Şimdi Ara

••••TÜRK ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ •••• (39. sayfa)

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
1.817
Cevap
16
Favori
434.108
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: önceki 3738394041
Sayfaya Git
Git
sonraki
Giriş
Mesaj
  • TABGAÇ DEVLETİNİN KURULUŞU VE GELİŞMESİ

    Tabgaçlar önce Kuzey Şansi'de Tai şehri başkent olmak üzere küçük 1.Topa Devletini kurdular (338-376). İlk hükümdarları ŞAMO HAN idi. Çevrelerindeki küçük Hun Devletleriyle ve Sienpi kütleleriyle mücadeleye giriştiler. Nihayet 16 kadar küçük hükümeti idareleri altına alarak büyük bir devlet haline geldiler.(386)

    Doğu Çin'deki verimli toprakları ele geçirdikten sonra,siyasi nüfuzlarını Pekin yakınlarına ve Huang-Ho nehri dirseğine kadar genişlettiler. Fakat kuzeyde Juan-Juan'ların çok kuvvetli oluşundan dolayı genişleme imkanı bulamadılar. Moğol asıllı olan Juan-Juan devleti Sienpi'lerin mirasçısı olarak 4.yy. sonlarından itibaren kudretli bir siyasi kuruluş haline gelmişti. Tabgaç ,Juan-Juan çatışması ,bazan çok şiddetli olarak 150 yıl kadar sürdü.

    TAO (TAİ-VU) DEVRİ

    İmp.Tao devrinde (424-452) Tabgaç devleti en parlak dönemini yaşadı. Tao, bütün kuzey Çin'i tek idare altında birleştirdi. Ayrıca 2.Tsin Devletini kendine bağladı. Hun Hia hükümdarlığını aldı, Juan-juan'ları yendi. Moğolistan'ın bir kısmını istila etti. İç Asya'daki Vusun , Yüepan ülkelerini , Kuça, Kaşgar, Karaşar, Turfan başta olmak üzere 30 kadar şehir devletçiğini kendisine bağladı ve Kansu'daki Hun Devletini ortadan kaldırdı.

    Böylece ünlü İpek yolu tekrar Türk hakimiyeti altına girdi. 450 yılında güneyde Yangçe ırmağına ulaşan Tao, Çin askerinin taydan, dişi inekten farksız olduğunu söylüyordu. Kendisi ise "BÖRÜ" (kurt) lakabını taşıyordu. İmp. merkezini, Türk hayat şartlarına uyan bozkır bölgesinde tutuyordu.

    TÜRKLER VE BUDİZM

    O sıralarda Budizm dini Çin'de yayılmaya başlamıştı. Tao Budizmin Türkler arasında yayılmasını şiddetle önlemeye çalıştı. Tapınaklarda ayinler dışında din propagandasını yasaklamakla işe başladı. Bu suretle Türk bünyesinin ve seciyesinin bozulmasını önlemek istedi. Tao'nun bu tutumunun doğruluk ve değeri çok sonra anlaşılacaktı.

    Tao'dan sonra Tabgaç hükümdarı olan KAO-ÇUNG ve 1.HONG zamanlarında İç Asya da devlete bağlanan şehir hükümetlerinin sayısı 50 ye çıktı. Juan-Juan'lar bir kez daha mağlup edilip Güney Çin devletinin bazı bölgeleri ele geçti.

    YABANCI KÜLTÜRÜN YAYILMASI VE SOYSUZLAŞMA

    Bu büyük askeri başarılara rağmen, Kao-Çung ve 1. Hong Budizm'e karşı kayıtsız kaldılar. Tao'nun aldığı tedbirin önemi farkedilmedi, yasak kararı gevşetildi. Hatta zamanla Budizm korunmaya bile başlandı. Böylece bu yeni din gittikçe yayılmaya başlandı. 479'da yalnızca başkentte 100'den fazla Budist tapınağı ve 2000 den fazla rahip bulunuyordu.

    Devletin eski gücü, 2.imp.Hong (471-479) zamanında gittikçe azaldı. Kuça ve etrafı Juan-Juan devleti tarafından işgal edildi. Başkent, bozkır bölgesinden eski Çin merkezi Lo-Yang'a taşındı. Türk töresinin ihmali ve soysuzlaşmanın hızlanması 495'te son noktasına ulaştı. Türk örf ve gelenekleri, giyim tarzı, Tabgaç dili yazışmalarda Türkçe deyimlerin kullanılması yasaklandı.

    Bu tutum karşısında halk büyük isyanlar başlattılarsa da bunlar bastırılmıştır.


    TABGAÇ DEVLETİNİN YIKILMASI

    Tabgaç hükümdarları Budizme büyük yakınlık göstermişlerdi. O kadarki yabancı Devletlerdeki dindaşlarıyla bile ilgilendiler.

    Neticede Tabgaç Devleti, Türk atalarının askeri vasfını gittikçe kaybetti. Yeni bölge ve yerli Çin halkı da iktisadi ve sosyal değişmelere sebep oluyordu. Devletin gücü nerdeyse bitmişti.

    Tabgaç Devleti 534'te doğu ve batı olmak üzere ikiye ayrıldı. Kısa zaman sonra her iki devletin toprakları Çin hanedanlarının eline geçti.




  • Osmanlıdaki İDAM Yönetmlerini anlatırmısınız
    kararları kim verirdi.nasıl olurdu ne şekilde vb...........................
  • quote:

    Orjinalden alıntı: İSKORPİT-X

    Osmanlıdaki İDAM Yönetmlerini anlatırmısınız
    kararları kim verirdi.nasıl olurdu ne şekilde vb...........................


    Şöyle birşey buldum.Ama çoğunun Çin İşkencesi olduğuna inanıyorum.Bir de avatarını değiştirsen Fetih hocamla karıştırıyorum hep.

    Osmanlı İşkenceleri

    1- osmanlı döneminde idam edilecek adamın yanı başında bir sac hazırlanırmış ve bu sac allttan verilen ateşle iyice kızdırılırmış...kafası kesilen adamın kafasını kestikten hemen sonra bu saca bastırırlarmış...sıcaktan dolayı kan beyinde 2 saniye kadar dolaşacağı için adama yerde duran cansız bedeni son defa gösterilirmiş...

    2- suçlunun derisini yüzüp denize atarlarmış...(acıyı tahmin edin artık)

    3- suçlu ortası delik bir sandalyeye cıplak bir şekilde oturtulurmuş...bu delik yere içinde fare olan bir kase yerleştirilirmiş...ve kaseyi alttan yavaş yavaş ısıtırlarmış...tabiki sıcağa dayanamayan fare çıkacak biyer bulamayınca suçlunun makattan kemirmeye başlayıp en son ağzından çıkarmış...

