Yarbay
01 Şubat 2006
Tarihinde Katıldı
Takip Ettikleri
25 üye
Görüntülenme
Toplam: 75 (Bu ay: 1)
361313 Gün Cezalı
356854 gün 59 dk. kaldı
Gönderileri


bu fransızca nasıl bi dildir arkadaş.
Burnunda mı konuşuyolar anlamadım
evet arkadaşlar bütcem 900-1200 arası..

x4-x6 yada i5 işlemcili bi kasa topluya bilir misiniz ?

kaynak fiyat arama motoru olmazsa sevinirim.Belli bi mekandan almak istiyorum cünkü.
simdiden teşekkürler
Demokrasiyle yönetilen bir ülkede yaşadıgımız söylenmekte.Fakat bu demokrasiyi belirleyen kimlerdir ?
Demokrasi nedir ne degildir ? yada demokrasinin tanımı var mıdır ?
Demokrasinin icinde düşünceler yer almakta mıdır ? Düşünce özgürlügünün ihlali nelerdir ?
Düşüncenin özgürlügünü demokrasi mi belirlemektedir ?
Yoksa gücü eline alanlar mı ?

Son olarak demokrasi gercekten var mı ?



Grup Yorum 12 Haziran 2010 yılında 25. yılını Türkiye tarihinin en büyük biletli konseri ile taçlandırmıştı. Bu tarihi Yorum konserine 55 bin kişi katılmıştı.
Şimdi de karşımıza bir halk konseri ile çıkacak olan Grup Yorum 17 Nisan Pazar günü Bakırköy Pazar alanında 100 kişiyi ağırlamayı bekliyor.

İşte Grup Yorum’un açıklaması…

Bağımsızlık, her vatanseverin ortak düşüdür. Bunun için seve seve verir canını. Anadolu toprakları üzerinde, her ulustan, her inançtan insan, tarihin en onurlu bağımsızlık savaşlarından birini vermiş, tüm vatanseverlerin kanı birbirine karışmıştır. Türk, Kürt, Arap, Ermeni, Çerkez, Laz, Alevi, Sünni…
Bu onurlu topraklarda, vatanımız bağımsız olsun, hiçbir emperyalist güç bu ülkenin zenginliklerini sömürmesin, alınterimiz sömürülmesin, özgür-eşit-bağımsız bir Türkiye kurulsun diye düştük toprağa o günden bugüne... Ortak düşümüzü gerçeğe çevirmek için yazıldı Kızıldereler... Anti emperyalist mücadelede bu düş için ödendi bedeller...
Düşü gerçeğe çevirmenin kavgasını hala veriyoruz. Çünkü vatanımız hala işgal altında. Emperyalistler gizli-açık hala sömürüyorlar ülkemizi. Kavgayı sürdürüyoruz; vatanımızı ölesiye seviyoruz çünkü. Türkülerimiz hala o sevdaya, hala o kavgaya dair bu yüzden...
Bu kez büyük bir halk konserinde, ücretsiz olarak düzenleyeceğimiz “Bağımsız Türkiye” konserinde haykıracağız o düşümüzü. Büyük bir sahne üzerinde, konuk sanatçı dostlarımızla birlikte bağımsızlık marşları, türküleri söyleyecek, şiirler okuyacak, gösteriler sunacağız.
“Bağımsız Türkiye” konseri, Bakırköy İncirli’de E-5 karayolu yanında her hafta “Cumartesi Pazarı”nın kurulduğu alanda yapılacak. 17 Nisan Pazar günü, saat 15.00’te başlayacak konserimiz. On binlerce dinleyicimiz dolduracak o alanı biliyoruz. Belki de dünyanın en büyük korolarından biri olacak o gün orada. Yüreği Türkiye’nin elbet bir gün bağımsız olacağı inancıyla dolu kocaman bir koro...
Halk müziğinden rock müziğe, etnik müzikten protest müziğe kadar, kendi alanlarında söz sahibi olan sanatçı dostlarımız, kendi şarkıları yanında Yorum şarkıları da seslendirecekler konserde. Mor ve Ötesi, Kubat, Leman Sam, Tuncel Kurtiz ve diğer konuk dostlarımız bizimle birlikte aynı sahneden seslenecek o gün…
Dans gösterileri de olacak programımızda.
Konser alanının değişik yerlerine kurulacak barkovizyonlarla herkesin konseri rahatlıkla izleyebilmesi sağlanacak…
O gün orada yeni bir coşkuyla söyleyeceğiz türkülerimizi, şarkılarımızı, marşlarımızı... Yeni bir coşkuyla okunacak bağımsızlık şiirleri... Yürekler bağımsızlık düşüyle bir kez daha yanacak. O inanç bir kez daha çelikleşecek gözlerimizde... Aynı duyguları yaşayan herkesi 17 Nisan’da, saat 15.00’te Bakırköy’e çağırıyoruz...
iletişim:
0212 238 81 46
0538 587 59 08
Hakkari' nin Çukurca İlçesi Üzümlü köyü yakınlarında askeri konvoyun geçişi sırasında mayın patladı, 1 asker yaralandı. İkinci patlama haberi ise Şırnak'tan geldi.

Hakkari' nin Çukurca İlçesi Üzümlü köyü yakınlarında askeri konvoyun geçişi sırasında mayın patladı, 1 asker yaralandı. İkinci patlama haberi ise Şırnak'tan geldi. Şırnak'ın İdil ilçesi'nde mayın patlaması sonucu 2'si subay 4'ü uzman çavuş 6 askerin yaralandığı bildirildi.

Olay, bugün saat 12.30 saralarında Çukurca İlçesi’ne 20 kilometre uzaklıkta bulunan Üzümlü Köyü yakınlarında meydana geldi. Üzümlü’den Karataş Jandarma Karakolu’na giden konvoy’un geçişi sırasında yola döşenen mayın patladı. Meydana gelen patlamada 1 asker yaralandı.

Hakkari Valisi Muammer Türker, yaralı askerin Hakkari Asker Hastanesi’ne kaldırıldığını, bölgede operasyon başlatıldığını söyledi. Üzümlü Bölgesi’nde olaydan sonra da silah seslerini duyulduğu belirtildi.
TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu'nda Ulaştırma Bakanlığı bütçesi görüşülürken, şaraptan alınan yüksek vergi tartışma konusu oldu.

Bakan Binali Yıldırım, "İnsanların ayık gezmesi lazım" diyerek yeni bir içki tartışması başlattı. Bugün devletin üst sivil kadrolarında

içki içen kimse yok; herkes ayık."Ayık olmak" bir devlet politikası haline geldi. Bu nedenle devlet seremonilerinde bile kadeh kaldırılmıyor. Bazı çevreler, "Osmanlı Devleti de böyleydi" diyor. Öyle miydi değil miydi; gelin bir göz atalım.

