Şimdi Ara

Bilim/Kültür Haberleri.... (40. sayfa)

Bu Konudaki Kullanıcılar:
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
808
Cevap
0
Favori
104.041
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: önceki 3738394041
Sayfaya Git
Git
sonraki
Giriş
Mesaj
  • paylaşımlarınızı şevkle okuyorum ama neden üst konudan düşürüldü anlamış değilim
  • quote:

    Orjinalden alıntı: Fahreddin

    Japonya öyle bir devlettir ki, 1945 Amerikan işgaline kadar, asla yabancı istilâsına uğramadı. Bu durumda dünyada çok az devlet bulunuyor. 1074’te kurulan Türkiye bile, 13. yüzyılın ikinci yarısında Moğol, 1402-3’te Çağatay (Timur) işgali gördü. 1919’da tekrar işgale maruz kaldık.
    Japonya 2000 yıldır, tâ 1945’e kadar asla işgal edilemedi. Tarihin yaşadığı en geniş imparatorluk olan Kubilay Han’ın (Cengiz’in torunudur) egemenliğinden yakayı sıyıran tek devlet Japonya’dır.
    Kubilay, 1274’te ve 7 yıl sonra 1281’de iki defa, dünyanın en dehşetli ordusunun güçlü birliklerini taşıyan iki donanmayı, Çin’den Japonya’ya yolladı. Her iki donanma da, Japonya’ya ulaşamadı. Dehşetli fırtınalara maruz kalıp mahvoldu. Japonya kurtuldu. Kubilay Han, Selçuklu Türkiyesi’nin de büyük hâkanı idi. Osmanlı devletinin kurucusu Osman Gazi’nin (beyliği 1281-1324), tâbi olduğu, bağlı bulunduğu en yüce hükümdardı. Şöyle: Osman Gazi, bir Selçuklu uç beyi idi. Kastamonu’daki Selçuklu uç beylerbeyisi Çobanoğulları’na bağlı idi. Çobanoğulları, Konya’daki Selçuklu Sultanı’na, Selçuklu Tebriz’deki İlhan’a, İlhan ise Pekin’deki Kubilay’ı metbû (bağlı bulunduğu hükümdar) sayıyordu. İlk İlhan olan ünlü Hulagu, Kubilay’ın 5 yaş küçük kardeşidir. Kubilay, 1294’te öldü.

    JAPONYA NERESİ?
    Japonya ile tarihî bağlantımız bu kadar. 3 kıt’ada her ülkeye uzanan Türkler, Japonya’ya adım atamadı. Başka kavimler ve devletler de Japon adalarına atlayamadı. Bu özellik, Japonya’nın bir adalar devleti olmasından doğuyor.
    Japonya, Uzak Doğu’nun kuzeye doğru kesiminde kuzeyden güneye uzanan 4 büyük ve pek çok küçük adadan oluşur. Pasifik de dediğimiz Büyük Okyanus’un en kuzey-batısıdır. Japonya ile Asya karası arasındaki Pasifik denizine Japon Denizi denir.
    İşte -daha Amerika ve Okyanusya kıt’alarının bilinmediği- Eski Dünya’da Kubilay’ın 64.000.000 (altmış dört milyon) kilometrekare tutan tarihin en geniş imparatorluğunun sınırları dışında kalmayı başaran tek Asya ülkesi Japonya’nın konumu budur.
    Japonya denen adalar ülkesi toplam 377.829 kilometrekaredir. Türkiye topraklarının yarısı eder. Bu topraklar verimli değildir. Ovalar ülkenin ancak sekizde biridir. Büyük akarsular yoktur. Tarım imkânı sınırlıdır. Önemli yeraltı zenginlikleri de yoktur.
    Böyle nankör bir coğrafyada, eski zamanlardan günümüze, yoğun nüfus birikmiştir. Hondo (Honşû) adası, Cava’dan sonra dünyanın en kalabalık adasıdır. Ünlü Fujiyama yanardağı (3778 metre), bu adada, Tokyo’nun eteklerindedir.

    NASIL BİR MİLLET?
    Japonya, ünlü Çin yıllıklarında ilk defa Milâd’dan sonra 57 yılında geçiyor. Daha öncesi için tarihî bir kayıt yoktur. Ama adaların yabancılara elverişli bulunmayan coğrafya konumu ile Japon adalarında daha Milâd’ın 950 yılında 4.416.000 ve 1200’de 5.700.000 nüfus birikmiştir. Büyük Britanya adasında nüfusun 2 milyona erişmediği çağlardır.
    Nüfus 1815’te 25, 1874’de 33, 1925’te 60, 1950’de 83, 1955’te 89, 2000 sayımında 127 milyona yükseldi. 2010 yılı için 128 milyon bekleniyor. Zira Japonlar, fazla nüfusun refahı engellediğini anlamışlar. Nüfus artışını durdurabilmek gibi bilhassa Asya’da çok müşkül bir problemin de üstesinden gelmişlerdir.
    Orijinal bir Türk, orijinal bir Çin, orijinal bir Hind, hattâ orijinal bir Amerikan Kızılderili uygarlığı olduğu halde, orijinal bir Japon kültürü yoktur. Orijinallik, Japon insanının karakterindedir. Bütün kültür unsurlarını bilhassa Milâd’dan sonra 7. yüzyıldan başlayarak Çin’den almıştır. Bu Çin Kültürünü 19. asrın sonlarına kadar geliştirmiş, 19. yüzyıl sonlarında inanılmaz bir sür’atle Avrupa uygarlığının bütün unsurlarını almıştır. Öyle olduğu halde Japon’luğuna, Japon orijinalliğine, diline ve önceki kültürüne halel getirmemiştir. Japonya, Uzak Doğu’da kalmış çok nüfuslu silik bir devletken,1867’de başladığı Batı uygarlığına girişindeki sür’at bütün Asya milletlerini şaşırttı. Japon imparatoru Mutso-Hinto (Meiji), 1867’de tahta geçip Türkiye’nin bazılarını yarım, bazılarını bir, birçoğunu asırlardan beri kullandığı yeni uygarlık alıntılarını başlattı. Japonya’da ilk demir yolu (29 km Tokyo- Yokohama hattı) 1872’de açıldı. Telgraf aynı yıllarda girdi. Türkiye’den 30-40 yıl sonra. Türkiye’de ilk anayasa 1876’da, Japonya’da 1889’da ilân edildi. Tarihin her çağında büyük devlet statüsünde olan Türkiye’ye mukabil Japonya’ya, bu satatüyü biribirlerine büyükelçi göndererek açıkça belli eden Büyük Devletler, ancak 1890’lı yıllarda Japonya’yı ve Birleşik Amerika’yı tanıdılar, Çin’i 1940’a kadar tanımadılar. Ama kapitülasyonları Türkiye 1914’te, Japonya’dan çeyrek asır sonra atabildi.
    Japon karakteri, Akdeniz milletlerinin karakterinden farklıdır. Uzak Doğu’da bile kendine has bir karakterdir. Japon, Batılı insanın (bu arada biz Türkler’in) abartı saydığımız disiplin anlayışına sahiptir. Tebessümü az bir ciddiyet içinde, yüksek ahlâklı olmaya çalışarak yaşar. Vazife aşkı ve çalışma yeteneği üstündür. Az eğlenir. Gazete, dergi, kitap okur, müzik dinler, Tv seyreder. Evinde oturmaktan hoşlanır. Bağırmaz. Kavga etmez. Sessizliği sever. Yabancıya karşı kapalı kutudur. Duygularını açıklamak ayıptır.

     Bilim/Kültür Haberleri....

    Japon İmparatoru Akihito ve İmparatoriçe Miçiko.

    İMPARATOR
    Japonya’da imparator, Güneş’in oğludur. 2000 yıllık tarihin en eski hanedanıdır. Aynı hanedan mensupları arasından evlenilir. Yabancı kan karışmamıştır (şimdi bu kural gevşetildi). İmaparatora ve hanedan üyelerine en küçük saygısızlık ve nezaketsizlik, en büyük vicdanî suçtur. Harakiri (kılıçla bağırsaklarını doğrayarak intihar) ile temizlenebilir.
    Korkaklık çok küçük görülür. Japon kanaatkârdır. Basit bir evde, az eşya ile yaşamayı sever. Dolar milyarderi Japon sanayicileri de böyle bir hayat yaşarlar. Saray hayatı, imparatora ve hanedan üyelerine mahsustur (Kâtib Çelebî de bizde Mîzânü’l- Hak adlı önemli tefekkür eserinde, halkın “padişahane yaşamak heves ve tutkusunun” devletin gerilemesi ve toplumun çöküntüye uğraması ile sonuçlanacağını yazmıştır). Japon dehası, disiplin, düşük ücret, seri üretim, ucuz satışla iki Cihan Savaşı arasında (1918-1945) refah sağladı.

     Bilim/Kültür Haberleri....

    Disiplinli hayatlarıyla dikkat çeken Japonlar, geleneklerini de yaşatıyorlar.

    GELENEKLERE BAĞLILIK
    Japonların kalkınıp çağdaş uygarlığa hızlı geçişindeki sırlardan biri, tek dil konuşan tek millet olmalarıdır. Dinî taassuptan da eser yoktur. Geleneklere sıkı bağlılık, dini aşırılıkların yerini almıştır. Semâvî dinlerde akıldan bile geçirilemeyen husus, Japonya’da basit bir uygulamadır: Bir kişi, iki dine mensup olabilir. İmaparator bile hem Budist, hem Japonların milli dininde yani Şintoist’tir. Bir ailenin fertleri ayrı ayrı dinlere bağlı olup aynı çatı altında yaşıyabilirler. Mûsevî, Hıristiyan, Müslüman toplumlarında bu mümkün değildir, ayrı mezhepler arasında kaynaşma bile çok zordur.

     Bilim/Kültür Haberleri....

    Ertuğrul Fırkateyni’nin battığı yer Koşimato’da toplanan Japonlar, folklor kıyafetlerimizi giyerek ve bayrağımızı taşıyarak sevgilerini gösterdiler.

    686 ÜNİVERSİTE

    Ancak 7’si resmî devlet üniversitesi olan yüksek öğretime 686 özel üniversite ve yüksek okul hâkimdir.
    Okuma yazma bilmeyenler daha yarım asır önce epeyce olduğu halde bugün yüzde 1’den azdır.
    Japon yazısı Çin’den alınmış işaret yazısıdır. Harf (alfabe) yazısı değildir. 4-5 yılda 500 kadar işaret öğrenilip okuma yazmaya geçilebilmektedir. Ciddi kitaplar için 2000 ilâ 5000 işaret bilmek gerekiyor. Japonya, buna rağmen, Latin alfabesine geçmedi. Japonya’da basın ve yayın, doğrusu çok ilkel yazı sistemine rağmen, inanılmaz derecede gelişmiştir. 124 gündelik gazetenin 174 milyon tirajı ile dünya birincisidir. Yomjuri Şimbun gazetesinin tirajı 11 milyon, Asahi Şimbun 9 milyondur, dünyanın 1. ve 2. yüksek tirajlı gündelik gazeteleridir. Japonlar okuyan bir millettir.
    Ancak Japon başarısı, dünyanın en pahalı, en yüksek teknolojisini temsil eden elektronik aletler, robotlar, uçaklar ve gemiler, dünyanın en hızlı trenleri gibi faktörlerle öne çıkmıştır. Taklitçi olarak başlayan sanayi, pahalı satış yapan en ileri ve ince, âdetâ geleceğe dönük teknoloji ile taçlanmıştır.

    BİZ VE JAPONLAR

    Türkiye NEDEN Japonya olamadı?
    Tek millet olması, hiçbir devletle sınırları bulunmayan, istilâdan masûn ada devleti olması, ideal ve en gelişmiş demokrasiyi, bütün geleneklerini koruyan bir monarşi içinde yürütebilmesi, hâsılı Asya’nın İngiltere’si olması bakımından Japonya. Batı uygarlık düzeyine ilk erişen Asya devleti oldu.
    Türkiye bunu yapamadı. Zira imparatorluğumuz çok geniş ülkelere yayılıyordu. İmpatorluğumuzu yöneten egemen millet Türkler azınlıktı. Sürekli savaş sınırlarımızı korumak gayreti içinde yaşadık. Çok akılsız ellere düşüp 1876 darbesinden, 1877’de 93 savaşından, 1912’de Balkan Savaşından, 1914’te Cihan Savaşı’ndan uzak kalamadık.
    Japonya’da imparator Güneşin (yani Tanrı’nın) Oğlu’dur. Bizde hâkan ise ancak Allah’ın Yeryüzündeki Gölgesi’dir (Zıllullâhi fil’-Ard). İkisinin otoriteleri arasındaki fark hemen hemen güneşle gölgesi arasındaki farktır. Mikado’nun ağzından çıkan emir kutsaldır ve yerine getirmek için ölmekte tereddüt eden Japon yoktur. Bizde inkılâpçı hâkan-halîfeler öldürülmüş, devrilmiştir. Mutsu, Nito, Japon yeniçerileri olan Samuray denen profesyonel savaşçıları, şogun yönetiminin derebeylerini, İkinci Mahmud’dan yarım asır sonra ortadan kaldırdığı halde Türkiye, Japonya gibi çağdaş uygarlığı ve çağdaş demokrasiyi yakalayamadı.
    İkinci Abdülhamîd ile başlayan ve Abdullah Gül’le bugün devam eden Türkiye, Japonya ilişkileri, daha pek çok geliştirilmeye lâyıktır.

     Bilim/Kültür Haberleri....



    JAPONYA’NIN SEMBOLÜ FUJİYAMA YANARDAĞI

    Tokyo’nun eteklerinde bulunan ve “Tükenmez Hayat” anlamına gelen ünlü Fujiyama Yanardağı, 3.778 metre yüksekliği ile Japon takımadalarının en yüksek dağıdır. Sönmüş bir volkan olan Fuji, heybetli görünümüyle ülkenin önemli sembolleri arasında yer almaktadır.

    Yılmaz ÖZTUNA




    Kaynak

  • ══════════════════════════════════════════
    Şehirlerimiz ve İsimlerinin Anlamları
    ══════════════════════════════════════════


    Trabzon

    “Trapezus” sözcüğünden gelir. Anlamı dörtköşe’dir.