    4- suçlu güneşin altına ellerinden bağlı biş şekilde yatırılırmış...suçlunun saçları kazınıp kafasına deve derisi geçirilirmiş...deve derisi güneşte eriyip suçlunun kafasına yapışırmış...saçlar deve derisi yüzünden dışarı doğru çıkamayıp içeri doğru çıkmaya başlarmış...bir süre sonra saçların kafatasını delmesiyle beyne ulaştığı anda adam ölürmüş...

    5- suçlunun sığabileceği bir çukur kazılır ve suçluya tıkabasa yemek yedirilirmiş...dışkısını da o çukura yapmak zaorunda kaln adam bir süre sonra dışkılarının bedenini çürütmesiyle ölürmüş...

    6-osmanlı da karısını,kızını satanlara uygulanan bi ceza bu da...demirden yapılmıs bir mızrak yüksek sıcaklıkgı olan bir fırında 1 saat bekletilirmiş ve demir erimeden sıcaklık doruga ulastıgında kızgın demir adamın kafasının ortasından(tahminen alnından)yavas yavas sokulurmus...suclu basta acıyı hissetmezmiş.
    ama demir kafasının arkasından cıktıgında o kadar canı yanarmıs ki gözlerinden kan cıkarak can verirmiş




  • quote:

    Orjinalden alıntı: _LoRDi_


    quote:

    Orjinalden alıntı: İSKORPİT-X

    Osmanlıdaki İDAM Yönetmlerini anlatırmısınız
    kararları kim verirdi.nasıl olurdu ne şekilde vb...........................


    Şöyle birşey buldum.Ama çoğunun Çin İşkencesi olduğuna inanıyorum.Bir de avatarını değiştirsen Fetih hocamla karıştırıyorum hep.

    Osmanlı İşkenceleri

    1- osmanlı döneminde idam edilecek adamın yanı başında bir sac hazırlanırmış ve bu sac allttan verilen ateşle iyice kızdırılırmış...kafası kesilen adamın kafasını kestikten hemen sonra bu saca bastırırlarmış...sıcaktan dolayı kan beyinde 2 saniye kadar dolaşacağı için adama yerde duran cansız bedeni son defa gösterilirmiş...

    2- suçlunun derisini yüzüp denize atarlarmış...(acıyı tahmin edin artık)

    3- suçlu ortası delik bir sandalyeye cıplak bir şekilde oturtulurmuş...bu delik yere içinde fare olan bir kase yerleştirilirmiş...ve kaseyi alttan yavaş yavaş ısıtırlarmış...tabiki sıcağa dayanamayan fare çıkacak biyer bulamayınca suçlunun makattan kemirmeye başlayıp en son ağzından çıkarmış...

    4- suçlu güneşin altına ellerinden bağlı biş şekilde yatırılırmış...suçlunun saçları kazınıp kafasına deve derisi geçirilirmiş...deve derisi güneşte eriyip suçlunun kafasına yapışırmış...saçlar deve derisi yüzünden dışarı doğru çıkamayıp içeri doğru çıkmaya başlarmış...bir süre sonra saçların kafatasını delmesiyle beyne ulaştığı anda adam ölürmüş...

    5- suçlunun sığabileceği bir çukur kazılır ve suçluya tıkabasa yemek yedirilirmiş...dışkısını da o çukura yapmak zaorunda kaln adam bir süre sonra dışkılarının bedenini çürütmesiyle ölürmüş...

    6-osmanlı da karısını,kızını satanlara uygulanan bi ceza bu da...demirden yapılmıs bir mızrak yüksek sıcaklıkgı olan bir fırında 1 saat bekletilirmiş ve demir erimeden sıcaklık doruga ulastıgında kızgın demir adamın kafasının ortasından(tahminen alnından)yavas yavas sokulurmus...suclu basta acıyı hissetmezmiş.
    ama demir kafasının arkasından cıktıgında o kadar canı yanarmıs ki gözlerinden kan cıkarak can verirmiş






  • Osmanlı da çok muhteşem padişahlar vardı. Soyu Osmanlından gelmese bile. Bir de zayıf, kişiliksiz olanlar vardı. Mustafa Kemal in bahsettiği-Vahdettin için- soysuz kelimesi çok yerindedir..

    Türk Dil Kurumu
    1 . Soyunun özelliklerini yitirmiş olan (kimse, bitki vb.), dejenere.
    2 . Biyolojik ve toplumsal ölçüler yönünden göze batacak kadar kötüye giden (kimse), dejenere:
    "Ağaç deyip geçme, onun da soylusu olur, soysuzu olur."- T. Buğra.
    3 . mecaz Kötü tanınmış, ahlaksız.
  • Mısır’ın fethinden sonra esir Memluk kumandanlarından Kayıtbay Yavuz Sultan Selim’in huzuruna getirilmişti.
    Aralarında şöyle bir konuşma geçti:
    “- Söyle bakalım Kayıtbay, cesaret ve kahramanlığın ne işe yaradı?”
    “- Cesaret ve kahramanlığım hala var ey Sultan! Yalnız, bize ne yaptıysa ordunuzdaki toplar yaptı!”
    “- Anlamadım!..”
    “- Berberilerden biri, Venedik’ten top getirerek bize satmak istemişti de, Peygamberimizin, “ok ve kılıç kullanın” şeklindeki emrine aykırıdır diye satın almamıştık. O satıcı bize, “Yaşayan görecektir ki, memleketiniz top yüzünden elinizden çıkacaktır” demişti. Meğer doğruyu söylemişmiş!”
    “- Din kaidelerine böylesine bağlı idiniz de, Allah’ın, “Düşmanın silahına aynı silahla karşılık veriniz” emrine neden uymadınız? Bilmez misiniz ki, “Ok ve kılıç kullanın” demek “Başka silah kullanmayın” demek değildir. O zaman o silahlar varmış, şimdi de bu silahlar var!”
    Kayıtbay başını önüne eğdi ve sustu.




  • Peki, Vahdettin hain miydi?
    Bunu anlamak için Vahdettin’in saltanatına son veren, Cumhuriyetimizin kurucusu Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün ne yazdıklarına göz atmakta fayda var. Bunun içinde ilk akla gelen başvuru kaynağımız Nutuk.
    Mustafa Kemal Atatürk Nutuk’un daha birinci sayfasında şöyle yazıyor: "... Saltanat ve hilafet Makamında oturan Vahdettin soysuzlaşmış, şahsını ve saltanatını koruyabileceğini hayal ettiği alçakça tedbirler araştırmakta. Damat Ferit Paşa'nın başkanlığındaki hükümet aciz, haysiyetsiz ve korkak..."

