktı. Havada sadece birbirlerine yakın duran iki tane yıldız asılı duruyordu. Yıldızlar birden aşırı parladı ve beyaz renkleri kırmızıya döndü. Ardından bir göz misali onlarda Sevasi'ye doğru dikkatlice bakmaya başladılar.
Yıldızlar gökyüzünü dolduracak ve geceyi aydınlatacak kadar büyük bir bedende iki kırmızı göz halini aldı. Sevasi'nin gökyüzünde gördüğü bu büyük yansıma kendisine aitti. Sevasi bu anlamsız şeyleri görmesiyle hala bir rüya içinde olduğunu fark etti.
Sevasi kendisiyle göz göze geldiği anda irkildi ve uykusundan sıçradı. Fakat bu sefer uyandığında her yer günlük güneşlikti ve daha da tuhaf hissediyordu. Cyrodiil semalarında süzülüyordu ve siyah kanatları, gagası ve pençeleri vardı.
Bir leş kargası sürüsüyle beraber aynı yere doğru uçtuğunu görüyordu. Sevasi bu sefer gördüklerinde bir kontrol sahibi değildi. Sadece karganın gözlerinden olayları izlemekle yetinmek zorunda kaldı.
Sürüyle olan yolculuğu kuş bakışı bakıldığında ormanın iç kesimlerinde yeni yağmalanmış bir karavanın olduğu yolda durdu. Yere doğru yavaşça alçaldılar ve kargalar bulabildikleri her yere tünediler. Karavanın etrafında pek çok yaralı ve ölü vardı.
Aralarında cesetlerin ve yaralı bedenlerin üzerlerini değerli eşyalar için araştıran adamlar vardı. Elleri, bilekleri, ayakları ve denk geldikleri her cebi hızlıca kontrol ediyorlardı. Sevasi içerisinde bulunduğu bir düzine kargayla beraber etrafı gözetliyordu.
Sevasi'nin birden ilerde bir ağaca yaslanmış adam gözüne ilişti. Adam sıralanmış kuşların arasında özellikle Sevasi'nin karga şeklinin durduğu yere el sallıyor gibiydi. Sevasi karga gözleriyle daha dikkatli bakınca bu adamın kendisi olduğunu gördü. O an hala rüya içinde olduğunu hatırladı. Gördüğü bu yansımaların başka açıklaması olamazdı.
Diğer taraftan burada kan gövdeyi götürmüştü. Yerdeki her oluk kanla doluydu, çakıl taşlarıyla kaplı düzgün olmayan yolun yarısı kana boyanmıştı, kalın gövdeli uzun ağaçların gövdelerinden kan süzülüyordu. Meydandaki cesetler alana türlü biçimlerde saçılmıştı.
Bazılarının son hali dehşet içindeydi, eksik uzuvlarıyla göğe uzanarak İlahlara dua eder gibiydi. Aralarından bazılarıysa huzur içindeydi, başlarını geleni kabullenmiş ve direnmeden yaralarını tutup iki büklüm kalakalmışlardı.
Yaralıların hali ise bir başka acıydı. Onlar feryat figan ve can havliyle kıvrandıkça üstlerinden yüzlerce sinek havalanıyordu. Bir o yana bir bu yana uçuştukça, çıkardıkları keskin vızıltı sesleriyle birbirlerine çarpıp şikâyet ederek çevreye dağılıyorlardı...
Sevasi'yi birden nazik bir el dürttü ve bu zihnini gerçekliğe geri döndürdü. "İyi akşamlar lordum." Onu dürten elin sahibi yatağında birlikte yattığı tanımadığı bir kadına aitti. Sevasi iyice kendine geldiğinde kadına cevap vermeden yatağından attı ve bir süredir mesken belledikleri tavernadaki odasından kovaladı.
Yalnız başına düşünmeye en önemlisi de sessizliğe ihtiyacı vardı. Odasının dışında ki ziyafetten sarhoş olmuş adamları yeterince ses yapıyordu zaten. Bir bölümü boğulana kadar içmeye devam ediyordu. Diğerleri ise şarkılar söylüyor, dans ediyor ya da anlamsız sesler çıkarıyorlardı.
Yanlarındaki kadınlarla yiyişmeyi de unutmuyorlardı tabii. Leş Kargaları adıyla Cyrodiil'de nam salmış azılı bir grubun lideri olan Sevasi ise bir süredir bu tarz tuhaf rüyalar görmekteydi. Bu rüyaları bir tarafı hemen unutmak ve bir daha görmemek istiyordu ama diğer taraftan ne anlama geldiklerini de merak ediyordu.
Sevasi Morrowind'te ki Kızıl Dağ'ın patlamasının ardından Skyrim'e göç etmiş Dunmerların soyundan geliyordu. Annesi ve kız kardeşi Skyrim'de yaşanan iç savaş döneminde öldürülmüşlerdi. Babası ise hala Windhelm'de yaşamaktaydı.
Sevasi ise annesi ve kız kardeşi öldükten sonra Skyrim'den ayrılarak Cyrodiil'e yerleşmiştir. Skyrim'de yaşadığı dönemde bir süre hırsızlar loncasında çalıştı. Cyrodiil'e taşındığındaysa karanlık kardeşlik ile temasa geçerek onlar adına çalışmaya başladı.
Fakat oradaki işinden de hızla sıkılarak ayrıldı. Kendi grubunu kurdu ve zamanla bu grubun adı Leş Kargaları olarak kötü bir nam saldı. Sevasi'nin grubunun yaptığı en iyi şeyler hırsızlık, kaçakçılık, yağmalama ve suikasttı. Bu açıdan Hırsızlar Loncası ile Karanlık Kardeşliğin birleşimi gibiydiler.
Sevasi çok iyi yay, kılıç ve hançer kullanıyordu. Yani uzun ve yakın mesafede aynı oranda ölümcül bir rakipti. Ayrıca yıkım büyülerinde çok başarılıydı. Bu yüzden büyülü asalar kullanabiliyordu. Skyrim'de ki Windhelm şehrinde nordların ve özellikle Ulu Kral Ulfric'in ona, ailesine ve halkına olan ırkçı davranışlarından dolayı nord halkını sevmezdi ve grubuna o ırktan adamlar almazdı.
Sevasi kurnaz bir adamdı. Hayatta kalmak için yapamayacağı hiçbir şey yoktu. Grubun lideri konumuna rağmen Sevasi kendi kurallarına göre oynayan ve kendisinden başka kimseye gerçek anlamda onur veya sadakat duymayan, asi, kalpsiz ve acımasız bir adamdı. Gerektiğinde şiddetten çok hitabet konusundaki başarısını da sergiliyordu.
Herkesi kolaylıkla ikna edebiliyordu ama onun öldürmeye karşı doymak bilmeyen bir susamışlığı vardı. Çünkü o aynı zamanda bir vampirdi. Öldürmek onun için hem zevk hem de yemekti. Vampir olmayı kendi seçmemişti. Tanıştığı ve sevdiği bir kadından ona bulaşmıştı bu hastalık.
Fark ettiğindeyse çok geç kalmıştı. Daha sonraları bunun ona verdiği şeytani güçten hoşlanmaya başladı. Güneş ışığının üzerinde bıraktığı olumsuz etkileri ise bulduğu bir büyülü yüzük sayesinde engelliyordu. Tam yaşı bilinmiyordu. Ancak bir Dunmer'a göre daha genç görünüyordu.
Sevasi ve grubu bir süredir Hackdirt kasabasındaki Moslin'in hanında konaklıyordu. Buraya geldiklerinden beri Hackdirt halkından tek bir istekleri vardı o da onlara göre cüzi bir rakam olan 1000 septimi haraç olarak vermeleriydi. Sevasi ise köylüler altınları denkleştirene kadar kasabanın küçük hanında dinlenmeye karar vermişti.
Tabii bu sırada köylülerin Chorrol şehrine gizlice gidip konttan yardım istememesi için köyün her noktasına adam yerleştirmişti. Ama Hackdirt halkı anlaşmayı bu süreç içinde sonuçlandırmakta gönülsüz kaldı. Paralarını vermek yerine canlarını vermekte daha istekli olduklarını Sevasi'ye göstermişlerdi.
Hackdirt adlı kasabanın işte sonunu bu getirmişti. Sayılarına güvenerek bu aptalca işe bir gece kalkıştılar bir anda. Sevasi ise hakkı olanı istese zorlanmadan çok önceden alabilecekken köylülerin ne yapacaklarını merak ettiği için beklemişti.
Bu yersiz bir bekleyişti belki de ama bir süredir Sevasi'den beklenmeyecek değişimler vardı. Özellikle gördüğü rüyaların etkisinde kaldığı için pek adeti olmayan bu hareketleri sergiliyordu.
Sonra önceden az çok tahmin ettiği gibi işin sonunda zavallı köylüler ellerindeki tırpan ve baltalarıyla yere serilmiş ölüler haline geldi. Hâlbuki Sevasi bu sefer onları isteyerek uyarmıştı. İleri gelenlerine de üşenmeden tekrarlamıştı bu uyarısını. Onlara tuhaf bir şekilde şans tanımıştı, her zaman bunu yapmazdı.
Parayı alıp aralarından sadece birkaç tanesinin kanını emerek öldürecekti. Ama halkın kendisi bunun olmasını engel oldu. Hackdirt halkı onu önceki kurbanlarındaki gibi şaşırtmamıştı. Sevasi'yi illaki kan dökmek ve toplu kıyım yapmak zorunda bıraktılar işte.
Elbette Sevasi, Hackdirt'e gösterdiği merhametin karşılığında ihanet bulmasını hoş karşılamadı. Kasabaya adım attıkları anda yapması gereken şeyi yani hak ettikleri ölümü Sevasi onlara geçte kalsa verdi. Sadece bu kıyımı yaparken ilk seferlerinde yaşadığı heyecan ve zevk daha azdı.
Sevasi, öldürmeyi hala çok seviyordu. Leş Kargaları grubundaki üyelere de bu duyguyu aşılamaya çalışıyordu. Sevasi'nin mirası buydu. Onun öfkesi ve hırsı karşısında hiç kimse duramıyordu.
"Hanında bir süredir konakladığımız saygıdeğer Moslin'in yerde yatan parçalanmış cesedini zahmet edip vampir güçlerimle tekrar diriltsem ve bunu ona sorsam, muhtemelen geçte olsa haraç konusunda artık aynı fikirde olurduk. Ama bakın basit bir anlaşmaya Hackdirt halkı uymayınca ne hallere düştüler. Beni dinlemiş olsaydılar en azından hala bazıları yaşıyor olacaktı."
Uzaktan bakıldığında köylülerin üzerinden değerli pek bir şey çıkacak gibi durmuyordu ve bu da Sevasi'nin adamlarının moralini bozmuş ve görüntü rahatsız etmişti. Herkes bulduğu kayda değer ganimetleri Sevasi'ye gösteriyordu. Sevasi'nin ise hiçbiri umurunda değildi. Onun gözleri daha büyük ganimetlerdeydi. Hackdirt yağmasının sonunda koskoca köyden toplam birkaç küçük kese altın ile gümüş yüzük ve kolye dışında bir şey çıkmamıştı.
Sevasi köylülerin asıl hazinelerini sakladıklarını biliyordu. Fakat bunu araştıracak kadar zamanı yoktu. Katliam sırasında köylüler arasından ormana kaçmayı başaranlar olmuştu. Onların en yakın yerleşke olan Chorrol şehrine ulaştıkları varsayılırsa her an Hackdirt'i bir düzine askerin kuşatması işten bile değildi.
"Çulsuz köylüler. Şu sefilleri keşke öldürmeden önce biraz daha pataklasaydık. " dedi ork Gorgog. Diğer taraftan hıncını almak için elindeki devasa çift elli kılıç ile cesetlerin rastgele uzuvlarına darbeler vurarak kopartıyordu.
"Puşt Gorgog, açgözlülük yapmayı bırak. Sakin ol, ölüleri rahat bırak artık." dedi khajiit Tsahi.
Sevasi istemeyerek havada küfürlerin uçuştuğu bu tartışmayı dinliyordu ve adamları arasında olan anlamsız bulduğu gerginlikten rahatsız olmaya başlamıştı. Derhal kesmeleri için onlarla göz göze geldi ve bu onların aniden susmasına yetti. Adamlarını kan kırmızısı gözlerinden gelen korkutucu bakışlarıyla uyarmıştı. Sevasi haşin ifadesiyle en cesur yürekleri bile titretebilirdi.
"Hepinizin çabalarınız karşılığında daha fazlasını istediğini biliyorum. Bu olması gereken şey ama merak etmeyin size bunu temin edeceğimin vaadini zaten daha önce vermiştim. Yakında taşıyamayacağınız kadar altınınız olacak. Şimdilik ortamın sihrini bozmayın."
Gaddar Gorgog homurdandı, kanlı kılıcını sırtındaki kınına taktı. Tsahi ise bulduğu gümüş kolyeyi zulasına hızla atarak oradan uzaklaştı. Argonyalı Gamsız Neeta ise tam o sırada esprileriyle ortamı yumuşatmaya başlamıştı bile şimdiden.
Neeta'nın alışkanlığı böyleydi. Kolayca üzülmez ve kızmazdı. Hep gülmeye çalışırdı. Ne zaman bir muharebe sonrası ortam gerilse o hep şakalar ve komiklikler yapardı. Hatta öldürürken bile bunu yapıyordu bazen. Fırsatını bulsa kendimi ölümü sırasında bile espri yapardı. Giderayak insanları gülümsettiğini görmekten hoşlanırdı.
Gorgog ise hala hırçındı ve kendini yatıştırmak için oradan uzaklaşmak zorunda kaldı. Sevasi'ye sormak istiyordu ama hem çekinmişti hem de sabırlı olması gerektiğini fark etti, "Nasıl bir hazineden bahsediyor acaba?" diye meraklı düşüncelerle yürümeye devam etti...
Cesaret Çağı - Fantastik Hikaye - 5. Bölüm Final
"Yaratıcım, düşmanlarım çok ve tek başınayım ama inancım beni bu yolda ayakta tutuyor; karanlıktan korkmayacağım, eğer kötülükler bana karşı koyarsa onlarla senin adına yılmadan savaşacağım."
Engebeli taşların bulunduğu yolda yalpalayarak ilerleyen at arabasının arkasındaki samanların içinde oturuyordum. Dün gece lanetli ormanın içinden çıkarak ana yola ulaşmayı başarmıştım. Orada bir süre beni başkente bırakabilecek bir at arabasının geçmesini beklemiştim. Şansıma orada kurulacak büyük pazara gitmekte olan bir tüccar aracına denk gelmiştim. Sürücüsü halime acımıştı ve beni yolda bırakmamıştı.
Yol boyunca gözüme uyku girmedi. Devamlı düşüncelere dalıp durdum. Ağaç canavarı ile olan karşılaşmamı, o elf kadını, beni bekleyen kaderi ve geride bıraktığım ailem ile evimi. Rahmetli annemde aklıma gelmişti. Yıllardır isteklerime karşılık vermeyen evren sanki sonunda vermeye başlamış ve beni köyde yaşamaktan başka bir sonun beklediğini göstermişti.
Samanların üstüne uzandım ve ellerimi başımın altına alarak, yırtık brandanın altından gökyüzünü izlemeye başladım. Kilometrelerce uzakta olmalarına rağmen tüm güçleriyle parlayan yıldızlara baktım. İçim neşeyle dolup taşıyordu. Hayatımda ilk defa böyle bir maceraya atılıyordum. Çıktığım bu yolculuğun beni tam olarak nereye götüreceğini bilmesem de, yollardayım işte. Öyle ya da böyle, Amaranthine Şehri'ne varacaktım.
Tekrar gözlerimi açtığımda, gece uyuya kalmış olduğumu fark ettim. Sabah olmuş, brandanın deliklerinden içeriye güneş ışıkları sızmaya başlamıştı. Yavaşça doğrularak etrafımı şöyle bir inceledikten sonra, sürücüye günaydınlarımı ilettim.
Yoluna devam eden araba artık eskisi kadar sallanmıyordu. Bununda tek anlamı daha iyi bir yolda gidiyorduk ve şehre yakın olmalıydık. Kafamı arabanın kenarından çıkardım, üzerinde tek bir kayanın bile olmadığı pürüzsüz yolu gördüm. Amaranthine Şehri'ne yaklaştığımızı bizzat görünce, iyice heyecanım arttı.
Arabanın arkasından dışarıya bakarken inanılmaz etkilenmiştim; tertemiz ve süslü sokaklarda müthiş bir haraketlilik vardı. Her birinin farklı şeyler taşıdığı büyük yük arabaları, yolları doldurmuştu. Arabaların aralarında yürüyen tüccarların yanında genelde hayvan sürüleri oluyor, olmayanlar ise satacakları ürünleri ellerindeki kasalarda taşıyorlardı. Kalabalığın en önündeyse şehir muhafızları alayı gidiyordu. Kısacası tüm bu insanlar, tek bir yöne doğru ilerliyorlardı.
İçim sevinçle dolmuştu. Daha önce böylesi bir zenginlik ve bu kadar kalabalık görmemiştim. Küçük çiftliğimden dışarı neredeyse hiç adımımı atmadığım için insanlarla dolup taşan bu büyük sokaklar şaşkına döndürmüştü beni.
Yeri döven at nallarının sesinin kesildiğini işitmiştim. Arabadan dışarı eğilerek yere indim. Beni buraya kadar getiren tüccara içten gelen teşekkürlerimi sundum ve oradan ayrılıp şehri keşfe çıktım. Çevreye baktığım zaman, devasa büyüklükteki taş sütunları ve devasa kapılar gördüm. Şimdiye kadar gördüğüm en geniş kapılardı. Kapıların tam altında kazıklar vardı ve bunlar kesinlikle bir insanı ortadan ikiye ayırmaya yeterdi. Etrafta nöbet tutan Gri Muhafızlar, beni heyecanlandırıyordu.
Buradaki insan nüfusu, tüm Amaranthine Arllığının toplamından bile daha fazlaydı. Kusursuz şekilde kesilmiş geniş alanlara yayılan çimenliklerin her yerinden çiçekler fışkırıyordu. Yolların her bir yanında tezgâhlar ve stantlar kuruluydu. Tüm bu keşmekeşin ortasında ise Ferelden Kralı'nın adamları ve Gri Muhafızlar mevzilenmişlerdi. Üzerlerine parlak zırhlarını giymiş bu görkemli savaşçıları görmemle beraber, doğru yerde durduğuma artık emin olmuştum.
Etrafıma bakınıp, yol boyunca başıma gelen türlü zorlukları hayal ettim. Buraya kadar gelmek bile büyük bir başarıydı benim için. Bu noktada turnuvaya giremesem tabii ki üzülürdüm ama en azından hayatım boyunca asla unutamayacağım maceralar yaşamıştım, diye düşünüyor ve kendimi avutuyordum.
Kaybolmaya başlamış neşem böylece giderek artıyordu. Gözün alabildiğine uzanan kalenin avlusunun muhteşem görüntüsü karşısında kendimden geçtim. Avlunun tam ortasında tüm ihtişamıyla yükselen kulenin etrafı upuzun taş duvarlarla çevriliydi. Bu duvarların üzerinde yer alan siperlerin her noktasında Kral'ın askerleri ile gri muhafızlar devriye geziyordu.
Etrafım kusursuz şekilde kesilmiş bakımlı çimenlerle doluydu. Taşla döşenmiş geniş meydanlar ağaçlarla sarılıydı ve bazılarının orta yerinde süs havuzları bulunuyordu. Amaranthine şehrinin her yeri insanla kaynıyordu.
Her çeşit ırktan insan, tüccarlar, askerler, mevki sahibi soylular, koşturmaca içindeydi. Tüm bu insanlar özel bir şeyler için hazırlanıyordu. Etrafa sandalyeler yerleştiriliyor ve Andraste için bir sunak dikiliyordu. Sanki bir turnuva değilde bir düğün hazırlığı telaşı vardı çevrede.
Atlıların mızrak dövüşü için hazırlandığı toprak pisti görünce inanılmaz heyecanlandım. Başka bir arazide uzaktaki hedeflere mızrak atanları, bir diğerinde ise samandan hedeflere nişan alan okçuları fark ettim.
Sanki her yerde ilerleyen saatlerde yapılacak yarışmalar için hazırlık vardı. Ut ve flüt çalan müzisyenler etrafta dolaşıyor, şarap dolu koca variller yerlerde yuvarlanıyor ve upuzun masalara örtüler seriliyordu.
Büyük kutlama merasiminin hazırlıkları son sürat devam ediyordu. Tüm bunlar çok etkileyici olsa da, bir an önce gri muhafızların yerini tespit etmek istiyordum. Çoktan geç kalmış olduğumun farkındaydım ve kendimi bir an önce onlara tanıtmak istiyordum.
Gördüğüm ilk kişinin yanına ilerledim. Yaşlı cücenin elindeki kupadan bira içtiği ve sarhoş olduğu anlaşılıyordu. O şehirdeki diğer insanlarla aynı telaşı paylaşmıyordu.
"Affedersiniz, efendim" dedim adamı kolundan tutarak. Fakat çok ağır leş bir koku vardı üzerinde.
Cüce, elime sallanarak rahatsız bir şekilde baktı ve geğirmenin eşlik ettiği derinlerden gelen kalın sesiyle, "Ne var çocuk" dedi.
"Gri muhafızlardan Nathaniel Howe arıyordum da, acaba nerede çalıştığını biliyor musunuz?"
Şaşırmış cüce, "Nathaniel'i nereden tanıyorsun?"
"Tanımıyorum, ben gri muhafızlara katılmak için geldim. Gri muhafızlardan Velanna bana Nathaniel'in yardımcı olabileceğini söyledi."
"Velanna mı?"
Adamın sorularından dolayı şaşırmıştım.
"Bir sorununuz mu var?"
"Hayır yok. Sadece bende bir gri muhafızım ve onlar yakın arkadaşlarım olur."
"Ne? Baştan neden söylemediniz bana bunu!"
"Hey, hey! Sakin ol kızım, iki fıçı bira içtim ve şu an gerçek misin değil misin onu bile bilmiyorum. Burada şu anda bir gri muhafız kimliğiyle bulunmuyorum. Dikkat edersen üniformam bile yok üstümde ve aradığım tek şey eğlenmek ve içmek. "
Sinirlenmiştim ve oradan ayrılma kararı aldım. Daha fazla bu muhafız olduğunu iddia eden sarhoş cücenin beni oyalamasına izin vermeye niyetim yoktu.
Sarayın etrafını saran onlarca yolu inceledim. Taş duvarlarının arasından uzanan birçok geçit vardı. Burası kendimi küçücük hissetmeme neden oluyordu. Gitmek istediğim yeri saatlerce arasam dahi bulamayacağımı düşünmeye başladım.
Aniden o an aklıma bir fikir geldi. Gri muhafızların yerini bir askerden öğrenecektim. Askerlere yaklaşma fikri her ne kadar beni biraz ürkütse de, bunu yapmaya mecburdum. Çekiniyor oluşumun sebebi, dikkat çekmek ya da yanlış bir hareket sonucu şehirden atılmak istemediğim içindi.
En yakınımdaki girişlerden bir tanesinde nöbet tutan askerin yanına, beni şehirden atmayacağını umut ederek koştum. Dimdik duran asker, gözlerini ileriye dikmişti.
Tüm cesaretimi topladım, "Gri muhafızlardan Nathaniel Howe'u arıyorum" dedim.
Yerinden kımıldamayan asker beni görmezden geliyordu.
Askerin dikkatini çekmekte kararlıydım ve daha yüksek bir sesle, "Size dedim ki, gri muhafızlardan Nathaniel Howe'u arıyorum."
Asker birkaç saniye sonra bakışlarını üstüme indirdi. Korktuğum gibi öfkelenmiş gözüküyordu.
Ama zamanımda daralıyordu. Israrımı sürdürdüm, "Nerede olduğunu söyleyebilir misin" dedim.
"Senin onunla ne işin olabilir ki?" diye sordu asker.
"Oldukça önemli bir iş" dedim ama askerin beni bu konuda sıkıştırma ihtimalinden korkmuyor da değildim.
Fakat bunun üzerine gitmek yerine bakışlarını tekrar ileriye doğrultan asker, orada değilmişim gibi davranmayı tercih etti. Kalbim kırılmıştı ve askerin bana asla cevap vermeyeceğinden korkmaya başlamıştım.
Bana çok uzun gelen sessiz bir bekleyişin ardından asker sorumu sırf benden kurtulmak için istemeden cevapladı.
"Batı kapısından gir, ardından gidebildiğin kadar güneye git. Orada ilk kapıdan içeri gir ve sola döndükten sonra karşılaştığın ilk sağa doğru yönel. Taş kemerlerden ikincisinin altından geçtikten sonra griffin armalı kapıya varacaksın. Şehirdeki tüm rütbeli muhafızlar genelde orada oluyor. Ancak şimdiden söyleyeyim ki vaktini boşa harcıyorsun. Çünkü çocukları eğlendirmek gibi bir görevleri yoktur gri muhafızların."
İşte duymak istediğim buydu. Bir saniye daha kaybetmeden ve askerin söylediklerini unutmadan önce arkamı dönerek meydana doğru koştum ve yol tarifini takip etmeye başladım. Adamın dediklerini unutmamak için sürekli kafamda tekrarlıyordum. Gökyüzünde iyice yükselmiş olan güneşe bakıp, geç kalmamak için Yaratıcı 'ya dua ettim.
Görkemli Amaranthine Şehri'nin karmaşık yollarında var gücümle hala koşuyordum. Bu sırada yol tarifini aldığım askerin dediklerine harfiyen hatırlamaya ve uymaya çalışıyordum. Kaybolmamış olmayı umarak bir süre böyle devam ettim.
Avluya ulaştığım zaman bir sürü kapıyla karşılaştım ve üçüncü kapıdan içeri girerek askerin dediği yol ayrımlarına rastladım. Oradan tembihlediği gibi doğruca döndüm. Yol boyunca giderek artan insan sayısı hızlı ilerleyişime engel olmaya başlamıştı. Yolda her statüden elfler, cüceler, insanlar yani kısaca her ırkta mensup kişilerin oluşturduğu kalabalığı yarabilmek için çarparak ya da omuz atarak ilerliyordum.
Acele etmeliydim çünkü turnuva seçmeleri her an bensiz başlayabilirdi. Bunu şu an düşünmek bile istemiyordum hiç. Attığım her adımda etrafıma dikkatle bakarak yanlış yöne sapma ihtimalime karşın beni yönlendirebilecek bir tabela arıyordum.
Bir köprü kemerinin altından geçerek başka bir sokağın yoluna girdiğimde karşıma çıkan yapı aradığım şeyden başkası olamazdı; Dış cephesinin tamamı taştan yapılma, orta çaplı bir arena. Tam ortasında Ferelden Kral'ının askerlerinin ve Gri Muhafız Komutanı'nın muhafızlarının nöbet tuttuğu devasa griffin armalı bir kapı vardı.
Tam önümde beliren arena askerin söylediklerinden yola çıkarak kafamda hayalini canlandırdığım görüntü ile uyuşuyordu. İçerisinden gelen haykırma seslerini duyunca içim kıpır kıpır olmaya başladı. Aradığım yeri sonunda türlü badireler ardından bulmuştum.
Neredeyse soluklanmak için bile durmadan koşmaya devam ettim. Kapıya doğru yaklaştıkça nöbetçilerin istemediğim şekilde dikkatlerini üzerime çekmeye başladım. Muhafızlar anında ileriye doğru birer adım atarak mızraklarını girişi engelleyecek şekilde aşağı indirdiler. Aralarında diğerlerine nazaran daha tehditkar duran üçüncü muhafız elini kaldırarak bana doğru yürümeye başladı.
Gri Muhafız, "Dur orada" diye emretti.
Nefesim kesilmiş halde heyecanımı zor da olsa bastırmaya çalışıyordum.
Güçlükle nefes alıyordum ve ağzımdan kelimeler zar zor çıkıyordu.
"İçer...de olma...lıyım. Geç bile kaldım." diyebildim sadece ama cümle ağzımdan sanki bardaktan yere dökülen bir su misali gibi akıyordu.
"Ne için geç kaldın?!" diye sordu el hareketleri eşliğinde tersleyerek.
"Turnuva seçmeleri için efendim."
Oldukça çirkin suratlı, saçının büyük bölümü beyazlamış orta yaşlı ve kısa bir adam olan bu gri muhafız, bana küçümseyerek bakan arkadaşlarına döndü. Ardından tekrar bana doğru dönen önümdeki adamın suratında da küçümseyici bir ifade belirdi.
"Herkesin bildiği gibi seçmeler haftalarca önceden yapıldı ve saatler önce adaylar gri muhafızlara ait araçlarla buraya getirildiler. Eğer onlarla gelmediysen burada işin yok demektir."
"Fakat efendim gri muhafızlardan Velanna'nın bizzat onayı var. Nathaniel Howe ile görüşmemi ve onun beni seçmelere turnuva başlamadan aldırabileceğini söylemişti."
Muhafız bana doğru bir adam daha atarak kişisel alanımı girmiş ve neredeyse burun buruna gelmiştik. Aralı duran ağzından yüzüme çarpan kötü kokulu ve sıcak nefes alışverişiyle rahatsız etmeye başlamıştı.
"Bak kızım, verdiğin isimler tüm Amaranthine halkı boyunca tanınmış Ireail'ın şahsi yoldaşları olan dillerden düşmeyen ünlü kahraman muhafızlara ait. Buraya gelip her onların isimlerini vereni kapıdan içeri girmesine izin verirsek ve birde seçmelere alacak olursak işimizi yapamayız."
"Anlamıyorsunuz ama efe-"
Aniden ileriye fırlayan muhafız yakama yapıştı.
"Asıl anlamayan sensin, seni terbiyesiz çocuk. Ne cüretle buraya gelir de, zorla içeriye girmeye çalışırsın? Yaptığın yetmezmiş gibi aptalca bir yalan öne sürüyorsun. Seni zincire vurmadan önce buradan derhal defol."
Muhafız beni iterek uzaklaştırmaya çalıştı. Az kaldı yere düşüyordum. Adamın acımasızca gövdeme vuran elinden çok, içeriye girememenin acısı daha ağır bastı o an. Bu durumu çok içerlemiştim. Bunca yolu kalkıp da bir gri muhafız tarafından kendimi kanıtlama şansımın tekrar elimden alındığını görmeye gelmemiştim. İçeriye girmekte artık hiç olmadığım kadar çok kararlıydım.
Nöbetçilerle daha fazla konuşmadan usulca uzaklaştım ve yuvarlak yapının etrafında saat yönünde ilerlemeye başladım. Aklıma bir plan gelmişti. Nöbetçilerin görüşünden çıkana kadar beklemiş, sonra biraz hızlanarak gizlice duvarların dibinden ilerlemeye başlamıştım.
Arkamı dönüp izlenmediğime emin olunca da koşmaya başladım. Binanın etrafında yarım tur attıktan sonra içeriye giren başka bir giriş buldum; önünde koruma yoktu ve kapının tam üstündeki açıklık demir çubuklarla engellenmişti. Fakat çubuklardan birinin yerinde olmadığını fark ettim. Tam o anda içerden yükselen bağırışları görebilmek için kendimi yukarıya çekerek tırmandım.
Karşılaştığım manzara beni heyecanlandırdı. Aralarında ağabeyimin olduğu diğer adaylar da olmak üzere bu yuvarlak ve devasa antreman sahasının her yanına yayılmışlardı. Bunlardan bazıları bir düzine gri muhafızın karşısına hazır olda dikilmiş ve aralarında dolaşan rütbeli muhafızların emirlerini dinliyorlardı.