ADI: Osmanzade Taib Ahmed (1660-1724). Şairliği, padişah özel kátipliği ve tarihçiliği vardı. 11 kitap yazdı:

"Hadikatü'l-müluk" adlı eserinde; Sultan I. Osman'dan II. Mustafa'ya kadar 22 padişahın hayatını kaleme aldı.

"Hadikatü'l-vüzera" adlı kitabında ise, ilk Osmanlı veziri Alaaddin Paşa'dan, Rami Mehmed Paşa'ya kadar 108 sadrazamının hal tercümelerini yazdı.

Bizim yararlanacağımız kitabının adı ise "Telhisü Mehasini'l-adab".

Kitabın adından da anlaşıldığı gibi Taib Ahmed Efendi'nin bu eseri; meşhur Arap ilahiyatçı/edebiyatçı Cahiz'in (776-868) "Minhacü's-süluk" ile tarihçi Mustafa Ali Efendi'nin (1541-1600) "Mehasinü'l-adab" isimli kitaplarının sadeleştirilmiş bir özetiydi.

Sadrazam Damat İbrahim Paşa'ya takdim edilen bu eser 15 bölümden oluşuyordu. 3'üncü bölümde, İslam halifeleri ve Osmanlı padişahlarının özel hayatlarına ilişkin bilgiler mevcuttu.

BAYEZİD'İ İÇKİYE EŞİ ALIŞTIRIYOR

"Telhisü Mehasini'l-adab" adlı esere göre, Osmanlı'nın ilk sultanları ağızlarına içki koymamışlardı.

İlk padişah Osman Gazi, dini bütün Şeyh Edebali'nin damadı olduğundan "kadehin gül rengine rağbet etmemişti".

Ancak: Bu eserin aksine, bazı tarihçilere göre, Osman Gazi Bizanslı beylerle (tekfur) şarap içmişti. Taib Ahmed'e göre, Osman Gazi'nin oğlu Orhan da içkiden uzaktı.

Her iki padişah da içmiyordu ama toplantılarında komutanlarına iltifat etmek maksadıyla içki/"dolu" sunmuşlardı. Bu adet, Yıldırım Bayezid, Çelebi Sultan Mehmed ve Sultan I. ve II. Murad döneminde de devam etmişti.

Taib Ahmed'e göre, "Fatih Sultan Mehmed Han ve Sultan Bayezid-i Veli, komutanları ve vezirleriyle arada sırada iyşü nuş (içki álemi) ederlerdi. Hatta Bayezid-i Veli, Sadrazam Gedik Ahmed Paşa'yı işret (içki) sırasında katletmişti".

Yine kitabın aksine, bir iddiaya göre, Yıldırım Bayezid içki içiyordu. Padişahın içki ve bezm (içki meclisi) düşkünlüğünün sebebi, eşi Sırp prensesi Maria Despina (Olivera) idi.

LAKABI 'SARHOŞ' OLAN PADİŞAH

Dönelim tekrar Taib Ahmed Efendi'nin kitabına:

Yavuz Sultan Selim içki kadehine fazla iltifat etmezdi, ancak ara sıra içerdi. Heyhat, çabuk sarhoş olup şiir okurdu. Bir gün bir eğlence sırasında yine sarhoş oldu; ayağa kalktı; elindeki kadehi öne doğru uzattı ve üzümden ilk şarabı çıkardığı iddia edilen İran Şahı'nı anımsayıp şiir okudu:

"Bint-ül inebin bikrini Cem etti izale."

(Üzümün kızının bekáretini Cem yok etti!)

Kanuni Sultan Süleyman'ın, ilk zamanlarında musiki dinlerken içki içmişliği vardı. Ancak daha sonra içkiyi yasakladı.

"Osmanlı'nın yasağı üç gün sürer" deyimi doğruydu. Kısa bir zaman sonra içki yasağı unutuldu, meyhaneler yeniden açıldı.

Padişahlar arasında içkiye en düşkün isim II. Selim'di. Lakabı "Sarhoş" idi. Bu dönemde sınırsız içki serbestliği vardı.

İlginçtir, II. Selim içkiye düşkün olmasına rağmen, beş vakit namazını da kaçırmazdı. Ve sonra, Halvetiyye Şeyhi Süleyman Efendi'nin telkiniyle içki içmeye tövbe etti. Hatta bir gün hastalandığında hekimlerin iyileşmesi için verdiği ilacı, "içinde içki vardır" diye içmedi.

İçkiye karşı padişahlardan biri de III. Murad'dı. İçki içmediği gibi huzurunda lafının edilmesinden bile hoşlanmazdı. Bunun altında yatan sebep ise şuydu: Şehzadeliği sırasında babası II. Selim bir gün kendisini içki sofrasına çağırdı. İçki içmesine izin verdi. Ama padişah daha önce Harem Kethüdası Hekimbaşı Kurdoğlu'na, şarap kadehinin içine baş ağrısına neden olacak bazı maddeler koymasını istemişti. Şehzade bu oyundan habersiz şarap kadehini ardı ardına içince birkaç gün baş ağrısından duramadı ve içkiye tövbe etti.

Bir diğer padişah, III. Mehmed de babasının yolundan gitti; içki içmedi. Ama onun döneminde Osmanlı kötü bir alışkanlıkla tanıştı: Tütün.

Allah'tan tütün günah değildi!

Osmanlı padişahlarının içkiyle ilişkileri hep inişli çıkışlı oldu.

İçki yasağı bazen şiddetle uygulandı, bazen ise görmezden gelindi.

Bu uygulamalarda, padişahların kişisel yaşamlarının etkisi vardı:

Örneğin, I. Ahmed çok dindardı ve onun döneminde içki yasağı çok etkiliydi.

MEYHANEYİ ÖVEN ŞEYHÜLİSLAM

Osmanlı Devleti için 17. yüzyıl, "duraklama" dönemiydi.

Osmanlı savaş kaybettikçe gericileşti. İçki yasakları bu dönemde arttı. Tüm kötülüklerin sebebi bu uğursuz içkiydi!

IV. Murad kendisi içmesine rağmen halka alkol, sigara ve kahve kullanılmasını yasakladı. İçki içenler darağaçlarında sallandırılırken IV. Murad'ın Şeyhülislamı Zekeriyazade Yahya Efendi bakın şiirinde ne diyordu:

"Mescitte riyamişler etsin ko riyayı/ Meyhaneye gel kim ne riya var ne mürai..." (Bırak mescitte ikiyüzlüler devam etsin riyakárlığa/ Sen meyhaneye gel ki orada ne riya var ne riyakár.)

Eee, şimdi bu şiiri nasıl değerlendireceğiz?

