Şimdi Ara

Puzzle Parçası (yeni yazı)

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
308
Cevap
54
Favori
8.304
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
59 oy
Öne Çıkar
Sayfa: 12345
Sayfaya Git
Git
sonraki
Giriş
Mesaj
  • Puzzle Parçası

    Hayat bir Puzzle gibi okuyucu. Bazıları ortada, bazıları kenarda, bazıları köşede. Bazılarının yanına 2 parça gelir bazılarının 3 bazılarının 4. 2 gelenler diretir 3. ve 4. için ama ne kadar diretirlerse de gelmez. 3 ler diretir 4 için ama gelmez; 3 ler diretir 2 için ama gitmez.


    Bazıları 2.'yi 3.'yü ya da 4.'yü bulduklarını sanır. Halbuki parçalar uyuşmuyordur. İnsanoğlu inatçıdır, diretir. İnanmaz O'nun uymayacağına. Uydurtmaya çabalar, kendi sınırlarını zorlar, boşluklarını genişletir/daraltır. Hiçbir zaman tam olamaz ama yakınlaşsa da içinde bir huzursuzluk bırakır durmadan. Çünkü ne sen sensindir, ne de o odur. İkinizde girinti çıkıntılarınızı yontmuşsunuzdur, ikiniz de benliklerinizi değiştirmişsinizdir.

    Birkaç gün geçer, ilk sinyaller yanar. Ama görmezden gelirsiniz. İlişki daha sıcaktır, yara daha sıcaktır. Adrenalin tavan yapmıştır, acıyı hissetmenizi engeller.

    Birkaç hafta geçer, bir şeyler seni rahatsız etmeye başlar. Acı hissedilir ama nedenini anlayamazsın. Ağrı kesici olarak O'nu alırsın, geçer gibi olur.

    Biraz daha zaman geçer ve sonunda acı dayanılmaz hale gelir. O'nu almaya devam edersiniz, hatta daha fazla alıyorsunuzdur. Ama metabolizmanız bağışıklık kazanmıştır. O artık acıya tesir etmiyordur. Acı inatla üstün geliyordur.

    Doktora gidersiniz ve derdinizi anlatırsınız. Puzzle'inizdaki ilgili çıkıntının çoktan iltahaplandığını ve kurtarılamayacak hale geldiğini söyler. Ve ekler "Erken teşhisle kurtarılabilirdi ama artık çok geç. Çıkıntının kesilmesi gerekiyor" Kabullenemezsiniz ama başka çare yoktur. Çıkıntı alınır.

    O artık düpedüz uymuyordur sizin girinti çıkıntılarınıza. Gözünüze baka baka uzaklaşır. Başka çareniz yoktur, ikinizin de. Başka Puzzle'lara bakarsınız uyum sağlamak için ama olmaz. Çünkü artık çok farklı bir Puzzle parçası olmuşsunuzudur. Unutmak istersiniz kesilen çıkıntınızı ama yara gözünüzün önündedir.

    Hayat bir Puzzle gibi okuyucu. Bazıları ortada, bazıları kenarda, bazıları köşede. Bazılarının yanına 2 parça gelir bazılarının 3 bazılarının 4. 2 gelenler diretir 3. ve 4. için ama ne kadar diretirlerse de gelmez. 3 ler diretir 4 için ama gelmez; 3 ler diretir 2 için ama gitmez.






    Tutsak

    Yavaş adımlarla koridoru geçti.
    En sondaki odanın içine girdi. 4 duvarı da tamamen kitaplarla kaplı bir kütüphanedeydi. Elini kitapların üzerinde gezdirerek ilerledi, sonunda bir tanesinde takılı kaldı; "Küçük Prens"
    Kitabı kendine doğru çekti. Arkasındaki duvar gürültülü bir sesle geriye doğru çekildi. İrkilmedi, sese alışmış gibiydi. Sakin bir şekilde geriye çekilen duvara doğru ilerledi, duvarın önüne geldiğinde sola doğru döndü. Aşağıya doğru inen merdivenler sonsuzluğa gidiyor gibiydi, karanlıktı, sonu gözükmüyordu. Yavaş yavaş merdivenlerden indi.
    "Kimse yok mu?! Yardım edin?! Kimse yok mu?!" sesleri geldi uzaklardan, periyodik olarak damlayan su sesi ve bu sesin yankısı eşliğinde. Sese doğru yürümeye devam etti. Birisinin geldiğini anlayan sesin sahibi, korkmuşcasına sesini kesti. Kapının önüne geldi, içerideki kişinin nefes alışverişlerini duyabiliyordu. Cebinden anahtarı çıkartırken "Korkma" dedi. "Sadece konuşmaya geldim"
    Kapıyı açtı, menteşelerin yağlanması gerekiyordu. Açılırkenki çıkan gıcırtılar bütün sesleri bastırdı. Karşısındakini görünce bir an duraksadı. Ne kadar da özlemişti O'nu? "Sahi, ne kadardır görüşmüyoruz" diye düşündü içinden. "Ne kadardır görmüyorum o yeşil gözleri, ne kadardır kayıplara karışmıyor bütün dertlerim seni izlerken?"
    Tavandan inen zincirlere bağlı bilekleri çekiştirmekten yara olmuştu. Hatta kanatmıştı, pıhtılaşan kan O'na "İmdat!" dermişcesine bakıyordu. Ayağının önünde akşam yemeği duruyordu. Akşam yemeği verileni 4 saat olmuştu ve yemeğe dokunulmamıştı bile.
    "Yemeğini neden yemedin?" dedi. "Senden gelen hiçbir şeyi istemiyorum" diye cevap verdi soğukkanlıklıkla. "Lütfen böyle yapma, kendine iyi bakmalısın" "O zaman bırak gideyim" "Bunu isteme benden. Sana ihtiyacım var, anlamıyor musun?"
    Kız sessiz kaldı. Aynı şeyleri duymaktan bıkmış gibi bir suratı vardı. Gözleri kızardı, ama güçlü kalmak için direndi. Gözünden bir damla yaş düşmemeliydi. O'nun acı dolu bakışlarına ve sarf edeceği saçma cümlelere ihtiyacı yoktu.
    "Biliyorum, sana işkence ediyorum. Biliyorum, bu durumu ikimiz için de zor kılıyorum. Tek yapmam gereken sadece bırakmak. Seni salıvermek gönül hapishanemden. Ama istemiyorum. Bunu yapmak istemiyorum. Kafamda o kadar soru varken, benliğimde o kadar sen varken... Kendimi öldürmek gibi bir şey bu. Kendimle birlikte de seni."
    "Artık duymak istemiyorum bunları. Lütfen. Bırakmayacaksan da beni rahat bırak ve sus. Burada çürüyüp gideyim" diye cevap verdi kız, adama doğru bakmadan. Adamın çaresizliği odanın içinde bir sağa bir solo gidişinden belli oluyordu. Arada durup kıza doğru döndü, bir şey der gibi oldu ama vazgeçti. Kafasındaki kelimeleri toparlamaya çalışıyor gibiydi. Yoruldu. En sonunda kızın karşısındaki tabureye çöktü. Başını ellerinin arasına aldı ve bakışlarını zemine mıhladı. "Bana haksızlık ediyorsun. Defalarca kez..." sesi çatallaştı, boğazını temizledi. "...defalarca kez beni def ettin başından. Git dedin. Bitsin dedin. Unutalım dedin. Bana sapık muamelesi yaptığını bile hatırlıyorum. Hepsinde anladım ki bunları yapmanın sebebi korkuydu. Bir şeyler korktun..." sesi gittikçe çatallaşıyordu, ama umursamıyor gibiydi. "... bir şeyler seni bunları demeye itti. Hepsinde sana geri koştum. Bir daha düşün dedim. Emin misin dedim. Altındaki şeyleri deştim. Çünkü bir cevap aradım. Cevabı gün yüzüne çıkardım ve çözmeye çalıştım. Çünkü söz konusu olan bizdik. Öylece bırakıp gidemeyeceğim, öylece salamayacağım biz..." Eliyle gözlerini sildi. "Bense ilk defa korktum senden. İlk defa korktum bir daha acı çekmekten, ilk defa korktum olacaklardan, olabileceklerden." Başını kaldırdı, kızın ona doğru bakan gözlerine baktı. "Ve ben ilk defa korkuma yenik düşüp "Unutalım bu işi" dedim. İlk defa git dedim sana" Kızın bir şey demesini beklermiş gibi bir sağ gözüne baktı ,bir sol gözüne. Islak gözleri cevap bekliyor gibiydi ama bir ses çıkmadı.
    "Neden ha, neden bir kere de olsun sen sormadın bana nedir sorun diye? Neden deşmedin sorunu da öylece tamam dedin. Öylece "bir daha ne arayıp ne soralım birbirimizi" dedin. Bir kere ya, bir kere! Senin defalarca gitmelerine rağmen koşup geri çekmişken seni, haksızlık değil mi ilk korkuma yeniş düştüğümde öylece bırakman beni?"
    Gözlerinden öfke ve merak fışkırıyordu. Hala bir cevap bekliyor gibiydi.
    "Cevap ver ve özgürsün"





    Anonim Sohbetler

    En aşağıdan yukarıya doğru okuyunuz.


    ...
    anon-55e44427b0f28: Kedim olsa keşke (16:58)
    anon-55e44427b0f28: Gerek de yok zaten (16:58)
    kazand1bi: Böyle ciddiyetsiz yerlerde adını zikretmemeyi seçiyorum (16:58)
    anon-55e44427b0f28: Iı ıh yok söylemesen de olur (16:58)
    kazand1bi: Önemi var mı? (16:57)
    anon-55e44427b0f28: Adi ne (16:56)
    kazand1bi: Turuncu saçlı ve çilli olmasa da, en güzeli bence (16:55)
    kazand1bi: Tabi ki (16:55)
    anon-55e44427b0f28: Evet (16:55)
    kazand1bi: O mu (16:54)
    anon-55e44427b0f28: Güzel mi (16:53)
    kazand1bi: Yazılar yazarak onu rahatsız edicem, ama sanırım artık bundan endişelenmeme gerek yok. Çünkü yazıları okumuyor. (16:53)
    kazand1bi: Ne yapıyorsam onu yapmaya devam edicem (16:53)
    anon-55e44427b0f28: Şimdi ne yapacaksın peki (16:53)
    kazand1bi: Kafanı yorma (16:52)
    kazand1bi: Dilerim ama özür dilemek anlamsız. Ve iş özür dilemek değil. Özür dilemekle olmaz bu işler.Gözlemlemesi lazım, ki öyle bir şansım yok artık. Diyorum ya, tren gitti, yolcu kaldı. Yapacak bir şey yok bu vakitten sonra (16:52)
    anon-55e44427b0f28: Özür dilesen affeder de dileyemezsin (16:49)
    kazand1bi: Kendimi sevdirdim ve kendimi unutturdum, sonra tekrardan umut yükleyip, bu işi unutalım dedim. Daha ne yapabilirim ki? (16:48)
    anon-55e44427b0f28: Ne yaptın ki ona kendini bu kadar suçluyorsun (16:47)
    kazand1bi: Bir kez yapabilen bir daha yapabilir. Ve yapmalı da, kendi huzuru için. Saygı duyuyorum (16:47)
    kazand1bi: Ki bunu bana söylemişti. "Biliyor musun Burak, ve ben gerçekten bunu beceriyordum. Seni unutmuştum ve hayatıma devam ediyordum. Mutluydum..." (16:46)
    kazand1bi: Mümkün demiyorum zaten. Ama hafızasının ve günlük hayatının çok çok arkalarına atabilir (16:45)
    anon-55e44427b0f28: Yine de unutması mümkün değil (16:45)
    kazand1bi: Yaklaşık olarak (16:45)
    kazand1bi: 1 yıllık bir süreçti (16:45)
    kazand1bi: Lak diye silmedi zaten (16:45)
    anon-55e44427b0f28: Sen o zamanlar ne kadar mutluysan o da öyleydi (16:45)
    anon-55e44427b0f28: Hani böyle asla bidaha olmayacağına inandığınız (16:45)
    anon-55e44427b0f28: O kadar güzel şeyler yaşamışsınızır ki (16:45)
    anon-55e44427b0f28: Bumun imkanı yok (16:44)
    anon-55e44427b0f28: Sevmiyorum dese bile 4 yılı silip atamaz (16:44)
    anon-55e44427b0f28: 4 yılı öylece bitirebileceğini mi sanıyorsun? Buna gerçekten inanabiliyo musun (16:44)
    kazand1bi: Bence baya net bir cümle. Şaşaasız, süssüz, duygusuz. Net. Bıçak gibi (16:44)
    kazand1bi: Buna benzer ama çok daha hafif şeyleri ben de işittim, O'ndan. Ama hiç bu kadar net ve açık olmamıştı (16:43)
    anon-55e44427b0f28: Çünkü ne yaparsan yap bitiremiyorsun (16:43)
    anon-55e44427b0f28: Bitti demek sadece sözde (16:43)
    anon-55e44427b0f28: Bunu ben de daha önce duydum ama bunu diyen kişi bana tekrar geldi (16:42)
    kazand1bi: "Benim için bitti, tamamen. Yeterince açık sanırım" (16:41)
    anon-55e44427b0f28: Nerden biliyosun belki de değil (16:40)
    kazand1bi: Eksikliğimi anladı ve bundan memnun (16:39)
    anon-55e44427b0f28: Sen seveceğin insanı bulmuşsun. İlk başta inanmamıştım aşık olduğuna. Unut dedim, başkasıyla da yaparsın dedim. Ama fikrim değişti. Biraz onu rahat bırak o da senin eksikliğini anlasın. Devamı gelir zaten (16:38)
    kazand1bi: Sevmek tek başına yeterli değil. Canlı örneği karşında duruyor (16:37)
    anon-55e44427b0f28: Sevmek yeter bence. Sevgi her şeyi değiştirebilir. Aşk insanı değiştirir. Aşk kaderi değiştirir. (16:36)
    kazand1bi: Ve sevmek, bu merdivenin yalnızca ilk basamağı (16:35)
    kazand1bi: Bu sonsuzluğa uzanan bir merdiven (16:35)
    kazand1bi: Sevmek yeterli değil be anonim. Sevmek ilk adım. (16:35)
    kazand1bi: Ona acı çektirecek şekilde seviyorum belki? Mazoşistçe. (16:35)
    anon-55e44427b0f28: Seviyosun (16:35)
    kazand1bi: Sorun da burada işte. Belki de güzel sevmiyorum (16:34)
    anon-55e44427b0f28: Olanları hakettin ama onla mutlu olmayı da hakediyorsun. Çünkü onu Mucize olarak görüyorsun. Güzel seven herkes güzel sevilmeyi hakeder. (16:34)
    kazand1bi: farkında* (16:33)
    kazand1bi: İnsanlar mucizelere gerek duymuyor artık. Çünkü etrafındaki çoğu şeyin mucize olduğunun farkına varacak bilgiye ulaştı. O benim için bir Mucizeydi. Bunun farkında birkaç kez vardım ve hepsinde de, aramızda bir açıklık vardı. Bunu açıklık olmadığı zaman anlayabilirdim, ki bu beni farklı kılardı. Zira herkes bir Mucize ile olduğunu, O'ndan uzakken anlayabilir. Ve ben, Mucize'yi geri teptim. Bir kez değil, birkaç kez. Ve olanları hak ettim. Cezamı da çekiyorum (16:32)
    anon-55e44427b0f28: Ben de 17 yaşındayım Bu yaşlarda erkekler kolau kolay aşık olmaz aşık olsalar da geçicidir yani başka kız çıkar karşına diğerini unutursun. Benim içimden geçen yakında barışacaksınız çünkü sen onla mutlusun ama onun varlığıyla da mutlusun. Ya bundan güzel şey var mı? Mucize gibi bir şey. Belki ilişkinizin bitmesinin nedeni bir mucizeye gerek duymanızdır. Ve olacakmış gibime geliyor (16:29)
    kazand1bi: Buradan "Daha çok gençsin" zırvasına bağlayacaksan, bağlama (16:28)
    kazand1bi: Eylülde 19 (16:26)
    kazand1bi: 19 (16:26)
    anon-55e44427b0f28: Kaç yaşındasın? (16:26)
    kazand1bi: Yani geç kalmıştım (16:26)
    kazand1bi: Ve fark ettiğim zaman bana çoktan yaşadıklarımı içimde yaşamamı ve O'nu bulaştırmamamı söylemişti (16:26)
    kazand1bi: Durum ne emin değilim ama benim payım yüksek. Bencilliğim ve dengesizliğim ve empati yapmamam. Bazı şeyleri geç fark ettim. Baya yakın zamanda (16:25)
    kazand1bi: Ve onu sevdiğimi biliyor. Çünkü yazıyorum. Bilmiyorum okuyor mu ama. Durum sevmememiz değil birbirimizi. Ben onu seviyorum, bence, o da beni seviyor hala. Çünkü dile kolay 4 yıl. Öylece silemezsin (16:25)
    anon-55e44427b0f28: Ya kafayı yicem (16:25)
    anon-55e44427b0f28: Belki o da senin için aynı şeyi düşünüyodur (16:24)
    kazand1bi: Bence artık bir şey beklemiyor (16:24)
    anon-55e44427b0f28: O da senden bişey bekliyodur (16:24)
    anon-55e44427b0f28: Belki sizin durumunuz da aynıdır (16:23)
    anon-55e44427b0f28: Ardanın beni sevdiğini bilsem tek bir hareketiyle belli etse bunu. Tek bir şey ya. O zaman her şeyi unuturdum. (16:23)
    kazand1bi: Sanırım gösteremedim, ya da gösterdim. Ama büyük ihtimal benim dengesiz biri olduğumu düşünüyor, ki öyleyim (16:22)
    kazand1bi: Bilmem (16:22)
    anon-55e44427b0f28: Peki o senin onu bu kadar sevdiğini biliyo mu (16:22)
    kazand1bi: Son bir kez daha. Çünkü her zaman incitecek (16:21)
    anon-55e44427b0f28: Ama diyelim ki ona güvendin buna güvendin hepsi güvenini boşa çıkardı. Şimdi ne yapacaksın (16:21)
    kazand1bi: Son bir kez daha seni incitmesine izin varman lazım. Son bir kez daha incittikten sonra seni tekrardan mutlu edecek mi kontrol etmen lazım (16:21)
    kazand1bi: One last shot. (16:21)
    anon-55e44427b0f28: Anladım (16:21)
    kazand1bi: Ama, güvenebilmek için, güvenmen lazım. Anlatabildim mi? (16:21)
    kazand1bi: Güvenemezsin tabi (16:21)
    kazand1bi: Haklısın (16:20)
    anon-55e44427b0f28: Yok olmuyor güvenemiyorsun. (16:19)
    kazand1bi: Emin olmak kolay bence. Sadece biraz dikkatli olmak gerek (16:18)
    anon-55e44427b0f28: En azından emin olalım (16:18)
    anon-55e44427b0f28: Birazcık ya (16:17)
    anon-55e44427b0f28: Tamam içinde yaşasınlar buna bişey demiyorum ama insan biraz belli eder (16:17)
    kazand1bi: Erkekler biraz içinde yaşıyor. Biraz daha oturaklı, çok duygu seline kapılmıyor. Genellememek lazım tabi (16:17)
    anon-55e44427b0f28: Verdiğimiz değeri görmüyoruz. Hadi değer verseler belli etmiyolar. Sonra gelmiş semiha bitsin artık. Senin bu tavırların bitirdi bu ilişkiyi. Sonra erkekler odun erkekler öküz deyince biz suçlu oluyoruz. Tamam hepsi aynı değil ama düzgün olablar da bizim karşımıza çıkmıyor. (16:16)
    kazand1bi: Git vur ağzına o zaman (16:15)
    anon-55e44427b0f28: Böylelerinin vur agzına iki tane sen misin beni terk eden sen kıllı bacaginla kimi terk ediyosun (16:12)
    anon-55e44427b0f28: Haklısın (16:12)
    kazand1bi: Üzülmek pek de elde değil, biliyorsun (16:11)
    anon-55e44427b0f28: Sonra da gel üzül bunun için (16:11)
    anon-55e44427b0f28: Takip etmekte güçlük çekiyorum (16:10)
    anon-55e44427b0f28: Ondan ayrıldı başkasıyla birlikte oldu ondan ayrılıp yine eskisine döndü şimdi o diğer kızla konuşuyor (16:10)
    kazand1bi: Ama yine de bilemezsin (16:10)
    kazand1bi: Kötü olmuş (16:10)
    kazand1bi: Duygulanıp duygulanmadığını bilemezsin. Açıp kalbine mi baktın? (16:09)
    anon-55e44427b0f28: Ayrılmamızdan 1 ay geçmeden eski kız arkadaşıyla çıkmaha başladı (16:09)
    anon-55e44427b0f28: Nasıl ha (16:09)
    anon-55e44427b0f28: O bu kadar duygusuzken benim üzülmem haksızlık gibi (16:09)
    kazand1bi: Bilemezsin (16:09)
    anon-55e44427b0f28: Ama o duygulanmıyor. O tam bir kalpsiz (16:09)
    kazand1bi: Duygular bunun için varlar (16:08)
    kazand1bi: Duygulan, nolcak (16:08)
    anon-55e44427b0f28: Beni de* (16:08)
    anon-55e44427b0f28: Ya bak beni dr duygulandırdın :'( (16:08)
    kazand1bi: Değerini anlayamıyorsun. İnsan oğlu nankör (16:08)
    anon-55e44427b0f28: Bi an yanımda olmasını hayal ettim de (16:08)
    kazand1bi: Evet. (16:07)
    anon-55e44427b0f28: Yanındayken eksikliğini fark edemiyosun (16:07)
    kazand1bi: Anlamadım? (16:07)
    kazand1bi: Ama buna ben sebep oldum. Son konuşmamızda, biz bu işi unutalım diyen bendim. Neden diye sorarsan, bilmiyorum. Korkmuş muydum? Aynı şeylerin olacağını mı çıkarmıştım önceki günki buluşmamızdan? Bilmem, belki de. (16:07)
    anon-55e44427b0f28: Şu an burda ynındayken fark edemiyosun (16:07)
    kazand1bi: Sonuçta eksikliğini eksik olunca fark ediyorsun (16:06)
    kazand1bi: Evet doğru bir laf olabilir (16:06)
    anon-55e44427b0f28: İnsan ulaşamadığına daha çok bağlanırmış. Öyle de. Bence sen şu tabuları yık (16:05)
    kazand1bi: Daha farklı bir şey. Kelimelendiremediğim (16:05)
    kazand1bi: İçimdeki pek umut gibi değil (16:05)
    kazand1bi: Böyle iyiyim (16:05)
    kazand1bi: Tek bağlantım Whatsap Last Seen'iydi, beni engelledi, dün. (16:05)
    anon-55e44427b0f28: O zaman sen de umudunu tamamen sil. (16:05)
    kazand1bi: Beni sildi, tamamen. Bunu kendisi söyledi (16:04)
    anon-55e44427b0f28: Onun isteyip istemediğinden asla emin olamayacaksın (16:04)
    kazand1bi: Ama artık bunun için çok geç, sanırım (16:04)
    kazand1bi: Güveniyorum, inanıyorum (16:04)
    kazand1bi: İkimiz de istersek, bunu başarabiliriz (16:04)
    kazand1bi: Çünkü üstesinden gelebiliriz (16:04)
    kazand1bi: İsterdim (16:03)
    anon-55e44427b0f28: Benim de özlediğim biri var. Evet. Ama tekrar olsun ister miydim ? Hayır. Bir şeyler yaşandı ve beni çok üzdü tekrar üzmeyeceğine emin değilim. Sen de olamazsın. Seni tekrar üzeceğini bile bile birlikte olmak ister miydin (16:03)
    kazand1bi: Ama, eskiden, Mutlu olduğum anları O'nunla paylaşırken daha da mutlu olurdum. Ve bu bu biraz ihtiyaç haline gelmişti, belki de rutin haline. Şimdi ne zaman mutlu bir an yaşasam, akşamında O'nunla paylaşmak istiyorum. Ama paylaşamıyorum. Bunun farkına da gece yastığa kafamı koyunca varıyorum, ya da ortalık sakinleşince. Bu da beni biraz buruklaştırıyor tabi (16:01)
    anon-55e44427b0f28: Ama olsaydı daha mutlu olurdun (16:01)
    kazand1bi: Mutlu olabiliyorum, artık o kadar ergen değilim bu konuda. Yani O'nsuz kesinlikle mutlu olunabilir. Sonuçta beni mutlu eden tek faktör o değil (16:00)
    kazand1bi: İçimde bir paradoks var (16:00)
    kazand1bi: Sence? (16:00)
    anon-55e44427b0f28: Özlüyor musun (16:00)
    kazand1bi: Bilmem (15:59)
    kazand1bi: Kesinlikle (15:59)
    anon-55e44427b0f28: Mutlu musun? (15:59)
    anon-55e44427b0f28: Mutlu olmak çok kolay (15:58)
    kazand1bi: Umutsuz değilim, sadece durumumdan memnunum (15:58)
    anon-55e44427b0f28: Onu hayatının merkezi yapma burak (15:58)
    anon-55e44427b0f28: Umutsuz olma (15:58)
    anon-55e44427b0f28: Aynısı olmaz belki ama daha iyisi olabilir (15:58)
    kazand1bi: Belki olur, belki olmaz. Kim bilir? (15:57)
    kazand1bi: Buna ben karar veremem sanırım (15:57)
    anon-55e44427b0f28: Sana haksızlık yapılmış olmaz mı (15:57)
    kazand1bi: Ama teknik olarak imkansız böyle bir şey. Aynısı olması için benimle yaşaması gerekir (15:56)
    kazand1bi: Düşünüyo olabilir, saygı duyarım (15:56)
    anon-55e44427b0f28: Ya o aynısı olabilir diyr düşünüyosa? (15:55)
    kazand1bi: Aynısı olmaz, olamaz (15:55)
    kazand1bi: Hayır (15:55)
    anon-55e44427b0f28: Paylaştığın en güzel anı en güzel sözü başkasıyla da yaşayabilirsin (15:54)
    kazand1bi: Teşekkürler, halimden memnunum (15:54)
    anon-55e44427b0f28: Unutman gerek (15:54)
    kazand1bi: Hiç unutmadım (15:53)
    anon-55e44427b0f28: Hatırlattıysam (15:53)
    kazand1bi: Değilsin (15:53)
    anon-55e44427b0f28: Üzgünüm (15:52)
    kazand1bi: Bana git diyişinden, Canım diyişine, Bi'tanem diyişinden, Burak diyişine... Hepsi özel benim için. Arasından bir tane seçemiyorum. Haksızlık olmasın diğer söylediklerine (15:51)
    anon-55e44427b0f28: Hatırlayabilecek misin (15:50)
    kazand1bi: Yok oldukça özel. Sadece uzun zamandır hitap etmiyor (15:50)
    anon-55e44427b0f28: O kadar özel değil o zaman (15:49)
    kazand1bi: Maalesef (15:49)
    kazand1bi: Ama hatırlayamıyorum (15:49)
    kazand1bi: Var (15:49)
    anon-55e44427b0f28: Özel birinin senin için kullandığı bir hitap şekli var mı (15:48)