Arenanın başka bir noktasında yer alan bir grup aday ise onları dikkatle inceleyen bir muhafızın gözetimi altında uzaktaki belirlenmiş hedelere mızrak ve ok fırlatıyorlardı. Aralarından sadece biri hedefi ıskaladı. Onları takip eden arkası dönük olan muhafız hedefi ıskalayan adaya doğru kızgınlıkla dönünce yüzünü görme fırsatı yakaladım. Dikkatle bakınca onun Nathaniel Howe olduğunu hemen fark ettim.
Bu haksızlığa daha fazla dayanamayacaktım. O hedefleri kolaylıkla bende vurabilirdim; diğerlerinden hiçbir eksiğim yoktu. Sadece daha genç ve kız olduğum için babam tarafından böyle dışarda bırakılmam adil değildi. Üstelik birde kıdemli bir muhafızın onayını almama rağmen bunun olmasına göz yumamazdım.
Sırtımda aniden hissettiğim el beni aşağı çekerek, yere yuvarladı. Bu sert düşüş sonrası nefessiz kaldım. Kendime gelince kapıda karşılaştığım o suratsız muhafızın öfkeyle tepemde durmuş bana baktığını gördüm.
"Sana ben ne demiştim çocucuğum?"
Henüz yerimden bile kıpırdayamadan adam bana sert bir tekme indirdi. Kaburgalarımda büyük bir acı hissettim ve bunun üzerine daha kendimi toparlayamadan adam ikinci bir tekme için hazırlanmaya başlamıştı bile.
Fakat kendimi onca katlandığım şey sonrasında geldiğim bu noktada dövdürmeye niyetim olmadığı için daha fazla dayanamadım ve karşılık vererek adamın ayağını tutarak çektim. Sonra dengesini kaybeden muhafız yere kapaklandı.
Adam ile neredeyse aynı anda tekrar ayaklarımız üzerine fırladık. Yaptığım şeyin doğurabileceği ağır sonuçları düşününce epey korkmuştum. Muhafızın yüzündeki küçümseyici bakış artık kaybolmuş ve yerine saf nefret almıştı.
Gözleri dönmüş haldeki muhafız "Sana yapacağım tek şey zincirlemek olmayacak" dedi ve ekledi, "Bana yaptığın saygısızlığın halkın önünde kırbaçlanarak bedelini ödeyeceksin de. Thedas'ta ki hiç kimse görev başındaki gri muhafıza el süremez. Artık aramıza katılmayı unut. Zindanlarda çürüyüp gideceksin! Tekrar gün yüzü görebilirsen kendini şanslı say!"
Belinden bir zincirin ucuna bağlanmış kelepçelerini çıkaran muhafız, intikam isteyen bir suratla bana yaklaşmaya başladı.
Acil olarak yapabileceğim bir şeyler var mı diye düşünmeye başladım. Zincire vurulmak ve kırbaçlanmak istemesem de onların arasına katılmak için onca teptiğim bu yol sonucunda bir gri muhafıza zarar vermekte istemiyordum.
Bir an önce kurtuluş için bir çözüm bulmalıydım. Yerde bir taş gördüm. Fazla düşünmeden hızla alarak taşı adama gelişi güzel fırlattım.
Adamın parmaklarına çarpan taş, beni bağlamayı düşündüğü elindeki kelepçeleri düşürmesine neden oldu. Muhafız ondan beklenmeyecek şekilde acı içinde bağırmaya başladı.
Muhafız bu sefer bana ölümcül bir bakış attı ve metalik bir çınlamanın eşliğinde, çelik kılıcını belindeki kınından hışımla çekip çıkardı.
Suratında artık karanlık bir ifade oturan adam," Bu sana verdiğim son şanstı. Gri muhafıza mukavemetten dolayı seni ölüme mahkum ediyorum!" dedikten sonra saldırıya geçti.
Yapacak başka bir şeyim kalmamıştı; bu muhafızın peşimi bırakmaya niyeti yoktu. Tekrar yerden gözüme bir taş ilişti ama bu seferki öncekinden daha büyüktü. Taşı fırlattım. Niyetim bana yaptıklarına ve yapmayı düşündüğü şeylere rağmen onu öldürmek değildi.
Bu yüzden daha dikkatli nişan almıştım. Yüzü ya da kafası yerine tüm erkeklerin ortak zayıf noktası olan ve bu nedenle adamı anında durduracağından emin olduğum bir noktaya doğru taşı fırlattım.
Tam istediğim gibi bacaklarının arasına hedefi onikiden isabet ettirerek vurdum. Fakat darbenin vücudunda kalıcı zarar bırakmaması için var gücümle değilde, bunu daha hafifçe atarak gerçekleştirmiştim.
Elindeki kılıcı düşüren adam bacaklarının arasını tutarak önce dizlerinin üzerine, ardından da yere düşerek kendi içine doğru kıvrıldı.
Adam acılar içinde olduğu yerden sallanarak, "Bunu çok ağır ödeyeceksin!" dedi. "MUHAFIZLAR! MUHAFIZLAR!"
Kafamı kaldırdım ve kolezyumun sütunları arasından ve kenarlarından belirerek üzerime doğru koşan gri muhafızlarla birlikte askerleri gördüm.
"Ya şimdi ya da asla." diye geçirdim içimden.
Bir saniye bile yaşadığım olayın ehemmiyetine kendimi kaptırmadan tekrar kapıdaki açıklığa tırmandım. Bedenimin geçebileceği aralıktan arenanın içine atlayarak, içeriye kaçtım.
Kendimi Gri Muhafız Komutanı Ireial'a tanıtmak zorundaydım ve bunun için beni engelleyecek herkesle dövüşmeye hazırdım.
Peşimdeki muhafızların bana yetişmemesi için tüm gücümle turnuva sahasının tam ortasından koşuyordum. Fakat tüm çabalarıma rağmen bana neredeyse yetişmek üzereydiler. Adamlar ardımdan ağız dolusu küfürler savuruyorlardı. O sırada sahada gördüğüm yeni adaylar pek çok farklı silahlarla kendilerinden emin bir şekilde idman yapıyorlardı. Başlayacak turnuvada yaşanacak rekabet epey zorlu geçeceğe benziyordu.
Alandaki gri muhafızlardan bazıları uzaktan antrenman yapan adayları izleyerek kimin burada kalıp kimin evlerine gideceğine dair değerlendirmeler ve tahminler yürütüyorlar gibi görünüyordu. İşte kendimi bu adamlara kanıtlamak zorundaydım. Fakat öncesinde peşimdeki muhafızlardan kurtulmalıydım yoksa her an tepeme binebilirlerdi. Bu durumdan nasıl kurtulacaktım? Hızı mı kesmeden ilerlerken kafam sadece bu soruyla meşguldü.
Tribündeki ve sahadaki insanlar yaşanan bu koşuşturmacayı er ya da geç fark ettiler. İdmanı yarıda kesen adaylardan bazıları ile gri muhafızların bir kısmı başlarını benden yana çevirdiler. Tüm bakışlar artık üzerimdeydi. Sahanın ortasında peşinde beş muhafızla beraber koşan bu kızın kim olduğumu merak etmiş olmalıydılar. En başta açıkçası herkesi etkilemek isterken aklımdan geçen tam olarak bu değildi. Tüm hayatım boyunca katılmayı istediğim gri muhafızlar karşısına bu şekilde çıkmak çok utanç verici olmuştu.
Hala ne yapmam gerektiği konusunda beyin fırtınası yaparken adayların oluşturduğu kalabalık arasından tanıdık gelen yüzüyle iri bir çocuk çıkarak geldi. Sanki diğerlerini etkilemek için beni durdurmaya karar vermiş gibiydi. Öne atılan bu kişi ağabeyimden başkası değildi. Benden iki kat daha iri olan ağabeyim üzerime doğru hızla geliyordu.
Ben başta konuşacağını sanıyordum ama aniden elindeki devasa kılıçla beni şaşırtarak hamle yaptı ve bende hızla çekildim. Bunun üzerine ikinci bir hamle daha gerçekleştirerek kaçacağım yola doğru iki elli tahta kılıcını sert şekilde indirdi. Bana konuşma fırsatı dahi vermeden beni eliyle iterek yere yapıştırdı. Amacı beni herkesin önünde aptal durumuna düşürmekti ve bunda epey kararlı olduğunu bakışlarından artık iyice anlamıştım.
Bende öfkelenmiştim. Yıllar boyunca babamla beraber bana ettikleri eziyetlere katlandım. Yetmiyormuş gibi birde yol boyunca onca çektiğim çile sonrasında hayallerime bu kadar yaklaşmışken öz ağabeyimin beni bu noktada durdurmasına razı olamazdım.
Ancak ağabeyime yaklaşınca boyunun uzunluğu karşısında iyice hayrete düştüm. Hayatım boyunca onunla kavga etmekten hep kaçınmaya çalışmıştım ve ilk defa karşısına dikildiğimde ne kadar ufacık kaldığımı fark ettim ve onu atlatabileceğimden şüphe duymaya başlamıştım.
Konuşmaya hiç niyeti olmayan ve yüzünde alaycı bir gülümsemenin eşliğiyle tahta kılıcıyla üstüme giderek yaklaşmaya başlayan ağabeyimi durdurmak için hızlıca düşünmem gerekiyordu. Yoksa hayallerimin sonsuza kadar ayaklarımın altından kayıp gitmesi an meselesiydi.
Kendimi içgüdülerime bıraktım ve yerden aldığım bir taşı ağabeyimin kılıç tuttuğu eline doğru hızla fırlattım. Kılıcını indirmeye hazırlanan ağabeyim acıyla kıvranarak, ağır tahta aleti elinden düşürdü.
Hiç vakit kaybetmeden zıplayarak iki ayağımla beraber atlayarak ağabeyimin göğsüne doğru sert bir tekme attım. Ancak iri yapılı olan ağabeyime vurmanın bir meşe ağacına vurmaktan neredeyse hiç farkı yok gibiydi. Ağabeyim saldırım karşısında hiç yerinden bile oynamamıştı. Tam tersi sinirlenerek elinin tersiyle bana tokat attı ve beni ayaklarının dibine doğru düşürdü. İşte bu çok kötü olmuştu.
Ayağa kalkmaya çalışırken ağabeyim beni sırtımdan yakaladığı gibi havaya kaldırıp tekrardan toprağın üzerine fırlattı. Hızla etrafımıza toplanan çocuklar alkış tutmaya başladılar. İnsanlar karşısında küçük düştüğümü anlayınca utancımdan istemeden suratım kızarmıştı.
Ağabeyim fiziğine göre hiç beklemediğim kadar hızlıydı. Daha ben kendimi toparlayamadan üzerime çıkıp, beni tekrardan yere mıhladı. Birden güreş karşılaşmasına dönen kavgada doğal olarak bu ağırlıktaki bir erkeğe karşı hiç şansım yoktu.
Kana susayan diğer adaylar tezahüratlar atmaya başlamıştı. Öfkeli gözlerle üstümden bana bakan ağabeyim beş parmağını birden yanaklarıma doğru indiriyordu. Ağabeyimin niyeti sahiden canımı yakmak değildi ama buraya geldiğim için beni pişman etmekte istiyor gibiydi.
Son anda gücümü toplayarak kafamı yana çekmemle parmakları toprağa saplandı. Bundan faydalanarak kendimi yana yuvarlayarak ağabeyimin altından kurtulmuştum.
İkimiz de ayağa kalktık ve yüz yüze geldik. Ağabeyim üzerime doğru koşarak eliyle beni yakalamak için hamle yapmaya çalıştı fakat yana doğru atlayarak kurtuldum. Eğer beni tekrar yakalamış olsaydı büyük ihtimalle zindanı boylamış olacaktım.
Bende bunun akabinde ağabeyimin midesine hızla bir yumruk indirsem de ağabeyim bunu da hissetmemiş gibi görünüyordu.
Daha yerimden kıpırdayamadan ağabeyimin dirseğiyle suratım buluştu. Darbenin etkisiyle arkaya savrulurken suratıma sanki bir çekiç inmiş gibi hissediyordum.
Düştüğüm yerde sallanarak soluklanmaya çalışırken göğsüme güçlü bir tekme darbesi indi. Bu sefer geriye doğru uçarak yere yapıştım. Bunu gören diğer adaylardan sevinç çığlıkları yükselmeye başladı.
Başım dönüyordu ve henüz toparlanamadan suratıma güçlü bir tokat daha yiyerek dümdüz yere serildim. Suratımda oluşan şişkinliği ve dirsek darbesinden sonra burnumdan sızmaya başlayan kanı hissetim. Yere uzanmış yenilginin ve yaraların verdiği acıyla inliyordum. Ağabeyim ise dersimi aldığımı düşünerek çoktan onu kutlamaya hazırlanan adayları arasına dönmüş tebriklerini toplaya başlamıştı bile.
Kız halimle bir başıma çıktığım bu akıl almaz yolculuğun sonuna gelmiştim ama artık pes etmek üzereydim. Ağabeyimle dövüşmeye çalışmamın bile manası yoktu. Bana karşı tam gücünü dahi kullanmıyordu. Hem artık daha fazla darbe kaldıracak halim ve alınsam bile turnuvada yarışacak motivasyonum kalmamıştı.
Ancak içimden bir ses ne olursa olsun yılmamam gerektiğini söylüyordu sürekli. Her şeye rağmen kaybeden ben olmamalıydım. Hele ki etkilemek istediğim Ferelden Kralı ile Gri Muhafız Komutanının gözleri önlerindeyken.
"Pes etme. Ayağa kalk Bertha. Kalk!" diyordum içimden kendi kendime.
Zorda olsa bir şekilde gücümü tekrardan topladım; acılar içinde ellerim ile dizlerim üzerinde doğruldum, ardından yavaşça ayaklarım üzerine dikildim. Morarmış, şişmiş ve kan içindeki suratımla ağabeyim karşısında tekrardan çıktım. Ne etrafı düzgün görebiliyor ne de sağlıklı şekilde nefesimi kontrol edebiliyordum, buna rağmen yumruklarımı kaldırdım.
Benim ayağa kalkabildiğime inanamayan ağabeyim kaşlarını çatarak gözlerimin içine baktı. Tehditkar bir şekilde, "Ayağa kalkmamalıydın Bertha! Bu sana verdiğim son şanstı." dedi ve üzerime doğru var gücüyle koşmaya başladı.
"Yeter!" diye bağıran bir ses duyuldu. "Kızın yanından geri çekil!"
Birden ortaya çıkan gri muhafız aramıza girerek avucunu ağabeyimin göğsüne koyup ilerlemesini engelledi. Kalabalık sessizliğe büründü. Bu kişi kıdemli gri muhafız şövalyelerinden olan Nathaniel Howe'dan başkası değildi. Nathaniel, Vigil's Kalesi gri muhafızları arasında zaten hep en hayran olduğum bir kişiydi. Yakından gördükçe ise artık ondan giderek daha çok hoşlanmaya başlamıştım.
Beni korumasından çok etkilenmiştim. Nathaniel Howe uzun boylu, geniş omuzları olan otuzlu yaşlardaki bakımlı saçlara sahip sert mizaçlı ama oldukça yakışıklı bir adamdı. Gümüşten yapılma birinci sınıf zırhı güneşin altında parlıyordu ve üzeri gri muhafızların bir zamanlar uçan binekleri olan şimdilerde nesilleri tükenmiş griffon adlı hayvanın armasıyla kaplıydı.
Olayın heyecanından ağzım kurumuştu.
Gri muhafız bana," Sen çiftlikteki o cesur kız değil misin?" dedi "Davet edilmediğin halde buraya kadar nasıl geldin ve arenaya girebildin?"
Daha cümlemi toparlayamadan peşimdeki muhafızlar kalabalıktan sıyrılarak olay yerine gelip arkamdan birden beni yakaladılar. Liderleri olan çirkin muhafız zar zor soluklanarak parmağıyla beni gösterdi.
"Emrimize karşı geldi bu kız!" diye bağırdı. "Zincire vurup, onu derhal zindana götüreceğim!"
"Ben yanlış hiçbir şey yapmadım!" diye karşı çıkmaya çalıştım.
"Öyle miymiş?" diye bağıran çirkin suratlı muhafız devam etti, "Komutanımızın mülküne izinsiz girmek hiçbir şey yapmamak mı oluyor sence?"
"Tek istediğim bir şanstı! diye bağırdım Nathaniel Howe'un gözlerinin içine bakıp yalvararak.
"Tek istediğim gri muhafızlara katılabilmek!"
Sert bir ses, "Burası sadece katılan adaylara ve seçilenlere ayrılmıştır." dedi ve ardından herkes sesin geldiğine yöne doğru bakışlarını çevirdi.
Yüzümü sesin geldiği tarafa döndüğümde sahibinin kırklı yaşlarda, kel kafalı, kısa sakallı ve yüzünün üzerinde derin yara izleri olan irice bir Gri Muhafız olduğunu gördüm. Tüm hayatını savaşarak geçirmiş gibi duran bu adamın zırhındaki semboller ve göğsündeki altın rozet, onun Gri Muhafızlar arasında kıdemlilerden biri olabileceğini söylüyordu. Tam o anda karşımdaki kişinin Kristoff "Adalet Getiren "olduğunu hakkında çizilen portrelerden anlayınca iyice heyecanlandım.
"Seçilmediğimi biliyorum efendim" dedim. "Ancak tüm hayatım boyunca bunu hayal ettim. Tek isteğim, Gri Muhafızlar'a neler yapabileceğimi gösterebilmek ve aranıza katılabilmek. Buradaki herhangi bir aday kadar iyi olduğumu düşünüyorum. Lütfen bana bunu kanıtlamam için bir şans verin! Sizin en büyük hayranlarınızdan biriyim!"
Muhafız gene o sert sesiyle, "Burası hayalperest kızlar için uygun değil." dedi. "Turnuva alanı için kimse istisna değildir; adayların hepsi, haftalar önceden seçilmiş kişilerdir."
Kristoff'un işareti üzerine beklemede olan çirkin suratlı muhafız, elinde zincirle bana yaklaşmaya başladı.
Ancak birden ileri fırlayan Gri Muhafızlar'dan Nathaniel Howe muhafızı durdurdu. "Sanırım bu özel duruma göre tek seferlik istisna yapabiliriz." dedi.
Şok içindeki çirkin muhafız bir şeyler söylemek istemeye çalışır gibiydi, ancak karşısında kıdemli bir muhafız olduğu için, sözlerine itaat etmek zorunda kaldı.
Nathaniel, "Sendeki bu hevesi artık takdir etmemek mümkün değil." dedikten sonra sözüne devam etti, "Sanırım seni zindana atmadan önce neler yapabileceğini görmek istiyorum güzel kız."
Nathaniel'in bu beklenmedik müdahalesinden pek hoşnut olmayan Kristoff, "Fakat Nathaniel-" dedi.
"Sanırım son kararı Ireial verebilir Kristoff." diyerek sözünü kesti Nathaniel.
Ancak lafının kesilmesine iyice sinirlenen Kristoff sert bir şekilde, "Turnuva kurallarını General Ireial koydu ve biz muhafızlarda ona uymalıyız!"
Muhafızlar arasında ortam iyice gerilmişti. Ben ise o an tüm bunların sebebinin kendim olduğuma inanamıyordum ve benim için Kristoff'u ve Gri Muhafızlar'ı karşısına alan Nathaniel'in bu hareketinden de çok etkilenmiştim. Sanırım ona bir kez daha hayran olmuştum.
"Generali ve emirlerini gayet iyi biliyorum. Fakat onu biraz da iyi tanıyorsam eğer o, bu kıza bir şans verilmesini uygun görürdü. Biz de şimdi öyle yapacağız."
Kristoff isteksiz de olsa geri adım atmak zorunda kaldı. Yüzünü bana doğru dönen Nathaniel, gözlerini benimkilere kilitledi. "Sana tek bir şans vereceğim. Bakalım hedefi vurabilecek misin?"
Sahanın epey ilerisinde yer alan bir saman yığınını işaret etti. Samanların ortasında yer alan küçük kırmızı noktanın çevresi mızraklarla doluydu. Fakat tam o noktaya çok yaklaşmış olsa bile tam isabet etmiş bir olan bir tane mızrak yoktu.
Nathaniel, "Eğer antrenmanlarda diğer adayların yapamadığı şeyi yaparak, o noktayı buradan vurabilirsen, adaylar arasına katılırsın" dedikten sonra kenara çekildi. Ancak hala üzerime gelen Nathaniel'in bakışlarını hissedebiliyordum.
Kenarda duran mızrakları incelemeye başladım. Benim alışkın olduğumdan çok kaliteli mızraklar, en iyi meşeden yapılmış ve üzerleri pahalı deriyle çevrilmişti. Burnumdaki kanı elimin tersiyle sildikten sonra hayatımda hiç olmadığım kadar heyecanlanmış olduğumu fark ettim. Bana verilen görevi yerine getirmemin neredeyse imkansız olduğunu biliyordum, ancak denemek zorundaydım.
Ne aşırı uzun ne de aşırı kısa olan bir mızrağa elime aldım, mızrağı ardından kendimce tarttım. Sağlam ve ağırdı. Köyümde kullandıklarıma hiç benzemiyordu. Elime tam oturduğunu hissettim. Belki bunu gerçekten de başarırım, diye kafamdan geçirdim. Ne de olsa atıcılık en büyük yeteneklerimden biri sayılırdı. Tabii bu iş sapanla taş fırlatmaya benzemeyecekti. Ormanda geçirdiğim onca zaman sayesinde epey bir pratikte yapabilmiştim. Çiftlikteyken zaten ağabeyimin vuramadığı hedefleri bile vuruyordum rahatlıkla.
Gözlerimi kapatıp, derin bir nefes aldım. Eğer ıskalarsam, muhafızlar beni sürükleyerek zindanlara götürecek ve böylece Gri Muhafızlar'a katılma şansımı sonsuza dek kaybolmuş olacaktı. Tüm hayallerim bu yapacağım atışa bağlıydı.
İçimden Yaratıcı'ya ve Gelini Andraste'ye yakardım.
Ardından bir an bile tereddüt etmeyerek, gözlerimi açtığım gibi ileriye doğru iki adım attım ve gerindikten sonra mızrağı fırlattım.
Uzaklaşan mızrağı nefesim tutulmuş halde izliyordum.
Lütfen Yüce Yaratıcı ve Kutsal Gelini adına...
Yüzlerce göz sahaya çöken sessizliği yararak ilerleyen mızrağı izliyordu.
Bana bir ömürmüş gibi gelen bekleyişin ardından, mızrağın ucunun samanları delen sesi işitildi. O tarafa o an bakmaya bile tenezzül etmedim. Çünkü bir şekilde hedefi on ikiden vurduğumu tuhaf bir şekilde çok iyi biliyordum. Elimden çıkan mızrağın hissi ve bileğimin aldığı açı sayesinde bundan emin olmuştum.
Yine de cesaretimi toplayarak hedefe baktım ve haklı olduğumu gördüm. Mızrak, kırmızı noktaya tam ortasından saplanmıştı. Arasında ağabeyimin de olduğu diğer adayların başarısız olduğu yerde, ben başarıya ulaşmıştım.
Hayretler içindeki herkes inanmayan gözlerle bana bakıyordu. Sessizliği bozan Nathaniel, bana yaklaşarak omzuma hafifçe dokundu. Sırıtan yakışıklı yüzünde rahatlamış bir ifade vardı.
Nathaniel, "Haklıydık!" dedi "Gri Muhafızlar'a katılmaya hak kazandın!"
Başından beri sabırsızca bana ceza vermeyi bekleyen peşimden koşuşturup durmuş çirkin muhafız "Fakat Nathaniel! Bu adil değil. Kız buraya izinsiz girdi!" dedi.
"O kadar aday arasından hiçbirinin başaramadığını yaptı ve hedefi vurdu. Bundan başka bir izne ihtiyacı yok."
Lafa dahil olan Kristoff, "Bu Büyük Turnuva alanına izin girdiği gerçeğini ve o kadar adayın hakkını gasp ettiği gerçeğini değiştirmez!"
Nathaniel, "Turnuva'nın en zor testlerinden birini geçmeyi başardı. Hedefi vuramayan yeteneksiz bir aday yerine bu kızı tercih ederim." diye karşılık verdi.
"Bu sadece şanslı bir atıştı!" diye sesini yükseltti ağabeyim. "Bize daha çok şans verilmiş olsa, biz de vururduk!"
Kaşlarını çatan Nathaniel ağabeyime döndü.
"Sahiden de atabilir miydin? diye sordu. "Bana bunu nasıl yapacağını göstermek ister misin? Hatta turnuvadaki akıbetin üstüne bahse girmeye ne dersin?"
Utancından ağabeyim kafasını yere indirdi. Böyle bir şey için bahse girmekten çekindiği çok açıktı.
Kristoff tekrar itiraz ederek "Fakat bu kız bir yabancı, nereden geliyor ve ne iş yaptığını bile bilmiyoruz?" dedi.
"Bertha çiftlikten geliyor." diyen bir ses duyuldu.
Herkes sesin geldiği yöne doğruldu, ben hariç. Çünkü o sesin sahibini tanıyordum. Bu babama aitti.
Ağabeyim de aniden babamın yanında belirdi. İkisi beraber aşağılayan gözlerle bana bakıyorlardı.
"Kendisi en küçük çocuğum olur ve büyüğü olan ağabeyi aksine tek görevi benim sürülerimi gütmektir. Buraya izinsiz girdiği yetmiyormuş gibi bunu benimde şahsi iznimin dışında yapmıştır. "
Adayların ve Gri Muhafızlar'ın büyük çoğunluğu kahkahalara boğuldu ardından.
Suratımın kızardığını hissetmiştim. O an sanki ölmek istiyordum. Daha önce bu kadar utanmış olduğum başka bir zaman hatırlamıyordum. Bu ağabeyimin ve babamın her zaman yaptığı bir şeydi. Beni aşağılamanın bir yolunu bularak, mutlu olduğum her anı mahvetmek.
"Kristoff, "Demek sürülerini güdüyordu, ha?" diye alay ettti.
Ağabeyim, "O zaman kara nesil askerleri epey bir dikkatli olmak zorunda kalacaklardır!" diye bağırdı.
Seyircilerde dahil herkes tekrar kahkahalara boğuldu. Ben ise iyice yerin dibine girdiğimi hissediyordum.
Öfkeyle Nathaniel bağırarak, "Yeter!" dedi.
Kahkaha sesleri azar azar kesilmeye başladı.
Ve Nathaniel ekledi, "Eminim ki kara nesil karşısında turnuvada olduğu gibi bu yetenekli kız, sizin gibi gülmekten başka bir şey yapmayanlara kıyasla daha fazla şansı olacaktır!"
Bu lafın üzerine ortama tam bir sessizlik çöktü. Gülen tek bir kişi dahi kalmamıştı.
Kendimi Nathaniel'e karşı sonsuz bir şükran hissetmiştim. Ona o an bu yaptıklarının karşılığını bir gün ödemeye yemin ettim. Bunca aşağılamaya rağmen, Natnahiel sayesinde incinen gururum biraz da olsa toparlayabilmişti.
Nathaniel ağabeyime dönüp, "İnsanın öz ailesi bir yana, kendi arkadaşları için bile boşboğazlık etmesinin bir Gri Muhafız'a yakışmadığını bilmiyor musun çocuk?" diye sordu.
Utanıp, başını öne eğen ağabeyimin görüntüsü beni şaşırttı. Onu böyle görmek ender rastlanan türden bir durumdu.
Babam ise sessizliğini bozarak duruma karşı çıktı," Fakat kızım aday olarak seçilmedi bile. Ben bile izinde vermedim. Oğlum ise tam aksine seçildi. Bertha'nın tek yaptığı şey sizi buraya kadar izleyip gizlice girmek."
Daha fazla dayanamadım, "Ben artık senin kızın falan değilim!" dedim. "Ben yanlış bir şey yapmadım ve sadece Gri Muhafızlar için buradayım!"
Kristoff, "Neden burada olduğunun bir önemi yok. Tek yaptığın hepimizin şu an vaktini harcamak. Yaptığın atış etkileyiciydi, ancak bu aramıza katılacağın anlamına gelemez. Bu davetsiz ve onaysız girişinden sonra muhafızlar arasından seninle çalışmak isteyecek bir yoldaş bulman mümkün görünmüyor!"
Kalabalıktan bir ses, "Ben onunla birlikte çalışırım." Dedi.
Diğerleriyle beraber sesin geldiği yöne doğru döndüm ve karşımda siyah saçlı ve koyu yeşil gözlere sahip tıknaz genç bir cüce kadın görünce şaşırdım. Ardından onu tanıdığımı fark ettim. Gri Muhafız kahramanları arasından Sigrun'dan başkası değildi. Üzerinde Ölüler Lejyonu'na ait kızıl ve siyah renklerle süslü armalı zırhı, şu ana kadar gördüklerim arasında en güzeliydi.
Kristoff, "Sigrun?" dedi. "Kıdemliler arasından biri sıradan bir çırakla idman yapamaz."
Sigrun anında, "İstediğimi seçerim Kristoff." diye karşılık verdi. "Ve bu kızın takipçim olacağını söylüyorum."
"Bunu General onaylasa bile," dedi Kristoff, "Ona gördüğüm kadarıyla katılım ücretini sağlayacak bir maddi destekçiye sahip değil."
"Sanırım o işi de ben üstleneceğim." diyen bir ses duyuldu.
Sesin geldiği yöne kafalarını çeviren grup arasında fısıldaşmalar yükselmeye başladı.
Atının üzerinde kalabalığa yaklaşan kişi bugüne kadar görmüş olduğum en parlak zırhı giyiyordu. Adamın üzerinde özel metallerden dövüldüğü belli olan silahlar vardı. Adamın aydınlık suratı, ona bakanları sanki güneşe bakıyorlarmış gibi etkiliyordu. Adamın duruşunu ve hareketlerini inceledim, zırhının üzerindeki işaretleri de görünce, onun diğerlerinden daha farklı biri olduğunu hemen kavradım. O Ferelden Kralı Alistair Theirin'den başkası değildi.
Kral'ı sadece tablolardan görmüş, hakkında anlatılan efsanelerle tanımıştım. Yıkım'ın kahramanlarından biriydi ayrıca.
Kristoff, "Fakat lordum-"
Alistair kendinden emin bir sesle, "Daha fazla söze gerek yok. Ben bir Gri Muhafız olarak ve aynı zamanda sizlerin Kralı olarak gerekirse generaliniz ile bizzat bu durumu görüşebilirim." diye yanıtladı.
Kalabalığın üzerine şaşkın bir sessizlik çöktü.
Nathaniel, " O halde Kralımızın onayıyla beraber artık tartışacak bir şey de kalmadı. "dedi. "Bertha'nın hem çalışabileceği biri, hem de ona destek sağlayacak birisi var. Konu kapanmıştır. O artık bir Gri Muhafız adayıdır."
Çirkin suratlı muhafız isyan etti, "Fakat lordum beni unutuyorsunuz! Bu kız bir muhafıza görev başındayken zorluk çıkardı ve cezalandırılması gerekiyor! Adalet yerini bulmalı.
Alistair çelik bir sesle, "Bulacak da." Dedi "Fakat kefaretinin nasıl olacağına ben karar veririm, sen değil."
"Fakat efendim, bu kız zindanlarda zincire vurulmalı! Böylece herkes bir Gri Muhafız'a vurmanın bedelini görecektir!"
