Şimdi Ara

••••TÜRK ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ •••• (21. sayfa)

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
1.818
Cevap
16
Favori
434.099
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: önceki 1920212223
Sayfaya Git
Git
sonraki
Giriş
Mesaj
  • Harika paylaşımlar.

    Birkaç mesaj önce Ömer Fahreddin Paşa'nın fotoğrafını gördüm de. Direnişin, mücadelenin hakkını veren insanların yüzünde hep bu tarz bir asaletin izleri okunuyor.
  • yaz hocam beni de
  • OSMANLIDA MAHALLE KÜLTÜRÜ KOMŞULUK



    Günümüzde büyükşehirlerde yaşayan gençler için, mahalle, pek bir şey ifade etmemeye başlamış, bunun yerine semt, site, banliyö, uydu kent gibi tabirler anlamlı hâle gelmiştir. Küçük şehir, kasaba ve köylerde ise, az çok mahallenin ne olduğu hâlâ bilinmektedir. Fakat orta yaş üzerindekiler için mahalle kelimesi, çok şey ifade etmektedir. Bu neslin sıkça kullandığı, mahalle mektebi, ...bekçisi, ...bakkalı, ...imamı, arkadaşı, ...komşusu, ...fakiri–zengini gibi müşahhas ifadeler ile; mahallenin namusu, ...şerefi, ...asayişi, ...huzuru gibi mücerret ifadeler, Osmanlı’nın derin tarihine, zengin kültürüne ve engin medeniyet anlayışına yaslanmaktadır.

    Osmanlı’da mahalle; birbirini tanıyan, birbirlerinin davranışlarından mesul ve birbiriyle dayanışma içindeki kişilerin yaşadığı yerdir. Mahalleler; sınırları genellikle cadde veya sokaklarla belirlenmiş, merkezinde cami veya mescid bulunan yerleşim yerleridir. Genelde cami, şehrin merkezini oluşturan bir veya birkaç mahallede bulunur; diğer mahallelerdeki insanlar da cuma namazı için buraya gelir. Cami çevresinde ayrıca alış–veriş merkezleri bulunur, pazarlar genellikle buralara kurulur. Böylece haftanın bir günü şehirdeki insanlar buralarda toplanır, birbirleriyle görüşür ve haftalık ihtiyaçlarını temin eder. Diğer mahallelerde ise, sadece mescid bulunur ve bunun hemen yanında okul öncesi ve ilköğretim seviyesinde eğitim veren bir muallimhane vardır. Ayrıca buralardaki bakkal, kasap, terzi, ayakkabıcı vs küçük esnafa ait dükkân ve işyerleri, mahallenin günlük ihtiyaçlarına cevap verir.

    Mahalle idarî olarak, Osmanlı’nın en küçük yönetim birimidir. Bilindiği gibi Osmanlı, başlarında valilerin bulunduğu eyaletlerden oluşur. Eyaletler ise, sancaklardan oluşur ve buralar sancakbeyi tarafından yönetilirdi. Sancaklar, kadı tarafından idare edilen kazalara bölünmüştür. Kazalar ise, mahalle ve köylerden oluşur. Bu en küçük yönetim biriminin başı, daha doğrusu temsilcisi –muhtarlık sistemine geçilinceye, yani II. Mahmut dönemine kadar– imamdır. İmam, camideki vazifesinin yanında, mahallenin asayişini sağlamakla ve ihtiyaçlarını karşılamakla görevlidir. Köylerde de, mahallelere benzer bir yönetim tarzı vardır.

    İmam, asayişle ilgili olarak mahallede olup bitenden birinci derecede mesuldür. Burada cereyan eden öldürme, yaralama, hırsızlık gibi inzibatî olayların yanında, zina, fuhuş, taciz, sarkıntılık gibi gayr-i ahlâkîliği de takip edip güvenlik kuvvetlerine bildirir. Mahalleyle ilgili bütün işlerde devletle muhatap olur ve mahalleyi temsil eder. Şehrin idarecisi olan kadı, bağlı olduğu kurumun en üst düzey yetkilisi tarafından atanırken, imam bizzat padişah tarafından bir beratla tayin edilirdi. Bu da onun devlet ve halk nazarında ne derece büyük bir öneme sahip olduğunu gösterir. Padişah tarafından gönderilen emir ve fermanlar, imam tarafından halka duyurulur ve takibi yapılır. Bu şekilde imam; devlete karşı haklar ve ödevler konusunda mahalleliyi temsil ederken, mahallede de padişahı temsil ederdi.