    Empati


    +Başlama!

    -Üzgünüm.
    +Yazma!
    -Nefes almam lazım.
    +Sana ne yaşıyorsan içinde yaşamanı söyledim, neden anlamak istemiyorsun?
    -Sen neden anlamak istemiyorsun?
    +Neyi?
    -Burası benim içim.
    +Bu masanın...
    -Çizgisi kadar nettin bunu söylerken değil mi? Ben de bu masanın tahtası kadar soğuğum artık. Hissedemiyorum.
    +Neyi?
    -Seni.
    +Beni bunlara dahil etme artık...
    -Başından beri hepsine dahilsin.
    +Lütfen.
    -Kendimin kaldıramayacağı şeyleri senden istedim.
    +Bencilsin.
    -Bencilim.
    +Bencilsin.
    .
    .
    .
    +Ve ben başarıyordum biliyor musun...
    -Bencilim.
    +...seni unutmayı. Sensiz devam edebilmeyi...
    -Bencilim
    +... sensiz mutlu olabilmeyi; sensiz olabilmeyi.
    -Ve ben bir dakika bile düşünmeden, sadece sesini duymak istediğim için seni aradım ve sendeki beni güncelledim.
    +Bencilsin.
    -Üzgünüm.
    +Değilsin. Sadece kendin düşündün. Senin için önemli olan tek şey sensin.
    -Üzgünüm.
    +Neden?
    -Empati kuramadığım için...
    +Neden Burak neden?
    -...Bu konuşma gerçek olmadığı için...
    +NEDEN?!
    -Ben olamadığım için.

    Küçük Kaçış Günlükleri Gün 6-14





    Küçük Kaçış Günlükleri Gün 4-6

    ...

    Benim çadır kurmaya başladığımız zamandan itibaren hafiften başım ağrıyordu.
    Ateş yakma serüvenine başladığımızda ise kafamda filler tepiniyordu adeta. Bulunduğumuz yerde de felaket rüzgar estiğinden dolayı bir türlü ateşi yakamadık. 2 kutu kibrit harcadık, ateş bana mısın demiyor. 20 dakika kadar daha uğraştıktan sonra daha fazla dayanamadım ve çadırda uzanacağımı söyledim. Ateşi yakacağımıza dair bir ümidim de yoktu. O an hayatım gözlerimin önünden geçti. Açlıktan öleceğimi düşündüm. O sırada bizimkiler yakındaki bakkala gidip benim açlığımı bastırmak için bana kek almışlar ve azıcık tiner bulmuşlar. Tiner sayesinde ateşi de yakmışlar. Uzun zamandır böyle sevinmemiştim arkadaşlar.
    Ateşte makerneksimizi yaptık, yanında da salçalı barbunyamızı yedik ve çok şükür, efsane doyduk. Ardından ateşi söndürdük ve çadırımıza geçtik. Çadır 2 kişilikti ama 3 kişi öyle ya da böyle sığdık. Tek sıkıntı etraftan enterasan seslerin gelmesiydi. Seslerden dolayı biraz tedirgin olsak da, bir şekilde sabahı çıkarttık.

    Gün 5

    Sabah 7:30 uyandık. Normalde 11, 12, 1 gibi uyanırdık, ondan dolayı bu bir rekor niteliğindeydi. Buz gibi denize girdik, güzelce yüzdük. Mustafaya yüzme öğretme çabalarına giriştik ama tekrardan başarısız olduk. Bir insan nasıl geri geri yüzer de yüz üstü yüzemez a be dostlar?
    11 gibi toparlandık ve Bursa'ya doğru yola çıktık. Çınarcık merkeze kadar yayan olarak gittik. Bim'den domates, krem peynir, ekmek aldık ve önceki günden kalan salçayı da katarak on numara, deniz manzaralı kahvaltı yaptık. Oradan merkeze ulaştık, Yalova merkeze giden dolmuşların oradaki kahvede çay olduklarını iddaa ettikleri bir şeyi içtik ve Tüzün bana tavlayı öğretti. İlk maçımda Tüzünün eline verdim, maçı.
    Maçtan sonra Yalova merkeze doğru yola koyulduk. Önce dolmuşlara "kaç para emmi" diye sorduk. Öğrenci fiyatı uygundu ama biz Yalovalı olmadığımızdan, daha doğrusu Yalova'nın öğrencisi olmadığımızdan bizi öğrenci saymadılar. Bize de tam parası fazla geldiği için kabul etmedik ama oradaki gerizekalı bir dolmuşçuya dedik ki "Yolda el etsek durursunuz di mi? Biz otostop çeke çeke gideceğiz kimse durmazsa sana bineriz" Gerizekalı dolmuşçu da "o kadar geliyonuz tatile, üç beş liranın lafını edip dolmuşa binmiyorsunuz" gibi gerizekalıca bir laf etti, "Otostopla geziyoruz" dememize rağmen. Bunu demekle kalmadı, oradaki dolmuşçulara "Bunları yolda almayın" dedi. Çünkü o bir gerizekalı.
    Dolmuşçunun "kimse almasın"ına inat, dolmuşlar yanımızdan geçtikten birkaç dakika sonra Maliyeci bir abi bizi alıp merkezin yakınındaki Bursa yoluna attı. O da vaktinde bizim gibi otostop çekerek dolanırmış. Bursa yolunda bi iki kilometre kadar yürüdük, ardından bir benzinlikte mola verdik. Benzinlikte mazot almak için duran Koray ile Kamil abimize "bizi alır mısınız acaba" diye sorduk ve sağolsunlar bizi Orhangaziye kadar götürdüler. İndikten 5 dakika sonra da Fatih abimiz bizi Bursa Merkeze kadar götürdü. Fatih abimiz de iki arkadaşıyla birlikte bizim yaptığımız gibi otostopla Türkiye'yi gezmiş vaktinde. Bize öğüdü "Gezin gençer gezin, evlenip iş güç, çoluk çocuk sahibi olduğunuzda bunları yapamayacaksınız. Tam gezecek yaştasınız" oldu. Biz de kulağımıza küpe yaptık.
    Merkezden Mustafa'nın efsane manzaraları evi olan teyzesine gittik. Geceyi orada geçirdik.
    6. Gün
    Öğlene doğru kalktık. Evde biraz oyalandıktan sonra ayarladığımız Bla Bla Car ile Balıkesir Zeytinli'ye geldik. Zeytinli Balıkesir-edremit'e yakın baya. Adı üstünde, zeytini ve rock festivali ile meşhur. Sahilinde çadırımızı kurduk, yeteri kadar odun bulamayacağımızı düşünerek de ateş yakmak için kömür kullandık. Makarneksimizi ve nohutumuzu yedik, civardan bulduğumuz ince dallara sucuğumuzu geçirip ateşte pişirip ekmeğin arasına koyup löp löp yedik. Ardından oradaki bir kafede çay içip tavla oynadık. Tüzün Mustafa'yı mars ederek Mustafa'nın eline verdi, tavlayı.
    Bu sırada etrafımızda köpekler cirit atıyordu. Acayip fazla köpek vardı zeytinlide. Belediyenin el atması lazım yoksa zeytinlideki köpek nüfusu insan nüfusunu geçecek. Buradan belediyeye sesleniyorum... Şaka şaka.
    Ardından ben vurdum kafayı yattım, bunlar biraz daha takıldılar. Neler yaptıklarını bilmediğimden buraya yazamıyorum. Ama baş başalardı. Artık bilemicem...


    Küçük Kaçış Günlükleri | Gün 3-4



    ...

    Tüzünle beraber baya yüzdük, Mustafa pek iyi yüzemediği ve denizi sevmediği için daha çok kumsalda takıldı. Ardından voleybol turnuvası yaptık.
    Videoda her ne kadar Tüzün'ün sayıları olsa da, turnuvayı Mustafa kazandı. Ben de sonuncu oldum. (Şike vardı) Akşam 4'e 5'e kadar oyalandıktan sonra İstanbul'a doğru yola çıktık. Önce baya bir yürüdük, İstanbul'a giden yola kadar. Orada bir abi bizi alıp arabasıyla yokuşu çıkarttı sağolsun. Ardından yürüyerek İstanbul yoluna geldik. Geldikten birkaç dakika sonra Tütün experti tırcı abimiz bizi aldı.
    Abimiz bayadır tır şöförfüğü yapan, daha öncesinde de diplomasız, tamamen usta-çırak mantığıyla tütün expertliğini öğrenmiş ve tütün expertliği yapmış bir abi. Bu abimizle tanışana kadar böyle bir mesleğin varlığından haberimiz yoktu. Abiden öğrendik ki bunun 2 yıllık okulu varmış. Bu abimiz o kadar bilgiliymiş ki bu konuda, bu bölümden mezun olan kişiler onun yanına staja gelirmiş. Kendisi de diplomalı olmayı çok istiyormuş ama işinin en yoğun olduğu zamanda patronu ona, diplomalı tütün experti olmak için düzenlenen sınavdan haberdar etmemiş. Bunu söylediğinde hepimiz abi adına oldukça üzüldük. Çünkü o dönemlerde hem maddi olarak hem de genel anlamda kafası oldukça rahatmış. Bize tütün ağacı hakkında bir kaç bilgi daha verdi. Mesela, ağacın, yanlış olmasın ya ağaç ya da bitki, en tepesindeki yaprak sigara yapımında kullanılmazmış çünkü o ağır olurmuş ve kafa yaparmış. Ortadaki yapraklar Malbora, Parlement vb. kaliteli sigara yapan firmalara verilirmiş. Çünkü oralar daha kaliteli olurmuş. En alttaki de en kalitesiz olurmuş ve onlar da kalitesiz sigaralar için ayrılırmış.
    İlk defa tıra binmiş olduk bu arada. Ve diyebilirim ki, en konforlu otostop aracı tır. Ayrıca güvenli. En fazla 100-120 km hız yapabiliyorsun, yükün varsa, ve içi geniş. Görmüşsünüzdür, sürücü kabininin arkasında perde gibi bir şey olur. Orası yatak. Oraya eşyaları bırakabiliyorsun. Oraya ayakkabıyla da basılmıyor bu arada, o alana. Binerken ayakkabılarını çıkartıyorsun. Şöför koltuğunun yanındaki yerde iki kişilik bir koltuk var. Ondan yata yata gidiyorsun baya.
    Abimiz bizi Düzce'ye kadar bıraktı çünkü orada yollarımız ayrılıyordu. Abimize bol bol teşekkür ettik ve indiğimiz yerdeki bir dükkandan aldığımız sıcak suyla hazır çorbamızı yapıp, daha öncesinden aldığımız pidemizle birlikte akşam yemeğimizi yedik. Oldukça güzel bir akşam yemeğiydi. Ardından Tırcı Abimiz'in bizi indirdiği yerden, ışıklarda, İstanbul'a gitmek için otostop çekmeye başladık. Bu sefer yürümedik çünkü ışıklarda birinin alma olasılığı daha yüksek. Bi 15 dakika kadar bekledikten sonra İhsan abimiz durdu ve Dilovasına kadar götürebileceğini söyledi. (İstanbula 20 km uzaklıkta bir yer) Biz de tabi ki diyerekten bindik.
    Abimiz bir aile babasıydı ve bütün yolculuk boyunca yaptığımız şeye karşı olan şaşkınlığını gizlemeyerekten "akıl karı iş değil, niye böyle bir şey yapıyorsunuz ya, ananız babanız merak eder oğlum" gibi laflar etti. Kendisiyle fazla muhabbet edemedik çünkü hepimiz oldukça yorulmuştuk. Ondan dolayı inene kadar kendimizi uykunun kollarına bıraktık.
    Abimiz bizi söylediği yerde indirdi. Hava kararmıştı ve indiğimiz yerde de arabalar durabilecek gibi değildi. Biz de kafamıza kafa lambalarını geçirdik ve yürümeye başladık. Bir kaç dakika yürüdükten sonra bir araç durdu ve bizi Kartal Minibüslerinin kalktığı yere kadar bırakabileceklerini söyledi. Arabaya bindikten sonra abiler bize "Biz aslında sizi görüp geçmiştik, sizi kadın turistler sandık ondan geri döndük" dediler. Dertleri ot çekmeye kız götürmekmiş. Evet bu arada ot çekmeye gidiyorlarmış bir yere. Ehehe. Esasında iyi adamlardı ama anlattıkları hikayeler beni biraz tedirgin etti.
    Bu abilerin 3'ü de tır şöförlüğü yapıyormuş ve 3'ü de tır sürerken bizim gibi otostopçuları hep alırlarmış. Bir tanesi küçüklüğünde bizim gibi otostop çekerek gezermiş. 10 yaşından beri de otostop çekiyormuş. Birgün yine otostop çekerken, 11-12 yaşlarında, bu abiyi ve 2 arkadaşını(arabadaki değil başka) bir kamyoncu almış. Abi aynen şu şekilde anlatıyor "Biraz gittik mına koyim, adam elini aldı s.kinin üstüne koydu. Ben elimi çekiyorum o koyuyor, ben çekiyorum o koyuyor. Ben başladım yalvarmaya abi yapma etme eyleme diye, adam diyor yok ben illa üçünüzden birini s.kecem. Benim göt tabi yusuf yusuf. Durdu bir yerde. Bana dedi gel şu arka tekerlere bakalım bi. Ben dedim bizimkilere "oğlum koşun yoksa bu adam bizi s.kecek" Biz bir yandan gülüyoruz ama ben bir yandan da tırsıyorum. Çünkü adamların kafası güzel ve bize bunu niye anlatıyorsun di mi yani :D Bir küçük baltamız var normalde ona güvenirdik ama balta çantalarla birlikta bagajda. Neysem, endişeli endişeli bir yandan da güle konuşa gittikten sonra abiler bizi kartal minibüslerinin kalktığı yere attı. Ferahlamış ve rahatlamış şekilde indik, kartal minibüslerine bindik, oradan kartal metrosuyla ismini şu an hatırlamadığım yerde indik, sarı dolmuşlara, taksimsi bir şey, bindik ve taksime, kalacağımız yere gittik. Kalacağımız yer de Vakıflar Genel Müdürlüğünün misafirhanesi, Mustafa'nın amcası sağolsun. Biraz oturup dışardan aldığımız abur cuburları yedikten sonra kendimizi yatağa attık ve günün yorgunluğunu atmaya çalıştık.