    Tunceli

    Burada bazı maden yataklarının bulunmasından dolayı şehre Tunceli adı verilmiştir. Yani tunçülkesi demektir.

    Sakarya

    Adını sınırları içinden geçen Sakarya nehrinden alır

    Samsun

    Eski adı “Amisos”dur. Samsun ismi bu kelimenin halk arasından değiştirilmesidir.

    Sivas

    Adının nereden geldiği konusunda her hangi bir kayda rastlanmamıştır.

    Siirt

    Siirt adının Keldani aslından geldiği ve şehir anlamına geldiği söylenir. Diğer bir ravayete göre ise Sert kelimesinin bozulmuş şeklidir.

    Rize

    Kafkas kökenli bir kelime olduğu sanılmaktadır.

    Ordu

    Eski adı “Kotyora”dır. Halk tarafından bu isim değişikliğe uğramıştır.

    Niğde

    İlkçağda bölgede Nagdoslular adlı bir kavim yaşadığından bu şehre isimlerini vermişler. Arap kaynakları şehre “Nekide veya Nikde” demişlerdir. Halk ise şehre Niğde adını vermiştir.

    Nevşehir

    Onsekizinci yüzyıla kadar şehir bir köydü ve adı “Muşkara” idi. Daha sonra Nevşehirli Damat İbrahim Paşa köyünü geliştirdi ve yeni şehir anlamında Nevşehir adını verdi.

    Malatya

    Hititler döneminde buranın adı “Meliddu”dur. Halk tarafından Malatya olarak değişmiştir.

    Manisa

    Yunanca Magnesya’dan gelmiştir. Türkler burayı alınca Manisa olarak şehrin ismini değiştirdiler.

    Mardin

    Mardin adı Süryanice’de Marde’den geldiği rivayet edilir. Romalılar “Maride” Araplar ise “Mardin” adını vermişlerdir. Diğer bir rivayet göre ise FORUM KURALLARINA GÖRE SİYASET YASAKTIRçedeki Mer-din yani erkek, yiğit -görmek kelimesinden geldiği söylenmiştir.

    Muğla

    Eski adı “Mobolla”‘dır. Türkler buraya daha sonra Muğla demişlerdir.

    Muş

    Bir rivayete göre süryanice’deki suyu bol anlamına glene Muşa’dan diğer bir rivayete göre ise Şehrin kurucusu “Muşet’den gelmiştir

    Karaman

    İlk ismi Laranda’dır. Selçuklu ve Osmanlılarda ki ismi Larende idi. Karamanoğullarının başkenti olduğundan buraya daha sonra Karaman adı verildi.

    Kahramanmaraş

    Asıl adı Markasi’dir. Halk dilinde Maraş olarak değişmiştir. Kurtuluş savaşında Fransızlara karşı şehirlerini kahramanca savunduklarından meclis tarafından ll Şubat 1922′de kahraman ünvanı verildi.

    Kars

    MÖ: 130-127 yılında buraya yerleşen Karsak oymağından dolayı şehre kars adı verilmiştir. Kars kelimesinin anlamı ise deve ya da koyun yününden yapılan elbise veya şal kuşağı anlamına gelir.

    Kastamonu

    Şehrin eski adı “Tumana”dır. Buraya daha sonra Gas-Gas isimli bir kavim yerleşti. İşte Kastamonu Gas ve Tuman’ın birleşmesinden meydana gelmiştir.

    Kayseri

    Romalılar Mazaka adlı şehri alınca buraya Kaysarea adını verdiler. Yani İmparator şehri anlamına gelir. Daha sonra Kayseri olarak halk arasında yayıldı

    Kırşehir

    Kır ve Şehir kelimesinin birleşmesinden oluşmuştur.

    Kocaeli

    Orhan gazi döneminde bu bölgeyi feth eden Akçakoca isimli komutandan dolayı buraya Kocaeli denildi.

    Konya

    İsa’dan önce 47-50 ve 53 yıllarında Hıristiyan azizlerinden St. Paul burayı ziyaret etti ve şehir önemli bir dinsel merkez olarak gelişti. Bu nedenle Hıristiyanlar ona, “İsa’nın tasviri” anlamına gelen “ikonyum” adını verdiler. Abbasiler burayı alınca “Kuniye’ye” çevirdiler. Türkler bu ismi Konya olarak değiştirdi.

    Kütahya

    Frigler buraya “Katyasiyum veya Katiation” adını vermişlerdir. Daha sonra yöre halkı buraya Kütahya demiştir

    İstanbul

    MÖ. 658 yılında Megara kralı Byzas tarafından kurulduğundan bu şehre kurucusundan dolayı Bizantion adı verilmiştir.
    Roma imparatoro Marcus Avrelius döneminde imparatorun manevi babasının adıyla “Antion” olarak anıldı.
    Bizans İmparatoru Konstantin bu şehri yeniden kurunca buraya kendi adını verdi. Şehre “Konstantin veya Konstanpolis” adı verildi. Araplar “Kostantiniye, Romalılar Konstantinopolis” demişlerdir. Daha sonra bu ismin kısaltılmış şekli olan “Stin-polis” deyimi kullanıldı. İşte İstanbul bu “Stin-Polis” şehrinden türetildi.
    Türkler burayı alınca Müslüman şehir anlamında “İslambol” adını verdiler. Fakat daha sonra İstanbul olarak değiştirildi.

    İzmir

    Şehrin asıl adı “Smyrna”dır. İzmir kelimesi smyrna’nın halk arasındaki kullanış şeklidir. Homeros destanlarında bu kent ismini Kıbrıs Kralı Kinyras’ın kızı Smyra’dan alır ve tanrıça Artemis İzmirli’dir. Kimi kaynaklara göre de, İzmir şehrini ilk kuran Hititler değil, Amazonlar’dır. (Hititler de buraya Navlühun adını vermişlerdir.

    Gaziantep

    Şehrin eski adı Ayıntab’dır. Kelime anlamı, pınarın gözü demektir. Halk bunu Antep olarak değiştirmiştir. Halk Kurtuluş savaşında Fransızlara karşı başarılı bir savaş verince 6 Şubat 1921′de çıkartılan bir yasayla Gazi ünvanı verildi.

    Gümüşhane

    Burada daha önceleri gümüş madenleri olduğundan, bu şehre Gümüşhane denilmiştir

    Edirne

    Romalılar döneminde imparator Hadrianus tarafından kurulduğu için şehir “Hadrianopolis” dını alır. Hadrianus’un şehri anlamına gelen bu sözcük, sonradan değşimlere uğrayarak Edirne halini aldı.

    Elazığ

    1834 yılında Mezra denilen yerde kuruldu.1862 yılında buraya o sıradaki padişah Abdülaziz’in onuruna “Mamuretülaziz” adı verildi. Bu ismi uzun bulan halk onu Elaziz olarak kısalttı. 1937 yılında Elazığ’a çevrildi.

    Erzincan

    Erzincan ovasından adını alır. Ezirgan diye halk tarafından söylenir. Buranın eski adı Eriza’dır.

    Erzurum

    Ardı Rum kelimesinden gelir. Yani Rum toprağı demektir. Diğer bir rivayete göre de Selçuklular buraya Erzen-Rum demişlerdir. Erzen darı demektir. Şehir o zamanlar bir tahıl ambarı olarak kullanılmıştır.

    Eskişehir

    Eski adı Doylaion’dur. 1080 yılında Türkler burayı ele geçirdi. 1175 yılında burasını Bizans geri aldı. Kılıçarslan bu şehri daha sonra geri alınca, ona “Bizim eski Şehrimiz” anlamına gelen Eski Şehir adını verdi.

    Diyarbakır

    Bakır ülkesi anlamına gelmektedir. Bu ismin kaynağı Diyar-ı Bekir’dir. Bekir’in memleketi anlamına gelir. Bunun nedeni de Bekir b. Va’il adlı Arap göçebe boyunun buraya yrleşmiş olmasından kaynaklanır. Diyarbakır’ın eski adı Amid veya Amed’dir. Gelen veya bizim anlamına gelir. Dede Korkut kitabında Amid’e Hamid de denilmiştir.

    Denizli

    Deniz-ili kelimelerinin birleşmesinden oluşmuştur. İl eski Türkçe’de ülke, memleket anlamına gelir. Yani deniz memleketi denilir.Bir diğer rivayete göre de kelimenin aslı domuz-ili’dir. Bu da bölgede domuz çokluğundan kaynaklanmaktadır.

    Çanakkale

    Marmara ve Ege denizlerini birleştiren Boğaz’daki şehir ve kasabaların en büyüğü ve il merkezidir. Boğazın doğu kıyısında ve en dar yerinde kurulmuştur. Burada denizini şekli tıpkı bir çanağı andırır. Bugünkü ismini buradan alır.

    Çankırı

    İlkçağda “Gangra” kalesinin eteğinde kuruldu. İsmini Gangra kalesinden alan Çankırı’ya yakın zamana kadar Çangırı ve Çenğiri deniliyordu.

    Çorum

    Rivayete göre Çoğurum kelimesinden türetilmiştir. Bu da bölgede zamanında Rumların çoğunluğu oluşturmasından kaynaklanmaktadır.

    Bursa

    Eski çağlardaki Bitinya bölgesinin başkentidir. Buraya kurucusu Bitinya kralı Prusias’ın adı verildi. (MÖ:ll.yüzyıl)

    Burdur

    Eski adı Askaniya’dır. İsmini yanında kurulmuş olduğu Burdur gölünden alır.

    Bolu

    Önceleri Bithynion Romalılar döneminde ise Claudiopolis adı verildi. Türkler burayı alınca Claudiopolis sözcüğünü kısaltıp sadece polis dediler. Daha sonra bu da halk dilinde değişerek Bolu oldu.

    Bitlis

    Kimi tarihçilere göre, “Bageş” ya da “Pagiş” sözcüklerinden türemiştir. Kimilerine göre de Büyük İskender’in komutanı “Lis” ya da “Badlis” burada bir kale kurmuş. Bitlis sözcüğü bu komutanın isminden kaynaklanıyormuş.

    Bingöl

    Buradaki bir çok göllerden dolayı bu isim kendisine verildi.

    Bilecik

    Bizanslılar döneminde burada Bilekoma adlı bir kale vardı. Osman bey burayı alınca bu adı Bilecik olarak adını verdi.

    Bayburt

    Eldeki kaynaklara göre kasabanın ortaçağdaki adı “Paypert” ya da “Pepert” idi. Bayburt adı buradan gelmektedir.

    Balıkesir

    Şehrin adının eski hisar anlamına gelen Paleokastio’dan türediği sanılmaktadır. Halk arasında dolaşan bir söylentiye göre de balı çok anlamına gelir. Çünkü Kesir Arapça’da çok anlamına gelmektedir

    Ağrı

    İsmi sınırları içindeki “Ararat” dağından alır. Çok eski çağlarda yeryüzü korkunç bir su baskınınına uğradı.(Nuh Tufanı) Nuh peygamber bütün canılardan bir çifti alarak bir gemiye bindirdi. Gemi Cudi (İslam kaynaklarına göre) (Hristiyan kaynaklarına göre de Ararat - Ağrı) dağına kondu. Ararat, önce aran sonra da Ağrı adını aldı.

    Aksaray

    Selçuklu Sultanı İzzettin Kılıçarslan, şehirde cami, medrese, kümbetler ve büyük ve beyaz bir saray yaptırdı. Şelir “Aksaray” adını işte bu beyaz saraydan aldı.

    Amasya

    Amasya şehrini tarihçi Strabon’a göre Amazon karalı Amasis kurdu ve ona Amasis kenti anlamına gelen “Amasesia” ismini verdi.

    Aydın

    İlk olarak Argoslar tarafından kuruldu. Anadolu beylerinden Aydınoğlu Mehmet bey’den aldı. Aydın, Mehmet beyin babasının ismidir.

    Artvin
    İskitler tarafından kuruldu. Artvin sözü iskitçe’dir.

    Antalya

    MÖ ll.ci yüzyılda Bergama karalı Attalos ll tarafından kuruldu. Şehir önceleri ismini kurucusundan aldı ve Attaleia adıyla anıldı. Daha sonra bu isim Adalia, Antalia ve en son Antalya şekline dönüştü.

    Ankara

    İslam kaynaklarında Ankara’nın adı Enguru olarak geçer. Kimilerine göre Ankara sözü Farsça “Üzüm” anlamına gelen Engür’den, ya da Yunanca’da Koruk anlamına gelen”Aguirada’dan türemiştir.
    Bazılarına Hint-Avrupa dillerindeki “Eğmek” anlamına gelen Ank ya da Sankskritçe de; “Kıvrıntı”,, anlamına gelen ankaba’dan veya Latince’den çengel anlamına gelen uncus’dan türediği ileri sürülmektedir. Frig dilinde Ank “engebeli, karışık arazi anlamına gelir.” Şehrin diğer isimleri; Ankyra, Ankura, Ankuria, Angur, Engürlü, Engürüye, Angare, Angera, Ancora, Ancora ve son olarak Ankara şeklini almıştır.

    Antakya

    MÖ 300 yıllarında Makedonya Kralı Seleukoz bu yörede Antakya’yı kurdu ve şehre babasının ismi olan Antiokhia adını verdi. Zamanla büyüyen kent, başkent halini aldı.

    Afyonkarasihar

    Afyon türkülerinde sık sık “Hisar” sözcüğü geçer. “Hisarın bedenleri çevirin gidenleri” Bu hisar sözcüğünün Afyon türkülerinde sık sık yinelenmesi nedensiz değildir. Eski adı Akroenos olan şehri Selçuklular uzun süren bir kuşatmadan sonra ele geçirdiler. “Hisar” kuşatma anlamına gelir. Acılarla elde edilen yere “Karahisar” dediler ve orada, kara taşlardan bir kale kurdular. Onaltıncı yüzyılda bölgede afyon yetiştirlmeye başlayınca, Karahisar’ın başına bir de Afyon eklendi ve şehir “Afyonkarahisar” adını aldı.