    Osmanlı mahallesi, hem asayiş bakımından, hem de sosyal hayat açısından kolektif bir anlayışa dayanır. Mahalleli, müteselsil (zincirleme) olarak birbirine kefildi. Burada meydana gelen öldürme, yaralama gibi olaylarda, olayın faili bulunamadığı takdirde, bütün mahalleli mesul tutulur ve mağdur tarafa ödenmesi gereken diyet (kan parası) sakinlere paylaştırılır. Hattâ Yavuz Sultan Selim zamanında çıkan kanunnameye göre, meydana gelen hırsızlık olaylarından ve zararın ödettirilmesinden mahalle halkı mesuldür. Mahallede bir asayişsizlik olmaması için herkesin dikkat ve gayret göstermesi temin edilerek oto-kontrol sağlanmıştır. Böylelikle fail–i meçhul olaylarda halkın suçluyu saklamasının ve suçu örtbas etmesinin önüne geçilmiştir.

    Aynı mesuliyet ve oto-kontrol, ahlâkî hususlarda da söz konusudur. Mahallede meydana gelen veya şüphelenilen gayr-i meşru olaylarda imam, suçlu veya zanlıları güvenlik görevlilerine bildirir, mahallelinin bu yoldaki şikâyetlerinden ilgilileri haberdâr ederdi. İmam ve mahalle ileri gelenlerinin, bu tür evlere baskın düzenleme yetkileri vardı. Gayr-i ahlâkî davranışları olduğu bilinen kimseler mahalleli tarafından istenmeyen kişi ilân edilir ve görevlilerce başka yere sürülmesi istenirdi. Ancak imam ve mahalleli, suçlu veya zanlılara bizzat ceza verme yetkisine sahip değildi, sadece onları adalete teslim edebilir veya mahalleden dışlamak suretiyle cezalandırabilirdi.

    Kötülüğü önleme kolektif şuuruyla devlet, başkentten kilometrelerce uzaktaki yerlere kolaylıkla hakim olabiliyordu. Nasıl ki, her sokak süpürüldüğünde bütün şehir temiz olursa; bu uygulama sayesinde de bütün ülkede huzur ve asayiş sürüp gidiyor, suç oranı azalıyordu.

    Hayırlı işlerde mahalleli yine aynı kolektif şuurla hareket ediyordu. Bu tür işler için her mahallede bir “Avarız Vakfı” kurulmuştur. Mahalle sakinlerince oluşturulan yönetim kurulu tarafından idare edilen bu vakıfın gelir kaynağı, yine mahallelinin aynî–nakdî bağış veya hibeleridir. Kira getiren ev, dükkân gibi mallar da buraya vakfedilebilmektedir. Mahallede ihtiyacı olanlara borç veya kredi de verilmesi açısından bu vakıf, bir nevi sosyal yardımlaşma sandığı gibiydi. Avarız vakfının gelirleri; mahalledeki hastalara, fakir olanlara ve evlenmek isteyip de ekonomik durumu müsait olmayanlara yardımda kullanılırdı. Buradan fakirlerin cenazelerinin kaldırılması, su yolları, cami, mescit, mektep gibi yerlerin onarımı yapılır ve ısınma, aydınlatma gibi sair giderler karşılanırdı. İmam, müezzin, muallim gibi mahalle görevlilerinin maaşları ödenirdi. Mahalleye yeni gelenlerin yerleşme veya memleketine gidecek olanların yol masrafları karşılanırdı. Vergisini ödeyemeyenlerin vergileri de bu fondan ödenirdi.

