Şimdi Ara

İzafiyet Teorisi - Nezih Kambur

Bu Konudaki Kullanıcılar:
1 Misafir - 1 Masaüstü
5 sn
2
Cevap
0
Favori
822
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: 1
Giriş
Mesaj
  • Nezih Kambur'un eskidenwww.izafiyetteorisi.com adresinde (domain avcılarının eline geçmiş) yayınlanan bir çalışması vardı. 3DS ve gerçek görüntüleri kullanarak yaptığı çalışmanın konusu İzafiyet Teorisi ama hakkında neredeyse çok bilgi yok. Sanırım çalışmayı bitirmiş ve gösterime girmiş. Sitesinde küçük bir tanıtım vidyosu vardı. Acaba bilgisi olan var mı?



  • Şöyle bir röportajını buldum:

    Bak Dergisi'nin üçüncü sayısında kapak konumuz "Eski". Bu sözcük size neyi anımsatıyor? Çocukluk yıllarınızı düşündüğünüzde gözünüzde ilk olarak hangi kareler canlanıyor?

    Benim için "eski" kelimesi, değersiz, önemsenmeyecek şeyleri anımsatır. Aslında sağlıklı bir düşünce mi bu, bilmiyorum; herşeyi sürekli olarak yenilemek, yeni insanlarla tanışmak isteği, yeni şeyler üretmek, bunu yaparken de eski şeyleri hiç ehemmiyet vermeden yoketmek, benim kendimde gördüğüm davranışlarımdan. Düşünsene, yaptığın her bir animasyonda daha önce aynı şeyleri yapmış olsam bile, yeniden gerektiğinde biraz daha farklı bir anlayışta yeniden yapmak. Sineğin kanadından bile yağ çıkaran kapitalist dünyaya pek de uyan bir yaklaşım değil bu aslında ama ben genellikle her yeni işte yeni bir sinek yapıp, yağını da olduğu gibi bırakırım. Hayatta hiç birşeyin anlamı yokmuş gibi hissediyorum bazen, zaman kavramına karşı duyduğum fakat anlam bile veremediğim hisler olsa gerek bunun nedeni. Bazen yaptığım çoğu sahneyi kaydetmiyorum bile, çünkü artık "eski"ler.

    Bilgisayar teknolojisiyle ne zaman tanıştığınızı ve ilk bilgisayarınızı hatırlıyor musunuz?

    Darüşşafaka Lisesi’nde okuduğum yıllarda hazırlık sınıfında ilk defa PC lerle tanıştım. Çoğu 8088 işlemcili, 5.25'' disket sürücüleri olan ama sabit diskleri olmayan makinalardı. Tamamına yakınında grafik kartı diye birşey yoktu; sadece bir tanesinde tek renk grafik çizen Hercules kartı vardı. Onunla program yazarak grafik çizdirmeye çalışığımı hatırlıyorum. GWBasic programlama dilinin çizgi çizdirme komutlarıyla bir küp çizdirip onu klavyedeki tuşları kullanarak döndürebilen bir program yazmıştım. Doğrusu o kadar "eski" dönemler ki, nereden esinlenip de 3D birşeyler yapmaya çabaladığımı hatırlamıyorum bile. Yüksek ihtimalle, Kara Şimşek benzeri filmlerde hani monitörlerde vızır vızır dönen manasız telkafes görüntüler vardır ya, nedeni o şeyler olsa gerek diyorum. Tabi aynı dönemlerde, çok sevdiğim çocukluk arkadaşım Abdullah’ın kolleksiyon yapar gibi sırayla aldığı bir adet Sinclair ZX Spectrum, ardından bir adet Atari ST1040, sonra Commodore 64 ve son olarak da Amiga 500 bilgisayarıyla da az vakit geçirmedim doğrusu. Tabi o gün bu gündür de pek değişiklik olmamış baksana, o zamanlar Commodore 64 vardı şimdiyse AMD 64 :P. İlk bilgisayarımız ağabeyimin aldığı 486 dx33‘tü. Trident ekran kartının 256kb belleği vardı. Diski 60 mb falandı zannedersem. Belleği de 4 mb. idi sonradan 8 yaptık tabi. Fiyatı $2450 dı. Tanrım, Ne günlerdi...

    Canlandırma konusuna eğilmeye nasıl karar verdiniz?

