Şimdi Ara

İSLAMİ YAZILAR (2. sayfa)

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
31
Cevap
1
Favori
718
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: önceki 12
Sayfaya Git
Git
Giriş
Mesaj
  • İmana gelmek kolaydır




    Mahluklardaki hesaplı nizama, düzene bakmak ve bunlardaki incelikleri düşünmek, herkese vacibdir.

     

     

    Sual: Yaratana inanmak için, yaratılanlara bakmak ve incelemek kâfi gelir mi?

     

    Cevap: İmana gelmek çok kolaydır. Mahluklardaki hesaplı nizama, düzene bakmak ve bunlardaki incelikleri düşünmek, herkese vacibdir. Atomdan güneşe kadar bütün varlıklardaki düzen, birbirlerine bağlılıkları, bunların kendiliklerinden var olmadıklarını, bilgili ve sonsuz kuvvetli bir varlık tarafından yaratıldıklarını açıkça göstermektedir.

     

    Aklı başında olan bir kimse, liselerde ve üniversitede, astronomi, fen, biyoloji ve tıp bilgilerini öğrenince, bu varlıkların bir yaratıcısı olduğunu ve her türlü ayıptan uzak olduğunu ve Muhammed aleyhisselâmın Onun Peygamberi olduğunu ve bildirdiklerinin hepsinin Ondan gelmiş olduğunu hemen anlar ve yaratana inanır.

     

    Kâfir olarak ölenlerin sonsuz Cehennemde kalacaklarını, müminlerin de sonsuz olarak Cennet nimetleri içinde yaşayacaklarını öğrenince, seve seve Müslüman olur. Ma'rifetnâme kitabında buyuruyor ki:

     

    “Fen ve astronomi bilgileri, makinalar, fabrikalar, akıl ile, tecrübe ile hasıl oldukları için, zamanla yenileri bulunmuş, birçok eski bilgilerin yanlış olduğu anlaşılmıştır. Eski, yeni, yanlış ve doğru bütün fen bilgileri, bu âlemin yoktan var edildiğini, sonsuz ilim ve kudret sahibi bir yaratıcının varlığına inanmak lazım olduğunu göstermektedir.”

     

    Muhammed aleyhisselâmın güzel ahlakını ve mucizelerini okuyan da, Onun Peygamber olduğunu anlar.

     

    Sual: Alnında ve burnunda yara olan kimse nasıl secde eder?

     

    Cevap: Alnında yara olan, yalnız burnu ile, burnunda yara olan da, yalnız alnı ile secde eder. Alnında ve burnunda birlikte özür olup başını yere koyamayan, ayakta durabilse bile, yere oturarak ima ile kılar. Rüku için biraz, secde için, rükudan daha çok eğilir. Secde için, yerden bir şey kaldırıp, yüzünü bunun üstüne koyması tahrimen mekruhtur. Çünkü, Feth-ul-kadîr, Merâkıl-felâh, Halebî ve Mecma'ul-enhürde buyuruluyor ki:

     

    “Resûlullah Efendimiz bir hastayı ziyaret etdi. Bunun, eli ile yastık kaldırıp, üzerine secde ettiğini görünce, yastığı aldı. Hasta, odun kaldırarak bunun üstüne secde etti. Odunu da aldı ve;

     

    (Gücün yeterse, yere secde et! Yere eğilemezsen, yüzüne bir şey kaldırıp, bunun üzerine secde etme! İma ederek kıl ve secdede, rükudan daha çok eğil!) buyurdu.

    OSMAN ÜNLÜ

     

    _____________________________




  • Ateşten Koruyamadığımız Aileler



    Bir zamanlar evler, rahmetin ve huzurun mekânıydı. Sofralarda bereket, sohbetlerde hikmet vardı. Baba eve geldiğinde sevinç, anne konuştuğunda sükûnet doğardı. Çocuklar, anne babalarının dizinin dibinde büyür, dua sesleri yankılanırdı.

    Şimdi o evlerde aynı çatı altında, ama birbirinden uzak kalpler yaşıyor. Herkes kendi ekranında, kendi dünyasında… Göz göze bakışların yerini “ekran ışığı”, muhabbetin yerini “bildirim sesi” aldı.

    Telefon, bir zamanlar iletişimdi; bugün ayrılığın adı oldu. Rabbimiz buyuruyor:

    “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi ateşten koruyun.” (Tahrim, 6)

    Peki biz, ailemizi hangi ateşten koruyoruz artık?

    Ekranların ışığına, ilgisizliğin soğukluğuna karşı ne kadar gayret gösteriyoruz?

    Anne çocuğuna değil telefona bakıyor, baba evladının sesini değil haberlere düşen gürültüyü dinliyor. Aynı evdeyiz ama ayrı dünyalarda yaşıyoruz. Telefon yakınlaştırmadı bizi, uzaklaştırdı. Eşi eşten etti, muhabbeti bitirdi, sessizliği hâkim kıldı.

    Gençler, dersinden koptu; çocuklar, anne babasının sevgisinden uzaklaştı. Artık örnek aldıkları, Resûlullah’ın ahlakı değil; ekranlardaki yapay kahramanlar. Zihinler bilgiyle doluyor ama gönüller boşalıyor.

    Resûlullah (s.a.v.) buyuruyor:

    “Kişinin ailesine harcadığı, Allah rızası için yaptığı harcamadan daha faziletli bir sadaka yoktur.” (Müslim)

    Oysa biz artık ailemize vakit harcamıyoruz. Parayı, ilgiyi ve sevgiyi ekranlara yatırıyoruz.

    Telefon suçlu değil, ama biz kalplerimizi esir ettik ona. Ekranlara esir olup, evlerimizi ihmal ettik. Rabbimizin emanetini, yani ailemizi, teknolojinin rüzgârına bıraktık.

    Belki de yeniden dönmemiz gereken şey çok basit:

    Bir selam, bir bakış, bir muhabbet, bir dua…

    Çünkü ne kadar bağlantıda olursak olalım, iman ateşi sönmüşse, kalpler çoktan çevrim dışı demektir.

    AHMET TEKİN

    _____________________________




  • Peygamberimizi ihtiyarlatan ayet



    Peygamberlerin 5 temel özelliklerinden biri emanete riayet etmeleridir. Emin, güvenilir insan olmalarıdır. Bu nedenle de peygamberlik görevini almadan önce Hz. Peygamber'in Mekke'deki sıfatı "El-Emin", yani güvenilir insan idi. Böyleydi, böyle yaşadı. Bizden de böyle olmamızı istedi. Hz. Peygamber'in saç ve sakalındaki beyazlıklar bir anda çoğaldı. Bu değişiklik sahabenin dikkatinden kaçmadı.

    En yakın dostu Hz. Ebu Bekir dayanamayarak sordu: "Ey Allah'ın Resulü! Saçlarınızdaki aklar çoğaldı. Neyiniz var? Sizi üzen, meşgul eden bir şey mi var?" Efendimiz (SAV) şöyle buyurdu: "Hûd Suresi ve benzer sureler beni ihtiyarlattı."