    Adapazarı
    Bu ilimize Adapazarlılar kasaca Ada der. Çünkü Sakarya ve Çark suyu arasında yer alan şehir, tıpkı bir adayı andırır. “Pazar sözüne gelince: Burası onyedinci yüzyılda yörenin Pazar yeriydi. İşte, Adapazarı bu iki sözcüğün “Ada” ve “Pazar” sözcüklerinin birleşmesinden oluştu. Adapazarı, Sakarya ilimizin merkezidir


  • ══════════════════════════════════════════
    Bilinç kayıplı sıcak çarpmasında su vermeyin
    ══════════════════════════════════════════


    Sıcak çarpması halinde hastanın öncelikle sıcak ortamdan uzaklaştırılması, yatırılarak veya oturtularak dinlendirilmesi gerektiği ifade edilerek bilinci yerinde olmayan, yarı baygın veya nöbet geçiren hastaya ağızdan sıvı verilmemesi gerektiği vurgulandı.

     Bilim/Kültür Haberleri....


    2Avrupa Acil Tıp Birliği Başkan Vekili Uz. Dr. Ülkümen Rodoplu, sıcak çarpması tablosunda gerçek vücut ısısının 41 dereceyi aştığını, böyle durumlarda ilk yardımın çok önemli olduğunu söyledi.

    Uz. Dr. Ülkümen Rodoplu, aşırı sıcak hava ve yüksek nem oranının yaşlılar, bebekler, hamileler, kalp ve damar ile şeker hastaları, şişmanlar ve bazı cilt hastalığı olanları daha kolay etkilendiğini belirtti.

    Ülkümen Rodoplu, önümüzdeki günlerde çöl sıcaklarının beklendiği Türkiye’de, önemli sağlık sorunlarının yaşanabileceğini ifade etti.

    Türkiye’de 65 yaşının üzerindeki kişilerde aşırı sıcak nedeniyle her bir milyon kişiden 5’inin öldüğünü, bu oranın 5-44 yaş arasında milyonda 1’den daha az olduğunu anlatan Rodoplu, şöyle devam etti:
    “Sıcak çarpmasında, sıvı kayıpları, yerine konulamadığında özellikle yaşlılarda ve bebeklerde ölüme yol açabilir. Sıcaklarda şişmanlar, kalp ve damar hastaları, yanık, egzema, sedef, ter bezi bozuklukları bulunanlar, hareketsiz kalanlar, alkolikler ve uzun süre ısıya maruz kalan sporcular, nöbetçi askerler, madenciler ve itfaiyeciler risk altındadır. Sıcak çarpması tablosunda, gerçek vücut sıcaklığı 41 dereceyi aşar. Bu durumda santral sinir sistemi bozukluğu ve terleyememe görülür. Dolayısıyla, asıl sorun terleyemediğimizde başlar.”

    İLK YARDIM ÖNEMLİ
    Dr. Rodoplu, bu durumda ilk yardımın önem taşıdığını söyledi.

    Hastanın öncelikle sıcak ortamdan uzaklaştırılması, yatırılarak veya oturtularak dinlendirilmesi gerektiğini ifade eden Dr. Rodoplu, sözlerini şöyle sürdürdü:
    “Sıcak çarpması olan hasta için derhal serinletici önlemler alınmalıdır. Öncelikle giysilerin çıkarılıp, hastanın esintili ve serin bir yere alınması çok önemlidir. Bilinci yerinde değilse, yarı baygın veya nöbet geçiriyorsa kesinlikle ağzından sıvı vermeyin. Bilinci yerindeyse sıvı verin. Su ve ayran en doğru seçenektir. 30 dakika içinde iyileşme görülmezse, bilinci bulanıklaşırsa ve vücut ısısı düşmezse, 112’yi arayarak hastayı en kısa sürede hastaneye ulaştırın.”







    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Ömer -- 29 Haziran 2008; 17:52:57 >
  • Müslümanlara Olimpiyat rehberi

    43 dilde yayın yapan Çin Uluslararası Radyosu (CRI), Pekin Olimpiyat Oyunları'na gelen yabancı Müslümanların ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla internet sitesinde “Müslümanlar İçin Olimpiyat Rehberi” köşesi açtı.


    Çin'deki internet sitelerinde yabancı Müslümanlar'a hizmet etme amacıyla açılan ilk köşe olma özelliğini taşıyan “Müslümanlar İçin Olimpiyat Rehberi”, CRI-Online'ın Türkçe, Endonezca, Malayca, Arapça, Farsça, Hausa ve Puştu sitelerinde yer alacak. Resim, tanıtım yazısı ve haritalardan oluşan köşede, Pekin'deki olimpiyat tesisleri, camiler ve Müslüman lokantalarının tanıtımlarının yanı sıra alışveriş ve ulaşım bilgileri bulunuyor. Ayrıca soru yanıt bölümü aracılığıyla izleyicilerin her türlü sorusuna cevap verilecek. Söz konusu rehbere,http://turkish.cri.cn/muslim adresinden ulaşılabilinecek.

    Hui milliyetinden bir Müslüman olan Çin Uluslararası Radyosu Genel Yayın Yönetmen Yardımcısı Ma Veygong, köşesinin açılmasının yabancı Müslümanlar'ın Pekin'de rahat günler geçirmelerinin yanı sıra Pekin'deki Müslümanların yaşamı ile Çin'in din politikasını yakından tanımalarını da sağlayacağını söyledi.
  • Köstebeklerin neden göremediği anlaşıldı


    İskoçyalı bir araştırma grubu, köstebeklerin düşük görüş yeteneklerinin nedeni olan genetik sebebi keşfetti.

    Aberdeen Üniversitesi araştırmacılarından J. Martin Collinson, köstebeklerin görüş yeteneklerini kısıtlayan genetik nedenin göz merceği lenflerinin eksik gelişimi olduğunu belirtti.

     Bilim/Kültür Haberleri....


    Yer altında yaşayan hayvanların göz mercekleri üzerinde yapılan ilk moleküler çalışma olduğu belirtilen araştırmanın sonucuna göre, böcekle beslenen yaratığın göz lenslerinin temel gelişiminde oluşan bir kusur yüzünden köstebeklerin göz mercekleri gelişirken birbirleriyle bağlanmamış epiteller ve organize olamamış, olgunlaşmamış, lif hücreleri oluşuyor.

    Araştırmanın sonucu, köstebeklerin kör olması sonradan oluşan bir etkenden dolayı değil normal olarak başlayan mercek lifleri gelişiminin devam etmesi üzerine gerçekleşiyor.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi beylerbeyi01 -- 23 Ekim 2008; 11:00:47 >
  • ══════════════════════════════
    13 yaşında baba oldu
    ══════════════════════════════

    İngiliz Sun gazetesine konuşan çocuk-baba Alfie Patten, kendisinden üç yaş büyük kız arkadaşı Chantelle Steadman’ın hamile olduğunu öğrendiklerinde hem şaşırdıklarını, hem de üzüldüklerini, ancak kürtaj yaptırmamaya karar verdiklerini söyledi.
     Bilim/Kültür Haberleri....


    “Bir bebeğe sahip olmanın iyi olacağını düşündüm. Bunu nasıl karşılayacağımız üzerinde ise hiç düşünmedim. Gerçekten cep harçlığım bile yok. Babam bana bazen 10 sterlin verir” diyen Alfie Patten, baba olmanın nasıl bir şey olacağını bilmediğini, bebeğin bakımını üstleneceğini kaydetti.

    Alfie’nin babası 45 yaşındaki Dennis Patten ise oğlunun durumun anormalliğini henüz idrak edemediğini, bir bebek sahibi olmakla ilgili olarak tek bildiği şeyin anne ve babasının kendisine yardım edeceği olduğunu söyledi.

    Küçük anne de gazeteye yaptığı açıklamada, erkek arkadaşıyla doktora gidip hamile olduğunu öğrendiğinde ağlamaya başladığını ve ne yapacağını bilmediğini ifade ederek, “Hamile olduğunuzu öğrendiğinizde, tek düşündüğünüz şey ailenizin sizi öldüreceği oluyor” dedi.

     Bilim/Kültür Haberleri....


    Chantelle Steadman’ın Eastbourne’deki evinde bir odayı paylaşmalarına izin verilen çiftin, hamileliğin 12. haftasında durumu fark ettikleri ve 6 hafta boyunca gebeliği ailelerinden gizledikleri belirtildi.

    Maisie adı verilen bebeğiyle birlikte dün hastaneden taburcu edilen, 5 kardeş sahibi Chantelle’in annesi ve 43 yaşındaki babasının işsiz olduğu ve kirada oturdukları kaydedildi.


  • ══════════════════════════════
    Gençler İnternet’te ne yapıyor?
    ══════════════════════════════

    İngiliz gençlerinin, haftanın ortalama 31 saatini internette geçirdiği belirlendi.
     Bilim/Kültür Haberleri....


    Ailelere bazı internet sitelerine erişimi engellemeleri için yazılım çözümleri sunan CyberSentinel‘in 13-19 yaş aralığındaki 1000 gencin katılımıyla yaptığı araştırma, gençlerin haftada yaklaşık iki saati erotik sitelerde ve iki saati YouTube ve sohbet odalarında geçirdiğini, üç buçuk saati ise Windows Live Messenger’da arkadaşlarıyla sohbete ayırdığını ortaya koydu.

    Sonuçları Daily Telegraph gazetesinde yayımlanan araştırmaya göre, gençler internette bir saati meme büyütme ve implantasyon gibi estetik ameliyatla ilgili bilgilerin yer aldığı sitelerde, bir buçuk saati gebelik ve aile planlamasıyla ilgili sitelerde ve bir saat 35 dakikayı diyet ve kilo vermeyle ilgili sitelerde geçiriyor.

    Her dört gençten birinin internette yabancılarla düzenli olarak konuştuğunu ve her üç gençten birinin aileden birinin odasına girmesi durumunda internette baktığını gizlemeye çalıştığını kabul ettiği belirtildi.

    Gençlerin, haftada en az üç saati de ödevleri için İnternette araştırmaya yapmaya ayırdıkları kaydedildi.




    Peki ya siz ne yapıyorsunuz?
  • ══════════════════════════════
    Kalbin tarihi
    ══════════════════════════════

    Kalbin, sevgi, merhamet, cesaret, gurur, ızdırap, hayal kırıklığı, hayat, ölüm gibi duygularla ilişkilendirilmiş olduğu ilk yazılı belgelere Sümer-Babil kültüründe ratlanıyor. Eski Yunan’da da (M.Ö. 700-200) ruhun kalbin içinde yerleştiğine inanılıyordu.

     Bilim/Kültür Haberleri....


    İnsan kalbinin mağara resimlerinde ve Mısır kültürüne ait papirüslerde bile günümüzdeki kalp figürüne benzer şekilde resmedilmesinin şaşkınlık verici olduğunu ifade eden Acıbadem Bakırköy Hastanesi Kalp Damar Cerrahisi Bölüm Başkanı Prof. Dr. Tayyar Sarıoğlu, aşıkların sevgisini barındırdığına inanılan ‘kalbin’ izini sürdü.

    Bebek Altı Haftalıkken Kalbi Atmaya Başlıyor
    Kalp, vücudumuz oluşurken anne karnında harekete geçen ilk organımızdır. Bebeğin kalbi anne karnında, altıncı haftadan itibaren atmaya başlar. Diğer organlar, kalp ve damar sistemi etrafında şekillenmeye devam eder. Koşma veya tırmanma gibi daha fazla fiziksel efor gerektiren durumlarda, kalbimizin daha kuvvetli ve daha hızlı attığını hissederiz. Böyle fiziksel ve ruhsal durum değişikliklerinde çalışmasında belirgin farklılıklar hissettiğimiz bir organ olarak kalp, hayatın ve canlılığın kaynağı olarak görülmüş, muhtemelen bu nedenle de ruhun kalbe yerleştiğine inanılmıştır.

    Kalbin Sembolü, Tüm Kültürlerde Aynıydı
    Tüm insanlık tarihi boyunca kalp, mucizevi bir organ olarak algılanmıştır. Kalp, yeryüzündeki tüm kültür ve medeniyetlerde hayatın ve canlılığın kaynağı olduğu kadar sevgi, dostluk, merhamet, vicdan, yardımseverlik, fedakarlık, vefa, birlik-beraberlik, güven ve cesaretin simgesi olarak kabul edilmiştir. Bu duygu ve düşüncelerin kalp figürü ile ifade edildiğini ve be şekilde sembolleştiğini görüyoruz. İnsan vücudunda başka hiçbir organa yüklenmeyen bu yüce anlamlar ile kalp arasındaki ilişki nereden kaynaklanmaktadır?

    Kalbin Şeklini Mağara Duvarlarına Çizdiler
    İnsanlığın ilk ataları olarak kabul edilen ve son buzul çağından önce (M.Ö. 10000-8000) yaşamış olan Cro-Magnonlar için kalp, yaşamın ve canlılığın devamını sağlayan en önemli organdı. Cro-Magnonlardan kalan Güney Fransa’daki mağara duvarlarındaki resimlerde bu düşünceyi destekleyen ve günümüzdekine çok benzer kalp figürlerinin bulunmuş olması çok ilgi çekicidir. Avcılıkla geçinen bu ilk insanların, avladıkları hayvanların kalp atışlarının durmasıyla öldüklerini ve kalplerinin atmaya devam ettiği sürece de canlı kaldıklarını gözlemlemiş oldukları düşünülmektedir. Eski Çin ve Uzakdoğu medeniyetlerinde de kalbin ruhsal gücün ve aklın merkezi olduğu inanışı yaygındı. (M.Ö.3000-2000)

    Mısır’da Ölülerin Sadece Kalbi Vücutta Bırakılıyordu
    Tarihin daha sonraki dönemlerinde (M.Ö. 2500-1000), eski Mısır’da kalp ruhun ve vicdanın merkezi olarak kabul ediliyordu. Ölümden sonra kalp dışındaki tüm organlar çıkarılıp bir seramik kase içinde ölüyle birlikte gömülüyor, sadece kalp yerinde bırakılıyordu. İnanışa göre ölümden sonra kalp, adalet tanrısı Maat’ın huzurunda tartılıyordu. Eğer kalp Maat’ın tüyünden hafif gelirse, ölen kişi Osiris (yeraltı tanrısı ile) yaşamaya devam ediyordu. Aksi halde Ammut (şeytan) kalbi yiyor ve böylece o insanın ruhu yokluğa mahkum edilmiş oluyordu.