    Ağabeyim bir gün o makinaya 3dstudio programıyla yapılmış bir kuş animasyonu getirdi. (birdy.3ds) Animasyon formatı FLI . Dos ekranında izliyorsun falan. 256 renklik bir format. Onu gördüğüm an dedim ki, "benim işim budur". Saatlerce kuşun zıpladığını izlediğimi hatırlarım. Tabi bu arada o güne kadar defter kenarlarında yığınla animasyon yaptığımı da söylemeden geçmemeliyim.

    Ülkemizde çeviri olmayan ilk Türkçe 3D Studio Max kitabının yazarısınız. 1998 yılında piyasaya sunulan 832 sayfalık bu müthiş kaynak bugün 8. baskısıyla hala raflarda. Kitap yazmaya nasıl karar verdiğinizi ve çalışma aşamalarınızı anlatır mısınız?

    O kadar "eski"de kaldı ki detaylarını hatırlamam bile, ancak yazmayı hep sevdim, ve tabii ki anlatmayı. 3D Studio programının DOS sürümünü gayet iyi biliyordum. Bir kitap yazma fikri de kafamda yok değildi. Aynı dönemlerde programın dağıtıcılarından biri olan bir firmadan bu konuda bana bir teklif geldi: Bana programı ve kitaplarını tedarik edebileceklerini, kitabını yazıp yazamayacağımı sordular. Ben de hayır demedim. Kitaplarını tam bir ay gibi bir zamanda okudum ve öylece yazmaya başladım.

    Böyle bir işe soyunduğunuzda, okuyucularınızın neleri bilemeyeceğini düşünmeniz gerekir. "Pivot pointini move yap", "mapini UV et" gibi tabirlerin doğru olmadığını, kimseye birşey ifade etmeyeceğini anlamak da o kadar zor değil doğrusu; umursuyorsanız şayet. Ben umursadım, yoksa kitabı niye yazayım. Amacım anlatmaktı, hiç bilmeyen biri neresinden öğrenmeye başlamalı diye düşündüm ve buna göre yazmaya başladım. Önce ana başlıklar halinde tüm konuların planını çıkardım. Sonra detaylandırdım.

    Öğrenmenin en önemli unsurlarından birinin, öğrenen kişiyi problemin içine sokmak olduğunu gayet iyi biliyorum. Öğreteceğiniz bir komutu okuyucu için "ona ait bir problem" haline getirmezseniz, ona kullanabileceği bir bilgi vermiş olmazsınız; sadece ezberletmiş olursunuz. Ben, en karmaşık fizik problemlerinin bile, öğrencinin hayatındaki merak ettiği bir konuyla ilişkili bir problem olarak önüne konulduğunda, öğrenci tarafından hiç sorun olmadan çözülebileceğine inanıyorum. Hatta bu tür bir öğrenimin gücü o kadar fazladır ki, unutulmadığı gibi, geliştirmeye de olanak tanır. Kitapta da bu tür bir anlatımı ön planda tutmaya çalıştım. Sanırım bu kadar beğenilmesinin altında da bu bahsettiğim özellikler yatıyor.

    Üç boyutlu canlandırmanın ve eğitimci kimliğinizin yanısıra fizik ve matematik ile de uzun süredir yakından ilgilendiğinizi biliyoruz. Son olarak tüm bu vasıfların birleştiği bir projeyle adınızdan söz ettirdiniz. Albert Einstein'ın, 100. yıldönümünü kutladığımız dahiyane Görelilik Kuramı’nı yalın ve son derece etkileyici bir biçimde sunuyorsunuz. (Çalışmanın fragmanlarına www. izafiyetteorisi.com adresinden ulaşabilirsiniz.) Bize bu projenin ayrıntılarından söz eder misiniz?

    İzafiyet teorisi hayata bakışımı değiştirdi diyebilirim. Yani hayatın bir anlamı yok bunu biliyordum da, artık benim için hayatın hiç bir anlamı kalmadı diyebilirim. Şaka bir yana, bu teori bana, ehemmiyetle üzerinde durduğumuz çoğu şeyin ne denli anlamsız olduğunu, doğru olduğuna en ufak şüphemiz olmayan konuların ne denli farklı olabileceğini, ne denli bilinçsiz yaşadığımızı gösterdi. Çok fazla önyargının etkisi altında kalıyor, kararlarımızı hiç ummadığımız düşüncelerin kontrolü altında alıyoruz.