    Hud Suresi, Mekke'de indi ama içinde Medine'de inen ayetler de var. Mekki diye adlandırdığımız surelerde bu durum olur. Yorumcular, Hz. Peygamber'i düşünceye sevk eden ayetin Hud Suresi'ndeki 112. ayet olduğunu söylerler. Bu ayetin özellikle şu ifadesi dikkat çekicidir: "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!"

    İşte Hz. Resulullah'ı endişelendiren, düşünceye sevk eden bu ayettir. Dosdoğru ol. Hâşâ o hiç eğri olmadı. Bu cümleler kırmızı çizgileri belirleyen bir anlam taşır. Zira ayetin tümüne baktığımızda "Seninle beraber tövbe edenler de olsun" ifadeleri bizim sorumluluğumuzu önümüze koyuyor. Emrolunduğumuz gibi dürüst, dosdoğru olmalıyız. Emrolunduğumuz gibi helal kazanıp helal harcamalıyız. Emrolunduğumuz gibi adil, hakkaniyetli ve samimi olmalıyız. Emrolunduğumuz gibi vefalı olmalıyız. Kısacası her hususta ve konuda dürüstlük Müslüman olmanın vazgeçilmez bir şartıdır.


     ZULMEDENLERE MEYLETMEYİN: Hud Suresi 113. ayeti zalimlere meyletmemeyi, istikametin bir parçası sayar. Allah şöyle buyurur: "Bir de haksızlık edenlere -zalimlere- meyletmeyin. Yoksa ateş size de dokunur. Sizin Allah'tan başka dostlarınız yoktur. Sonra (O'ndan) yardım da göremezsiniz."


     RABBİN SANA DARILMADI: 23 yıllık tevhid mücadelesinde zaman zaman daralan Efendimizi Yüce Kitap teselli etmiştir: Kuşluk vaktine andolsun. Ve sükûna erdiği zaman geceye andolsun ki, Rabb'in seni terk etmedi ve sana darılmadı. Elbette senin için sonu (ahiret) önünden (dünyadan) daha hayırlıdır. Yakında Rabb'in sana verecek de sen hoşnut olacaksın. O seni yetim bulup barındırmadı mı? Seni şaşırmış bulup yol göstermedi mi? Seni yoksul bulup zengin etmedi mi? Öyleyse sakın yetime kahretme. Sakın isteyeni (yoksulu) azarlama. Ve Rabb'inin nimetini anlat. (Duha/1-11)


     CANIN SIKILIYOR, BİLİYORUZ: İnançsızların azgın saldırı ve inkârları Efendimizi daraltıyordu. İman etmiyorlar diye. Kuran, Hz. Resulullah'ı teselli ediyor: "Şüphesiz, seninle alay edenlere karşı biz sana yeteriz. Onlar Allah ile beraber başka bir ilah edinenlerdir. Ama yakında ne olacaklarını bilecekler. Biz, onların söylediklerinden dolayı göğsünün daraldığını elbette biliyoruz. O hâlde Rabb'ini hamd ile tespih et ve secde edenlerden ol." (Hicr/95-98)


     MANEVİ KÖRLERİ DÖNDÜREMEZSİN: "Öyleyse sen Allah'a güven. Şüphesiz sen apaçık bir hakikat üzeresin. Şüphesiz, ölülere sen işittiremezsin; arkalarını dönüp giden sağırlara da çağrıyı duyuramazsın. Sen körleri de sapıklıklarından doğru yola iletemezsin. Ancak ayetlerimize inananlara duyurabilirsin; işte onlar Müslüman olanlardır." (Neml/79-81)


     RABB'İNE AND OLSUN SORACAĞIZ: "O kimseler ki, Kuran'ı parça parça edip ayırdılar. Rabb'ine andolsun ki, onların hepsinden mutlaka sorguya çekeceğiz. Yapmakta olduklarından elbette sorguya çekilecekler. Şimdi emrolunduğun şeyi açıkça bildir ve müşriklerden yüz çevir." (Hicr/91-94)


     BELİNİ BÜKEN YÜKÜNÜ KALDIRDIK: Gönül ferahlatan İnşirah Suresi, Hz. Peygamber'i en daraldığı anda sevindiriyor. Mekke'de insanların saldırı, inkâr ve zulmünden kalbi kırık Peygamber'e teselli ayetleri birbiri ardınca iniyor: "Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi? Belini büken yükünü senden kaldırmadık mı? Senin şanını ve ününü yüceltmedik mi? Şüphesiz zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Gerçekten zorlukla beraber bir kolaylık vardır. O hâlde, bir işi bitirince hemen diğerine koyul. Ve yalnız Rabb'ine yönel." (İnşirah Suresi)


     RAHMET ELİ PEYGAMBER'İN SIRTINDA: Ey Nebi! Uhud'da dişin kırılıp kılıçlar yanağını sıyırdığında sahibin Allah'tı. Huneyn'de avucundaki kum fırtınaya dönüşüp binlerce zalimi dağıttığında sahibin Allah'tı. Gökte Ay'ı yardığında Ay'a emreden Allah'tı. Hicrette seni takip eden Süraka'yı atı ile beraber kuma gömen Allah'tı. Sevr'de yoldaşın Rabb'indi. Parmağınla yüzlerce askeri doyuran sendin, ama sahibin Allah'tı. Evet, Rabb'in seni hiç bırakmadı.

    ***


    BİR HIRKA, SADECE HIRKA

    Bir gün bir Allah dostu, dilenen bir kadın gördü. Hava soğuktu. Donduran bir rüzgâr vardı. İnsanlar evlerine varmak için kaçışıyorlardı. Dilenen kadının kucağında ise ufak bir çocuk vardı.

    Allah dostu oradan geçti. Gözü, küçük çocukta kaldı. Kadın, "Allah için bu fakire bir sadaka" diyordu.

    Allah dostunun verecek hiçbir şeyi yoktu. Çünkü o da yoksuldu. Belki akşama yiyeceği bir şeyi de yoktu.

    Dünyalık olarak sadece sırtına giydiği bir hırkası vardı.

    "Allah için" diyen kadını duyunca hırkasını çıkarıp çocuğun üzerini örttü.

    Sonra da soğukta titreyerek kulübesine doğru yola koyuldu.

    Gece fakirhanesinde garip bir rüya gördü. Muhteşem bir köşkün yanındadır.

    Göz kamaştıran bir köşk, onu o kadar etkiler ki, oradan gözünü alamaz. Hayret içinde sorar: "Bu köşk kimin acaba?" Rüyasında cevap verilir: "Bu köşk senindir." Allah dostu sorar: "Ben bu köşkü hak edecek ne yaptım ki?" Cevap verilir:

    "Bugün, bir çaresizin sırtına hırka attın. Bu köşk yoksul kadının çocuğunun sırtına attığın hırkanın karşılığıdır. Bir hırkaya bir köşk."