    Sümerliler Papirüse Kalbin Kan Pompaladığını Çizdi
    Kalbin, sevgi, merhamet, cesaret, gurur, ızdırap, hayal kırıklığı, hayat, ölüm gibi duygularla ilişkilendirilmiş olduğu ilk yazılı belgelere Sümer-Babil kültüründe ratlanıyor. Yarı tanrı Gılgamış Destanı’nda kalbin bu duygu ve düşüncelerle açıkça ilişkilendirildiği görülmektedir. (M.Ö.2100-2000) Tarihte ilk yazılı tıp belgesi olarak kabul edilen Ebers papirüsünde kalp ve nabız atışlarından, kalbin kan pompalama fonksiyonundan, vücudun her tarafına yayılmış bir damar ve dolaşım sisteminden bahsedilmiş olması şaşırtıcıdır. (M.Ö.1550)

    Hipokrat Ve Aristo’ya Göre Kalp: Düşüncenin Merkezi
    Eski Yunan’da (M.Ö. 700-200) ruhun, kalbin içinde yerleştiğine inanılıyordu. Kalbin kan pompalama fonksiyonun farkında olan Hipokrat ve Aristo, kalbin aynı zamanda duygu ve düşünce yeteneklerinin de merkezi olduğunu düşünüyorlardı.

    Kuzey Afrika’daki Silphium Bitkisi Günümüzdeki Kalp Sembolüne Çok Benziyordu
    Sevginin kalple ilişkisi konusunda en eski ve ilginç bulgulardan biri de antik çağlarda (M.Ö.7.yy) Kuzey Afrika’da bulunan Cyrene şehir devletinin hikayesinde saklıdır. Günümüzde Libya sınırları içinde kalan Cyrene şehri, civarında yetişen çok değerli Silphium bitkisiyle ünlüydü ve bu bitki nedeniyle dönemin en önemli ticaret merkezi haline gelmişti. Silphium, erkekler için çok güçlü bir afrodizyak etki gösterirken, kadınlar için kontraseptif (doğum kontolü) amacıyla kullanılıyordu. Bu özelliği nedeniyle silphium bitkisi o kadar değerliydi ki Cyrene paraları üzerinde Silphium tohumunun şekli resmedilmişti. Günümüzde de kullanılan kalp sembolüne çok benzeyen bu şeklin, kalp ile erotik sevgi arasındaki ilişkinin tarihsel köklerini oluşturduğu düşünülmektedir.

    Yunan Anforalarında Kalp-Zevk İlişkisi Resmedildi
    Eski bir Yunan anforası üzerinde (M.Ö: 500) şarap ve zevk tanrısı Dyanisos’un başındaki çelengin kalp şeklindeki yapraklarla oluşturulduğu görülür. Bu bulguda kalp ile zevk ve mutluluk arasında ilk çağlardan beri bir ilişki kurulduğunu göstermektedir. Antik Yunan düşüncesi Roma İmparatorluğu dönemimde de etkisini sürdürmüştür. Büyük Romalı otorite Ovid (M.Ö. 43-M.S.17) yaşamın devamı için en önemli organ olan kalbin yaralanmalarında ilaçların bir işe yaramayacağını söylemiştir.

    Klasik tıbbın büyük hekimi olarak kabul edilen Galen (M.S. 130-200) kalbi kan akışını düzenleyen yaşam ruhunun merkezi olarak tanımlamıştır. Galen’in, kalpteki kasılma (sistol) ve gevşeme (diyastol) fonksiyonlarından, karıncık ve kapakçıklardan atar ve toplardamarların farklı yapılarından söz etmiş olduğu ileri sürülmektedir. Galen’e göre ruhun 3 şekli vardı: Yaşam ruhu kalpte, hayvan ruhu beyinde (algılama ve hareket) ve doğal ruh (beslenme ve metabolizma) karaciğerde bulunuyordu.

    İlk Amerikan kültürlerinde de kalbe büyük önem atfedilmiştir. Antik Meksika medeniyetinde (M.S 100-900) bazı ruhsal güçlerin kalple ilişkili olduğu düşünülmüş ve bu güçlerin ölünceye kadar kalbi terk etmediklerine inanılmıştır.

    Üç Büyük Dine Göre Kalp, Sevgi Ve Merhameti Simgeliyor
    Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman teolojisinde kalbin aynı anlam ve kavramları sembolleştirdiği görülür. Her üç dinde de kalp sevgi, merhamet, hayırseverlik, derin bir anlayış gücü gibi ruhsal duygu, düşünce ve davranışlarla özdeşleştirilmiştir. Tevrat’ta Lev (kalp) den 190 defa bahsedilmektedir. Hıristiyanlık ve Müslümanlıkta kalp Tanrı sevgisinin yeri ve ebedi mutluluğun aracı olarak nitelendirilmiştir. Kuran’da düşünen kalpten bahsedilir (Sure 22, Ayet 46). Yine İslam mistisizminde (tasavvuf) kalp gözünden bahsedilir. Biyolojik göz dış dünyayı kalbin gözü (ruhsal göz, basiret) varlık ve olayların iç yüzünü, gerçek mahiyetini, görmeyi, anlamayı sağlar.

    Hıristiyanlıkta kutsal kalp kavramı vardır. 17.yy’da Azize Margaret Marie Alacoque rüyasında dikenli bir taçla çevrelenmiş, ışık saçan bir kalp görmüştür. Kutsal kalp olarak adlandırılan bu sembol Katolik kilisesi tarafından kabul edilmektedir. Sevgi ve yardım severliği temsil eden kutsal kalp aslında 17.yy.dan çok önce de Hıristiyan ikonalarında Hz. İsa’nın kalbini temsil etmek için kullanılıyordu.

    Bugünkü sevgililer günü kartlarında görülen kalp sembolü ortaçağda 1400’lü yıllardan sonra popüler olmaya başlamıştır.1400’lerden kalma “Kalbin Sunuluşu” isimli Fransız duvar halısında erkeklerin aşık oldukları kadınlara bağlılık ve adanmışlıklarını kalplerini sunarak gösterdikleri tasvir edilmektedir.

    Tarih boyunca güven ve itimadın simgesi olan kalp sembolü günümüzde de aynı amaçla kullanılmaya devam ediliyor...


  •  Bilim/Kültür Haberleri....


    İSTİKLÂL MARŞI

    Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
    Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
    O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
    O benimdir, o benim milletimindir ancak.

    Çatma, kurban olayım çehreni ey nazlı hilal!
    Kahraman ırkıma bir gül! ne bu şiddet bu celal?
    Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal,
    Hakkıdır, Hak'ka tapan, milletimin istiklal!

    Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
    Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım;
    Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım;
    Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

    Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
    Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
    Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar.
    "Medeniyet!" dediğin tek dişi kalmış canavar?

    Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın!
    Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın.
    Doğacaktır sana vaadettiği günler Hak'kın;
    Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

    Bastığın yerleri "toprak" diyerek geçme, tanı!
    Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
    Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır atanı;
    Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı.

    Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
    Şüheda fışkıracak, toprağı sıksan şüheda!
    Canı, cananı, bütün varımı alsın da Hüda,
    Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.

    Ruhumun senden ilahi, şudur ancak emeli;
    Değmesin mabedimin göğsüne na-mahrem eli!
    Bu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli,
    Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli

    O zaman vecdile bin secde eder varsa taşım;
    Her cerihamdan, ilahi, boşanıp kanlı yaşım,
    Fışkırır ruh-i mücerret gibi yerden naşım;
    O zaman yükselerek arşa değer belki başım!

    Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal;
    Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal!
    Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal.
    Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet;
    Hakkıdır, Hak'ka tapan milletimin istiklal!


    MEHMET AKİF ERSOY




     Bilim/Kültür Haberleri....

    İSTİKLAL MARŞI NASIL MİLLİ MARŞ OLARAK KABUL EDİLDİ?


    1 Mart 1921 tarihinde Meclis'te ilk defa okunan İstiklal Marşı, okunmasından 11 gün sonra 12 Mart 1921'de TBMM'de Milli Marş olarak kabul edilir.

    İstiklal Marşı'nın Milli Marş olarak kabulünün 86. yıldönümü kutlanırken, bu şiiri 12 Mart 1921'de Milli Marş olarak kabul eden TBMM, Kurtuluş Savaşı'nın yoğun dönemlerinde belli bir süre de Milli Marş'ı belirlemek için çalışır. Milli Marş'ın kabulü Kurtuluş Savaşımızla aynı orantıda gelişmiş Kurtuluş Savaşı'nda kazanılan başarıların ardından, sıra bu milli heyecanı ifade edecek Milli Marş'a gelmiştir. Bu konuda Maarif Vekaletince (Eğitim Bakanlığı) açılan yarışmaya 724 eser katılır ve gelen eserlerden hiçbiri milli heyecanı yansıtmakta yeterli bulunmaz. Daha önce ödül olduğu için yarışmaya katılmayan Akif ödül almayacağı konusunda ikna edilince o günlerde yalnız oturduğu Tacettin Dergahı'nda yarışmanın bitimine 48 saat kala İstiklal Marşı'nı yazar.

    İSTİKLAL MARŞI İLK DEFA TBMM'DE OKUNUYOR…

    1 Mart 1921 günü tarihi günlerinden birini yaşayan TBMM Gazi Mustafa Kemal Atatürk başkanlığında toplanır. Gazi, açış konuşmasında alkışlar eşliğinde İstiklal Mücadelesi'nde gelinen noktayı değerlendirir. Gazi'nin Meclis'i duygu ve heyecana boğan konuşmasının ardından ilk defa 'Paşa' rütbesiyle Meclis'e hitap eden İsmet İnönü de, İstiklal Savaşı ile ilgili bir konuşma yapar.

    Konuşmaların ardından sıra Karesi Mebusu (milletvekili) Hasan Basri'nin (Çantay) İstiklal Marşı'nın güftesinin Hamdullah Suphi Bey tarafından Meclis kürsüsünden okunmasına dair önergesine gelir. Önergenin kabul edilmesi üzerine Meclis'e başkanlık eden Gazi tarafından kürsüye çağrılan Maarif Vekili Hamdullah Suphi yaptığı konuşmada 'istiklal mücadelesinin ruhunu terennüm edecek' bir marş için şairlere müracaat edildiğini ve gelen şiirlerden 7 tanesinin en fazla aranılan niteliklere haiz olduğunu anlatır. Fakat 'fevkalade kuvvetli bir şiir aramak lüzumundan dolayı' şahsen Mehmet Akif'ten bir şiir yazmasını rica ettiğini belirtir. Akif'in çok asil bir endişe ile tereddüt gösterdiğini ifade eden Hamdullah Suphi Akif'e katılmama sebebi için uygun bir çözüm bulunacağını bir mektupla yazdığını anlatır. Bunun üzerine Akif'in kendilerine çok nefis bir şiir gönderdiğini söyleyen Hamdullah Suphi bu şiirle birlikte 6 şiiri milletvekillerinin görüşlerine sunacağını ifade eder.

    Hamdullah Suphi bundan sonra İstiklal Marşı'nı okur. İlk "Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak" satırının ardından milletvekillerinden şiddetli alkışlar yükselir. Hamdullah Suphi her kıtasında alkışlar eşliğinde İstiklal Marşı'nın 10 kıtasını okur.

    İstiklal Marşı'nın yarattığı heyecanla Meclis'te büyük bir duygu sağanağı oluşur. Akif ise mahcubiyetinden başını kollarının arasına sokmuş adeta sıranın üzerine çökmüştür. Sürekli alkış ve gözyaşları arasında marşın okunması biterken Nafia (bayındır) Vekili İsmail Fazıl Paşa şiir bitince tekrar okunmasını haykırır. Şiir milletvekilleri tarafından dört defa ayakta dinlenir.

    Hamdullah Suphi daha sonra hatıralarında o günü şöyle anlatır: "Akif'in ölmez eserini Büyük Millet Meclisi'nde ben okudum. Meclis tarafından büyük tezahüratla karşılandı. Alkışlandı; defalarca alkışlandı. Meclis manzumeyi ayakta dinlediği gibi Atatürk de ayağa kalkmış alkışlıyordu; herkes heyecan içinde idi"

    MÜZAKERELER SIRASINDA TARTIŞMALAR YAŞANIR

    İstiklal Marşı'nın TBMM'de okunmasından 11 gün sonra (12 Mart 1921) Milli Marş'ın kabulünün müzakerelerine başlanır. Meclis Başkanı Dr. Adnan Adıvar'ın kürsüye çağırdığı Maarif Vekili Hamdullah Suphi Milli Marş ile ilgili konuşmasını yapar. Müzakereler sırasında İstiklal Marşı'nın TBMM'de ilk defa okunmasının heyecanı gölgeleyebilecek tartışmalar yaşanır. Bazı milletvekilleri 'ısmarlama' şiir olduğu iddiası ve edebi başarısının ölçülmesi amacıyla, Milli Marş'ın seçiminin daha önce Milli Marş için oluşturulan Maarif Encümeni (Komisyon) tarafından yapılmasını önerir ve bu doğrultuda önergeler verirler. Maarif Vekili Hamdullah Suphi bazı milletvekillerinin bu yöndeki taleplerine karşılık kürsüden İstiklal Marşı'nın Meclis'te ilk okunması sırasında yaşanan heyecanı anlatır ve şu konuşmayı yapar: "Halkın mümessili olan sizlerin huzurunda okunan şiirlerin heyeti aliyeniz üzerindeki tesirine bendeniz şahit oldum. Eğer halka tesirini anlamak için kalbimizden başka miyarınız varsa o, başkadır. Eğer, halka tesirini kendimiz anlayacak olursak, halkın kalbini de anlamış oluruz. Şimdi arkadaşlar bendeniz diyeceğim ki, bir encümeni edebiye havale edersek bir fayda mutasavver (tasarlanmış) olabilir; eğer encümen kararını verip bitirecek ise. Fakat, zannediyorum Meclisinizin verdiği karar ve ısrar ettiği nokta, kendisi bu işi halletmektir." Önerge ve görüşmelerin ardından Maarif Vekilinin 'Her marşın ayrı ayrı oya koyulması' teklifi kabul edilir. Daha sonra Meclis Başkanı tarafından yapılan oylamada Mehmet Akif'in şiiri büyük çoğunlukla Milli Marş olarak kabul edilir. Bu görüşmeler sırasında Meclis kürsüsünden 18 milletvekili konuşma yapar ve 11 milletvekili önerge verir.