    Bazı paşaların Vahdettin'in dizinin dibini tercih etmeleri üzerine de şöyle yazmış: "... Milli mücadelenin değerini ve etkisini yok etmeye, düşmanların elinde oyuncak olan Vahdettin'in hakimiyetini sağlamaya bütün varlıklarıyla çalışmalarına verilen gerçek anlamın ne olduğunu ben söylemeyeceğim. Onu Türk milletine ve Türk milletinin bugünkü ve yarınki kuşaklarına bırakırım. Şimdi mesele şudur: Oyuncak olmuş bir insanı mı konuşacağız, ileriye mi bakacağız?"

    Vahdetinle ilgili Nutuk’ta yer alan birkaç örnek daha sıralayacak olursak: “…Gerçekten ve ne şekilde olursa olsun, Vahdettin gibi hürriyetini ve hayatını milleti içinde tehlikede görebilecek kadar adi bir yaratığın, bir dakika bile olsa bir Milletin başında olduğunu düşünmek hazindir! Şükre değer bir durumdur ki, bu alçak, mirasına konduğu Saltanat makamından millet tarafından atıldıktan sonra, alçaklığını sonuna kadar getirmiş oluyor. Türk milletinin bu işte önce davranması elbette takdire değer…” "... Harbiye Nazırı bu sözü söylediği dakikada, yalnız bir tek kişinin güvenini kazanmış bulunuyordu. O da devlet başkanlığı makamını kirletmekte olan hain Vahdettin idi.”

    Yukarıdaki örneklerden de anlaşıldığı gibi Vahdettin haindir. Mustafa Kemal Büyük Nutuk’ta Vahdettin’i “soysuz, alçak, adi yaratık, düşman elinde oyuncak ve hain” olarak nitelemiştir.


    Şimdi herkes oturup bir tercih yapacak. Ya Mustafa Kemal’in yolundan gidecek ya da Vahdettin’in. Vahdettin’in yolundan gidenlerin yolu Emperyalistlerin savaş gemisinde biter. Mustafa Kemal’in yolu Samsun yoludur, Bandırma Vapuru’nda biter. Zorlu bir yoldur, dikenlidir. Ancak sonu aydınlık yarınlara çıkar.




  • Karabekir'in hatıratında Vahdettin

    Fazla uzağa gitmeye gerek yok. Kâzım Karabekir'in bile yakılan kitabı İstiklal Harbimizin Esasları'nın ilk baskısında (1933) Sultan Vahdettin'le son görüşmesine dair hatıraları, kitabın sonraki baskılarında açıkça sansüre tabi tutulmuş değil midir? Halbuki Vahdettin, 11 Nisan 1919 günkü görüşmesinde, birkaç gün sonra Trabzon'a giderek yeni görevine başlayacak olan General Kâzım Karabekir'e dönüp, "Paşa, ben ve millet sizlerden ümitliyiz... Hayır dualarım ve niyâzlarım sizinle beraberdir" demiş, Karabekir Paşa da kendisine şöyle cevap vermişti: "Kumandan ve asker evlatlarınızla bütün millet zât-ı şahaneleri etrafında bir kalp ve bir kafa gibi toplanabilir şevket-meâb." Üstelik Karabekir Paşa dışarı çıkınca onu heyecanla bekleyenler arasında bir tanıdık da vardır kapının önünde: Fahri Yaver-i Hazret-i Şehriyari Mustafa Kemal Paşa. Hemen Karabekir'e sorar: Neler konuştunuz? Karabekir, Padişah'ın kendisini hayır dualarla yolculadığını anlatınca Mustafa Kemal Paşa şu anlamlı tespiti yapar oracıkta: Sen Erzurum'a yerleşince vatanın üç uç noktasında üç temel dayanak noktası teşekkül ediyor. Ne yazık ki, İstiklal Harbimizin Esasları'nın 1951 ve sonraki yıllarda yapılan baskılarında bu ve benzeri türden Vahdettin'i 'beraat ettirici' nitelikteki ibarelerin itinayla temizlendiğini hayretle görürüz. Eh, Karabekir'in kitaplarında durum buysa gerisini varın, siz düşünün.

    Mustafa Kemal'in yukarıdaki sözüne dönelim tekrar. Ne demek istiyor? Gayet açık bence: Vahdettin ve İstanbul hükümeti daha önce Cafer Tayyar Paşa'yı Edirne'ye, Ali Fuat Paşa'yı Ankara'ya gönderdikten sonra üçüncü büyük kozunu oynamış ve Karabekir Paşa'yı Erzurum'a tayin ettirmeyi başarmıştır. Böylece direnişin Edirne, Ankara ve Erzurum ayakları tamamlanmış, sıra bunları toparlayacak ve organize edecek bir genel müfettişliğe gelmiştir ki, bir ay sonra bu göreve olağanüstü yetkilerle padişahın yaveri olan Mustafa Kemal Paşa atanacak ve 15 Mayıs 1919 günü yine Vahdettin'le görüştükten sonra dördüncü ve merkezÎ ayağı oluşturmak üzere Samsun'a doğru yola çıkacaktır. Nitekim bu görüşmeyi sonraları Falih Rıfkı Atay'a anlatan Atatürk, Vahdettin'in kendisine, "Şimdiye kadarki başarılarınızı unutun, asıl şimdi yapacağınız hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa, Paşa, devleti kurtarabilirsin" dediğini nakletmemiş miydi? Öyleyse soralım: Bizzat Karabekir ve Atatürk'ün ağzından yaptıkları anlatılan Vahdettin nasıl hain olabiliyor?

    İngiliz gizli belgeleri ne diyor?

    Son olarak İngiliz gizli belgelerine bir göz atalım. Aslı Britanya arşivlerindeki gizli yazışmalara göre, işgalci İngilizler, şimdi de 'esir padişah'ı Samsun'a çıkmış bulunan Mustafa Kemal Paşa aleyhine konuşmaya zorlamaktadırlar. Ne var ki, Vahdettin kendilerine, Mustafa Kemal Paşa'nın ancak İtalya'nın birliğini sağlayan millî kahramanları Garibaldi kadar "haydut" kabul edilebileceğini, onun yurtseverliğinden kuşku duymadığını, dahası ona saygı ve hayranlık hissetmemenin güç olduğunu söylemiştir.(4) İngilizler de bu sözleri resmen kayıtlara geçirmişler. Vahdettin'in ifadelerinin İngilizce çevirisi şöyle: "It is absurd to label the Nationalist Movement as the tyranny of a set of non-Turkish brigand and patriot in much the same sense that Garibaldi was, and is difficult not to respect and admire him."

    Kaldı ki, kimin hain, kimin kahraman olacağına gazete köşelerinden yahut meclis kürsüsünden karar verilemez; hatta mahkemeler bile buna karar veremez. Bunun kararını kamuoyunun vicdanı ve "tarih" denilen o acımasız yargıç verirse verir. Hem Fransızlar şu General Petain'in hain mi kahraman mı olduğuna 60 küsur yıldır karar verebildiler mi? Adam üstelik vatanını Almanya'ya gerçekten peşkeş çektiği ve işgalcilerle düpedüz işbirliği yaptığı için İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra herkesin gözü önünde yargılanıp idama mahkûm edildiği halde bugün dahi onun bu şekilde davranmakta haklı olduğunu düşünen Fransız vatandaşları azımsanmayacak sayıdadır. Dahası, bu bir rejim sorunu değildir Fransa'da; bir tarih sorunudur. Ne diyelim, darısı bizim Vahdettin'in başına.