    Mesele hırkanın değerinde değil. Mesele hırkayı veren el ve hırkanın uğruna verildiği eldedir. Rabb'in cömert eli, kulun cömert elinin üzerindedir.

    Bağışlanma işte bazen böyle bir hırkayla gelir, niyet Allah ise. Bazen bin hırka bir işe yaramaz, niyet Allah değilse.

    ***

    KAZA VE NAFİLE NAMAZLARI HANGİ VAKİTLERDE KILINMAZ?

    Sabah namazının vakti girdikten sonra güneş doğana kadar sabah namazının sünnetinin dışında nafile namaz kılmak hoş karşılanmamıştır. Bu vakti Allah'ı zikir ve Kur'an'la geçirelim. Ayrıca şu üç vaktin dışında her zaman kaza namazı kılınabilir:

    a) Güneşin doğmaya başlamasından itibaren yaklaşık 45 dakika geçinceye kadar olan zaman içinde.

    b) Öğle vakti girmesine yaklaşık 10 dakika kaldığından itibaren öğle vakti girinceye kadar olan süre içinde.

    c) Güneşin batmasına 45 dakika kalmasından itibaren akşam namazı vakti girinceye kadar olan zaman içinde kaza namazı kılınmaz.


     Cenaze namazı abdestsiz kılınabilir mi?

    Cenaze namazı, adı üzerinde tekbirle başlanıp selamla bitirilen (rükûsuz ve secdesiz) bir özel namazdır. Tabii ki abdestsiz kılınamaz. Cenaze namazında ölüye duanın yapılması, abdestsiz kılınacağına delil olmaz. Vitir namazında da Kuran'dan olmayan benzeri dualar vardır.


     Bazı ayetlerde yüce Allah "biz" der. Neden "ben" değil de "biz" der?

    Kuran-ı Kerim'de bazen yüce Allah'ın kendisine nispet ederek "biz" ifadesini kullanması, O'nun büyüklüğünü, şanının yüceliğini gösterir. Hemen hemen bütün dillerde saygı ve yücelik ifadesi olarak tekil yerine çoğul kelimeler kullanılır.

    Saygı duyduğumuz veya yakın olmadığımız kişiye bazen "sen" yerine "siz" kelimesini kullanırız. Kendimizi ifade için de nezaket olarak "ben" yerine "biz" deriz.

    NİHAT HATİPOĞLU

    _____________________________




  • Dokunulmaz ve dokunulmayan olan sadece...



    Bismillahirrahmanirrahıım

    Bizleri; Yeryüzünün en üstün ve en şerefli varlığı insan olarak yaratan, akıl nimetiyle donatan, sayısız nimetlerinin en üstünü Müslümanlardan kılan, kurduğu Dünya ve diğer Âlem sofrasında sayısız nimetleriyle yaşatan ve tüm nimetlerinin hesabını hepimize bir nefes yakın olan ölümümüzle başlayan Kabir Hayatımızdan itibaren Ahiret ’in büyük buluşma ve duruşma gününde soracak olan Yaratıcımız, Yaşatıcımız ve Yöneticimiz Allah’ımıza hamd, Eşsiz Önderimiz, Sevgili Resulümüz Hz. Muhammed (s.a) Efendimize, tüm Resul Efendilerimize, izinden gidenlere, Ehlî Beyti’ne, Ashabına, canımız Ana ve Babamıza, Hocalarımıza, Allah (c.c)’ın ilke ve inkılabı İslam’a tabi olan Mümin kardeşlerimize, Din ve Vatan muhafızı Şehit ve Gazilerimize salat ve selam olsun!


    Hangi idare şekli olursa olsun; adı ister İngiltere, Norveç, Danimarka Hollanda, Suud, Katar vb. gibi krallık rejimi olsun, isterse AB, Sovyet, Çin, Almanya, İran, Türkiye vb. gibi Cumhuriyet olsun hiç bir rejim insanı ve insana hizmet için yaratılan canlı cansız hiçbir varlığa zulmedemez ve ihanet edemez!

    İster Krallık, ister Cumhuriyet olsun her iktidar her kurum her rejim Din, Irk ayırımı yapmadan aşağıdaki 5 şeyin dokunulmazlığını muhafaza ile görevlidir!

    Ve devletler acilen bu göreve dönmelidir!





    -Aklın Muhafazası (Dokunulmazlığı)

    -Canın Muhafazası (Dokunulmazlığı)

    -Neslin Muhafazası (Dokunulmazlığı)

    -Malın Muhafazası (Dokunulmazlığı)

    -Dinin Muhafazası. (Dokunulmazlığı)




    İslam Düzeninin “Zarurât-ı Hamse” dediği yukarıda saydığımız (Beş Şey) Allah’ımız tarafından gönderdiği İslam ile kesin dokunulmaz altına alınmıştır!


    İnsanı koruyan bu beş şeyin dışında; hiçbir şahıs hiçbir kurum ve hiçbir rejim asla dokunulmaz değildir!

    Allah’ımızın dünyadaki halifesi, yeryüzünün nöbetçisi ve emanetçisi insan’ın saadeti, huzuru için gönderdiği İslam Nizamının bu dokunulmaz ve asla dokunulamaz ilkelerini ne krallar değiştirebilir ve ne de Parlamentolar! Bu ilkeler “kabul” ve “ret” diye oylanamaz ve oylanmaya sunulamaz!

    Çünkü dünyada canlı cansız her şey insan için, insan da sadece Rabbimiz Allah’a özgür ortamda kul olmak için yaşar!

    Bunun içinde;





    - Aklın dokunulmazlığının muhafazası için alkol, esrar, eroin gibi uyuşturucuları üretenleri ve satanları cezalandırmak! Ve işkenceyi ve şiddetin her çeşidini yasaklamak! Yapanları cezalandırmak!

    - Canlarımızın dokunulmazlığını muhafaza için; cana can, göze göz vb. kısas ve diyet vb. hükümlerini uygulamak!

    - Nesillerimizin dokunulmazlığının muhafazası için helal, meşru evlilikleri teşvik etmek! Zinanın fuhşun her çeşidini yasaklamak! Ailenin selameti için rahmet olan cezaları uygulamak!

    - Malların (alın terini, helal yoldan kazandıklarımızın) dokunulmazlığının muhafazası için; helallerin önündeki en büyük şeytani engel olan Faiz, Kumar, Piyango vb. Haramları her yerde yasaklamak! Hırsızlara, soyguncu ve dolandırıcılara Dinin emrettiği Cezayı vermek! Ve Zekât, Öşür, Sadaka gibi ihsan ve infakları teşvik etmek!


    - Dinin (İnancın) Dokunulmazlığının muhafazası için de; inancı teorikten pratiğe dönüştürerek Allah’ımıza hür ortamda kulluğun önündeki tüm engelleri kaldırmak! Her Müslümanın her İktidarın İmani, İnsani ve Vicdani görevidir!