Sinirlenmeye ve bunu belli etmeye başlayan Alistair, "Eğer benimle böyle konuşmaya devam edersen muhafız, o zaman zincire vurulan tek kişi sen olacaksın."
Mücadelesinden vazgeçen muhafız, bana ters bir bakış attıktan sonra oradan uzaklaştı.
"O zaman işi herkesin önünde resmileştirelim." dedi Nathaniel Howe, yüksek sesle, "Bertha, Gri Muhafızlar'a şimdiden hoş geldin!" diye bağırdı.
Gri Muhafız ve adaylardan oluşan kalabalık, hep bir ağızdan beni selamladılar ve neredeyse başlamak üzere olan turnuva için antrenmanlarına geri döndüler.
Ben şaşkınlıktan donup kalarak olduğum yerde kalakaldım. Gelişen olaylara inanamıyordum resmen. Artık Gri Muhafızlar'ın bir parçasıydım. Kendimi hiç uyanmak istemediğim bir rüyadaymış gibi hissettim.
Tüm bunların gerçekleşmesinde en büyük rolü olan adama Nathaniel Howe'a olan borcumu nasıl ödeyeceğimi bilmiyordum. Daha önce hayatımda hiç kimse beni kollamamış veya iyiliğim için uğraşmamıştı. Çok hoş bir histi. Nathaniel'e karşı gitgide derin duygular hissetmeye başlamıştım. Tabii k Velanna, Sigrun ve Ferelden Kralı Alistair'e de çok büyük bir minnet borçlu olduğumu unutmamıştım.
"Size nasıl teşekkür edebileceğimi bilmiyordum." dedim. "Size karşı borçluyum."
"Nathaniel gülümsedi. " Velanna'na bana senin durumunu haberdar etmişti. Ancak senin aramıza katılmak için ne kadar istekli olduğunu görene kadar gerçekten bir şeyler yapmaya niyetim yoktu. Cesaretine hayran kaldığımı bilmeni isterim. Senin gibi birisi Gri Muhafızlar'a çok iyi hizmetlerde bulunabilir."
Nathaniel henüz uzaklaşmıştı ki, ağabeyim yanıma yaklaştı ve "Kendine dikkat et küçük kız kardeşim." dedi. "Aynı kışlada kalacağız, biliyorsun değil mi? Bir an bile rahat nefes alabileceğini sanıyorsan yanılıyorsun."
Ağabeyim vereceğim cevabı dinlemeden oradan uzaklaşmaya başladı. Kendimi başka ne türlü sürprizlerin beklediğini düşünürken, Gri Muhafızlar'dan Sigrun'un yanıma yaklaştığını gördüm.
"Sen ağabeyine aldırma." dedi Sigrun. "Ben yanındayken sana bir şey yapamaz."
Elimi Sigrun'a doğru uzattım," Beni yoldaşın olarak seçtiğin için teşekkürler. Sigrun, sen olmasan ne yapardım bilmiyorum."
Sesinden ne kadar neşeli olduğu anlaşılan Sİgrun, "Ağabeyin ile mücadelen inanılmazdı açıkçası. Güzel bir dövüştü." dedi.
Suratımdaki kurumuş kanı sildim, "Dalga mı geçiyorsun? Neredeyse beni öldürüyordu." dedim.
"Ancak senden daha güçlü olmasına rağmen pes etmedin." diye karşılık verdi Sigrun. "Her şeye rağmen bu etkileyiciydi. Başka biri olsa bu kavgadan kesin kaçardı. Ayrıca o nasıl bir mızrak atışıydı öyle? Bu kadar iyi olmayı nasıl öğrendin atıcılıkta? Bence biz seninle iyi işler başaracağız gibi görünüyor." dedikten sonra elimi içtenlikle sıktı ve ekledi,"Ve tabii iyi de arkadaş olacağımızı şimdiden görebiliyorum."
Sigrun'un elini sıkarken, kendimi hayat boyu yoldaşlık edecek bir arkadaş, kız kardeş edindiğimi hissediyordum. Ancak birden birisi beni itti. Bunun kim olduğunu anlamak isteyen bir bakış attım arkama ve tekrar başımın belası olan ağabeyimi gördüm.
"Birazdan turnuva başlayacak ve o zaman sana tüm krallık önünde dünyanın kaç bucak olduğunu göstereceğim!"
Sigrun benimle ağabeyim arasına girerek beni oradan uzaklaştırdı ve hemen turnuva için hazırlıklara başlamamız gerekiyordu ve Sigrun'un ile nereye gittiğimiz hakkında hiçbir fikrim yoktu o an. Zaten umurum da da değildi. İçim hala bitmeyen bir heyecanla dolup taşıyordu. Çünkü başarmıştım. Çiftlikteyken düşünmesi bile zor olan şeyler yani hayallerim gerçek olmuştu....
Cesaret Çağı - Fantastik Hikaye - 4. Bölüm
Amaranthine şehri arllığın merkezidir. Waking Denizi kıyısında ve Denerim'in kuzeyinde bulunur, Pilgrim Yolu üzerinde bağlanır. Şehir, Thedas'ın dört bir yanından hacıları da cezbeder. Bu şehir, Andraste'nin kocası Maferath'ın Tevinter İmparatorluğunu istila etmek için ordularını bir araya getirmek için kullandığı yerdir.
Yaratıcı'nın Gelini ve Maferath'ın karısı Andraste'nin ışık ilahisini yazdığı yer olarak ta bilinmesinden dolayı kutsal bir yer olarak görülür. Orlais istilasından önce, ticarete çok uygun derin bir limana sahip olmasına rağmen sadece mütevazi bir balıkçı köyüydü. Orlaislilerin gelmesiyle şehir hızla değişti ve gelişti.
Şövalyelerle dolu gemileri barındıracak geçici rıhtımlar inşa ettiler ve bir süre için Amaranthine şehri, işgal edilen Ferelden'nin başkentiydi. O zamanlar Amaranthine şehri yöneticileri şehir mallarıyla şişmiş limanları sayesinde, tüm krallığın en zengin soyluları haline gelmişti.
Orlaisliler Ferelden'den çekildikleri sırada şehri yağmaladı. Açtıkları yaralar yine de hızla iyileşti. İronik olarak halkı tarafından açıkça kabullenilmiş bir görüş olmasa da Amaranthine'nin hala günümüzdeki mevcut yüksek refah düzeyi Orlaislilerin işgalinin bıraktığı mirastı.
Günümüzdeki yöneticisiyse ufak tefek genç bir şehir elfi olan Gri Muhafız Komutanı Ireial'di. İnce bir dalı andıran kaslı gövdesi, katıldığı sayısız savaşlara ait izlerle dolu bir alnı, tühsüz parlak koyu tenli bir yüzü ve uzun bakımlı sarışın saçları vardı. Amaranthine'nin duvarları arkasındaki kalesindeki yatak odasında bir başına oturuyor, günün gelişen olaylarından uzakta dinlenmek istiyordu.
Tüm ihtişamıyla uzanan arazinin etrafı çoğu sonradan eklenmiş devasa taşlardan yapılma duvarlarla örtülüydü. İşte meşhur Amaranthine şehri, burasıydı. Şehrin şu anki hali Ireial'ın Ferelden Kralı Alistair tarafından yönetici olarak getirilmesinden sonra olmuştu. Şehrin hazinesini akıllıca kullandı ve kendisinin de yaptığı büyük yatırımlarla şehri kalkındırdı.
Birbiri içine giren sokaklar içinde her tür yapı inşa ederek şehri genişletti. Atlar için ağırlar, muhafızlar için kışlalar, silahlar için depolar, alışveriş için marketler, tapınaklar ve şehir duvarlarının içinde yaşayan diğer her ırktan vatandaşlar için konutlar her bir yana saçılmıştı. Ayrıca geniş çimenlikler, renkli çiçekli, böcekli bahçeler, fıskiyeli süs havuzları da her köşeye dağıtıldı.
Birkaç yıl önce şehir büyük bir kara nesil ordusu tarafından kuşatılmıştı. Gri Muhafız Komutanı Ireial'ın üstün çabaları sayesinde şehir ve halk kurtulmuştu. Sonrasında şehre yaptırdığı ek kule ve duvarlarla beraber garnizonu arttırmasıyla şu an hiç kuşkusuz Thedas'ın en iyi korunan yerlerinden biri haline getirmişti
Ireial bir yöneticinin sahip olabileceği en sadık askerlere sahipti; Gri muhafızlara. Ireail aynı zamanda Vigil's kalesinin komutanıydı. Orada davaya yeni gönüllü olan acemiler yetiştiriliyordu. Onun hükmüne kimse karşı çıkmadı. Birkaç yılda halk tarafından iyi niyeti ve bilgeliğiyle tanındı.
Onun hükmünde kısa sürede topraklar genişledi, ordusunun büyüklüğü iki katına çıktı, şehir ve kasabalar zenginleşti ve halkı büyük bir refaha kavuştu. Topraklarda ondan yakınacak bir kişi bile bulmak çok zordu.
Çömertliğiyle ve girdiği tüm savaşlarda becerisiyle saldığı nam ile tanınan bu adamdan önce diyar genelinde bu boyutta barış ve refah içinde olduğu başka bir dönem yaşanmamıştı. Zaten bunlardan önce tüm Ferelden'i Yıkım'ın pençelerinden iki defa kurtarmasından bahsetmiyordum bile. O başka bir zaman anlatılacak uzun bir hikayeydi.
Denerim şehrinde insanların baskısı altında ve kapalı duvarlar ardında, yoksul bir ailede doğup büyümüş bir şehir elfine göre hiç fena değildi.
"Yüzlerce yıldır süren bu Yıkım döngüsüyle ilgili tek iyi şey; hatalarından ders çıkarmak istemeyen insanlık kısa sürede unutmaya çalışıyordu ama Yıkım bize birlik olunursa her şeyin üstesinden gelinebileceğini acı bir şekilde hatırlatmaya ısrarla devam ediyordu."
- Ferelden Kralı Alistair Theirin I.
Alistair, merhum Kral Maric Theirin'in bir elfle olan ilişkisinden 26. Wintermarch ayı 9:10 Ejderha yılında doğmuş gayri meşru oğluydu. Doğduğunda annesi Fiona tarafından Arl Eamon Guerrin'in güvenli ellerine verilmiştir. Fiona Kral Maric'i bu konu da ikna etmek için çok uğraşmıştı.
Bu yanlış gibi görünse de soyluların resmi olmamış çocuk yetiştirmesi yasal değildi.Ferelden monarşisi gereği soyluların bu tür çocuklarının bakımları sadece annelerinin sorumluluğundadır ama Fiona bir gri muhafız büyücüsüydü.
Bir gri muhafız ev ve aile sahibi olamaz, çocuk doğurup bakamazdı. "Piç" olarak damgalanmış bu günahsız çocuklar babalarının mirasından gelen hiçbir şeyde hak talep edemezler ve topraklarında ve unvanlarında iddia da bulunamazlar. Babaları onları kabul etmezdi.
"Bir adamın kalitesi düşmanlarıyla ölçülür."
- Kurtarıcı Maric Theirin
Kurtarıcı lakabıyla nam salmış Kral Maric'in yüzlerce yıllık saf bozulmamış Büyük Celanhad soyunu basit bir elfle yaptığı kaçamakla birleştirip bozduğu ortaya çıksaydı tebaasının gözünde itibar kaybederdi. Ayrıca diğer varisi Cailan Theirin adında o sıralar beş yaşlarında olan bir oğlu daha vardı. Alistair'in Cailan'ına ilerde bir rakip olmaması için Alistair büyüdüğünde annesini hastalıktan vefat etmiş sıradan elf bir hizmetçi olarak bilecekti. Babası hakkında ise ona söylenecek tek şey onu daha doğmadan önce terk ettiğiydi.
Fiona Ferelden'in Eski Muhafız Komutanı Duncan'dan büyük bir rica da bulunmuş ve oğlunu uzaktan olsa da takip edip iyi olduğundan emin olmasını istemişti. Duncan'da bunu kabul etmişti. Yıllar geçti ve Arl Eamon yaşlanmaya başladı, Alistair''in de aklı başına erince Eamon bu sırrı mezara götürmek istemediğini fark etti. Küçük Alistair'e babasının asıl kimliğini açıkladı.
Alistair on yaşına geldiğinde onunla amcası Arl Eamon arasında çıkan dedikodular iyice arttı ve eşi Isolde bu baba oğul ilişkisinden rahatsız olmaya başladı. Redcliffe halkı Alistair'in Eamon'un evlilik dışı çocuğu olabileceğinden şüpheleniyordu. Bu yeni bir şey değildi aslında yıllar önce Eamon küçük Alistair'i kundakta bir bebek olarak kaleye getirdiğinden beri konuşulan bir konuydu ama artık gittikleri her yerde bunun bahsini yapar hale gelmişlerdi.
Isolde'nin kulağına bu kontrolden çıkmış dedikodular ulaştı o da bunu kökten çözmek için Eamon'na baskı yapmaya başladı ve bir süre sonra Eamon'da pes etti. Alistair'i kendinden istemeden uzaklaştırdı ve onu Bournshire'daki manastıra yaşamaya yolladı.
On dokuz yaşına kadar Alistair orada kaldı. Eamon yinede onunla arasındaki aile bağını tamamen koparmak istemiyordu. Belirli aralıklarla gizlice onu ziyaretlere gitti. Genç Alistair ise daha olup bitenleri tam olarak anlayabilecek yaşta değildi ve uzun bir zaman boyunca içinde amcasına karşı çocukça bir öfke duydu.
9:29 Ejderha yılına geldiğimizde yani Beşinci Yıkım'ın patlak vermesinden altı ay kadar önce, Alistair Mabet'te bir tapınakçı olarak eğitim görüyordu ancak Alistair dindar bir insan olmamıştı hiçbir zaman.Yaratıcı'ya inanıyordu ama tüm hayatını buna gerek yaşamayı düşünmüyordu. Mutsuzdu, uyum sağlama sorunları yaşıyordu. Son yeminini etmeden evvel eski Muhafız Komutanı Duncan tarafından Gri Muhafızlara askere alındı.
Muhafızları onurlandırmak adına düzenlenen bir turnuvada yarıştı ve rakipleri ondan çok daha üstün savaşçılar olmasına rağmen Duncan, Alistair'in iyi ve sadık bir kalbe sahip olduğunu hissetti ve onu bu yüzden seçmişti. Annesinin muhafız olmasından ya da taşıdığı soylu kandan dolayı değildi.
Durumu Mabet'teki baş rahip tarafından öğrenildiğinde büyük tepki çekti, ama Alistair kutsal yeminlerini daha etmemiş ve Mabet'e kendini adamamıştı. Gri muhafızlar istedikleri her kişiyi zorlayarak askere alabilme hakkına da sahipti. Baş rahip Alistair'in gitmesine izin vermek zorunda kaldı.
Alistair Beşinci Yıkım'ın seyri boyunca yaşanan olaylarda Ostagar'da çırak bir muhafız adayı olan Ireial ile tanıştı ve dört adayın iştirak töreninden sonra hayatta kalan tek kişi Ireial oldu. Zamanla iyi arkadaş oldular. Rütbece daha üstün ve deneyimli bir muhafız olmasına rağmen, Alistair isteyerek Ireial'ın ona yolculukları boyunca liderlik etmesine izin verdi.
"Yurdum için yapamayacağım hiçbir şey yok."
- Loghain Mac Tir
Daha sonraları herkesten sakladığı doğum hakkı ortaya çıktı. Alistair o zamanlarda Denerim şehrinde yaşayan anne tarafından üvey bir kız kardeşi olduğunu da öğrendi. Denerim'de düzenlenmiş bir kurultayda tüm Ferelden soyluları önünde bu meşrulaştırıldı. Babasının soyadı olan Theirin'i de taşıyabilecekti artık. Maric Theirin'in çok eski arkadaşı olan Kral Naibi Loghain Mac Tir o ana kadar tahtta takıntılıydı ve onu Maric'in öz oğluna bile vermekte gönülsüzdü.
Kurultay oylamaya gitti ve herkes kartlarını oynadı. Oylama sonrası Alistair çok az farkla öne geçerek kazandı. Loghain bu karara riayet etmedi ve zorluk çıkartarak Alistair'i düelloya davet etti. Bu kurultayca onaylandı. Alistair çetin bir düellonun sonucunda galip geldi. Loghain son anlarında Alistair'in gerçekten Maric'in kanını taşıdığından emin olmuştu. Merhamet için yalvarma şansı tanınmadan oracıkta Alistair tarafından idam edildi. Fakat Alistair'in bu durumu kişisel bir hale getirmesinin asıl nedeni tahttaki hakkı değildi.
O asla babasının bir kral olmasını önemsememişti. Kral da olmak istemiyordu. Öz babası gibi gördüğü tek gerçek kişi ölen komutanı Duncan'dı. Hatta Duncan'a olan sevgisi onu büyüten amcası Eamon'un bile üstündeydi. Ferelden'in, Orlaisliler tarafından işgal altında olduğu dönemde Loghain halk tabakasından olan sıradan genç bir askerdi. Savaşlarda gösterdiği büyük hünerlerden ötürü Kral Maric onu en yüksek soylu kademesi olan teyrnliğe yükseltti ve halkta onu kahraman ilan etti. Ancak Loghain Yıkım'ın doğurduğu gerçek tehlikeye ve gri muhafızlara asla inanmadı.
"O şanlı anı sabırsızlıkla bekliyorum! Gri Muhafızlar ve Ferelden Kralı omuz omuza, kötülüğün akınlarını engellemek için savaşacak!"
-Şehit Ferelden Kralı Cailan Theirin
Cailan'ın neredeyse onun elinde büyüdüğü halde ve damadı olmasına rağmen asla onun davranışlarını ve kısa süren yönetiminde aldığı kararları onaylamadı. Cailan'ı gösteriş meraklısı zayıf hayalperest bir adam olarak görüyordu. Onda arkadaşı Maric'ten bir şey görememişti. Ferelden'in en eski düşmanı olan Orlaislilerden Yıkım'la olan savaşta yardım istemesiyle Loghain için bardağı taşıran son damla oldu. Kraldan ve gri muhafızlardan kurtulmak için bir plan yaptı.
İyi organize olmuş devasa kara nesil birliğiyle Ostagar'da gerçekleşen Beşinci Yıkım'ın ilk büyük savaşı sıralarıydı. Düşmanı kalenin önünde karşılayan öncü ana ordu zayıf düşmüştü ve desteğe ihtiyacı vardı. İşaret Komutan Loghain'e verildiği halde ormanda saklanan ordusuna saldırı emri vermeyip aniden geri çekti ve binlerce Ferelden askeri Yıkım'ın ordusu tarafından ezilerek yutuldu.
Ostagar savunması için olabilecek en kötü senaryo gerçekleşerek düştü. Zavallı askerlerin cesetleri ok ve kılıç darbelerinden delik deşik edilmişti. Savaş alanında kuş bakışı açıdan en cesur askerlerin bile yüreğine dehşet salacak bir görüntü vardı. Hurlock ve genlocklar cesetlerle ziyafet çektiler. Hayatta kalacak kadar talihsiz olanları da yerin altına köleleri yapmak için sürüklediler. Artık önlerinde kayda değer bir zorluk kalmayınca kara nesil orduları o noktadan sonra ağır adımlarla önlerine çıkan her şeyi yakıp yıkarak Ferelden'e yayılmaya başladılar.
Aralarında Alistair'in üvey kardeşi eski Ferelden Kralı Cailan Theirin'le beraber Ferelden'in eski Gri Muhafız Komutanı Duncan'ın da şehit olmuştu. Cailan'ın ile Anora'nın beş yıllık evlilikleri boyunca bir çocukları olmadığı için taht resmiyette varissiz kalmıştı. Anora'nın kısır olduğuyla ilgili söylentiler vardı.
Alistair ise bu yüzden Loghain'e bu kadar büyük intikam duygusu beslemişti. Onun ölmesini ve mümkünse bunun kendi ellerinde olmasını her şeyden çok istemişti. Bunu başarmıştı ama düşündüğü kadar rahatlatıcı olmamıştı.
Alistair kral olmak istemiyordu ve bu duyulduğu için çok rahatsız olmuştu. O gri muhafız olarak hayatının geri kalanını Duncan'ın onuru adına yaşayarak geçirmek istiyordu. Ferelden soyluları Maric'in tahtını bırakabilecekleri daha uygun bir aday bulamamıştı.
Bir elften doğmuş olduğu bilinmesine ve üzerinde bir kralda bulunan temel özelliklerin hiçbirini barındırmamasına rağmen damarlarında ilk Ferelden Kralı Büyük Celanhad'ın kanını taşıyan son kişi olduğu gerçeği onu tek uygun aday olmasına yetiyordu. Amcalarıyla beraber Ireial ona bu konu da sonuna kadar destekleyip akıl vermişlerdi.
Alistair kendisinden iyi bir kral olmayacağını düşünüyordu. Kurultayda o an buna hızla bir çözüm yolu buldu o da şuydu; kendisinden yedi yaş daha büyük olan tahtta diğer hak iddia sahibi Loghain'in kızı ve Cailan Theirin'in dulu eski Kraliçe Anora Mac Tir ile evlenmek.
"Özgürlük bizlere atalarımız tarafından armağan edildi. Bizlere ise sonraki nesil için bunu israf etmemek düşüyor."
-Ferelden Kraliçesi I. Anora
Anora evlilikleri boyunca krallık işlerinde eski kocası merhum Kral Cailan'dan daha aktif rol oynamıştı. Saray huzuruna çıkan soyluların işlerini ve halkın ricalarını hep o halletti. Cailan ise ordularıyla ve gri muhafızlarla daha çok vakit geçirip adamlarına moral aşılıyordu.
Böylece Anora yeni evliliğinde tercih ettiği gibi yönetim ve sıkıcı siyasi işlerle uğraşırken, Alistair daha az sıkıcı bulduğu olan krallık işleriyle meşgul olacaktı. Bu süreçte yanında diğer amcası Teagan Guerrin'de ona çok destek oldu. Eamon'un çekilmesiyle, Teagan aynı yıl Redcliffe Kasabası'nın yeni yöneticisi seçildi.
Alistair Ferelden'in 9:31 Ejderha Yılında yeni meşru hükümdarı ilan edildi. Yirmi bir yaşında taç giydi ve ayrıca tarihte kral seçilmiş ilk Gri Muhafız oldu. Ordularının başına dostu Ireial'ı komutan olarak koydu. Bu arada Beşinci Yıkım'ı da Denerim'de yapılan son büyük savaşla baş iblisi yenerek birlikte durdurmayı başarmışlardı.
Ülkenin yönetimindeki sarsılmaz konumuna rağmen tanınan eski Gri Muhafız kişiliği daha ağır basıyordu ve halkı tarafından o her zaman Yıkım'da oynadığı büyük rolden ötürü kahraman olarak görüldü, öyle sevildi ve sayıldı. Alistair'de bundan hiç rahatsız olmadı ve içten içe bundan memnuniyet duydu.
Alistair ve Anora'nın taç giyme törenleri ardından kendilerini şaşırtıcı derecede etkili bir çift olarak kanıtladılar. Tahmin edildiği gibi Alistair ordularıyla ve gri muhafızlarla çok zaman harcadı, Anora ise yönetim işleriyle uğraştı.
İkisi Denerim ve Ferelden'deki diğer yerleşim yerlerine sayısız geziler yaptılar, yeniden yapılanma sürecini denetlediler ve konuklarını kişisel olarak selamladılar. Zamanla halktan birçok kişi, iç savaşın yarattığı kaosun sonucunda her şeye rağmen başlarına gelen bu iki sevgili hükümdarları için değdiğini söyledi.
Gri Muhafız Komutanı Ireial ise birkaç hafta Alistair'in baş danışmanlığını yaptı ama daha sonra ona uygun olmadığını düşündüğü için görevinden ayrıldı. Mevkiye Eamon Guerrin getirildi. Ireial ise Alistair tarafından muhafızlara ödül olarak verilen Amaranthine'daki Vigil's Keep Kalesi'ne yolculuğa çıktı.
"Ben evlatlarımı yönetmedim, sadece onları zincirlerinden kurtarmaya çalıştım."
- Mimar'ın son sözleri
Ferelden'de ki Yıkım olaylarının sona ermesinden altı ay sonra Gri Muhafız Komutanı Ireial Amaranthine topraklarına yolculuk yaptı. Ferelden Kralı Alistair Theirin I. tarafından Vigil's Keep Kalesi Gri Muhafızlara geri verilmişti ve Ireial Amaranthine'nın yöneticisi olarak atanmıştı. Ireial Vigil's Keep Kalesine geldiğinde kalenin kara nesil tarafından istila edildiğine ve neredeyse içindeki herkesin öldürüldüğünü gördü.
Ireial'ın çabalarıyla hayatta kalan çoğunluğu yaralı olan asker ve köylüler kurtarıldı. Ancak tüm Gri Muhafızlar ölmüştü. Kaledeki istila güçleri defedildi. Daha sonraları Baş İblisin yok edilmesine rağmen kara nesil ordularının yeraltına kaçmadıkları ve aksine yeni bir Eski Tanrı'ya hizmet ettikleri ortaya çıktı.
Bu yeni kara nesil askerlerinde büyük değişiklikler vardı. Artık konuşabiliyor ve mantık yürütebiliyorlardı. İradeleri "Anne" diye adlandırdıkları iblisin çağrısına bağlı olsa da artık eskiden olduğu gibi tamamen içgüdüsel olarak hareket etmiyorlardı. Aralarında hala konuşamayan fakat yeni bir tür olan oldukça saldırgan kırkayaka benzeyen yaratıklar vardı.
Kara nesiller yenilseler bile her zaman yüzyıllardır bir şekilde geri dönmüşler ve Thedas'a Yıkım'ı getirmişlerdi. Fakat hiçbir Yıkım'ın arasında geçen zaman bu kadar yakın olmamıştı. Çünkü kara nesil orduları Eski Tanrı'yı buluyor onu kirletiyor ve sayılarını arttırıp bu döngüyü devam ettiriyordu. Bu hazırlık süreci onlarca hatta yüzlerce yıl sürebiliyordu.
Ne olursa olsun Amaranthine'da adına Yıkım diyemesekte orta çaplı bir savaş patlak vermişti. Bu zorlu görev tekrar Ireial'ın ve Gri Muhafızların omuzlarına yüklenmişti. Ireial Vigil's Keep'i kalesinin duvarlarını ve ordusunu güçlendirdi. Yeni Gri Muhafız adayları seçti ve tüm Amaranthine boyunca halka yardım etti. Karşılaştığı her kara nesili öldürdü.
Amaranthine'de ki bu süreçte kendine "Mimar" diyen ve Anne ile tamamen zıt görüşlere sahip olduğunu söyleyen hitabet ve ikna konusunda çok başarılı olan bir kara nesil ortaya çıktı. Ayrıca bir ilk yaşanmıştı ve kara nesil kendi içinde isyan çıkarmış ve ikiye bölünerek birbirleriyle savaşmaktaydılar.
Mimar ile Ireial'ın ilk karşılaşmaları hoş olmasa da daha sonrasında şahsen konuşma fırsatı yakaladılar. Mimar'ın düşüncesi Gri Muhafız kanının Eski Tanrı'ların kara nesil orduları arasındaki bağlantıyı bozabileceği yöndeydi. Yapılacak bu ayin onlara özgürlük ve farkındalık verebileceğini belirtti. Bunun sonucunda Eski Tanrı'larının şarkısının çağrılarına karşı dayanıklı olacaklarına ve artık Yıkım döngüsünün bir son bulacağını öne sürdü.
Mimar tüm bu erken yaşanan Yıkım olaylarının ve Vigil's Keep Kalesine sürekli kara nesil saldırılarının bu yüzden olduğunu belirtti. Anne gerekirse bunu engellemek için Thedas'daki tüm Gri Muhafızları öldürebilirdi. Ancak Mimar'ın mantıklı açıklamalarına rağmen Ireial ve muhafız yoldaşları hür irade sahibi zeki kara nesillerin varlığını onaylamadı. Mimar'a güvenmedi ve kanını almasına izin vermedi. Sonuçta karşı karşıya geldiler. Ireial Mimar'ı ve ona daha önce kanını vermiş olan eski bir muhafız yardımcısını öldürdü.
Ireial Anne ile karşılaşması sırasında Anne ona Mimar'ın aslında Baba olduğunu ve Beşinci Yıkım'ın başlamasının, güzellik ejderhası Baş İblis Urthemiel'ın uyanışının sebebinin Mimar olduğunu söyledi. Ireial duyduklarından sonra o noktaya kadar Mimar hakkında verdiği kararındaki şüpheleri kalktı. Ireial Anne'yi de yuvasında yavrularıyla beraber öldürdü ve bu istilayı tamamen durdurdu.
Vigil's Keep kalesi kara nesil kuşatmasından büyük zarar almıştı fakat tekrar inşaatına başlandı. İşgal altında kalan Amaranthine Şehri ve halkı ise Ireial sayesinde kurtarılmıştı. Ireial bir süre tek başına seyahate çıktı. Birkaç ay sonra tekrar Amaranthine'deki görevlerine döndü ve bir daha ayrılmadı.
Hem Mimar hem de Anne öldürülmüştü, geriye kalan kara nesiller Derin Yollar'daki deliklerine geri çekildiler. Amaranthine'ye yaptıkları baskınlar aniden sona erdi. Ancak, Derin Yollar'da konuşabilen aklı başında olan bu yeni kara nesil ordularının varlığı insanları ve muhafızları rahatsız etmeye devam ediyordu.
İleri de hiç şüphesiz yeni bir Yıkım'ın başlayacağı kesin gibi görünüyordu. Eski Tanrıların Yıkım döngüsü devam edecek gibi duruyordu.
"Lekenin çağrısında bizlere katılın kardeşlerim. Bizlere uyumadan nöbet tuttuğumuz gölgelerde katılın. Tahammül edilemez acılarla yerine getirdiğimiz asla bitmeyecek görevimizde bize katılın. Şayet bu şanlı yolumuzda bizlere eşlik ederken düşerseniz, fedakarlığınızın asla unutulmayacağına ve bir gün Yaratıcı'nın yanındaki sizlerin arasına katılacağımızı emin olun. Daha büyük bir iyilik adına kendinizi karanlık lekenin kollarına bırakmaya hazır olun."
- Kral Alistair Theirin, Gri Muhafız Seromonisi
Ferelden Kral'ı bir sonraki Yıkım'ın ne zaman olacağını kestirmeye çalışıyordu. Ferelden ve Amaranthine yolu boyunca sürekli bunu düşündü. Artık uykuları kaçmaya başladı. Kral'da olsa Alistair hala bir Gri Muhafız'dı. Hem bir ülkeye hemde tüm dünyaya karşı bir sorumluluğu vardı.
Şüphesiz en büyük tehdit akıl sahibi kara nesil ırkının doğduğu yer olan Amaranthine'ın altındaki tünel ağlarıydı. Bir zamanlar tüm cüce imparatorluğuna ev sahipliği yapmış Derin Yollar'da ki bu devasa yeraltı geçitleri artık kara nesil ve daha pek çok farklı yaratık türüne ev sahipliği yapmaktadır.
Yeraltı hatları o kadar uzun ve geniştir ki tüm Thedas'a yayılmıştır. Bir tanesi de Gri Muhafızların kalesi olsan Vigil's Keep'in bodrumunun derinliklerinde tespit edildi. Neyse ki komutan Ireial oranın girişini mühürletmişti.