    Bu çalışmanın ne amaçla yapıldığı konusunda detaylar sitede var. Söyleyebileceğim en önemli ayrıntı, çalışmanın 45 dakikaya yakın video ve animasyonlarının tamamen evimin içinde çekilmiş olması. Bildiğin Türk evi, özel bir yapı değil. Stüdyo kısmı falan yok yani. Ama film içinde anlatan kişi olarak Arizona çölünden Einstein’ın Bern’deki evine, Texas’taki uzay gemisi parkından uzaya kadar bir çok yerde dolaşıyorum; ancak dediğim gibi bu sahnelerin tamamında aslen balkonda ya da yatak odamdayım.

    Bir ekip yok, gelişkin aygıtlar yok. Sadece 3ccd bir DV kamera, yeterli miktarda renkli kumaş, döner sandalye ve gerekli yazılımlar.

    Bunun dışında üzerine basarak söylemek istediğim bir konu var ki bizler artık ülkemizde bilimin saygı gören konular arasında yer almasını sağlamalıyız. Aksi halde hiç bir alanda istediğimiz noktalara ulaşmamız mümkün olmayacaktır. İzafiyet Teorisi çalışmasıyla hedeflediğim en önemli şey Türkiye’de bilimi, hakettiği gibi gurur duyulan imrenilen ve elde etmek için çalışılan bir konu haline getirmekti. Aslında hepimiz meraklı doğuyoruz ancak yanlış eğitimle bilimin para etmeyen birşey olduğuna ikna ediliyoruz. Oysa çok iyi de biliyoruz ki, ekonomik gücün altında bilimsel araştırmaların gelişmesi yatıyor. Meraklı ve çalışkan insanların inek olarak değil övünç kaynağı kahramanlar olarak nitelendiği bir toplum yaratmak ilerleyişimizin anahtarıdır diye düşünüyorum.

    Gerek piyasa işlerinizde, gerekse kendi projelerinizde çoğunlukla yalnız çalışıyorsunuz. Modellerden canlandırmalara, montajdan seslendirmeye kadar tüm aşamalarda sizin imzanız bulunuyor. Benzer işler için özellikle yurtdışında çok büyük ekiplerin çalıştığını biliyoruz. Siz neden yalnız çalışmayı tercih ediyorsunuz? Projelerin tamamına hakim olmak ve kontrolünü sağlayabilmek için mi, yoksa bu tamamen psikolojik bir tercih mi?

    Her ikisinden de var aslına bakarsan ve tabi daha da fazlası... Aslında istemez miyim ben de müziğini birinin, montajını bir başkasının yaptığı, sonunda, tuvalet temizliğini yapan Şerafettin Efendi’ye kadar tüm isimlerin şelale gibi aktığı işler yapabilmeyi? Ama öncelikle o yetenekte birilerine rastlamadım. Bahsettiğim fotogerçekçi render yapabilme yeteneği değil, iyi modelleme yeteneği de değil. Daha rafine konulardan bahsediyorum. Belki yetenekli olduğunu düşünen bir çok arkadaşın farkına bile varamayacağı incelikte kaygılar yaşıyorum çalışmalarımda. Tarif bile edemem bir kamera hareketine neden günlerce uğraştığımı; Türkiye’de çoğu insanın lügatında bir karşılığı yok benim çabaladığım şeylerin. Yönetmen diye baştacı ettiğimiz insanların bile çoğunun böyle olduğunu düşünüyorum.

    En basitinden, yaptığım 10 dakikalık bir animasyon baştan sona tek kamera hareketiyle bitirilmiş olabiliyor, ama tek falso olmaması önemlidir. Benim falso diye nitelediğim hareket hatalarını çoğu insan görmez zaten. Modellemeyi de birine bırakabilirsin ama genelde ortaya ne çıkacağı meçhuldür. Ayrıca bizim içimizde bilgisayarın yaygınlaşması sonucu öyle garip duygular yerleşti ki, herkes bir CG artist oldu çıktı. Sanat herkesin kaldırabileceği bir şey değil bana sorarsan.

    Şayet sanat Türkiye’de gerçek tanımını bulmuş olsa ve sanatla ilgili mevkilerde gerçek sanatçılar olsaydı, bunca insan sanatçı üniformasına girmek için bu denli can atmazdı diye düşünüyorum.

    Bize çalışma ortamınızdan, kullandığınız ekipman ve yazılımlardan söz eder misiniz?