    Her Ferdin, Ailenin, Toplumun ve Devletin hayat sigortası olan bu Hayati Dokunulmazlıklar, hiçbir iktidar ve hiçbir Parlamento tarafından değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez!

    Ama ne acı ki hem Krallıkla ve hem de sadece isimlerde kalmış sözde Cumhuriyetle yönetilen ülkelerde Allah’ımızın tüm Kullarının Dünya ve Ahiretinin Cennet olması için emrettiği bu beş dokunulmazlık tamamen kaldırıldığından dolayı acı neticelerini sadece Gazze’de değil, her yerde büyük bir Maddi ve Manevi çile ile yaşamaya devam ediyoruz!


    Yazımızı bu önemine binaen sosyal medyada dinlediğim aşağıdaki veciz uyarıyla tamamlıyoruz:


     (Ey Müslümanlar ve Ey bütün İnsanlar!)

    “Allah’tan ne kötülük gördünüz de (İslam) şeriatından nefret ediyorsunuz? Zina yasak dedi, nesliniz bozulmasın diye. Faiz haram dedi, fakir (olmasın ve mazlum) ezilmesin diye.

    İçkiyi yasakladı, aklınız selamet bulsun diye.

    Adaleti emretti, zalimlere geçit olmasın diye.

    Kadına iffeti, erkeğe sorumluluğu yükledi, aile dağılmasın diye. Bunun nesine düşman oldunuz?


    Sizin bu (Kapitalizim, Sosyalizm, Deizim, Ateizm vs. gibi) modern putperestliğiniz sizi gerçekten özgür mü kıldı? Kadın sokakta metalaştı, çocuklar babasız kaldı, gençlik uyuşturucu ve fuhuşla çürüdü, toplum ifsada uğradı.

    Allah’ın hükmünü terk edip ne buldunuz?

    Kimin kanunu size adalet getirdi?

    Hangi sistem fakiri ezmeden ayakta durdu?

    Hangi rejim size vicdan, merhamet ve ahiret bilinci verdi?

    Asıl sorun Allah’ın şeriatı değil, asıl sorun sizin nefislerinize uymanız. Size karanlıkları aydınlatacak nur indirildi ama siz sırt çevirdiniz.


    Size kurtuluş reçetesi verildi ama siz zehri tercih ettiniz.

    Soruyorum size: Allah’tan ne kötülük gördünüz de O’nun İslam şeriatından bu kadar nefret ediyorsunuz?”

    “Kahrolası insan ne kadar da nankördür.” (Abese Suresi 17)


    Allah’ımız; hepimize değişmez ve önlenemez gerçek ölüm gelmeden yeniden İslam Nizamıyla ve sadece O’na secdeyle dirilmeyi lutfeylesin! Amiin.

    Nefsimizde, ailemizde ve ülkemizde “İslam Sözleşmesi”nin uygulanması, Mukaddes Mescid-i Aksa’mızın, Filistin’imizin, Osmanlıcamızın özgürlüğü, tatil olması dileğiyle Cuma Bayramımız mübarek olsun. 

    Selam, sevgi ve duayla...

    ŞEVKİ YILMAZ

    _____________________________




  • Çocuklarımız bizimdir!




    Her şeyden önce kendimiz şuna yakinen inanmalıyız ki, çocuklar annelerinin babalarınındır, çocuklarımız bizimdir. Çocuklarımız devletin değildir, özellikle çocuklarımız asla rejimlerin değildir!

    Okudukları okullar da bizden alınan vergilerle yapılmıştır, vergilerimizle varlıklarını sürdürmektedir, öğretmenler de bizden alınan vergilerle orada görev yapmaktadırlar.

    Çocuklarımızı o okullara iki kere ikinin kaç ettiğini öğrensinler diye gönderiyoruz. Matematiği, geometriyi öğrensinler diye gönderiyoruz. Suyun kaç derecede donduğunu, kaç derecede kaynadığını ve buharlaştığını öğrensinler diye gönderiyoruz. Tarihi, coğrafyayı, fiziği, kimyayı öğrensinler diye gönderiyoruz.

    Yoksa çocuklarımızı bu okullarda eğitim ve öğretim adına devlete taptırılsın, rejime kul yapılsın diye göndermiyoruz. Öncelikle bu konu çok iyi bilinmelidir.

    Durum böyle iken dünyadaki bütün dikta rejimler her zaman için tanrılığa oynamış, ilahlığa yeltenmiş, ilahlığını çocuklar üzerinden ispat etmeye çalışmıştır. Kendisine taptırmak için kolay ve zahmetsiz kul olarak itiraz edemeyen, seslerini çıkaramayan zavallı çocukları seçmiştir. Büyüklere, olgun yaştakilere yutturamadığı martavallarıyla çocukların beyinlerini yıkama yolunu seçmiştir.

    Evet, çocuklar annelerinin, babalarınındır. Çocuklarının kimleri seveceğine, kimlerin izinden gideceğine, kimleri kendilerine önder edineceğine öncelikle o çocukların sahipleri yani ebeveynleri karar verebilir.

    Nasıl bir hayat tarzı izleyeceklerine neyi nasıl giyineceğine öncelikle anneleri babaları karar verir.

    Müslümanca bir hayat tarzını tercih eden şuurlu aileler çoğaldıkça ve kendi yavrularını da Müslümanca bir hayata yönlendirdikçe birileri feryadü figan etmeye başladı. Her şeyde olduğu gibi bu konudaki çığırtkanlıklarını da medya üzerinden yapıyorlar. Öyle ya, ucuz ve zahmetsiz kulları(!) kullarını kaybetmek durumundalar.

    İşin gülünç tarafı ise bu çığırtkan sürüye binlerce çocuğu dağlara kaçıran ve hayatlarını karartan Marksist örgütün sözcüleri de katılmış durumda, hâlbuki bu konuda ağızlarını hiç açmaması gereken kesim onlar değil mi?

    Fakat kim ne yaparsa yapsın, günümüz dünyasında Allah Teala nurunu çocuklar üzerinden yaymaya başladı. Dünyanın yönünü değiştiren Gazzeli çocuklar değil mi?

    Ve bu ülkenin çehresini değiştirmekte olan Kur’an’ın çocukları değil mi, Namazın çocukları değil mi, tesettürün çocukları değil mi?

    Bu duygularla herkesin cumasını tebrik ediyorum.

    MEHMED GÖKTAŞ

    _____________________________




  • Her şey kendi kendine mi var oldu?




    Sual: Bazı kimseler bir yaratıcıyı inkâr etmek için, "her şey kendi kendine var olmuştur veya tabiat kuvvetleri ile var olmuştur" demektedirler, bunun aslı var mıdır?