Alistair avludan aşağı baktığı zaman, renkli kıyafetleriyle Amaranthine Arllığının ve Ferelden'in her yanından gelen binlerce insanın şehre doluşmasını izleyebiliyordu. Aylardır Amaranthine Şehri bizzat Arl Ireial tarafından turnuva için hazırlanmaktaydı, her şey ihtişamlı ve güçlü görünüyordu. Bu alelade bir turnuva değildi. Bir ikincisi belki de bir daha görülmeyecekti.
Şehrin stratejik noktalarına yerleşen yüzlerce Ferelden'li askeri izleyen Kraliçe Anora, bu manzaradan hoşnuttu. Onun istediği gizli düşmanlarına karşı tam da böyle bir güç gösterisi yapmaktı. Kral Alistair ise biraz gergindi. Alistair ardından dövüş müsabakalarının yapılacağı alana göz gezdirmeye başladı.
"Kralım?"
Eşinin nazik elini omzunda hisseden Alistair, ona doğru döndü ve genç güzel Kraliçesine baktı. Birkaç yıldır süren hükümdarlıklarının başlangıcı olaylı olsa da ve birbirlerini severek evlenmemiş olmalarına rağmen zamanla bu zoraki olmuş beraberlikten şikayet etmeyi bırakmışlar ve alışmışlardı.
Anora güvenilir bilge bir danışmandı. Ayrıca Alistair'i eski eşi merhum Ferelden Kralı Cailan Theirin'e benzetmişti. Zaten Alistair ile Cailan baba tarafından yarı kardeştiler. Benzemeleri normaldi.
Alistair halkının gözünde sevilen bir kahramandı. Kader bu iki genç insanı dramatik bir şekilde birleştirmiş gibi görünüyordu. Fakat ortak noktaları olmasa da aslında birbirlerini tuhaf ama iyi tamamlıyorlardı.
"Politikacılardan uzakta bir gün." dedi Kraliçe. "Aynı zamanda bir turnuva izlemek üzereyiz. Neden keyfini çıkarmıyorsun?"
"Eskiden sadece sıradan bir muhafızken hiçbir konuda endişelenmezdim." diye cevapladı Alistair. "Fakat artık koskoca bir ulusun yöneticisiyim. Eskiden olsa hayal bile edemeyeceğim şeylere sahibim ve bu yüzden artık sürekli endişeliyim. Ferelden güvende mi? Biz güvende miyiz? Kötü şeyler olacak gibi hissediyorum."
Anora iri mavi gözleriyle, anlayış dolu bir bakış attı.
"Hiçbir kral güvende değildir" dedi. "Bu ister kara nesil olsun ister insan kaynaklı olsun fark etmiyor. Krallığımızda ve sarayımızda her yerde casuslar var. Tehdit ve düşman bakmadığın her yerden karşımıza çıkabilir."
Ardından Anora, Alistair'i dudağından nazikçe öpüp, gülümsedi.
"Bu işler böyle gelmiş böyle gider. Etrafımız büyük duvarlarla ve Ferelden'in en seçkin askerleri ile Gri Muhafızlarla çevrilmiş. Herhalde tüm Thedas'ın en güvenli yeri burası olmalı. Ferelden tahtı ise en güvenilir akrabamız olan amcan Eamon Guerrin'e emanet. Bir süreliğine ara verelim ve turnuvanın keyfini çıkaralım."
Alistair dikkatini tekrar turnuva alanına çevirdi. Kraliçesinin haklı olduğunu fark etti. Eskiden birlikte kılıç salladığı ve kardeşi gibi sevdiği Ireial ile diğer tanıdık gelen simaları gördü. Kafasında o an sadece yanlarına inip, sarhoş olana kadar bira içmekten başka bir şey kalmamıştı.
Cesaret Çağı - Fantastik Hikaye - 3. Bölüm
Bayan elfin sağ omzunda gri muhafız armasını görmem ile kendimi hemen tek dizimin üstüne doğru atarak çökmem bir oldu. Derhal başımı eğdim çünkü gri muhafızlara yapılacak bir saygısızlığın cezasının hapis olacağını biliyordum.
"Ayağa kalk insan." dedi elf. "Diz çökmeni isteseydim, bunu sana söylerdim."
Yavaşça doğrularak bakışlarımı kadına çevirdim. Bana doğru ilerleyen kadın, bakışlarını üzerime dikti. Bundan rahatsız olmuştum.
Birden arkasını hızla dönen elf, yürümeye başladı.
Arkası bana doğru dönük olan elf, "Hava kararmadan önce geldiğin yoldan geri dönerek ormandan çık."
Uzaklaşan kadını izlerken kafam karışmıştı. Sarsıcı ve gizemli bir karşılaşma olmuştu. Anlamsızca aniden olup bitivermişti. Gri Muhafızın bu şekilde ayrılmasına müsaade edemeyeceğime karar verdim ve onun peşinden koştum.
Elfin arkasından, "Burada ne arıyorsunuz?" diye seslendim. Demir ağacından yapılma kadim bir asa taşıyan elf, insanı şaşırtacak derecede hızlı yürüyordu. "Buraya ne için gelmiştiniz, acaba?" diye tekrarladım sorumu.
Elf, "Bilirsin işte muhafızlık işleri." dedi omzundaki armayı işaret ederek.
Onu yakalamaya çalışıyordum. Kadın ardından açıklığı geçip, tekrar ormanın içine daldı.
"Fakat neden burası? Burada ne arıyorsunuz?"
"Ne çok soru soruyorsun" dedi elf. "Etrafı soruyla doldurup taşırdın. Bunun yerine dinlemeyi öğrenmelisin."
Yoğun ağaçların arasından kadını takip ediyordum. Elimden geldiğince sessiz kalmaya çalıştım.
"Bende kayıp halla mı bulmak için buraya geldim." dedim ortamdaki sessizliği bozmak ve onu konuşturmak için.
"Asil bir davranış. Ancak vaktini boşa harcadın." dedi elf.
Gözlerim endişeyle açıldı.
"Ne demek istiyorsunuz?
"Bu yerde varlıklarını asla hayal edemeyeceğin tehlikeler var."
Hala kadının peşinden ilerliyordum. Meraklanmış ve üzülmüştüm.
"Gerçi sözümü dinler misin bilmiyorum. İnatçı birine benziyorsun. Israrla yılmadan hallanı kurtarmak için peşinden gittin."
"Ama cesur bir kızsın." diye ekledi elf. "Güçlü bir iradeye sahipsin. Aşırı gururlusun da. Bunlar iyi özelliklerdir. Ancak bir gün sonunu da hazırlayabilirler."
Elf yosun tutmuş kayalık bir yoldan kolayca çıkmaya başlamıştı.
"Gri Muhafızlara katılmak istiyorsun." dedi.
Heyecanlanarak, "Evet!" diye haykırdım. "Peki, hiç şansım var mı?" Bunun gerçekleşmesini sağlayabilir misiniz?"
Gülen elfin ince ama derinden gelen kahkahası tüylerimi diken etti.
"Kaderin yolları çoktan çizildi. Fakat takip etmek senin elinde her zaman."
Kadının ne kastettiğini anlamamıştım.
Yolun tepesine çıktığımız zaman, elf arkasını döndü ve gözlerimin içine baktı. Aramızdaki mesafe o kadar azdı ki, kadından yayılan büyüsel enerjinin tenimi yaktığını hissediyordum.
"Her şeyin olmasını ya da hiçbir şeyin olmamasını sağlayabilirim. Ancak sen kaderini sakın terk edeyim deme."
İyice şaşırmıştım. Benim kaderim nasıl önemli olabilirdi ki? O an kendimle biraz gurur duymadım desem yalan olurdu.
"Bulmaca gibi konuşuyorsunuz. Anlamıyorum, benimle lütfen daha açık konuşabilir misiniz?"
Ancak tekrar kısa bir sessizlik ardından elf bir anda yerin altından fırlayıp onu saran sarmaşıkların arasında kayboldu.
Tüm bu olanlara inanamıyordum. Her tarafa dikkatli baktım, olası sesleri dinledim. Ancak kadına dair hiçbir ipucu yoktu. Acaba bunların hepsini hayal etmiş olabilir miydim, diye düşündüm. Bu gördüklerim bir çeşit düş müydü?
Bulunduğum yerin bana iyi bir görüş açısı sağladığını fark ettim. Etrafa biraz bakındıktan sonra, uzakta bir hareket gördüm. Ardından sesini de duyunca, halla mı bulduğumu anladım.
Yosunlu yoldan düşe kalka aşağı inerek, hallamın olduğu tarafa doğru, tekrar ormana girdim. Elf ile yaşadığım karşılaşmayı aklımdan bir türlü atamıyordum. Bunun gerçekten olduğuna inanabilmek, bana imkânsız geliyordu.
Komutanın muhafızlarından birinin burada ne işi vardı ki? Beni beklediği ortada gibiydi. Fakat neden? Hem şu kaderle ilgili söyledikleri de neyin nesiydi?
Ne kadar uğraşırsam uğraşayım, anlayamıyordum. Elf hem devam etmem için beni uyarırken, bir yandan da vazgeçmem için aklımı çeliyordu. İçim kötü bir hisle dolup, sanki izleniyormuş gibi hissetmeye başlamıştım.
Başka bir yola doğru girdiğim sırada, karşılaştığım görüntü karşısında donup kalmıştım. En korkunç kâbuslarım gerçek olmuştu sanki. Vücudumdaki tüm tüyler diken oldu. Ormanın bu kadar içlerine dalarak ne büyük bir hata yapmış olduğumu o an anladım.
Tam karşımda, en fazla yirmi metre ilerde vahşi bir Sylvan duruyordu. Neredeyse iki katlı bir ev kadar büyük olan bu canlı kereste canavarı, ormanların en çok korkulan yaratıklarından biriydi. Daha önce bu tarz bir yaratığa hiç rastlamamış olsam bile hakkında yazılmış ve çizimlerinin olduğu kitaplardan çok okumuştum.
Hikâyelerde denir ki, dünyamızda biz faniler farkında olmasak ta yaşayan iblisler vardır ve insanlar her zaman içlerine girmek için tercih ettikleri avlar değildir. Bir iblisin insanın içine girmesi demek, güçlü iradeli büyücülerle, tapınakçılarla veya diğer istemeyeceği durumlarla uğraşması demektir.
Bazı iblisler, hayvanların hatta bitkilerin aracı olarak kullanmayı daha kolay bir yol olarak bulur. Tabii bu bedenler insanlar kadar uygun bir ev sahibi değildir. İşte bir iblisin içine girmiş olduğu ağaçlar Sylvan olarak bilinmektedir.
Genel olarak bunu yapan iblisler hiyerarşi de en zayıf olan öfke iblisleridir. Nadirde olsa bu tarz ağaçların bazılarında zekâ belirtileri gözlemlendiği olmuştur. Bu türleri daha az şiddete meyilli ve sakindirler, ancak bunlara oldukça nadir rastlanmaktadır.
Sylvan yavaş ama son derece güçlüdür. Kurbanlarına pusuya düşürerek saldırmayı tercih ederler. Öldürmek için tuzağa çekerler. Bir Sylvan ile normal bir ağaç arasındaki fark dikkatli şekilde bakıldığında anlaşılır derecededir fakat onlar doğal ortamlarında olduklarında neredeyse saptanamayan bir gizlenme yetenekleri vardır. Düzenli sık ağaçlar arasında hareketsizce gizlendiklerinde fark etmek çok zordur.
Bir Sylvan uzun boylu bir insanı andırır. Kapkara iki göz yuvası ile açılamayan bir ağza ve kök bacakları ve ayaklarla, kollar gibi uzanan dallardan oluşur. Bilinen tek zayıf yönleri doğal olarak ağaç olduklarından ateşe karşı çok duyarlı olmalarıdır.
Daha önce çiftlikteyken bu yaratığı gördüğünü söyleyen insanlarla karşılaşmıştım ama bunlara fazla inanmamıştım. Çünkü bu yaratıkla karşılaşan sıradan birinin sonunun ölüm olacağı baştan bellidir. Bu yüzden çiftçilerin iddialarına aldırmamıştım. O adamları bu hilkat garibesi hiç farkında olmadan saniyeler içinde öldürürdü muhtemelen.
Ayrıca o anlarda bile aklımda hala kısa bir süre önce karşılaştığım elf kadın vardı. Onunla ve bu Sylvanla olan karşılaşmam neyin belirtileriydi? İyi bir alamet miydi? Yoksa kötü mü? Bunu şu an bilmiyor ama çok merak ediyordum ve bunu ne olursa olsun öğrenecek kadar hayatta kalmalıydım.
Geriye doğru temkinli bir adım attım. Yaratık gözlerini bana doğru çevirmişti. Elinin içinde ise baş aşağı dönmüş halde Hallam inliyordu. Sylvan'nın dikenli sarmaşıklarıyla doladığı hayvan ölmek üzereydi. Yaratık halinden memnun bir şekilde hayvana eziyet ediyordu. Bundan sanki zevk alıyor gibiydi.
Can çekişen hayvanın görüntüsüne ve çıkardığı acı dolu seslere daha fazla tahammül edemiyordum. O an aklıma gelen ilk şey arkamı dönüp, tüm gücümle kaçmaktı. Ancak bir Sylvan'ı sinirlendirmenin sonu iyi olmazdı. Beni yakalaması imkânsızdı. Hızlı değildi ama doğaya hükmedebiliyordu. Beni kolaylıkla ormandan çıkmadan önce sarmaşıklarla yakalayabilirdi.
Ayrıca yaratığın bundan daha fazla zevk alacağını biliyordum. Yine de Halla mı arkamda bu şekilde bırakmakta istemiyordum. Korkudan titriyordum ve artık bir şeyler yapmam gerektiğinin farkındaydım.
İçgüdülerimi izlemeye karar verdim. Yerden yavaşça ucu sivri ağır bir taş aldım. Titreyen elimle taşı fırlattım. Havayı yararak ilerleyen taş hedefi tam on ikiden vurdu. Hallanın gözünden giren taş, hayvanın beynine saplandı.
Hareket etmeyi anında kesen hayvanın çektiği acılar son bulmuştu. Oyuncağının elinden alındığını anlayan Sylvan, öfkeyle bana baktı. Dikenli sarmaşıklarını gevşeten yaratık, hallayı bıraktıktan sonra beni göz hapsine aldı.
Yaratığın tahta ağzından gelen derin ve ürkütücü bir sesin eşliğinde bana doğru ağır adımlarını sürüyerek ilerlemeye başladı. Dehşete düşmüştüm, yerden iki tane taş aldım, birbirlerine hızla sürtmeye başladım. Tam bu sırada birden yerinden fırlayan yaratık sanki bütün ormanı sarsıyormuş gibi yerde bir etki yaratarak, ondan hiç beklemediğim bir hızda üstüme gelmeye başladı.
Ben ise ettiğim dualar eşliğinde taşlarla yerde duran birkaç kuru yaprağın üstünde kıvılcımlar yaratarak sonunda bir ateş yaktım. Tek zayıflığı buydu. Yanan ateşle bir parça dalı tutuşturdum ve fırlattım. Yaratığın sağ gözüne çarpan sopa yerine takıldı.
Kusursuz bir atıştı. Suratı yanmaya başlamıştı ve bunun etkisiyle haykıran yaratık, hızını biraz kesti. Yine de tek gözü tamamen yanmış olmasına rağmen ateşi söndürdükten sonra şiddetle halen üzerime doğru gelmeye devam etti. Artık yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Tek şansımı kullanmıştım.
Bana ulaşan yaratık sarmaşıklarını bana doğru savurdu. Acı içinde bağırdım. Sıkıca beni sarıyordu. Dikenler bedenime saplandı. Yaralarımdan dışarıya kanlar akmaya başladı. Devasa yaratık beni o kadar sert sıkıyordu ki omurgamdan gelen çatırdama seslerini duymaya başlamıştım. Beni tuttuğu elini yavaşça kaldıran yaratık sanki fırlatacakmış gibi bir pozisyon almaya çalışıyordu. Resmen benden kör ettiğim gözünün intikamını alıyordu.
Son gücümle onu engelleyebileceğimi umut ederek, kafasının üstündeki dallardan birine asıldım. Bu hareketim ne yazık ki pek bir işe yaramadı. Çünkü neredeyse yaratık beni ormanın girişine sallayarak uçurabileceği kadar yükseğe kaldırmıştı. Yaratığın çekim gücü karşısında kollarım titremeye başladı.
Tuttuğum dal ise kopmak üzereydi. Diğer taraftan başka büyük bir sorunum vardı. Çok fazla kan kaybetmiştim. Kükreyen yaratığın çıkardığı ses kulak zarıma zarar vermişti. Kendimden geçmek üzereydim. Öleceğime dair hiçbir şüphem kalmamıştı. Gözlerimi kapattım ve son dua mı etmeye başladım.
Yüce Yaratıcım, kutsal gelinin Andraste hürmetine ne olur bana güç ver. Bu yaratıkla mücadele etmeme müsaade et. Lütfen, sana tüm içtenliğimle yalvarıyorum. Benden ne istersen hayat boyu yapacağım. Bu sana sözüm olsun.
Dua mı bitirmemle, bir şeyler oldu. Çevrede birden artan ısı, vücudumun üstünde dolaşmaya başladı. Sanki bir enerji alanı oluşuyordu. Gözlerimi açtığım zaman şaşırtıcı bir görüntüyle karşılaştım. Ormanda karşılaştığım o elf kadın asasından yeşil bir ışık çıkartarak canavarın önünde duruyordu.
Daha sonra bir büyü gönderdi üzerine. Bu yaratığı iterek, uzaklaştırdı. O anda bende elinden aşağı düşüp kurtuldum. Yaratık öfkeyle yerden elfe ve bana bakıyordu. Elf asasından bir enerji dalgası daha oluşturarak canavara doğru savurdu. Bu sefer Sylvan'nı en az on metre geriye ağaçların üzerine uçurdu.
Bende yerden yaralarımı tutarak verdikleri açı içinde kalktım ve elfin arkasına geçerek saklandım.
Şiddetli bir şekilde çarparak düştüğü yerden tekrar doğrulan yaratık, elfe doğru saldırıya geçti. Ancak elf kendine sarsılmaz özgüveniyle olduğu yerde kalmaya devam etti. Bunu gördükten sonra bende yaratıktan korkmayı bıraktım. Ayrıca elfin üzerinden yayılan enerjinin giderek güçlendiğini hissetmiştim.
Üzerine atılan canavarı dilini bilmediğim birkaç sihirli sözcükle durdurdu. Ardından bir şeyler daha geveledi. Yaratık yerde kendi kendine yuvarlanmaya başladı ve sonra tüm gücüyle boğazını sıkarak kendi kafasını koparttı. Birkaç saniye içinde yaratık cansız bir odun yığınına dönüştü. Ben ise bir dakika boyunca gözlerimi cesedinden ayıramadım.
Hala yaralarımdan akan kanı engellemek için baskı yapıyordum. Olanlar karşısında nefesim kesilmiş bir halde yavaşça doğruldum. Gri muhafızın beni kurtarmasına ve duamın hemen kabul olmasına inanamıyordum.
Bu kadar olayın böylesi bir günde yaşanmasının bir işaret olduğuna emindim artık. Bu yaşadıklarım sahiden önemli şeylerin habercisiydi sanki. Tüm ormanların en korkulan canlılarından biriyle karşılaşmıştım ve ölmemiştim.
Üstüne üstlük bir gri muhafız tarafından kurtarılmıştım. Gerçi beni tüm bu yol boyunca takip ettiğinden şüphem yoktu. Bunları babama anlatsam kesinlikle inanmazdı. Başım dönüyordu.
Gri muhafıza "Sana ne kadar teşekkür etsem azdır herhalde." dedim.
Ama elf bana kulak asmadan az önce öldürdüğü yaratığı düşünceli bir ifadeyle incelemeyi sürdürdü.
"Beni nasıl buldun? Neden buradasın?" diye sordum.
"Başına bu gün merak duygun yüzünden gelmeyen kalmadı ama sen hala ısrarcısın." dedi.
Elf ile konuşmaya çalışmanın anlamsız olduğunu görünce dikkatimi acıdan kıvrandığım yaralarım üzerine verdim. Ellerim kan içinde kalmıştı. Sersemlemiştim ve yakında yardım almazsam tüm bunlara rağmen ölebilirdim.
Elf elimi tutup çekti ve kendi elini yaramın üzerine koyarak gözlerini kapattı. Büyülü sözlerinden mırıldanmaya başladı, birden rahatlatıcı bir hissin damarlarımda akmaya başladığını hissettim. Saniyeler içinde acılarımın kaybolduğunu ve yaralarımın tamamen kapandığını fark ettim.
Baktığım zaman gördüklerime inanamamıştım. Yaratığın açtığı yaraların izleri bile gitmişti. Hiç olmamış gibiydi.
Hayranlıkla elfe baktım.
Elf gülümsedi.
"Anlayamıyorum tüm bunları neden?"
Elf bakışlarını benden çekti.
"Bazı şeyleri zaman içinde öğrenmen daha iyi olur."
Heyecanla," Peki en azından Gri muhafızlara katılmama yardımcı olur musun?" diye sordum.
Elf, "Hayır." diye cevapladı.
"Fakat neden?" diye cevapladım.
"Cesur bir kızsın ama sana böyle bir ayrıcalık tanıyacak yetkim yok. Sende herkes gibi turnuvaya katılsaydın."
"Fakat denedim zaten! Beni değil, ağabeyimi seçtiler. Yani çoktan reddedildim. Katılma şansım tekrar var mı?" dedim.
Elf, " Şehre git ve Nathaniel'i bul. Seni Velanna'nın gönderdiğini söyle, o anlayacaktır."
Duyduğum sözlerden sonra mutlu olmuştum, "Tekrar çok teşekkür ederim!" dedim.
"Unutma bir gri muhafız savaş için asla davetiye beklemez! Kaderini belirlemekten asla vaz geçme."
Bir an gözlerimi kırptım, kadının ortadan tekrar kaybolduğunu fark ettim. Etrafıma onu görebilmek için bakındım ama bu çabam nafileydi.
Bu arada biraz kaybolmuştum. Nerede olduğumu anlamak için ormandaki en uzun ağacın tepesine derhal tırmanmaya karar verdim.
Bu yükseklikten ormanı kaplayan tüm alanı görebiliyordum. Ormanın bittiği noktada koyu kızıl ışıklar saçarak batan güneşin, Amaranthine Şehri'ne uzanan uzun yolu aydınlattığını gördüm.
Daha fazla vakit kaybetmek istemiyordum, ağaçtan hızla inerek, kaderime doğru koşmaya başladım.
Cesaret Çağı - Fantastik Hikaye - 2. Bölüm
“Bizler Gri Muhafızlarız! Birimiz ve hepimiz! Savaş adalet için, kalkan intikam için! Düşmanlarımızı ezmek için! Birimiz ve hepimiz!”
-Gri Muhafız Şarkısı
Eve girip ağabeyimin odasında silahın bulunduğu kısma ilerledim. Ağabeyime ait kılıca yaklaştım. Bu kılıcın gördüğüm en güzel şey olduğunu düşünürdüm her zaman. Kusursuz bir işçiliğin ürünü gümüş kabzayla taçlandırılan kılıcı ağabeyime alabilmek için babam yıllarca çalışıp durmuştu. Yerinden aldım, her zaman olduğu gibi bu sefer de ağırlığı karşısında şaşırmıştım. Kılıçla beraber evden dışarı çıktım.
Kılıcı sahibine verdikten sonra, babama yaklaştım.
“Cilalamadın mı?” diye sordu ağabeyim.
Sinirlenen babam henüz ağzını açmadan, ben konuştum.
“Baba, lütfen. Seninle konuşmam gerekiyor!”
“Sana cilalama-”
Öfkeli gözleri bana çevrili olan babam, meraklanmıştı. Yüzümdeki ciddi ifadeyi görünce dayanamadı ve sordu, “Evet?”.
“Ben de ağabeyimle beraber takdim edilmek istiyorum. Gri Muhafızlara katılabilmek için.”
Ağabeyimin yükselen kahkahası, beni utandırdı. Ancak babam gülmemişti. Bilakis, suratındaki düşünceli ifade hepten derinleşti.
“İstediğin bu mu?” diye sordu bana.
Hevesli şekilde kafamı salladım.
“Yirmi bir yaşındayım. Yani katılmak için uygunum.”
Omzunun üzerinden bana küçümseyen bir bakış atan ağabeyim “Bunun yaş ile ilgisi yok.” dedi “Ben varken, gerçekten de seni seçebileceklerini mi düşünüyorsun?”
“Seni alacak olsalar, sanırım bir ilk olurdun. Çok küstahsın, her zaman olduğun gibi.” diye ekledi ağabeyim.
Ona dönerek, “Sana bir şey sorduğum yok” dedim ve ardından tekrar, kaşları halen çatık olan babama döndüm.
“Baba yalvarırım” dedim. “Bana bir şans tanı. Tüm istediğim bu. Zaman içinde kendimi kanıtlayacağım.”
Babam olumsuz manada kafasını salladı.
“Bak kızım, sen bir asker değilsin. Kardeşin gibi hiç değilsin. Çiftçilik bizim işimiz. Hayatın burada, benim yanı başımda geçireceksin. Sana verdiğim görevlerin hepsini hakkıyla yerine getireceksin. İnsanlar, kendilerini hayallere fazla kaptırmamalı. Yaşamını olduğu gibi kabullen ve onu sevmeyi öğren.”
Kalbim kırılmıştı. Kurduğum tüm hayaller, gözlerimin önünde yıkılıyordu. Hayır, diye düşündüm. Bunun olmasına izin veremem.
“Fakat baba-”
“Sessizlik!” diye kükredi babam. “Seninle daha fazla uğraşamam. İşte, geliyorlar. Yoldan çekil ve onlar buradayken sakın yanlış bir hareket yapayım deme.”
İlerlemeye başlayan babam, beni sanki bir eşyaymış gibi iterek, yoldan uzaklaştırdı. Babamın beni iten avucu, adeta göğsüme saplandı.
Yaklaşan gürültüyü duyan hayvanlar fırlayarak yolun kenarından kaçışmaya başladılar. Kafilenin geldiğini haber veren büyük bir toz bulutunun ardından çiftliğe giren bir düzineye yakın at arabasından çıkan ses, adeta bir gök gürültüsü gibiydi.
Kafile, bize yakın bir mesafede durdu. Şahlanan atlar, burunlarından soluyorlardı. Kalkan tozun içinde kalan kafileyi görmeye çalışıyor, askerlerin üzerindeki zırh ve kılıçları seçebilmeye uğraşıyordum.
Gri Muhafızlara daha önce hiç bu kadar yaklaşmamış olduğumdan, aşırı heyecanlanmıştım. Kafilenin en önündeki askerin atından inmesi ile, hayatımda ilk defa gerçek bir Gri Muhafız İle karşı karşıya geldim.
Gri Muhafız armalı parlayan gümüş zincir zırhı ve sırtında asılı duran uzun bir yayı, belinde de takılı çift hançeri olan bu adam, otuzlarının başlarında olmalıydı. Arkadan bağlı uzun saçı, kirli sakalı, yaralarla dolu suratı ve savaştan kırdığı burnu ile gerçek bir askerdi. Hayatımda bu kadar sağlam yapılı bir adam hiç görmemiştim. Kafiledeki herkesten daha iri ve geniş omuzları olan bu askerin suratındaki ifade, onun yetkili biri olduğunu belli ediyordu.
Sıraya dizilmiş hazırola geçmiş bekliyorduk. Ardından adam toprak yola atladıktan sonra yanımızda ilerlemeye başlamıştı. Mahmuzları şakırdıyordu. Gri Muhafızlara katılmak demek, savaş meydanlarında geçirilecek onurlu bir yaşam, şan, şöhret, zafer ve zenginlik manasına geliyordu. Kişinin ailesini de onurlandıracak böylesi bir yaşam için atılması gereken ilk adımdı bu.
İçi büyük turnuva için ağzına kadar katılımcılarla dolu olan geniş, at arabalarını inceliyordum, bunların fazla kişi alamayacağını biliyordum. Çünkü burası büyük bir arlıktı ve bu askerlerin daha gezmeleri gereken onlarca yer olmalıydı. Seçilme şansımın düşündüğümden bile az olduğunu fark edince, yutkundum.
Kendi ağabeyim de dahil, diğer dövüşçüler olan tüm adayları yenmem gerekecekti ve bunu düşünmek, beni iyice kaygılandırıyordu. Sessizce bizi inceleyen askere bakıyordum, umut dolu gözlerim istemeden onunkilerle buluştuğunda nefesim, tıkanacak gibi olmuştu. Adam yavaşça ilerliyordu.
At arabalarının pencerelerinden bize bakan kalabalığa gözüm takıldı. Her ırktan genç ya da orta yaşlı erkek ve kadınlar vardı. Her biri kendileri veya aileleri için bu turnuvaya adlarını yazdırmalarına rağmen, içten içe yaşadıkları ama Gri Muhafızlara yansıtmak istemedikleri şeyi yani tedirginliği yüzlerinden okuyabiliyordum. Pek çoğu seçilebilmek için bildiği tüm duaları içlerinden okuyor, bazıları ise korkularına teslim olup titriyordu. Aralarında çoğunun iyi bir Gri Muhafız olamayacağı baştan belliydi.
Bu adil değildi. Çünkü bana göre, en az onlar kadar turnuvaya katılma hakkım vardı. Ağabeyimin benden sadece iri ve güçlü olması, benimde oraya çıkıp, seçilemeyeceğim anlamına gelmemeliydi. Babama karşı içim büyük bir öfkeyle doldu.
Babama doğru yaklaşan asker, tam önümüzde durdu. Ona bakarak “Benim adım Nathaniel Howe. Yüksek kıdemli bir Gri Muhafız’ım. Burada bulunuş sebebimizi bildiğinizi farz ediyorum.” dedi. Bu muhafızı tanıyordum. Eski Arlımız rahmetli Rendon Howe’un oğluydu.
Sonra dikkatini ağabeyimi çevirip baştan aşağı süzen adam, etkilenmiş gibiydi. Adam da oldukça uzun olduğu halde boyu ağabeyimin sadece burnuna geliyordu. Kılıcının kınını tutarak, sıkılığını görmek için yerinden çekti, ardından suratında sırıtan bir ifade belirdi.
Ağabeyime “Henüz kılıcını hiçbir savaşta kullanmadın değil mi dostum?” diye sordu.
Hayatımda ilk defa o an ağabeyimin endişelendiğini görmüştüm.
Yutkunan ağabeyim, “Hayır, komutanım. Ancak onunla çok fazla idman yaptım ve umuyorum ki-”
“Ha! Umuyormuş,”
Kâh kayı basan asker, dönüp de diğer Gri Muhafızlara bakınca, onlar da eşlik ederek ağabeyime gülmeye başladılar.
Utançtan suratı kızaran ağabeyimin bu hali, beni şaşırtmıştı. Çünkü genelde başkalarını utandıran kişi, hep kendisi olurdu.
“O zaman unutturma da karanesile senden korkmaları gerektiğini söyleyeyim. Hani idmanlarda çok iyiymişsin ya!”
Muhafızlardan oluşan güruh tekrar kahkahalara boğuldu.
"Ardından babama dönen asker, kirli sakalını okşayarak, “Oğlunun malzemesi sağlam” dedi. “Bu işimize yarayabilir. Cüssesi uygun. Gerçi deneyimi yok ama neyse. Elemeleri geçebilmek istiyorsa, daha çok çalışması gerekecek.”
Bir an durdu.
“Seni koyabilecek bir yer buluruz sanırım. Biraz sıkışacaksın.”
Kafasıyla yük arabalarından birini işaret etti.