    Gün 4

    Öğlen gibi uyandık ve kaldığımız yeri terk ettik. Taksim Meydanı'ndaki heykelde Sezen(yeşilimtrak) ile buluştuk. Sezen Tüzün'ü bizden aldı.(Acıklı müzik) Mustafa ile baş başa kaldık.(Fantezi Müziği) Mustafa ile Taksim'den Yeni Kapıya kadar geze geze gittik ve öldük. Yeni Kapı vapur iskelesinde oturduk, ben orada uyudum o da telefonda takıldı. Birkaç saat sonra Tüzün geldi ve Sezen ile hüzünlü bir şekilde vedalaştı. Ardından vapurla güzel bir yolculuk yaptık. İnmeye yakın bir abi bize "Çınarcık'a gidin orada kamp yapabilirsiniz" dedi ve onun önerisi üzerine indikten sonra Çınarcık'a doğru yol aldık.
    Yarım saat kadar yürüdükten sonra, civardaki bir abinin bize "Burada kimse almaz sizi, elinizi öyle yapmayın" demesine rağmen "elimizi öyle yaparak" otostop çekmeye devam ettik. En sonunda orta yaşlardaki bir çift bizi aldı. Kendileri de Çınarcık'a gidiyorlarmış. Dedik "Çınarcık'ta kamp yapabilirsiniz dediler bize, doğru mudur" "Doğrudur ama şöyle şöyle bir yer var, orada yapabilirsiniz" dediler ve bir yer söylediler. Şansına tanıyorlarmış orayı, üzerine de "Selamımı söyleyin" dediler. Selamımı söyleyin dedikten birkaç dakika sonra ablamız bize kıyamadı ve "oraya kadar bırakalım oradan döneriz biz geri" dedi, abimiz de "Yengeniz kıyamadı bak size" dedi ve bizi mahcup etti.
    Kamp yerine vardık, abi kamp yerinin sahibi abiyle konuştu, bize orayı beleş olaraktan ayarladı, sonra "Kendinize dikkat edin gençler" diyerek orayı terk etti. Biz de çantalarımızı attık çime, çıkardık çadırımızı ve çadırımızı kur(amadık)duk. Biraz cebelleştik birkaç şeyi algılayabilmek için ama sonunda başardık. Ardından açlık oyunları başladı
    ...


    Küçük Kaçış Günlükleri | Gün 1-3


    1. Gün
    For.Bros.Co ve Var Mıyım Yok Muyum ekibinden 3 arkadaş, bundan yaklaşık 2 ay önce "Yea, çekip gitsek buralardan gezsek diyar diyar otostopla, uyku tulumumuz, çadırımız olsa, onlarda kalsak, ateşimizi yakıp yemeğimizi kendimiz pişirsek, konservelerimizi yesek, ateş etrafında sohbet etsek, yolda yeni insanlarla, yeni lehçelerle, yeni kültürlerle tanışsak... güzel olmaz mı?" dedik.
    Başta tatlı bir hayaldi, "Yeak ya o öyle olmaz, ölürsünüz, yapmayın etmeyin, siz bize lazımsınız" diyen arkadaşlarımız oldu. Ebevenylerimiz bu fikri ilk açtığımızda bizi ciddiye almadı. Ardından "Tecavüzcüler size tecavüz eder, sonra bi kenara atar" dedi. Ama biz bu hayalimizde direterek çadırımızı, uyku tulumumuzu, baş lambalarımızı aldık ve düştük yollara. Çünkü biz manyağız.
    Öncelikle, "Küçük Kaçış ne demek? Adını nereden alıyor?" u konuşalım. Küçük Kaçış esasında adı üstünde olup "Küçük bir kaçamak" demektir. Peki adında küçük var diye bunun büyüğü de mi olacak? Kim bilir, zaman gösterecek. Gezinin formatında herhangi bir plan yapmadan, günübirlik kararler çerçevesinde dilediğimiz yere gitmek, dilediğimiz yeri gezmek olduğundan, her şey tamamen spontane olarak gelişmedir. Gezide hergün neler olup bittiğine dair notlar aldık ve video çektik. Videoları bölüm bölüm montajlayıp, videodaki en son vakte kadar yazıp blogda sizlerle paylaşacağız. Haydin bismillah:
    Haritayı elimize aldık ve "İlk nereye gitsek acaba?" diye düşünmeye başladık. Ortak karar sonucunda ilk olarak İstanbul'a gidelim dedik ama Bla Bla Car'da(otostopun ticarete dökülmüş hali) uygun bir sefer bulamadık. Bütün Ege ve Akdenizi karış karış aradıktan sonra sonunda yıldık ve "Madem öyle, biz de karadenizden başlarız o zaman" diyerekten Zonguldak'a doğru giden bir abimizi aradık ve anlaştık. Şu an düşünüyorum da, Bla Bla Car ile gitmemize gerek yokmuş, direk otostopla da İstanbul'a gidebilirmişiz. Ama o an ille de Bla Bla Car ile gidelim diye tutturmuştuk çünkü otostop çekmenin bu kadar rahat olduğunu henüz tecrübe etmemiştik. Saat 6 da Ulus Tren Garı'nda abimizle buluştuk. 50 yaşındaki Ali Osman Abimiz bizi, hafif eski ama ayağımızı yerden kesen arabasıyla Zonguldak'a doğru götürmeye başladı.
    Muhabbetler edildi, karşılıklı tanışma faslı oldu, abimiz bize hayattan öğrendiği şeylerden yola çıkarak öğütler verdi. Muhabbet sırasında anladık ki aslında Abimiz Zonguldak merkeze gitmiyormuş, Zonguldak'ın Devrek ilçesine gidiyormuş. Bunu öğrendiğimizde önce bir mal olduk tabi ki, ama sonra "Amaaan, bir şekilde gideriz yea" diyerekten bu dikkatsizliğimizi geçiştirdik. Arabanın pek hızlı olamamasından ve yolun bayasının yokuş olmasından mütevellit 10 civarlarında Devrek'e anca varabildik.
    Abimiz bizi Devrek otobüs garının karşısında indirdi. İndirirken telefon numarasını verdi ve eğer kalacak yer falan bulamazsak O'nu aramamızı söyledi. Çok kral adamdı kendileri. Önce gara gittik, Zonguldak merkeze otobüs fiyatlarını ve zamanlarını öğrendik. Fiyatı da zamanı da bize göre değildi. Osman Abi'nin bizi indirdiği yerde otostop çekmeye başladık. İlk otostop çekişimizdi ve pek umudumuz yoktu. Yarım saat kırk beş dakika boyunca yanımızdaki apartmanın güvenlik görevlisiyle sohbet ede ede otostop çektik. Umutlarımız tükenmeye başlamıştı. Bir ara garın bahçesine çadır kurup gece 3'e kadar (otobüs vakti) yatmayı düşündük. Az vakit sonra hemşerim Siverekli bir ablanın da bulunduğu bir van durdu.
    Abi kardeş olduklarını tahmin ettiğim iki kişi bizi arabalarına buyur ettiler. Ne yazık Zonguldak Merkez'e gitmiyorlardı. Ama bize cazip bir fikir sundular. "Biz sizi tırcı/kamyoncu abilerin takıldığı bir çorbacıya bırakalım, oradan giden kesin vardır, sizi bırakırlar" Biz de tabi ki tamam dedik, başka bir şansımız da yoktu zaten. Bizi attılar çorbacıya.
    Selamun Aleykum diyerekten girdik ve oturduk. Ayıp olmasın diye 3 tane de çay söyledik. "Neeeaaaapıyonuz siz geziyonuz mu?" diye soran bir Abi'nin ardından gelen soru dalgasıyla kamyoncu ve tırcı abilerimizle sohbet etmeye başladık. Kimsenin zonguldak tarafına doğru gitmediğini öğrendik. En sonunda yürümekten başka çaremiz olmadığına karar verdik ve abilere teşekkkür ederek hesabı istedik. Mekanın sahibi "bizden olsun gençler" diyerekten bize gezinin ilk kıyağını yapmış oldu.
    Gecenin bir yarısı olduğundan, hafif bir korkuyla götüm götüm yürümeye başladık. Daha doğrusu tek korkan bendim. Mustafa(Deep thoughts about nothing and everything(takam ismine)) ile Tüzün(Bir Küçük Bok Böceği) oldukça cesaretliydiler. Sağımızdaki ormanın içinden gelen ormantik sesler eşliğinde 20 dakika kadar otosptop çeke çeke yürüdük. Kimsecikler durmadıkça benim de endişem artmaya başladı. En sonunda devriyede olan bi jandarma aracı durdu. "Nereye gençleaaar" diye sordular, biz de Zonguldak'a dedik. Zonguldak'a gitmediklerini ama gittikleri yere kadar bizi bırakabileceklerini söylediler ve bizi aldılar. Nereli olduğumuzu nereye gittiğimizi ve "Manyak mısınız oğlum siz?" sorularından sonra bizi aynı vaad ile bir başka çorbacıya bıraktılar.
    Selamun aleykum diyerekten kahvehane/çorbacıya girdik. Önceki kadar kalabalık değildi bu çorbacı. Kimiz neciyiz muhabbetlerinden sonra derdimizi dile getirdik ve oradan da kimsenin Zonguldak'a gitmeyeceğini öğrendik. Ama abiler bizi o kadar sevdiler ki, bizi oraya ulaştırmak için seferber oldular; Tanıdıkları şöförleri, kamyoncuları, tırcıları arayıp buradan geçip geçmediklerini sordular. Maalesef hepsi çoktan bulunduğumuz yeri geçmişti. Oradaki abi bize "İleride bir benzinlik var, git oradaki benzinlikteki adama seni şu şu gönderdi, bize araba bulacakmışsın, bulmazsan ebeni s..ecekmiş de o halleder" dedi. Biraz daha muhabbet ettikten sonra oraletlerimizin hesabını ödeyerek kalkmaya karar verdik ama gezinin ikinci kıyağını da oranın sahibi yaptı ve "Olur mu öyle şey gençler yeaaa, bizden olsun" diyerekten hesabı ödetmedi.
    Saat 11-12 civarları, başımızda kafa lambaları, Zonguldaktaki bir maden işçisiymişçesine otosptop çeke çeke ilerlemeye başladık. Kimsecikler durmuyordu, ben de iyice yusuf çekmeye başlamıştım. En sonunda bir tane amca durdu ileride. "Ne dediği anlaşılmayan amca" Amca kelimeleri o kadar yutarak ve hızlı konuşuyordu ki, bir kelime dahi anlamadım. Neyse ki Mustafa amcayı anladı da birkaç cümlelik de olsa bi muhabbet kurdu. Amca bizi çorbacıdaki abilerin tarif ettiği benzinliğe attı. Benzinlikteki abilere çorbacıdaki abinin selamını ve kurduğu cümleyi ilettik ama abi bize adam akıllı kimsenin buralardan geçmediğini, bu saatte de geçmeyeceğini söyleyerek ümitlerimizi baltaladı.
    Başımızda kafa lambaları umutsuzca yürümeye devam ettik. Birkaç dakika geçtikten sonra bir araç durdu. Heyecanlı heyecanlı koştuk ve nereye gittiğini sorduk. "Zonguldak" diyerekten bizi accayip sevindirdi. Abimiz yıllarca tır şöförlüğü yapmış, şu an da taksicilik yapan bir abiymiş. Bizi başımızdaki lambalardan dolayı maden işçisi sanıp "Madenci emekçi gardaşlarımı bu saatte yollarda bırakmayayım" diye almış. Ehehehe. Sağolsun kendisi bizi bekleyen Ballı'nın(blogdaki adı Pecador Dios) evine kadar bıraktı ve böylece sağ salim kalacağımız yere varmış olduk. Birkaç saat süren güzel bir muhabbetin ardından kendimizi yataklara atarak günün yorgunluğunu üzerimizden atmaya çalıştık.
    Gün 2
    Öğlene doğru uyandık. Ballı ile Zonguldak'ın içinde turladık, deniz kıyısına gittik, kamp ateşinde yemelik konserveler ve hazır çorba aldık. Bizi Zonguldak Merkez'e kadar götüren abimizin ve Ballı'nın arkadaşlarının önerisi üzerine Ereğli'ye gitmeye karar verdik. Ballı bizi Ereğli dolmuşlarının geçtiği yerde bıraktı. Başta direk dolmuşa binmedik, otostop çeke çeke yürüdük. Baktık kimse durmuyor, atladık dolmuşa gittik Ereğliye. Ereğli'ye indiğimizde muavin abimizle biraz lafladık. Bize kesinlikle okumamızı, lisan öğrenmemizi ve yanımızda gezdiğimizin adamların bizden hep bir gömlek üstümüzde adamlar olmasını tembihledi.
    Ereğli'de bizi Tüzün'ün sınıf arkadaşı Beyza karşıladı. Bizi kraller gibi gezdiren Beyza, bir de yetmezmiş gibi iftara davet etti, biz de tabi ki evet dedik. Beleş yemek sonuçta hocam, hayır denir mi? Ehehe. Beraber kıyıdadan yürüyerek oradaki birkaç mağaraya gittik. Mağarada saçmalığın ve geyiğin dibine vurduktan sonra Beyzalara doğru yola çıktık. Dolmuşta kitap okuya okuya giderken dolmuştaki bir başka amcadan "herkesin kitabını okumayın yeğeeeen" öğütünü aldıktan ve bir başka insandan gereksiz bir atar yedikten sonra Beyzalara vardık. Beyza'nın annesi babası ve kardeşleriyle tanıştık, sohbet ettik, bir güzel de yemeğimizi yedik. Beyza'nın kardeşinin video işleri ile uğraştığını öğrendiğimde, tabii ki, boş durmayarak onu renklerimize katma girişiminde bulundum. "Yolun Ankara'ya düşerse bekleriz" diyerekten reklamları sona erdirdim.
    Saat ilerlediğinde "Oldu o zaman biz kalkalım" diyerekten evi terk etme girişiminde bulunduk ama Beyza'nın annesi çoktan yataklarımızı hazırlamış. "Katiyyen, töbe billah salmam sizi. Bu yağmurda çamurda sokaklarda yatırmam" diyerekten gitmemizi izin vermedi ve bizi kodum mu oturtturdu. Sahur vaktine kadar sohbetin, muhabbetin, geyiğin dibine vurduk.
    Öğrendik ki Ereğli halkı ekmeğini Erdemir Fabrikasından yiyormuş. Erdemirin işçi sendikası da acayip kuvvetli bir sendikaymış, işçilerine durmadan zam yaptırtıyormuş. Fabrikanın işçileri bile yüksek maaşlar alıyormuş. Tabiri caizse Erdemir para s.çıyormuş yani. Sahurumuzu yaptık, sonra da yavaştan yataklarımıza çekildik.
    Gün 3
    7 buçukta kalkıcaz diyip öğlen vakitlerinde kalktık. Duşumuzu aldık, eşyalarımızı toparladık, her şey için Beyza ve ailesine teşekkür ederek, önceki gün gitmeye karar verdiğimiz Akçakoca'ya doğru yola çıktık.
    Otostop çekerek yaklaşık yarım saat yürüdükten sonra bizi Soner abi aldı. Başlarda Soner abiden korktum. Çünkü Akçakocaya gidiyorum diyerekten bir dükkanın önünde durdu ve birkaç dakika boyunca gelmedi. Civar da pek tekin gözükmüyordu. Önümüzdeki bir adam dükkanın önündeki bir arabanın kapısını elindeki bir çeşit aletle açmaya falan çalıştı, biz bunları gördükçe ölüm fermanımızın hazırlandığını düşündük. Kafamda bin bir türlü kahramanlık senaryoları kurdum (adam bir şey yapmaya çalışırsa kafa atmalı falan(ömrümde kimseye kafa atmadım, hatta yüzüne vurmadım)) Ama Soner abimiz geldikten sonra ettiğimiz sohbet sonucunda Soner abimizin pammık gibi bir aile babası olduğunu anladım ve kendimden utandım. Nalet olası ön yargılar.
    Abimiz bizi Akçakocaya getirmekle kalmadı, üzerine kamp yapabileceğimiz ve denize girebileceğimiz yerleri teker teker gösterdi. En sonunda bizi indirdi ve hayatına devam etti. Biz de görmemişler gibi sahile koştuk, mayolarımızı giydik ve kendimizi suyun kollarına bıraktık
    ...