    Bir animasyon stüdyosu kuracak olsam, yüksek ihtimalle adını Balkon Stüdyoları falan koyardım. Görenlerin ileri düzey stüdyo olanakları kullanılarak yapıldığını düşündüğü çoğu sahnemi ben ya balkonda ya da yatakodamda çekmişimdir.
    Sinema bize her türlü sahneyi kurabilmek için çok fazla olanak sunuyor aslında. Bütün mesele bunları görebilmek. Einstein’ın evinde anlatmam gereken bir konu varsa bunu evimin salonunda yeşil renkli bir çarşafın önünde yapıyorum. İki evin ışıkları ne kadar farklı olabilir ki? Bir duvarı yeşile boyamak da zor değildir, gerekirse bunu da yaparım.

    Özetle kullandığım ekipmanların arasında her evde bulunabilen çarşaf, plastik boya, keser vb. bilimum standart araç gereci sayabilirim. Bir tane Sony VX2000 DV kameram var. Kullandığım iki tane PC var. En güçlüsü AMD 64 3200. Programlara gelince, 3D Animasyon konusunda 3DSMax, Keying ve bazı birleştirme uygulamaları için Combustion, 3D kamera hareketini gerçek kamerayla bağdaştırmak için Boujou, kaplama üretiminde Photoshop, Montaj konularında Premiere ve Vegas, ses düzenleme işleri için Adobe Audition, aklıma gelen programlar arasında. Tabi yeri geldiğinde Corel Draw’dan, Multimedia Builder’a kadar burada aklıma gelmeyen sayısız programı ve gelen işe göre çok çeşitli eklentileri de (plugin) yeterli düzeyde kullanıyorum.

    Üç boyutlu canlandırma, özellikle kullanıldığı sinema filmlerinde, her geçen gün izleyicileri daha da şaşırtacak noktaya geliyor. Yakın geçmişte varlığını kolayca algıladığımız modelleri gün geçtikçe gerçeklerinden daha zor ayırt ediyoruz. Bu başdöndürücü gelişme hızının yansımalarını özellikle Hollywood sinemasında sıkça görmek mümkün. Siz üç boyutlu canlandırmanın sinema sektöründeki kullanımını nasıl görüyorsunuz? Çalışmalarını izlerken heyecanlandığınız bir yönetmen var mı?

    Dünyada insanı ürküten bir tüketim hızı var ve bu hep olacak. Hep daha yoğun sahneler, hep daha etkileyici ışıklar için uğraşacağız. Bu doğaldır çünkü tek başına filmlerin görselliği bile bir talep oluşturmaya yetiyor.

    Yine de bir filmi değerli kılan asıl unsurun, efektlerinin yoğunluğu değil, filmin, kişilerin içindeki belli başlı bazı noktaları ne denli doyurduğu olduğunu akıldan çıkarmamalıyız. İçerik herşeyden önemlidir. Titanic ya da Braveheart gibi Oscar canavarı tabir edebileceğimiz filmlere şöyle yüzeysel bir bakış attığında, bu filmlerin herbirinde günümüz insanının açlığını çektiği vatanseverlik, adalet, şeref, cesaret gibi bir takım duygularla örülmüş bir aşk hikayesi olduğunu görebilirsin. Üstüne bir de James Horner imzalı müziği çaktığında Oscar çantada kekliktir. (Tabi 13 yy kahramanı William Wallace ve arkadaşlarının tarihte ilk olarak 18yy’da ortaya çıkmış olan kiltlerle dolaşmalarının Cüneyt Arkın filmlerinde yeniçerilerin kolunda dijital saat bulunmasından daha beter bir falso olduğu gerçeğini hesaba katmazsan.) Her ne kadar batı anlayışının bir tüketim çılgınlığı yardımıyla bu gibi duyguları önce insanların elinden alıp sonra dirhem dirhem plastik kutularda vererek üzerinden prim yapmalarını yadırgıyor olsam da, bütün bu yapılanlar, filmlerin çekici kısmının özel efektlerden ziyade "anlatmak istedikleri" olduğu gerçeğini pek de değiştirmiyor. Bu konuda ben de ısrarla, bilgisayar grafiğinin, belli bir mesajı vermek için kullanılması gerekli olan, ancak sadece bir araç olduğunu savunuyorum. Türkiye gibi az gelişmiş ülkelerin malesef bahsettiğim bu konunun dengesini kurmakta çok büyük problemleri var. Türk toplumu çok fazla şekilci, bilirsin, mesela entellektüel birisi engin bilgisi sebebiyle çoğumuzun duymadığı farklı terimler, kelimeler kullanır ve böyle bir kişi zihnimizde "anlaşılmazlık" özelliğiyle özdeşleşir. Entellektüel görünmek isteyen bir başkası da şekil itibarı ile gördüğü tek şey "anlaşılmazlık" olduğundan, zaten Türkçesi olan bir kelimenin yerine yabancı dildeki karşılığını kullanarak entellektüel görünmeye çalışır. Aynı sorunu sinemada da görüyoruz. Sadece yüzeyde görünene bakıyoruz. Taklit ettiğimizde de sadece görebildiğimiz efekt kısmını taklit ediyoruz. Sözün özü şu ki, en zevzek Freddy’nin kabusları filminde bile çıkarılacak bir ders vardır.