    Tarihte “son nokta” yoktur; olamaz da. Donmuş değil, dinamik bir süreçtir tarih. Vakalar değişmese bile algılanmaları zamanla değişir. Daha önce bakılmamış açılar ortaya çıkar, yeni tanıklar konuşmaya başlar, elde edilen bilgiler yeniden harmanlanır ve yeni sentezler doğar bunlardan.

    Bugün üzerinde duracağımız örnek ise bildik bir konuda: Vahdettin hain miydi? Bu soru son yıllarda artık eski enteresanlığını yitirmişse de, yine de taraftar buluyor. Vatan hainliği ithamına net ve tarafsız bir tanım getirmedikçe galiba ilgi çekmeye devam edecek.

    Nedir vatana ihanet ve kimin hain olduğuna son tahlilde hangi merci karar verecektir?

    Mesela bundan 50 yıl önce Nazım Hikmet vatan hainiydi devlete göre. Bugün ise böyle düşünenlerin sayısı azınlıktadır. Peki ne değişmiştir aradan geçen sürede? Nazım, bir mahkemede aklanmıştır da onun için kitapları serbestçe basılabilmekte, şiirleri kapış kapış kasetlerde yerini almaktadır? Hayır. Herhangi bir hukukî beraati olmadı; ama Nazım’a 1950 şartlarında vurulan hain damgasının esasa değil, devrin şartlarına dayandığı, dolayısıyla o şartlar ortadan kalktığı (komünizm çöktüğü) için suçlamanın gereksizliği anlaşıldı.

    Ancak Vahdettin’in ihaneti hakkındaki tartışmalar kolay son bulacağa benzemiyor. Çünkü Vahdettin’in hainliği iddiasının da hukukî olmadığı, tıpkı Nazım’da olduğu gibi siyasî ve konjonktürel sebeplerden kaynaklandığı anlaşılırsa onun üzerine bina edilen bütün iddialar, mesela Osmanlı tarihinin son dönemi hakkındaki yorumlar çökme tehlikesi geçirecektir. Bu yüzden, 2005 Temmuz’unda Süleyman Demirel’in isabetle (!) teşhis ettiği gibi, Vahdettin’in hain olduğunun bilinmesinde daha bir süre yarar vardır!

    Şimdi TBMM’ye uzanalım ve Gizli Zabıtları karıştıralım. 1921 yılını içeren cildi elimize alalım ve başlayalım karıştırmaya. Tam da bu yazıyı yazdığım 8 Şubat gününe gelelim. Biraz önce Mehmed Âkif, Meclis kürsüsünden ilk ve son defa konuşmuş, sonra bazı milletvekilleri Âkif’in Padişah’a yazılacak mektubun taslağı üzerinde görüşlerini belirtmişlerdir. Nihayet kürsüye Mustafa Kemal Paşa çıkmış ve Milli Şairimizin Sevr konusunda işgal kuvvetlerinin süngüsü altındaki Halife-Sultan Vahdettin’in meşruiyetini kaybettiği için TBMM’yi tasdik ve kararlarını kabul etmesini isteyen ifadelerini eleştirmiştir. Ona göre Meclis’in, meşruiyetini başka hiçbir merciye tasdik ettirmeye ihtiyacı yoktur. Kaldı ki, der, Mustafa Kemal, Hilafet makamı aslında “mühmel”dir, yani boştur.

    Neden peki? Çünkü, bu “çünkü” çok önemli, Mustafa Kemal’e göre Sultan Vahdettin, antlaşmanın imzası öncesinde, 22 Temmuz 1920’de toplanan Saltanat Şûrası’nda “Sevr muahedesini... bizzat ayağa kalkmak suretiyle kabul etmiştir.” Dolayısıyla TBMM’nin, İngiliz süngüsü altındaki “esir padişah”ın onayına ihtiyacı yoktur.

    Peki olay hakikaten Mustafa Kemal’in açıkladığı gibi mi cereyan etmiştir? Yani Saltanat Şûrası’nda ‘Sevr’i kabul edenler ayağa kalksın’ denilmiştir de, Vahdettin de ayağa kalkmak suretiyle onu kabul mü etmiştir? Yoksa...

    İşin esası şu: Hadise Mustafa Kemal’e yanlış aksettirilmiş ve onun Vahdettin hakkındaki kanaati, iletişim hatlarındaki “bir kısım” parazitlerden olumsuz yönde etkilenmiştir. O halde nedir olayın iç yüzü?

    Vahdettin’in Saray Başmabeyncisi, yani özel sekreteri Lütfi Simavi’nin “Osmanlı Sarayının Son Günleri” (Pegasus Yayınları, 2006, s. 328) adlı hatıralarında anlattıkları gerçekten de şaşırtıcıdır. Simavi’ye göre Vahdettin, bırakın oylamada ayağa kalkmayı, açılış nutkunu okuduktan sonra salonda bile durmamış, çıkıp gitmiştir.

    Siz gözlerinizi ovuşturmaya devam ederken ben Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı’ndaki silah arkadaşlarından ve aynı zamanda Vahdettin’in damadı olan, yani iki tarafa da eşit mesafede duran birinin, İsmail Hakkı Okday’ın “Yanya’dan Ankara’ya” (Sebil Yayınları, 1994, s. 385-386) adlı hatıralarını masama getirip okuyayım da dikkatle dinleyin:

    “Nihayet ‘Sevr’i kabul edenler ayağa kalksın’ denildi. Damat Ferid Paşa bu sırada Padişah’ın salonu terk etmesi için işaret verdi. Vahdettin dışarı çıktı, yandaki odaya geçti. Padişah ayağa kalkınca da salondakiler Hünkâr’a bir saygı eseri olarak ayağa kalktılar. Kendisini bu suretle selamladılar. Öyle ki, bu ayağa kalkışın Sevr’in kabulü anlamına mı geldiği, yoksa Padişah’a hürmeten kıyam mı edilmiş olduğu açık olarak belirmedi. Hatta Ayan’dan Topçu Feriki Rıza Paşa, ‘Biz Padişah’a hürmeten ayağa kalktık, Sevr’i kabul ettiğimizden değil’ diye haykırarak Damat Ferid’in oyununu açıkça protesto dahi etti.”