“Çabuk ol. Fikrimi değiştirmeden hemen önce bin.”
Büyük bir sevinçle yerinden fırlayan kardeşim, hızla arabaya doğru ilerledi. Babamın yaşadığı sevinç, gözümden kaçmamıştı. Ancak yine de Gri Muhafızın görmesini istemediğin den belli etmese de onun böyle ayrıldığını görmek, babamı hüzünlendirmişti.
Asker atına doğru ilerlemeye başlamıştı ki, daha fazla dayanamadım ve “Efendim!” diye bağırdım.
Öfkeyle bana dönen babam bile artık umurumda değildi.
İlerleyişini kesen adam, yavaşça bana doğru döndü.
Kendimden eminmiş gibi bir tavırla ileri doğru bir adım attım, aslında heyecandan bayılacak gibiydim.
“Beni incelemediniz, efendim.” dedim.
Şaşıran asker, bunun bir şaka olup olmadığını anlamak ister gibi baktı bana.
“Öyle mi yapmışım güzelim?” diye sorduktan sonra, kahkahalara boğuldu.
Fakat artık ne onun ne de diğer adamların kahkahalarına aldırmıyordum. Bu benim tek fırsatımdı. Başka bir şansın daha çıkmasını bekleyemezdim.
“Ben de Gri Muhafızlara katılmak istiyorum!” dedim askere.
Adam bana doğru ilerlemeye başladı.
“Gerçekten mi?”
Eğleniyormuş gibi bir havası vardı. Sonra bana cevap şansı tanımadan avazı çıktığınca bir kahkaha daha attı ve diğerleri de gene ona katıldı.
“Seni gören düşmanlarımızın kaçacak yer arayacaklarından hiç şüphem yok.”
Gururum kırılmıştı. Bir şeyler yapmam gerekiyordu. Bu işin peşini bırakamazdım. Asker tam benden uzaklaşmaya başlamıştı ki, ileriye fırlayarak bağırdım, “Efendim! Büyük bir hata yapıyorsunuz!”
Asker tekrar bana döndüğünde kalabalık, nefeslerini tuttu.
Bu sefer askerin bakışları sertleşmişti.
Omzumdan çekiştiren babam, “Salak kız, içeri gir!” diye bağırdı fısıldayarak.
“Girmeyeceğim!” diye bağırdım, babamın elinden kurtuldum.
Askerin bana yaklaştığını gören babam, geriye çekildi.
Asker öfkeyle, “Bu dönemde bir Gri Muhafıza hakaret etmenin cezasının ne olduğunu biliyor musun?” diye sordu.
Bu işin geri dönüşünün olmadığını biliyordum.
“Lütfen onu affedin, efendim” dedi babam. “O henüz çok cahil ve-”
Asker “Seninle konuşan yok babalık” diyerek babama attığı bakış, onu geri çekilmeye zorladı.
Ardından tekrar bana dönen asker, “Bana derhal cevap ver.” dedi.
Yutkundum, nutkum tutuldu. İşler hiç de kafamda planladığım gibi gitmiyordu.
Başımı önüme eğmiştim. Hafızamı yokladıktan sonra, “Gri Muhafızlara hakaret etmenin, Ferelden Kralı’nın kendisine hakaret etmekten hiçbir farkı yoktur.” diye cevapladım.
“Evet, bu,” dedi asker sonra “Aferin tatlım. Yani istesem şu an sana kırk kırbaç cezası verebilirim demek oluyor.”
"Hakaret etmek istememiştim, efendim. Tek istediğim fırsat. Lütfen! Hayatım boyunca bunun hayaliyle yaşadım. Rica ediyorum. İzin verinde katılayım. "diye karşılık verdim.
Askerin suratındaki sert ifade biraz yumuşadı. Bir süre bana baktıktan sonra, başını salladı.
“İtiraf etmeliyim gerçekten çok güzelsin. Ayrıca cesursun ama kayıtlar bir hafta önce kapandı. Belirli listenin dışındaki kişileri alamıyoruz. Kusura bakma, yapamam. Emirler böyle.”
Bunu dedikten sonra bana hiç bakmadan atına doğru ilerledi ve hızla hayvanın üstüne çıktı.
Yıkılmış haldeydim, köyden ayrılmak için harekete geçen kafilenin ardından bakakaldım. Gelmesiyle gitmeleri bir olmuştu.
Gördüğüm son şey, yük arabasının arkasında oturan kardeşimin, benimle dalga geçen suratıydı. O buradan uzağa, daha iyi bir hayata doğru gözlerimin önünde yol alıyordu.
Sanki içimde bir şeyler ölmüş gibiydi. Demin yaşananların içimdeki heyecanı dindi.
Omuzlarımdan yakalayan babam, “Yaptığının ne kadar salakça olduğunun farkında mısın, şapşal kız?” diye öfkeyle bağırdı. “Senin yüzünden ağabeyin de seçilemeyebilirdi!”
Babamın ellerini sertçe ittim ve onun verdiği karşılık, elinin tersiyle vurmak oldu. Hızla yere yapışıp suratımı çarptım.
Canım yandı, öfkeyle yerden babama baktım. Ömrümde ilk defa babama karşılık vermek istiyordum ama zor da olsa kendimi tuttum.
“Git ve koyunlara yem ver. Derhâl! Ve geri döndüğün zaman, benden yemek falan bekleme. Bu gece hiçbir şey yemeyecek ve yaptığın hatayı düşüneceksin.”
“Senden nefret ediyorum!” diye bağırarak, öfkeyle oradan ayrıldım. Evimden bir an önce uzaklaşmak için tepeye doğru yöneldim.
Babam ardımdan “Bertha!” diye bağırıyordu.
Her şeyi geride bırakmak istiyordum. Koşmaya başladım, o sırada gözlerimden süzülen yaşların bile farkında değildim...
"Her ırktan erkekler ve kadınlar, savaşçılar, büyücüler, barbarlar ve krallar... Gri Muhafızlar karanlığın dalgasını durdurmak için her şeylerini feda etti ve galip geldi."
- Duncan Ferelden'in Eski Gri Muhafız Komutanı
İçimde dolup taşan öfkeyle, saatlerce tepelerde dolaşmıştım. En sonunda yorgunluktan oturacak bir yer buldum ve buradan ufku izlemeye koyuldum. Derin düşünceler içine dalarak, uzakta kaybolan at arabalarını ve arkalarından kaldırdıkları tozu uzun süre izledim.
Burayı bir daha kimsenin ziyaret etmeyeceğini biliyordum. Artık benim kaderim, elime geçecek başka bir şans umuduyla, yıllarca bu çiftlikte beklemekti. Tabii eğer dönerlerse ve babam da izin verirse. Hayır, bu ihtimal imkansıza yakındı. Gerçekleşecek tek şey vardı o da: ömrümün geri kalanını babamla o evde tek başına geçirecek olmamdı.
Babamın ayrıca bunu burnumdan getireceğine dair hiçbir şüphem yoktu. Ben, babamın uşaklığını yaparken yıllar geçecek ve onun gibi önemsiz, sıradan bir hayatın içerisinde hapsolarak yok olacaktım. Kardeşim ise bu sıralarda belki zafer, şöhret gibi şeylerin peşinde koşacaktı.
Ailemin beni böyle küçük düşürmüş olmasına tahammül edemiyordum. Beni bekleyen hayat bu olmamalıydı. Bundan emindim ve bu gidişata bir çözüm bulmak için saatlerdir kafa patlatıyordum. Ancak acı da olsa, yapamayacağım bir şey olduğu gerçeğini kabul etmek üzereydim. Hayatın bana dağıttığı kağıtlara isyan edemezdim.
Bu halde saatlerce oturduktan sonra, umutsuz bir şekilde yerimden doğruldum. Çok iyi bildiğim bu tepelerde tekrar dolaşmaya ve sürekli daha yükseğe doğru çıkmaya başladım. En sonunda ise kaçınılmaz olarak en yüksek noktaya, yani Halla sürüsünün olduğu yere geri dönmüştüm.Tepeye tırmandıkça güneş batmaya başlamıştı ve havaya yeşilimsi bir ton katıyordu.
Acelem yoktu, bu yükseklikten harika görünen Amaranthine'nın manzarasını bir kez daha hayranlıkla seyretmeye başladım. O an içimde biriken öfkeyi boşaltma isteği uyandı. Bunun için uzanıp yerden pürüzsüz bir taş aldım. Kafam o an pek yerinde değildi, sanki karşımda babam ve ağabeyim varmış gibi tüm gücümle elimdeki taşı fırlattı verdim.
Hızla fırlayan taş, uzakta üzerinde sevimli bir sincabın bulunduğu ağaçlardan birinin dalını yerinden düşürdü. Neyse ki hayvana bir şey olmamıştı. Hayvanı neredeyse öldürecek olduğumu fark ettikten sonra bunu bir daha yapmamaya karar verdim, çünkü bana hiçbir zararı olmayan bir hayvanın canını bu şekilde yakmak istemiyordum.
Ağabeyimin şu anda nerede olabileceğini düşünüyordum. Hala çok öfkeliydim. Muhtemelen bir gün içinde Amaranthine Şehrine varırlardı. Onu şehrin girişinde karşılayan şık giyimli insanları ve onurlarına yapılacak töreni kafamda canlandırabiliyordum.
Ferelden Kralının ve Kraliçesinin, yanında ünlü Gri Muhafız komutanı ve diğer savaşçıları da onları selamlamak için orada olacaklardı. Büyük turnuva sonrası eğer kazanırsa ağabeyime kışlalarda kalacakları bir yer temin edilecek, komutanın özel arazisinde Vigil's Keep kalesinde en iyi silahlarla eğitimine başlayacaktı.
Kıdemli bir Gri Muhafızın yanında silahtarlık görevine atanacaktı. Sonra bir gün eğer şanslıysa hayatta kalarak Gri Muhafızlık unvanını alacak ve şahsına özel atına binip, onun için özel olarak dövülmüş bir kılıcı kuşandıktan sonra, kendi silahtarına emirler yağdıracaktı.
Thedas'ın kurtarıcılarından biri olacaktı. Tüm dünyadaki festivallerin ve Kralların, Kraliçelerin yemek masasının ayrılmaz bir parçası haline gelecekti. Bu büyülü yaşam şansı, parmaklarımın arasından kayıp gitmişti.
Kendimi tükenmiş hissediyorum. Tüm bu olumsuz düşünceleri kafamdan uzaklaştırmaya çalışıyor, fakat bunu pek başaramıyordum. Kafamın derinliklerindeki bir ses, sanki bana haykırıyordu. Pes etmemem gerektiğini, beni bundan daha önemli bir yazgının beklediğini söylüyordu. Gerçi bunun ne olduğunu bilmesem bile, en azından bu yerde olmadığını biliyordum.
Her zaman kendimi diğerlerinden daha farklı hissetmiştim. Hatta belki biraz daha özel biriymiş gibi. Diğer insanlar beni anlayamıyor ve üstüne üstlük bir de küçümsüyorlardı. Kendini beğenmiş bir insan asla değildim ama hissettiğim buydu işte.
Tepenin en üstüne çıkmıştım, her zamanki tanıdığım Halla sürümü gördüm. Benim için bu hayvanların özellikle de bu sürünün önemli bir yeri vardı. Bu tepenin eteklerine yıllardır çıkıyordum ve onlar ile tesadüf üzeri karşılaşmıştım.
Zamanla arkadaşlar gibi olmuştuk. Aslında onlar dostum diyebileceğim tek canlılardı. Beni hiç sıkılmadan dinleyerek, derin yalnızlığımda bana destek oluyorlardı. Canım çok sıkıldığında hep buraya onları ziyarete geliyordum.
Onları görünce moralim hemen düzelirdi. Hayvanlar bir arada duruyor ve kayda değer ne kadar ot varsa çiğniyorlar. Hep yaptığım gibi can sıkıntısından onları saydım. Fakat ardından dehşete düştüm. Çünkü içlerinden biri eksikti. Tekrar ve tekrar saydım. Sahiden de birinin kaybolmuş olduğuna hala inanamıyordum.
Daha önce sürüden doğal yollar dışında tek bir hayvan bile kaybolmamıştı. Bunun arkasında hastalık veya yaşlılık olsa hemen anlardım. Endişelenmeye başlamıştım. Hallalarımdan birinin tek başına, vahşi hayvanların arasında kalmış olabileceği düşüncesi beni kahretti. Böylesine masum ve kutsal bir şeyin acı çektiğini görmek dayanabileceğim bir şey değildi.
Tepenin kenarına ulaştım. Buradan etrafı incelemeye başladım. Hayvanı uzaktaki tepelerden birinde tespit ettim. Bu sürünün asisi olandı. Hayvan kaçarak batıda ki ormana girmişti. Bunu görünce yutkundum.
Çünkü o ormana sadece hallaların değil, insanların da girmesi yasaktı. Çiftliğin sınırları dışında kalan bu yere girilmemesi gerektiğini neredeyse yürümeye başladığım günden beri biliyordum. Bu yüzden daha önce oraya adımımı dahi atmamıştım. Efsanelere göre oraya giren kişiyi kesin bir ölüm beklerdi.
İçerisinin canlı delirmiş ağaçlarla ve vahşi kurt adamlarla kaynadığı söylenirdi. Kararan gökyüzüne bakıyordum, ne yapmam gerektiğini düşünüyordum. Hallamı öylece bırakıp bu duruma kayıtsız kalamazdım. Eğer hızlı olursam, eski dostumu zamanında kurtarıp, tepeye geri dönebileceğimi düşündüm.
Son bir kez sürüme baktıktan sonra, gökyüzünde toplanmaya başlayan bulutların altından batıya, yani lanetli olduğu iddia edilen ormana doğru hızla koşmaya başladım. Kendimi güçsüz hissetsem de, bacaklarımı zorluyordum. Zaten istesem bile artık geri dönemeyeceğimin farkındaydım.
Yaptığım bu işin, bir kâbusun içinde uyanıp kurtulmak için koşmaktan hiçbir farkı olmadığını biliyordum.
"Gri Muhafızlar, dünyayı kötülükten korumak için fedakârlıklarla dolu zorlu bir yaşam süren yalnız nöbetçilerdir. Bunun için çok az kişi gönüllü olur: acı, yalnızlık ve şiddetli bir ölümün uğruna edilen yemin. Fakat Gri Muhafızların yolun da mutlak cesarette yer alan en önemli erdemlerden biridir. Kendilerini bu davaya adayanların alacakları tek ödül, geride bıraktıkları eski benliklerinden daha ulu bir şey haline geleceklerini bilmeleridir."
- Ireial Ferelden Gri Muhafız Komutanı ve Amaranthine Arlı
Hızımı hiç kesmeden tepeleri aşarak, lanetli ormanın sınırına vardım. Hallaya ait izler, ağaçların başladığı noktada kesiliyordu. Ayaklarımın altında kalan yaprakları ezerek, bu ürkütücü yerin içine doğru ilk adımlarımı attım.
Ormana girer girmez etrafımı saran ağaçlar, gökyüzünü kararttı. Burası, dışarıya göre epey soğuktu. Daha girişte olmama rağmen bir esinti hissetmeye başlamıştım. Fakat bu esintinin kaynağı tek başına karanlık veya soğuğun kendisi değil, şu an adını koyamadığım başka bir şey gibiydi sanki. Bir şeylerin beni izlediğini düşünmeye başlamıştım.
Gövdeleri iki yetişkin insan kalınlığında olan tarihi ağaçların, rüzgârda sallanan ve çatırdayan dallarını izliyordum. Ormanın elli metre kadar içine girmiştim ki, ne tür bir hayvana ait olduğunu bilmediğim sesler duymaya başladım. Dönüp arkama baktığım zaman, giriş yaptığım yeri zar zor görebildim. Biraz daha ilerlersem buradan asla çıkamayacağımı düşünüp, tereddüt ettim.
Bu orman her zaman düşüncelerimin dışındaki gizemli bir yer olarak kalmıştı. Şimdiye kadar buraya girmeye cesaret edebilen hiçbir insan olmamıştı. Hatta buna babam ve ağabeyim bile dahil. Bu ormanla ilgili efsaneler hem korkutucu hem de akılda kalıcıydı.
Ancak bugünü benim için farklı kılan o şey her neyse bu efsaneleri umursamamak ve tüm tedbirleri elden bırakmama neden oluyordu. Çünkü içten içe sınırlarımı zorlamak ve evimden olabildiğince uzaklara gitmek istiyordum. Hayatın beni nereye sürükleyeceğini merak ediyordum.
Biraz daha gittikten sonra hangi yöne ilerlemem gerektiğinden emin olamadığım için durakladım. Yerdeki ezilmiş dalları takip etmeye karar verdim. O anda kara bulutların içinde saklanan yağmur taneleri kendilerini göstermişti ve şiddetli bir sağanak yağmur başlamıştı.
Sırıl sıklam ıslanmış bir şekilde ormanın derinliklerinde ilerlerken, tamamen kaybolduğumu fark etmem bir saati buldu. Arkamı dönerek geldiğim yönü anlamaya çalışsam bile, bunu başaramadım. Yağmur sonunda durmuştu ama ben yeterince üşümüş ve korkmuştum.
Ürpermeye başladım, tek çıkış yolumun ilerlemek olduğuna karar verip, yürümeye devam ettim. İlerdeki ağaçların arasından sızan güneş ışıklarını fark ettim, adımlarımı o yöne çevirip gitmeye başladım. Işığın düştüğü yerdeki küçük bir açıklığa ulaştım, karşımda gördüğüm şeyden sonra yerimden kıpırdayamadım.
Yeşil satenden önü açık bir elbise giyen elf kadını, sırtı bana dönük halde duruyordu. Sırtında asılı duran bir asa vardı. Bir büyücü olmalıydı. Kısa boyluydu ve dimdik duruyordu. Çok sakin ve umursamaz görünüyordu.
Cesaret Çağı - Fantastik Hikaye
"Lekelenmiş Eski Tanrı'nın çağrısında bizlere katılın kardeşlerim. Bizlere uyumadan nöbet tuttuğumuz gölgelerde katılın. Tahammül edilemez acılarla yerine getirdiğimiz asla bitmeyecek görevimizde bize katılın. Şayet bu şanlı yolumuzda bizlere eşlik ederken düşerseniz, fedakarlığınızın asla unutulmayacağına ve bir gün Yaratıcı'nın yanındaki sizlerin arasına katılacağımızı emin olun. Daha büyük bir iyilik adına kendinizi karanlık lekenin kollarına bırakmaya hazır olun."
Işığın yokluğunda gölgeler büyür…
Amaranthine adlı diyarın topraklarının eteklerinde küçük bir çiftlikte yaşayan, çok özel bir kızın etrafında şekillenecek destansı bir fantastik hikâye.
Ağabeyi ve babası tarafından hiç sevgi görmemiş, annesini ise doğar doğmaz kaybetmiş olan Bertha nefret dolu bir çocukluk geçirir.
Kendisini her zaman ailesinden daha farklı biri olduğunu hisseder. Bir gün büyük bir Gri Muhafız savaşçısı olup komutanın adamlarına katılmayı ve Derin Yollarda ki kara nesil ordularından Thedas’ı korumayı düşler.
Fakat babası tarafından Gri Muhafızlara katılması yasaklanıyor. Ama Bertha asla hayırı cevap olarak kabul eden bir insan değildir. Tek başına yollara koyuluyor. O şehirdeki büyük turnuvaya katılmaya ve ciddiye alınmaya kararlıydı.
Ancak çıktığı bu yolda onu hiç beklemediği şeyler bulacaktır. Soyluların aile dramları, iktidar savaşları, ihtirasları, aşk, entrika, kıskançlık, şiddet ve ihanetler ile uğraşmak zorunda kalacak. Ayrıca kendisinin de bilmediği gizemli özel bir kaderi olduğunu keşfedecek.
Bertha tehlikelere atılıp, tüm engellere rağmen olmak için can attığı Gri Muhafızlık için çabalarken öldü bildiği annesinden haber alıyor ve kendi hakkında bildiği her şeyin sadece bir yalandan ibaret olduğunu öğreniyor.
Sizleri güçlü bir kızın yaşayarak anlatacağı üzgün ama şanlı bir hikaye bekliyor.
“Savaşta, zafer. Barış içinde, tedbir. Ölüm de fedakârlık.”
-Gri Muhafız Sloganı
Tarih: 9:33 Ejderha Yılı…
Thedas’ın güneydoğu krallığı olan Ferelden’in kuzeydoğusu kıyısı boyunca uzanan Amaranthine arlığı topraklarındaki yüksek bir tepenin üzerinde duruyordum. Bakışımı kuzeye çevirmiş ve yeni doğan güneşi izliyordum.
İnişli çıkışlı sanki bir Bronto’nun sırtını andıran vadiler ve tepeler, gözün alabildiğince uzanıyordu önümde. Bronto, çoğunlukla yer altında yaşayan devasa boynuzları olan güçlü hayvanlar. Cüceler tarafından yönetilirler.
Güneşin koyu turuncu ışınları sabah sisinin içinden parıldayarak, etrafa ruh halime uyum sağlayan büyülü bir hava veriyordu. Normalde ne bu kadar erken kalkarım, ne de babamın öfkesini üzerime çekeceği için evimden bu kadar uzaklaşıp, bunca yükseklere tırmanırdım.
Ancak bugün bunu içimden artık umursamak gelmiyordu. Özellikle bugün, beni yirmi bir yıldan beri baskı altında tutan onlarca kural ve görevi yok saymaya hazırdım. Sebebini bilmediğim bir şekilde bugün, diğerlerinden farklı hissediyordum. Sanki kaderimin çizileceği gün, bugün gibiydi.
Benim adım Bertha. İki çocuktan en küçüğü ve kız olanı, ayrıca babamın gözdesi arasında en son sırayı alan kişi, bugün nedense uzun yıllardır yaşamadığım kadar çok heyecanlıydım. Tüm gece gözüme uyku girmemişti.
Uykulu gözlerimle sürekli yatakta dönüp durmuş ve bir an önce güneşin doğmasını beklemiştim. Bugün özel bir şey yaşanacağını hissediyordum. Sanki elime hayatımı değiştirebilmem için geçecek ilk ve son fırsatım olacaktı.
Sonsuza dek bu çiftlikte mahsur kalarak ömrümün geri kalanı boyunca huysuz yaşlı babamla ve aptal ağabeyimle ilgilenmek zorunda kalmayı düşünmeye bile tahammül edemiyordum. Hayatım boyunca sadece tek bir şeyin hayalini kurmuştum o da: Gri Muhafızlara katılabilmek. Benim için yaşamın tek amacı buydu. Sizlere izin verirseniz hayranı olduğum bu savaşçılardan biraz bahsetmek istiyorum.
Gri Muhafızlar, Thedas’ın tümünde Yıkım’ın lideri olan Baş iblisleri ve onun kara nesil ordularıyla savaşmaya adanmış olağanüstü yeteneklere sahip savaşçılardan oluşan antik bir düzen. Ana karargâhları Anderfels’in güneyinde bulunan Weisshaupt Kalesi’dir, fakat diğer birçok ülkede de askeri varlıklarını sürdürmektedirler.
Beşinci Yıkım’ın bitiminde eski arlımız Rendon Howe’un hain olduğu ortaya çıkmış ve infaz edilmiştir. Ardından Amaranthine toprakları ise Ferelden Monarşisi tarafından büyük hizmetlerinden ötürü bir ödül olarak Gri Muhafızlara verilmiştir. Ayrıca tüm yönetim hakları hükümlerinden sıyrılmıştır.
Gri Muhafızlar, kişiyi karakter, yetenek veya beceri bakımından değerli bulursa, ırksal, sosyal, ulusal ve hatta suçlu bir geçmişi olsa bile göz ardı ettikleri herkesçe bilinen bir gerçektir. Küçük sayılarına rağmen, Gri Muhafızlar, şu ana kadar yenilen her bir Yıkım’da büyük etkileri olmuştur ve bu nedenle, yüzlerce yıl boyunca dünyanın bir bütün olarak ayakta kalması için yaptıkları faaliyetler insanlık için hayati önem taşımaya devam etti.
Gri Muhafızlar eyaletleri inceleyerek, seçkin ordularına halktan ya da soylular arasından bile katılmaya gönüllü olanları ya da büyük özenle kendi seçtikleri kişiler için gezerler. Bir Gri Muhafız komutanı statü gözetmeksizin istekleri dışındaki kişilerinde gruplarına katılmaya zorlayabilirler. Yine de bu olumsuz tepki çekeceğinden pek tercih etmezler.
Fakat bu olay, nadiren gerçekleşiyordu. Çünkü bir muhafız kolay seçilmiyordu. Buna layık görülenler kaliteli zırhlar ve iyi dövülmüş silahlarla donatılırlar. Ancak komutan tarafından katılımcılar onaylansa bile hala gerçek bir Gri Muhafız sayılmazlar.
Bunu Gri Muhafızlara katılmaya giden herkes maalesef bilmez. Öncelikle gizemli bir iştirak ayinine sokulur katılanlar. Bu sınav bir Gri Muhafız ve bir Gri Muhafız Komutanı gözetiminde yapılır. Seremoni sırasında kişi veya kişilere bir kâse dolusu kara nesil kanı içmesi gerektiği söylenir. Ancak bu genellikle ölümlerle sonuçlanır. İçen herkes hayatta kalmamaktadır. O ana kadar bu ödenecek bedel katılımcılardan gizlenir.
Hayatta kalanlar ise sonsuza kadar lekelenerek değişirler. Artık yaşlanmaları durur ve çevrelerindeki kara nesil hareketlerini görmeden uzun mesafelerden hissedebilirler. Yine de otuz ya da bilemedin kırk yıl içinde vücutları içlerindeki leke yüzünden zarar görür ve kaçınılmaz sonlarıyla yüzleşerek ölürler.
Bu efsanevi grup hakkında tüm bunları nasıl bildiğime aranızda şaşıranlar olabilir, sanırım hayatım boyunca yakaladığım her fırsatta bu konularla alakalı çok fazla kitap okuyup araştırma yaptığım içindi. Gri Muhafızları tanımak benim hayata olan bakış açımı değiştirdi ve belki de onlara olan sevgim sayesinde şu ana kadar hayata tutunabildim.
Onlar sanki benim gerçekten hiç tanışamadığım ama uzaktan bildiğim ailem gibiydiler. Öz babam ve ağabeyimden bana daha derinden olan bağlarla yakındılar. Bir gün Yüce Yaratıcı’nın beni onlara kavuşturacağını hissediyordum. Eğer gerçekten olur da bunu başarırsam; ömrümün geri kalanında, kalbimde Yaratıcı’ya ve Gelini Andraste’ye olan inancımın gücüyle ve Gri Muhafızlara olan adanmışlıkla beraber şanlı yolumda ilerleyecektim.
“Yaratıcı, Gri Muhafızlara üzüntüyle gülümsüyor, bu yüzden Mabet diyor ki, hiçbir fedakârlık onlarınkinden daha büyük değildir.”
Ufku izliyordum, Gri Muhafızlardan gelecek bir hareketlilik görebilmeyi umuyordum. Çiftliğimize uzanan tek yol olan bu noktadan gelmek zorunda olduklarını biliyordum ve onları gören ilk kişi olmayı umuyordum.
Etrafa dağılmış vahşi Halla sürüleri isyan ediyor, otlakların daha lezzetli olduğu dağın aşağısına inmek için hep beraber homurdanarak ses çıkarıyorlardı. Halla: ormanlarda yaşayan boynuzlu büyük beyaz kürklü bir geyik türüdür.
Dalish Elfleri kültüründe zerafetin ve güzelliğin sembolü olan bu akıllı hayvanlar tarafından bile olsa, dikkatimin dağılmasını istemiyordum. Onları umursamamaya çalışıyordum. Yıllarca ev işleriyle ilgilenip, babamın ve ağabeyimin uşaklığını yapmamın dayanılabilir hale getiren tek şey, bir gün buradan ayrılacağıma dair beslediğim umuttu.
Bir gün, Gri Muhafızlar geldiğinde, beni küçümseyen herkesi şaşırtacak ve aralarına seçilen kişi ben olacaktım. Sonra hızlı bir hareketle Gri Muhafızlara ait at arabasına atlayarak, eski olan her şeye veda edecektim. Beni hiçbir zaman ciddiye almayan babam, tabii ki beni ne Gri Muhafızlara ne de herhangi bir iş için aday olarak görmüyordu.
Babam tüm sevgisini ve ilgisini ağabeyime ayırmıştı. Büyüğüm olan kardeşimle aramda sekiz yaş vardı. Hayatım oldukça zorlayıcı hale geldi ben daha doğar doğmaz. Ya yaşça birbirimize uzak olmamızdan ya da hiçbir ortak noktamız olmadığı için her zaman benden uzak dururdu kardeşim. Bir araya geldiğimizdeyse, küçük düşürücü sözleriyle ve hırpalayıcı hareketleriyle, bana hiç huzur vermezdi .
Babam ise çoğu zaman varlığımdan haberdar değilmiş gibi gözükürdü. Bunun hissettiğim bir diğer sebebi ise benim doğduğum gün annemin vefat etmesiydi. Onun ölümünden hep beni sorumlu tuttuklarını düşündüm.
Yüzüme karşı bunu itiraf etmeseler bile içlerindeki bana karşı olan nefretin kaynağının bu olduğuna neredeyse emindim. Bu yüzden hiçbir zaman doğum günü kutlamam yapılmadı. Çünkü o kötü günü hatırlatıyordu onlara.
İşleri daha kötü bir hale sokan ise ağabeyimin benden daha uzun ve güçlü olmasıydı. Her fırsatta bunu bana fark ettirirdi. Bende çok kısa sayılmazdım ama bacaklarım, ağabeyimin devasa gövdesi karşısında titrerdi.
Babamsa bu durumu düzeltmek bir yana, sanki bundan hoşlanıyormuş gibi görünüyordu. Ağabeyim dövüş eğitimi alırken, ben ev işleriyle ilgilenmek ve onun körelen kılıçlarını bilemem için yollanırdım.
Babam bundan sesli olarak bahsetmese bile, hayatımın sonuna kadar burada kalıp, büyük işler başaracak ağabeyimi izlemek zorunda kalarak geçirmemi planladığı belliydi. Babamla ağabeyimin benim için gerçekleşmesini istedikleri tek dilekleri, kaderimin ailemin ihtiyaçları için bu çiftlikte unutulup gitmekten başka bir şey olmamasıydı.
İşin garip tarafı ise, ağabeyimle babamın nedense bazen benden korktuğunu da hissediyordum. Bu durum, bana attıkları tüm bakışlarda, yaptıkları tüm hareketlerde belli oluyordu. Nedenini bilmesem bile, ağabeyim ve babamda kıskançlık veya tedirginlik gibi bir his uyandırdığımı fark etmiştim.
Belki bunun sebebinin onlardan daha farklı olmam, onlar gibi hareket etmeyip, konuşmuyor olmamdan kaynaklanıyor olabilirdi. Onlar gibi bile giyinmem yasaktı. Babam en güzel giyecekleri mor ve kızıl cüppeleri ve en gösterişli kılıçları ağabeyim için ayırırken, ben ise sadece en ucuzundan paçavraları giyerdim ya da bunlar genellikle ağabeyimin eskittiği kıyafetler olurdu.
Defalarca yıkamama rağmen üstlerindeki pis koku gitmezdi, yırtık pırtık delik içindeydiler. Sürekli iğneyle dikiyordum ve benim için fazla büyüktüler. O şeylerin içindeyken kendimi hiç kadın gibi hissetmiyordum. Uzun saçlarım olmasa neredeyse erkek gibiydim. Bana dayatılmış tüm bu zorluklara rağmen, elimdekilerle yapabileceğimin en iyisini yapmaktan geri durmazdım.