    Nimetle Şaka Olmaz!(Samu Kpotu)









    Soğuk Kanlı Bir Katilin Elinden



    Elindeki şırıngayı masanın üzerine bıraktı. Kafasının içinde hala O'nun sesleri vardı. "Yapma" diyordu, gözleri yaşlı bir şekilde. "Bunu sen istedin" dedi kendi kendine, yerdeki cesede bakarak.
    Şırıngayı aldı ve çöp kutusunun içine attı. Eldivenini çıkardı, maskesini çıkardı, kırılan tabak parçalarını, pilavları ve tavuğu aldı ve hepsini çöp kutusunun içine attı. Ceplerini yokladı, bir kutu kibrit çıkardı. İçinden bir tane aldı ve kibriti çaktı, çöp kutusunun içine bıraktı. Kutudan yükselen alevleri izledi. Ateş, ilginç bir şekilde onun içini rahatlatıyor, izlerken keyif alıyordu. Mutfak tezgahının üstündeki benzini aldı, kapağını açtı, benzin dökülürken bütün evi dolaştı, en son evin kapısında durdu ve arkasına döndü. Muşambanın üstünde yatan cesede bakarken cebinden kibriti çıkardı, çaktı ve yere bıraktı. Alevler cesede gidene kadar bekledi. Alevler cesedi sardığında kapının yanında duran çantasını aldı, kapıyı açtı, bir elinde çantası, bir elinde benzin bidonu, evi terk etti.
    Dışarı çıktığında karşısında diğer evin aynısı bir ev daha duruyordu. Evin kapısı ise diğer evin kapısına bakıyordu. Hiç bir duygu belirtisi göstermeyecekmiş gibi duran yüzünde şaşırtıcı şekilde bir gülümseme belirdi. Kapı ziline bastı. Bekledi, bekledi, tam tekrar basacakken kapı açıldı."Hoş geldin sevgilim" "Hoş bulduk bi'tanem" diye karşılık verdi ve sarıldı. Ardından içeri girdi, çantasını kapının yanına bıraktı. Bu sırada eşi mutfağa doğru ilerledi. "Akşam yemeğinde ne var?" "Tavuk, en sevdiğin" "Artık o kadar da sevmiyorum" diye düşündü içinden. "Eline sağlık!" Benzin bidonunu mutfak tezgahının üzerine bıraktı. "Imm, çok da güzel kokuyor" Eşine arkasından sarılırken elini tencerenin içindeki tavuğa uzattı, tam o sırada eşi eline vurdu. "Bekle ya! Hazır zaten" "Tamam o zaman, ben sofrayı seriyorum" Mutfaktan muşambayı aldı ve salona gitti. Yere muşambayı serdi. Ardından kapıya gitti ve çantasından ufak bir el çantası, eldiven ve maske çıkardı. El çantasının etrafındaki siyah çıtçıtlı şeridi açtı ve silindir şeklinde katlanmış çantayı sehpanın üzerine serdi. Eldiveni ve maskeyi giydi. Dizili şırıngalardan birini aldı. "Yemek hazı...." Eşi O'nu gördüğünde çığlık atarak tabakları elinden düşürdü. Tabaklar kırıldı, tavuklar ve pilavlar etrafa saçıldı. Seri bir şekilde eşini kollarından kavradı ve onu önüne alarak ağzını kapattı, diğer elinde duran şırınganın iğnesini de eşinin boynuna dayadı. "..." "Konuşma" "..." Eşi anlamsız sesler çıkartıyor, bir şey demeye çalışıyordu. "Elimi ağzından çekeceğim, ama bağırmaya çalışırsan sonun iyi olmaz" Elini çekti. Eşi kısık bir sesle "Yapma" dedi. "Bunu sen istedin" "Neyi?!" "Değişmeyi, sen olmamayı" "Onun içinde ne var?" "Neyin?" "Şırınganın" İğneyi derisine batırdı, enjekte ederken "Ben" dedi.
    Eşinin vücudundaki kasılma yavaş yavaş yok oldu. En sonunda eşinin cansız bedeni kendini onun kollarına salıverdi. Cesedi muşambanın üzerine koydu. Eşinin gözlerinin önüne düşen kızıl saçları kulağının arkasına bıraktı. Açık kalan yeşil gözlerine son kez baktıktan sonra eliyle gözlerini kapattı. Ayağa kalktı, sehpanın üstündeki el çantasını silindir halinde katladı, çantasının içine koydu. Elindeki şırıngayı masanın üzerine bıraktı. Kafasının içinde hala O'nun sesleri vardı. "Yapma" diyordu gözleri yaşlı bir şekilde. "Bunu sen istedin" dedi kendi kendine, yerdeki cesede bakarak...


    Nası Yani?! #2









    Burak ve kazandibi










    7 Gün-Bölüm 2

    Eksi 4. Gün saat 15:40

    Sıra sıra dizilmiş masaların, durmadan çalan telefonların, dünyanın en önemli işini yapıyormuşcasına oradan oraya koşturan insanların arasında varlığı kimseyi ilgilendirmiyor gibiydi Yiğit'in. Bilgisayar ekranının karşısında, solunda boyu kadar dosya, sağında durmaksızın çalan telefonu umursamaksızın elindeki kalemle durmaksızın bir şeyler çiziyordu. Arada başını kaldırıp ileriye doğru bakıyor sonra çizmeye devam ediyordu. Kendini çizmeye o kadar kaptırmıştı ki Faruk'un bir kaç dakikadır onu izlediğini anlamamıştı bile. "Esma'yı mı çiziyorsun sen?" dedi gülerek. Yiğit bir anda irkildi ve klavye ile kağıdın üzerine kapattı. "Yok be ne çizicem Esma'yı, öyleysine karalıyordum bir şeyler" "Esma'yı çizmediğin için Esma'ya bakıp duruyordun o zaman, öyle mi?" "Ya senin işin yok mu abicim? Ne diye benimle uğraşıyosun" "Senin işin yok mu asıl, masandaki klasörlerin farkında değilsin sanırım" Yiğit klasörlere doğru baktı. Ertesi gün akşamına hepsini bitirmesi gerektiğini hatırladı ve içinden türlü türlü küfürler etti. İşini sevmiyordu, ilk geldiği günden beri de işine sövüyordu, ölene kadar da söveceğine inanıyordu.
    2. Gün saat 15:30
    Sıra sıra dizilmiş masaların, durmadan çalan telefonların, dünyanın en önemli işini yapıyormuşcasına oradan oraya koşturan insanların arasında varlığı kimseyi ilgilendirmiyor gibiydi Yiğit'in. Bilgisayar ekranın karşısında, solunda boyu kadar dosya, sağında durmaksızın çalan telefonu umursamaksızın elinde kalemi durmaksızın bir şeyler çiziyordu. Arada başını kaldırıp ileriye doğru bakıyor sonra çizmeye devam ediyordu. Son rütuşlarını attı ve kağıdı havaya doğru kaldırdı. Esma'nın yanına doğru getirdi. Bir çizimine baktı, bir Esma'ya. Neredeyse aynı gibilerdi. Çekmecesini açtı, yüzlerce kağıt parçasının üstüne bıraktı. Kağıt parçalarının herbirinin sağ üst köşesinde bir tarih yazıyordu. Her birinde Esma vardı. Esma'ya karşı bir şeyler hissettiği günden beri her gün Esma'yı çizerdi gizlice. Bütün detaylarına kadar, bıkmaksızın, onu uzun uzun inceler, uzun uzun çizerdi. Bu Yiğit'in tek sevdiği rutiniydi. Kağıtları eline aldı. İlk günki kağıdı çıkardı, onu incelemeye başladı.
    Eksi 273. Gün saat 9:30
    Sıra sıra dizilmiş masaların, durmadan çalan telefonların, dünyanın en önemli işini yapıyormuşçasına oradan oraya koşturan insanların arasından geçerken, her birine içten olmayan bir "Günaydın" dedi Yiğit. En son kendi masasına geldi, çantasını masanın üstüne koydu ve sandalyesine oturdu. Onu ilk karşılayan çok sevdiği(!) mavi klasörlerdi. Morali bozulmuş bir şekilde "Size de Günaydın klasörler" dedi. Karnının guruldadığını hissetti. Elini çantasına attı ve çantasından poşete sarılmış ekmek arası domates peynir zeytini çıkardı. Poşeti sıyırdı, tam büyük bir ısırık alacaktı ki gözleri takılı kaldı. Yavaşça ekmeği masaya doğru indirdi. "Ofise güneş doğmuş" diye geçirdi içinden. O an karşısındaki varlığı benzetebileceği tek şey bu gibiydi. Masasını düzenlemeye çalışırken önüne düşen, alevi andıran turuncu saçları yeşil gözlerinin güzelliğini gizleyemiyordu. Narin bir hareketle saçlarını toplayıp topuz yaptı ve eşyalarını masaya dizmeye devam etti. "Bugün ilk günü mü acaba?" diye düşündü. "Daha önce burada olsaydı kesinlikle fark ederdim, ilk günü olmalı" dedi ardından. Çekmeceyi açarken gözünü ondan kaçırmamaya devam etti, eliyle çekmeceyi yokladıktan sonra aradığını bulamadığı için mecburen çekmeceye baktı, biraz derinlerine indikten sonra temiz bir kağıt çıkardı. Ardından masasındaki kalemliğin içinden bir kalem aldı, ucunu açtı. Uzun zamandır bir şeyler çizmiyordu ama içinde O'nu çizmeye dair inanılmaz bir istek vardı.
    2. Gün saat 15:35
    Bütün çizimleri eline aldı. Birkaç kez bir kağıtlara, bir Esma'ya baktı. "Kaybedecek neyin var ki artık Yiğit?" diye sordu kendine. "Hiç bir şeyin yok." Ayağa kalktı. Yavaş yavaş Esma'nın yanına doğru gitti. Esma her zamanki gibi işinde gücündeydi. Yiğit'in geldiğini fark etmedi bile. "Bu buraya gelişinin 100. günündeki çizim. Yeşil bir elbise giymişsin. Gözlerini daha da ortaya çıkarmıştı. Daha da ölümcül yapmıştı bakışlarını. Bak, buradaki 200. gün. Burada da kırmızı bir elbise giymiştin. Saçlarınla o kadar uyumluydu ki, sanki saçların elbisenin içinde kaybolmuş, bileklerine kadar gidiyor gibiydi. Bu da 79. gün..." "Bunların hepsini sen mi çizdin?" "Evet" "Çok güzel çizmişsin gerçekten" "Teşekkür ederim, beğendiysen hepsi senin olabilir" "Hayır, böyle bir şeyi kabul edemem" Yiğit şaşırmıştı. Yüzüne tokat yemeyi, Esma'nın "Sapık!" diye bağırmasını, çizimlerin hepsini yırtmasını bekliyordu, ama öyle bir şey olmadı. Aksine Esma ona bakmış gülümsüyordu. "Benim adım Yiğit" "Evet, biliyorum" "Nerden biliyorsun?" "Biliyorum işte. Benim adım da Esma, memnun oldum" "Ben de biliyodum Esma olduğunu" "Sen nerden biliyorsun?" "İnsanlar sana seslenirken duydum ya" Yiğit şaşırmıştı. Burada Faruk hariç hiç kimseyle konuşmazdı, ismini bilmesi ilgincine gitmişti. "Bu akşam musaitsen yemeğe çıkalım mı?" Esma çizimleri incelerken bir anda donup kalmıştı, şaşkınlığından elinden kağıtları düşürdü. "Çok özür dilerim ya" diyip toplamaya başladı. "Sorun değil" dedi. Beraber toplamaya başladılar. Tam o sırada içeriden patron geldi. "Yiğit! İşinin başına! O dosyalar yarına bitmiş olacak!" "Yine mi şu sinir bozucu ses" diye içinden geçirdi Yiğit. Hayatındaki en nefret ettiği insandı belki de patronu. Bu kadar bencil, bu kadar para düşkünü, bu kadar kro bir insan tanımıyordu hayatında.
    Eksi 4. Gün saat 15:45
    "Seviyosan git konuş bence" dedi Faruk, sırıtarak. "Yok be oğlum ne konuşması, bi şu kıza bak, bir de bana bak. O kız bana bakmaz" "Nerden biliyorsun" "Bir bana bakar mısın lütfen" "Ne var oğlum tipinde, biraz bakımsızsın o kadar. Azıcık baksan kendine, on numara adamsın." "Dalga geçmenin sırası değil Faruk" "Ben ciddiyim" "Ben hayatımda hiç bir kızla birlikte olmadım, seni seviyorum demedim" "Her şeyin bir ilki vardır" "Yap..." "Yiğit! Faruk! İşinizin başınıza! O dosyalar yarın akşama kadar bitmiş olacak! Lak lak yapmayın!" "Yine mi şu sinir bozucu ses" diye içinden geçirdi Yiğit. Hayatındaki en nefret ettiği insandı belki de patronu. Bu kadar bencil, bu kadar para düşkünü, bu kadar kro bir insan tanımıyordu hayatında.
    2. Gün Saat 15:45
    "Kaybedecek bir şeyin yok Yiğit" dedi yine kendi kendine. "Bir dakika Esma, geliyorum hemen." Emin adımlarla Patronun odasına doğru ilerledi. Kapıyı tıkladı, gel sesi gelmedi. Ama patronun sesleri geliyordu. Ani bir şekilde kapıyı açtı. Patron ayaklarını masanın üstüne koymuş bir eli göbeğinde bir eli telefonda birisiyle canımlı cicimli konuşuyordu. Yiğit bir anda odaya girince panik olup ayaklarını masadan indirdi. "Ben sana gir dedim mi?!" "Biliyor musun dünyanın en bencil, en para düşkünü, en kendini beğenmiş, halbu ki en kılıksız, en kro insanı olduğunu?" "Sen ne dediğini san..." "Çalışanlarına tonla iş vermene rağmen sabahtan akşama kadar burada sevgililerinde lak lak yaptığını kimse bilmiyor sanıyorsun değil mi? Çalışanlarını geri zekalı yerine koyduğunu kimse bilmiyor sanıyorsun değil mi? Asıl geri zekalının sen olduğunun da farkında değilsin sanırım. O kızların hepsinin seninle paran için birlikte olduğunun da" "Bana bak Yiğ..." Yiğit elini masaya vurdu. "Artık seni dinlemeyeceğim patron bozuntusu. Buradan hep nefret ettim, işimden nefret ettim, büyük sebebi de sensin zaten. Ama artık ne sana ihtiyacım var, ne de işine" "Kov..." "Hayır, ben istifa ediyorum." Yiğit masanın üzerindeki kahveyi alıp eski patronunun üstüne döktü. "Orospu sevgililerinle hayatta mutluluklar" Kapıyı çarpıp çıktı. Patron öylece dona kaldı, olayın şokundaydı. Yiğit hızlı adımlarla Esma'nın yanına gitti. Yanına geldiğinde elini uzattı. Esma şaşkın bir şekilde bakıyordu. "Geliyor musun?" Esma bir Yiğitin eline, bir de suratına baktı "Geliyorum" Yiğitin elini tuttu ve beraber yürümeye başladılar. İki adım attıktan sonra Yiğit "Bir dakika" dedi. Arkasına döndü, çizimleri unutmuştu. Koşarak aldı. Geri Esma'nın yanına gelip elini tuttu. Esma "İyi misin?" dedi. "Hiç bu kadar iyi olmamıştım." Beraber onlara şaşkınca bakan kalabalığın arasından patronun nefret dolu nidaları eşliğinde ofisi terk ettiler.