    Şimdi o ayağa kalkma meselesi anlaşıldı mı acaba? Özetleyelim o halde:

    Bir kere bu tür şûralarda padişahın oy hakkı yoktur ki! O, konuşulanları dinler, kararın kendisine bildirilmesini ister ve sonuçta onaylar veya onaylamaz.
    Ayağa kalkarak oylama yapılması çağrısı yapılınca padişah, konumu gereği dışarı çıkmış ve o çıkarken şûra üyelerinin hepsi saygılarından ayaklanmış, bu da Damat Ferid tarafından Sevr’in onaylandığı şeklinde yorumlanmış, yani oylama tam anlamıyla bir oldubittiye getirilmiştir.
    Rıza Paşa ise oyuna geldiğini anlayınca oylamayı protesto maksadıyla yerine oturmuş ve bu yüzden de aleyhte çıkan tek oy onunki sayılmıştır.
    Kuşkusuz 1921 Yazı gibi feslerin bir baştan öbürüne uçuştuğu bir ortamda meselenin içyüzünü bilebilecek durumda olmayan Mustafa Kemal ve Kâzım Karabekir gibi Milli Mücadele önderleri, ayağa kalkıp Sevr’in imzalanmasını onayladığı sonucunu çıkararak Vahdettin’in hainliğine hükmetmişler, bu da onun ihanetine yeterli delillerden biri sayılmıştır. Fazla söze ne hacet! İşte tarihte yanlış anlamaların nereden kaynaklandığına yakıcı bir misal.


    1926’da San Remo’da sefalet içinde vefat ettiğinde Gazi Mustafa Kemal Adana’dadır. Roma Büyükelçiliği bir telgrafla ölüm haberini ulaştırır kendisine. Murat Bardakçı’nın Şahbaba’sına göre Gazi, “İsteseydi” demiştir, “Topkapı Sarayı’nın bütün cevahirini götürüp öyle bir ordu kurup dönerdi ki… Ama yapmadı.” Tarihteki en köklü devlet tecrübelerinin birinin içinden gelen Vahdettin, bulunduğu mevkinin gerektirdiği sorumluluğu daima müdrikti. Hiçbir zaman bir karşı ihtilal düşünmedi, bu tekliflerle kendisine gelenleri hep geri çevirdi, hatta Mekke’deyken Hilafeti devralmak isteyen Şerif Hüseyin’in kendisini siyasetine alet edeceğini fark eder etmez, İtalya’ya dönmüş ve muhtemelen kalsaydı sahip olabileceği bazı maddî ödülleri elinin tersiyle geri çevirmeyi bilmişti. Osmanlı’ydı ve Osmanlı olmanın ağırlığını, o en güç dönemlerinde bile asla unutmamıştı. İngilizlere sığındığı halde onların elinde oyuncak olmaması bile yeter bunu ispat için.

    Her şeyden önce o karanlık günlerin koordinatlarını zihnimizde iyi tespit etmemiz gerek. Birincisi, yukarıda belirttiğimiz gibi, Saltanat 1 Kasım’da TBMM tarafından kaldırılmış ve Vahdettin’in üzerinde yalnız Halifelik makamı kalmıştır; yani ‘kaçarken’ padişah olarak kaçmamıştır! İkincisi, 5 Kasım akşamı İsmet Paşa ve heyeti trenle Lozan’a hareket etmiştir. Dahası, İngiltere, Fransa ve İtalya barış görüşmelerine Osmanlı hükümetinin de katılmasını istemektedirler. Hatta bu isteklerini Sadrazam Tevfik Paşa’ya da bildirmişlerdir. Ancak Tevfik Paşa, Ankara hükümetine de haber vermiş, görüşmelere beraber katılınmasını teklif etmiştir. Ortam gerginleşmiş, savaşı kazanan Ankara hükümeti, İstanbul’un bu işe ortak edilmesini hazmedememiştir. TBMM “kızgın ve asabî”dir Rauf Orbay’ın deyişiyle. Her şeye rağmen, artık yalnız Halife de olsa Vahdettin’in tarafını tutanlar ile muzaffer Ankara hükümeti yanlıları arasındaki uçurum gitgide büyümektedir. İşte 16 Kasım’da Vahdettin’in aldığı üzücü kararın arkasındaki siyasî zemin budur. Vahdettin’in yurdu terk ettiği haberi Meclis’e işte bu kızgın ortamda bir bomba gibi düşmüştür.

    Bu durumda sormak gerekmez mi: Vahdettin ‘Ben bu işte yokum’ diyerek çekip gitmekle Ankara’nın işini kolaylaştırmamış mıdır? Eğer kalsaydı, muhtemelen Lozan’da işler daha da karışmayacak ve zaten bocalayan diplomasimizin elleri daha fazla bağlanmayacak mıydı? Nitekim hemen ertesi günü (18 Kasım 1922) Abdülmecid, TBMM tarafından halife seçilmemiş midir? Konyalı Mehmed Vehbi Efendi tarafından ‘hal’ (hilafetten indirme) fetvası verilen Vahdettin’in gitmesi, muhakkak ki Ankara’nın işini kolaylaştırmıştır. Bu çabasının takdir edilmeyişine tepki gösterdiği bir konuşmasında sonraları şu anlamlı cümleleri söylemiştir: “Facialara ve olaylara kalkan olamadı isem de, paratoner vazifesi gördüm. Bütün musibetleri üzerime çektim, kendimi feda ederek vatanı kurtarmaya çalıştım.”

    Vahdettin hain değildir; çünkü...

    Bu iddiayı birkaç başlık halinde cevaplandıralım:

    Vahdettin, Sevr’i kesinlikle imzalamamıştır. Bu mudur ihanet?

    Mütarekenin koyu karanlığında İstanbul’dan bir ümit ışığı göremeyince yüzünü Anadolu’ya çeviren ve bunun için planlar yapan birçok vatansever gibi Vahdettin’in hem İngilizleri idare eden, hem de aynı zamanda bir Anadolu mücadelesinin başlatılmasını temine çalışan bir politika izlediğini görmezden gelemeyiz.

    İşte bir tanıklık: Rauf Orbay anlatıyor:

    “Bu arada Mustafa Kemal, Padişah tarafından sık fasılalarla ve hemen hemen her Cuma selamlığından sonra kabul ediliyor, kararlarımız istikametinde telkinlere devam ediyordu. Vahdettin’in kumandanlar arasında, veliahdlığı günlerinde beraberinde yaptığı Almanya seyahatinin müsbet intibaları sebebiyle de en yakından tanıdığı ve şahsına itimad ettiği Mustafa Kemal’di.”