Neyse devam edelim.

Sultan İbrahim döneminde yeni keyif verici maddeler ortaya çıktı: Bunların başında, burundan çekilen enfiye (burun otu) vardı.

Bir tür uyuşturucu olan enfiyeyi zamanla padişahlar ve sadrazamlar kullanacaktı.

Bir sonraki padişah IV. Mehmed, avcılığa ve eğlenceye çok düşkün olmasına rağmen içkiden uzak durdu. Hatta yasakları katılaştırdı.

Ve 17. yüzyıldaki içki yasağı, Osmanlı'yı yeni bir alkol çeşidiyle tanıştırdı: Rakı.

Rakı, -görünürde sudan farklı olmadığı için-, içki yasağını delmek maksadıyla Osmanlı'ya giriverdi.

Görüldüğü gibi, bize ait zannettiğimiz rakı maalesef "milli içkimiz" değildi. "Rakı" sözcüğü Türkçe değil Arapça'ydı. Arap ülkelerinde "arak" denilmekteydi.
Rakıyı Osmanlı Sarayı da pek sevdi. III. Ahmed, çoğunlukla geceleri hünkár sofasında, balkonda yumuşak yastıklar içinde yarı yatmış bir halde oturur, sadrazamı, şairleri ve dalkavuklarıyla rakı içerdi.

Bir sonraki padişah I. Mahmud da içkiyi seviyordu.

İçkinin seyri 18. yüzyılda da değişmedi. Bazen yasaklandı, bazen serbest bırakıldı.

Ne zaman paraya ihtiyaç duyuldu, içki içimi serbest bırakıldı. Çünkü alkolün alım satımından alınan "Zecriye Vergisi" hayli yüklüceydi!

Fındıklı Mehmed Ağa bu durumu "Silahdar Tarihi" adlı eserinde şöyle yazdı:

"Hazine çok sıkıntı içindeydi, içki yasağı kaldırıldı. Meyhanelere ve tütün içmeğe izin verildi. Tütüne de ayrıca gümrük kondu."

Aynen bugün gibi, ithal edilen içkiden alınan fon getirisi hayli iyiydi.

EN İÇKİCİ PADİŞAH: II. MAHMUD

Osmanlı Sarayı tarih boyunca ne trajedilere tanıklık etti: III. Mustafa, yemeğine zehir konularak öldürüleceği korkusu nedeniyle hep panzehirler kullandı ve bunun sonucu uyuşturucu bağımlısı oldu!

Osmanlı'da içkiye savaş açan son padişah, III. Selim oldu. Musikiye olan ilgisiyle bilinen bestekár padişah, ne kadar meyhane varsa hepsini kapattı. Yasağa rağmen içki içmekte ısrar edenleri astırdı.

Sonra ne oldu:

Son dönem Osmanlı padişahları arasında içkiye en düşkün kişi II. Mahmud, yasakları deliverdi.

Tarihçi Necdet Sakaoğlu'na göre, Abdülmecid içki bağımlısıydı; bazı geceler körkütük sarhoş durumda mabeyinciler tarafından arabasına konulup saraya götürülürdü.

II. Abdülhamid'in anılarına göre, kardeşi padişah V. Murad'ı içkiye alıştıran, geceleri sık sık buluştuğu şair Namık Kemal'di.

II. Abdülhamid'in de içtiği biliniyor. Ama o ne rakı, ne şarap içiyordu. O, "şeker suyu" rom içiyordu!

"Batıcı İttihadcılar'ın Padişahı" V. Mehmed Reşad, ağzına içki koymazdı.

"Hain olup olmadığına" henüz karar verilemeyen son padişah Sultan Vahideddin de içki kullanmayanlar arasındaydı.

Gelelim sonuca: Şimdi biz meseleyi "ayık kafa" sorununa indirgeyip padişahların, şehzadelerin içki içmelerindeki temel meselelere gözümüzü kapatıp, "Osmanlı'yı büyütenler, ayık kafa ile gezmiyordu, batıranlar ise hep ayıktı" gibi absürd bir değerlendirme yapabilir miyiz?

Ama ne yazık ki yapanlar var!

İÇKİ İÇEN HALİFELER!

OSMANZADE Taib Ahmed'in "Telhisü Mehasini'l-adab" kitabında İslam halifelerinin içkiyle ilişkileri de yer alıyor.

Halifeler fethettikleri topraklarda içkiyle tanışmışlardı. Oysa İslam'ın ilk yıllarında sert bir yasak vardı.

Hz. Ömer, hamamda vücudunu şaraplı suyla yıkayan Halid Bin Velid'e, "Şarabın içilmesi kadar vücuda sürülmesi de yasak" demişti.

Gelelim halifelere...

Tarihçi Taib Ahmed Efendi, halifeler hakkındaki bilgileri, İslam dünyasının önemli ilim adamları arasında gösterilen Cahiz'in (776-868) "Minhacü's-süluk" adlı kitabından almıştı.

Bu kitapta, içki içen Emevi ve Abbasi hükümdarları şunlardı:

"Müslümanlar arasında içkinin yayılmasının nedenlerinden biri de, Emevi halifelerinden Yezid Bin Muaviye, Abdulmülk Bin Mervan, Yezid Bin Abdulmülk, Velid Bin Yezid gibi kimselerin içki düşkünü olmalarıydı. Arap hükümdarlarından Numan ve Hişşam ile küçük emirliklerden çoğu haftada bir gün işret ederlerdi (içerlerdi).

(...) Emevi hükümdarlarından Yezid bin Velid ayyaş idi; vaktini sarhoş olup ayılmakla geçirirdi. Abdülmelik ayda bir kere; Velid Bin Abdülmelik haftada bir kere; Süleyman ve Merdan Bin Mehmed üç günde bir kere içerlerdi.

(...) Abbasiler'den zevkusefa sofralarına en ziyade rağbet eden halifeler; Hadi, Reşid, Emin, Me'mun, Mu'tasam, Vasık, Mütevekkil idi. Abbasi halifelerinden Ebul Abbas haftada bir kere salı gecesi içerdi. Hadi ve Mehdi iki günde bir kere; Harun ve Me'mun haftada iki kere içerdi. Bunlar nihayet giderek ayyaş olmuşlardır. Mu'tasım, perşembe ve cuma günlerinde ve toplantılarda içerdi. Ama Vasık, cuma gecesi ve toplantı günlerinde içmez, diğer geceler içmezse uyuyamaz, rahat edemezdi."

Emevi ve Abbasiler'den içki düşkünleri olduğu gibi içkiye karşı hükümdarlar da vardı. Örneğin, Emeviler'den Ömer Bin Abdülaziz ve Abbasilerden Muhtedi ile Mansur gibi birçok halife de içkiye karşı mücadele vermişlerdi.