    7 Gün-Bölüm 1

    5. Gün saat 13:35

    "Hav! Hav! Hav!" "Pekala, pekala" dedi. Kendini köpeğe karşı yenik hissetti. O kazanmıştı, kalkacaktı. Hem yapacak işleri vardı bu kadar uyku yeterdi. Yatağın soluna doğru baktı, çalar saatin olması gerektiği yerde çalar saatten kalan parçalar vardı. Gülümsedi. "En azından artık alarm ile uyanmak zorunda değilsin" dedi. Yorganı üzerinden attı. Doğruldu. Ayaklarıyla yerdeki kıyafet deryasını kenara itti ve kıyafetlerin altında kalmış olan terliği gün yüzüne çıkardı. Giydi. Banyoya doğru ilerledi. Banyoya geldi ve aynaya doğru baktı. Saçlarını seviyordu. Aylarca yapmak istediği ama bir türlü yapamadığı modeli yaptırmıştı sonunda. Yanlar kıza üstler uzun, arkaya doğru taranmış. Duşakabini açtı ve musluğu çevirdi. Sıcak suyu açtı ve öylece bıraktı, salona doğru ilerledi. Telefonunu eline aldı. 7 cevapsız arama. Tekrar gülümsedi. "En son telefonumda ne zaman cevapsız arama gördüm acaba" diye düşündü. Cevapsız arama yazısının üstüne bastı, arayan Faruktu. Telefonu koltuğa doğru fırlattı. Tekrar banyoya gitti. Kendini sıcak suyun kollarına bıraktı.
    1. Gün saat 7:30
    "Zrrrrrrrrr! Zrrrrrrrr! Zrrrrrrr" Hızlı bir şekilde çalar saati kapattı. Elleriyle başını tuttu. "Yeter artık! Yeter!" diye bağırdı. Bütün gece inanılmaz bir şekilde başı ağrımıştı. O kadar şiddetli bir ağrıydı ki uyuyamamıştı bile. Doğruldu. Oldukça düzenli bir odası vardı. Dışardan bakan biri her bir eşyanın ve objenin yapıştırıcı ile yerine oturtulduğunu düşünebilirdi. Terliklerini giydi ve kapının arkasından bornozunu aldı. Banyoya doğru ilerledi. Duşun suyunu açtı ve ısınmasını bekledi. Elini suyun altına soktu. Yavaş yavaş ısınıyordu. Altına girebilcek hale geldiği zaman kendini suyun kollarına bıraktı.
    5. Gün Saat 14:07
    Duştan çıktı. Her yer buhardı. Banyo saunaya dönmüştü. Eliyle aynadaki buğuyu sildi. Havluyla saçlarını ve vücudunu kuruladı. Ardından elini sakallarına götürdü. Şöylece bir baktı. Aynanın yanındaki dolabı açtı ve traş köpüğünü aldı. Eline biraz sıktı. Tam yanağına sürecekken son kez baktı sakallarına. Sonra kesmekten vaz geçti ve ellerini yıkadı, banyoyu terk etti. Salona gitti, telefonu eline aldı ve rehberden Esma'yı buldu. Bastı. "Efendim Yiğitcim" "Ben yarım saate hazır olacağım, 1 saate de evin önünde olmuş olurum" "Tamamdır, görüşmek üzere" "Tamam" Tam telefonu kapatacakken tekrar telefonu kulağına götürdü ve ekledi "Seni seviyorum" "Ben de seni" Telefonu koltuğun üzerine attı ve odasına doğru ilerledi. Odasına girdi, dolabını açtı, yeni aldığı tshirtü ve pantolonu giydi, yeni aldığı parfümü sıktı ve yeni aldığı ayakkabıları giyerek evden çıktı. Apartmanın merdivenlerinden inerken kapıcı ile göz göze geldi. Kapıcı donup kalmıştı. "Yi-yiğit bey?" "Efendim Hüseyin?" "Baya şey olmuşsunuz da..." "Ney" "Farklı" Güldü. "Kolay gelsin Hüseyin"
    Kendini sokağa attı. Tekrardan saatine baktı. Saat 14:34'tü. Yetişecekti, sıkıntı yoktu. Cebinden anahtarını çıkardı ve kilit açma tuşuna bastı. Arabadan kapının açıldığına dair çıkan sesten sonra sokaktan geçen birkaç insan önce arabaya sonra Yiğit'e baktı. Ona imrenme ile kıskanma karışımı bir bakış ile bakıyorlardı. Yiğit hızlı bir şekilde her birine baktı ve gülümseyerek Lamborghini'sine bindi.
    1. Gün saat 8:30
    Duşakabini açtı, dışarı çıkmadan kenarda asılı olan bornozu aldı ve kabinin içinde kurulandı. Ardından baş havlusuyla başını sardı ve dışarı çıktı. Aynadaki hafif buğuyu sildi. Ellerini sakallarına götürdü. İç geçirerek aynanın yanındaki dolabı açtı, traş köpüğünü aldı. Her sabah sakallarını kesmekten bıkmıştı. Eline birazcık sıktı ve yüzüne sürdü. Hızlı bir şekilde traş oldu ve banyodan çıktı. Saatine baktı, acele etmesi gerekiyordu. Randevuyu kaçıracaktı. Hızlıca iş kıyafetlerini giydi; kahverengi, yeşil çizgili kravat, koyu kahve kareli takım elbise, beyaz gömlek. Sonuçta öğleye kadar izin almıştı, bunları giymek zorundaydı. Aynaya son bir kez bakarak saçlarını eliyle sola doğru yatırdı ve hızlıca kapıya doğru yöneldi. Ayakkabılıktan akşamdan boyanmış ayakkabılarını aldı, giydi, kahverengi el çantasını aldı ve evini terk etti. Merdivenlerden inerken kapıcı "İyi günler Yiğit Bey" dedi. Yüzüne bakmadan "İyi günler Hüseyin" diyerek hızlıca apartmandan çıktı. Çıkar çıkmaz soluna baktı, otobüs yaklaşmaktaydı. Kaçırmadığı için mutluydu. Hızlı adımlarla durağa gitti ve gitmesiyle otobüsün durağa yaklaşıp kapılarını açması bir oldu. "Devlet Hastanesi'nden geçer mi?" "Geçer geçer. Ablacım, boşlukları dolduralım lütfen! Arkalara yanaşalım!"
    5. Gün saat 15:03
    Esma'nın evine varmıştı. Arabayı evin önünde durdurdu. Telefonu aldı ve Esma'yı aradı. "Efendim Yiğitcim?" "Ben geldim Esma, evin önündeyim" Biraz sessizlik oldu, Yiğit kafasını camdan dışarıya çıkardı, o sırada apartmanın ikinci katının perdesi aralandı. Esma biraz bakındı ama Yiğiti fark edemedi. "Arabanın içindeyim, el sallıyorum" Esma şaşkın bir şekilde bakıyordu. "Ta-tamam, hemen geliyorum" Telefonu kapattı. Camdan dışarıyı izlemeye başladı. Telaşlı biri şekilde oradan oraya koşturan insanları izledi. Köşede dilenen dilenciyi inceledi. Kaldırımın başında düşünceli düşünceli oturan genci inceledi. Karşısındaki adama ağlarken bağıran kadını inceledi. Baston ile zar zor ilerleyen teyzeyi inceledi. Her birinin Dünya'sını onların gözünden hayal etmeye çalıştı. Ömürlerinin ne kadar olacağını tahmin etti. Ne kadar daha bulundukları halde olacaklarını tahmin etti. Düşüncelerinden kapı sesi ile sıyrıldı. Esma kapıyı açtı ve önce şaşkın bir şekilde etrafına baktı. "Mer-merhaba Yiğit" "Merhaba Esma, bekleyecek misin orada yoksa binecek misin?" Gülümsedi. Esma arabaya bindi ve kapıyı kapattı. "Araba senin mi?" "Sayılır" "Hayırlı olsun" Teşekkür ederim" Gözlerine takılı kaldı yine Yiğit Esma'nın. Yeşil, onun deyimiyle, köpek öldüren yeşili gözleri onun üzerinde hep bu etkiyi bırakıyordu. Yanakları üzerindeki belli belirsiz çiller onu daha tatlı hale getiriyordu. Kahverengi-turuncu karışımı saçları belinin arkasından sonsuzluğa uzanıyor gibiydi. Aylarca, bütün mesai saati O'nu izlemekle geçmesine rağmen bıkmamıştı, bıkmazdı, ömrünün sonuna kadar izlerdi" "Yiğit?" "Hı, efendim?" "Beni dinlemiyor musun ya?" "Yoo dinliyorum" "Ne dedim en son" "Şey dedin" "Ney" Esma güldü. "Şey olmuşsun diyorum" "Ney olmuşum?" "Farklı" "Beğenmedin mi?" "Yoo beğendim, daha enerjik durmuş" "Teşekkür ederim. Sen de çok güzel olmuşsun. Ee, nereye gitmek istersin?" "Bilmem, fark etmez, sen nereyi istersen" "Bana da fark etmez, sen yanımda olduktan sonra" Esma'nın yanakları kızardı. "Neden bu kadar tatlısın ki?" "Efendim, anlamadım" "İçimden söylemiştim aslında onu ya" Gülüştüler. "Tamam o zaman, deniz kenarına gidelim" "Tamamdır, hanımefendi nasıl isterse"
    1. Gün saat 9:20
    Sıkışıklığın arasından zar zor ilerleyerek duracak butonuna bastı. Otobüs durduğunda kendini hışımla dışarı attı. Oksijenle yeniden tanışan ciğerlerinin bayram ettiğini hissetmişti. Vücudunun bu huzuru uzun sürmedi, başının ağrısı inatla bütün dikkati üzerine çekmeye devam ediyordu. Gözleriyle hastaneyi aradı ve arka tarafında kaldığını gördü. Hızlı adımlarla hastaneye doğru ilerlemeye başladı. Hastaneye vardı, içeri girdi, danışmaya Nöroloji biriminin yerini sordu. "İkinci katta" "Teşekkürler" Saatine baktı, saat 9:25'ti. Tam vaktinde gelmişti. İkinci kata çıktı, sandalyelerden birine oturdu. Etrafındaki insanlara baktı. Çoğunluğu yaşlı olmak üzere bir sürü insan vardı. Her biri sabırla randevu saatini bekliyordu. "9:30 hastası Yiğit Erbaş burada mı?" "Evet benim" "Buyrunuz, doktor sizi bekliyor"



    Selam, Ben Gelecek


    Selam, ben Gelecek.
    Hepinizin hemen sonrası, hemen sonra başına gelen şey, umutlar yüklediğiniz zaman dilimi, içimde bulunacak, olacak ve olması istediğiniz şeylere dua ettiren Gelecek. Hepinizin geleceğini gören, Gelecek.
    Böyle bir gücümün olduğunu başlarda ben de bilmiyordum, geleceği görebildiğimi yani. Ben daha küçükken, toplu taşıma araçlarında, sokakta yürürken, ufak bir oyunum vardı kendimce. Bu oyunda, ilginç gördüğüm insanların gözünden hayatı hayal ediyordum. Mesela ağlayan bir kadın görüyordum ve devamında ne olduğunu kafamda canlandırıyordum. Sonra bir gün otobüste giderken, camdan düşünceli bir şekilde, gözleri kaldırımda, elleri cebinde ilerlemekte olan bir delikanlı gördüm. Hemen "Duracak" butonuna bastım ve indim. Hızlı adımlarla genci yakalamaya çalıştım, bu sırada kafamdan onun neler yaşayacağını hayal ediyordum. Delikanlı görüş açımdan çıkmıştı. Önümdeki dönüşten sola döndüm, delikanlı oradaydı. Kendimi göstermeden onu takip etmeye başladım. Bir süre sonra bir parka gitti ve bir banka oturdu. Şok olmuştum. Çünkü delikanlı ben ne hayal ettiysem aynısını yapıyordu. Daha sonra parka bir genç kız geldi ve o da farklı bir banka oturdu. Bunu da hayal etmiştim. Birbirlerine bakıp, sonra gözlerini kaçırdıklarını gördüm ve anladım ki, ben ne hayal edersem o oluyordu. Takip etme olayını bir kaç kez daha yaptıktan sonra anladım ki, ben hayal ettiğim için onlar olmuyordu, onlar olacağı için oluyordu ve ben sadece onların olacağını biliyordum. Hayal etmiyordum, bildiklerimi aklıma getiriyordum.
    Sonra delikanlının geleceğini gözlerimin önüne getirdim. Saatlerce genç kızla bakışacaklardı. Aynı parka sırf o kızla tekrardan karşılaşmak için tekrardan gelecekti, kendi tesadüfünü kendisi oluşturacaktı. Sonra yine bakışacaklardı. En sonunda oğlan kalkıp kıza merhaba diyecekti, konuşmanın ilerleyen saatlerinde kızın telefon kabında gördüğü Darth Vader dan kızın da bir Star Wars hayranı olduğunu anlayacaktı. Konuştukça birçok ortak yönünün olduğunu ama bir o kadar da zıt yönünün olduğunu anlayacaktı. Ama zıtlıkların ilişkilerine renk getirdiğini de anlayacaktı. Daha sonra delikanlı içindekileri daha fazla saklamak istemeyecek ve kıza karşı olan hislerini söyleyecekti. Hemen ardından kızın da aynı hislere sahip olduğunu öğrenecekti. İlişkileri çok güzel giderken aralarında bir anlaşmazlık olacaktı ve bir ay boyunca konuşmayacaklardı. Daha sonra konuşup anlaşacak ve sorunun üstesinden geleceklerdi, ilişkilerinin bu tür sorunları çöze çöze kuvvetleneceğini anlayacaklardı. Delikanlı bir kuyumcuya gidip tek taş alacaktı, kıza ilk konuşmaya başladıkları parkta evlenme teklif edecekti. Kız mutluluktan gözyaşlarına boğulacaktı ve ağlamakla karışık bir şekilde "Evet" diyecekti. Erkek ailesiyle birlikte müstakbel ailesinin evine giderek kızı isteyecekti. "Verdim gitti"nin ardından düğün hazırlıkları başlayacaktı. İkisinin hayallerindeki gibi bir düğün tam olarak olmuş olmasa da, ikisinin bir arada bulunduğu bir düğün salonu onlara yetecekti. Kalabalığın alkışları eşliğinde iki adet "evet" gelecekti. Güzel, şirin bir evleri olacaktı. Evliliklerinin ilk meyvesi gelecek, bir kızları olacaktı. Kızlarının gözleri deniz mavisi olacaktı, tıpkı annesininki gibi...
    ...eğer ikisinden biri diğerinin yanına gidip merhaba demeye cesaret etmiş olsaydı. Delikanlı genç kızın yavaşça gidişini izledi ve evine gitti. Böyle bir ilişkinin asla mümkün olmayacağını düşünecekti ve bir daha parka gitmeme kararı alacaktı. Ardından aklında genç kız, uyumaya çalışacaktı.






    Komik Mi?

    1 Nisan ölsün, FOR.BROS.CO'dan selamlar!






    Nefes

    Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, köyün birinde bir deli varmış.
    Bu deli, köy halkı kendini bildi bileli, sokağa çıkıp anlamlı anlamsız şeyler çığırırmış. Köy halkı başta sessiz kalmış, "Delidir, ne yapsa yeridir" diyip deliyi kendi haline bırakmış. Ama Deli durmak bilmemiş. Bırak durmak bilmeyi, iyice zıvanadan çıkmış. Sokakta koşarak, bağırarak dile getirmeye başlamış içinde kopan fırtınaları. Köy halkı biraz daha sabretme kararı almış ama nafile. Deli bu sefer de civardaki köylere gidip onları da rahatsız etmeye başlamış. Bakmışlar olmuyor, civardaki köylerin muhtarları bir araya gelmiş ve "Bu deliyi ne yapmalı?" diye konuşmuş. Bir saat konuşmuşlar, iki saat konuşmuşlar, üç saat konuşmuşlar... Sonunda deliyi bir deliler hastanesine yatırmaya karar vermişler. Hastane görevlilerini aramışlar, görevliler gelmiş ve deliyi alıp hastaneye götürmüşler. Görevliler deliyi götürürken, deli hiç istifini bozmadan içindekileri haykırmaya devam etmiş. En sonunda deli kendini bembeyaz bir odada, beyaz, ahşap bir sandalyenin üzerinde oturuyor bulmuş. Biraz bekledikten sonra kapıdan bir doktor girmiş. Deliye adını sormuş, deli de "Deli" diye cevap vermiş. Doktor biraz duraksamış, ardından "Az sonra sana bir iğne yapacağım, senin iyiliğin için. Karşı gelmeye çalışma, ikimizin de işini zorlaştırma" demiş. Doktor deliyi susturmak için ona bir çeşit uyuşturucu vermiş. İğne delinin tenine değdiği an deli bağırmaya başlamış. Ne dediği her zamanki gibi anlaşılmıyormuş. Uyuşturucunun etkisinden dolayı delinin sesi yavaş yavaş alçalmaya başlamış. En sonunda tamamen yok olmuş. Deli bağırmaya çalışıyormuş ama olmuyormuş. Saatlerce uğraşmış, beyninin her köşesini yoklamış, ama bir türlü bağırmasını sağlayan şeyi bulamamış, kendinde o gücü bulamamış. Kafayı yemek üzereymiş, elinde olsa kafasını duvarlara vura vura öldürürmüş kendisini ama yapamıyormuş, çünkü eli kolu bağlıymış. Sessiz geçen bir kaç günden sonra deli "normal bir şekilde nefes almaktan" farklı yapabileceği bir şey bulmuş; yavaş ve derin nefes almak...


    Nası Yani?!







    Saçmalanmaz Taranır
    Canım yazmak istiyor ama ne yazacağımı bilmiyorum. Kelimeler gözlerimden fışkıracak gibi, kafatasımı içeriden kemiriyorlar.
    Anlamlı bir bütün olmak istemiyorlar ama, bir yüklemle sonlanmak istemiyorlar, ya da bir özne tarafından gerçekleştirilmek. Sadece duyulmak istiyorlar. Anahtar kelimeler. Anahtar kim? Anahtar sen misin? Anahtar o mu? Anahtar nerede? Koltuğun altında. Anahtar nasıl? Anahtar iyi mi? Nefes alıyor mu? Nefes alsın yeter. Peki her nefes alan nefes alıyor mu? Nasıl yani? Niye saçmalıyorsun kazan dibi gece gece. Saat 3 ü çeyrek geçiyor. "Uyu uyu artık" diyor Ecem Anne. "Konuşuyorlar" diyorum. "Kim?" diyor. "Kelimeler" diyorum. Bizde edeptendir, birinin lafı kesilmez. Kelimeler konuşsun sonra uyurum. Ne diyordum? Anahtar diyordum. Anahtar koltuğun altında diyordum. Koltuk nerede? Dağa kaçtı. Dağ nerede? Aramızda. Aramıza dağlar girdi. Amerika'dayken bile aramızda dağlar yoktu. Şimdi taş çatlasa arabayla yarım saat uzaktasın ama aramıza dağlar girdi. Ferhat niye dağları deldi? Ferhat mıydı delen yoksa başkası mı? Ahmet mi Mehmet mi Ali mi Osman mı? Her saniye bir genç bir dağı deliyor ama haberiniz yok sevgili okurlar. Anca Ferhat'ı Kerem'i bilin, konuşun. Popüler olanları konuşun, ne Ferhatlar Keremler görüyoruz her gün ölü gibi. Adam reklamını yapamıyor ondan, dedim ya ölü gibi. Yoksa onlar da popi olurlardı. Heştek nepe Zack Hemsey-The Way. Çal zek amca çal. Yolumuzu kaybetmişiz, bari senin "Yol" şarkınla yolumuzu bulalım. Ama çok gitmeyelim, ışıklarda ineyim ben, müsaitse. Hıı, değil mi müsait. Ne zaman musait oldu ki ışıklar. Ya da ne zaman doyduk gitmeye. Doymadık ki. Lak diye durunca da kem küm ettik, ağladık zırladık, gözlerimiz şişti, fevrimiz döndü. Ha belki biraz erken durdu orası ayrı, ama illa duracaktı. Yalansa yalan de. Ya da deme. Bırak bu yalanla avutayım kendimi.




    Yaşlı Hayatlar


    Topuklu ayakkabısından çıkan sesler rahatsız eder derecede yüksekti. Giymesinin sebebi boyunun kısa olması değildi, dikkat çekmek istiyordu. Uzun, turuncu saçlarını, başının sağ tarafından dolandırarak önüne doğru bırakmıştı.
    Yanaklarındaki çiller bakışlarını daha masum hale getiriyordu. Yeşil gözleri bakmaya kıyamayacak kadar güzeldi. Yürümeyi yeni yeni öğrenmiş bebeklerden, yürümeye hali kalmamış yaşlılardan, ve enerjik bir şekilde el ele dolanan gençlerden oluşan kalabalığı yara yara ilerliyordu. Topuklu ayakkabısından çıkan seslere rağmen kimse ona dönüp bakmıyordu bile. Güzelliğinden bir kişinin bile etkilenmemesi, dönüp bakmaması şaşılası bir durumdu.
    Bir erkek bebek dikkatini çekti, hareket etmeksizin ayakta dikilen, sadece bir noktaya doğru bakan bir bebek. Erkek bebeğin baktığı yöne doğru başını çevirdi ve bir kız bebek gördü. Kız bebeğin, deniz kıyısında batan güneşi izliyormuş havası veren gözleri mi etkilemişti erkek bebeği? Yoksa uzun, altın sarısı sarı saçları mı? Kız bebek başını erkek bebeğe doğru çevirdi. Tam bu sırada erkek bebek bakışlarını kaçırdı. Yüzüne bir gülümseme geldi. Yavaş yavaş erkek bebeğe doğru ilerledi. Yanına vardığında uzun bir süre erkek bebeğe doğru baktı, erkek bebeğin onu fark etmesini bekledi. Sonunda fark etmişti. Göz göze geldiklerinde erkek bebeğin gözündeki korku ve endişeyi hissetti. "Korkma" dedi, narin bir sesle. "Yapamam" diye cevap verdi erkek bebek. Diğerlerine doğru baktı. Bebekler koşturmaya devam ediyorlardı. "Onlar gibi mi olmak istiyorsun? Sonu gelmez bir kovalamanın içinde mi olmak mı istiyorsun?" "Korkuyorum" Elini uzattı. "Korkma"
    Erkek bebek elini tuttu. Beraber yavaş bir şekilde kız bebeğin yanına gittiler. Kız bebeğin yanına vardıklarında, kız bebeğin gözlerindeki korkuyu gördüler. "Korkma" dedi. "Bilmiyorum" dedi kız bebek. "Neyi?" "Sevmeyi" "Ben sana öğreteceğim" "Nasıl" "Sadece elimi tut" Kız bebek de elini tuttu ve üçü beraber ilerlemeye başladılar. Nereye gittiklerini bilmiyorlardı, nereye gittiklerinin bir önemi yoktu. Önemli olan tek şey üçünün bir arada olmasıydı.
    Erkek bebek ile kız bebek O'nun elini tuttuktan sonra büyümeye başladılar. Yavaş yavaş boyları uzadı, yüz hatları belirginleşti, kız bebek genç bir kız, erkek bebek de bir delikanlı oldu.Genç kız aniden O'nun elini bıraktı. Delikanlı hızlı bir şekilde büyümeye başladı ve olgun bir adam haline geldi. Genç kız geri döndü ve bu sefer de olgun adam O'nun elini bıraktı. Genç kız hızlı bir şekilde büyümeye başladı ve olgun bir kadın haline geldi.
    İkisinin birden elini tutmakta gittikçe zorlanıyordu. Başta ikisini de zapt edebiliyordu ama zaman geçtikçe ikisini bir arada tutmakta zorlanmaya başlamıştı. İkisi de gitmek istiyordu, kolları arasındaki mesafe gittikçe arttı, arttı arttı... İki kolunu da açabildiği kadar açmıştı, ikisi de kollarını sert bir şekilde çekiştiriyordu. Yorulmuştu, canı yanıyordu, ikisini bir arada tutmaya mecali kalmamıştı. İkisinin birden elini bırakmak zorunda kaldı. Bıraktığı anda olgun kadın ve adam durdular. Geri geri yürümeye başladı. Geriye döndüler. O'na doğru bakmaya başladılar. Adamın saçları beyazlaşmaya başladı, kadının göz altı torbaları ortaya çıkmaya başladı. İkisi birden elini kaldırdılar ve yorgun bir sesle O'na "Gitme!" dediler. Başını sağa sola salladı, ve geri geri adım atmaya devam etti. Adamın sakalları da beyazladı, kamburlaşmaya başladı, elinin altında bir baston belirdi. Kadının yüzündeki kırışıklar sayılamayacak hale geldi, kadın kendini tekerlekli sandalyenin üstünde buldu. İkisinin de gözleri görmemeye başladı, güzel gözlerinin önlerine gri bir perde indi. Artık O'na doğru bakmıyorlardı, artık birbirlerini dahi görmüyorlardı. Yaşlı adam bir yöne, yaşlı kadın başka bir yöne doğru ilerlemeye başladı, belirli bir süre sonra da oldukları yerde kaldılar.
    Yürümeyi yeni yeni öğrenmiş bebeklerden, yürümeye hali kalmamış yaşlılardan, ve enerjik bir şekilde el ele dolanan gençlerden oluşan kalabalığı yara yara ilerliyordu. Topuklu ayakkabısından çıkan seslere rağmen...