    İstiklal Marşı'nın kabulünün ardından bazı milletvekillerinin istiklal Marşı'nın tekrar ve ayakta okunması talebi karşısında Maarif Vekili Hamdullah Suphi kürsüden İstiklal Marşı'nı okur. Milletvekilleri de şiiri ayakta ve alkışlarla dinlerler. Görüşmeler sırasında, mütevazılığı ile bilinen Akif mahcubiyetinden Meclis'te duramaz ve salona çıkma lüzumu hisseder.

    KAYNAKÇA
    1-Nalbandoğlu Muhiddin, İstiklal Marşımızın Tarihi, Cem Yayınları, İstanbul, 1964
    2-Türk Hikmet Sami, İstiklal Marşı ve Mehmed Akif Ersoy, Kültür ve Turizm Bak. Yay. Ankara 2004



     Bilim/Kültür Haberleri....

    MİLLÎ MARŞ VE EDEBÎ METİN OLARAK İSTİKLÂL MARŞI


    Prof.Dr. M.Orhan OKAY
    E. Yeni Türk Edebiyatı Profesörü



    Günümüze kadar gelen tarihî bilgilerin ışığında, Türk millî marşı yarışmasına 724 şiirin katılmış olduğunu biliyoruz. Bu şiirlerini tamamını ihtiva eden bir dosya maalesef mevcut değil. Yalnız bunlar arasında bir heyetin seçerek Meclis’e takdim ettiği yedi şiirden biri o sırada kabul edilmiş olsaydı yalnız zayıf bir millî marşımız olmakla kalmayacak, aynı zamanda, belki Türkçenin en güzel şiirlerinden birine sahip olamayacaktık.
    Birinci Büyük Millet Meclisi hükümetinin Maarif Vekili Hamdullah Suphi de bizim şimdiki endişemizi o günden hissetmiş olmalıydı ki araya aracılar sokarak Mehmed Akif Bey’in yarışmaya mutlaka katılmasının teminini ısrarla istemiştir.
    Aradaki para mükâfatının kaldırılması şartıyla yarışmaya katılan Mehmed Akif’in İstiklâl Marşı’nı tamamlayıp Maarif Vekâletine gönderdiği, fakat henüz sonuç alınmadığı günlerde manzume ilk defa Sebilürreşad dergisinde çıkar. Şiirin baş tarafında bir ithaf vardır:

    “Kahraman Ordumuza”.

    İstiklâl Marşı’nı okurken ve dinlerken bu ithafın değerini ve önemini hatırdan çıkarmamak lâzımdır. O kahraman ordu ki, marşın yazıldığı çetin mücadele yıllarında kadın erkek her ferdiyle bütün bir milletin kendisiydi. Demek ki “Kahraman Ordumuza” ithafı, aynı zamanda “Kahraman Milletimize” manasını da taşımaktaydı.

    Şimdi, Mehmed Akif’in İstiklâl Marşı’nı Safahat’a niçin koydurmadığı ve “O benim değil, milletimindir” dediği üzerinde biraz daha durabiliriz. Akif’in bu sözünün gerçek manası sadece bu şiiri, her ferdi kahraman birer nefer olan millete ithaf etmiş olmaktan mı ibarettir? Yoksa “O benim değil, milletimindir” demesinin başka bir anlamı mı vardır?

    Dünyada millî marşların güfteleri, bir şairin kaleminin mahsûlü olmakla beraber, onu benimseyecek, yıllarca, yüzyıllarca dilinden düşürmeyecek olan milletin de karakterini aksettirmek gibi bir özelliği beraberinde taşırlar. Bu bakımdan birçok millî marş şairinin adı çok defa unutulur; bir milletin kuruluşunda, tarihi bilinmeyen devirlerde teşekkül eden destanlar gibi anonimleşir.

    Millî marş tabiri, bu özellikleri taşıyan şiirlerin bütün dünyada yaygın olan ortak adıdır. Bazı millî marşların ayrıca isimleri de vardır. Bu isimler o milletin bir vasfını veya marşın yazıldığı, kabul edildiği sıradaki olağanüstü bir hadiseyi işaret eder.

    Bizim millî marşımızın, dünya millî marşları arasında ayrı bir yeri vardır. Millî marşımızın adı “İstiklâl”dir. Bu kavram milletimizin çok önemli bir karakterini belirtmektedir. Tarihler, bilinen en eski çağlardan günümüze kadar Türklerin on altı, elli veya yüz küsur devlet kurmuş olduğunu yazarlar. Bu sayının azlığı veya çokluğu, devlet tarifinin farklılığından kaynaklanmaktadır ve pek de önemli değildir. Asıl önemli olan, milletimizin tarihinde, hiçbir devirde devletsiz bulunmadığıdır. Yazılı en eski Türkçe metinlerden olan Orhun Kitabeleri’nde de sık sık vurgulanan, Türk milletinin hür ve müstakil yaşamaya alışmış olmasıdır. Akif’in

    Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım
    Hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım
    Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım
    Yırtarım dağları, enginlere sığmaz, taşarım

    mısralarında Türk milletinin tarihinin bilinen en eski devirlerinden gelen bu değişmez karakterine işaret vardır.

    Devletin çeşitli tarifleri varsa da bütün bu tariflerin içinde değişmeyen ve her zaman var olan unsur, istiklâldir. Millî marşımız, milletimizin işte bu hiç değişmeyen karakterinin yakın çağdaki tezahürü olan bir mücadelenin içinden çıkmıştır. Yirminci yüzyıl başlarında, istiklâline sahip yegâne Türk birliği Osmanlı Devleti’ydi. Hatta bağımsız yegâne İslâm devleti de Osmanlıydı. Millî marşımız, işte bu devletin, adına medeniyet denilen tek dişi kalmış bir canavar tarafından yok edilme niyet ve teşebbüslerine karşı verilmiş bir kavganın içinden doğmuştur. Onun için adı “İstiklâl Marşı”dır. Onun için manzume İstiklâl’le başlar ve İstiklâl’le biter. Ayrıca şiirin başka kıtalarında, başka mısralarında İstiklâl kelimesi geçmese de zikredilmemiş bir istiklâl değişik motiflerle kendini hissettirir: “Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak” mısraında olduğu gibi. Çünkü sancak da aslında bir milletin istiklâlinin sembolüdür. Marşımızın bu ilk mısraında da bayrak, istiklâlin sembolü olarak, hiç sönmeyeceği müjdesiyle birlikte gelir. Hem de “Korkma!” haykırışıyla zihinleri, gönülleri, yürekleri bir çığlık halinde doldurarak.

    Bestelenmiş iki kıtasının sonunda ve bütün manzumenin sonunda tekrarlanan mısra “Hakkıdır Hakka tapan milletimin istiklâl”dir. Bu mısralarda milletimizin iki mühim karakteri bir arada belirtilmiştir. Biri, biraz önce belirttiğim, hiçbir devirde kaybetmediği istiklâlin onun hakkı olduğu. İkinci ise bu hakkın, istiklâl hakkının, iman duygusuyla beraber doğuşudur. İman duygusunu son mısradaki ikinci Hak kelimesinden çıkarıyoruz. Bu Hak, Allah manasındadır. Böylece millî marşımızda milletimizin dinî ve millî karakteri birbirinden ayrılmaz bir bütün olarak ifade edilmiş olmaktadır.

    Görüldüğü gibi, millî marşımızın adı tesadüfî değildir. Hatta yazıldığı yıllardaki şartları düşünerek, sadece şairinin ümit ve temennisinden de ibaret olmadığı söyleyelim. Hak kelimesinin dilimizde kullanılış manalarıyla sanat halinde ifade edilmiş bir gerçeğin ta kendisidir.

    Millî marş güftelerinin bir özelliği de, içinden çıktığı milletin yaşadığı olağanüstü bir hali, bilhassa büyük felâketli zamanları, bunların arkasındaki büyük ümitleri ve zaferleri aksettirmesidir. Meselenin herkesçe bilinen tarihî teferruatı üzerinde durmaya gerek görmüyorum. Bir millî marş güftesi yazılmasının Akif’e teklifi ile İstiklâl Marşı’nın Büyük Millet Meclisi’nce kabulü tarihleri, 1920 Aralık ayı ile 1921 Mart’ı arasına rastlamaktadır. Bu tarihler İstiklâl Mücadelelerinin en kritik aylarıdır. Millî Marşımızın, “Korkma!” hitabıyla başlaması, iyi niyetli olmayan bazı itirazlara sebep olmuştur. Aslında Akif’in, şiirine bu hitapla başlaması çok manidardır. Yalnız dönemin şartlarını çok iyi bilmek gerekir. Batılı devletlerin silâhlandırdığı Yunanlıların Anadolu içlerine yürümesi, Birinci İnönü Muharebesi, iç isyanlar ve bunların bastırılması gibi olayların vuku bulduğu zamanlardır. Meclis ve onunla beraber bütün bir Türk milleti korku, ümit, ümitsizlik, zafer ve sevinç haberlerini, duygularını, heyecanlarını arka arkaya ve birbirine karışmış halde yaşıyordu. İşte bu yeis günlerinde “Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak” hitabıyla başlayan ve “Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl” mısraıyla devam eden İstiklâl Marşı doğmaktadır. Millî Marşımızın “Korkma!” diye başlaması boşuna değildir. Ümitsizliğin, inanç yokluğundan geldiğini haber veren bir dinin mensubu olan Türk milleti, bu manzume ile var olma azmini, imanını, iradesini yeniden bulmuştur. Onun için İstiklâl Marşı, bir milletin ölüm-kalım çağının destanıdır. Millî Mücadele’nin ne gibi zor hatta başarılması imkânsız gibi görünen şartlar altında yapıldığı malûmdur. Adına medeniyet denilen ve her türlü teknik donanımı haiz düşmanın, en güçlü ve yeni silâhlarla saldırarak yağma etmek istediği bir vatanda Türk milletinin güvendiği en önemli silâh imanıdır. Bu imanı hem dinî manada vatan için şehadet inancına, hem millî manada kendine güven olarak düşünebiliriz. Millî Mücadele’nin kazanılmasında Türk milletinin istiklâline düşkün bir millet olması yanında, sadakatle bağlı olduğu dinî inançların rolü unutulmamalıdır. Milletinin sinesindeki bu gücü bilen Mehmed Akif ona bu tarafıyla seslenmektedir:

    Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar
    Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var
    Ulusun, korkma, nasıl böyle bir imanı boğar
    Medeniyyet dediğin tek dişi kalmış canavar

    Nihayet millî marşların üçüncü bir hususiyeti olarak, anonim karakteri taşıması meselesine geliyorum. Yani tıpkı destanlar gibi, milletçe yaşanmış, milletçe yaratılmış, sahibi bilinmeyen anonim karakterde bir şiir olması. İstiklâl Marşı anonim bir şiir değildir. Ancak Akif’in, bu marş için açılmış yarışmaya ne şartlar altında katıldığını, yahut katılmayıp ısrar üzerine sonradan ne şartlar altında şiirini gönderdiğini biliyoruz. Akif’in bu yarışmaya katılmamasındaki felsefesi açıktır: Millî marş güftesi ısmarlama olmaz. Ve marşın yazılmasından dolayı da para gibi hasis bir menfaat kabul edilemez.

    Yarışmaya katılan yüzlerce şiirin beğenilmemesi, bir milleti temsil edecek, onun karakterinin sembolü olacak değerde bulunmaması, Akif’in haklı olduğunu göstermiştir. Her iki şart da Akif’in isteği üzerine kaldırılır. Yani şiir ne yarışma için ısmarlanmış olacak, ne de karşılığında para verilecektir. Akif’in şiiri zaten ısmarlama değildi. O çetin günlerde, yarışmadan çok önce tamamen samimi duygularıyla zaman zaman yazdığı birçok mısraını parça parça dostlarına okuyordu. Daha sonra Maarif Vekili’nin ısrarı ve dostlarının aracılığıyla yarışmaya katılmayı kabul eden Mehmed Akif, o zaman, ikamet ettiği mütevazı Taceddin Dergâhı’nın odasında iç sükûnetine çekildi. O uhrevî hava içinde milletinin azmiyle, iradesiyle kendi sanatını birleştirdi. Âdeta “ruhunun vahyini” duyarak taşa geçirircesine şiirini tamamladı.

    Mehmed Akif’in bütün Safahat’ında, içinde yaşadığı topluma yabancı kalmadığını, onun dertleriyle nasıl hemdert olduğunu biliyoruz. Fakat hiçbir şiirinde, İstiklâl Marşı’nda olduğu kadar, âdetâ mistik bir ruhla, milletiyle beraber, milletiyle bir aynîleşme, özdeşleşme içinde olmamıştır. İşte bütün bu olağanüstü şartların birleşmesiyle Mehmed Akif’e göre İstiklâl Marşı artık kendisinin değil milletin ruhundan çıkmış bir şiir olmuştur, başka bir ifadeyle şiirinde milletini konuşturmuş bir medyum gibiydi. Bunun için onu Safahat’a almamış ve “o benim değil, milletimindir” demiştir.

    Şimdi Akif’in bu vasiyetini ihmal etmeyerek, biraz da onun bu şiirde gösterdiği sanatına temas etmek istiyorum. İstiklâl Marşı’mızı, başka milletlerin millî marşlarından ayıran özellikleri zikrederken unutulmaması gereken bir karakterini de belirtmek gerekir. O da, şairinin Türkiye’de bütün bir millet tarafından bilinen bir şahsiyet olmasıdır. Dünyada millî marşların çoğu, adı duyulmamış veya o milletin edebiyat tarihlerinde önemli yeri olmayan şairlerin yazdıklarıdır. Hatta çoğunun edebî değeri zayıftır ve önemi sadece ortaya çıktığı dönemin heyecanlı bir hatırasını taşımaktan ibarettir. Mehmed Akif ise yalnız İstiklâl Marşı’nın şairi olarak değil, hemen bütün şiirleriyle zamanında da, günümüzde de en çok tanınan şairdir. Belki bütün milletimizce en çok benimsenen ve en çok okunan şairdir. Safahat’ın bugün, Türkiye’de hiçbir şiir kitabının ulaşamadığı defalarca basımıyla yüz binin çok üzerinde tiraja ulaşmış olması bunun açık bir delilidir. Akif’in şiirinde fanteziye yer yoktur. Kendi şiiri hakkında söylediği “Bir yığın söz ki samimiyeti ancak hüneri” mısraı da bu gerçeği gösterir. Akif kadar milletinin acılarını, mutluluklarını samimi olarak duyan, yaşayan ve yazan başka ikinci bir şairden bahsetmek kolay değildir.