Fatimiler'den Mustansır içki sofraları kurdurmasıyla bilinirken, Hakim Biemrillah tam tersine içkiye düşmandı.

İslam içkiye izin vermiyordu. (Maide Suresi 90-91 ve Bakara Suresi 219).

İslam inancına göre içkinin bir damlası bile haramdı. İçki murdardı. Bu nedenle içenlerin cezaya çaptırılması gerekiyordu.

Bin Harep, Velid Bin Akabe, Yezid Bin Muaviye, Ömer Bin Hattab vs. İslam'da içki cezası alan ilk isimlerdi. Aslında mazeretleri vardı: "Biraz ferahlamak" ve "türlü düşüncelerden kafalarını kurtarmak!" gibi.

Nedeni ne olursa olsun, yasağa, cezaya rağmen, bazı halifeler hem de konumlarını bile göz ardı ederek, haram olduğunu bile bile içki içmişlerdi.

Eh ne diyelim; günahları boyunlarına!

BUNLARI BiLiYOR MUYDUNUZ?

TÜRKLERİN milli içkisi, kısrak sütünden mayalanma yoluyla yapılan kımızdır. 1960'lı yıllarda bazı Türkçü/Bozkurtçu gençler rakı, şarap değil, "milli içki" diye kımız içerlerdi. Ülkücülüğe ne zaman "Türk-İslam Sentezi" yerleşti, bu hareket içinde kımız içme geleneği son buldu.

İçki yasağı hiçbir dönemde hiçbir ülkede tam olarak uygulanamaz. Ayrıca bazı İslam düşünürleri, kimi hadislere dayanarak İslam'ın içkiye izin verdiğini ispat etmeye çalışırlar. Bunlardan biri de Milli Şair Mehmet Akif Ersoy'un damadı, ilahiyatçı Ömer Rıza Doğrul'dur. İslamiyet ve dinler tarihi üzerine eserler vermiş Doğrul, iyi bir içiciydi. Sirkeci'deki Konyalı Lokantası'nda hem içkisini içer, hem de yazılarını kaleme alırdı. Kuran-ı Kerim'i "Tanrının Buyruğu" adıyla Türkçe'ye çevirdi. "Çeviri parasını içkiye yatırdı" diye çok eleştirildi.

Milli Şair Mehmet Akif Ersoy, 24 yaşına kadar içti, sonra bıraktı. Yakın arkadaşı Neyzen, Mehmet Akif'i içkiye başlatmak, Mehmet Akif ise Neyzen'e içkiyi bıraktırmak için çok uğraştı. İkisi de başarılı olamadı.

Türk ressamları arasında en çok içki içenlerden biri de Çallı İbrahim'di. Neyzen, bir akşam elinde rakı şişesi Çallı İbrahim'e giderken, Bakırköy Hastanesi'nin başhekimi Mazhar Osman'la karşılaştı. Mazhar Osman, daha hastaneden yeni çıkan Neyzen'i elinde şişe ile görünce çok kızdı. Hemen şişeyi kendisine vermesini istedi. Neyzen, içkinin yarısının Çallı İbrahim'e ait olduğunu söyledi. Mazhar Osman, "O halde hemen yarısını boşalt" dedi. Neyzen, "Boşaltamam, üstteki bölüm Çallı'nın" yanıtını verdi!

Türkiye'deki siyasal İslam'ın manevi lideri Necip Fazıl Kısakürek, uzun bir dönem içki içip kumar oynadı. Ama daha sonra ikisine de tövbe etti.

Şair Yahya Kemal, içki masasında en küçük bir münasebetsizliği bile hoş karşılamazdı. Yakın arkadaşı Yakup Kadri Karaosmanoğlu'ndan öğrendiği Bektaşilerin, "Masaya nasıl oturdunuz ise öyle kalkınız" sözünü pek severdi.

İslami temelde gelenekten kopmayan Batılı bir yaşamı savunan şair Namık Kemal, rakıya pek düşkündü. Babası, II. Abdülhamid'in Müneccimbaşısı Mustafa Asım her mektubunda adeta oğluna yalvarırdı: "N'olur şu içkiyi biraz azalt!"

Bülent Ecevit içki sevmezdi. Turgut Özal, Semra Hanım'ın ısrarıyla sadece bir kadeh konyağa hayır demezdi. Süleyman Demirel ise keyifli olduğunda bir iki kadeh içerdi.

Soner YALÇIN 18.11.2007 Hürriyet
T.C. Altındağ 1. Noterliği

No: 7826
5 Mart 1984


Türkiye’de Demokratik Düzene İlişkin Gözlem ve İstemler

Cumburbaşkanlığı ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı Yüksek Katlarına ayrı ayrı sunulmak üzere yazılan, bir sayfalık “Sunuş” bölümüyle, altı sayfalık “Türkiye’de Demokratik Düzene İlişkin Gözlem ve İstemler” bölümlerinden oluşan Dilekçe.

Türkiye, henüz atlatamadığı en ağır bunalımlarından birini yaşamaktadır. Kuşkusuz, bu büyük bunalımdan toplulumuzun bütün kesimleri, katmanları ve görevlileri ortaklaşa sorumludur. Biz Türk aydınları, eksiklerimizin ve sorumluluğumuzun öneminin ve önceliğinin bilincindeyiz. Bu bilinç, bize toplulumuzun sağlıklı ve güvenli bir düzene geçişiyle ilgili görüşlerimizi açıklama görev ve hakkını vermektedir.

Varolan düzenlemeler ve 2969 sayılı yasanın suç saymadığı çerçeve içinde görüşlerimizi açıklamayı gerekli görüyoruz. Bizler bu sınırlamaları benimsememekle birlikte, bu çerçeve içinde hareket etme durumundayız.

Bizler toplulumuzun akılcı yöntemler kullanarak aydınlık bir geleceğe ulaşacağına coşkuyla inanıyoruz. Bu inançla ve ortaklaşa sorumluluğumuzu üstlenip, kaynağını Anayasa’da bulan dilekçe hakkımızı kullanarak, kamu ile ilgili gözlem, düşünce ve istemlerimizi devletin en yüksek katlarına saygıyla sunuyoruz.

Aşağıda İmzası Bulunanların Türkiye’de Demokratik Düzene İlişkin Gözlem ve İstemleri

Demokrasi, kurumları ve ilkeleriyle yaşar. Bir ülkede demokrasinin temel harcını oluşturan kurum, kavram ve ilkeler yıkılırsa bunun zararlarını gidermek güçleşir.

Demokrasiyi kendi öz değer ve kurumlarına yabancılaştırmak, biçimsel olarak koruyup içeriğini boşaltmak, onu yıkmak kadar tehlikelidir. Bu nedenlerle tarihsel birikime dayalı devlet yapımızı ayakta tutan kurum, kavram ve ilkelerinin korunmasını ve demokratik ortam içinde güçlenmesini savunmaktayız.