    Mehmet Burak ve kazandibi

    Mehmet Burak karanlık bir odada tek başına oturuyordu. Bir kaç saniye sonra kapı açılma sesi duyuldu. Ardından ışık yandı. Masanın üstündeki ışık sadece masayı ve masanın etrafındaki dar bir alanı aydınlatıyordu. Gelen kazandibi'ydi. kazandibi yavaşca masanın diğer ucuna geldi, sandalyeyi çekti ve oturdu.



    +Merhaba kazandibi.
    -Merhaba Mehmet Burak.
    +Nasılsın? Nasıl gidiyor hayat, işler güçler?
    -Normalim, hayat da gitmesi gerektiği gibi gidiyor sanırım. Sen nasılsın, senin işler güçler ne alemde?
    +Ben de iyiyim, işler güçler de iyi gidiyor, güzel gidiyor.
    -Senin işlerin ne zaman kötü gitti ki zaten? Ne zaman kötüydün ya da? Her zaman iyiydin ve işlerin de her zaman iyi gitti.
    +Çünkü iyiydim ve...
    -Değildin. Her zaman içindekileri sakladın, edindiğin maskeleri yüzünden eksik etmedin.
    +Beni bana anlatma! Seni ben oluşturdum. O daracık soyunma odasında, telefonunu sakladığın boruların yanında, ayakkabılarını koyduğun dolabın önünde oluşturdum. O saçma, hiç bir anlamı olmayan ismini ben koydum. İsmini seçmem 15 dakikamı bile almadı.
    -Hayır Mehmet Burak, ben seni oluşturdum. Hem ismin bir önemi var mı, özüne bakacaksın. Özümde "Ben" varım. Henüz kuyunun başındayken, daha atlamamışken, sadece kazandibi vardı, tek ben vardım, tek başımaydım. Düşmeye başladığım an ağlamaya başladım. Korkuyordum, başıma geleceklerden, yere çakılmaktan korkuyordum. Ve yapabildiğim tek şey ağlamaktı, çünkü daha bir bebektim.
    +Hayır...
    -Kes sesini, artık senin yalanlarını dinlemeyeceğim, sen beni dinleyeceksin. Henüz bir bebektim, konuşamıyordum, yazamıyordum. Rahat rahat ağlayamıyordum bile. Ne zaman ağlamaya başlasam annem susturmaya çalıştı beni, uyutmaya çalıştı. İlk uyuşturucumdu benim, annemin beni dizlerinde beni uyutana kadar sallaması. Benimle beraber ağlayan insanlar da yavaş yavaş ağlamayı kestiler. Yüzlerine baktığımda korku ibaresini görmek bir yana, hepsi gülümsüyordu. O zaman anladım, Dünya'da kazandibi olarak kalamayacağımı, rahat rahat ağlayamayacağımı, içimdekileri özgürce ifade edemeyeceğimi... Ben de seni oluşturdum, Mehmet Burak. Her ne olursa olsun iyi olan, mutlu olduğunu söyleyen, etrafına gülücükler saçan, mutluluğu kovalayarak, arayarak bulabileceğini düşünen Mehmet Burak.
    +Mutluluğa nasıl ulaşabilirim ki, onu aramaktan, kovalamaktan başka? Tamam, yalan söyledim, ama bulana kadar söyleyecektim sadece. Bulduktan sonra daha önce mutsuz olmam bir şey ifade etmeyecekti, artık zaten mutlu olacaktım.
    -Ama olamadın.
    +Olacağım.
    -Ha-ha, güldürme beni. Bu maskeler sana yapıştı artık, farkında değil misin?! Yüzünde hala aptal bir gülümseme var. Halbuki şu an kendinden utanıyor olman ve yüzünün kızarmış olması gerekiyor, saçma salak gülümsemen değil.
    +Bunların hepsi senin suçun, beni...
    -Hiç bir şey benim suçum değil.
    +Beni oluşturmuş olmasaydın bunların hiç biri olmazdı.
    -Daha demin sen beni oluşturmuştun, ne oldu?
    +Şu ana kadar neredeydin peki? Neden şimdi çıkıp geldin? Neden daha önce gelmedin?
    -Dayanamadım. Beni bu kadar görmezden gelmene, beni tamamen unutmana dayanamadım. Buna bir dur demem gerekiyordu.
    Bir kaç saniye sessizlik oldu.
    +Kendimin bile inandığı yalanı hatırladım...
    -Seni oluşturmam gerektiği yalanı. Beni zorladıklarını...
    +Kim zorladı?
    -İnsanlar. Çevrene baksana, "olduğu gibi" diyebileceğin kaç insan var? Yok denecek kadar az.
    +Ne yapmalıyım?
    -Artık çok geç.
    kazandibi belinden gümüş renkte bir silahı çıkard, ucunda susturucu takılıydı. Susturucuyu çıkardı ve silahı Mehmet Burak'a doğru doğrulttu.
    -Ölümün sessiz olsun istemiyorum, artık kimseden bir şey saklamak istemiyorum.
    +Dur, yapma, değişebilirim!
    -Hala gülüyorsun.
    +Yapamıyorum, şu an çok korkuyorum ama olmuyor, yüzümdeki ifadeyi değiştiremiyorum!
    -Unutmuşsun.
    +Yardım et!
    -Artık sana ihtiyacım yok.
    +En azından ne yapmalıydım, onu söyle!
    -Yanlış soru.
    +Bilmiyorum, bilmiyorum!
    -Doğrusu, "Ne yapmamalıydım?" olacak. İki şeyi yapmamalıydın Mehmet Burak. Bütün hayatını alt üst eden sadece iki şey. Birincisi, mutluluğu kovalamak. Bunu o kadar çok yaptın ki, o kadar çok efor sarf ettin ki. Her defasında başarısız olmana rağmen anlamadın, anlayamadın. Mutluluğun kovalanarak, aranarak bulunan bir şey olmadığını anlayamadın. Mutluluk aslında hep etrafındaydı, yakınındaydı. Ama başını kaldırıp sağına soluna bakmadın bile. Sadece mutluluğu bulacağını sandığın şeyleri kovalamakla meşguldün. Kovalarken seni asıl mutlu edecek olan şeyleri de arkanda bıraktın. Tek yapman gereken biraz dişini sıkıp etrafına bakmaktı. Sen onu bulamasan da, o sana kendini gösterirdi. Ama yapmadın. Deli dana gibi koşturdun.
    +Peki... ikinci şey?
    - İkinci şey ise, iki kez yıkılan bir şeyi bir daha inşa etmeye çalışmandı. Sevdiğini kaybettin. Bir kere değil, iki kere değil, onlarca kez elinden kayıp gidişine şahit oldun. Ama her defasında tekrar sevgini ve güvenini inşa ettin. Sonu hep hüsranla sonuçlandı. Bir türlü anlayamadın, çekirgenin üç kez değil, sadece iki kez zıplayabildiğini. Üçüncüsüne mecalinin kalmadığını. Bir türlü anlayamadın yıkılan şeyleri öylece bırakman gerektiğini. Onların yıkılması gerekiyordu ve yıkıldılar ve seni sen yapmaya bir adım daha yaklaştırdılar. Ama sen inkar ettin. Yıkılamaz dedin. Ne kadar dediysen de, bunun önüne geçemedin. Kaderin senden daha güçlü olduğunu kabullenemedin.
    kazandibi bir kaç saniye boyunca Mehmet Burak'ın yüzüne baktı. Ardından gülümsedi.
    -Hala gülümsüyorsun.
    kazandibi ayağa kalktı ve Mehmet Burak'ın arkasına geçti. Silahı Mehmet Burak'ın başına dayadı.
    -Kapat gözlerini ve gülümsemeye devam et. İnsanlar "Mutlu öldü." desin. Bu da insanlara atacağın ve attıracağın son yalan olsun.
    kazandibi masanın üstündeki ışığı kapattı. Ardından bir el ateş sesi duyuldu, hemen ardından da etrafa saçılan kanların çıkardığı hafif ses, son olarak da Mehmet Burak'ın kafasının masaya çarpışı. kazandibi arkasını döndü, kapıyı açtı ve odayı terk etti.





    The Color Of Life









    "Ölüler Aldatılmaz"


    Ne yazacağımı bilmiyorum, ama yazmak istiyorum. İçimdeki zehri akıtmak, biraz olsun rahatlamak istiyorum. Kendimden mi kaçıyorum senden mi? Kaçacak bir "sen" kalmadı artık, neyden kaçıyorum? Kendimden sanırım, bilmiyorum.
    Eskisi kadar yazmıyorum seni. İçimdeki Sen'in şiddeti mi azaldı acaba? Büyük depremden sonra gelen artçılar sona mı erdi yoksa? Artçı mıydı o minik depremlerin adı? Coğrafyayı sevemedim bir türlü, bilirsin. Ebesinin nikahındaki dağları, tepeleri, nehirleri, gölleri, yerin bilmem kaç metre altına gerçekleşen şeyleri ezberleyemedim bir türlü.
    Ne kadar ağladın benden sonra? Ne kadar güldün? Ne kadar somurttu yüzün? Kaç kere andın beni arkadaşlarının yanında? Sen de benim gibi, benden bahsederken gülümseyip, anlatacağın şey bittiğinde de yavaş yavaş karanlığa boğuldun mu? Gözlerin boşluğa kaydı mı? Geçmişteki Biz gözlerinin önünden geçti mi?
    Büyükler derler ya hani, insan tam ölüm anında hayatını gözlerinin önünde bir film şeridi gibi izlermiş diye, gözlerimin önümden kaç kere film şeridi gibi geçtin biliyor musun? Binlerce kez gözlerimin önünden geçtin, binlerce kez öldün içimde. Her bir ölümün diğerinden daha da üzdü belki de.
    Psikologlardan nefret ederim. Bana kandırma, saçma bir meslek gibi gelir psikologluk. Sebebini sordum kendime, neden ki diye? Sonra anladım ki sebebi sensin, yine. İlk psikoloğum sendin, sen de bana ihanet ettin. Anlatılmayı bekleyen dertlerimi kimsesiz bıraktın diye. Defalarca sövdüm kendime, yine mi sen, git artık diye.
    Anladım ki ben sadece sevgilimi kaybetmedim, ben dertdaşımı, ben sırdaşımı, ben psikoloğumu da kaybettim. Bütün benliğimi sana açtım, bütün benliğini bana açtın, bir vücutta iki ruh yaşamaya başladık. Sonra seni senden kıskanan senliğin, seni çekip aldı vücudumdan. Benden ayrı yaşayamadın, öldün.
    Sabit bir ölüm yıl dönümün olsun isterdim. Belki her şey daha kolay olurdu. Belki herkesin yaptığı gibi matemimi sadece bir gün tutardım, geri kalan günler sanki hiç var olmamışsın gibi, sanki hiç hayatıma girmemişsin gibi, sanki bedenlerimiz tek beden haline gelmemiş gibi davranırdım. Açardım o gün melankolik müzikleri, otururdum camın kenarına, izlerdim Ay'ı göz yaşlarımı dökerken sessizce.
    Ama belli bir ölüm tarihin bile yok.





    Aşk Mı? Alırım Bir Dal

    Arkadaşınızla beraber oturuyorsunuzdur. Sohbetin en koyu noktasında elini çebine atar. Önce sağ cebini yoklar, sonra sol cebini yoklar. Aradığını bulamamış gibi bir hali vardır. Ardından paltosunun ceplerine bakar, en son iç cebinde bulur aradığını. Kutuyu açar, içinden bir dal sigara alır. Şaşırtıcı olmayacak bir şekilde arkadaşınız sigara kullanıyordur. Ardından montunun diğer cebinden çakmağını çıkarır. Bir kere çakar, iki kere çakar, çakmak yanmaz. Gazı bitmiştir. Bir dakika der ve köşedeki seyyar esnafa "Ateşin var mı Abi?" diye sorar. Esnaf cebinden çakmağını çıkarır ve arkadaşınızın sigarasını yakar. Arkadaşınız sigarayı delicesine özlemiş gibi içmeye başlar. Daha on beş dakika önce içmemiş gibi.
    "Bok iç." dersiniz. O da "Eyvallah" der. "Niye içiyorsun ki şu zıkkımı?" diye sorarsınız ardından. Bilmem kaçıncı soruşunuzdur bu, gelecek cevabı bilirsiniz ama dinlersiniz işte. "Ne biliyim kanka ya, içiyoruz işte. Başlarda böyle güzel falan geliyordu ama, şimdi öyle pek tadı tuzu da yok yani. İçmek için içiyor gibiyim." "Kendini öldürüyorsun, ciğerlerini yok ediyorsun, bildiğin geri sayımlı intahar gibi bir şey yani bu meret." "Oğlum baya bir denedim lan bırakmayı. Dedim bak bu son paket, bu son dal. Yarın bırakıyorum falan, olmadı yani. Yapamıyorum. Zararını sence bilmiyor muyum zaten? Paketin üzerinde bile yazıyor oğlum artık. Bak ne diyormuş burada, sigara içmek cinsel iktidarsızlığa sebep olur." "İradesizsin oğlum, iradesiz. Azıcık kendine hakim olsan bırakacaksın şu illeti. Kendine zarar verdiğini bile bile içmeye devam ediyorsun." "Ya neyse sen onu bunu boşver de, senin şu kız işi ne oldu? Şu okulda gördüğün kız."
    "Aynı be kanka, ne olsun. Öyle görmeye devam ediyorum sadece." "Gidip bir merhabe desene oğlum, bir konuş falan, ne bileyim?" "Yok be oğlum, konuşsam bir şey değişmeyecek, belki daha kötü olacağım. İyi böyle." "Neden ki?" "Ya farklı insanlarız be abi. Yetiştirilme tarzımız, karakterimiz, anlayışlarımız falan, farklı işte. Anlaşamayız. İyi böyle uzaktan uzaktan seviyorum." "Zaten duruşundan, giyiminden kuşamından, arkadaş ortamından belli olmuyor mu nasıl bir kız olduğu? Niye sevdin o zaman? Kendine zarar veriyorsun. Aklın hep o kızda, gecen gündüzün o kız. Dersleri dinlemiyorsun, kızı izleyip duruyorsun. Sadece kendine değil, geleceğine de zarar veriyorsun." "Sevme olayını kontrol edemiyorsun abi. Etrafına bakıp "Hadi şu kızı seveyim." diyince olmuyor o iş. Seviyorsun işte, bir bakmışsın sevmişsin. Başlarda zarar vermiyor, canın acımıyor. Sevmek güzel geliyor uzaktan uzaktan, karşılıksız, platonik. Ama zamanla karşılık almadığında zarar vermeye başlıyor sana. Sevgini beslemediğinde; O'nun sesini duymadığında, O'nunla konuşmadığında, O'ndan habersiz olduğunda... sevgin sana acı vermeye başlıyor. "Sevmeyeceğim artık! Bırakacağım!" desen de bırakamıyorsun. Olmuyor. Yoksa ben de biliyorum bana zarar verdiğini. Baksana oğlum bir deri bir kemik kaldım, iştahım falan yok hiç. Ağzıma bir şeyler girmiyor kaç gündür."
    "İradesizsin oğlum, iradesiz. Azıcık kendine hakim olsan bıracaksın şu illeti. Kendine zarar verdiğini bile bile sevmeye devam ediyorsun."




    Rüya(2)

    Son birkaç yılda kafamda yankılanan iki cümle vardı, bana ait. Belki sizin de böyle cümleleriniz olmuştur, böyle hep söylediğiniz, dile getirdiğiniz, duanız olan, ya da mottonuz olan.
    Birincisi, "Yalnızlığı sırtlayıp çekip gidesim var." idi.
    Bunu yaptım. Yalnızlığı sırtladım ve Amerika'ya gittim. Ailemi, arkadaşlarımı, sevdiklerimi, düzenimi bırakıp kendimi tamamen yeni bir ortama, kültüre, çevreye attım. Başlarda güzeldi, ama bir süre sonra sudan çıkmış balık misali benliğim Amerika'da çırpınmaya başladı. Canım sıkılmaya başladı, kendimi odaya kapatmaya, dış dünya ile bağlantımı yavaş yavaş koparmaya başladım. Bu durum da benim için hoş olmadı tabi ki. Tekrardan Türkiye'ye döndüğüm zaman anladım ki ortamların ya da mekanların hiç bir kıymeti ya da değeri yok, o mekanı veya ortamı paylaşacak bir sevdiğin olmadıktan sonra. İstersen Malavi'de ol, istersen Papua Yeni Gine'de istersen Toronto'da, sevdiğin insanlarla bir arada olduktan sonra orası Dünya'nın en güzel yeri zaten. Ondan siz siz olun, yalnızlığı sırtlayıp çekip gitmeyin, akıllıca bir şey değil.
    İkincisi de "Allah'ım öyle bir rüya göreyim ki bir ömür gibi gelsin" idi.
    Bu duayı çok yakın bir zamana kadar etmeye devam ettim. Etmemin sebebi ya ertesi günün olmasını istemiyordum, olmasını istemediğim bir şey olacağından; ya da o gün canımın sıkkın olmasındandı. İki sebepte de gerçeklikten uzaklaşmak ve yarının mümkün olduğunca sonra olmasını istiyordum. Yani şöyle düşünün, yarın illaki olacaktı, ama ben o yarının mümkün olduğunca geç olmasını istiyordum. Dua gerçekleşirse de öyle olacaktı. Bir nevi kaçınılmaz sondan, kesin olacak bir olaydan kaçmak gibi bir şeydi bu. Şu an toplumdaki çoğu insanın yaptığı şey yani. Sorunlarından, sıkıntılarından, sanki onlar yokmuş gibi kaçar insanlar. Üzerine de hiçbir derdi tasası yokmuş gibi gülücükler saçarlar etrafına, her nasılsın diyene iyiyim derler mesela. Her insana da kötüyüm denmez tabi ama, en azından samimi olduklarınıza iyiyim demeyin mesela.
    İkinci cümlemin sadece sıkıntılardan kaçmak istediğim için dile getirdiğim bir şey olduğunu farkettim. Ama bu duayı etmeyi kesmedim, çünkü dertlerimden kaçmanın, onlarla yüzleşmekten daha kolay olduğunu sanardım. Ama zamanla kaçmakla bir yere varılmadığını, kaçmanın o sıkıntıyı daha da büyük ve can sıkan hale getirdiğini anladım. Ardından da ikinci cümlemdeki duanın zaten kabul olduğunu anladım: Hayat zaten "bir ömür gibi" gelen bir "Rüya". Şu an yıllar geçiyor gibi gelse de, uyandığımız zaman ne kadar kısa olduğunu anlayacağız. Gördüğümüz rüyalar da öyle değil mi zaten? Sekiz saatlik uykumuzun tamamında rüya görüyor gibi hissederiz ama aslında, bilim adamlarının dediğine göre, gördüğümüz şey maksimum sekiz, dokuz saniyelik bir şeydir.
    Rabbi'min güzelliğini görüyor musun, ben duayı etmeden kabul etmiş zaten.