Üzerime oturmayan cübbemin etrafına bir kuşak sararak, onu giyilebilir hale getirirdim. Yaz da gelmiş olduğuna göre artık cübbemin kollarını kısaltarak, hafifçe esen rüzgârların bir kıza göre yapılı duran kollarımı serinletmesine izin verebilirdim.
Sahip olduğum tek pantolon kalitesiz keten kumaşından yapılmıştır ve ayaklarıma geçirdiğim en ucuz deriden imal edilmiş botların bağcıkları, kaval kemiğimin ardında birleşiyordu. Yani kısacası, tam bir dilenci gibi giyiniyordum.
Fakat fiziksel özelliklerim açısından hiç de bir dilenciye benzer halim yoktu. Uzun ve hayli çeviktim. Heybetli ve asil görünümlü çenem, yüksek elmacık kemiklerim, ela renkteki gözlerim ile yanlış işe verilmiş bir savaşçıya benziyordum.
Dalgalar halinde sırtımın hizasına inen düz kahverengi saçlarım, ışıkta parıldayan gözlerle birleşiyordu. Her gün ağabeyimin geç saatlere kadar uyumasına izin veriliyordu. Bense sabahın beşinde kaldırılarak çiftliğimizdeki hayvanlarla ilgilenmek zorunda bırakılıyorum.
Deliksiz uyku ardından doyurucu bir yemek ziyafeti çekiyordu. Diğer taraftan ben öğlene kadar aç çalıştırılıyorum. Özellikle bugün en iyi silahlarla donatılarak babamın desteğiyle Amaranthine Şehrinde efsanevi Gri Muhafız Komutanı Ireial’ın şerefine tertiplenen büyük bir turnuvaya seçmeler için gönderilecekti.
Haftalardır bunun için antrenmanlar yaparak hazırlanıyordu. Bana ise bunu izlemem için bile izin verilmeyecekti. Bir kere babamla bunun hakkında konuşmaya çalışmıştım. Fakat babam konuyu kesin bir dille kapattığı için, bir daha onunla böyle bir tartışmaya girmek istemedim.
Ancak bu durumu hiç de adil bulmuyordum. Âmâ ben babamın belirlediği yazgıya karşı çıkmakta kararlıydım. Babamla yüzleşecek ve onun cevabı ne olursa olsun, mücadeleye katılmak için gidecektim ve bunu kazanarak kendimi Gri Muhafızlara tanıtacaktım.
Babamın beni durdurmasına imkanı yoktu. Bunları düşünmek bile şimdiden midemde düğümlenmeye benzer bir his uyandırıyordu.
“Onları koruyacaksın ama yine de fırsat bulduklarında senden nefret edecekler. Ne zaman aktif bir şekilde yüzeye sürünen bir Yıkım tehdidi yoksa insanlık sana ne kadar ihtiyaç duyduklarını unutmak için elinden geleni yapacaklar ve aslında bu bizler için iyi bir şey. Bunu yapman için seni zorlasalar bile onlardan uzak durmalıyız. Zamanı geldiğinde zor kararlar verebilmemizin tek yolu budur.”
-Kristoff, Kutsal Çağ’da Orlais’li Gri Muhafız Komutanı İştirak Ritüeli Konuşması
Yeni doğmaya başlayan güneş artık epeyce yükselmişti ve mor gökyüzünün üzerine nane yeşili bir katman ekliyordu. İşte tam o an ufukta beliren kafileyi tespit ettim. Dimdik ayaklarım üzerinde doğrulmuştum ve tüylerim diken dikendi.
Ufukta silik şekilde görünen at arabalarının kaldırdığı tozlar, etrafa yayılıyordu. Seçebildiğim her yeni at arabasıyla beraber, kalbim daha hızlı atmaya başlıyordu. Bu mesafeden bile Griffon armalı koyu gökyüzü mavisi renkli at arabalarının güneşin altında parlayışını görebilmek mümkündü, tıpkı sudan fırlayan bir Muhafız Balığının asaletine sahiptiler.
Tamı tamına altı araba saydıktan sonra artık daha fazla dayanamayacağımı fark ettim. Göğsümde hızla atan kalbimle, hayatımda ilk defa sıkıntılarımı unutarak, düşe kalka tepeden aşağı inmeye başladım. Kendimi onlara gösterene kadar durmak niyetinde değildim.
Var gücümle tepeden aşağı inerken, ne soluklanmak için duruyor ne de vücudumu çizikler içinde bırakan dalları umursuyordum. Bir açıklığa vardığım zaman durup, önümde uzanan yaşadığım alana baktım. Uzaktan bu sessiz sakin görünen çiftliğin içinde, çatıları sazla örtülmüş, duvarları kille sıvanmış yapılar yer alıyordu.
Evimizin bacasından çıkan dumanı görünce, ailemin çoktan uyanmış olduğunu ve kahvaltılarını hazırladıklarını anladım. Amaranthine’ın liman kentine bir buçuk günlük mesafede olan bu huzursuzlukla dolu yerleşkenin bir zamanlar amacı, olası tehlikeleri önceden tespit edebilmekti. Tıpkı bölgenin sınırlarında yer alıp, tarımla uğraşan diğer köyler veya çiftlikler gibi, burası da vatanımızın çarkında işleyen dişlilerden sadece biriydi.
Tozu dumana katarak koşuyordum, çiftliğimize uzanan son açıklığı da hızla geçtim. Beni gören tavuk ve köpekler, dehşetle önümden çekildiler ve ardımdan ses çıkararak bağırmaya başladılar. Fakat ne bu hayvanlar ne de herhangi bir şey için yavaşlamak niyetinde değildim. Hızla evimin yolunu tutmaya devam ettim.
Ortadan ayrılan evimizin tek odasının bir tarafında babam, diğer tarafında ağabeyim uyuyordu. Eve bitişik haldeki tavuk kümesi ise benim uyumak için kaldığım kısımdı. İlk başlarda ağabeyimle birlikte yatıyordum, fakat onun zamanla büyüyüp, kabalaşması ve babamın gözünde daha özel bir yere gelmesiyle beraber, yanlarında istenmediğimi anlamıştım.
Başlarda buna çok bozuluyordum, ama zamanla kendime ayrılan bölümde hayvanlarla birlikte memnuniyet duymaya ve hatta ağabeyim ile babamdan uzak olduğum için keyif almaya bile başlamıştım. Zaten evin istenmeye kişisi olduğumu düşündüğümden, kümese yollanmamla beraber artık bundan iyice emin olmuştum. Hızla ön kapıdan içeri daldım, hızımı kesmeden ilerlemeyi sürdürdüm.
“Baba!” diye bağırdım, bir yandan soluklanmaya çabalarken. “Gri Muhafızlar geliyorlar!”
Çoktan üzerine en güzel kıyafetlerini geçirmiş olan babam ve ağabeyim, kahvaltı masasının üzerine çökmüşlerdi. Haberi alır almaz yerlerinden fırladılar. İkisi de suratıma bile bakmadan ve omuzlarını çarparak, doğru evden dışarı fırladılar.
Peşlerinden koşuyordum, onlarla beraber ufku izlemeye başladım.
Ağabeyim, “Ben kimseyi göremiyorum” dedi kalın sesiyle. Geniş omuzları ve kısa kesilmiş saçları olan ağabeyim, bana her zamanki gibi küçümseme dolu olan kahverengi gözlerini çevirdi.
“Bende göremiyorum” diye onayladı babam. Şaşırmadığım şekilde her zaman yaptığı gibi onun yanını tutarak.
Onlara, “Geliyorlar!” diye karşılık verdim. “Yemin ederim!”
Babam bana dönerek, omuzlarımdan sertçe tuttu.
“Geldiklerini nereden biliyorsun?” diye emreder gibi sordu.
“Onları gördüm.”
“Nasıl? Nereden?”
Köşeye sıkışmıştım. Şüphesiz ki babam, onları görebileceğim tek yerin tepenin üstü olacağını çok iyi biliyordu. Bu yüzden ne cevap vermem gerektiğinden emin olamadım.
“Ben… Tepeye tırmanmıştım-”
“O kadar uzaklaşmaman gerektiğini biliyordun! Ayrıca bugün ağırdaki hayvanları yemleyip sulamayı da unutmuşsun.”
“Ama bu sıradan bir gün değil ki. Onları görebilmek istiyordum. Bu benim hayalim.”
Babam bana öfkeyle dolu bir bakış attı.
“Derhal içeri gir ve ağabeyinin kılıçlarını getirdikten sonra, silahlarının kınını cilalamaya başla. Muhafız konvoyu geldiği zaman, oğlumu en iyi haliyle takdim edebilmek istiyorum.”
Benimle işi biten babam, tekrar ağabeyimle beraber yolu izlemeye koyuldu.
Ağabeyim, “Sence turnuvayı geçebilecek miyim?” diye babama sordu.
Babam, “Bu fırsatı kaçırman senin aptallığın olur” diye cevapladı ve sonra konuşmasına devam etti:
"Geçen birkaç yılda ellerindeki adam sayısı epey bir düştü. Hasat bu kadar kötü olmasaydı, kapıları gezerek katılımcıları toplamaya tenezzül bile etmezlerdi. Dik dur, göğüs dışarı ve kafa hafif yukarı.
Doğrudan gözün içine bakma, fakat bakışların etrafta da dolaşmasın. Güçlü ve kendinden emin dur. Sakın ola ki herhangi bir zayıflık belirtisi gösterme. Gri Muhafızlar katılmak istiyorsan, sanki çoktan onun bir mensubuymuş gibi davranmayı unutma."
Babamın talep ettiği pozisyonu alan kardeşim, “Emredersin, baba” dedi.
Arkasını dönerek babam, bana ters bir bakış attı.
“Sen neden hala buradasın?” diye sordu. “Doğru içeri!”
İki arada kalmıştım, yerimden kıpırdayamadım. Her ne kadar babamın emirlerine karşı çıkmak istemesem bile, onunla konuşmam gerekiyordu. Ne yapmam gerektiğini düşünürken kalbim heyecandan duracak gibiydi.
Babamın sözünü dinleyip, kılıçları getirdikten sonra içimden geçenleri onunla paylaşmanın en iyisi olacağına karar verdim. Doğrudan onun karşısına dikilmenin, işleri daha da kötü yapacağının farkındaydım.
Ejderha Tanrı'nın Ruhu - Fantastik Hikaye
"Dışarıdan bir ejderhayı andırıyordu ama içinde sıradan hiçbir ejderha da bulunmayan korkunç bir güç barındırıyordu. Karanlık onun etrafında dönüyordu çünkü karanlık aslında onun ruhuydu..."
Yaşayan efsane olan Gri Muhafız Komutanı, Amaranthine Arlı ve aynı zamanda Ferelden Kralı I. Leo Cousland’ın oğlu Axael Cousland tıpkı babası gibi biri olmanın hayalini kurarak büyümüştür.
Ama zamanla fark edeceği gizemli özel yetenekleri vardır. O herkesten hatta her şeyden farklıydı. Belkide evrendeki gelmiş geçmiş en güçlü kişi olma niteliğinde.
Fakat doğumu ve onu saran kehanetle ilgili her şey kendisinden yıllarca saklanmış olan sırlar kim olduğunu merak etmesine sebep oluyor. Bu da gerçek potansiyelini görmesini engelliyor.
Yaralı bir ejderha ile tehlikeli Brecelian ormanında tek başına gezerken karşılaştığında Ferelden krallığını hatta tüm Thedas’ı sonsuza kadar değiştirecek bir dizi olayın fitilini ateşliyor.
Güçlü atmosferi ve derin karakterleri olan Ejderha Çağı evreni gri muhafızlar ve savaşçılar, krallar ve lordlar, onur ve kahramanlık, büyü, kader, canavarlar ve ejderhaların sürükleyici bir destanı.
Aşk ve kırık kalpler aldatma, hırs ve ihanetin fantezi bir dünyada geçen hikâyesi…
Chantry Takvimi: 9:52 Ejderha
Yer: Ferelden, Redcliffe Köyü
Tepenin üzerinde durmuş ufku seyre dalmıştım. Çizmelerimin altındaki çimenli zemin sert ve donmuştu. Etrafımda onlarca kar taneciği uçuşuyordu. Isırıcı soğuğa aldırış etmeyip hedefime odaklanmaya çalışıyordum.
Çevrede şiddetli bir rüzgârın ve uzaktaki bir dalda duran karganın sesi yankılanıyordu. Ben ise o sırada gözlerimi kısmış, Konsantre olarak tüm dünyanın geri kalanından soyutlanıyordum ve kendimi sadece çok uzaktaki çam ağaçlarından oluşan arazide bir başına dikilen, zayıf huş ağacına dikkat etmeye zorluyordum.
Elli yedi metre kadar bir mesafede bulunan bu atış, babamın en iyi adamlarının bile kalkamayacağı bir işti. Ailem arasında ben yani Axael Cousland bu durumlarda herkesten çok daha fazla kararlıydım.
Ama yirmi yıllık şu kısa ömrümde bazı konularda hiçbir zaman yeterince uyumlu olamadım. Elbette bir parçam üvey annemin benden beklediği gibi yapmak ve üst tabakadaki toplumda yerime uygun olarak, diğer soylu aile mensuplarının katıldığı partilerde tıpkı kardeşlerim gibi vakit geçirmek ve kurallara uyan mantıklı bir prens olmakta istemiyor da değildi.
Yine de derinlerimde olan diğer tarafım ise asla öyle biri değildi. O öz babasının oğludur, babam gibi savaşçı boyun eğmez cesur bir ruha sahipti. Görkemli kalelerin taş duvarları arkasında tutulamazdı ve her zaman kalbinin sesine kulak verirdi, mantığa teslim olmadan.
Bütün o gri muhafızlardan çok daha iyi bir atıcıydım. Aslında babamın en iyi askerlerini tüm silah çeşitleri ve dövüş teknikleri konusunda çoktan geride bırakmıştım bile ve herkese hepsinden önemlisi de babama ciddiye alınmam gerektiğini kanıtlamak için her şeyi yapmaya hazırdım. Babamın beni sevdiğini biliyordum ama babam ile üvey annem benim gerçek kimliğimi görmeyi hep reddediyordu.
Buraya Redcliffe Arl’ı ve babamın çok eski bir dostu olan rahmetli Eamon Guerrin’nin cenazesinin yakılma töreni için geldik. Bu uzun zamandır Denerim şehrindeki saraydan ilk ayrılışımız. Üzücü bir gün olmasına rağmen Redcliffe kalesinden uzakta, tek başıma göz alabildiğince uzanan karlı ovaların verdiği özlemiş olduğum özgürlük hissinin tadını çıkarmaya çalışıyordum.
Buraya geleli çok kısa bir süre olmasına rağmen daha şimdiden kendime bir yer bulup çalışmaya başladım. Kalenin düzensiz taş duvarlarını tepeden gören, isabet ettirilmesi zor ağaçların bulunduğu platonun üstünde kendimi eğitiyordum.
Oklarımın ve kılıcımın darbesi köyde yankılanan sürekli bir ses haline gelmişti. O alandaki tüm ağaçlar bu hamlelerden nasibini almıştı, ağaçların gövdeleri epey parçalanmış, bazıları da yan yatar hale gelmişti.
Babamın birçok okçu muhafızının fareler, tavşanlar, kediler ve benzeri hayvanlara nişan aldığını biliyordum; kendimi eğitmeye başladığım ilk zamanlarda bunu bende denemiştim ve o pis kokulu hastalık taşıyan fareleri kolaylıkla çok uzak mesafelerden öldürebildiğimi fark ettim.
Fakat bu iş zamanla midemi bulandırdı. Ben korkusuzdum ancak duyarsız da değildim ve canlı bir varlığı sebepsiz yere öldürmek bana hiçbir şekilde zevk veren bir amaç olamazdı. O zaman, bir daha tehlike altında olup savunma amacı dışında hiçbir canlıyı öldürmeyeceğime dair kendime söz verdim. Her hayat değerlidir ve onu Yaratıcı’nın çizdiği kader uygun görürse yanına alabilir.
Yine de bitkisel canlılarında bizler ya da hayvanlar kadar olmasa da canları olduğu söylenebilirdi. Onlarında azda olsa acı duyduklarına emindim. Seslerini duyamasak ta. Bu durum hala yeterince acımasızca görünüyor olsa da pratik yapmanın daha iyi bir yolunu bulamamıştım.
Bazı yaratıklar ve canavarlaşmış insanlar var ki organik canlı varlıklar hakkında olan inanışımda genelleme yapmamı engelliyor. Geçen yıllarda küçük erkek kardeşim Loghain büyük bir örümcek tarafından ısırılarak yaralanıp, bir ay kadar uzun bir süre yatakta hasta yattığından beri, ormanlarda yaşayan bu iğrenç şeyleri öldürürken vicdani bir rahatsızlık hissetmiyordum.
Bu olay yazın ortalarında dolunaylı bir gece yarısı gerçekleşmişti. Devasa Brecilian ormanı başkent Denerim’e oldukça yakındır. Loghain ile o gün saraydan gizlice kaçıp kasvetli şehrimizin dışına hevesli bir şekilde attık kendimizi. İkimizde şehir hayatının gürültüsünden, kalabalığından ve monotonluğundan sıkılıyorduk.
Yeni heyecanlar arıyorduk. Macera yaşamak istiyorduk. Tıpkı babamız Yüce Kral Leo gibi. Ormanda koşturup atlayıp, zıplayıp tırmanarak ormanı keşfederken zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştık Loghain’le. Hava kararmıştı ve farkında olmadan çok uzaklaşıp ormanın derinliklerinde kaybolmuştuk.
Tüyler ürperten tuhaf sesleri duymamızla ve onlarca gözleri olan yaratıkların gölgelerden bizi izlediklerini fark etmemizle irkildik. Yaratıcı’nın Gelini Andraste’ye şükürler olsun ki yay taşıma alışkanlığım sayesinde kardeşimle ucuz yırttık.
Saldırı sırasında aniden bir refleksle korkudan titreyen Loghain’i arkama alıp korudum ve yayımı gerip fazla düşünmeden oku yolladım. Ok havada süzülüp dev örümceğin bir gözünden girip başının arkasından çıkmıştı. Diğer örümcekler bunu görünce daha çok saldırganlaştılar ama elim hızlıydı. Birkaç tanesini daha bize yaklaşmadan vurduktan sonra korkup çekildiler.
O anlarda üzerinde hala isabet ettirdiğim oklarla yerde yatan dev örümcekleri saymakla uğraşırken etrafımızı saran bizi aramaya çıkmış gri muhafızların hayrete düşmüş suratlarla bana bakışlarını gördüğümde heyecandan daha çok ürpermiştim.
Tüm uğraşlarım karşısında küçük kardeşim gene de farkında olmadığım anda örümceklerden biri tarafından sokularak zehirlendi. Ev yolunda giderken anlaşıldı.
Fazla zaman kaybetmeden kardeşimi kucağıma alıp taşıdım şehre kadar. Sarayda şifacılar derhal tedavi ettiler çeşitli büyülerle. Dediler ki geç kalsaydık Loghain belki de hayatının geri kalanında kalıcı olarak felç kalabilirmiş. Öyle bir şey olsaydı kendimi asla affetmezdim.
Hava neredeyse zifiri karanlıktı ve buna rağmen örümcekleri bu mesafeden keskin bir doğrulukta vurabildiğime hala anlamakta zorlanıyordu askerler. Bunun imkânsız olduğunu söylediler. Hiçbir sıradan insanın gözleri bu kadar net karanlıkta göremezmiş.
Bunlar neyden bahsediyordu ki böyle? Ben kendimi bildiğimden beri karanlıkta bir kedi kadar iyi görüp bir şahin kadarda uzağı net görüyordum. Ayriyeten çok iyi koku alma duygusuna ve de keskin duyan iki kulağa sahiptim, hızlı ve bir o kadarda güçlüydüm. Bunlar beni Ferelden’den de en iyisi olduğum diğer bir konu olan avcılıkta da parlayan bir yıldız yapan özelliklerimden sadece bazılarıdır.
Bu tanrının bir kutsaması olmalıydı…
Kendimi odaklanmaya zorluyordum. Elli yedi metre uzaklığına yapacağım atışı kafamın içinde canlandırdım. Yayımı kaldırıp, hızla çenemin altına kadar gerip, hiçbir tereddüt etmeden bırakıyordum.
Derin bir nefes aldım, yayımı kaldırdım, bir kararlılık anında yayı gerdim ve bıraktım. Tıpkı kafamda canlandırdığım gibi. Hedeflediğim ağacı vurup vurmadığımı kontrol etmeye ihtiyacım bile yoktu.
Bir an okun ağaca saplanma sesini duydum, ama o anda çoktan başka yöne dönüp yeni bir hedef arayışına girmiştim bile, daha uzak bir tane.
Ayaklarımın dibinde birden inilti duydum ve Maya’ya baktım. Mabarim Maya, her zaman yaptığı gibi yine yanımda yürüyor ve bacaklarıma sürtünerek ilgimi çekmeye çalışıyordu.
Aşağı yukarı on yedi yaşlarında yetişkin dişi bir savaş köpeği olan ve boyu dört ayak üstündeyken belime kadar gelen Maya, bana karşı son derece korumacıydı.
Bende aynı şekilde Maya’ya karşı son derece korumacıyım. İkimiz, Denerim şehrindeyken, birbirimizden bir an olsun ayrılmıyorduk. Maya bana yetişmek için acele ederek arkamdan hızla geliyordu.
Mabarim ile neredeyse birlikte büyüdük diyebilirim. Sadık bir dostum olarak her zaman yanımdaydı. Tabii yolumuza bir sincap ve tavşan çıkmazsa. O durumda saatlerce ortadan kaybolabilir.
“Seni unutmadım kızım” dedim ve elimi sırt çantama sokup, önceki günkü ziyafetten kalan bir yaban domuzu kemiğini Maya’ya uzattım. Maya kemiği kaptığı gibi çevremde neşeyle koşmaya başladı.
Bir zamanlar tıpkı şu anda benim gibi babamında bir mabarisi vardı ama o erkekti. Maya babamın maceracı olduğu günlerde yanında yoldaşlık yapmış o köpeğin yavrusuydu. Maya’nın hayatı inanılmaz derecede trajiktir.
Maya ve ben daha küçüktük, o köpeğin yaşlılıktan dolayı öldüğünü hatırlar gibiydim. Maya’nın annesini ise doğum sonrası kaybetmiştik. Tam dört tane yavru doğurmuştu ancak yavrular zamanla zayıf düşerek ölmeye başladılar. Aralarından sadece Maya hayatta kalmayı başarmıştır.
Zavallı Maya’m…
Nefesimin havada oluşturduğu buhar adımlarımdan önce sislere karıştığı sırada, yayımı omzuma astım ve sıcak nefesimi kurumuş soğuk ellerime üfledim. Geniş ve donmuş düz platoyu geçip etrafıma baktım.
Bu noktadan tüm bölge, Redcliffe’nin genelde yeşil olan ama şimdi karla kaplı irili ufaklı tepeleri, kuzeydoğu köşesine aynı armasında olduğu gibi beyaz bir zemin üzerinde kırmızı bir uçurumun üstüne yerleşmiş olan devasa Redcliffe kalesi görülebiliyordu.
Bu yüksek noktadan kalede olup biten her şeye, gelen giden soylu lord ve leydiler, köylü halka ve şövalyelere kuş bakışı bir görüşe sahiptim ve bu da burayı kısa süre içinde sevmemin bir başka sebebiydi. Birkaç gündür kendimi her defasında Guerrin Ailesinin kalesinin antik taşlarının şekillerini, tepelere doğru etkileyici şekilde uzanan görkemli siper ve kulelerinin göz kamaştırıcı işçiliğini incelerken buluyordum.
Calenhad Gölünün batı kıyısında yer alan Redcliffe köyü, üzerinde yükselen uçurumlarının kırmızımsı tonları için böyle isimlendirilmiştir. Kalesi himayesindeki köyün kendisinden bile daha eskidir. Köy İle kale arasındaki ulaşım taştan bir köprü aracılığıyla sağlanmaktadır.
Kale Alamarri klanlarının günlerinden beri, Frostback Dağları’ndan ana geçidi Orlais’e doğru uzanan alanı korumuştur. “Redcliffe’nin kaderi, tüm Ferelden’nin kaderidir.” demiş Kral Büyük Calenhad zamanında.
Ne kadarda doğru demiştir çünkü Redcliffe Ferelden’nin batı tepelerinde yer almaktadır. Şatosu, Ferelden’e giden tek karayolu için ilk ve son savunma hattıdır ve ülkeye yapılmış pek çok saldırı kale sayesinde engellenmiştir.
Redcliffe, Orzammar ile Orlais arasındaki konumu nedeniyle Ferelden’nin en refah dolu zengin kasabalarından biridir. Bu şekilde dış ticaret merkezi haline gelerek ve elverişli koşulları, alanın küçük boyutuna rağmen zaman içinde bir arllık olarak adlandırılmasına neden olmuştur.
Buranın vatandaşları esas olarak Orlais’ten cüce mallarının nakliyesini yapan balıkçı veya tüccarlardır. Vadinin üstünde ise önceden dediğim gibi kale yer alır. Kale bütün Redcliffe bölgesi için garnizondaki askerlere hizmet verir.
Avvar tepesi halkıyla, Orlais İmparatorluğunun Ferelden’i fethetmeye ovalarımıza geldiklerinde öncelikle kontrol altına almaları gereken ilk yer Redcliffe kalesiydi. Bu kolay bir iş değildi, çünkü halkı basit insanlar olsa da cesurdu. Ferelden’nin koruyucusu olan rollerinden ötürü kendileriyle gurur duyuyorlardı.
“Tepelerde demir var, insanlarının kalplerinde olduğu gibi!” Diye yerel bir savaş naraları bile vardı.
Kale birçok kuşatmaya dayandı. Sadece üç kez, başarılı bir şekilde alındı. İlk önce Kral Calenhad sonradan Orlais İmparatorluğu asaleti ve en son Ferelden İsyanı sırasında asil Guerrin Ailesi tarafından.
Bu üç başarılı kuşatmaya rağmen, kale halk tarafından günümüzde hala “Geçilemez.” olarak tanımlanmaktadır. Ek olarak Beşinci Yıkımın başlarında babam Kral Leo o zamanlar sadece çaylak bir Gri Muhafızdı. Redcliffe rahmetli Arl Eamon’dan davası için destek almaya gitmişti.
Ancak köyü yürüyen cesetler tarafından kuşatılmış çaresizce yardım beklerken bulmuştu. Babam köylü milislere liderlik ederek bu saldırıları durdurmuş. Ardından Eamon’la ailesini başta köydeki saldırılara neden olan korkunç bir arzu iblisinin pençelerinden kurtarmıştır.
O yıllardan şu ana kadar Redcliffe büyüyüp gelişmeye devam etmiştir. Güncel kayıtlarda nüfusu yaklaşık beş yüz civarıdır…
Duvarların ötesinde, kalenin giriş kapısının önünde babamın Gri Muhafızları dairesel bir eğitim alanında, çalışıyordu. Savaşçıların düzenli sıralar halinde kukla hedeflere kılıçlarla saldırıya geçişlerini ve ağaçlara asılı kalkanlara oklarını saplamaya çalışmalarını heyecan içinde seyrediyordum. Onlara katılabilmek için can atıyordum.
Aniden tanıdık gelen bir çığlık sesi duydum, o yöne doğru döndüm. Kalabalığın içinde bir kargaşa vardı. Telaş içindeki kalabalığı izlediğimde, kalabalığın önünde, ana yola doğru, genç kardeşim Loghain’ni ve ondan sadece üç ay daha büyük olduğum Cailan’ı gördüm.
Gerilmiştim ve tetikteydim. Küçük kardeşimin sesinde sıkıntı sezmiştim. Cailan’nın her zaman olduğu gibi aklında yine iyi bir şey olmadığı belliydi.
Cailan’nı izlerken gözlerimi kıstım, içimde bir öfkenin yükseldiğini hissettim ve bilinçsiz bir şekilde yayımın kabzasını sıktım. Kalabalığın arasından kendisinden altmış santim uzun olan ağabeyinin kaslı kollarının arasında isteksizce sürüklenen Loghain belirdi.
Küçük Loghain kırılgan, duygusaldı ve on yaşına daha yeni basmış bir çocuktu. Cailan ise gururlu duruşuyla, açık ela gözleri ve koyu kahve kısa dalgalı saçlarıyla kuvvetli bir delikanlıydı.
“Bırak beni, dedim!” diye bağırdı Loghain.
Cailan onu köyün aşağısına doğru, kaleden uzağa, ormanlığa giden ıssız yolda kaba bir şekilde sürükledi. Cailan’nın onu bir kılıç kullanmaya zorladığını gördüm. Loghain için fazla büyük bir kılıç. Loghain onun için sataşılması çok kolay bir hedefti.
Cailan tüm hayatı boyunca bir kabadayıydı. Güçlüydü, cesur sayılırdı fakat gerçek yetenekten çok gösteriş yapardı ve her zaman kendini başa çıkamayacağı belalar içine sokardı.
Neler olduğunu anlamıştım. Cailan avlarından birine götürüyordu onu. Elinde şarap matarasını gördüm ve önceden içmiş olduğunu fark edince öfkem arttı.
Anlamsızca hayvan öldürmeye gittiği yetmiyormuş gibi, bir de sarhoştu. Çok sevdiğim küçük kardeşimi peşinden zorla getirmeye çalıştığını saymıyorum bile.
“Büyü artık, sen erkeksin.” dedi Cailan.
Tepelerden aşağı doğru inerken onlara yetişememekten korkuyordum. Yola doğru atladım ve onların önlerini kesip durdum. Sert nefes alıp veriyordum, Maya’da yanımda duruyordu, yolu kapatıyorduk.
Cailan’la küçük kardeşim de aniden durdular, şok olmuş halde bana bakıyorlardı. Loghain beni görünce yüzünde belli olan bir rahatlama yaşamıştı.
“Kayıp mı oldun Axael?” diye sordu Cailan alay edercesine.
Kaşlarımı çattım, kararlı bir ifade takınmıştım, Maya da yanımda sırtındaki tüyleri dikilmişti ve hırlıyordu.
“Şu yaratığı benden uzak tut demiştim sana kaç kere!” dedi Cailan, cesurca konuşmaya çalışıyordu ama köpeklerden ne kadar çok korktuğunu biliyordum…
“Loghain’i nereye götürdüğünü sanıyorsun?” diye sordum.
Cailan durakladı, yüzü yavaşça sertleşmeye başladı.
“Onu avlanmaya götürüyorum ve nasıl gerçek erkek olunacağını öğreteceğim.” dedi Cailan, erkek kelimesini vurgulayarak.
Ama benim pes etmeye niyetim yoktu.
“O daha çok küçük.” dedim kesin bir ifadeyle.
Cailan kaşlarını çattı.
“Kim demiş?” dedi.
“Ben diyorum.”
“Sen babası mısın?”
“Senin onun babası olduğun kadar.”
Gergin bir sessizlik içinde bir süre durduk. Loghain korku dolu gözleriyle bize bakıyordu.
“Soralım o zaman,” dedim," Loghain avlanmak istiyor musun?"
Loghain utanarak yere baktı. Sessizce durdu ve benim bakışlarımdan kaçındı. Konuşmaktan korkmuştu. Cailan’dan çekiniyordu ve onu sinirlendirmek istemediği için böyle davranıyordu.