    Mahalledeki bu resmi dayanışmanın yanında, ayrıca mahallenin zenginleri, mahallelerindeki fakirleri görüp gözetirlerdi. Zekât, sadaka, fitre gibi yardımlar yapılırken, mahalleli tercih edilirdi. Mahalledeki komşuluk ilişkilerinin ne derecede olduğu, şu atasözünden de anlaşılmaktadır: ‘İyi bir komşuya sahip olmak, bir eve sahip olmaktan önemlidir. Çünkü komşu komşunun külüne muhtaçtır.’ Mahalledeki maddî–manevî yardımlaşmanın temelinde; ‘Komşusu açken tok yatan bizden değildir.’ şuuru yatmaktadır.

    Osmanlı şehirlerinin bazılarında, Müslüman olmayan nüfus bir mahallede toplandığı gibi, Müslüman mahallelere de dağılmıştır. Müslüman ve gayr-i Müslimler arasında, bugün bile övgüyle anılan bir hoşgörü ve komşuluk münasebeti mevcuttu. Müslüman nüfus hakim unsur olmasına rağmen, komşularına karşı hoşgörülü davranmış; din, örf–âdet, kılık–kıyafet gibi temel hak ve özgürlüklerine karşı toleranslı olmuştur. Buna karşılık Yahudi ve Hıristiyanlar da, Ramazan’da Müslümanların inançlarına saygı göstermiş, açıktan bir şey yiyip içmemişlerdir. Aynı mahallede hem mescit, hem kilise, hem de sinagog olabilmiştir.

    İdarî açıdan mükemmeliyetin yanında, kötülüklerin önlenmesine, iyiliklerin teşvik edilmesine ve bizzat bunun pratiğe taşınmasına bakıldığında, Osmanlı mahallesinde, bir mahalle medeniyetinin oluştuğu görülmektedir. Bu da, Osmanlı’nın uzun ve bereketli ömrünün tesadüfî olmayıp, mükemmel bir şuurdan



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Toyota SUPRA -- 20 Mayıs 2008; 0:16:17 >




  • Yeni arkadaşlarıda ekledim.Hoşgeldiniz.



    Osman Gazi;




    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Fetih -- 20 Mayıs 2008; 1:10:42 >
  •  ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••



     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••



     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••



     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••



     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••







  •  ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    TARİHÇE


    Düz dokuma yaygılar, düğümlü halılar kadar kalın ve dayanıklı olmadıklarından, eski devirlere ait örnekler hemen hemen yok gibidir. Daha çok göçebelerin eşyaları olan bu yaygılar iyice eskimeden terk edilmemekte, hatta kesilip parçalara bölünerek kullanılmaktadırlar. Kolayca çürüdüklerinden yeraltı buluntuları arasında fazla örnek bulunmamaktadır. Ayrıca yerleşik toplumların aristokrat sınıfları tarafından kullanılmadıklarından ve nesilden nesile korunarak aktarılan değerli mallar arasında da yer almadıklarından eskiye ait örnekler günümüze pek ulaşamamıştır.


     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••




    Türk düz dokuma yaygıları içinde tarihlendirilen en eski[Resim] örneklerden biri Washington Textile Museum'da bulunan küfi bordürlü ve ortada sekizgen madalyon, kenarlarda ufak sekizgenler bulunan kompozisyonu ile 15. 16. Y.Y. Avrupalı ressamların tablolarında görülen ve Holbien halıları olarak adlandırılan desenlere benzediği için 15. 16. Y.Y. olarak tarihlendirilen atkılı sumak tekniğinde dokunmuş bir yaygı en erken Anadolu yaygılarından biridir. Konya Mevla'na Müzesindeki geleneksel Anadolu kilimlerinden tamamen farklı bir dokumaya sahip olan, tapestry tekniğindeki karanfile benzer büyük palmetli bitkisel desenli kilim 16. 17. Y.Y. Osmanlı saray sanatı ile büyük benzerlik gösterdiğinden bu yüzyıllar olarak tarihlendirilmektedir. Daha çok göçebe topluluklara bağlı bir sanat türü olduğundan, hakkında pek fazla yazılı belge bulunmayan geleneksel kilim ve öteki