    Fakat o erişilmez tevazuu ile şiiri hakkında “samimiyeti ancak hüneri” demekteyse de, şiirinin, özellikle de İstiklâl Marşı’nın samimiyetinin dışında başka hünerleri vardır. İstiklâl Marşı edebî bir metin olarak da Türk şiirinin en güzel örneklerindendir.

    İstiklâl Marşı, gerek nazım tekniği gerekse muhteva bakımından herhangi bir millî marş güftesinin çok ilerisinde, Türk edebiyatının en güzel lirik-hamasî şiirlerindendir. Son kıtası beş mısra olmak üzere dörder mısralık on kıtadan oluşan ve aruzla yazılmış olan şiirin her kıtasının bütün mısraları tam kafiyelidir ve her kıtanın, temayı teşkil eden duyguyla uyumlu ton ve vurguların yer aldığı sağlam bir nazım yapısı vardır. Hece vezninin yaygınlaştığı ve ciddi olarak rekabete giriştiği bir dönemde geleneksel şiirimizin vezni olan aruzun Akif’in kaleminde olağanüstü bir rahatlıkla kullanıldığını bütün tenkitçiler kabul eder. Alışılmışın dışında, beklenmeyen fakat bir sehl-i mümteni gibi şairin kolaylıkla yakaladığı kafiyeler, yer yer işlenen tema ile uyumlu iç kafiyeler şiirin ses zenginliğini oluşturur:

    Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl

    Uyarıcı, vurgulu tonda hitap ifadeleri:

    Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
    yahut
    Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın!
    veya
    Bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı!
    mısraları gibi.

    Fakat dua mısralarına geldiğinde Akif secdelere kapanırcasına büyük iradenin önünde diz çöker:
    Ruhumun senden İlâhi, şudur ancak emeli:
    Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli
    Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli
    Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli

    İşlenen temalar bakımından da sağlam bir yapısı olan İstiklâl Marşı’nda ilk iki kıtada bayrağa hitap eden şair, onun milletin varlığıyla beraber ebedî istiklâlini müjdeler. Şair üçüncü ve dördüncü kıtalarda Türk milleti adına konuşmakta, ebedî hürriyet aşkı ve imanıyla Batılıların maddî güçlerine karşı direneceğini söylemektedir. Türk askerine hitap eden beşinci ve altıncı kıtalar, üstünde yaşadığımız yerlerin alelâde bir toprak değil vatan olduğunu, onun düşmana çiğnetilmemesi gerektiğini telkin eder. Yedinci ve sekizinci kıtalarda sevilen pek çok şey kaybedilse bile vatanın kaybedilmemesini ve ezan seslerinin kesilmemesini niyaz eder. Dokuzuncu kıtada bu duası kabul edildiği takdirde kendi ruhunun da vecd içinde yükseleceğini söyler. Nihayet son kıtada yine bayrağa dönerek ona ve milletine ebediyen çöküş olmayacağını, hürriyetin ve istiklâlin ebediyen onun hakkı olduğu müjdesini tekrar eder.

    Milletin iradesine ve Allah’ın müminlere vaad ettiği zaferin er geç gerçekleşeceğine inanan Mehmed Akif’in şiirindeki özelliklerinden biri de millî ve ulvî değerler ile dinî motifleri dengeli bir şekilde kıtalara yerleştirmesidir. Bayrak, hilâl, yıldız, hak, hürriyet, istiklâl, yurt, millet, ırk, vatan, kahramanlık gibi millî kavramlarla iman, şehâdet, helâl, cennet, Hudâ, ezan, mâbed, vecd gibi dinî motifler birbiriyle uyum halinde ve zengin bir belâgatle kullanılmış, böylece Millî Mücadele’yi gerçekleştiren halkın ruhunda mevcut iki önemli kavram İstiklâl Marşı’nın da iki temel temasını oluşturmuştur.

    Tam bir bütünlük gösteren, dört başı mamur bir şiir olan İstiklâl Marşı’nda mecazlar ve semboller de ifade sanatı bakımından manzumeyi zenginleştirmiştir. Bu kısa konuşma içinde bunları açıklamak değil sadece bu sanatların adlarını sıralamak bile mümkün değildir. Manzumenin her mısraı, her ibaresi, her kelimesi ses ve mana bakımından birbiriyle ilişkilidir. Hemen her kelime, her kavram aslî ve mecazî manalarıyla şiirde yerlerini almıştır.

    Bütün bu vasıflarıyla İstiklâl Marşı tek taşı bile yerinden oynatılmayacak muhkem, harikulâde bir ses, söz ve mana mimarîsidir.

     Bilim/Kültür Haberleri....
  • quote:

    Orjinalden alıntı: Sansar_Selim

    Dünya'dan 2 milyon ışıkyılı uzaklıkta bize en yakın gökada olan Andromeda'da bilim adamlarını çok heyecanlandıran keşifte bulunuldu.

    Hubble, Chandra teleskoplarıyla Hawaii'de 4200 metrelik rakımda kurulu Mauna Kea Keck İkiz Teleskopunun yardımıyla yapılan keşifte, Andromeda'daki gezegende Dünya'nın jeolojik zaman dilimlerinden Devon'a çok benzeyen bilgisayar bulguları sağlandı.

    ABD'nin California Teknoloji Kurumu (Caltech) ile aynı eyalette kuruma bağlı Pasadena'da kurulu 70 yıllık köklü ordu tesisi olan, Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesine (NASA) bağlı Jet Motorları Araştıma Merkezi (Jet Propulsion Laboratory: JPL), ilk olarak Almanya'da Max Planck fen bilimleri kurumunun tespit ettiği büyük buluşu doğruladı.

    Dünya'nın 395-280 milyon yıl önceki haline çok benzer bulgular elde eden astrofizikçilerle jeologlar, "Bu gezegende yaşam mutlaka var. Çünkü gezegenin çapı ve beslendiği güneşın (yıldızın) uzaklığı, Güneşimiz ve Yer'e yakın, yani tahminen 14 bin km ve 168 milyon km uzaklıkta" dediler. Dünya'nın çapı yaklaşık 12 bin km.

    GÜZEL KARA BULUT

    Almanya'nın güneybatısında Baden-Württemberg eyaleti Heidelberg kentindeki Max Planck fen bilimleri atomaltı fiziği araştırma kurumundan astrofizikçi Sascha Kempf, demecinde şunu söyledi: "14 bin km çaplı Andromeda gökcisminde mevcut olabilir gözüken 'O' derece sıcaklık hem don, hem erime, hem buharlaşma için eşik değer taışyor. Bu yüzden buradan yükselen güzel kara buhar bulutunu kaydetmiş bulunuyoruz. Kara buhar bulutlarının arasında yumuşakçalar, kafadanbacaklılar, bizde fosilleri bulunan envai çeşit balık ve iğneyapraklılara benzer çok zengin bitki ortüsü için son derece yoğun ortam saptandı."

    JPL'den Henry Wallach ile Avrupa Uzay Kurumundan (ESA) Fransız Prof. Paul Givernique, "Katalog numarasıyla bu MCMXCIX-II gezegeninde 'ileride' insan benzeri varlıklar neden yaşamasın" dedi.

     Bilim/Kültür Haberleri....


    OWL EN BÜYÜK TELESKOP

    ESA'nın yapacağı, 10 yıl içinde dünyada gelmiş geçmiş en büyük teleskop olacak olan 100 metre ayna çaplı OWL'a (Overwhelmingly Large Telescope: Muazzam Engin Teleskop) destek veren JPL'den şu kayıt düşüldü: "Bilhassa Mauna Kea yanardağının 4 bin 205 metrelik rakımında Hawaii-Keck ikiz teleskoplarımız, Andoremada'da muazzam ilginç Dünya'ya benzer gökcismini çok uzaktan da olsa görebilmiştir."

    Astronom Paul Givernique, "Alman meslektaşlarımızın hesapları tamamen doğru. Aynen evrenin ebedi-edebi simgesi baykuşun (OWL) gözleri gibi" dedi.

    Devon devrini yaşadığı tahmin edilen Andromeda gezegeninin güneşine mesafesi de Dünya'nın Güneş'e uzaklığına yakın: 168 milyon km.
    Andomeda'ya ışık hızıyla (saniyede 300 bin km) gidilse 2 milyon yılda varılıyor. Bir ışıkyılı 9,9 trilyon km.
    İnternet:
    http://www.mpg.de
    http://www.ice.mpg.de
    http://www.jpl.nasa.gov/index.cfm



    http://forum.donanimhaber.com/m_30768576/tm.htm
  • ══════════════════════════════════════════
    Civcivler toplama ve çıkartma yapabiliyor
    ══════════════════════════════════════════

    İtalya'nın Padova ve Trento üniversitelerinden bilim adamları, civcivlerin aritmetikten anladığını ortaya koydu.

     Bilim/Kültür Haberleri....


    Bilim adamları, civcivlerin iki paravanın arkasına yerleştirilen nesneleri "toplayıp-çıkartma" kabiliyetine sahip olduğunu denemeler yoluyla gösterdi. Araştırmanın liderlerinden Lucio Regolin, denemeler sonucunda civcivlerin, hangi paravanın arkasında daha fazla sayıda nesne olduğunu bulmak için "temel aritmetiğe" başvurduklarını belirtti.

    Proceedings of the Royal Society B. dergisinde yayımlanan araştırma sonuçlarında, civcivlerin her zaman, yumurtadan çıkar çıkmaz annelerine yakın kalmaları ya da onu izlemeleri gibi tanıdık nesnelere yakın kalmaya çalıştıkları kaydedildi. Regolin ve meslektaşları denemelerinde, civcivlerin tanıdık bulacaklarını tahmin ettikleri yumurta şeklindeki çikolataların içinden çıkan sarı plastik kutuları kullandı.

    Regolin, bu plastik kutuları, her seferinde bir tane olmak üzere paravanın arkasına saklayarak bir civcivin gözü önünde "kaybettirdiklerini" söyledi.

    Civciv bu mini matematik sınavını bir kutunun içinden izlerken plastik kutuların 2 tanesinin bir paravanın 3 tanesinin de diğer paravanın arkasına yerleştirildiğini anlatan Regolin, kutusundan serbest bırakılan civcivin, hafızasını kullanarak iki paravandan en çok nesneyi bulundurana gittiğini saptadıklarını ifade etti. Paravanların arkasındaki nesnelerin birinden diğerine geçirilerek sayılarının değiştirilmesinin de bu "aritmetikçi' civcivleri kandıramadığı kaydedildi.

    Primatların ve maymunların sayabildikleri ve hatta evcil köpeklerin basit toplamalar yapabildiklerinin halihazırda bilindiğini kaydeden uzmanlar, bu çalışmanın, bu kadar genç bir hayvanın, önceden eğitilmeden, bu kabiliyete sahip olduğunu gösterdiğini belirtti.





    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Ömer -- 5 Nisan 2009; 20:33:02 >
  • quote:

    Orjinalden alıntı: SonOfPatriot

    2008 yılı Güneş lekeleri bakımından çok zayıf geçti. 366 günden 266'sı lekesiz geçen (%73) 2008 yılından daha pasif bir yıla gitmek için yaklaşık bir asır önceye gitmek gerekiyor. 1913 yılında 311 gün lekesiz geçti. Bakınız.

    />

    1995 yılından şu ana kadar Güneş Döngüsü. Zig zag yapan çizgiler leke sayısını, normal çizgi onların ortalamasını ve kesik çizgiler ise gelecek için yapılan tahmini değerleri gösteriyor. Telif Hakkı: David Hathawa, NASA/MSFC

    Bu sayılardan hareketle, araştırmacılar 2008 yılının Güneş lekeleri bakımından dibe çöktüğünü düşünüyorlardı ama 2009 yılı, 2008'in rekorunu elinden alabilir. 31 marta kadar 90 gün içinde lekesiz gün sayısı 78 idi (%87). Bilimadamları yüzyılın en 'sessiz Güneş'ine sahip yılın 2009 yılı olduğunu düşünmeye başladılar.

    Sessiz Güneşler yaklaşık 11 yılda bir oluyor. Bu, Alman gökbilimci Heinrich Schwabe tarafından 1800'lerin ortasında keşfedilen Güneş Döngüsü'nün doğal bir parçası. Güneş ışımaları, korona kütle atımları ve devasa morötesi ışınlarının kaynağı olan Güneş lekeleri, Güneş yüzeyindeki manyetik adalardır. Aktif olan bir kaç yılın ardından Güneş'in kısa süreli sakinlikler yaşadığı görülen Schwabe'nin çizdiği bu grafik, 200 yıldır geçerliliğini koruyor.Bakınız. Onun için 2009 yılının pasif geçmesi bekleniyordu.

    Peki Güneş lekesi sayısı az olursa ne olur? 2008 yılında bununla ilgili bir takım veriler var:

    Düşük Güneş Rüzgar Basıncı: Ulyses Uzay Aracı'nın yaptığı ölçümlere göre 1990'ların ortasından beri güneş rüzgar basıncının %20 düştüğü saptandı. Güneş rüzgarları galaktik kozmik ışınların Güneş Sistemi'ne girmesini engelliyor. Eğer bu düşüklük devam ederse astronotların sağlık sorunları artacak. Ayrıca Dünya üzerinde aurora ve jeomanyetik fırtınalar da azalacak.

    Güneş'in 'Sönüşü': Bazı NASA uzay araçlarının yaptığı hassas ölçümlere göre 1996 yılından beri Güneş'in parlaklığı, görünür dalga boyuna göre %0.02, mor ötesi ışınlara göre %6 azalma var. Bu değişiklikler, küresel ısınmanın sonuçlarını değiştirebilmesi için yeterli değil. Ama daha başka sonuçları olacak: Dünya'nın üst atmosferi Güneş'ten daha az ısı emecek ve daha az genleşecek. Dünya'nın çevresindeki uydular da daha az atmosferik(hava) sürtünmesi yaşayacak ve uyduların yörüngelerinde kalma süresi artacak. Ama uzay çöpleri Dünya yörüngesinde daha uzun süre kalacak ve yörüngede dolanan diğer uzay araçları ve uydular için tehlike arz edecek.