“İşte sen de gördün,” dedi Cailan. “Bir itirazı yok kardeşimin.”
Öylece kaldım, hayal kırıklığı içindeydim, Loghain’nin tepki vermesini istiyordum fakat onu zorlayamazdım.
“Onu şimdi ava götürmen akıllıca olmaz,” dedim. “Kar fırtınası geliyor. Çok yakında hava da kararacak. Ormanda yaşayan büyük bir yaratık hakkında uyarılmıştık unuttun mu? Eğer ona avlanmayı öğretmek istiyorsan, Loghain’nin biraz daha büyümesini bekle.”
Cailan rahatsız bir şekilde kaşlarını çattı.
“Teşekkürler ama ne korkağım ne de avlanmak konusunda senden akıl alacak değilim.” dedi Cailan. “Şu ağaçlar dışında yakın zamanda ne avladın ki?”
Cailan lafını bitirip bana gülmeye başladığı sırada bende ne yapmam gerektiğini düşünüyordum. Gerçi Loghain konuşmadığı sürece yapabileceğim çok fazla bir şey de yoktu.
“Çok fazla endişeleniyorsun Axael,” dedi Cailan. “Benim gözetimim altındayken Loghain’ne hiçbir şey olmaz. Onu sadece biraz daha sertleştirmek istiyorum, öldürmek değil. Onu düşünen tek kişi sen değilsin. Bende ağabeyiyim. Ayrıca, babamız da izliyor, onu hayal kırıklığına uğratmak mı istiyorsun?”
Kafamı kaldırıp Cailan’nın gözüyle işaret ettiği yere baktım ve kulenin yukarısında, kemerli, dışarı bakan pencerede babamın durduğunu ve bizi izlediğini gördüm.
Bu duruma tepki göstermediği için o an içimde büyük bir hayal kırıklığı daha hissettim.
“Loghain, çekinme bana söyle,” dedim. “Bu işkenceyi sana yapmasına izin verme. Benimle kaleye hemen dönebilirsin.”
Ardından küçük kardeşimin gözleri yaşlarla dolmaya başlamıştı. Çevremizde uğuldayan bir rüzgâr ve hızlanan kar yağışından başka hiçbir şeyin bozmadığı bir sessizlik oldu.
En sonunda Loghain eğilip bükülerek, “Ava gitmek istiyorum,” diye yarım ağızla mırıldandı.
Cailan zafer gülümsemesiyle yanımdan, omzunu çarparak geçti Loghain’le beraber ve yolun aşağısına doğru aceleyle yürüyerek indiler. Arkamı dönüp onları izlerken midemde berbat bir ağrı hissi oluştu.
Yüzümü tekrar kuleye döndüm ve baktım fakat babam çoktan gitmişti.
Cailan ile Loghain yaklaşan fırtınanın içine, ormana doğru gözden kayboldular. Loghain’i kapıp geri getirmeyi düşünüyordum ama onu utandırmak da istemiyordum işte.
Oluruna bırakmaktan başka çarem yoktu ama buna katlanamıyordum. Bir tehlike seziyordum, özellikle kış ayında. Cailan’a güvenmemiştim.
Loghain’e zarar verecek değildi ama umursamaz ve aşırı sertti. Hepsinden daha kötüsü gösteriş meraklısıydı. Aşırı güveniyordu kendine. Bunlar bir avcı için oldukça kötü bir birleşimdi.
Daha fazla dayanamazdım. Eğer babam hiçbir şey yapmıyorsa, kendim yapmalıydım. Artık hesap verme yaşını geçmiştim.
Ve koşmaya başladım, ıssız Redcliffe yolunda, yanımda Maya’yla, ormana doğru yola çıktım…
Kalenin hemen batısındaki, ağaçların sıklığından etrafı görmenin neredeyse imkansız olduğu bir ormanlık alana girdim. Ormanın içinde, yanımda Maya’yla birlikte yavaşça ilerlerken, kar ve buz ayağımın altında çıtırdıyordu.
Ormanın iç kesimlerine geldiğimde hava daha çok kararmıştı, soğuktu ve yerden gelen çürümüş toprak kokusundan dolayı ağırlaşmıştı.
İçim daraldı ve yukarı baktım; sanki ebediyete kadar uzanıyormuş gibi görünen beyaz ağaçların içinde karınca misali kalakaldım. Bunlar budaklı dalları ve kalın siyah yapraklı geniş gövdeli binlerce yıllık ağaçlardı.
Buranın lanetli olduğunu ilerledikçe tüm kalbimle hissetmeye başladım; son Yıkım’dan bu yana Ferelden genelinde hiç iyi şeyler yaşanmamıştı ve aziz ülkem galip gelmesine rağmen yıllar önce yaşanmış büyük savaşın bıraktığı izleri hala üzerinde taşıyordu.
Zaten Redcliffe kasabasına cenaze için yeni geldiğimizde en son burada avlanmış bir avcı grubuyla alakalı kötü bilgiler almış ve yolların tehlikeleri hakkında şövalyeler tarafından dikkatli olmamız için uyarılmıştık. Bunları düşündüğüm anda ürpermeye başladım.
Detaylara gelirsek; yakın zamanda yerin altından üç metre boyunda olduğu tahmin edilen devasa bir kara nesil askeri çıkmış, buralarda bir mağaraya gizlenmiş ve karşılaştığı o zavallı avcıları anında yakalamış ve bir süre onlarla ne yapacağını bilmez bir şekilde elinde esir tutmuş.
Ama doğal olarak her canlı gibi acıktığında avcıların taze sıcak etlerine dayanamayarak onları teker teker yemeye karar vermiş.
Zamanla yaratık mağarasını yeni yuvası bellemiş ve talihsiz gezginlere pusu kurmaya alışkanlık haline getirmiş. Tabii bu saldırı haberleri fazla geçmeden rahmetli Arl Eamon’un kulağına ulaştırılmış.
Halk ondan yardım dilemiş ve o da ilk başta derhal birkaç şövalye yollamış kara nesil sorununu çözmek için ama onlar başarısız olmuşlar.
Daha sonra bu iş için en uygun olan kişilerin gri muhafızlar olduğunu anlamış fakat bu olayı babamla konuşma fırsatı bulamadan hastalanmış. Arkasından işte bildiğimiz gibi vefat etmişti.
Keşke babam bu duruma geldiği gibi bir çare bulsaydı. Ancak dostunun ölüm acısının yarası yeni olduğundan ve cenaze hazırlıklarından dolayı sanırım bu kayıtsızlığı anlaşılabilir.
İşin kötüsü kardeşlerimle beraber bulunduğumuz şu Hinter Toprakları adlı yerde hala yaşayan insan etine açlık duyan büyük bir yaratık vardı.
Etraftan belli aralıklarla farklı hayvan sesleri geliyordu. Gerçi nereye dönersem döneyim nafileydi.
Sık ağaçlar yüzünden yerlerini tespit edemiyordum. Cailan ile Loghain büyük bir tehlike içine gitmişlerdi. Bunu daha iyi anlamıştım ve onları ne olursa olsun bulmalıydım…
Koyunların Arasında Aslan - Fantastik Hikaye
Auriel'in Yayı'nı Serana ve Ejderdoğan bulur ve hemen ardından Volkihar şatosuna Lord Harkon'u durdurmak için Şafakmuhafızları'nında desteğiyle yola koyulurlar. Fakat işler planlandığı gibi gitmez.
Isran saldırı sırasında öldürülür. Daha sonra Lord Harkon öz kızı ve Ejderdoğan ile girdiği şiddetli çarpışmada Ejderdoğan'ı öldürmeyi başarır. Kızını ağır yaralar. Bu sıralarda Şafakmuhafızları'nında sonu gelmiştir. Böylelikle Kadim Parşömen'leri ve Auriel'in Yayı'nı ele geçirir ve bunlarla güneşi karartarak Tamriel'e sonsuz karanlığı getirmiş olur.
Vampirler artık güneş ışığı etkilerine maruz kalmadıklarından dolayı saklandıkları yerlerden yüzeye çıkarlar. Gün geçtikçe cesaretleri artar. Skyrim'in her bölgesinde saldırılar çoğalır. En sonunda birgün Lord Harkon'un önderliğindeki binbir çeşit yaratıktan oluşan muazzam büyüklükteki bir ölümsüzler ordusu ortaya çıkar.
Bu ordunun yaratılış amacı Skyrim'i istila etmektir. Bunu kolaylıkla başarırlar. İç Savaş ve Ejderhalar yüzünden yıpranmış Skyrim halkı fazla direniş gösterememiştir. Birkaç ayda Thalmor Skyrim'den çekilmiş, İmparatorluk yıkılmış ve Fırtınapelerinler yok edilmiştir.
On binlerce insan yenilmiş, kanları kurutulmuş ve binlercesi vampirlere dönüştürülmüş. Skyrim halkının geriye hayatta kalan çok az bir kısmı da hem hizmetçilik hem de besi hayvanı olarak zindanlara atılarak köleleştirilmiştir.
Felaketten kaçıp hayatta kalmayı başaranlar yer altına kaçmışlardır. Orada gözlerden ırak bir şekilde sessizce yaşamlarını sürdürmek zorunda kalırlar. Bunların üzerinden tam on yıl geçer. Yer altı şehri Heart'ta gerçekleşen dehşet verici bir cinayetin sükuneti bozmasının ardından şehre düzeni getirmek kuruculara düşer.
Cinayet vakaları bununla da sınırlı kalmaz ve kasaba halkı bir sinek gibi tek tek avlanmaya devam eder. Her yeni kurbanda şok edici bir sır ortaya çıkar. Zaman azalmakta, çember git gide daralmaktadır.
Sırlar çözüldükçe bilinmezlikler netlik kazanacak ve maskeler birbir düşecektir. Ayrıca aniden ortaya çıkan bir vampirle olaylar daha da sarpa saracaktır...
Tarih: 7 Kasım 4. Çağ 212
Heart, nüfus: 2157
Benim adım Lake, 4 Nisan 4. Çağ 180 yılında (32 Yaşında) Cyrodiil'in Bruma şehrinde Kuzeyli bir ailenin tek çocuğu olarak dünyaya geldim. Kendimi bildim bileli etrafımdaki dünyayı değiştirmeye çalıştım. İkna edici, benmerkezci, dışadönük, bağımsız, karizmatik ve hırslı bir kişiliğe sahibimdir.
Ayrıca inatçı, dominant, alıngan, biraz asabi ve yerine göre de acımasızımdır. Bir çoğunuza antipatik gelmiş olabilirim ama altını çizmek isterim, pek çok ırkdaşımın aksine vicdansız, vahşi biri değilimdir. Hayatımda ki zorluklar karşısında her zaman sağlamlık, hedeflerim karşısında da süreklilik sergilemişimdir. Dayanıklıyımdır ve cesurumdur. Ancak sonuçları ne olursa olsun seçim yaparken ahlaki değerlere bağlı kalmaya çalışmışımdır. Ayrıca kişiliğimde güzel kadınlar tek zayıf noktam olabilir.
Annem ev hanımı, Babam ise bir zanaatkardı, toplum tarafından değer gören, güzel görünen, faydalı aletler yapardı. Jerall dağlarındaki ormanlarda ağaçlar o kadar boldur ki şehirdeki her şey neredeyse ahşaptan yapılmıştır. Bu yüzden zenginler bile yeni mobilyalar yaptırtmak ve evlerini güzelleştirmek için babama gelirlerdi.
Rahat ve lükse alışkın biri olarak büyüdüm. Bir çekic ile balyoz arasındaki farkı anlarım. Çocukluğumu şehrin en varlıklı soylu Kontlarından birinin köşkünde uşak olarak geçirdim. Kötü tarafı hizmet ederken ilk görevim, her zaman ağır başlı ve alçak gönüllü olmaktı, İyi tarafı her türlü eğlencenin olması: ziyafetler, yarışmalar, turnuvalar, dedikodular, büyük aşk ve hikayelerin şiirlerini okuyan ozanlar, soylu tabakadan insanların ziyaretleri. Anlayacağınız bir dünya kargaşa ve yorucu olay.
Hiç unutmam, soylu ailelerin çocuklarıyla, genelde beni görmezden gelirlerdi ama hepsi kendini beğenmiş değildi. Aralarından iyi arkadaşlık kurduklarımda oldu. Ağaç dallarını kılıç gibi kullanarak kaba oyunlar oynardık. Oynadığımız bu oyunlar gündelik yaşantımda bana paha biçilemez dersler verdi.
Şimdilerde yolların çağrısına cevap veren bir köyden yada şehirden diğerine, bulabildiğim ne varsa ticaretini yaparak dolaşan bir gezginim. Çocukluğum aksine yetişkinliğe yeni adım attığım bu zamanlardaki hayatım zengin bir varoluşa sahip değildi, ama böbürlenmek gibi olmasın, konu pazarlığa gelince en cimri ihtiyarlardan bile iyi fiyat koparacak kadar ustaydım.
Annem ve babam vefat ettiğinden beri aklımda tek bir şey var, o da ailemin kaybının acısı bu kadar yakınken artık Cyrodiil'de kalamayacağımdı. Evim gitgide adeta bir hapishaneye dönmüştü. Çocukluğumdan beri dünyayı gezip görme hayallerim vardı. Ama özellikle bir yer vardı.
Skyrim'i görmek istiyordum, tüm Kuzeylilerin babası olan Tiber Septim'in, Yüce Talos'un doğduğu yeri görmek istiyordum. Belki de yeni bir hayat bana, ailemi onurlandırmamı ya da onları unutmamı sağlayabilirdi. Ayrılma fikri kafama yatmıştı, ayrıca Bruma Nibenlilerin şehri olarak bilinir ancak Skyrim sınırına yakınlığından dolayı daha çok kuzeyli bir şehri andırır. Bruma her zaman soğuk ve karla kaplıdır. Böyle bir iklimde doğup büyümek Skyrim'de bana avantaj sağlayacaktı, kendi memleketimde gibi hissedecektim ve alışmakta zorluk çekmeyecektim.
Skyrim hakkında hikayeler anlatıp dururlar. İmparatorluk ile Fırtınapelerin arasındaki savaşlar yüzünden paramparça bölünmüş topraklar, fırsatçılar, maceracılar, haydutlar, ve son olarak ejderhaların dönüşü. Tehlikelere göğüs gerecek nitelikte olanlara büyük fırsatlar sunan bu ülkede geçmişimi ardımda bırakıp yepyeni bir hayata başlayabilirim. Özgür olacağım ve seçtiğim yol her ne olursa olsun büyük maceraların beni beklediğini hissediyorum.
Ve ardından hızlı bir kararla sadece gittim ve asla arkama bakmadım ama Skyrim'e olan yolculuğum hayatımda her şeyi sonsuza kadar değiştirecek korkunç bir yola sokacağını asla tahmin edemezdim...
Kurucular Locası'nın bir üyesiydim ve o akşam Heart'ta ki Mutlu Karınca hanında her zamanki gibi ağıma düşürebileceğim potansiyel avlarımı gözetlemek ve içki içmekle meşguldüm. Derken kalabalıkta bir kadın dikkatimi çekmeyi başardı. Onunla hemen tanışmak için masasına yaklaştım.
Adının Serana olduğunu söyledi. Oldukça çekici olmasının dışında sıradan bir insandan farklı görünmüyordu. Onunla kiraladığım oda da yatmayı düşünüyordum ancak ben daha konuya girme fırsatı bulup pazarlığı yapmadan önce oturduğumuz yerde kısa bir süre sonra büyük bir yangın çıktı. Aniden etrafımızı sarmaya başladı. Çevremizdeki insanlar canlarını kurtarmak için kaçışıyor bazıları camdan atlıyor, bazıları kapıdan fırlıyordu.
Kapıya doğru hamle yaptım ama tam o sırada çıkış yolumuz çatıdan düşen tahta parçaları yüzünden kapandı. Durum çok kötüydü. Sersemlemiştim. Dumanlardan neredeyse boğulmak üzereyken daha ne olduğunu anlayamadan Serana beni kucağına alarak yanan handan dışarıya çıkardı ve ölmekten kurtardı. Ardından yaralarımı tedavi etmeye başladı. Fakat o anda öncesinde sezmiş olduğum tuhaflığı doğrulayan bir şey fark ettim.
Bir kadının 1.91 cm boyunda ve 105 kg ağırlığında bir adamı tek seferde yerden kavrayıp kucağına almasının bende yaratmış olduğu şaşkınlığın dışında, alevlerin içinden ardından duvardan bile geçmemize rağmen Serana'nın hiçbir zarar görmemesi beni şok etmişti. Oysaki benim kıyafetlerim hemen tutuşmuştu. Hatta beraberinde vücudumun pek çok noktasında yanıklar oluştu.
O fırın gibi yerden nasıl hiç yara almadan mucizevi bir şekilde kurtulduğunu ve nasıl bu kadar güçlü olduğunu sorsam da cevap hemen alamadım kendisinden ama nihayetinde o bile cazibeme (ısrarlarına) dayanamayarak kimliğini bana açıklama gereği duydu.
Onun vampir olabileceği aklımın ucundan bile geçmemişti! Bir yanım bu yaratıklardan ölesiye korkuyor ve nefret ediyordu. Yeni taşındığım evimi ve arkadaşlarımı kaybetmeme onun türü sebep olmuştu. Yıllardır yerin altında yaşamamıza ve çektiğimiz acılarda onların ellerinden gelmişti.
Ama diğer taraftan bakacak olursak ondan çok etkilenmiştim. Hayatımı kurtarmıştı ve beni iyileştirmişti. Resmen ikiye bölünmüş gibi hissediyordum. Onunla ilgili neler düşünmem gerektiğine karar verememiş ve kafam karışmıştı. Vampirlerden kurtulduğumuzu ve saklandığımız yerde güvende olduğumuzu sanıyorduk.
Burayı nasıl bulabilmiş ve girmeyi başarabilmişti? Talos aşkına! Bizler bile giriş yolunu güç bela hatırlıyorduk geçen onca yıl sonra. Ortamın sessizliğini Serana birden bozdu. Kendini açıklamaya devam etti ve beraberinde bu çok sayıda ilginç gerçeği getirdi. Serana'ya veyahut adı her neyse o şeye göre her vampir aynı değildi. Kendisi soylu bir aileden gelen safkan bir vampir soyundanmış ve yaşamak için kanımıza ihtiyaç duymadığını söyledi.
İnsanlara bir düşmanlığı yokmuş aksine bizi kurtarmanın bir yolu olduğunu ve bu nedenle Heart'a geldiğini söyledi. Serana'nın söylediklerine inanamıyordum. Bir vampirin sözüne güvenmek mantıklı olur muydu? Bu yaptığım ve yapacağım ilk akılsızca iş olmazdı sanırım.
Bana konuşurken oldukça samimi ve tatlı geldi ama açıkçası birinin niyetini ve doğru mu ya da yalan mı söyleyip söylemediğini anlama konularında pek iyi olduğum söylenemezdi. Özellikle karşımda güzel bir kadın olduğunda beynimle düşünemediğimden dolayı yapacağım seçimden emin olamazdım. Sonuçları ağır olabilirdi.
Kalbim bana başka bir şey yapmamı söylüyor olsa da öncelikle burada kurmuş olduğumuz toplumu düşünmek terazimde daha ağır basmıştı. Sorumluluklarımı son anda arzularıma teslim olmadan hatırlamayı başarmıştım. Fakat onu yargılamak gibi bir niyetim yoktu. Sadece ilişkimize daha temkinli yaklaşacaktım. Onu kışkırtmak yapacağım son hata olurdu.
Bu yüzden cevabımı daha sonra vereceğimi ve beklemesi gerektiğini belirttim. Bir vampire göre anlayışlı, uzlaşmacı ve makuldü. O da benden nazikçe burada yaşadıklarımızı sadece zamanı gelene kadar bilmesi gerekmeyen kişilere anlatmama mı rica etti. Bu bir sır olarak kalmalıydı. İnsanlarımızın bunu duymaya hazır olduklarını da pek sanmıyordum zaten.
Aramızda anlaşma sağlandığında bu olanları diğer kuruculara bir şekilde açıklamanın bir yolunu bulmam gerekecekti. Daha sonra tüm Heart halkına. Ahalinin alacakları bu haberden sonra onların üstünde oluşacak etkiyi hayal bile etmek gelmiyordu içimden. Bende bunu kabul etmek zorundaydım çünkü beni tek vuruşuyla öldürebilecek seksi bir mahlûkattı karşımdaki.
Şayet ona ihanet etmeye karar versem bile beni nereye gidersem gideyim bulacağını yine de öldürebileceğini ve her halükarda kaçıp gidebileceği ile ilgili bir şeylerden bahsetmeyi de unutmadı ayrılırken. Muhtemelen haklıydı.
Zaten yerin altında olduğumuzdan kaçabileceğim yerlerin listesi sınırlıydı. Ayrıca bu yolla onun doğruyu söyleyip söylemediğini asla öğrenemez ve bu genç yaşımda mezara girerdim. (Lake yeni otuz ikiye bastı)
Birde onunla düşman olmak içimden gelmiyordu. Lanet olsun galiba ona yani bir vampire âşık olmuştum. İtiraf etmek bile yeterince zor. Bunu kabullenmek için kendimi şimdiden alıştırsam iyi olacaktı.
Birkaç gün sonra...
Tam uykuya dalacağım sırada kapı çalmaya başladı. Yüksek sesle küfür ederek yarı çıplak bir şekilde yataktan kalkmaya çalıştım. Panikledim çünkü gecenin bu saatinde rahatsız edilmenin ne sebebi olabilirdi? Kötü bir fikir olduğunu biliyordum fakat yine de kapıyı açtım.
"Lake? Beni güzellik uykumdan uyandıracak kadar önemli olan şeyin ne olduğunu hemen söyler misin?"
"Dokuz İlah aşkına! En son hatırladığım dan bile daha iyi görünüyorsun Ayle. Durum bu kadar acil olmasa seninle şuracıkta eski anılarımızı tazeleyebilirdik."
"Saçmalamayı kes! Ve derhal bana bir açıklama yap! Yoksa kapıyı suratına çarpmak üzereyim."
Lake ile Heart'ın kurulduğu ilk zamanlarda tanışmıştık, yaklaşık on yıl kadar önce. O zamandan beri de en iyi arkadaşım olmuştu. Bir dönem bundan daha fazlasıymışız gibi davrandığımızda oldu. Yalan yok oldukça tuhaf bir ikiliydik.
Hiçbir ortak noktamız yoktu ve ayrıca ben bir ulu elf tim o da bir kuzeyliydi ama bunları umursamadık. Ancak dostluk konusundaki şaşılacak başarımızı aynı şekilde sevgililikte pek sağlayabildiğimiz söylenemezdi. Bu yüzden ilişkimiz zarar görmesin diye ayrılmaya karar verdik.
Ortamı sessizlik alınca, dayanıp parmaklarımla kapının kirişini sıkarak kendimi en kötüsünü duymak için hazırlamaya başladım.
"Ona öldü." diyebildi Lake en sonunda.
"Hayır..." diye fısıldadım.
Yatağıma yaklaşıp ucuna oturdum.
"Maalesef evet."
"Urag nerde?" diye sordum.
Tanıdığım en adi, en pislik ork olan Urag, yüzünde her seferinde daha çok yara bere içinde gördüğüm Ona'nın kocasıydı. Demircilik işlerinde oldukça iyiydi ve Heart'ın merkezindeki dükkânlardan birine sahipti.
Her ne kadar kimse karısına karşı olan davranışlarını onaylamasa da çok sayıda müşterisi ve kasabadaki en ihtişamlı evlerden birine sahip olacak kadar da malı vardı.
Dev gibi elleri ve çabuk öfkelenen karakterini göz önüne aldığımda, henüz daha çok genç olan Ona'nın ölümünden sorumlu kişinin Urag olduğuna dair aklımda şüpheler oluşmuyor değildi.
"Ayle olay mahalline gitmeliyiz. Kocası ise cinayet suçuyla gözaltına alınıp sorgulanacak. Ona'nın pek hoş durumda olmadığına dair haberler aldım. Agnar işe giderken cesedi sabaha karşı evinin yakınlarındaki sokakta bulmuş."
İlahlara bana güç vermesi için dua ettim.
"Kurucular Loncası bu vakanın çözülmesi için ikimizi görevlendirdi. Bu uzun zamandır aradığımız bir fırsattı. Nihayet sonunda kendimizi kanıtlaya bileceğiz. Bu yükselebilmek için bir şans. Bu arada iyi misin Ayle? Suratın bembeyaz oldu da."
"Üstesinden gelebilirim Lake. Zaten başka seçeneğimiz yok."
Üzerimdeki gecelikten kurtulup kıyafetimi giydim. Ona'ya hayattayken yardım edememiştik, hiç değilse ölüsüne yardımımız dokunabilirdi...
Kanlı Ay - Fantastik Hikaye
"Dokuz gün geçti,
O kanlı gecenin şafağında uyandığım günden bu yana,
Dokuz gün geçti,
O lanetli gecedeki yaratıkların beni kâbuslarımda kovaladığından bu yana,
Dokuz gün geçti,
Sabahın ortasında dalıp arkama bile bakmadan kaçtığım günden bu yana..."
Tornas, 4. Çağ 175 tarihinde Skyrim'in Whiterun şehrinde Kuzeyli bir ailenin tek çocuğu olarak dünyaya geldi. Evin geçimini babası avcılıkla sağlıyordu. Tornas büyüdüğünde babası gibi başarılı bir avcı olmayı hayal ediyordu.
Tornas'ın 11. yaş gününde, babasının bir av sırasında ayı tarafından sakatlanmasından sonra mecburen avcılığı bırakmak zorunda kaldı. Ailesi, babasının kararıyla Whiterun'nun güney batısında yer alan Riverwood adlı kasabanın hemen dışındaki küçük bir çiftliğe taşındılar.
Bu taşınma işi, genç Tornas'ın ruh halini bunalımlı bir yöne soktu. Eski arkadaşlarından uzakta huzursuz bir dönem geçiren Tornas, gençliğinden gelen sınırsız enerjiyi yöneltebileceği bir alan bulmak için çok çabaladı.
Delikanlılık çağına girmesiyle beraber, giderek daha fazla zamanını çiftlikten uzakta, aynı babasının bir zamanlar olduğu gibi avcılığın heyecanın albenisinin çiftçiliğin sağduyululuğuna göre daha ağır bastığı ormanlarda geçirmeye başladı.
18. yaşına geldiğinde, ailesine karşı sorumluluklarını yerine getirmek yerine avın ganimetleriyle dolu bir hayatı çiftçiliğe uzanan rutin bir hayata tercih ettiğini açıkça göstermişti. 4. Çağın 193 yılının başlarında babasını ardından kısa bir süre sonra annesini kaybetti.
Birkaç yıl içinde ailesinin çiftliğini sattı ve tek başına yaşamaya başladı. Yetişkinliğe yeni adım attığı dönemde ise sadık köpeği Tull ile birlikte Riverwood'un yakınlarındaki ormanlarda, küçük bir kulübeye yerleşmiş, düzenini kurmuş ve hayatını avcılık, odunculuk ve ok ile yay yaparak sürdüren onurlu bir adam haline gelmişti.
Bir köyden ya da şehirden diğerine yolculuklarında, yanında seyyar bir tezgâh taşır ve av takımlarının yanı sıra, tavşan, geyik, keçi gibi av hayvanlarının etlerini, kürklerini de satardı. Avcılık onun kanında vardı, babasıda bir avcıydı ve onun babası da...
Bir gün ormanda her zaman yaptığı gibi avlanmaya çıkmıştı. Büyük erkek bir geyiği izliyordu, tüm orman boyunca peşinden sadık dostu Tull ile koşturdu ve bir grup haydut ile karşılaştı. Tornas Kuzeyli olmasına rağmen gereksiz şiddeti sevmezdi, başlangıçta onlarla konuşup anlaşmayı denedi.
Ama eşkıyaların laftan anladığı yoktu, savaşmak zorundaydı, lakin sayı üstünlüğü onlardaydı. Esir alındı ve soyuldu, ardından köpeği ile bir kampa getirilip eli ve bacakları bağlandı. İşte her şey o günün gecesinde başladı...
"BİR ADAM TEMİZ KALPLİ OLSADA
HER GECE DUA ETSEDE
KURT OLDUĞUNDA
VE KANIN KOKUSUNU ALDIĞINDA
AY ONUN İÇİN DOĞAR VE ÇILGINLIK BAŞLAR..."
Tarih: 11 Aralık 4. Çağ 200. Yılı
Köpeğim delice havlıyordu, bize bir şeyler anlatmaya çalışan bir hali, sanki yaklaşmakta olan felaketimizin haberini vermek için çırpınıyordu. Ardından gelen korkunç ulama sesleri ormanda ve gökyüzünde yankı yapmış, her yanı kaplamıştı.
Tull çıldırmış gibi görünüyordu, boynunda ki tasmanın ipini koparıp ormanın derinliklerine doğru koşturdu. Ellerim, ayaklarım bağlı olmasaydı ve tepemde de haydutlar olmasaydı ona engel olmayı deneyebilirdim. Endişeli şekilde, gözlerim çevrede Tull'u arıyordu, dalıp gitmiştim. Kısa bir süre sonra sadık dostumun inleme sesleriyle irkildim.
Anladığım kadarıyla bir şeye saldırıyor, onunla boğuşuyor gibiydi. Bağrışma sesleri kesildikten sonra emindim, Köpeğim Tull öldürülmüştü. Tam o anlarda karşımda enteresan bir şekilde yürüyen oldukça uzun boylu, kaslı, yapılı bir insan silueti gördüğümü sandım.
Meraklı bir haydut meşalesini karanlığa tuttu, ortam aydınlandıktan sonra gördüğüm şey karşısında vücudum adeta buz kesti. İnsan bedeni ile kurt bedeninin birleşmesiyle oluşan bir vücuda sahip, iki ayaküstünde duran bir mağara ayısını andıran korkunç bir mahlûkat.
Kuyruğu ve siyah tüyleriyle bu yaratık sadece bir hayvandan ya da insandan daha fazlası gibi görünüyordu. Ormandan sürüyle çıkageldiler, etrafımızı çevreleyip sardılar. Kudurmuş gibi hırlayıp, kükrüyorlardı. "Sessiz... Ani Hareketler yapmayın, bir arada durursak, korkup kaçacaklar. Onlar sadece hayvan." dedi haydutlardan biri cesaretten mi yoksa çaresizlikten mi bilinmez.
Canavarlar kısa bir süre duraksadılar ve sonra çekildiler. "Belki de adam haklıydı," diye geçirdim içimden. Ama birazdan o şeyler bize haklarında ne kadar yanıldığımızı kanıtlayacaklardı. Haydutlar kutlama yapıp, içip sarhoş olurken canavarların saldırıları ansızın ve hızlı oldu.
Kamp alanı haydutların çığlıklarıyla dolup taştı. Birer birer parçalanıp, sağa sola iç organları saçıldı. Sonra yenmeye başlandılar. Onlar adına üzüldüğümü söyleyemezdim, başlarına gelenleri fazlasıyla hak etmişlerdi.
Saldırı sırasında yere uzandım ve o yaratıkların ölü olduğumu sanacak kadar aptal olmaları için tüm ilahlara dua ettim. Hareketsizce bekledim ve hatta nefesimi bile tuttum. İşe yarıyordu, Haydutların cesetleriyle meşgul olan canavarlar varlığımı fark etmediler. Beslendikten sonra ayrıldılar. Uzun süre nefesimi tuttuğum için baygınlık geçirmiştim.