    Rauf Orbay’ın bahsettiği Cuma selamlıkları, 16 Mayıs’a kadar devam etmiş, 15 Mayıs’ta Vahdettin’le görüşen Mustafa Kemal, ertesi gün de Cumadan sonra yeniden padişah tarafından kabul edilmiş ve görüşme sonrasında da vedalaşmışlardı. Ertesi sabah bakanlarla da vedalaşan Mustafa Kemal’i İçişleri Bakanı Mehmed Ali Bey uğurlamış ve kendisine örtülü ödenekten 1000 altını, makbuz karşılığında teslim etmişti. Yani Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’dan Bandırma vapuruyla kaçarak gittiği kesinlikle doğru değildir. Olamazdı da zaten. Nitekim Boğaz’daki İngiliz gemileri arasından geçmesi, ancak Harbiye Nazırı’nın mührü ve hemen aynı gün Vahdettin’in imzasıyla, dahası 5 Mayıs’ta resmi gazetede yayımlanmasıyla, yani resmî izinler dahilinde mümkün olabilmiş, İngiliz yetkililerin izni alınmıştı. Bu mudur ihanet?

    1919 başlarında İstanbul tam bir işsiz Osmanlı generalleri temerküz kampı gibidir. Bu kadar tecrübeli ve yetenekli paşanın İstanbul’da toplanmış olması, her an imha edilmeleri tehlikesini beraberinde getirmektedir. Bu yüzden İstanbul’da bulunarak mücadele etmelerindense Anadolu’ya geçerek görünüşte pasif gibi de olsa bir göreve atanmaları yeğdir. Nitekim Kâzım Karabekir 19 Nisan 1919’da Trabzon’a çıkmış, Ali Fuad Paşa Konya’ya gitmiş ve Milli Mücadele’nin ilk ışıklarını yakmışlardır. Ancak başsız kalan bu hareketi derleyip toparlayacak, aynı zamanda siyasî ve örgütçü yetenekleri de olan tartışılmaz bir isim aranmaktadır. Mustafa Kemal Paşa’nın ismi böyle bir ortamda ortaya çıkmış, kendisine sunulan listede bir zamanlar yaveri olan Mustafa Kemal’in ismini gören Vahdettin kararını vermiş ve 9. Ordu Müfettişi göreviyle ve İngilizlerin gözünü boyamak için asayişi sağlamak bahanesiyle gönderildiğine dair işlemler için gereken girişimlerde bulunmuştur. Sonuçta Kızkulesi’nde demirlemiş bekleyen Bandırma vapuruyla Mustafa Kemal ve emrindeki 18 subay Samsun’a hareket edebilmişlerdir. (Miralay Refet Bele Paşa’nın ismi İngilizlere nedense bildirilmemiştir ama Samsun’a ayak basanların arasında o da vardır.) Bu mudur hainlik?

    Vahdettin’in, Başkâtibi Ali Fuat Türkgeldi’ye söylediği şu sözlerle noktalayalım: “Ben milletin ateşli külü üzerine oturdum; taht-ı saltanatın kuş tüyünden minderleri üzerine oturup gömülmedim! Bunlardan kimseye bahsedilemiyor, millete de malumat verilemiyor. Elbette bir gün tarih bu hakayıkı (hakikatleri) yazar.”




  • benim görüşümce Vahdettin bence ihanet etmedi.

    Herkez diyor ki saray dan çıkmadı işte şunu yapmadı felan...

    Ancak adamın zaten saraydan çıkma ihtimali yoktu malum o zaman istanbul'un hali...

    Birde bence hiçbir devlet büyüğü hele hele bir Türk'se vatanını satmaz,satamaz..



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Mega Therion -- 28 Haziran 2008; 13:31:52 >
  • quote:

    Orjinalden alıntı: YalnızEnes

    benim görüşümce Vahdettin bence ihanet etmedi.

    Herkez diyor ki saray dan çıkmadı işte şunu yapmadı felan...

    Ancak adamın zaten saraydan çıkma ihtimali yoktu malum o zaman istanbul'un hali...

    Birde bence hiçbir devlet büyüğü hele hele bir Türk'se vatanını satmaz,satamaz..


    rome imparatorluğunda nero var
  • Osmanlı'da Hayvan Hakları

    XVII. Yüzyılda Osmanlı ülkesini gezmiş olan Fransız avukat Guer, Şam’da hastalanan kedilerle köpeklerin tedavisine ait bir hastanenin varlığından söz etmektedir. Şam’daki hayvan vakıflarıyla ilgili olarak Prof. Sibai ise şu bilgileri vermektedir:

    Eski Vakıf geleneğinde hasta hayvanları tedavi ve otlatma yerleri mevcuttur. Yeşil Mera (şu anda Şam’ın şehir stadı olarak kullanılan saha), çalışma gücünü yitirdiğinden sahiplerinin yem ve bakımını kaybeden aciz hayvanların otlanması için zamanında vakfedilmiş bir yerdi. Bu hayvanlar ölünceye kadar orada otlanırdı. Şam Vakıfları arasında, kedilerin yiyip uyuyacağı ve gezineceği yerler de vardı. Öyle ki, her gün yiyeceklerini bulmakta hiçbir güçlük çekmeyen yüzlerce kedi, buranın demirbaşı mesabesinde (durumunda) idi.
    Kuşların Müslümanların hayatında ayrı bir yeri ve önemi vardır. Sadece bülbül gibi sesi güzel ötücü kuşlar değil, başta güvercin olmak üzere leylek, kumru, ve kırlangıç gibi diğer kuşlara karşı da büyük sevgi beslemişlerdir. Bu sevgi, çeşitli şekillerde ortaya çıkmıştır: Kuş haklarını koruma, onlara yiyecek temini için vakıf kurma, tedavileri için hastane yapma, bazı türlerini evcilleştirme ve kafeste saklama veya tam tersi olarak kafeslerden kurtarma gibi. Sevgilerinden dolayı kuşları kafeslerden kurtarmalar çok olduğu gibi, kafeste kuş besleyenler de çoktu.
    Ünlü Fransız şair Lamartine şu gözlemlerini kaydetmektedir:

    Müslümanlar canlı ve cansız mahlukatın hepsiyle iyi geçinirler: Ağaçlara, kuşlara, köpeklere, velhasıl Allah’ın yarattığı her şeye hürmet ederler; bizim memleketlerde başı boş bırakılan veyahut eziyet edilen bu zavallı hayvan cinslerinin (türlerinin) hepsine şefkat ve merhametlerini teşmil ederler. Bütün sokaklarda mahalle köpekleri için muayyen (belirli) aralıklarla su kovaları sıralanır; bazı Müslümanlar, ömürleri boyunca besledikleri güvercinler için, ölürken vakıflar kurarak, kendilerinden sonra da (bu hayvanlara) yem serpilmesini sağlarlar.
    Görüldüğü gibi, İslam dini çevrenin bir bütün olarak evrenin korunmasına çok önem vermektedir. Zira çevre ve içindeki tüm canlılar Allah tarafından yaratılmıştır. Korunması ve geliştirilmesi bizlere emanet edilmiştir. Bu nedenle çevreyi korumak sadece insanî değil, aynı zamanda dinî bir görevdir. Hatta herkesten çok inanan insanların çevreye sahip çıkması gerekir. Allah’a ve ahiret gününe inanmayan bir insanın çevreye duyarsız olması anlaşılabilir. Ancak inanan bir insanın duyarsız olması anlaşılamaz ve kabul edilemez. Yunus Emre’nin "Yaratılanı severiz, Yaratandan ötürü" deyişindeki derinlik ve enginlik açıktır.
    İnançlı ve duyarlı her Müslüman birey, sadece insanlara değil, bütün mahlukata yaptıklarından sorumlu olduğunu ve bunlardan dolayı bir gün hesaba çekileceğini hiçbir zaman unutamaz. Kur’an’ın şu ayeti bu konuda tüm Müslümanları uyarmaktadır: “Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür. Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür.[45]