    Cevap: Bütün varlıkları var eden, yaratan, varlıkta durduran bir varlık bulunmasa, ya her şey kendi kendine var olur, yahut hiçbir şeyin var olmaması lazım gelirdi. Her şeyin kendi kendine var olması, akla uygun bir şey değildir. Çünkü, bir şeyin kendi kendine var olması, kendinden evvel kendisinin hep var olmasını, sonsuz olmasını gerektirir. Kendinin hep var olması, yani vâcib-ül vücûd yani daima mutlak var olması icab eder. Böyle olsaydı yani her şey kendi kendine var olsaydı, o zaman yok iken sonradan var, yahut var iken sonradan yok olmazdı. Hâlbuki, her şey yok iken sonradan var oluyor ve tekrar yok oluyor. Bundan da, hiçbir mahlukun vâcib-ül vücûd, sonsuz varlık olmadığı anlaşılır. Zaten kendi kendine var olmak, aklın anlayabileceği bir şey de değildir. Vâcib-ül vücûd, mutlak yaratıcı, bir olmak lazımdır. Kendinden başka, bütün varlıkları yoktan var eden bir varlık olması lazımdır. Mahlukların var olması için bir vâcib-ül vücûdun varlığı lazım olmasaydı, hiçbir şeyin varlığını kabul edemezdik.

    Her varlığın kendi kendine var olması, fenne o kadar uzak bir şeydir ki, tabiatçılar bile, tabiat şöyle yapmıştır, tabiat kuvvetleri böyle yapmıştır diyorlar. Böylece varlıkların kendiliklerinden olmayıp, bir yapıcısı, meydana getiricisi bulunduğunu, farkında olmadan açıklamış oluyorlar. Fakat, esas o yapıcıya, yapana layık olan isimleri ve sıfatları vermekten çekiniyorlar. Bilgisiz ve iradesiz bir tabiata, tabiat kuvvetlerine bağlanıyorlar. Hâlbuki fizik, kimya olaylarından hiçbirinin kendiliğinden olduğunu hiç görmüyoruz. Harekete geçen veya hareketini değiştiren, yahut harekette iken duran bir cisme elbette bir kuvvet etki etmiş, hareket ettirmiştir diyoruz. Bütün bu varlıkların bu nizam, bu düzen ile kendiliğinden oluverdiğini sanmak, fizik ve kimya kanunlarını inkâr etmek olur. Atomdan Arş'a kadar bütün varlıkları yoktan var eden, ilim, irade ve kuvvet sahibi bir yaratana inanmayıp da, bu varlıkları, fizik ve kimya kanunlarına uymayan bir tesadüf, kendi kendine var olmak gibi zannetmek kadar cahillik olamaz.

    OSMAN ÜNLÜ




    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi fullasss -- 24 Ekim 2025; 14:16:4 >
    _____________________________




  • Günahların, insan hayatı üzerindeki etkileri!



    Günahlar, sonsuz kudret ve azamet sahibi Yaradan’ımıza karşı bir edepsizlik ve bir isyandır. O’nun engin rahmetine ve rıza-i bârîsine karşı bir perdedir. Tevbe - istiğfar etmeden günah işlemek, iman yeri olan kalbi karartır, birçok olumsuzluk ve sıkıntılara sebep olur. Hem fert hem de ümmet olarak yaşadığımız sıkıntıların asıl sebebi, İlahî emir ve yasaklara uymamaktır. Bu kısa yazıda günahların birkaç olumsuz etkisini incelemeye çalışacağız inşaallah.


    1- Rızkın daralması: Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:

    “Eğer o ülkelerin halkı iman edip Allah’a karşı gelmekten sakınsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden bolluk ve bereket kapılarını açardık. Fakat onlar gerçeği yalanladılar. Biz de işledikleri günahlar yüzünden onları ansızın yakalayıverdik.” (Araf 96)

    (Nuh aleyhisselam) onlara dedim ki: “Rabbinizden bağışlanma dileyin! Çünkü O, günahları çokça bağışlayıcıdır. Bağışlanma dileyin ki üzerinize bol bol yağmur yağdırsın. Mallarınızı, evlatlarınızı çoğaltsın, size bağlar, bahçeler versin, sizin için ırmaklar akıtsın. Size ne oluyor ki, Allah’ı tanımıyor, O’nun büyüklüğünden korkmuyorsunuz?” (Nuh 10-13) Hadis-i şerifte ise şöyle buyurulmaktadır: “Kişi işlediği bir günah sebebiyle, rızıktan mahrum bırakılır.” (İ. Ahmed)


    2- Kalbin karaması: Günahkâr kimse kalbinde; tıpkı zifiri gecenin karanlığı gibi bir karanlık hisseder. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Kul bir hata yaptığı zaman, kalbinde siyah bir iz meydana gelir. Eğer kişi, o günahı terk eder ve tevbe edip af dilerse kalbi o lekeden temizlenir. Eğer, aynı günahı işlemeye devam ederse, kalpteki leke artar. Hatta bir zaman gelir, kalbi tamamen kaplar. İşte bu durum, Allah’ın: “Hayır onların kazanmakta oldukları, kalplerini paslandırmıştır.” (Mutaffifin 14) meâlindeki âyette zikrettiği pastır.” (Tirmizi)

    İmam-ı Gazali rahmetullahi aleyh diyor ki: “Cilalı aynanın karşısında duran insanın, aynaya yansıyan nefesi, aynayı kararttığı gibi, kişinin işlediği günahlardan oluşan karanlıklar da kalb üzerinde birikerek onu paslandırır ve karartır. Aynanın yüzünde biriken pas silinmezse, içine işleyip maddesini bozduğu gibi, tevbe edilmeyen günahlardan kaynaklanan pas da, kalbin tabiatı haline gelir ve kalbin üzerini kapatır.”

    İbn Abbas Abbas radıyallahü anh diyor ki: “İyilik; yüzde parıltı, kalpte nur, rızıkta genişlik, bedende kuvvet ve insanların gönlünde sevgi doğurur. Günah ise, yüzde kararma, kalpte karanlık, bedende zayıflık, rızıkta azalma ve insanların kalbinde nefret meydana getirir.”


    3- Kalbin zayıflaması ve tevbeye karşı isteksizlik: Günahlar birbirini doğurur; kalbi tevbeden uzaklaştırır ve günaha meyli artırırlar. Selef-i salihinden bir Zat şöyle diyor: “Bir günahın cezası, ardından gelen diğer bir günahtır; bir iyiliğin ödülü ise ardından gelen başka bir iyiliktir.”


    4- Allah katında değerin düşmesi: Hasan-ı Basrî rahmetullahi aleyh şöyle diyor: “Allah’a isyan edenler, O’nun yanında değersiz hale geldiler. Eğer O’nun katında değerli olsalardı, Allah onları korurdu.”