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••




    dokuma yaygıların tarihi ise Osmanlı kilimlerine nazaran çok karanlıktır. Türkmen boylarının Orta Asya'daki ve Anadolu'ya gelene kadarki göçleri ve konaklamaları sırasındaki komşuları, Anadolu'daki geçmiş uygarlıkların birikimleri ve diğer etnik gruplar, Haçlı Seferleri, Selçuklu ve Osmanlılar zamanındaki Kuzey Afrika'dan Avrupa'nın ortasına, Çin'e kadar geniş alandaki değişik kültürlerin etkileri birleşerek, bu çeşitli dokuma teknikleri ve şaşırtıcı desen zenginliğini ortaya çıkartmıştır. Bir de ayrıca her yörenin kendine has yünü ve elde edilen doğal boya maddelerinin değişikliği, dokuyucuların kişisel ustalık ve yaratıcılıklarını da eklersek, bu çeşitliliği daha iyi anlarız.

    Dokuma yaygılar da bir yerde sahip olduklarını tahmin ettiğimiz sembolik motifleri ile onların yazılı belgeleri yerine geçmektedir. Boy ve oymak yaşamının sürdüğü zamanlarda, her boy yada oymağın dokuma yaygıları, onları başkalarından ayıran damgalar yerine geçiyordu. Belirli bir grubun dokuduğu yaygıda, her motifin, desenin ve rengin kendine özgü bir anlamı ve karakteristiği vardır. Bu motifler





     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••




    nesilden nesile, çok ufak değişikliklerle ana özelliği ve[Resim] anlamı bozulmadan devam ediyordu. Her yaygı kendinden önceki yaygının özelliklerini taşımakla birlikte, dokuyucunun yaptığı çok ufak değişikliklerle ve eklerle benzersiz bir eser halini alıyordu. Zamanla boy ve oymaklar bütünlüklerini kaybederek, geleneksellikleri de bozularak, birbirlerinden motifler almaya başlamışlardır. Boy ve oymakların üzerinde, Osmanlı yazılı belgelerinde, belirli grupların yerleşim bölgelerinde veya göçebelerin bulundukları yerlerde belirli tipteki yaygıların desen, renk ve dokuma teknikleri üzerinde yapılacak araştırmalarla çok ilginç sonuçlar alınabilir. Kendi içine kapalı geleneksel göçebe boy ve oymaklar tarafından, yalnız kendi için dokudukları düz dokuma yaygıların tarihi, sıkı sıkıya bu grupların tarihine bağlı bulunmaktadır. Onların Anadolu içindeki dağılımları, yer değiştirmeleri, geleneklerini etkileyen etkenler hakkında çok yönlü ve karşılaştırmalı incelemeler yapılmadıkça, bu tarih karanlıkta kalacaktır.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Toyota SUPRA -- 20 Mayıs 2008; 14:58:34 >




  • Süper bi club kurmusunuz ekleyin benideee
  • Güzel paylaşımlar teşekkürler
  • yeni üyeler hoşgeldiniz
  •  ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••




  • FATİH SULTAN MEHMED MAHKEMEDE

    İşte, Fatih Sultan Mehmet, işte İstanbul'da bir Rum;

    Fatih Sultan Mehmet talepte bulunuyor, diyor ki:

    "Orada cami yapacağım, arazini bana satmanı istiyorum."

    Biliyorsunuz her arazinin bir rayiç bedeli vardır; yani o çevrede o arazinin ne kadar para ettiği aşağı yukarı herkes tarafından bilinir. Alt hududu bir de üst hududu vardır. Fatih Sultan Mehmet, üst hududun iki katını veriyor; ama Rum vermemekle ısrar ediyor. Cami kurulmasına gönlü razı olmuyor. Bir Hıristiyan; bu da onun kabahati değil, içinden gelen şey öyle. Hak sahibi vermezse vermez; ama Fatih Sultan Mehmet'in de kızmış kafası.

    "O kadar fazla para verdiğim halde, bu adam vermiyor; demek ki bunu inadından yapıyor; nefsani davranış bu. Ben cami yapacağım, benimki nefsani değil ruhani" diyor.

    Alıyor adamın arsasını, bastırıyor; camiyi yapıyor.

