Şimdi Ara

91 yıllık hikâye...

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
2
Cevap
0
Favori
223
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: 1
Giriş
Mesaj
  • Yıl, 1915.
    Çanakkale'de kan gövdeyi götürüyor.
    "Geçerim" diye saldıran emperyalistlerin insan kaybı, 200 bini aşmış...
    "Geç de görelim" diyen dedelerimizin kaybı ise, 250 binin üstünde...
    Mermiler havada çarpışıyor.
    Cesetler toplanamayacak kadar çok...
    Bu inanılmaz kıyıma rağmen, İngiliz Hükümeti durumdan memnun.
    Çünkü gerçeği bilmiyor.
    Çanakkale'deki İngiliz cephe komutanı, "Vaziyet gayet iyi... Bugün yarın geçeriz" raporları gönderiyor devamlı...
    O sırada genç bir gazeteci var orada.
    Avustralyalı.
    Melbourne Age Gazetesi'nin muhabiri.
    Görüyor ki, durum kel...
    Hadise, hiç de İngiliz komutanın anlattığı gibi değil.
    Türkler kafaya koymuş...
    Kuru ekmek yiyor, bulursa üzüm hoşafı içiyor, şakır şakır ölüyor... Ama geçirmiyor.
    Avustralyalı olduğu için özellikle dikkatini çeken bir konu daha var.
    İngiliz komutanlar, karargâhta klasik müzik eşliğinde viski yudumlarken, Anzaklar patır patır gidiyor. En son iki tabur Anzak gönderiyorlar bir bölgeye... Türklerin, iki taburu yok etmesi iki saat bile sürmüyor.
    Üstelik, müthiş bir sansür var.
    Yazdığı haberler, İngiliz yetkililer tarafından engelleniyor.
    Bakıyor ki, olacak gibi değil...
    Sarılıyor kaleme, tüm gerçekleri tek tek anlattığı, 8 bin kelimeden oluşan, "Gelibolu Mektubu"nu yazıyor.
    Özeti şu:
    "Çanakkale geçilemez... Hemen çekilin."
    Ve bu mektubu, sansürden kurtulmak için Avustralya Başbakanı'na "elden" ulaştırıyor.
    Avustralya Başbakanı mektubu okuyor, gözlerine inanamıyor ve acilen, yine "elden", İngiltere Başbakanı'na ulaştırıyor.
    İngiltere Başbakanı mektubu okuyor, Savaş Kabinesi'ni topluyor, orada bir daha yüksek sesle okuyor...
    Gizlice araştırılıyor.
    Mektup doğru.
    Hatta az bile yazılmış.
    Cephedeki İngiliz komutanın, kendi poposunu kurtarmak için palavra attığı anlaşılıyor.
    Ve karar veriliyor.
    Komutan görevden alınıyor.
    Emperyalistler, Çanakkale'den çekiliyor.
    Yazdığı mektupla savaşın sona ermesini sağlayan genç gazeteci, Avustralya'da "kahraman" gibi karşılanıyor.
    "Sir" ünvanı veriliyor.
    E tabii kapılar açılıyor...
    Savaşa "muhabir" olarak giden gazeteci, savaştan sonra "gazete sahibi" oluyor.




    Yıl, 1952.
    Çanakkale'de savaşın kaderini değiştiren "sir gazeteci" vefat ediyor.
    Bir tane oğlu var...
    O zamanlar, 21 yaşında.
    Babasının gazetesinin başına geçiyor.
    Çalışıyor, çalışıyor, çalışıyor.
    Avustralya'ya sığmıyor...
    ABD'ye, Avrupa'ya el atıyor.
    Bugün, 75 yaşında.
    Dünya medya imparatoru.
    75 televizyon kanalı...
    175 gazetesi var.
    TV kanallarıyla 600 milyon izleyiciye, gazeteleriyle 11 milyon okuyucuya hitap ediyor.




    Yıl, 2006...
    Çanakkale'nin "dövüşerek" geçilemeyeceğini ilk anlayan "sir gazeteci" nin oğlu, Çanakkale'nin nasıl geçileceğini gösterdi...
    EFT'yle.
    Bastı parayı, TGRT'yi aldı.
    İsmi, Rupert Murdoch.
    YILMAZ OZDIL /SABAH KOŞE YAZARI

    ALINTIDIR.







  • Madem Yılmaz Özdil den açıldı bi yazısıda benden ...

    01 08 06

    İnsanlık nerede?

    Kemikleri, henüz kemik değil.
    Süt adeta...
    Parmakları minyatür.
    Sizi bilmem, ben en çok parmaklarına bayılırım bebelerin...
    Bi santim.
    Oyuncak insan...
    Okşamaya çekinirsin. Zedelenecekmiş gibi gelir. Öpücük kondururken bile özen gösterirsin.
    Kolay değil...
    Sen kocaman, o minicik.
    Adı üstünde, bebe.
    Ama bakıyorum o bebelere...
    Hepsi, kan revan içinde.
    Birinin sol bacağı kopmuş.
    Oracıkta ölmüş hemen tabii...
    Zaten ne canı var ki... Vurunca şarapnel, körpe bedenine... Hem bacağı yitmiş, hem son nefesi...
    Öbürünün, fotoğraftan net olarak göremiyorum, galiba sağ gözü yerinde yok... Kör karanlık bir çukur var, göz olması gereken yerde... Yüzünün sağ tarafı olduğu gibi parçalanmış aslında. Burun da yok, çenenin bir bölümü de...
    Can çekişiyor.
    Hap kadar yüreği atıyor hâlâ...
    Dayanır mı, bilmem.




    "Allah o İsrail'in cezasını versin" dediğinizi duyar gibiyim.
    Tez zamanda...
    Ama Lübnan değil burası maalesef.
    Türkiye.




    Lübnan'da bebelerin kahpe füzelerle vurulduğu dakikalarda, Bingöl'de kahpe bir mayın daha patladı...
    Bizim bebeler oradaydı.
    Elif, o ölen.
    Hani şu bacağı kopan.
    Öbürü, Bayram... Can çekişen.
    Ahmet ile Besile'yi yazmadım.
    Onlar da ağır yaralı.




    Görmemişsinizdir siz bu fotoğrafı.
    Yok çünkü gazetelerin ön sayfalarında.
    Lübnanlı bebeler var.
    Bizim bebeler yok.




    Şimdi diyeceksiniz ki, "bebe, bebedir." "Lübnanı Türkiyesi olmaz bu işin."
    Haklısınız.
    Hem de, yerden göğe kadar...
    Ama ben de onu diyorum zaten.
    Lübnanlı bebeler manşet olmuş...
    Bizim bebeler neden haber olmuyor?




    Vahşet, sınırlarımızın dışında olunca, insanlık naraları atmakta üstümüze yok da...
    Misak-ı Milli içinde bebelerimiz havaya uçunca, neden çıt çıkmıyor?
    Normal midir bizim günahsızların katledilmesi?




  • 
Sayfa: 1
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.