    5- Zillet ve aşağılanma: Çünkü izzet, Allah’a itaattedir. Selef-i salihinden bir Zat şöyle dua ederdi: “Allah’ım! Beni itaatinle yücelt, isyanınla alçaltma.” Hasan-ı Basrî rahmetullahi aleyh de şöyle dedi: “Atlara, binitlere binseler de, isyanın zilleti kalplerinden çıkmaz. Allah, kendisine isyan eden kimseye, zillete uğratmaktan başka bir şey dilemez.”


    6- Peygamber’in lanetine uğramaResulullah sallallahü aleyhi ve sellem, günah işleyenlerin bazılarına lanet etmiştir. Onlardan bir kısmı şunlardır: Saçına saç ekleten, erkeklere benzemeye çalışan kadın ve kadınlara benzemeye çalışan erkek; faiz yiyen kişi, rüşvet veren ve alan kimse, anne-babasına asi olan insan...


    7- Bela ve musibetler: Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Başınıza gelen her musîbet, kendi ellerinizin kazandığı günahlar, ihmal ve kusurlar yüzündendir. Bununla beraber Allah, o günah ve kusurların pek çoğunu da affediyor.” (Şuara 30)


    Kısacası günahlar, hem ferdî hem de toplumsal hayatımızı bozan kötü hastalıklardır. Evet onlar, manevî bünyemize musallat olmuş birer virüs gibidirler, dolayısıyla onlardan sakınmamız elzemdir, vesselam...

    MEHMET CAN

    _____________________________




  • İMAM EBU HANİFE’NİN DÜNYASI



    VIII. asırda Irak’ta yaşamış bir zât, tarihte hiçbir âlime nasip olmayacak şekilde, milyonlarca kişinin takip ettiği bir hidayet ve feyiz kaynağı olmuştur. Ebu Hanife, Türklerin de tabi olduğu ve onları dünya hâkimiyetine taşıyan yolun kurucusudur.

     

     Kimin babası?

     

    İmam Ebu Hanife, 80/699 senesinde Irak’ın Kûfe şehrinde doğdu. Esas adı Numan idi. Ecdadı Kâbil’den gelme Fars asilzâdelerinden idi. Dedesi Zûta’nın babası Mah (Hürmüz), Sâsânîlerin Bağdad valisi (merzban) idi. Zûta, Hazret-i Ömer’in elinde Müslüman olmuş ve Numan ismini almıştı. Babası Sabit ise Hazret-i Ali ile görüşmüş, hatta doğum gününde kendisine faluzeç (tereyağlı fıstık ezmesi) ikram ederek hayır duasını almıştı.

     

    Araplarda herkes Ebu lakabıyla anılır. Ebu “babası” demektir. Resulullah Efendimizin künyesi Ebu’l-Kasım idi ki, Kasım’ın babası demektir. Ama bu lakap her zaman çocuğu kastetmez. Nitekim Ebu Hanife’ye bu künyenin verilişi, hanîfe adında bir kızı olduğundan değildir. Bel kuşağında, Irak’ta hanîfe denilen bir hokka-kalem takımı taşıdığı için veya doğru itikadı (hanîfliği) sonraki nesillere ulaştırıp bir cihetle hanîflerin manevî babası olduğu için bu künye ile anılmıştır.

     

    İmam-ı A’zam (En Büyük İmam) lakabı ise, Ehl-i sünnet itikadının bir nevi kurucusu olarak görülmesinden dolayıdır. İmam, Arapça önder demektir. Dinî ilimlerde sözü sened olan âlimlere verilen isimdir.

     


    "İman Süreyya yıldızına gitse…"

     


    Ebu Hanife, fevkalâde kabiliyetleri sayesinde küçük yaştan beri ilimle meşgul olmuş; Enes bin Malik hazretleri gibi Sahabe’den birkaçına yetişerek bunlardan hadîs rivayet ettiği için Tâbiîn denilen ve Cenab-ı Peygamber tarafından övülen üç zümreden ikincisine mensuptur.

     

    Evvela kelâm ile meşgul olarak, zamanının heretik (sapkın) cereyanlarıyla mücadele etti. Hazret-i Peygamber ve eshabının bildirdiği inanç bilgilerini sistematik şekilde topladı. Bu hususta Fıkh-ı Ekber adıyla bir kitap yazdı. Bu kitap, Müslümanların Ehl-i sünnet itikadının esasının sonraki nesillere naklini temin eden çok mühim bir eserdir.

     

    Onun için Sehl bin Abdullah Tüsterî hazretleri der ki: “Yahudi ve Hristiyanlar arasında böyle bir âlim bulunsaydı, bugünki vaziyete düşmezlerdi.” Âlimler, “İman Süreyya yıldızına gitse, Fars oğullarından biri onu alıp getirir” hadisinin Ebu Hanife’yi müjdelediğini söyler. Çünkü Fars oğullarındandır. Süreyya yıldızı, bugün Boğa yıldız kümesidir ki, edebiyatta mecazen uzaklığı sembolize eder. Ülker ve Pervin de denir.

     

    Ebu Hanife, tâbiîn ulemasının önde gelenlerinden Hammâd bin Süleyman hazretlerinden 18 sene ders okudu. Hocası vefat edince, Kûfe âlimleri tarafından onun kürsüsüne geçirildi ve şehrin müftüsü olarak kabul gördü.Nasıl olur da isyan eder?

     

     

    Emevîlerin son halifesi Mervan zamanında Irak valisi Yezid bin Amr, kendisine Kûfe mahkemesi hâkimliğini teklif etti ise de, zühd ve takvası da, ilmi ve zekâsı gibi çok olduğundan kabul etmedi. İnsanlık hasebiyle kulların hakkını gözetmede kusur etmekten korktu. “Danışayım” deyip izin aldı. Mekke’ye gidip, birkaç sene orada kaldı.

     

    Emevilerin düşüşünü müteakip Kûfe’ye döndü ise de baskının daha beterine maruz kaldı. 150/767’de Abbasi halifesi Mansur’un emrettiği kâdiyül-kudât (temyiz mahkemesi reisliği) makamını kabul etmediği için zindana atıldı. Burada vefat etti.

     

    İmam’ın cenazesinde elli bin kişi bulundu. Hayzuran’a defnini vasiyet ettiği öğrenilince, halife gözyaşlarını tutamamış, öldükten sonra bile bize nasihat ediyor demiştir. İstimlak edilen asri kabristana defnini istememişti. Hayzuran, eski bir kabristandı.

     

    Bağdad’daki mezarı üzerine Selçuklular mükemmel bir türbe ve yanına da medrese yaptırmıştır. Osmanlı padişahları da bu türbeyi çok defa tamir ve tezyin ettirmiştir.

     

    Bu duruşu, politik tavır olarak zannedildi. Hâlbuki zannedilenin aksine politikaya karışmamıştır. Haşimi isyanlarını desteklediği iddiası, onun prestijini kullanmak üzere Şii propagandasından ibarettir. Nitekim Mansur’un teklif ettiği, Bağdad şehrinin inşasına nezaret etmek üzere bir nevi fen memurluğu vazifesini kabul etmiştir. Ebu Hanife, -zalim bile olsa- hükümdara isyanın caiz olmadığını kitaplara yazmıştır. Nasıl olur da kendisi isyana katılır?