    Adam perişan. Adamı üzgün gören biri:

    "Ya bu kadar üzüntünün sebebi ne?"

    Anlatıyor adam derdini "İşte" diyor. "Yapabileceğim bir şey yok ki! Bunu yapan Padişah; daha ötesi yok, onun üstünde kimse yok. O bana bunu yaptığına göre her şey bitti". diyor.

    Bizim Osmanlı diyor ki: "Her şey bitmedi, bu memlekette kadılar vardır. Gidersin kadıya, adaletsizliği anlatırsın. Padişah da olsa o hesabı görür".

    "Yani" diyor "ne demek istiyorsun?" (Adam hiç inanamıyor bir defa söylenenlere.) Adamcağız hiç inanamıyor; ama "Hadi gideyim mahkemeye, ben müracaat edeyim." diyor. Kadıya müracaat ediyor.

    Gerçekten de Fatih Sultan Mehmet mahkemeye gelince, adamın gözleri hayretten açılıyor. Fatih Sultan Mehmet ayakta; Kadı Efendi oturuyor ve mahkeme başlıyor. Fatih Sultan Mehmet'in, adamın arsasını zorla iktisab etmekten elinin kesilmesi konusunda bir karara varılıyor. Fatih Sultan Mehmet'in eli kesilecek. Ama Osmanlı adaletinde, bir müessese daha var; eğer bir şeyin bedeli ödenirse ve alacaklı taraf, hak sahibi taraf bunu kabul ederse, o ceza düşer. Bu kanun gereğince teklifte bulunuluyor.

    Deniyor ki: "Bunun bedeli şu kadar altın, bu kadar altına karşılık, onun elinin kesilmesinden vazgeçiyorsan,, Padişah ödemese bile, onu sana beyt'ül mal öder. Razı mısın?"

    Rum, şaşkın şaşkınPadişah'a bakıyor , inanamıyor, sonra "Tabi razıyım. Razı olmaz mıyım? O padişah" diyor.

    Adam razı olduktan sonra, Fatih Sultan Mehmet diyor ki :

    "Benden beyt'ül mal'ın talebi 200 altın; ama ben 2000 altın vereceğim ve her gün de bir altın daha ödenmesini istiyorum. Senenin 365 günü, her gün bir altın ödenecek bu zata."

    Ve mahkeme biter bitmez kadı yerinden kalkıyor, Fatih Sultan Mehmet'in ayaklarının yanına gelip diz çöküyor,

    "Padişahım şu ana kadar ben, Allah'ı temsil ediyordum, ben oturuyordum siz ayaktaydınız. Çünkü siz maznun mevkiindeydiniz. Allah'ı temsil eden siz değildiniz. Adaleti veya adaletsizliği temsil ettiğiniz mahkemenin sonunda belli olacaktı. Ben Allah'ı temsil ediyordum; adaletin sahibi bendim o sırada. Şimdi benim görevim bitti. Şimdi bana, sana tâbî olan, senin imparatorluğunun bir kadısı olarak el etek öpmek düşer" diyor. Padişahın eteğini öpüyor ve ondan sonra padişah oturuyor, ötekiler dışarı çıkıyorlar.




  • saoll ekledigin icin listeye
  • Çok güzel paylaşımlar var,emeği geçen herkese teşekkürler.Zaman buldukça okuyacağım.Beni de eklerseniz sevinirim.
  • REsimler her zamanki gibi süper .. Gerçekten iyi bir arşiv oluşturdum sayılır
  • Arkadaşlar beni de ekleyin
  • benide ekleyin arkadaşlar
  • Benide ekleyin arkadaşlar
    saygılar
  • Osmanlı Yay Yapım Tekniği

    Kompozit yaylar içinde en kısa olanları Osmanlı yaylarıdır. Bu sebeple çok güçlü ve pratiktirler.
    Boynuz, tahta, tutkal ve sinirin (hayvan tendonu) bileşiminden oluşan bu yayların ileri derecede teknik beceri gerektiren yapımı ortalama üç yılı alırdı. Kullanılan malzemelerin oranı değiştirilerek yayın gücü, hızı, menzili ve esnekliği ayarlanırdı. Farklı amaçlarla (hedef, menzil veya savaş yayları) yapılan yayların esneklik ve hızı farklı olurdu.