Halkımız, çağdaş toplumlarda geçerli insan haklarının tümüne layıktır ve bunlara eksiksiz olarak sahip olmalıdır. Ülkemizin, insan haklarının güvenceleri yurt dışında tartışılır bir ülke durumuna düşürülmüş olmasını onur kırıcı buluyoruz.

Yaşam hakkı ve insanca yaşama, örgütlü ve toplumsal varolmanın çağımızda hiçbir gerekçe ile ortadan kaldırılamayacak baş amacıdır; doğal ve kutsal bir haktır. Bu hakkın anlam kazanması, düşünceyi özgürce açıklamaya, geliştirmeye ve etrafında örgütlenmeye bağlıdır. Bireylerimizin yeni ve değişik düşünce üretmelerini, gösterilmeye çalışıldığı gibi, bunalımların nedeni değil, toplumsal canlılığın gereği sayıyoruz.

İnsanların son sığınağı olan adalet, insanca yaşamın da başlıca dayanağıdır. Bunun gerçekleşmesinin çağdaş hukuk devletinde geçerli yolları, adalet arayışının hiçbir şekilde engellenmemesini ve adalete ulaşmada olağanüstü yargı yollarına ve olağandışı yöntemlere başvurulmamasını gerektirmektedir. Olağanüstü yönetim biçimlerinin olağan sayılan dönemlerde süreklilik kazanmasının çağdaş demokrasi anlayışıyla bağdaşmayacağı görüşündeyiz.

Yargı kararı olmaksızın yurttaşların haklarının kısılması, tartışılması mümkün olmayan tek yanlı idari işlemlerle suç oluşturulması, siyasal hakların ellerden alınması, ve genel suçlamalar yapılması, toplumsal yıkımlara yol açmaktadır. Dernek, kooperatif, vakıf, meslek odaları, sendika ve siyasal partilere girmenin ve açıklandığı zaman suç sayılmayan düşüncelerin sonradan egemen olan anlayışa göre, suç sayılması hukuk devleti kavramıyla bağdaşmaz.

Türkiye’nin yaşadığı yoğun terör eylemlerinden demokratik sistemin kendisi sorumlu tutulamaz.

Her örgütlü toplumun şiddet eylemleriyle mücadele etmesi kaçınılmaz görevidir. Ancak, devlet olmanın temel niteliği, terörle mücadelede hukuk ilkelerine bağlı kalmaktır. Terörün varlığı, hiçbir zaman, devletin de aynı yöntemlere başvurmasının gerekçesi olamaz.

Varlığı yasal kararlarla da kanıtlanan işkence insanlığa karşı suçtur. İşkencenin yargısız, peşin ve ilkel bir cezalandırma alışkanlığına dönüştürülmüş olmasından endişe ediyoruz. Ayrıca, özgürlüğü sınırlama amacını aşan cezaevi koşullarını da eziyet ve işkence sayıyoruz.

İşkencenin büsbütün ortadan kaldırılması için gerekli önlemler alınmalıdır. Savunma, soruşturma ve suçlama ile birlikte başlamalıdır. Her türlü soruşturma ve kovuşturmada, hukuk devleti kuralları dışına çıkılır ve yargısal yöntemlerde en başta sanık mahkûm oluncaya kadar masumdur ilkesiyle vurgulanan evrensel güvenceler yok sayılırsa, keyfilik, özellikle siyasal davalarda yargılamanın temel unsurlarından biri olur.

Terör eylemlerinin oluşmasında toplumun bütün kesimlerinin sorumluluk payının olduğu gözönüne alınarak, ölüme dayalı çözüm düşüncesinin ortadan kaldırılması için, kesinleşmiş idam kararlarının infazlarının durdurulması ve ölüm cezalarının kaldırılması gereğine inanıyoruz.

Gecikmiş adaletin adaletsizlik olduğu evrensel gerçeğine dayanarak, görülmekte olan davaların bir an önce sonuçlandırılması gerektiği görüşündeyiz.

Suçları oluşturan, toplumsal ve siyasal koşullardır. Türkiye’nin içinde yaşadığı çalkantılı dönemin topluma yüklediği sorumluluk unutulmamalıdır. Bu nedenlerden ötürü ve sosyal barışa katkıda bulunmak için kapsamlı bir affı kaçınılmaz görüyoruz.

Kamu yaşamında iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırmanın yolu olan siyaset, toplumun tümünün yönetime katılmasıdır. Güncel siyasetin her ülkede görülen ve kaçınılmaz olan aksaklıkları, herkese açık olması gereken siyaset yoluyla topluma hizmetin engellenmesinin ve belirli zümrelerin, kişinin ve kişilerin tekeline bırakılmasının nedeni olamaz. Siyaset yalnızca idari kararlara indirgenemez.

Milli irade ancak, toplumun bütün kesimlerinin özgürce örgütlenebildiği düzenlerde anlam ifade eder. Kimsenin siyasal kanı ve felsefi düşüncesinden ötürü suçlanmadığı, hiçbir yurttaşın dinsel inançlarından dolayı kınanmadığı ülkelerde milli irade en üstün güçtür. Bu üstün gücün meşruluğu, temel hak ve özgürlüklere karşı takındığı tavra bağlıdır.

Çoğunluk iradesinin özgürce belirlenmesini engelleyen koşullar demokrasiye aykırıdır. Bunun gibi, çoğunluk iradesini bahane ederek temel hakları yok etmek de demokrasi ile bağdaşmaz.

Tarihsel gelişim süreci içinde demokratik anayasaların amacı, kişi hak ve özgürlüklerini güvence altına almaktır. Bireyi devlet karşısında güçsüzleştiren düzenlemeler, hangi ad altında getirilirse getirilsin, demokrasiden uzaklaşma anlamına gelir. Bu durumda, demokratik yaşamın kaynağı olması gereken Anayasa, demokrasinin engeli olur.

Başta siyasal partiler olmak üzere, sendikalar, mesleki kuruluşlar ve dernekler, demokratik yaşamın vazgeçilmez dayanaklarıdır. Mesleki örgütlenmeler, üyelerinin dayanışma ve ekonomik çıkarlarını savunmakla görevli oldukları kadar, siyasal partilerle birlikte, birey ve grupların demokratik özgürlüklerini korumanın ve yönetime katılmalarının aracı ve etkeni de olmalıdır. Bu nedenle, örgütlenme ve katılım haklarının anayasal düzenlemeler içinde en geniş güvencelere kavuşturulması gerektiğine inanıyoruz.