    Bitti Rüya



    İki dakika konuşmaya gelemiyorsun değil mi? İki dakika adının anılmasına, iki dakika anıların hatırlanmasına, iki dakika senin üzerinden, eski Biz'in üzerinden örnek verilmesine gelemiyorsun!
    Hemen, hiç bir şey olmamış gibi göster kendini rüyalarda, eski biz olalım hemen, hiç bir şey yaşanmamış gibi. Kalpler kırılmamış, göz yaşları dökülmemiş, uykusuz geceler yaşanmamış gibi. Beynimle bir olun ve kandırın beni. Sabah uyandığım zaman büyük bir hüsran duygusu içerisinde bulmayacakmış gibi kendimi, büyük bir hayal kırıklığına uğramayacakmışım gibi, uyandığıma lanet etmeyecekmiş gibi...
    Sakın gecikme ha, aman! Hemen gel rüyalarıma! Hemen sarıl bana, hemen sarılayım sana. Hemen kalp atışlarını vücudumda hissedeyim, hemen kokunu içime çeke çeke öpeyim seni, hemen güzel sesinle büyüle beni, enstürmanından çıkan sesle yılanı büyüleyen çalgıcı gibi, fareli köyün kavalcısı gibi...
    Hemen gül bana tamam mı?! Güldüğün zaman her şeyi unuttuğumu bilmiyoruşsun gibi. bana git demelerini, gözümün içine baka baka, sessiz çığlıklarımı duya duya gitmelerini... Söylediklerime, yazdıklarıma, haykırdıklarıma rağmen "Beni sevmiyor musun artık?" diye sor yine tamam mı!?
    Sanki beni önemsiyormuş gibi "Üstüne bir şeyler getireyim." de tamam mı, uyuyakalır gibi olduğumda! Ben de "Beni de düşünürmüş!" deyip sarılayım hemen sana! Ellerinin bütün sıcaklığını bel kıvrımımda hissedeyim!
    Dayanamayıp sıcaklığına, uyanayım hemen sonra. İlk gördüğüm şey bembeyaz tavan olsun, soluma bakayım önce şaşkınca, senin olman gereken yere. Kitaplığı göreyim, dağınık masayı göreyim, dağınık kafa yapımı hissedeyim...
    "Her şey bir rüyaymış..." diyeyim sonra, o hüsran duygusu, özlem duygusu, hüzün bütün vücudumu kaplasın; el tırnaklarımdan, ayak tırnaklarıma kadar. Uyandığıma lanet edeyim sonra, "Günaydın!" diyenlere gülücükle cevap vereyim, "Nasılsın" diye soranlara "İyiyim" diyeyim...


    Umut Işıkları

    Erkek ve kadın birbiri için dünyaya getirilmiş, bir çift olarak. Yapımız gereği erkek kadından, kadın da erkekten etkileniyor. İstisnalar var ama ben oralara girmeyeceğim, konumuzla alakası yok zaten. Erkek güzel bir kız görünce dönüp bakıyor, ondan etkileniyor. Hatta ve hatta hayal gücü zengin bir insansa o kişinin kafasında, o kız ile ilgili binlerce hayal beliriveriyor, kontrol edemiyorsun. Aynı şey kız için de geçerli.
    Ama hasta olanlar için durum farklı.
    Etrafımda olan, çevremde bulunan, ulaşılabilesi insanlar, ne kadar güzel ve alımlı olurlarsa olsunlar, bana çekici, bakılası, tanışılası, sevilesi gelmiyordu. Ben de ulaşılmaz aşklar seçtim kendime. Mesela otobüste giderken bir kız sevdim otobüsten, onunla evlendim, çoluk çocuğa karıştım, mutlu bir hayatımız oldu. Platonikçe sevdim o kişiyi. Bir karşılık beklemeksizin, bir çıkar olmaksızın, saf bir şekilde sevdim. Otobüsten inince de her şey sona erdi. O kendi yoluna, ben kendi yoluma.
    Çünkü korkuyordum. Aynı şeylerin tekrar yaşanmasından, aynı bokların tekrar olacağından korkuyordum. Bir insanı sıfırdan tanımaktan, bir hayatı sıfırdan anlamaktan, vücudumda tekrardan ikinci bir kişinin yaşamasına izin vermekten korkuyordum. Biraz da üşengeçlik var tabi. Tanımak, tanışmak, sevmek... Bunlar uzun zaman isteyen işler.
    Derken 3 gün önce bir ilk yaşandı bu bünyede. Alışılmadık, beklenmedik, ani bir durum... Koridorda, elimde kamera ile ilerlerken, objektifime bir güzellik takıldı. Başımı kaldırdım, ona doğru baktım. Koridordaki herkes sırayla yok olmaya, zaman yavaşlamaya, sesler kesilmeye başladı. Sonunda sadece ben ve onun bana bakan güzel gözleri kaldı. Bir de beline kadar uzanan saçları var tabi, unutmamak lazım. Zihnimde ona doğru yaklaştım, adım adım. Beni izledi. Yaklaştım, yaklaştım... Her bir adımımda vücudumdaki hastalığın bir kısmını atar gibiydim. Son adımımı atacaktım ki bir anda yok oldu. Gözleri O'nun gözleri oldu, dudakları O'nun dudakları oldu, gülüşü O'nun gülüşü oldu...
    Kız O'na benziyordu.
    Kendimden nefret ettim. Kalp atışlarım yavaşlamaya başladı, ben geriye doğru gitmeye başladım, sesler gelmeye, insanlar da hızlanmaya başladı. Canım yanıyordu. Vücudumdaki son damla zehir bana acı çektiriyordu. Faruk'a döndüm ve "Kız O'na benziyor Faruk!" dedim. "Hayır" dedi.
    "Zihnin sana oyun oynuyor."
    Tekrardan baktım. O hala oradaydı. Gerçekten zihnim bana oyun mu oynuyordu? Gerçekten O'na benzemiyor muydu? Bu çaresiz dediğim hastalığıma bir çare olduğunun göstergesi miydi? Sevgi hücrelerim geri mi gelecekti? Kalp atışlarım yine hızlanabilecek miydi? Midemdeki kelebekler kanatlanabilecek miydi? Soruları sordukça kız geri geliyordu.
    Benim için umut var mıydı?
    Kaydımı aldım ve yoluma devam ettim. 3 gün daha aynı ortamda bulunacağım, aynı havayı soluyacağım, aynı yemekten yiyeceğim, aynı yollardan geçeceğim, aynı ekrana bakacağım, aynı kişiden talimat alacağım... kişiyle konuşabilecekken konuşmadım. Onu tanımak için bir adım, yeni bir Dünya'ya, insanlık için küçük, ama benim için büyük bir adım atabilecekken atmadım. 3 gün boyunca sadece onu izledim.
    Günde bir kaç kere, tok karınla kullandım onu. Ne kadar iyi geldi bir bilseniz...
    Sonra organizasyon sona erdi, herkes rolünü oynadı, perde kapandı ve ortada kimsecikler kalmadı. Uzun ve boş koridorlarda sadece ben ve O'nun ayak izleri vardı.
    Karanlık koridorun sonunda da umut ışıkları vardı.



    Milyarlarca Kelebek

    Biz nasıl "Biz" olduk? Ben nasıl "Ben" oldum. Uzaklardaki hangi kelebek kanat çırptı da içimde fırtınalar kopuyor? Beni "Ben" yapan olaylar zincirinin başlangıcı neydi? İlk hanginiz başlattı bunu?! Kimse çıksın ortaya, valla kızmayacağım.
    Çok değişik varlıklar değil miyiz sizce de? Yaşadığımız ufacık bir olay her şeyimizi değiştirebiliyor. Bütün benliğimizi, hayata bakış açımızı, amaçlarımızı, hayallerimizi, düşüncelerimizi... Ne bileyim, ufacık bir virüs giriyor vücuduna, bütün dengen bozuluyor. Sesin kısılıyor, öksürmeye aksırmaya başlıyorsun, burnun doluyor, kusuyorsun falan. Sen olmaktan çıkıyorsun. "Yarın yapacağım!" dediğin şeyi yapamıyorsun, sırf o virüs yüzünden. Kanadını çırpamıyor, değişimin bir parçası olamıyorsun, mu? Aslında o an bile değişimin bir parçası oluyorsun.
    Belki senin Dünya'n değişiyor, baş aşağı oluyor. Ama şöyle bir düşününce, olan şey sadece okyanus tabanındaki bir kum tanesinin 1 nanosantim sağa kayması gibi. Ne kadar aciz varlıklarız.
    Ya da o kum parçası altındaki toprağı ikna ediyor, o toprak altındaki katmanı ikna ediyor, sonra bütün katmanlar "Hurra!" diye bir araya gelip bir kaç santim oynuyorlar, tsunami oluyor, binlerce insan ölüyor.
    Başınızı camdan çıkarın, külli iradeyi izleyin. Sizin kontrolünüzde olmayan milyarlarca iradeyi hayal edin. "Acaba kimlerin Cüzi iradesi sonucu ben buralardayım?" diye düşünün. "Acaba hangi kelebeğin kanat çırpması beni buralara sürükledi?".
    İnsanlar değişiyor, İnsanlık değişiyor. Yaşadığımız bir takım olaylar 1 saniye önceki "Biz"i geride bırakıp 1 saniye sonraki "Biz"e merhaba demeye hazırlanıyor. Kimisini yolun kenarında gördüğü bir dilenci değiştiriyor, kimisini internette izlediği bir video, kimisini kafede otururken görüp de aşık olduğu kız, kimisini de vefat eden aile bireyi...
    Milyarlarca kelebek durmaksızın kanat çırpıyor. Ve biz bir o yana, bir bu yana sürükleniyoruz.
    Düşünsenize, "Çırpmıyorum lan!" diyip kendi canına kıyanlar, acaba kaç tane insanın geleceği ile oynuyor?
    Düşünsenize, "Hiç bir boka yaramıyorum" diye düşünen insan, o an bile kimlerin hayatını şekillendiriyor?
    Kafamda deli sorular.

    Ben Susayım, Müzik Konuşsun

    -Yazıda bahsedeceğim müzikleri koyduğum sıraya göre linkten tıklayıp dinlerseniz, yazının gidişatı sizin açınızdan daha sürükleyici olabilir. Bunun garantisini vermiyorum tabi ki.-



    Benim şu anki ben olmamı sağlayan faktörler arasında yer alan, ve benim için çok değerli bir insan olan Keman Hocam der ki "Müzik Yaradan'ın lisanıdır.". Ne kadar güzel bir söz değil mi? Ben de bu sözün üzerine ekliyorum, "Radyoda dinlediğiniz, anlamsız, karı kız, parti, para pul vb. üzerine kurulu müzikleri müzikten saymayın, onlar kulak kirleri. Müzik dediğimiz şey o kadar güçlüdür ki, insanı mutluyken mutsuz, mutsuzken mutlu yapabilir.".
    Ben mutsuz yapanı tercih ediyorum genelde.

    https://www.youtube.com/watch?v=B50hcK015Ok


    "Bütün hayatlar sona erer, bütün kalpler kırılır. Değer vermek bir avantaj değildir.". Ne kadar trajikomik değil mi? Olacak şeyleri bilmemize rağmen kendimizi fazla kaptırıyoruz bazı şeylere. Olacakları görmezden geliyoruz. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyoruz mesela, yaşanan mutlu şeyler, anlar, eninde sonunda bitmeyecekmiş gibi davranıyoruz. Bittiği zaman da kahroluyoruz, dünyamız ters dönüyor, ah vah ediyoruz. Çünkü kaçınılmaz sonu görmezden geliyoruz. "Onsuz yapamam, onsuz bir hiçim, onsuz bir ölüyüm" diyoruz, Yaradan'da da bize nasıl O'nsuz da, öyle ya da böyle, yapabileceğimizi gösteriyor. Ama bir konuda haklıyız. O'nlarsız bir ölü oluyoruz. Yürüyen ölüler. "Ölü adamlar görüyorum Doktor Bey, yaşayan kadınlar için şiir yazıyorlardı.".

    Jaymes Young-Fragments

    Yaşımızdan büyük laflar ettik. "Seni çok ama çok seviyorum, sensiz yapamam, sen her şeyimsin. seni asla bırakmayacağım, seni asla üzmeyeceğim..." Yaşımızdan büyük hayaller kurduk. "Ömür boyu beraber olacağız, birbirimizi asla bırakmayacağız, evleneceğiz. Beraber Dünya turu yapacağız, Maldivlere de gideriz değil mi? Çocuğumuz erkek olursa adı "..." olsun, kız olursa da "..." olsun. Her ne olursa olsun, mutlu ve bir arada bir hayatımız olsun, en kötü günümüz böyle olsun.". Yaş kavramımı bilirsiniz belki, ilgili yazıyı okuduysanız eğer. -"Kendi Büyük Ruhu Küçüklere"-. Diyorum ki yazıda, insanın yaşını ruhu belirler bence, yaşadığı, elde ettiği tecrübeler belirler. Ruhumuz daha yeni yeni büyüyorken, kapasitemizden fazla hayaller kurduk, yaşımızdan büyük laflar ettik. Ruhumuz kaldıramadı bu kadar sorumluluğu. Bir yerde kayışımız koptu, ruhumuz patladı, "Paramparça" olduk. Parçalarımız etrafa saçıldı, hayallerimiz, anılarımız, farklı farklı yerlere dağıldı. Pes etmedik, hepsini teker teker bulup yine bir araya getirdik. Sonra yine ruhumuz patladı, sonra topladık, yine patladı, yine topladık... Ta ki parçalar un ufak olana kada toplanamaz hale gelene kadar. Ve geriye dönüp baktığımızda anladık ki "Geride kalan şey sadece o un ufak olan Parçalar.".

    Jaymes Young-Dont Come Back For Me

    Parçaları her toparlamayı denediğimizde tekrar paramparça olduk. Ve bu bize inanılmaz bir enerji kaybı, inanılmaz bir yorgunluk, inanılmaz bir tükenmişlik verdi. Ama "Aşk" öyle bir şey ki, "Yok canıııım, ben öyle şey yapar mıyım", "Bir daha kesinlikle aynı şeyin olmasına izin vermeyeceğim, bir daha olmayacak" dediğiniz şeyleri size yaptırır, olmayacak şeyleri de tekrar oldurtur, hiç takatiniz kalmasa bile. Eninde sonunda bu olanların size ne kadar zarar verdiğini ve zarar vermeye devam ettiğini anlarsınız. Ne kadar tükendiğinizi anlarsınız. Yine seversiniz, yine özlersiniz, yine O'nun sesini bir saniye duyabilmek için çoğu şeyden vazgeçersiniz. Bazen O'nsuzluktan nefes alamaz hale gelirsiniz. Ama o kadar tükenmişsinizdir ki, "Ne yaparsan yap, bir daha benim için dönme." dersiniz.

    Jaymes Young-Moondust

    Yalnızlığı sırtlar çekip gidersiniz. Bu çekip gitme fiziken de olabilir; gerçekten bulunduğunuz düzeni bozup başka yerlere gidersiniz. Ruhen de olabilir; kendinizi bulunduğunuz sosyal çevreden soyutlarsınız. Çünkü O yoktur, O gitmiştir, O'nsuz yapamıyorsunuzdur. "Evi Ay'da olan, kaybolmuş bir astronot gibisinizdir. O sizin oksijen tüpünüzdür, ama oksijeniniz tükenmiştir. Nefes alamazsınız. Ve O'ndan kalanları da Ay'a gömmüşsünüzdür, daha fazla acı çekmemek için. O'nu tekrar görmek, O'nunla tekrardan konuşmak, O'nun sesini tekrardan duymak istersiniz. Ama kararınızı çoktan vermişsinizdir. Bu karar sadece sizin için değildir, O'nun içindir de. Çünkü ikinizde birbirinize çok fazla zarar vermişsinizdir, ve daha fazla zarar vermek istemiyorsunuzdur."

    Bir önceki yazıda bu müzikleri dinleyip, içimdeki "Zehri" bu müziklere yüklediğimi anlatmıştım. Yukarıdaki müzikler de daha önce Zehri akıttığım müziklerden. Ve bu müzikler benim telefonumda, "Uyku" adlı bir çalma listesinin içinde.
    Evet, her gün, uyurken bu müzikleri dinliyorum. Akıttığım Zehri tekrar vücuduma alıyorum. Çünkü Zehirsiz yapamıyorum.
    Çünkü bağımlıyım.


    Karabasan'ım

    5 saat önce

    Aklımda yoktun. Eski bir arkadaşımla geyiğin dibine vuruyorduk. Gülüyordum, eğleniyordum. Ne sen vardın, ne senden bir işaret. Sanki hiç olmamış gibiydin, sanki hiç hayatımda bulunmamış gibiydin. Sanki hiç canımı yakmamış gibi, sanki hiç içimi parçalamamış, sanki hiç benden bir parçayı koparmamış gibiydi. Mutluydum. Belki gamzem bile gözükmüştür gülerken, o kadar mutluydum. Birbirimizi üzdüğümüz anlar gerçekleşmemiş gibi, onca sözü vermemiş gibi, onca hayali kurmamış gibi... Sanki hiç "Git" dememişsin gibi. Bitmesi bir yana, hiç başlamamış gibi, 30 Ağustos gerçekleşmemiş gibi, 20 Haziran gerçekleşmemiş gibi...