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    Osmanlı yayı ve başka bir Osmanlı yayından ayrıntı (Askeri Müze-Harbiye/İstanbul)

    Yayın ahşap kısmında akçaağaç, kızılcık, porsuk ağacı tercih edilirdi. Tutkal olarak sinir veya deriden elde edilen çega tutkalı veya Mersin Balığının (Acipencer Gueldenstaedtii veya Huso huso) dokularından elde edilen balık tutkalı kullanılırdı. Balık tutkalının yapımında, Mersin balığının damak mukozası ve hava kesesi kullanılırdı. Yayın sinir kaplaması için tercih edilen tendon, öküz bacağından alınan aşil tendonu idi. Kullanılacak boynuz da, öküz ya da mandadan elde edilmekteydi.
    Yayın yapımında kullanılacak ağacın, budaksız sık ve paralel damarlı olanı özenle seçilerek sonbaharda kesilirdi. Yayın ahşap kısmı üç ya da beş parçadan oluşurdu. Bu parçalara istenen şekil verilir ve en az bir yıl kurumaya bırakılırdı. Ağaç parçalar kış mevsiminde balık tutkalıyla birbirine yapıştırılır, boynuzun tahtaya yapışacak iç yüzeyine ve yayın karın kısmına (atış sırasında okçuya bakan yüzey) karşılıklı yivler açılıp tutkallanırdı. Sonra, ağaç aksam ve boynuz, birbirine iple sımsıkı bağlanırdı. Yaz mevsiminde yayın sırt kısmına (atış yaparken hedefe bakan kısmı) çega tutkalıyla 2-3 kat sinir yapıştırılır, her kat sinirden sonra daha daraltılmak üzere yay iple yay askısına alınır ve bir yıl boyunca kurumaya bırakılırdı. Kuruyan yayın sırt kısmına İlkbaharda atın sağrı derisi ya da kayın ağacı kabuğu yapıştırılıp sandaloz yağı sürülürdü. Böylece yay kiriş takılmaya hazır hale gelmiş olurdu. Yay, ısıtılmak suretiyle yumuşatılır, ahşap formlar kullanılarak ve asa gezi denilen özel bir sırık/kalıp yardımıyla alıştırılır ve uygun şekle ulaşması sağlanırdı.
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    Yay yapımında kullanılan el aletleri (Yukarıdan aşağıya: Keser, taş'in, tencek) (Askeri Müze-Harbiye/İstanbul)


    Yayın en büyük düşmanı nemdir. Nemden koruma gereğinin yanı sıra, atıştan önce performansını yükseltmek için yay özel kutular içinde veya güneşte ısıtılır ve sinir ile tutkalın bünyesindeki su buharının uçması sağlanırdı. Buna “timar vermek” denirdi.
    Yaylar kullanım amaçlarına ve yapılış metodlarına göre puta (hedef), menzil, kepaze, timarlı, tozlu, tirkeş, sağrılı gibi çeşitli isimler alırlardı.

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••




  • OSMANLI YAYI YAPIMI RESİMLERİ :

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••




  • İstanbul'un fethinden sonra Hazreti Fatih bütün mahkümleri serbest bırakmıştı. Fakat bu mahkumların içinden iki papaz zindandan çıkmak istemediklerini söyleyerek dışarı çıkmadılar. Papazlar Bizans imparatorunun halka yaptığı zülüm ve işkence karşısında ona adalet tavsiye ettikleri için hapse atılmışlardı. Onlar da bir daha hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdi.

    Durum Hazreti Fatih'e bildirildi. O, asker göndererek, papazları huzuruna davet etti. Papazlar hapisten niçin çıkmak istemediklerini Hazreti Fatih'e de anlattılar. Fatih o dünyaya kahreden iki papaza şöyle hitap etti:

    - Sizlere şöyle bir teklifim var: Sizler İslam adaletinin tatbik edildiği memleketimi geziniz, müslüman hakimlerin ve müslüman halkımın davalarını dinleyiniz. Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz, hemen gelip bana bildiriniz ve sizler de evvelki kararınız gereğince uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı olduğunu isbat ediniz.