Bir toplumun yaşayışında, özgürlük, çeşitlilik ve yenilik öğelerinin bulunması, toplumun geleceği ve gelişmeye açık tutulması için zorunludur. Bu bakımdan her türlü düşünce üretimi korunmalı, yeni öneriler kamuya özgürce sunulabilmelidir.

Özgür basın, demokratik düzeni bütünleyen temel öğelerden biridir. Bunun sağlanması için, bağımsız, denetimsiz ve çok yanlı olarak toplumun kendinden haberli olması, değişik düşüncelerin özgürce yansıtılması ve her türlü eleştirinin basında yer bulması zorunludur. Çok yönlü kamuoyu oluşması ve yönetimin demokratik denetimi ancak böyle bir basınla gerçekleştirilebilir. Yine bu nedenlerle ve yansızlığın en koşulu olarak TRT’nin de özerkliğinin sağlanması gerektiğine inanıyoruz.

Eğitimin temel amacı, özgür düşünceli, bilgili, becerili ve üretici insan yetiştirmektir. Bunun tersine, tek tip insan yaratmaya çalışmak, çağdaş gelişmeler ve çoğulcu demokrasiyle bağdaşmaz. Çağdaş demokrasi, dünyaya eleştirel gözle bakabilen insan yetiştirmeyi amaçlar.

Toplumun en yetişkin kesimi olan üniversitelerin özerklikten yoksun bırakılarak kendi kendilerini yönetmeye layık olmadıklarının ileri sürülmesi, ülkemizde demokrasinin işleyebileceğini inkâr etmek anlamına gelir. Bütün yüksek öğretim kurumlarının, atamalarla oluşturulan aşırı yetkili bir kurulun buyruğuna verilmesi, hem gençlerin iyi yetiştirilmesini, hem de bilim yapılmasını şimdiden engellediği gibi ülkenin geleceği için büyük kaygılar da doğurmaktadır. Bu nedenle, YÖK düzeninin bir an önce seçim ilkesine dayalı özerklik yönünde değiştirilmesini gerekli görüyoruz.

Fikir ve sanat ürünlerinin serbestçe oluşmasını engelleyen hukuki ve fiili sınırları kaldırmak ve her yurttaşla birlikte, düşünce ve sanat adamlarını da genel güvencelerle donatmanın bir uygarlık koşulu olduğunu önemle belirtmek isteriz. Sağlıklı bir toplumsal gelişme, her türlü sanat yapıtlarının üretiminde ve yayımında özgürlüğü, kültürel yaratıyı son derece sınırlayan sansürün toptan kaldırılmasını, hiçbir konunun tabu haline getirilmemesini, ceza sorumluluğunun yalnız olağan yargı mercilerince saptanmasını gerektirir.

Bütün bunların ışığında, topluma karşı sorumluluklarının bilincinde olan bizler, çağdaş demokrasinin, ayrı ayrı ülkelerin özel koşullarına göre uygulamadaki değişikliklere karşın, değişmeyen bir özü olduğuna bu özü oluşturan kurum ve ilkelerin bizim ulusumuzca da benimsenmiş bulunduğuna, bunlara aykırı düşen yasal düzenleme ve uygulamaların demokratik yöntemlerle ortadan kaldırılması gerektiğine, yaşadığımız bunalımdan, böylelikle, sağlıklı ve güvenli olarak çıkılacağına olanca içtenliğimizle inanmaktayız.



Adı, Soyadı: İşi Ek Bilgiler



X X X



Cumhurbaşkanlığı ve Türkiye Büyük Milllet Meclisi Başkanlığı Yüksek Katlarına ayrı ayrı sunulmak üzere yazılan, bir sayfalık “Sunuş” bölümü ile, altı sayfalık “Türkiye’de Demokratik Düzene İlişkin Gözlem ve İstemler” bölümlerinden oluşan Dilekçe.

Bu dilekçe, ilgili makama, Avrupa Konseyi’nin Türkiye’deki demokrasi ve insana haklarına ilişkin kararından sonra sununlacaktır. Bunun nedeni, bu dilekçenin verilmesinin çeşitli çevrelerce bilerek ya da bilmeyerek yanlış yorumlanmasını veya kötüye kullanılmasını önlemektir.

Bu dilekçe 1300 aydın tarafından imzalanmış olup imzalı kopyalar Ankara, Altındağ 1. Noteri’ne emanet olaral teslim edilmiştir.


David Schine, Joseph McCarthy and Roy Cohn (1953)
İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte Amerika Birleşik Devletleri’ndeki kimi çevreler Sovyet ajanlarının ülkedeki varlığından ve gizli tertiplerinden dem vurmaya başladı. 29 Haziran 1940’da Amerikan Kongresi, Amerikan hükümetinin devrilmesini savunmayı ve bunun propagandasını yapmayı suç haline getiren bir yasayı kabul etti. Çok açık ki, düşünce özgürlüğünü sınırlayan bu yasa Amerikan Komünist Partisi’ni hedef alıyordu. Ülkedeki komünist faaliyetleri araştırmak üzere kurulan Amerikan Karşıtı Faaliyetler Komitesi (HUAC), sendikacılardan yazarlara, müzisyenlerden eğitimcilere onlarca insanı sorguladı. Ancak bunlar arasında en çok gürültüyü Hollywood’un bilinen isimlerinin sorgulanması kopardı.

Soruşturmaların yoğunlaştığı bir dönemde, 9 Şubat 1950’de Wisconsin senatörü Joseph McCarthy, elinde hükümet için çalıştıklarını ve Komünist Parti’ye üye olduklarını iddia ettiği 205 kişinin listesi olduğunu söyleyerek kamuoyunun karşısına çıktı. Bu liste bir sır değildi çünkü 1946’da hükümet tarafından yapılan bir çalışma sonucu hazırlanmış ve kamuoyuna duyurulmuştu. Listedekilerden bir kısmı gerçekten komünistti. Ancak listenin diğer üyeleri (yine hükümet tarafından sakıncalı bulunan) eşcinseller ve alkoliklerdi. Dolayısıyla, listeyi elinde sallaya sallaya televizyonlarda arzı endam eden McCarthy de aynı sorguya muhatap kalmış olsa, listedeki yerini alabilirdi pekala. İddiaları üzerine tanıklık yapmak için Amerikan Karşıtı Faaliyetler Komitesi’ne çağırılan McCarthy, listeyi önce 80 kişiye, sonra da 50 kişiye düşürmesine rağmen tek bir sanığın dahi komünist olduğunu ispatlayamadı. Ancak bütün bu iddialı ve hırslı tavırları McCarthy’e geniş bir kamuoyu desteği sağladı. Ve böylece tarihe “McCarthizm” olarak geçen karanlık dönem başladı. Sorgulamalar, eskisinden daha hızlı devam ediyordu…

“Cadı avı” sırasında bütün tanıklardan Komünist Parti’ye üye olup olmadıklarını, üye iseler, diğer üyelerin isimlerini ve artık bu işleri bıraktıklarını söylemeleri ve Komite üyelerine artık yalnızca Amerikan çıkarları için çalışacak birer tövbekar olduklarını kanıtlamaları istendi. Sorulara yanıt vermeyi reddeden onlarca Hollywood çalışanı ya hapse atıldı ya da sürgüne gitmek zorunda kaldı. İşlerinden olmak ise, hepsinin ortak kaderiydi.. Komitenin karşısına çıkıp arkadaşlarının isimlerini birer birer sayanlar, kariyerlerine kaldıkları yerden devam ettiler.