    _______________________________________________________________________________________
    Hayatında ilahi esasları ve peygamberimizin hayatını rehber edinmiş ecdadımızda hayvan hakları konusunda tarihte başka milletlerde görülmeyecek kadar çok ve güzel örnekleri görmekteyiz. Hatta Osmanlı Kanunlarında hayvanları koruma konusunda birçok kanun çıkarıldığını, hayvanlara yardım konusunda birçok vakıf kurulduğunu ve bu vakıfların daimi gelirlerle desteklendiğini görmekteyiz. Bu konuyu da birkaç örnekle açmak istiyorum:

    Yük hayvanlarının kullanım şeklini belirleyen kanun ve nizamnameler: Hayvanlara eziyet eden kişilere ait kadıların verdiği karar örneklerine Osmanlı şer’iyye sicillerinde rastlamak mümkündür.

    Hayvanlar yararına vakıflar: Avrupa ve Balkanlar’da olduğu kadar üzerinde yaşadığımız topraklarda da Osmanlı’dan bize miras kalan ve ayakta kalabilen eserlerin birçoğunun vakıf eserleri olduğunu görmekteyiz. İnsan yararı ve sağlığı için geçmişte yapılmış olan hastaneler, camiler, külliyeler, aşevleri, kervansarayların çoğunun birer vakıf eseri olduğu kayıtlardan anlaşılmaktadır.
    Bunun yanısıra hayvanların bakım ve barınmaları, hasta hayvanların tedavileri, aç hayvanların beslenmeleri, kışın göç edemeyen göçmen kuşlar ve özellikle leyleklerin barınmaları, zayıf ve sahipsiz hayvanların beslenmeleri için barınak, çayır ve otlaklar vakfetmişler ve bu vakıfların idamesi için de belli bir miktar tahsisat çıkarmışlardır. Günümüzde de köşebaşlarında kedileri besleyen kadınlar bu geleneğin temsilcisi olarak hayvanseverlikleri devam ettirmektedirler.

    Kuşevleri: Osmanlı mimarisinde kuşevlerinin mimariye zevk ve zerafet katan ve üzerinde barındırdığı hayvanlarla sadece üzerinde bulunduğu taş binaya hayat vermekle kalmayıp aynı zamanda hayatımızın bir parçası olarak mahalle hayatına hayat katan ayrı bir yeri vardır. Cami, han, okul, konak gibi yapıların duvarlarında çok zarif olarak kuşevleri inşa edilip , güvercin, kumru gibi hayvanların buralarda barınmaları sağlanmıştır. Günümüz mimarisinde bu türlü kuşevlerine rastlamak mümkün değildir. Bu nedenle kuşlar da mahalle aralarından uzaklaşıp sadece tarihi camilerde ve yapılarda mesken tutmaya devam etmektedirler.




  • quote:

    Orjinalden alıntı: _LoRDi_


    quote:

    Orjinalden alıntı: YalnızEnes

    benim görüşümce Vahdettin bence ihanet etmedi.

    Herkez diyor ki saray dan çıkmadı işte şunu yapmadı felan...

    Ancak adamın zaten saraydan çıkma ihtimali yoktu malum o zaman istanbul'un hali...

    Birde bence hiçbir devlet büyüğü hele hele bir Türk'se vatanını satmaz,satamaz..


    rome imparatorluğunda nero var

    topikle alakası yok ama faydalı bir yazı


    Neron, en ilginç Roma İmparatorlarından birisi, belki de birincisi. Adi, açgözlü, zalim, bencil, şehvet düşkünü, cahil; ne derseniz deyin. Hepsi vardı bu adamda.

    Mesela küçük kardeşini, annesini ve hamile olan ilk karısını öldürtmüş, sonra da genç azatlı kölesini hadım ettirip onunla resmen nikâh kıydırmıştır. Hayır efendim, zannettiğiniz gibi güzelliğinden dolayı değil, kendisine çok benzemesinden dolayı!

    Sonra bir ara tiyatroculuğa merak salmış ve sahnede bir deliyi ve doğuran bir kadını oynamış, tam 10 atın çektiği bir arabayla Olimpiyat oyunlarına bile katılmış.

    Nihayet bir bıçakla kendi boğazını keserek bundan 1.940 yıl önce dünyamıza veda etmiş Neron. (Ancak gözü biraz arkada kalmış olmalı ki, hayaletini dünyamızda miras bırakmış.)

    İşte Neron’un farkı burada! Bu işi şundan yaptı diyemiyorsunuz; zira o hep bir adım ötede duruyor.

    Gelin görün ki, Neron’u asıl meşhur eden ve haber bültenlerimize teklifsizce sokan özelliği, ateşe olan karşı konulmaz zaafıdır.

    Rivayete göre Neron, 64 yılında Roma şehrini yaktırmış ve bir hafta süren bu feci yangın sırasında sarayındaki Miken Kulesi denilen yüksek yere çıkarak oradan hem şehrin cayır cayır yanışını seyretmiş, hem de hiç istifini bozmadan kemanını çalıp bağıra bağıra aryalar söylemiştir!

    Bu bilgi, gazetelerin istihbarat servislerinden Ord. Prof. Ali Fuad Başgil’in kitabına kadar uzatmıştır kollarını. Bakın Başgil, Demokrasi Yolunda adlı kitabında Neron’u ve yangın tutkusunu nasıl anlatıyor:

    [V]aktiyle Romayı ateşe verip kızıl alevlerin seyriyle mest olan Neron bile kendini Romanın en ileride bilgini ve en ince artisti ilân eder ve vücudünü Roma için rahmet sanırdı.

    Bu hikâyeden ne çıkıyor? Eh, bunları yapan adamın zevki için yangın çıkarıp keman çalması normaldir mi?

    Siz öyle sanın.

    Şimdiye kadar Neron’un yakma saplantısı böyle anlatılıyordu ama artık devir değişti. Çünkü tarihçiler sürekli yeni girişimlerde bulunuyorlar Neron’u doğru anlamak için. Richard Holland’ın veya Edward Chaplin’in biyografileri bize yeni bir Neron portresi sunuyor; ayakları yere basan bir Neron portresi bu.