Kendime geldikten sonra, ellerimi ve bacaklarımı çözdüm. Onları kandırıp, kurtulduğumu düşündüğüm sırada, gizlendiği gölgelerden çıkıp karşımda belirdiğinde ne olduğunu anlamam uzun sürmüştü. Kan kırmızısı gözleri, Skyrim'in gecesi kadar siyah bir kürkü, sivri dişi kıskandıracak kadar keskin dişleri ve et kancası gibi pençeleri ile karşımdaydı.
Bir el hamlesiyle bedenimi savurup yakındaki bir ağacın gövdesine yapıştırdı. Göğsümde pençesiyle açtığı yaradan kanım ve onunla birlikte sefil hayatım bir volkan gibi fışkırıyor, bir şelale gibi akıyor, ruhum bedenimden ayrılıp, Sovngarde'ın uzak diyarlarına göçmek için yalvarıyordu.
Ölümüm yakındı. Yanıma yaklaştı ve gözlerimin içine doğru baktı ve sonra devasa ağzını açıp beni ısırdı. İlginç... Uyuyakalmışım ve hiç kâbus gördüğümü hatırlamıyorum. Kafamda net olarak hatırladığım tek şey canavarların kampa saldırdıklarını, dişlerini ve pençelerini haydutlara geçirdiklerini, arkalarında kan gölü bırakarak gittiklerini ve ardından onlardan biri tarafından öldürüldüğümü hatırlıyorum.
Kendi ölümümü o canavarın üzerime çöküşünü, zar zor nefes alırken hala yanağımdaki toprağı hissedişimi ve gözlerimin son kez canavarınkiyle buluştuğunu ve ardından güçlü çenesiyle beni parçalayışını hatırlıyorum.
Öldüm mü? Fakat öldüysem nasıl vücudumdaki kaslarımı hissedip, yakınımdaki onlarca haydudun leşlerinden gelen kokuyu alıp, nasıl kuşların sesini duyuyorum? Nasıl yumruğumu sıkabilir ve gözlerimi açıp gökyüzünü ayırt edebiliyorum. Ve eğer hayattaysam nasıl kurtuldum ve neden?
Hala o gecenin şokunu üzerimde taşıyorum ve nasıl hayatta kaldığıma bir açıklama getiremiyorum. O geceden sonra bana bir şeyler oldu. Yani artık çok farklı hissediyordum. Sanki hiç karın açlığı duymuyordum, sanki uyku ihtiyacı hissetmiyordum. Sanki... Sanki artık bir insan gibi hissetmiyordum. Beni, ben yapan insani duygularım körelmiş gibiydi.
Göğsümde o hayvanın açtığı pençe yarası bile iyileşmişti. Ancak bu nasıl mümkün olabilirdi. Öldüğümden emindim, bana saldırdı, karşı koyma fırsatım bile olmadı, sonra beni parçaladı. Ama şu anda nefes alıp, yaşıyordum ve üstelik eskisinden bile daha sağlıklı hissediyordum.
Bedensel değişikliklerim bununla da sınırlı değildi. Yorulmadan aralıksız koşup, hasar almadan, yüksek yerlerden atlayıp, zıplayabiliyordum. Ormanlardaki vahşi kurtlarla birlikte seyahat ediyordum. Sanki onlarla aramda artık bir bağ vardı.
Yürüdüm, durmadan, yılmadan yürüdüm. Ayaklarım beni evim olan yere yuvama Riverwood'a sürükledi. Burada beni eski hatıralarımın acılarından başka kucaklayan olmadı. Kaybettiklerimin arasında canımı en çok acıtan, sadık köpeğim, yoldaşım Tull'un ölümüydü. Tatlı şey, onu asla unutmayacağım.
Tavernada oturmuş bir şeyler içiyordum. Çevredeki insanlar gözüme farklı geliyordu. Sanki onların damarlarında akan kanlarının kokusunu ve tatlarını alabiliyordum. Avlanma ihtiyacı duyuyordum. Bu benim için yeni bir şey değildi ancak bu seferkiler geyik ya da tavşan değildi. Bu tanımlayamadığım yeni duygu beni öfkelendiriyor, içimi yiyip bitiriyordu.
Çok narin görünüyorlardı... Aciz birer kurban gibiydiler. Tam bu anlarda midemde yanma hissettim. Ardından şiddetli bir bulantı ve sonrasında da kustum. Etrafımdaki insanların dikkati bana çevrilmişti. Hancı yanıma gelip ne olduğunu sorduğunda, biranın dokunduğunu söyleyip geçiştirmiştim.
Ancak handa garip kılıçlar taşıyan, ağır zırhlı paralı askere benzeyen birkaç tane adam vardı. Dışarıya kendimi zar zor atmıştım. Ama o adamlar beni takip etmeye başlamıştı. Ormanın derinliklerine kaçıp onlardan kurtulmaya çalıştım. Dokuz gündür hissetmediğim açlığı ilk defa o an hissettim. Bu açlık ekmeye ve ya çorbaya değildi.
Askerler peşimdeydi, onları gördüğümde ben sadece... İçimde bir yerlerde bir şeyin yaklaştığını hissedebiliyordum. Sanki içimde hapis kalmış çok güçlü yabani bir hayvan vardı ve dışarıya çıkmaya çalışıyordu. Askerler etrafımda daire çizip beni çevrelediler ve üzerime gelmeye başladılar.
Onlara anlatmaya çalıştım, benden uzak durmalarını söyledim. Ama beni ciddiye almadılar. Ve kontrolümü kaybettim. Hepsini öldürdüm hem de çıplak ellerimle. Askerlerle işim bittikten sonra onların kanını içtim. Bunların hiçbirini yapmak istememiştim ama o vakitten sonra her şey çok bulanıktı, zihnimin ve bedenimin kontrolü ele geçirilmişti gibiydi.
Kendimi tazelenmiş gibi hissediyordum, yenilenmiş. Az önce öldürdüğüm askerlerin cesetlerine baktığımda normalde pişmanlık duymam gerekirken işin garibi hiçbir şey hissetmiyordum. Sanki onları öldürürken bundan zevk almış gibiydim. Aynı eskiden köpeğim Tull ile geyik avına çıktığımız zamanlarda gibiydi.
Ama bu seferki avlarım insanlardı. O an tek bir şeyden emindim o gece kampta bana her ne olduysa eski Tornas artık ölmüştü. Hayatımı artık sıradan insanlar içinde sürdüremezdim. Eski hayatımın kalıntılarını eski ben ile beraber gömüp Riverwood'dan sonsuza kadar ayrılmak muhtemelen herkes için en iyisi olacaktı.
Gecenin geç saatleriydi, dolunay doğmak üzereydi. O anda göğsümde çok şiddetli bir ağrı hissettim. Sonra sanki vücudumdaki bütün kemiklerin kırılıyormuş gibi tarifi az bir acıyla yere attım kendimi. Sonrasını hatırlamıyorum. Gözlerimi açtığımda bir kasabanın ortasındaydım ve etrafımda muhafızlar ve sivil halkın bedenlerinden oluşan yığının içinde çıplak şekilde yatarken buldum kendimi.
Gözlerime inanamıyordum. Tüm bu kargaşa ve ölüm benim elimden mi gelmişti. O gördüklerim bir rüya değil miydi? Bu yer Falkreaht, hatırlamıştım. Eskiden buraya birkaç kez av malzemesi satmak için uğramıştım. Üstüme giyecek bir şeyler aradığım sırada, bir kadın gördüm. Üzerime doğru geliyordu.
"Sakin ol, sana zarar vermeyeceğim ve biliyorum çok şaşkın bir vaziyettesin. İlk sefer herkese olur." dedi kadın. "Ne demek istiyorsun? Ve sen kimsin." dedim. "Kim olduğum önemli değil. Ne demek istediğime gelirsek; Sen bir ölümlüden daha fazlasısın, sen bir Ay Doğan'sın tıpkı bizim gibi bir kurtsun." dedi. "Bu ne anlama geliyor." dedim. "Eminim Ay'ın etkisiyle hayvana dönüşen insanlar hakkında bir şeyler duymuşsundur.
Biz onlardanız. Bir kurt adam." dedi. "O zaman bu gece yaşadıklarım bu muydu." dedim. "Aynen bir kurtta dönüştün. O adamlara ve daha sonra bu kasabaya olanlara bakıyorum da çok güçlü bir soydan geldiğin belli." dedi. "Ormandayken bana saldıran o adamlarda kimdi? Onları kızdıracak bir şey yapmamıştım ki." dedim. "Sana saldırmaları için nedene ihtiyaçları yok, kurt adam olman yeterli.
Kendilerine gümüşel diyen bir grup kurt adam fanatiğidir. Sana bir tavsiye şayet onlarla bir daha karşılaşacak olursan konuşarak vakit kaybetme derim. Çünkü onlardan merhamet görmeyeceksin.
Bu gece fırsatını bulsalardı seni parçalara ayırırlardı. Yaşamak istiyorsan, öldürmeyi öğrenmelisin. " dedi. "Peki, sen neden beni takip ettin? Benden ne istiyorsun." dedim. "Sana bir teklifle geldim. Ben Ay Doğan kabilesine mensup bir kurt adamım. Eğer sende istersen bize katılabilirsin. Biz ölümlülere bu likantropi hediyesi Avcıların Efendisi Daedra Hircine tarafından bahşedildi.
Bunu bir lanet olarak görüp kurtulmaya çalışırsın ya da bizim gibi bu kuvveti kabullenip doğru kullanmaya çabalarsın, seçim senin ve istersen sana yeteneğini kontrol etmeyi bile öğretebiliriz." dedi. "Size neden katılayım ki." dedim. "Cevap için çevrendeki ölülere bakman yeterli. Bu şekilde yaşamaya devam edersen içgüdüleriyle hareket eden bir hayvan haline gelmen uzun sürmez." dedi ve ekledi.
"Ayriyeten biz Ay Doğan Kabilesi olarak insanlara da zarar vermeyiz. Aksine onları koruyup kollarız." "Kimden." dedim. "Vampirler ile akılsız kurt adamlardan. Ve seni temin ederim ki her önüne geleni aramıza almayız. Yani potansiyelinin olduğunu düşünmeseydim şu anda çoktan ölmüştün." dedi. "Teklifini kabul etmezsem bana ne yapacaksın." dedim. "Şayet öyle olursa, seni tedavi ettiririz. Eğer kabul etmezsen seni öldürmek zorunda kalırız çünkü bu kontrolsüz gücün ile Skyrim'de terör estirmene izin veremeyiz." dedi.
"Pekâlâ, zaten fazla seçme şansım yok." dedim. "Merak etme pişman olmayacaksın." dedi ve ekledi. "Sanırım sana artık adımı söylememin bir sakıncası yok. Ben Yag." "Bende Tornas." dedim. "Hadi gel grubumuzun diğer üyeleriyle seni tanıştırmalıyım." dedi.
Ay Doğan sürüsündeki ilk birkaç haftam oldukça zorlu geçmişti. Beni hemen tahmin ettiğim gibi aralarına almadılar, aksine çeşitli bazı yorucu testlerden geçirip sınadılar. Kabileye layık olduğumu göstermem ve üyelerin, liderlerinin güvenini kazanmam zaman almıştı. Ama çektiğim sıkıntılara değmişti. Nihayet sonunda kendimi kabul ettirmiştim. Kabile geleneklerine göre yeni katılan her acemiye kabile reisi tarafından belirlenmiş bir görev verilirdi.
Şayet bu görevden zaferle dönerse, kabileye değerini kanıtlar ve saygılarını kazanırdı. Böylece kabul töreni tamamlanırdı. Son sınavım gelmişti. Görevim Karanlık Kovuk Mahzen mezarını araştırmaktı. Bu mağarada antik bir vampir eserinin olduğundan şüpheleniyorlardı ve görünen o ki oranın kasabalarda gerçekleşen son vampir saldırılarıyla da bir bağlantısı olması muhtemeldi.
Reis yoldaş olarak kabileden bir kişi seçmemi ve oraya gidip vampirlerin neyin peşinde olduklarını öğrenmemi emretti. Yanıma eşlik etmesi için beni kabileyle başta tanıştıran Yag'ı almaya karar verdim. Onunla iyi bir ikili olmuştuk ve şu an için canımı emanet edebileceğim tek kişi oydu.
Yag ile birlikte mağaraya olan yolculuğumuza başlamıştık. Yag önüme geçip:
"Reis bunu iyiliğin için yapmadı." dedi.
"Neyi?" diye sordum.
"Beni yanına verdi ya onu diyorum, kabul törenimizin bir parçası. " dedi.
"Tabi ki yapmadı." dedim sonra ekledim. "Benden nefret ediyor değil mi."
"Evet." dedi.
"İyi de neden? Neredeyse bir ay geçti ve benden istediği her şeyi eksiksiz yapıyorum." dedim.
"Reis her zaman böyleydi. Güvenini kazanmak yetmez, saygısını kazanmanda gerekiyor. Zaten bu tavrı her acemiye takınmıştır. Kişisel algılama." dedi.
"Bunu bilmek onun üzerimde kurduğu baskının etkisini pek azaltmıyor." dedim yüzümü asarak.
"Merak etme zamanla alışırsın." dedi gülümseyerek sonra devam etti. "Bu arada hayatta kalmanı sağlayacağım ve yanlış bir şey yapmadığından emin olacağım. Ama hepsi bu değil. Reis görev sonrası benden tüm görev boyunca yaptıklarının bir raporunu isteyecek. Yani seni gözlemleyeceğim. Bu yüzden hareketlerin çok önemli olacak."
"Bütün bunların anlamı nedir? Zaten üç haftadır bir sürü saçma sapan teste girdim, yetmez mi." diye sordum.
"Aramıza katılmış olabilirsin ama hala tam olarak bizden biri değilsin. Sen bir çaylaksın. Bu görevdeki başarın aramızda bir geleceğinin olup olmadığını görmemizi sağlayacak. Neyse bu kadar sohbet yeter. Hadi yola devam edelim." dedi.
2 gün sonra Dawnstar limanının yakınlarına ulaştık. Yolculuk neredeyse bitmişti. Mağaraya girmeden önce Yag kamp kurmamızın gerektiğini söyledi.
"Kamp kurmamızın amacı ne? Kamp ateşinin sıcaklığına, dinlenmeye ya da yemeye ihtiyacımız yok." dedim.
"Evet, canavar kanımız bizi soğuktan ve yorgunluktan korur ama bizim bile yemeye ihtiyacımız var." dedi.
"Ne yiyeceğiz." diye sordum.
"Yemekten çok içeceğiz." dedi kıkırdayarak."
" Yok artık! Bu kan mı." diye sordum yüzümü ekşiterek."
"Tabi ki kan ne sanıyordun? Sıradan insanlar gibi yemek yiyerek beslenemezsin. Hepimiz mecburuz alışsan iyi olur. Ayriyeten biz vampirler gibi insan kanı içmeyiz. Bu geyik gibi av hayvanlarının olur genelde." dedi.
"Tamam, ama aç hissetmiyorum sonra yapalım şu işi." dedim.
"Hayır, şimdi yapacağız vampirlerle dövüşmeden önce buna ihtiyacımız var. Kan gücümüzün ve zaferimizin kaynağıdır." dedi.
"Bunları yaşayacağımı bilseydim tedavi olmayı düşünebilirdim." dedim.
"O zaman neden olmadın. ?" diye sordu.
"Çünkü geri dönecek bir hayatım kalmadı. Bu şey her şeyimi elimden aldı." dedim.
Yag elini omzuma hafifçe koyarak:
"Bak sana hak veriyorum ve seni anlıyorum. Hepimiz bir zamanlar senin geçtiğin yollardan yürüdük. Kim bilir belki de binlerce kez bende tedavi olup bu hastalıktan kurtulmayı düşünüp farklı bir hayatın hayalini kurdum. Ama sana daha öncede söylediğim gibi bu gücü iyi bir amaç uğruna kullanabiliriz. "
Elimi omzumun üstündeki elinin üstüne koydum. Yag ile göz göze geldik. Elini hızlıca çekti ve gözlerini benden kaçırmaya başladı. Elimle güzel yüzünü kapatan saçlarını kulağının arkasına topladım. Yüzünü yüzüme çevirip masmavi gözlerinin içine baktım. Parmaklarımı yüzünün üstünde gezdirmeye başladım. Sonra öpüşmeye başladık. Yag durmamızın gerektiğini söyledi ama sanki kendime engel olamıyordum.
Yag bana doğru dönerek:
"Bu yaptığımızı kimsenin bilmemesi gerekiyor." dedi.
"Neden. ?" diye sordum.
"Çünkü kabiledeki dişilerle birlikte olma hakkı sadece liderimize ait. Bundan haberi olacak olursa seni parçalar." dedi.
"O hayvanın size bunu yapmasına neden izin veriyorsunuz ki? Siz kurt adam olsanız da hala insansınız." dedim.
"Kabilenin alfa erkeği ve ne derse o olur. Yapacak bir şey yok." dedi sonra ekledi. "Ve merak etme biz kurt adamlar kısır oluruz yani hamile falanda kalmayacağım. Sen sadece çeneni kapalı tut."
"Yag bak bunları söylememin bir anlamı olacak mı artık bilemeyeceğim ama özür dilerim, eğer başını belaya falan soktuysam. Sadece kendimi tutamadım." dedim.
"Önemli değil. Zaten ben izin verdim yoksa ancak rüyanda görürdün kendini böyle." dedi.
"Oh... Demek öyle? Neden izin verdin o zaman." diye sordum.
"Eh... Çok eğlenceliydi ama artık kalkalım ve şu görevi tamamlayalım değil mi? Yoksa vampirler tepemize çökecekler. " dedi konuyu değiştirerek.
Mağaraya adım attığımız anda ölü tazılarıyla birlikte vampirlerle karşılaşmamız uzun sürmemişti. Neyse ki Yag ile birlikte kolayca onları halletmiştik. Burada gerçekten bir şeyler dönüyordu ama ne olduğunu anlamamız için daha derinlere inmemiz gerekiyordu. Büyük metal bir kapı yolumuzu kapatıyordu.
Çevrede kısa bir araştırmadan sonra onu açacak zinciri bulduk. Mahzen mezarın alt katlarına indik. Yerden İskeletler ayaklandı ve vampirlerin saldırıları devam etti. Tekrar bir kapıyla karşılaştık ama onu açacak mekanizmaya bağlı kolu bulmak daha kolay oldu. Ardından Metfunla çarpışan bir vampir gördük. Anlaşılan buradaki davetsiz misafirler sadece biz değildik. Vampirlerin varlığında ölülerde rahatsız etmişti.
Üç tane kapının olduğu bir bölüme geldik. Muhtemelen sadece biri bizi mağaranın bir alttaki katına taşıyacaktı. Ancak diğer ikisinde tuzak olmalıydı. Birisinde metfunların saldırılarına uğradık, diğerinde ise neredeyse yanıyorduk. Zar zor asıl kapıyı bulup devam ettik. Vampirler ve onların yardakçılarının saldırılarının ardı arkası kesilmiyordu. Yag ile birlikte onları parça parça geri püskürttük. En sonunda mağaranın zemin katına inmeyi başardık. Balkon gibi bir yere geldik. Aşağıda konuşan iki vampire kulak misafiri olduk. Söyledikleri şeyler anlaşılır değildi.
Harkon ve ödül ile ilgili bir şeyden bahsediyorlardı. Aşağı indik ve onları da kestik. Üzerinde buton olan bir yapı vardı. Elimi üzerine götürüp basınca altından sivri bir metal fırladı ve elime girdi. Kanım aşağıya süzülürken birden etrafımızda bir güç alanı belirdi. Sanırım bu bir bilmeceydi.
Çemberin etrafında duran mangallar vardı ve doğru yerlere ittiğimde güç alanı çevreye ve sonra merkeze yayılıyordu. Bilmeceyi çözdükten sonra yerin altından dikili taşı andıran bir kabir çıktı. Kapağı açıldı ve içinden gizemli bir kadın yere düştü. Kendine geldiğinde benimle konuşmaya başladı.
"Uh... Ne... Neresi... Seni buraya kim gönderdi." dedi gizemli kadın.
"Ay Doğan kabilesinin Reisi ." dedim. "Onun... Kim olduğunu bilmiyorum." dedi sonra ekledi. "Bir... Bir dakika sizler kurt adamsınız."
"Nasıl anladın." dedi Yag.
"Kulaklarınızdan çıkan tüylerden ve ıslak köpek gibi kokmanızdan." dedi alaycı bir tavırla.
"Buraya vampirleri öldürmek için gönderildik." dedim.
"Dediğim gibi daha önce kabilenizi hiç duymamıştım. Ama vampirlere pek düşkün olmadığınızı kurt adam oluşunuzdan anlaşılıyor. Bu tamamen doğanıza ters düşerdi değil mi." dedi ve sonra ekledi. "Peki, bak. Gördüğüm kadarıyla buradaki tüm vampirleri öldürmüşsünüz. İsterseniz beni de öldürün. Ama farkında olmasanız da daha ciddi meseleler dönüyor. Bu konu sıradan bir kurt adam ile vampir atışmasından daha büyük. Ne olduğunu bulmanızda size yardımcı olabilirim."
"Nasıl." diye sordum.
"Ailem Solitude şehrinin batısında kalan bir adada yaşıyordu. Hala öyledir diye tahmin ediyorum. Beni oraya götürmelisin. Bu arada... Adım Serana. Tanıştığımıza memnun oldum." dedi.
"Hey... Gerçekten bu kan emici sürtüğe yardım etmeyeceksin değil mi Tornas. ?" dedi Yag.
"Düşün biraz. Ya doğruyu söylüyorsa? Buradaki işin iç yüzünü öğrenebiliriz. " dedim.
"Ya yalan söylüyorsa? Vampirler ile kaynayan bir adada mahsur kalacaksın." dedi.
"Babam kızını teslim eden birini öldürmez aksine ödüllendirir." dedi.
"Kapa çeneni seninle konuşmuyorum." dedi Yag.
"Yag lütfen bunu yapmama izin ver. Korkma seni temin ediyorum bana bir şey olmayacak." dedim.
"Seni kim düşünüyor? Kabileye ve Skyrim'e zarar vermenizden endişeleniyorum." dedi ve ekledi. "Neyse ben gidiyorum kampta görüşürüz şu kızdan kurtulduktan sonra ve emin ol burada olanlardan reise bahsedeceğim."
"Y.Ya. Yag bekle." diye bağırdım
. "Bırak gitsin ona ihtiyacımız yoktu zaten." dedi Serana ve ekledi." "Sert görünmeye çalışsa da özünde tatlı bir kız. Sendende deli gibi hoşlanıyor."
"Ne? Nerden çıktı bu." dedim utanarak.
"Bunu anlamak için özel bir yetenek gerekmez. Hal ve hareketlerine seni benden kıskanmasına bakman yeterli." dedi.
"Neyse şu konuyu kapatalım. Bu sırtında taşıdığın şey nedir." diye sordum.
"Bir Kadim Tomar." dedi. "
"Neden bir Kadim Tomar var elinde." diye sordum.
"Bu biraz... Karmaşık. Gerçekten bunun hakkında konuşamam. Kusura bakma." dedi.
"Peki, kırılgan bir şey mi? Dikkatli olmamız gerekiyor mu." diye sordum.
"Ha... Kadim Parşömenlere hiçbir şey zarar veremez. Kendini koruma konusunda daha çok endişelenmelisin ve bırak eşyalarımla ben ilgileneyim." dedi.
"Ne için burada kilitliydin." diye sordum.
"Aslında... Bu konuya seni dâhil etmemem daha iyi olur. Tabi, senin için sakıncası yoksa. Üzgünüm, ama sadece şu anda kime güvenebileceğimi bilmiyorum. Evime gittiğimizde mevcut durumumuz hakkında daha sağlam bilgi edinebilirim. " dedi.
"O şeyin içinde ne kadar zamandır kalıyorsun." diye sordum.
"Güzel soru, söylemesi zor. Ben gerçekten emin değilim. Uzun zaman önceymiş gibi hissediyorum. Hangi yıldayız." dedi.
"4. Çağ 201" dedim. "
"Sanırım düşündüğümden de uzun kilitli kalmışım. Planlanandan uzun."
"Ne kadar uzun." diye sordum. "
Ne fark eder? Yüzlerce belki de binlerce yıldır. Lütfen acele edelim. Bir an evvel evime gitmeliyiz ki neler olduğunu çözebilelim." dedi.
"Sadece seni tanımaya çalışıyorum. Evinden biraz bahseder misin." dedim.
"Tamam, tamam... Söylediğim gibi Solitude yakınlarındaki bir adada. Sanırım bizi oraya götürebilecek bir tekne bulmalıyız. Orası evim. Sıcak bir yer değil ve sıkıcı ama yine de güvende olacağım." dedi.
"Oraya gittiğin için pek de mutlu görünmüyorsun." dedim.
"Annem ve babam kavgalı ve babamla ben iyi geçinemeyiz." dedi ve ekledi. " Umarım bu son sorudur. Yoksa biraz daha burada dikilirsek Gargoyleler gibi taş kesileceğiz. Merakın giderildiyse şuradan çıkalım artık."
Karmaşık yollar, çeşitli tuzaklar ve Metfunların saldırıları yüzünden mağaradan çıkmakta en az girmek kadar zor oldu. Serana'ya yardım etmem Yag'ı kızdırmıştı. Ama bu işi sonuna kadar götürmeye kararlıydım ve sanki yeni tanıştığım bu vampir kızda beni çeken bir şeyler vardı.
Ay Doğan diye bilinen kurt adamlardan oluşan bir vampir avcıları grubunun lideri bana Karanlık Kovuk Mahzen mezarı adlı yerdeki vampirlerin ne aradığını bulma görevini vermişti. Yag ile birlikte Mahzen mezarında ki keşfim sırasında derinliklerinde bulunan antik bir lahitten Serana adındaki bir vampir kadını kurtardım. Benden onu Skyrim'in kuzey kıyılarındaki evine gidene kadar eşlik etmemi istedi.
Ona yardım etmem Yag'ı kızdırdı ve sürüye bensiz gitmesine neden olmuştu. Serena ile Akdiyar'dan Haafingar'a yaptığımız yolculuk 2 gün sürdü. Kuzey gözü Kalesi'nin yakınlarındaki sahilden bir kayığa binerek karşıya geçtik. Bir adaya yanaştık ve devasa bir şatoyla karşılaştık.
"Hey, şey, oraya girmeden önce sana söylemem gereken bir şey var." dedi Serana.
"Sen iyi misin." diye sordum. "Sanırım. Sorduğun için teşekkürler." dedi sonra ekledi. " Sadece beni buralara kadar getirdiğin için teşekkür etmek istedim. Yalnız bu noktadan sonra, içeri girdiğimizde, sessiz kal. Bırak konuşma işini ben yapayım."
"Leydi Serana geri döndü! Kapıyı derhal açın." dedi kapıdaki bekçi.
"Burası senin evin mi." diye sordum.
"Evet. Evim... Güzel kalem." dedi.
"Çok etkileyici. Bu kadar büyük olduğunu neden bana söylemedin." diye sordum.
"Öyledir. Ben sadece beni tüm gününü kalede oturan hanım kızlardan biri olarak hayal etmeni istememiştim. Bilmiyorum. Böyle bir yere gelmek şey... Bu pek bana göre değil. Umarım bunu anlayabilirsin." dedi.
"Serana hanım! Sizi gördüğüme çok sevindim. Babanız sizi çok merak etti. Uzun süredir kayıpmışsınız duyduğum kadarıyla." dedi bekçi.
"Teşekkürler." dedi Serana.
"Köpek! Buraya girmeye nasıl cüret edersin. Bekçi senin nasıl girmene izin verir." dedi vampir sonra devam etti. "Dur... Serana? Bu gerçekten sen misin? Gözlerime inanamıyorum."
"Evet, Vingalmo benim... Arkadaş benimle birlikte o yüzden çekil önümüzden babamla konuşmalıyız." dedi Serana.
"Tabi ki... Leydim, buyurun lütfen." dedi sonra ekledi. "Lordum! Millet! Leydi Serana döndü."
"Sanırım beni bekliyorlardı." dedi Serana.
"Uzun zamandır kayıp olan kızım geri dönmüş. Sanırım Kadim Tomarım sende." dedi.
"Yüzlerce yıldan sonra, bana sorduğun ilk şey bu mu? Evet, Tomar benimle." dedi Serana.
"Elbette senide gördüğüme sevindim, kızım. İlla her şeyi sesli mi düşünmem gerekiyor." dedi sonra ekledi. "Ah, eğer o hain annen burada olsaydı. Kafasını kazığa geçirmeden önce bu yeniden birleşmemizi görmesine izin verirdim. Söyle bana, salonuma getirdiğin bu yabancı da kim."
"Bu beni kurtaran kişi." dedi Serana.
"Kızımın sağ salim geri dönüşü için sana minnettarım. Söyle bana, adın ne." dedi.
"Ben Tornas. Sen kimsin." dedim.
"Ben Harkon, Volhikar Sarayı'nın lordu. Şimdiye dek, kızım bizim ne olduğumuzu sana söylemiştir." dedi.
"Sizler vampirsiniz." dedim.
" Sadece vampirler değil. Skyrim'deki en yaşlı ve en güçlü soydan gelen vampirlere de sahibiz. Asırlardır burada yaşıyoruz, dünyanın dikkatinden uzakta. Lakin tüm bunlar karımın bana ihanet etmesi ve en değer verdiğim şeyi çalmasıyla sona erdi." dedi Harkon.
"Kızınızı bulmamın bana ne gibi bir ödülü olacak." diye sordum.
"Tamda bu konuya gelecektim. Evet, kesinlikle bir ödülü hak ettin. Sadece bir ödülüm var ve bu da Kadim Parşömenin ve kızımın kıymetine eşdeğerde. Sana kanımı teklif ediyorum. İç onu ve bu koyunlar arasında bir kurt gibi yaşa. Senin olduğun yerde insanlar korkacak ve ölümden asla korkmayacaksın." dedi Harkon.
"Ben bir kurt adamım. Eğer hediyeni kabul edersem ne olacak." diye sordum.
"Evet, kokusunu alabiliyorum." dedi Harkon ve ekledi. "Kanımın gücü içindeki bu pisliği temizleyecek ve seni bizden biri yapacak. "
"Peki ya kurt adam olarak kalmak istersem." dedim.
"Seni bu kaleden sürerim. Hayatını kızımın hatırına bu seferlik bağışlarım, ancak sonrasında av olacaksın. Belki ikna olmaya ihtiyacın vardır. Şu kudrete bak. Sana sunduğum kudret bu. Şimdi, seçimini yap." dedi Harkon.
" Kusura bakma. Vampir olmak istemiyorum. Hediyeni reddediyorum." dedim.
"Öyle olsun. Sen bir avsın, tıpkı diğer faniler gibi. Seni kovuyorum." dedi Harkon.
Serana'yı evine getirdim. Babası, güçlü bir vampir lorduydu, bana armağan olarak kanını vermeyi teklif etti. Ancak teklifini reddettikten sonra sürgün edildim. Şimdi Ay Doğan sürüsüne dönmeli ve neler olduğunu anlatmalıydım...
Son Giriş: 4 gün önce
Son Mesaj Zamanı: 4 gün
Mesaj Sayısı: 625
Gerçek Toplam Mesaj Sayısı: 1.359
İkinci El Bölümü Mesajları: 4
Konularının görüntülenme sayısı: 42.559 (Bu ay: 1.631)
Toplam aldığı artı oy sayısı: 1.666 (Bu hafta: 0)
En çok mesaj yazdığı forum bölümü: Oyun