    Güneşsel Düşük Radyo Yayılımı: 2. Dünya Savaşı'ndan sonra, gökbilimciler, Güneş'in parlaklığını radyo dalgaları yoluyla kaydetmeye başladılar. Şu anda ise radyo teleskopları 1955'ten beri en sönük Güneş'i izliyorlar. Bazı araştırmacılar, radyo yayılımı azalmasını Güneş'in manyetik alanının azalmasına bağlıyorlar ama bu yayılımların kaynağının ne olduğu tam olarak anlaşılamadı.

    Bu tip derin uykulara (deep calm) yaklaşık 100 yıl önce de rastlanıldı. 1901 ve 1913 yılları arasındaki sakinlikler şu anda olan sakinlikten çok daha uzun sürdü. 2 derinliği karşılaştırmak için ise Güneş aktivitesinin gelecek yıl minimum seviyede olması gerekiyor.

     Bilim/Kültür Haberleri....
    Bir sanatçının gözünden NASA'nın Güneş Dinamikleri Gözlemevi (Solar Dynamics Observatory). Mükemmel bir zamanlama ile bu yıl atılması kararlaştırıldı.

    Telif Hakkı: NASA/Goddard Uzay Uçuş Merkezi Kavramsal Görüntü Laboratuarı


    Uzmanlar böyle bir sakinliği ilk defa tam olarak neye benzediğini anlayacakları için çok heyecanlılar. 100 yıl önce bulunmayan teknolojiyi elinde bulunduran SOHO, Stereo, Beş Themis, Hinode, ACE, Wind, TRACE, AIM, TIMED, Geotail gibi uzay araçları Güneş'i 7 gün 24 saat gözlemliyor.


    http://forum.donanimhaber.com/m_30944155/tm.htm
  • ══════════════════════════════════════════
    ‘Yanlış mesaj’ içeren çizgi filmler
    ══════════════════════════════════════════

    Kanada'da yapılan bir araştırmaya göre, bazı çizgi filmler çocuklara, yabancılarla karşılaştıklarında neler yapmaları konusunda yanlış mesaj veriyor, bazılarında da ‘uygunsuz kişisel temaslar’ yer alıyor.

     Bilim/Kültür Haberleri....


    Carleton Üniversitesi’nin araştırmasında 1937-2006 yılları arasında çekilen 47 Disney filmi incenledi. İncelemeyi yapan psikolog, sosyolog ve antropologlardan oluşan araştırma grubu, bulgularını ABD’nin ‘Çocuk İstismarı Dergisi’nde yayımladı.

    Araştırma sonuçlarına göre, pek çok çizgi filmde, çocukların cinsel istismara karşı kendilerini korumada yanlış mesaj içeren sahneler yer alıyor ve çizgi filmlerdeki pek çok sahnede çocuk karakterlerin, isteklerinin dışında yetişkin karakterlerle fiziksel temas halinde çiziliyor. Bu çizgi filmler şunlar: Robin Hood, Uyuyan Güzel, Sindrella, Küçük Deniz Kızı, Taştaki Kılıç ve Goofy Movie.

    Pamuk Pranses, Pinokyo, Alice Harikalar Diyarı’nda ve Orman Kitabı adlı çizgi filmlerde de yabancı karakterlerin çocuk karakterlere gizli niyetlerle yaklaştığı ve çocuk karakterlerin, itaat etmeleri karşılığında ödüllendirildiği sahnelere dikkat çekiliyor.

    Disney yetkilileri, araştırmayı henüz görmediklerini ve bu nedenle de konuya dair açıklama yapamayacaklarını ifade etti.





    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Ömer -- 13 Nisan 2009; 21:29:59 >
  • quote:

    Orjinalden alıntı: bbasaran

     Bilim/Kültür Haberleri....

    Yenilenebilir enerji konusunda sürekli mevzubahis olan dalga enerjisinden yararlanarak enerji üreten, Portekiz'deki ilk ticari elektrik santral Aguçadoura Wave Park, Eylül 2008'de faaliyete geçmiş. Dalga çifliği Pelamis adlı bir firmanın ürettiği P-750 adlı 150 mt. uzunluğunda ve 3.5 mt. çaplı 3 üniteden oluşuyor.
    />

    Her ünitede birbirine menteşelenmiş 4 tüp var. Suyun hareketi tüpler arasındaki açıyı değiştirirken, tüplerin içindeki pistonları çalıştırıyor. Böylelikle enerji üretilmiş oluyor.
     Bilim/Kültür Haberleri....

    Şimdilik 3 üniteden oluşan çiftliğin maliyeti 8.5 milyon euro imiş ve 2.5MW (1500 evin ihtiyacını karşılayacak kadar) elektrik üretiyormuş. Ünite sayısını 25'e çıkarıp üretimi 21MW'a ulaştırmak hedefleniyormuş.
     Bilim/Kültür Haberleri....

    Üç tarafı denizlerle çevrili olup, enerji konusunda dört başı mamur olmaktan çok uzak olan ülkemizde de birilerinin böyle güzel yatırımlar yapmasını temenni ediyoruz.
     Bilim/Kültür Haberleri....

    KAYNAK: exisehir.com


    http://forum.donanimhaber.com/m_31080683/tm.htm
  • ══════════════════════════════════════════
    Mucitleri yanlış bilinen 10 icat
    ══════════════════════════════════════════


    Otomobil, ses kaydı, ampul, radyo, telefon ve diğerleri. Mucidi yanlış bilinen en popüler 10 icat.

     Bilim/Kültür Haberleri....


    Birçok insan, başkalarının işlerine ufak tefek iyileştirmeler yaptığı halde, birçok aletin Thomas Edison tarafından icat edilmiş gibi anıldığını bilir.

    Edison'un başkalarının işlerini -ödünç alıp- iyileştirerek buluşların mucidi olarak görüldüğü gerçek ancak bu liste sadece Edison ile sınırlı değil.

    Bu liste, günümüzde hayatımızın bir parçası haline geldiği halde, mucitinin kim olduğu bilinmeyen en popüler 10 buluşu inceliyor.

    10: Bilgisayarların Masaüstü ekranı ve Grafiksel Kullanıcı Arayüzü (GUI - Graphic User Interface)
     Bilim/Kültür Haberleri....

    Xerox Parc'ın ekran görüntüsü

    Muciti: Xerox PARC
    Yanlış bilinen mucit: Microsoft (Windows)

    Bilgisayar kurtlarının birçoğu, grafiksel kullanıcı arayüzününün (GUI) Microsoft tarafından Windows ile ortaya çıkarılmış olduğunu düşünür. Ancak gerçek çok karmaşık da olsa böyle değildir.

    Fare ile kontrol edilen ve masaüstü ekranına sahip olan ilk GUI, Xerox tarafından Xerox Alto kişisel bilgisayarı için geliştirilmiştir. Doug Engelbart'ın daha önceki çalışmaları üzerine geliştirilen grafiksel arayüz ardından, o zamanki adı Apple Computers olan Apple'a gösterilmiştir.

    Fikre bayılan Apple, büyük oranda Xerox'un arayüzünden etkilenen ilk ticari bilgisayarı "Macintosh"u üreterek 24 Ocak 1984'te, George Orwel'in "1984" isimli kitabına atfen "1984, asla 1984 gibi olmayacak" sloganıyla piyasaya sürer. Microsoft ise, 1985'in Kasım ayına kadar Windows'u piyasaya süremez.

    Windows piyasaya sürüldüğünde ise, ortaya çıkan üründe pencereler (diyalog kutuları hariç) birbirlerinin üstünde yer alamıyordu. Bunun sebebi, birbirleri üstünde duran pencerelerin patent hakkının halen Apple'ın elinde olmasıdır. Ayrıca Windows piyasaya ilk çıktığında Apple'ın Macintosh işletim sistemi gibi başlı başına bir işletim sistemi olmak yerine, Microsoft'un işletim sistemi DOS üzerinde çalışan bir arayüz halindeydi.


    9: Otomobil
     Bilim/Kültür Haberleri....

    İlk otomobil

    Muciti: Karl Benz
    Yanlış bilinen mucit: Henry Ford

    Her ne kadar aynı zamanlarda Gottlieb Daimler, Wilhelm Maybach, ve Siegfried Marcus gibi birçok Alman mühendis fikirlerini hayata geçirmeye çalışmış olsa da, modern otomobillerin ilk örneğinin Karl Benz tarafından ortaya konduğu bilinmektedir.

    4 zamanlı silindiri ile benzinle çalışan motora sahip otomobilini Almanya'nın Mannheim şehrinde geliştiren Karl Benz, icadına ait olan patenti 1885 yılının Ocak ayında aldı.

    1883 yılında kurduğu Benz &Cie. firması adına alınan patent, entegre bir tasarımı gösteriyordu ve var olan diğer parçaları adapte etmek yerine, birçok yeni teknoloji kullanılarak yaratılan bir konsepte aitti. Bu özellik, patenti oldukça değerli kılıyordu.

    Benz, kendi ürettiği otomobilleri 1888 yılından itibaren satmaya başladı, oysa otomobilin mucidi olarak sayılan Henry Ford, kendi ürettiği bir otomobili 1896 yılından önce - Benz'den 11 yıl sonra- üretemedi. Ford'a bu ünü kazandıran ise üretim bandını geliştirip, seri üretim teknolojisini başarıyla kullanmasıdır.


    8: X-Işını fotoğrafı (Röntgen)

    İlk röntgen

    Muciti: Wilhelm Röntgen
    Yanlış bilinen mucit: Thomas Edison

    Edison'un Fluoroskop'unun (röntgen perdesi) tıp alanında bir standart haline geldiği doğru olsa da, bu X-ışını fotoğrafının ilk örneği değil. 22 Aralık 1895 yılında Alman bir fizik profesörü olan Wilhelm Röntgen karısının el kemiklerini bir X-ışını kullanarak fotoğrafik plaka üzerinde gören ilk insan oldu.

    Yukarda görülen ve Anna Berthe Röntgen'e ait olan fotoğraf bu yöntemle elde edilen ilk fotoğraf.

    Wilhelm Röntgen'in X-ışını ile görüntüleme teknolojilerine olan yoğun katkısından dolayı, günümüzde bu teknolojinin adı Röntgen olarak adlandırılmakta.


    7: Hareketli görüntü (video)

    Muciti: Lois Le Prince
    Yanlış bilinen mucit: Thomas Edison (Edison'un kendi hareketli görüntü konsepti de aslında yanında çalışanlardan biri olan William Dickson'a aittir)

    Yukarda gördüğünüz dünyanın ilk hareketli görüntüsü olan 2 saniyelik klip, saniyede 12 kare olarak Fransız mucit Louis Le Prince tarafından kaydedildi.

    İngiltere'de, 14 Ekim 1888'de Joseph ve Sarah Whitley'in evinde yapılan kayıtta Adolphe Le Prince (Lois'in oğlu), Sarah Whitley, Joseph Whitley ve Harriet Hartley görünüyor.

    Film çekildikten on gün sonra Sarah Whitley'in öldüğü biliniyor, iki yıl sonra ise Le Prince, Dijon ve Paris arasında tren yolculuğu yaparken ortadan kayboldu. Bundan iki yıl sonra ise Prince'in büyük oğlu Alphonse, Edison'a karşı açtığı patent davasının ardından New York'ta vurularak öldürüldü.

    Edison'un ilk hareketli görüntüsü olan Monkeyshines, 1889-1890 yıllarından önce ortaya çıkmadı.


    6: Teleskop

    İlk teleskop

    Muciti: Hans Lippershey
    Yanlış bilinen mucit: Galileo

    Çalışır olduğu bilinen en eski teleskoplar 1608 yılında Hans Lippershey imzasını taşıyordu. Buluşun sahibi olduğunu iddia eden isimler arasında Zacharias Janssen, Middelburg'da bulunan spekülatörler ve Alkmaar'lı Jacob Metius da bulunuyor.

    İlk teleskopların tasarımında konveks objektif merceğiyle birlikte bir de konkav öküler (küçük mercek) bulunuyordu. Galileo bu tasarımı bir yıl sonra, 1609'da kullandı. 1611'de Johannes Kepler bir konveks mercek ve bir konkav öküler ile nasıl daha güçlü bir teleskop yapılabileceğini açıkladı.

    1655 yılında ise Christiaan Huygens gibi astronomlar kendileri için bileşik mercekler kullanarak oldukça güçlü ancak sıradışı büyüklükte büyük ve kullanışsız Keplerian teleskoplarını inşa edebiliyorlardı.


    5: Ses kaydı

    Muciti: Édouard-Léon Scott de Martinville
    Yanlış bilinen mucit: Thomas Edison

    Thomas Edison, sesin kaydı ve tekrar üretilmesi ile ilgili buluşlarını, kaydedilmiş telgraf mesajlarını telefon üzerinden otomatik olarak okunabilmesi amacıyla yaptığı 1877'nin Mayıs ve Temmuz ayları arasındaki çalışmalar sırasında geliştirdi.

    Edison, 21 Kasım 1877'de kayıt yapabilen ve tekrar çalabilen ürününü dünyanın ilk gramofonu olarak duyurdu. Ancak 17 yıl önce, 1860 yılında Fransız Édouard-Léon Scott de Martinville fonotografı keşfetti.

    Martinville'in fonotografı sesi görülebilir bir ortama dönüştürebiliyordu ancak, kullanılan yöntem sadece ses dalgalarını göstermeye yarıyordu, kaydedilen ses tekrar dinlenemiyordu.

    Fonotogram olarak adlandırılan görüntüler bilgisayar teknolojisi kullanılarak ancak 2008 yılında seslendirilebildi. Yukarda görülen video da duyulan ses, "Au clair de la lune" isimli şarkıyı söyleyen bir kadının, 149 yıl önce kaydedilmiş olan sesi. O zamanlarda James Buchanan ABD başkanıyken, Fransa'nın başında da Napoléon Bonaparte bulunuyordu.


    4: Ampul
     Bilim/Kültür Haberleri....