    Neron Roma’yı neden yaktırmıştı?

    Tamam, Neron pek de öyle hırlı biri değildi ama iyi icraatları da vardı. Mesela ekonomik kriz sırasında evsiz barksız kalanlara barınaklar inşa ettirmiş, buğday fiyatlarını düşürmüş, taşradan Roma’ya gıda maddesi getirerek şehir ahalisinin aç kalmasını önlemiştir.

    Hele bir yangın canavarı hiç değildi. Üstelik bir hafta devam eden ünlü Roma yangını çıktığı vakit, bırakın sarayın kulesine çıkmayı, Roma’dan tam 30 mil uzakta bulunan Antium’daki villasında keyif çatıyordu. Hem bir kemanı olamazdı, çünkü keman denilen müzik enstrümanı 1.500 yıl sonra, 16. yüzyılda icat edilmişti.

    İşin tarihî temellerine uzandığımızda şu şaşırtıcı sonuçla karşılaşıyoruz: Neron bir ara gerçekten de Roma’da bazı mahalleleri yaktırmıştı! Ama neden?

    Çünkü kendisini, başkent Roma’yı, çerden çöpten yapılmış sefalet mahallelerinden arındırmakla görevli hissediyordu. Roma’yı yeniden imar etmek için de fakir evlerini istimlâkle filan uğraşmadan en iyisi bir yangın çıkarmak ve boşalacak alanlara geniş yolların etrafına sıralanmış şanına yakışır binalar ve tapınaklar yapmaktı.

    Zaten imar faaliyetleri sırasında evsiz kalanlara geçici yerleşim yerleri yaptırmasından, gıda ve ihtiyaç maddelerini hiç eksik etmemesinden de anlıyoruz ki, Neron, Roma’yı keyfi için değil, ciddi bir iş için yaktırmıştı. Bataklıklarını kurutmuş, binalarını süslemiş, yollarını ferahlatmış olduğu bu şehrin adını değiştirip “Neropolis” [Neron’un Şehri] koymayı bile düşünmüştü. Ama nasip olmadı.




  • hayırlı olsun kardeş güzel bi fun clup:S
  • quote:

    Orjinalden alıntı: _LoRDi_


    quote:

    Orjinalden alıntı: YalnızEnes

    benim görüşümce Vahdettin bence ihanet etmedi.

    Herkez diyor ki saray dan çıkmadı işte şunu yapmadı felan...

    Ancak adamın zaten saraydan çıkma ihtimali yoktu malum o zaman istanbul'un hali...

    Birde bence hiçbir devlet büyüğü hele hele bir Türk'se vatanını satmaz,satamaz..


    rome imparatorluğunda nero var

    Verebiliceğin bir türk örneği varmı?
  • quote:

    Orjinalden alıntı: YalnızEnes


    quote:

    Orjinalden alıntı: _LoRDi_


    quote:

    Orjinalden alıntı: YalnızEnes

    benim görüşümce Vahdettin bence ihanet etmedi.

    Herkez diyor ki saray dan çıkmadı işte şunu yapmadı felan...

    Ancak adamın zaten saraydan çıkma ihtimali yoktu malum o zaman istanbul'un hali...

    Birde bence hiçbir devlet büyüğü hele hele bir Türk'se vatanını satmaz,satamaz..


    rome imparatorluğunda nero var

    Verebiliceğin bir türk örneği varmı?


    hiçbir devlet büyüğü dediğin için söyledim yoksa herhangi bir Türk olduğunu söylemedim




  • quote:

    Orjinalden alıntı: _LoRDi_


    quote:

    Orjinalden alıntı: YalnızEnes


    quote:

    Orjinalden alıntı: _LoRDi_


    quote:

    Orjinalden alıntı: YalnızEnes

    benim görüşümce Vahdettin bence ihanet etmedi.

    Herkez diyor ki saray dan çıkmadı işte şunu yapmadı felan...

    Ancak adamın zaten saraydan çıkma ihtimali yoktu malum o zaman istanbul'un hali...

    Birde bence hiçbir devlet büyüğühele hele bir Türk'se vatanını satmaz,satamaz..


    rome imparatorluğunda nero var

    Verebiliceğin bir türk örneği varmı?


    hiçbir devlet büyüğü dediğin için söyledim yoksa herhangi bir Türk olduğunu söylemedim





  • TÜRKLERİN ANAYURDU:

    Türklerin tarih sahnesine çıkışları Orta Asya'dır. Orta Asya'nın sınırları; Doğuda Kingan Dağları, Batıda Hazar Denizi, Güneyde Himalaya Dağları, Kuzeyde Sibirya'dır.

    GÖÇLERİN SEBEPLERİ:
    1)- Nüfus artışı ve toprakların yetersiz kalışı,
    2)- Olumsuz iklim şartları(Kuraklık, şiddetli kışlar)
    3)- Kendi aralarında ve diğer kavimlerle olan mücadeleler
    4)- Salgın hastalıklar
    5)- Türklerin Cihan hakimiyeti düşüncesi(Güneşin doğduğu yerden, battığı yere kadar her yeri fethetme arzusu)

    GÖÇ YÖNLERİ:
    Kuzeye Gidenler; Sibirya'ya
    Doğuya Gidenler; Çin ve Uzakdoğu ülkelerine
    Güneye Gidenler; Hindistan, Afganistan ve Çin'e
    Batıya Gidenler; İki yol izlememişlerdir. Bir kısmı Hazar Denizinin kuzeyinden Karadeniz'in kuzeyine ve Avrupa'ya; Diğer kısmı ise Hazar Denizinin güneyinden İran, Irak, Suriye, Mısır ve Anadolu'ya göç etmişlerdir.

    GÖÇLERİN SONUÇLARI:
    1)- Orta Asya kültür ve Medeniyeti dünyanın değişik bölgelerine taşınmıştır.
    2)- Göç etmeyip, Orta Asya'da kalan Türkler, ilk Türk Devleti olan "Asya Hun Devleti" ni kurmuşlardır.
    3)- Göç eden Türk boyları gittikleri yerlerde yeni Türk Devletleri kurarlarken, oralardaki bazı devletleri de yıktılar.

    alıntı




  • bu güzel paylaşımlardan dolayı emeği geçen arkadaşlara tekrar teşekkürler.
  • Bu millete ve bu dine hizmet eden tüm yöneticilerimize selam olsun nur içinde yatsınlar
  • quote:

    Orjinalden alıntı: gordon01

    Bu millete ve bu dine hizmet eden tüm yöneticilerimize selam olsun nur içinde yatsınlar

    Amin.

    Bütün Türk liderlerine
  • 
Sayfa: önceki 3738394041
Sayfaya Git
Git
sonraki
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.