    Hazreti Fatih'in bu teklifi papazlar için çok cazip gelmişti. Hemen Padişahtan aldıkları tezkere ile İslam beldelerine seyahate çıktılar. İlk vardıkları yerlerden biri Bursa idi... Bursa'da şöyle bir hadiseyle karşılaştılar:

    Bir Müslüman bir yahudiden bir at satın almış, fakat hiçbir kusuru yok diye satılan at hasta imiş. Müslümanın ahırına gelen atın hasta olduğu daha ilk akşamdan anlaşılmış. Müslüman sabırsızlıkla sabahın olmasını beklemiş, sabah olunca da erkenden atını alıp kadının yolunu tutmuş. Fakat olacak ya, o saatte de kadı henüz dairesine gelmemiş olduğundan bir müddet bekledikten sonra adam kadının gelmeyeceğine hükmederek atını alıp ahırına götürmüş. Atını alıp götürmüş ama at da o gece ölmüş.

    Hadiseyi daha sonra öğrenen kadı, atı alan müslümanı çağırtıp meseleyi şu şekilde halletmiş:

    - Siz ilk geldiğinizde ben makamımda bulunsa idim, sağlam diye satılan atı sahibine iade eder, paranızı alırdım. Fakat ben zamanında makamımda bulunamadığımdan hadisenin bu şekilde gelişmesine madem ki ben sebep oldum, atın ölümünden doğan zararı benim ödemem lazım, deyip atın parasını müslümana vermiş.

    Papazlar islam adaletinin bu derece ince olduğunu görünce parmaklarını ısırmışlar ve hiç zorlanmadan bir kimsenin kendi cebinden mal tazmin etmesi karşısında hayret etmişler.

    Mahkemeden çıkan papazların yolu İznik'e uğramış. Papazlar orada şöyle bir mahkeme ile karşılaşmışlar:

    Bir müslüman diğer bir müslümandan bir tarla satın alarak ekin zamanı tarlayı sürmeye başlar. Kara sabanla tarlayı sürmeye çalışan çiftçinin sabanına biraz sonra ağzına kadar dolu bir küp altın takılmaz mı? Hiç heyecan bile duymayan Müslüman bu altınları küpüyle tarlayı satın aldığı öbür müslümana götürüp teslim etmek ister;

    - Kardeşim ben senden tarlanın üstünü satın aldım, altını değil. Eğer sen tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin herhalde bu fiata bana satmazdın. Al şu altınlarını, der.

    Tarlanın ilk sahibi ise daha başka düşünmektedir. O da şöyle söyler:

    - Kardeşim yanlış düşünüyorsun. Ben sana tarlayı olduğu gibi, taşı ile toprağı ile beraber sattım. İçini de dışını da bu satışla beraber sana verdiğimden, içinden çıkan altınları almaya hiçbir hakkım yoktur. Bu altınlar senindir dilediğini yap, der. Tarlayı alanla satan anlaşamayınca mesele kadıya, yani mahkemeye intikal eder. Her iki taraf iddialarını kadının huzurunda da tekrarlarlar.

    Kadı, her iki şahsada çocukları olup olmadığını sorar. Onlardan birinin kızı birinin de oğlunun olduğunu öğrenir ve oğlanla kızı nikahlayarak altını cehiz olarak verir.

    Papazlar daha fazla gezmelerinin lüzumsuz olduğunu anlayıp doğru İstanbul'a Hazreti Fatih'in huzuruna gelirler ve şahit oldukları iki hadiseyi de aynen nakledip şöyle derler:

    - Bizler artık inandık ki, bu kadar adalet ve biribirinin hakkına saygı ancak İslam dininde vardır. Böyle bir dinin salikleri başka dinden olanlara bile bir kötülük yapamazlar. Dolayısıyla biz zindana dönme fikrimizden vazgeçtik, sizin idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inanmış bulunuyoruz, derler.




  • 
Sayfa: önceki 1920212223
Sayfaya Git
Git
sonraki
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.