     

     

     Herkes çoluk çocuğu gibi

     

     

    Ebu Hanife, kumaş ticareti yapardı. Zengin idi. Güzel giyinir ve iyi yaşardı. Talebesinin fakir olanlarının maddi ihtiyaçlarını da kendisi karşılardı. Üstün aklı, herkesi şaşırtan keskin zekâsı, fazileti, anlayışı, emaneti, hazırcevaplığı, dindarlığı, vakarı, doğruluğu ile tanındı. Güzel ahlakı, takvası ve zekâsını anlatan ciltlerle kitap yazılmıştır.

     

    Zamanında bulunan ve sonra gelen bütün müctehidler ve âlimler, kendisini hep övdü. İmam Şâfiî hazretleri “Fıkıh bilgisinde, herkes Ebu Hanife’nin çoluk çocuğu gibidir (yani onun getirdiği nevâleden geçinirler)” derdi.

     

    Ebu Hanife, fıkıh ilmini, Hammâd’dan, Hammâd, İbrahim Nehaî’den, bu, Alkame’den, Alkame, Abdullah bin Mes’ud’dan, bu da Hazret-i Peygamber’den almıştır. İmam Ebu Hanife, âyet ve hadislerden hüküm çıkarma metodunu Sahâbe ve Tâbiîn’den öğrenmiştir. Buna göre ictihadda bulunmuş; talebeleri de bu usulleri sonrakilere bildirmiştir.

     

    Fıkıh ilmini herkesten evvel toplayıp yazarak bugüne ulaşan bâblar ve fasıllar şeklindeki sistematiğe göre tertipleyen İmam Ebu Hanife’dir. İmam Mâlik hazretleri bile, Muvatta’ adlı eserini bu tertibe göre yazmıştır.

     

    İmam Ebu Hanife aynı zamanda hadîs âlimi idi. Altısı Sahâbe ve üçyüzü Tâbiîn’den olmak üzere dörtbin kişiden hadîs dinlemiştir. Nitekim kendisinin rivâyet ettiği hadîsler, sonradan Müsnedü Ebî Hanîfe adıyla bir araya getirilmiştir.

     

     

     İbn Mesud’un yolu

     

     

    Hanefi mezhebi, sahabi Abdullah bin Mesud’a dayandığı için, Ebu Hanife’nin ictihadları, karakter olarak da onunkilere benzer. O, mezhebini şöyle izah eder: “Evvela Kur’ân-ı kerîmde arıyorum. Bulamazsam, hadîs-i şerîflerde arıyorum. Yine bulamazsam, eshâb-ı kirâmın icma’larına bakıyorum. Burada da bulamazsam, ihtilaf ettiklerinden birini tercih ediyorum. Bunu da bulamazsam, kıyas yapıyorum.”

     

    Ebu Hanife, haber-i vâhid denilen ve her nesilde tek kişinin bildirdiği hadîs-i şerîfleri ancak muayyen şartlarla delil alırdı. Örf, zaruret ve maslahata (umumun menfaatine) çok yer verirdi. Talebelerine (herkese değil), “Bir iş için, sözüme uymayan bir sened elinize geçerse, benim sözümü bırakınız! Ona uyunuz! Sahih hadîs mezhebimdir” derdi. Kendisiyle farklı ictihadda bulunan talebesi, “Ona uymayan sözlerimizi de elbette ondan işittiğimiz bir delile, bir senede dayanarak söyledik” demiştir.

     

    İmam Ebu Hanîfe hazretleri, bir mesele kendisine arz edildiği zaman, bu meselenin vukua gelip gelmediğine bakmazdı. Ne kadar zor ve çetrefil olursa olsun, farazî (takdirî) meseleleri de çözerdi. “Müslüman başına gelmeden evvel belanın tedbirini alır” derdi. Hâlbuki başkaları bunlarla meşgul olmaz; “Vukua gelince düşünürüz” derdi. Bu sebeple mezhebi çok geniş ve güçlüdür...

    EKREM BUĞA EKİNCİ

    _____________________________




  • Ahiretin Limitini Bu Dünyada Tüketmeyin




    İnsanoğlu acelecidir… Gözünün önündekine meyleder, elindekini kaybetmemek için uğraşırken aslında sonsuzluğu kaybettiğini fark etmez. Rabbimiz buyuruyor:

    "Kim âhiret kazancını isterse onun bu kazancını arttırırız; kim dünya kazancını tercih ederse ona da bundan veririz; ama onun âhirette hiçbir nasibi olmaz." (Şûrâ, 20)

    Bu ayet, hayatın özünü tek cümlede özetler. Rabbimiz bize seçim hakkı verir: Ya bu dünyanın sınırlı süsü, ya da ahiretin sonsuz mükâfatı. İkisi birden olmaz. Dünya kazancına odaklananın nasibi bellidir: “Ona da bundan veririz” diyor Allah… Yani isteğini alır, belki malı olur, mevkii olur, insanlar arasında parlayan bir ismi olur… Fakat ardından gelen o sarsıcı ifade, her şeyin hükmünü bitirir: “Ama onun âhirette hiçbir nasibi olmaz.”

    Ne büyük kayıptır bu! Sonsuzluğu birkaç nefeslik dünya hazzına değişmek… Ahiretin sermayesini, geçici menfaatlere harcamak… Allah’ın verdiği imkânı, şöhreti, makamı, ilmi ya da ömrü sadece dünyalık menfaat için tüketmek… Bu, ahiretin limitini dünyada harcamaktır.

    Oysa mü’min bilir ki, bu dünya bir imtihan salonudur. Kazanmak değil, hazırlanmak yeridir. Burada alın teri dökmeyen, orada rahmet bekleyemez. Burada Allah için ağlamayan, orada sevinç gözyaşı dökemez. Burada sabırla, adaletle, infakla, tevazuyla yürümeyen; orada cennet yollarını bulamaz.

    Nice insanlar vardır ki dünyada yıldız gibi parlar, ama kabir kapısında ışığı söner. Nice garip kullar vardır ki bu dünyada kimsenin dikkatini çekmez, ama Rabbin huzurunda yıldızlar gibi parlar. Çünkü onlar kazançlarını âhiret hesabına yatırmışlardır.

    Ey insan!

    Kendine bir soru sor:

    Yaptığın her şeyin karşılığını nerede görmek istiyorsun? Bu dünyada mı, yoksa sonsuzlukta mı?

    Eğer bu dünyada görmek istersen, alırsın. Ama o aldığın, seni kurtarmaz.

    Eğer âhirette görmek istersen, Allah senin kazancını arttırır; yaptığın iyilik bir tohum olur, ebediyet toprağında cennet meyvesi verir.