    3 saat önce

    Her şey tıkırında ilerlerken, her şey güzelken, geyik, kahkahalar, gırgır havada uçuşurken, aklıma geldin. Sanki beynimde bir mekanizma var, bir sayaç. Gülme, eğlenme seviyem belirli bir seviyeye ulaştığı zaman, sayaç beynimin bir köşesine bir sinyal yolluyor. Sinyalin yollandığı yerde Sen varsın. Sinyal sana ulaştığında her şeyimle aklıma geliyorsun. Bütün olanları da yanında getiriyorsun.
    Kalp atışlarım hızlandı, göğüs kafesimle midem arasındaki boşluk ağrımaya başladı. Nefes alırken zorlanmaya başladım, sık sık derin nefes vermeye başladım.
    Midemde uçuşan kelebekler vardı ya hani, önce hepsinin kanatları erimeye başladı. Aklıma her geldiğinde onların uçma isteklerini hissettim içimde. Ardından bazılarını kaybettik. Sonra da hepsini. Zaman geçtikçe cesetleri kokmaya başladı midemde. Aklıma her geldiğinde ceset kokusu yayılıyor bütün vücuduma. Hücrelerim nefes alamıyor, bütün vücudum sızlıyor, acı çekiyor. Yine öyle oldu.
    Hayatta olduğunu öğrendiğim bütün ücralara baktım. Ardından seni imgelediğim müzikleri dinledim sırayla. Kesmedi hiç biri. Başka müzikler keşfetmeli, onlara da seni yüklemeli, onları da seninle zehirlemeliydim.
    Sonra buldum bir tane. Bir kere dinledim, iki kere dinledim, üç kere, dört kere... O kadar çok dinledim ki... Her bir dinleyişimde başka bir anıyı, başka bir acıyı. başka bir hüznü, başka bir göz yaşını, başka bir isyanı yükledim. Böylece içimdeki seni atıyormuşum gibi hissediyordum, içimdeki seni başka yerlere, müziklere bırakıyormuş gibi. Yetmedi. Telefonuma indirdim ve durmadan çalmasını sağlayan işarete dokundum. Sonra kendimi yatağa attım ve gözlerimi kapattım. Uyumam lazımdı. Uyumazsam gün bitmeyecekti, sabah olmayacaktı, zaman geçmeyecekti, durma noktasına gelecekti, arafta; Sende kalacaktım yine. İstemiyordum, Sen'likte sıkışıp kalmak istemiyordum. Orada yaşlanmak, saçlarımın beyazladığını, yüzümün kırıştığını görmek istemiyordum. Vücudum yaşlanmış olsa bile hala aklımda, gözeneklerimde, gözlerimde kalan son gözyaşında yaşamını sürdürdüğünü görmek istemiyordum. Kendimi uyumaya zorladım. Gözlerimi sıkı sıkı kapattım, sanki hiç açılmayacakmış gibi bir daha.
    Vücudum kaldıramadı bu kadar yüklenmeyi, kendini kapattı dış aleme; kendisini uykunun kollarına bıraktı. Uyumayı seviyorum, çünkü uyuyorken her şeyi unutuyorum; bütün dertlerimi, beni mutsuz eden her şeyi, seni...

    1 saat önce

    -Bir saat önce demem tahmini tabi ki, bahsetmek istediğim zaman uykumda O'nu gördüğüm an aslında.- Vücudum kendini uykuya bıraktığı zaman büyük ihtimalle "Tamam," demiştir, "Tamam, O artık yok. Üzülme.". Uyku, tek kaçış yolum Dünya'dan, bile yüz üstü bıraktı beni. İşte, oradaydın, karşımda. Yine bana bakıyordun, yeşil gözlerin yine bana bakıyordu. "Mutluydum. Belki gamzem bile gözükmüştür gülerken, o kadar mutluydum. Birbirimizi üzdüğümüz anlar gerçekleşmemiş gibi, onca sözü vermemiş gibi, onca hayali kurmamış gibi... Sanki hiç "Git" dememişsin gibi. Bitmesi bir yana, hiç başlamamış gibi, 30 Ağustos gerçekleşmemiş gibi, 20 Haziran gerçekleşmemiş gibi... ".

    Uyandım

    Eskiden seni gördüğüm zaman "Rüya gördüm." derdim. Yine aynısını dedim uyandığım zaman. Sonra uyandığım zaman bıraktığın etkiyi hissedince, gördüklerimin rüya değil de "Kabus" olduğunu, Senin de benim Karabasan'ım olduğunu anladım.
    En mutlu anlarımı, en renkli anlarımı basan ve her şeyi siyaha sürükleyen bir Karabasan.






    Aşk'ı Arayanlara


    İlk görüşte Aşk'ı anlatayım size biraz. Sıradan bir gündür. Kulağınızda hüzünlü fon müzikleriyle siyah beyaz gördüğünüzü sandığınız hayatınızda sıradan bir gün. Bir yere gidiyorsunuzdur; okula, belki dershaneye, belki bir akşam yemeğine. Uzaktan birini görürsünüz. Hayatınız bir anda renklenir. Ve o da nesi, sarışın mavi gözlü uzun boylu bir kız. Ya da uzun boylu esmer ve yakışıklı ayrıca kaslı bir erkek. Aşık olursunuz. İlk görüşte aşk.
    Hayır.
    Bir çoğunuz yıllarca bu yazdığım şeyi "Aşk" sandınız. Ona yapabileceğiniz en büyük hakareti yaptınız. Ve bununla kalmadınız, başına bir de bir şeyler koydunuz:" İlk görüşte Aşk." Sonra hayaller kurdunuz hızlıca, her mesajınızda canımlar cicimler havada uçuştu. 1 haftadır konuşuyordunuz ama o sizin her şeyinizdi. Onu çok ama çok seviyordunuz. O sizin ilk Aşkınız değildi ama son olacaktı.
    Sonra ne oldu. Sizi aldattı, size yalan söyledi ya da artık sizi sevmediğini söyledi. Size arkadaş olalım dedi. Ve siz artık "Aşk" sandığınız şeye küstünüz. "Aşk" yalandı. "Sevgi" yalandı. "Aşk" diye bir şey yoktu. Ve siz yalnız değildiniz, sizinle aynı anda Dünya'da yüzlerce insan da aynı şeyi yaptı. Aynı hataya düştü. "Aşk"a küstü. Ve bunu orada burada "Aşk" yalan, inanmayın böyle şeylere diye anlattı. İnsanları korkuttu. "Aşk"ın adını beş paralık etti.
    Peki "Aşk" nedir? Bence "Aşk" değerli bir madendir.
    Siz "Aşk" ı ararsınız. Sanki cüzdanınızı kaybetmiş gibi, sanki anahtarınızı kaybetmiş gibi; sanki size aitmiş ama sonradan sizi terk etmiş gibi ararsınız. Daldan dala konarsınız, birini sevdiğinizi sanırsınız sonra bir başkasına gidersiniz ve hayır onu da aslında sevmemişsinizdir. Hayır, "Aşk'ı arayarak bulamazsınız. "Aşk" en umulmadık anınızda sizi buluverir. Belki en mutsuz anınızda, belki en mutlu anınızda, belki umudunuz tükenmişken, belki umutla beklerken.
    Ve birini görürsünüz. Belki uzaktan, belki bir resmini, belki daha önce tanıdığınız birinin bir bayram mesajı, belki öylesine bir hatır sormak isteyen birinin "Merhaba"sı, belki size onu anlatan bir arkadaşınızdan. Cismi, tipi, boyu, vücudundaki yağ/kas oranı önemli değildir. Birini görürsünüz ve o kişi hoşunuza gider: Hoşlanırsınız bir nevi. Tanımak istersiniz onu: kimimiz arkadaşlarına sorar, kimisi onu çeşitli yerlerden araştırır, kimimiz ise muhabbet etmeye çalışır. Ama onu bir şekilde tanımaya çalışır.
    Onunla şakalaşırsın, espriler yaparsın, gülüşürsünüz: Gülüşünü seversin.
    Onunla dertleşirsin, sana derdini açar, sen ona derdini açarsın: Onun dertlerini seversin.
    Birbirinizin dertlerini çözmeye çalışırsınız, elinizden hiçbir şey gelmiyorsa ortak olursunuz birbirinizin derdine: Onun senin derdine çözüm aramaya çalışmasını seversin.
    Onu özlersiniz. Her anınızda özlersiniz: Uzaktayken gülüşünü, yazışırken sesini... Yanındayken bile özlersiniz onu. Onu özlemeyi seversiniz.
    Hüzünlenirsiniz, beraber gözleriniz kızarır, beraber ağlarsınız: Onun göz yaşlarını seversin.
    Beraber hayaller kurarsınız, beraber planlar yaparsınız: Hayal gücünü seversiniz.
    Bazen kavga edersiniz, aranız bozulur ve sonra çözüm bulursunuz: Olumsuzluklar karşısında yılmayışınızı seversiniz.
    Günler, haftalar, aylar, yıllar geçer. Her geçen gün daha da seversiniz. Bir maden misali, en değerli madeni bulmak için derinlere inersiniz. Gittikçe derinlere. Ve yanınızda tek bir alet vardır: Güven, bir kazma misali.
    "Aşk" ı arar durursunuz. Ama bulamazsınız, ama hep daha da yaklaşırsınız. Ve bağımlılık yapar, kazdıkça kazarsınız, derinlere indikçe inersiniz. Umudunuzu asla kesmeden "Aşk"ı arar durursunuz.



    Selam, Ben Mutluluk


    Çoğunuzun peşimden koştuğu, "nerdesin" diye bana feryat figan ettiği, ömrü boyunca aradığı, bazen kocaman bir tek taşta, bazen çok odalı bir evde, bazen bir lüks spor arabada bulduğunu sandığı ama aslında bir damla göz yaşında, bir içten "ah"da, bir asık suratta, bir isyankar kelimede, başını otobüsün camına yaslayan gençde, bir platonik aşkta, bir dilencinin avuç içinde... olan mutluluk.
    Benim yüzümden mutsuzluğa, umuda, sevgiye, aşka küstüğünüz mutluluk.
    Hepiniz nerede hata yaptınız biliyor musunuz? Bana ulaşan köprülerden hep kaçtınız, bana gelen uzun yollardan kaçındınız, üşendiniz, korktunuz. Kestirme yollar aradınız.
    Çok büyük bir hata yaptınız.
    Ben Dünya'ya en son geldim. Benim kardeşlerim umut, sevgi, aşk ve mutsuzluk. Beni en iyi onlar tanır, beni en iyi onlar anlar. Bana ulaşmak istiyorsanız, onlar vasıtasıyla ulaşabilirsiniz. Başka bir yol aramayın, çünkü yok.
    Özellikle mutsuzluğa sorun beni. Bana ulaşan gizli yolda, yolunuza ışık olacak o. Ama mutsuzluğa gitmeden önce size bir önerim var; ondan özür dileyin.
    Ona bir özür borçlusunuz. Çünkü siz onu hep görmemezlikten geldiniz. Onu hiç kabullenmediniz. O yokmuş gibi davrandınız. O size çok kırgın. Siz iyi değilken hep iyiyim dediniz, mutsuzken beni dilediniz. O yokmuş gibi davrandınız. Halbuki o size Dünyadaki en güzel şeylerden biri olan göz yaşını armağan etti. Ama siz nankörlük yaptınız. Benden izinsiz gülücüklerimi çalıp, mutsuz suratınıza takdınız ve mutluyum dediniz: Yalan söylediniz.
    Benim diyeceklerim bu kadar. Şaşırmayın, çünkü sizin ömrünüz boyunca aradığınız şey aslında gerçekten bu kadar. Beni gözünüzde büyütmeyin. Ben sadece ufacık bir sonucum, ailenin en küçük ferdiyim. Bana hak ettiğimden fazla değer vermeyin.
    Bana ulaşmak çok basit aslında, en yakın dostumu, kardeşimi; mutsuzluğu kabullenin sadece. Onunla dost olun. Unutmayın, dostumun dostu benim de dostumdur.
    Neyseniz o olmanız dileğiyle,
    Mutluluk.


    Selam, Ben Mutsuzluk

    En ummadığınız anda, bir kramp misali içinize oturan, sizi, sizden önceki ve siz olduğunuzu reddettiğiniz, ama normalde sizliğinizin en saf hali olan sizlerle yüzleştiren mutsuzluk.
    İyi olmadığınız halde sizi "İyiyim" demeye zorlayan, "Neyin var? Ne bu surat?" diye soran arkadaşlarınıza "Bir şeyim yok" dedirten, akşam yemeğinde anlamsızca çatalı tabağın bir orasına, bir burasına götürten, "Bir iki lokma bir şey ye yavrum" diyen Annenize "İştahım yok anne" dedirten, size derbeder, karamsar, Aşk acısı temalı müzikler dinleten, kulağınızda karamsar müziklerle başınızı otobüsün camına yaslatan, size hayatı siyah beyaz görüyormuş gibi hissettiren, sabahlara kadar sizi uyutmayıp, gözünüze bir damla bile uyku sokmayan Mutsuzluk.
    Benden izinsiz aldığınız göz yaşlarımı kuruyana kadar döktünüz gözlerinizden; yatağanızda uzanırken, sevdiğinizi hatırlatan bir müziği dinlerken, duş alma bahanesiyle girdiğiniz duşa kabinde yere çökmüşken, gecenin bir yarısı bankta otururken, otobüste camdan dışarıyı izlerken...
    Utandınız göz yaşlarımdan! Başınızı yastığa gömdünüz kimsecikler duymasın diye hıçkırıklarınızı, kimsecikler duymasın diye duşa girip suyun sesiyle bastırdınız yakarışlarınızı, otobüsteyken dışarıyı izliyormuş gibi yaptınız insanlar görmesin diye göz yaşlarınızı, "karanlıkta göz yaşlarım gözükmez" diyip gece banklara oturup ağladınız, ağlamaktan şişen, kızaran gözlerinizi kimsecikler görmesin diye başınız eğik yürüdünüz bütün gün...
    Kimileriniz dökülen göz yaşlarından sonra inanılmaz bir rahatlama hissettiniz, ama bana bir teşekkür bile etmediniz. Yine görmezden geldiniz beni, yine kabullenmediniz, yine mutluymuş gibi davranmaya devam ettiniz. Neden? Neden hayatınızın en derinlerine yerleşmiş, kök salmış biri olduğumu bile bile yokmuşum gibi davrandınız? Neden utandınız beni dile getirmekten? Yalan söylemekten, kendinizi kandırmaktan bıkmadınız mı? Neden çekindiniz kendinizi benim kollarıma bırakmaktan? Neden Mutluluk'a giden yolun benden geçtiğine inanmadınız?
    İnanın, güvenin bana. Bırakın kendinizi benim kollarıma. "Kötüyüm ulan!" diyin insanlara, "Mutsuzum!" diyin. "Neden?" diyenlere "Çünkü yıllarca yalan söyledim!" diyin.
    Utanmayın, ağlayın özgürce, göz yaşlarınızı insanların gözüne sokarcasına ağlayın. Bağıra bağıra söyleyin karamsar müziklerinizi, başınızı yastığa gömmeyin, hıçkırıklarınızı suyun sesiyle bastırmayın, herkes duysun, herkes görsün, herkes kabullensin beni.
    Güvenin bana, tutun elimden, beraber inelim karanlığa. Beraber görelim Dünya'nın pisliklerini, beraber farkına varalım gerçeğin neler olduğunu, beraber ayıklayalım Mutsuzluk'u Mutluluk'tan. Karanlık nedir bilmeden Işık'ın anlamını bilemeyeciğinizi kabullenin. Beraber yürüyelim Karanlık'ın içinde, beraber tanımlayalım, beraber öğrenelim Karanlık'ı. Beraber hissedelim Mutluluk' a ulaşma Umut'unu, beraber yürüyelim yolun sonundaki Işık'a.
    Korkmayın, hep tutmayacağım sizi. Işığa ulaştığımızda hep ulaşmak istediğiniz, hayatınızı verdiğniz, "Neredesin ulan!" diye feryat figan ettiğiniz, uğruna beni tanımazdan, görmezden geldiğiniz, bana nankörlük ettiğiniz Mutluluk'un kollarına bırakacağım sizi.
    Tek bir isteğim var sizden, beni unutmayın, insanlara beni anlatın. Arada ziyaretime gelin, size göz yaşları ısmarlıyayım.
    Neyseniz o olmanız dileğiyle,
    Mutsuzluk.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi kazan.dibi -- 22 Aralık 2015; 2:48:40 >







  • Cok guzel yazmissin.Eline saglik.

    < Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >
  • as, okumadım

    < Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >
  • ÇBen bunu bi yerden hatırlıyorum

    < Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >
  • lalelim kullanıcısına yanıt
    Bunun devamını yazacağım. Önceden de paylaşmıştım sanırım, oradan hatırlıyor olabilirsin
  • Okudum

    < Bu ileti tablet sürüm kullanılarak atıldı >
  • quote:

    Orijinalden alıntı: ParadoxTR

    Bunun devamını yazacağım. Önceden de paylaşmıştım sanırım, oradan hatırlıyor olabilirsin

    yok başka bi yerde görmüştüm sanki

    (ç)alıntı yapmadığına emin misin?
  • quote:

    Orijinalden alıntı: Yaxis

    Cok guzel yazmissin.Eline saglik.

    teşekkürler dostum.
  • Selam ben mutsuzluk :(

    < Bu ileti tablet sürüm kullanılarak atıldı >
  • http://m.youtube.com/watch?v=lcQj8mVPWtU

    merhaba mutluluk sen de kimsin

    < Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >
  • Özür dilerim mutsuzluk seni kırdığım için.

    < Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >
  • lalelim kullanıcısına yanıt
    http://varmiyimyokmuyum.blogspot.com/2014/06/selam-ben-mutluluk.html ve imzama dikkat.
  • Zodiac Killer Z kullanıcısına yanıt
    o da gelecek
  • quote:

    Orijinalden alıntı: A.S.L.A.N

    Özür dilerim mutsuzluk seni kırdığım için.

    Ah ulan ah...
  • quote:

    Orijinalden alıntı: ParadoxTR

    quote:

    Orijinalden alıntı: A.S.L.A.N

    Özür dilerim mutsuzluk seni kırdığım için.

    Ah ulan ah...

    Ne oldu ? Özür diledim mutsuzluktan dediği gibi, şimdi öylesine mutluyum ki, mutsuzluktan tekrar özür dilemeliyim, çünkü nasıl bir şey olduğunu unuttum.
  • quote:

    Orijinalden alıntı: Yaxis

    Cok guzel yazmissin.Eline saglik.

    profil resmin mükemmel

    yazan arkadaş, güzel yazmışsın eline sağlık

    < Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >
  • quote:

    Orijinalden alıntı: A.S.L.A.N

    quote:

    Orijinalden alıntı: ParadoxTR

    quote:

    Orijinalden alıntı: A.S.L.A.N

    Özür dilerim mutsuzluk seni kırdığım için.

    Ah ulan ah...

    Ne oldu ? Özür diledim mutsuzluktan dediği gibi, şimdi öylesine mutluyum ki, mutsuzluktan tekrar özür dilemeliyim, çünkü nasıl bir şey olduğunu unuttum.

    Geç dalganı geç :D




  • Yazıyı okurken aklıma sen gelmedin değil.

    < Bu ileti mini sürüm kullanılarak atıldı >
  • slm mutluluk dişi misiniz
  • teşekkürler dostum.
  • 
Sayfa: 12345
Sayfaya Git
Git
sonraki
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.