    Beni etkileyen yönetmen deyince aklıma gelen tek isim var: Steven Spielberg.
    Bu adamın anlatımının akıcılığı ve espri anlayışı beni gerçekten heyecanlandırır.

    Güçlü bir yapım şirketinin, bir sinema filmi projesi için size sınırsız bütçe ayırdığını, dünyanın dilediğiniz yerlerinde, dilediğiniz aktörlerle çalışma şansı verdiğini varsayın. Nasıl bir filmle neyi anlatmak isterdiniz? Titanik filminin 247, Terminatör 3’ün ise 216 milyon dolara mal olduğunu düşünürseniz sizin filminizin bütçesi ne kadar olurdu?

    Hayatım genelde dünyanın dostluk içinde ne kadar güzel bir yer olabileceğini ancak bunu insanlara anlatabilmenin de ne denli olanaksız olduğunu düşünerek geçiyor. Ben insanların birbirinin kuyusunu kazarak geçirdikleri zamanı birbirlerinin iyiliği için birşeyler düşünerek geçirmeleri halinde onların fiziksel anlamda ölümsüzlüğe ulaşabileceklerine inanıyorum. Bu çok derin bir felsefedir. Emin olabilirsiniz ki iyiliğin de kötülüğün de çok şaşırtıcı güçleri var. Aslında bunu anlatan bir film olabilirdi. İnsanların kendi gerçeklerini görebilmelerini sağlamak, onları uyandırabilmek muhteşem olurdu. Tabi böyle bir film için bizim balkon yeter. Çok yüksek bütçeli bir film olmaz. Bu arada kolesterol mekanizmasını anlatan bir film de olabilir. Başrolde Arnold Schwarzenegger’ı oynatırım, ondan çok güzel trombosit olur.

    Hayatınızda en çok nelerden şikayet edersiniz? Yaşadığınız ülkede veya dünyada bir tek şeyi tamamen değiştirme şansınız olsaydı, neyi seçer ve nasıl bir değişiklik yapardınız?

    Sanırım herşeyden şikayet ediyorum. Çok zıt bir karakterim vardır ve birinin beyaz dediğinin siyah olan taraflarını da ona göstermeye çalışırım. Siyah deseydi de, beyaz taraflarını göstermeye çalışırdım. Bu benim enerji kaynağım aslında, ancak tabii ki bu kadar kötü durumda değilim. Daha somut bir şikayet etmem gerekirse, yaşadığı hayattan memnun olmayan insanların etrafındakilere umarsızca negatif enerji yaymalarından çok ama çok şikayet ederim. Bunlardan o kadar çok var ki... Okula öğrenci işlerine gidersin, görevi sana öğrenci belgeni vermektir ama sanki adamdan iş olmayan birşeyi istiyormuşsun gibidir; otobüs şoförüne bir duraktan geçip geçmediğini sorarsın, yutağından bir türlü çıkmak bilmeyen cevabını anlayabilmen için yarasa kadar hassas kulakların olması gerekir.

    Dünyada sürekli iyi ve kötü arasında bir mücadele var. Ama ne komiktir ki bu dünya aslında herkesin mutlu olduğu çok muhteşem bir yer de olabilirdi. Buna engel olan tek şey bilinçsiz bir güruhun çocuklarını doğru dürüst yetiştirmemesinden başka birşey değil. Eğer bir şansım olsaydı insanların bunu anlamalarını sağlayabilmek isterdim.

    Tabi öyle birşey istedim ki, bununla herşeyi değiştirmiş oldum, bu şekilde sanki bir tek şey değil herşey değişirdi. Oysa bir tek şey demişsin değil mi? O halde ben sanırım yeni belediye otobüslerine açılabilir pencere konmasını isterdim. Yazın bunların klimaları çalışmayacak ve büyük ihtimalle ayak kokusundan otobüse binemeyeceğiz. ;)




  • 
Sayfa: 1
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.