    Unutma!

    Dünya geçici bir pazar, ahiret kalıcı bir yurt.

    Kârını burada değil, orada arayan kazançlı çıkar.

    Ahiretin limitini bu dünyada tüketmeyin…

    Çünkü bu dünya, cennetin değil; cennete hazırlığın yeridir.

    AHMET TEKİN

    _____________________________




  • Eğer dünya şeriata karşıysa ben dünyaya karşıyım




    Bu cümleyle başlayan düşüncem, bir öfkenin, bir meydan okumanın ya da bir yabancılaşmanın ürünü değil; hakikatle kurduğum sadık bir ilişkinin kaçınılmaz sonucudur. Belki dünya bu söze küçümseyerek bakar, belki çağ dışı bulur, belki radikal yaftası yapıştırır. Ama ben biliyorum ki, hakikatin ne olduğunu öğrenmeye çalışan bir kalbin en içten feryadıdır bu söz. Kalabalıkların alkışladığı yollardan değil; terk edilmiş, sessiz patikalardan geçer bazen hakikatin izleri.

    Şeriat: Bir Korku mu, Bir Merhamet mi?


    Bugün “şeriat” kelimesi telaffuz edildiğinde birçok insanın zihninde canlanan görüntüler; cezalar, yasaklar, baskılar etrafında döner. Ne acı ki bu algı, şeriatın ruhunu değil, onun karikatürleştirilmiş bir yansımasını temsil eder. Oysa şeriat, kökü “bir yolun kaynağı, suya götüren doğru yol” anlamına gelen “ş-r-‘a” fiilinden türetilmiştir. Şeriat, susuz kalmış bir toplumun hakikate ulaşma çabasında rehberlik eden rahmettir, düzenin, adaletin, ölçünün ta kendisidir.

    İnsan aklı sınırlıdır. Niyetler bulanıklaşır, adalet duygusu çıkarla kirlenir. İnsanın insana zulmü tarih boyunca hep değişen normların, güç dengesine göre şekillenen yasaların sonucudur. Oysa şeriat, Allah’a kulluğu temel alan, Rabbi’nin indirdiği sabit ölçüye göre kurulmuş bir adalet sistemidir. Değişmeyen bir kaynaktan geldiği için zamanın ruhuna göre eğilip bükülmez. Tam da bu yüzden, hakikati arayan her kalp için sığınacak yegâne kurtuluş limanıdır.



    Dünya Ne Zaman Doğruyu Kaybetti?

    Modern dünya, hakikati göreceli hale getirdi. Bir ülkede ahlak olan bir şey, başka bir ülkede suç sayılıyor. Bir nesil için utanılacak olan, sonraki nesil için övünülecek hale geliyor. Cinsiyetin bile sabit olmadığı bir çağda yaşıyoruz artık. Her şey “ben nasıl istiyorsam öyle olsun” mantığına göre şekilleniyor. Fıtrat bozuluyor, sınırlar siliniyor, haram ile helal arasındaki çizgi bulanıklaşıyor.

    Bu durumda şunu sormak gerekiyor: Doğruyu kim belirleyecek? Çoğunluk mu? Medya mı? Küresel sermaye mi? Yoksa Yaradan mı?


    “Dini dosdoğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin!” diye Nûh’a emrettiğini, sana vahyettiğini, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve İsâ’ya emrettiğini size de şeriat (hayat nizamı) kıldı. Fakat senin kendilerini çağırdığın şey (şeriat nizamı), Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah, ona dilediğini seçer. İçtenlikle kendine yönelenleri de ona ulaştırır.” (Şura Sûresi/ 13)

    Eğer bu dünya; zalimi mazlum gibi göstermeye, ahlaksızlığı özgürlük diye sunmaya, dini yaşama çabasını gericilik olarak etiketlemeye devam edecekse, ben böyle bir dünyanın parçası olmak istemem. Çünkü dünya, ne zaman hakikati değil de menfaati ölçü aldıysa, orada zulüm çoğaldı, insanlık azaldı.



    Dünyaya Karşı Olmak: Düşmanlık mı, Vicdan mı?

    “Dünyaya karşı olmak” bazılarına göre radikalliktir. Ama hakikate sadakat bazen radikal görünür. Tıpkı Hz. Nuh’un yüzlerce yıl yalnız kalması gibi, tıpkı Hz. Musa’nın Firavun’un sarayında tek başına “Rabbim Allah’tır” demesi gibi... Onlar da dünyanın çoğunluğuna karşı durmuşlardı. Ama hakikatten yana oldukları için tarihte değil, kalplerde yer buldular.

    Benim bu duruşum bir başkaldırı değil; bir teslimiyetin ürünüdür. İnsanın sınırlı aklıyla kurduğu dünya düzenine değil, ilahi iradeye boyun eğmektir. Dünya yanlışta birleşse bile, doğruda yalnız kalmaya razı olmaktır. Zira kalabalıklar, hiçbir zaman doğruluğun ölçüsü olmadı.


    Bu duruş, bana kibir değil, tevazu getirir. Çünkü bu tercih, beni Rabbime daha sıkı bağlar; beni kendimle, nefsimle, arzularımla yüzleştirir. Bu yüzden şeriat, sadece dış dünyaya karşı değil, iç dünyama da bir denge getirir. Bana neyin doğru, neyin yanlış olduğunu söylerken sadece yasak koymaz, aynı zamanda sorumluluk yükler. Her davranışımda kul olduğumu hatırlatır.

    Kimin Yanında Duracağım?

    Dünya hızla değişiyor. Dün kutsal sayılanlar bugün alay konusu. Dün günah olanlar bugün moda. Ve ben bir kavşaktayım. Ya dünyanın değerlerine ayak uyduracağım ya da değişmeyen hakikate sadık kalacağım.


    Ben tercihini yapmış bir insanım. Kefertü bi’t-tağuti ve âmentü billahi/tağutu inkâr ettim, Allah’a iman ettim.

    Evet, dünya şeriata karşı olabilir. Yasalarını, dizilerini, haberlerini, müfredatını buna göre dizayn edebilir. Şeriatı bir tehdit gibi gösterebilir. Ama ben biliyorum ki, bu sadece insanların gözündeki perde. Şeriatı yürürlükten kaldırdığımız gün başımız düştü bin bir derde. Çünkü gerçek tehdit, insanı yaratıcısından koparan düzendir. Gerçek hürriyet ise, yaratana kul olmaktan geçer.


    İşte bu yüzden diyorum:

    Eğer dünya şeriata karşıysa, ben dünyaya karşıyım.

    Ve bu karşı duruş, bir isyan değil; bir sadakat, bir teslimiyet, bir hürriyet halidir. Şeriat dışı kalan her durum hürriyet ihlalidir.

    MUSTAFA ÇELİK

    _____________________________




  • 
Sayfa: önceki 12
Sayfaya Git
Git
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.