Komitenin gazabına uğrayıp işlerini kaybedenler arasında Bertolt Brecht, Charlie Chaplin, Arthur Miller, Orson Welles ve Pete Seeger gibi ünlü sanatçıların yanı sıra daha kariyerlerinin başında olan ve gelecek vadeden pek çok kişinin yer aldığı sinemayla ilgilenen herkesin malumu. Ancak arkadaşlarının gelecekleri pahasına kendi kariyerlerini kurtaranlar bahsinde -belki de en meşhurları olduğundan- Elia Kazan’dan başkası çoğunun hatırına gelmez. Oysa bu isimler arasında nice enteresan insan yer alıyor. Edvard Dmytryk örneğin…

Sorgulamaların başladığı 1947’de soruları yanıtlamayı reddedip, kimsenin düşünceleri yüzünden yargılanamayacağı ilkesinden hareketle Amerikan Anayasası’nın çiğnendiğini belirterek direnen ve bu yüzden hapse atılan Hollywood Onlusu (Herbert Biberman, Lester Cole, Albert Maltz, Adrian Scott, Samuel Ornitz, Dalton Trumbo, Edward Dmytryk, Ring Lardner Jr., John Howard Lawson ve Alvah Bessie) arasında yer alan Dmytryk’in ekonomik sıkıntıları, karısından ayrılınca arttı. Bundan kurtulmanın tek yolu olarak arkadaşlarını ele vermeyi ve işine yeniden kavuşmayı gördü. Hollywood Onlusu direnişinden dört yıl sonra 1951’de bu kez kendi isteğiyle çıktığı mahkemede bütün soruları yanıtlamakla kalmayıp isimlerini verdiği komünistlerin kendisine baskı yaptığını iddia etti. Bunun ödülü olarak da kara listeden çıkarıldı ve tekrar çalışma fırsatı buldu.

Larry Parks komiteye isimleri verilenler arasındaki tek oyuncuydu. Aynı zamanda sinemaya ilgi duymayan herhangi birisinin de tanıyabileceği tek isimdi. Parks, komiteye ifade vermeyi kabul etti. 1941’de Komünist Parti’ye katıldığını ancak dört yıl sonra ayrıldığını itiraf eden Parks, arkadaşlarının ismi sorulduğunda yanıt vermek istemedi. Ancak komite onu muhbirlik yapmak ya da komiteye saygısızlıktan hapse girmek arasında bir seçim yapmaya zorladı. Parks da ilk şıkkı tercih etti. Verdiği isimler arasında yer alan Leo Townsend, Isobel Lennart, Roy Huggins, Richard Collins, Lee J. Cobb, Budd Schulberg ve Elia Kazan da Larry Parks’la aynı tercihi yaptılar ve komiteye yeni isimler verdiler.

Elia Kazan’ın bundan birkaç yıl sonra, 1954’te çektiği, başrollerini Marlon Brando, Karl Malden, Lee J. Cobb, Rod Steiger, Pat Henning ve Eva Marie Saint'in paylaştığı sekiz Oscarlı Rıhtımlar Üzerinde (On the Waterfront) pek çoklarınca McCarthy sorgulamalarındaki tutumunu savunmaya yönelik bir çalışma olarak kabul edildi. Filmde liman işçisi Terry’nin öyküsü anlatılır. Terry, çeteleşen sendika patronlarının işlediği cinayetlerden birinde istem dışı rol almıştır ve vicdanı rahat olmasa da susmaktadır. Ancak çetenin öldürdüğü işçilerden birinin kızkardeşi olan Edie’yle duygusal yakınlaşma ve ardından, çetenin adamı olan ağabeyi Charley’nin öldürülmesi Terry’nin yavaş yavaş değişmesine ve eski pısırık kişiliğinden sıyrılarak patronlarına karşı mücadele etmeye karar vermesine neden olur. Filmin sonundaki, arkadaşları tarafından dışlanan Terry'nin feci şekilde dövülmesine rağmen ayakta kalıp destekçileriyle beraber yürümeye devam etme sahnesi de Elia Kazan açısından otobiyografik öğeler taşıyor. Elia Kazan, sorgulamalardaki tavrı yüzünden pek çok arkadaşı tarafından suçlandı ve asla affedilmedi. 1972’de Cannes Film Festivali’nde Kazan’ın ödül kazanması güdeme geldiğinde sorgulamalar yüzünden ABD’yi terk edip İngiltere’ye yerleşmek zorunda kalan Festival Jüri Başkanı ünlü yönetmen Joseph Losey (Uşak, Kaza Gecesi, Arabulucu), Kazan’ı açıkça lanetleyerek ödülün verilmesine engel oldu. 1998’de ise, vaktiyle pek çok insanın işini bırakmasına neden olarak endüstrinin canına okuyan Kazan’a, “endüstriye katkılarından dolayı” Yaşam Boyu Onur Oscar’ı verildiğinde Ed Harris ve Nick Nolte gibi ünlü oyuncular töreni protesto edecekti. Kendisine muhbirliği hatırlatıldığında Kazan “Utanıyorum.” demekle yetindi ve bu konuyla ilgili kimseyle konuşmadı. Anılarında bile: ismini verdiği arkadaşlarından olan Arthur Miller’ın sevgilisi Marlyn Monroe’yla yaşadığı aşk maceraları, sorgulamalardan çok daha fazla yer tutuyordu. Kazan’ın bu davranışı, Anadolu’dan gelmiş olması nedeniyle kendisini hiçbir zaman tam bir Amerikalı olarak kabul ettirememiş olmasına ve Amerikan egemenlerine bu şekilde yaranmaya çalışmış olmasına bağlandı sonraları.

McCarthy’nin kaybettirdiklerinin öyküleri ise çok daha acıklı… Hakkında soruşturma açılıp mahkemeye çağrılanlardan sessiz sinema ustası Charlie Chaplin, ABD’yi terk ederek İsviçre’ye yerleşti. Yönetmen Joseph Loosey ise İngiltere’ye yerleşti ancak, ABD’deki cadı avı İngiltere’ye sıçrayınca takma isimlerle çalışmak zorunda kaldı. Nazım Hikmet’in “Türkülerimizden korkuyorlar Robeson..” diye selamladığı siyahi şarkıcı Paul Robeson’un pasaportu iptal edilirken, senarist Ben Barzman’a Fransa’ya sürgün yolları gözüküyordu. Tom, Dick ve Harry filmiyle 1941’de Oscar’a aday gösterilen Paul Jarrico için de kariyerinin sonu anlamına geliyordu McCarthizm. Sonraları Kubrick’in filme aldığı Spartacus’ün senaristi Howard Fast de iş bulabilmek için yıllarca takma isim kullanmak zorunda bırakılıyordu. Dr.Jekyll and Mr. Hyde ile tanınan Rose Hobart, sırf Sinema Oyuncuları Sendikası’nda aktif olduğu için sinemadan kopartılanlar arasındaydı. Ünlü Alman şair-yazar Bertolt Brecht ise komiteye çağırıldığında ABD vatandaşı olmadığı için komitenin kendisini sorgulamaya hakkı olduğunu belirterek çağrıyı kabul etti. Sorgulama sırasında ise, İngilizce’ye tam anlamıyla hakim olmamasını müthiş bir koza dönüştürerek komiteyle dalgasını geçti. Ancak onu da ABD’de fazla tutmadılar ve Doğu Almanya’ya yerleşti.

Bütün Amerika’yı kasıp kavuran McCarthy rüzgarı bu ihtiraslı senatörün eleştiri oklarını Amerikan ordusuna yöneltmesiyle son buldu. Amerikan ordusu için bu kadarı fazlaydı. Onlarca aydın ve sanatçı yargılanırken sesini çıkartmayan kamuoyu, sıra orduya gelince McCarthy’i harcamaya karar verdi. Ordu, gazetelere McCarthy’nin usülsüzlükleri hakkında bilgiler sızdırırken basında da senatörün alkolik ve eşcinsel oluşu sürekli gündeme getiriliyordu. Nihayetinde McCarthy, senatodaki Operasyon Yönetimi Komitesi’nin başkanlığını ve bir sonraki seçimleri kaybetti. McCarthizm resmen sona ermiş olsa da ABD’yi esir alan antikomünist histeri Soğuk Savaş boyunca devam etti. Buna sinema sektöründen verilebilecek en iyi örnek Jean Seberg’e yapılanlardır. Jean D’Arc ile çıkış yapıp Günaydın Tristesse ile yıldızlaşan Fransız aktris Seberg Hollywood’a geldiğinde, kimileri rahatsız olmuştu. Sebebi, Seberg’in ırkçılık karşıtı Kara Panterler örgütüyle olan ilişkileri ve sol görüşleriydi. Atağa geçmek için fırsat kollayan FBI, Seberg’in Meksikalı yazar Carlos Fuentes’ten hamile kalması üzerine aradığı fırsatı buldu. FBI bu bebeğin Kara Panterler üyesi siyahi bir teröristten olduğunu iddia eden bir mektubu Hollywood dergilerine gönderdi. Bu iftiralar karşısında Seberg öylesine sarsıldı ki, erken doğum yapmak zorunda kaldı ve ertesi gün basın toplantısı düzenleyip gazetecilere ölü bebeğinin bedenini gösterdi. Bu, dedikodulara son verdi ancak Seberg kendini asla toparlayamadı. Çocuğunun her –ölü- doğum gününde intihara kalkışan Seberg, sayısız girişiminden sonra, bir gün arabasında ölü bulundu, boş bir ilaç kutusu ve veda mektubu ile… Irak Savaşı sırasında da ABD’nin tavrını eleştiren Michael Moore ve Jessica Lange gibi isimleri vatan hainliğiyle suçlayıp Hollywood’dan dışlanmalarını savunan kimi çevreler de McCarthizmin hâlâ biryerlerde pusuda olduğunu kanıtlıyordu.

Kaliforniya Üniversitesi müzikologlarından Richard Taruskin’in besteci John Adams’ı Amerikan karşıtı müzisyen olarak yaftalamasındaki dürtü de aynıydı. İyi ve Kötünün Bahçesinde Geceyarısı’nda zengin ve güçlü eşcinsel karakteri unutulmaz bir şekilde canlandırdığı için eşcinsel olduğu iddia edilen Kevin Spacey’nin "Bu, McCarthy döneminin sürdüğünün açık bir kanıtıdır" şeklindeki sözleri manidardır.alıntı


BANU AVAR'LA DÜNYA DÜZENİ
CUMARTESİ 20:30

Yaptığı programlarla gündem belirleyen usta gazeteci Banu Avar, dünyanın seyrini Türkiye'nin vizyonuna taşıyor.Oluşturulmak istenen yeni dünya düzeninin arka planına farklı bir yaklaşım...Kirli ilişkiler, çıkar hesapları, kullanılan insanlar ve güç odakları…Ekranların en iddialı haber-belgesel programı Dünya Düzeni'nde soluk soluğa bir yolculuk...



Hakkında
Konum: İstanbul,Beyoğlu
İlgi Alanları: futbol pc fitness yüzme
Forum İmzası:
ABD CIKARLARINA KALKAN OLMAYACAGIZ - ABD'NİN FÜZE KALKANI PROJESİNE HAYIR
BEŞİKTAŞ

RİZE ÜNİ-MAKİNE

SINIRSIZ Bölüm Yasağı Kaldırılsın...
BJK, İLKERİNANÇ, ELECTRA, BLACKEAGLE, SANGRE, OKTAYD, ORION
Hakkımda:






YAŞASIN TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE
BEŞİKTAŞ

KAHROLSUN AMERİKA EMPERYALİZMİ YAŞASIN TAM BAGIMSIZ TÜRKİYE
BEŞİKTAŞ
Rize Üni-Makine

Din sıradan insanlar için gerçek, aydınlar için yalan, iktidarlar için kullanışlıdır...
BEŞİKTAŞ

RİZE ÜNİ-MAKİNE


4548e139dd6ff9e5803b9ce19a91f8330.jpg
Temel Bilgiler ve İstatistikler
Aktiflik: Şu anda DH'de değil
Son Giriş: 11 yıl önce
Son Mesaj Zamanı: 13 yıl
Mesaj Sayısı: 3.502
Gerçek Toplam Mesaj Sayısı: 11.106
İkinci El Bölümü Mesajları: 33
Konularının görüntülenme sayısı: 21.448 (Bu ay: 436)
Toplam aldığı artı oy sayısı: 26 (Bu hafta: 0)
En çok mesaj yazdığı forum bölümü: Konu Dışı / Off Topic
Mesajları
İkinci El Referansları
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.