    İlk ampul

    Muciti: Sir Humphry Davy
    Yanlış bilinen mucit: Thomas Edison

    1802 yılında, Humphry Davy o güne kadar yapılmış en güçlü elektrik pilini yaptı. O yıl içinde ince bir platin tel içinden elektrik akımını geçirerek ilk ampulü elde eden Davy, bu şekilde modern ampulün atası olan bu cihazı geliştirdi. Davy platini seçmişti çünkü en yüksek sıcaklıkta eriyen metallerden biri olduğunu biliyordu.

    İlk ampul uzun süre dayanmadığı gibi, çok parlak ışık da vermiyordu ancak, 75 yıl sonra Edison'un ilk ticari olarak başarılı olan ampulü 1879'da üretmesinin önündeki zorlu ve engebeli yolun önünü açmıştı.


    3: Radyo dalgaları
     Bilim/Kültür Haberleri....

    Nikola Tesla

    Muciti: Nikola Tesla
    Yanlış bilinen mucit: Guglielmo Marconi

    1895 yılında, Marconi Londra'da toplanmış kalabalığa bir ürünü kendi buluşu olarak tanıttı. Marconi'nin iddialarının aksine, cihazlar Tesla'nın neredeyse tüm dillere çevrilmiş yazılarında tanımlanan ürünlere oldukça benziyordu. Marconi'nin daha sonra pratiğe döktüğü cihaz, daha önce Tesla, Oliver Lodge ve J.S. Stone tarafından yapılmıştı.

    Daha sonraları kablosuz telgrafın babası olarak isimlendirilen elektromeanik mühendisi Nikola Tesla, kablosuz iletişimi, yani radyo dalgalarını patent altına almak için başvuruda bulunan ilk isimdi. 1895 ve 1899 yılları arasında, Tesla birbirine uzak noktalardan kablosuz olarak sinyal alıp verebildiğini iddia etti. Tesla'nın iddiaları arasında radyo dalgalarıyla bir mini denizaltıyı yönettiği, su altına indirip çıkardığı ama bu başarısını kanıtlayacak herhangi bağımsız bir kuruluş (ABD deniz kuvvetlerinden bir yetkili vb.) bulamadığı için kanıtlanamadığı da bulunuyor. Tesla'nın bu başarısından, yani radyo dalgalı otonomdan sonra tekrar icat edildiği rivayet edilen radyo çok ilkel bir buluş olarak kalıyor.

    Tesla ölmeden önce "O dönemler popüler olan sohbetlerde benim kablosuz işlerle uğraşmaya başlamamın 1893 yılına dayandığı ifade ediliyor, oysa bu tarihten önce iki yılımı sürekli olarak araştırma ve cihazların nasıl olacağını düşünmekle geçirdim. Aklımda yarattığım cihazların bir kısmı günümüzdeki ürünlere oldukça benziyor" demişti.


    2: Motorlu uçuş
     Bilim/Kültür Haberleri....

    Uçabilen ilk motorlu taşıt.

    Muciti: Richard Pearse
    Yanlış bilinen mucit: Wright Kardeşler

    Uçak, motor ve ilk kelimeleri bir araya geldiğinde akla ilk olarak Wright Kardeşler geliyor, ancak 17 Aralık 1903'te Kitty Hawk'ta yaptıkları ünlü uçuştan 9 ay önce, Yeni Zelanda'lı Richard Pearse 31 Mart 1903 tarihinde Wright kardeşlerin tasarımından çok daha öte bir tasarımla, çift motor yerine tek motor kullanarak oldukça hafif bir uçağı havalandırmayı başarmıştı.


    1: İnternet
     Bilim/Kültür Haberleri....

    Vinton Cerf

    Muciti: İnternet'in babası olarak tanınan 4 isim, ARPANet'in yöneticileri Vinton Cerf, Lawrence Roberts, Leonard Kleinrock ve Robert Kahn'dır.
    Yanlış bilinen mucit: Al Gore (Aslında Al Gore hiç "İnternet'i ben keşfettim" dememiş olsa da sürekli olarak "ABD Kongresi'ne hizmetim sırasında, İnternet'in yaratılışı sürecinde önemli bir yere sahiptim" demiştir)

    23 Haziran 1943 doğumlu Vinton Cerf (yukarda fotoğrafta görülen kişi), "İnternet'in babası" olarak tanınıyor. Ulusal Teknoloji Madalyası gibi birçok ödülle onurlandırılan bu isim, üniversite yıllarında Profesör Gerald Estrin gözetiminde Profesör Leonard Kleinrock'un veri paket ağı grubu içinde çalıştı. Bu grup ARPANet'in, yani İnternet'in ilk halinin iki düğümü arasında yer alıyordu.

    Bu düğüm içinde eşten eşe yönlenen protokolü geliştiren Cerf, UCLA'de iken, o zamanlar ARPANet'in donanım mimarisi üzerinde çalışan Robert E. Kahn ile tanışarak buluşunu geliştirdi.

    Cerf, 2005 yılının Eylül ayından beri Google'da Başkan Yardımcısı ve Baş İnternet Evanjelisti olarak çalışıyor.






    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Ömer -- 17 Nisan 2009; 11:43:15 >
  • ══════════════════════════════════════════
    Disney'in 'kes-yapıştır' çizgi filmleri
    ══════════════════════════════════════════

    Walt Disney'in uzun aralıklarla yaptığı farklı çizgi filmlerde, aynı kareler tekrar tekrar kullanılmış.
     Bilim/Kültür Haberleri....

    Robin Hood ve Winnie The Pooh gibi Walt Disney’in en sevilen çizgi filmlerindeki bazı sahneler, stüdyonun daha önceki çizgi filmlerindeki bazı karelerin bire bir tekrarından oluşuyor.

    Animasyonda ‘geri dönüşüm tekniği’ olarak bilinen bu uygulamada, daha önce hazırlanmış sahneler, sadece arka planı değiştirilerek yeni filmde aynen kullanılıyor.

    Bu tür yapılan çizgi filmlerin biri 1973 yapımı Robin Hood... Bu çizgi filmdeki pek çok sahne daha önce, 1937 yılında gösterilen ‘Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler’, 1967 yapımı ‘Ormanın Kitabı’ ve 1970 yapımı ‘Aristokrat Kediler’ adlı çizgi filmlerde kullanılan sahnelerin tekrarından oluşuyor.

    1977 yapımlı ‘Winnie The Pooh’ adlı çizgi filmdeki Christopher Robin’nin bir tepeye çıkışının aynısını, on yıl önce yapılan ’Ormanın Kitabı’ adlı çizgi filmin kahranı Mowgli yapmıştı.
     Bilim/Kültür Haberleri....


    Mowgli’nin bir köpek tarafından yalandığı sahnenin aynısı, dört yıl önce gösterilen ‘Taştaki Kılıç’ adlı çizgi filmde kullanılmıştı.
     Bilim/Kültür Haberleri....






    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Ömer -- 23 Nisan 2009; 0:19:46 >
  • ══════════════════════════════════════════
    Voyager uzaylılara ne mesaj götürüyor?
    ══════════════════════════════════════════

    NASA'nın 1977'de fırlattığı ikiz uzay kaşifleri Voyager 1 ve Voyager 2'de bulunan plakta ne bulunuyor?

     Bilim/Kültür Haberleri....


    NASA'nın 5 Eylül 1977'de fırlattığı Voyager 1 ve ve 20 Ağustos 1977'de fırlattığı Voyager 2 uzay gemilerinin iki aşamalı görevi halen devam ediyor.

    Fırlatılış tarihleri ve isimleri birbiriyle çelişen bu iki uzay aracının ilk görevleri Neptün, Satürn ve Jüpiter'in araştırılması 1989'da tamamlandı ancak, uzay gezginleri büyük boşlukta hareket ediyor.

    İkiz uzay gemileri, evrendeki yolculukları sırasında uzaylılar tarafından bulunmaları durumunda onlara Dünya'dan samimi bir mesaj iletmeyi umuduyla, içinde mesajlar, fotoğraflar ve insan kültürüne ait bilgiler taşıyan, 30 santimetrelik bakırdan yapılmış ve oksitlenmemesi için altınla kaplanmış birer plak taşıyor.

    Yıldızlararası yolculuklarının şu anki safhasında, Güneş sisteminin sınırlarına yaklaşan iki uzay aracından Voyager 1, yaklaşık 40 bin yıl sonra Camelopardalis takım yıldızı içindeki AC+79 3888 isimli yıldıza yaklaşmış olacak. Voyager 2 ise 296 bin yıl sonra bilinen en parlak yıldız olan Sirius'un yaklaşık 40 milyar kilometre yakınından geçecek.

    Voyager 1 ve 2'de bulunan altın plakların çalınması şematik resimlerle gösteriliyor. Plakta Dünya'nın evrendeki yeri, insan yaşamı, Dünya'daki medeniyete dair bilim, sanat, resim ve ses kayıtları bulunuyor. 55 dilde selamlama mesajı bulunan plakta, Türkçe olarak da "Sayın Türkçe bilen arkadaşlarımız. Sabah şerifleriniz hayr'olsun" mesajı bulunuyor.

    Dinlemek için tıklayınız
    http://voyager.jpl.nasa.gov/spacecraft/languages/turkish.html






    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Ömer -- 23 Nisan 2009; 15:43:16 >
  • ══════════════════════════════════════════════════════
    TÜBİTAK'tan akıllı bomba ve ısıl pil teknolojisi
    ══════════════════════════════════════════════════════

    TÜBİTAK Savunma Sanayi Araştırma Geliştirme Enstitüsü (SAGE), uçaktan atılan bombalara güdüm yeteneği kazandıran Hassas Güdüm Kiti (HGK) geliştirdi.

     Bilim/Kültür Haberleri....


    TÜBİTAK'tan yapılan yazılı açıklamada, "Ulusal Savunma için Ulusal Ar-Ge" sloganıyla çalışmalarını yürüten TÜBİTAK SAGE'nin, savunma sanayi alanında önemli projelere imza atmaya devam ettiği belirtildi.

    TÜBİTAK SAGE'nin, uçaktan atılan bombalara güdüm yeteneği kazandıran Hassas Güdüm Kiti (HGK) geliştirdiği bildirilen açıklamada, "HGK, 2000 lb Mk-84 genel maksat bombalarını akıllı bombalara dönüştürüyor. Böylece mevcut bombalar, her tür hava koşulunda, uzak bir mesafeden atıldığında bile, yüksek hassasiyetli vuruş yeteneği kazanıyor. Bu da uçakların tehlikeli bölgeye yaklaşmadan, güvenli bir şekilde görevlerini tamamlamalarını sağlıyor" denildi.

    Açıklamada, SAGE'nin temel görevinin, savunma sistemlerinin temel araştırmasından ve kavramsal tasarımından başlayarak, bu sistemlerin mühendislik ve prototip üretimlerini içeren araştırma ve geliştirme faaliyetlerini yürütmek olduğu belirtilerek, projelerin çoğunun ilgili sanayi kuruluşları ile ortak olarak yürütüldüğü ifade edildi.

    ULUSAL SAVUNMADA HAYATİ ÖNEME SAHİP
    Açıklamada, dünyada sayılı ülkenin sahip olduğu ve ulusal savunmada stratejik önem taşıyan ısıl pil teknolojisinin, TÜBİTAK SAGE'de tasarlanıp üretildiği bildirildi.

    SAGE Isıl Pil Tasarım Altyapısı'nda tasarlanıp üretilen teknoloji sayesinde bugüne kadar yurt dışından temin edilen ısıl pillerin maliyetinin düşeceği belirtilen açıklamada, ülke savunmasına ilişkin stratejik bilgilerin yurt dışına çıkmasının da önleneceği kaydedildi.

    Açıklamada, şu bilgilere yer verildi:

    "Isıl pillerin yurt dışından satın alınması durumunda, bu pillerin kullanılacağı askeri mühimmat ve silah sistemlerine ilişkin bilgilerin tedarikçilerle paylaşılması gerekiyordu. 'Ulusal Savunma İçin Ulusal Ar-Ge' sloganıyla çalışmalarını yürüten TÜBİTAK SAGE'de kurulan Isıl Pil Tasarım Altyapısı'nda, ülkemizin ihtiyacını karşılayacak ölçüde ısıl pil tasarlanıp üretilebilmesi hedefleniyor.

    Bu teknoloji ile öncelikli olarak Hassas Güdüm Kiti güç gereksinimini karşılayacak ısıl piller geliştirildi. TÜBİTAK SAGE'de geliştirilen ısıl piller, askeri mühimmatın akım ve voltaj gereksinimlerini, tüm çevresel koşullarda sağlayabiliyor."

    TÜBİTAK SAGE'nin geliştirdiği HGK ve ısıl pil teknolojisi bugün İstanbul Beylikdüzü'nde başlayan İDEF 9. Uluslararası Savunma Sanayi Fuarı'nda da tanıtılıyor.






    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Ömer -- 28 Nisan 2009; 11:04:29 >
  • ════════════════════════════════════════════════════
    Yağmur damlaları yere çarpmadan önce dağılıyor
    ════════════════════════════════════════════════════

    Yağmur damlalarının yere çarpma anlarını inceleyen araştırmacılar, sanılanın aksine damlaların yere çarpmadan önce dağılıp sıçradığını ortaya çıkardı.

     Bilim/Kültür Haberleri....


    Bir yüzeye çarpan yağmur damlacıkları ince bir tabaka haline gelir, ardından bir taç şekline gelen bir sıçrama yaşar.

    Önceki deneyler, su damlacıklarını çevreleyen havanın bu olay gerçekleşirken önemli bir rol oynadığını ortaya koyuyordu: yağmur damlaları hava basıncı düşük olduğunda kolayca sıçramıyor, bunun yerine ince bir tabaka halinde yüzeye dağılıyor.

    Harvard Üniversitesi'nden Shreyas Mandre ve çalışma arkadaşları, geliştirdikleri simülasyon modelleriyle farklı hava basıncı, su damlacığının yüzey gerginliği ve hızları gibi değerleri manipüle ederek deneyler gerçekleştirdi.

    Sonuçlar, 2 milimetre genişliğe sahip olan, saniyede birkaç metre hızla hareket eden ortalama bir yağmur damlasının altında bulunan havayı yüzeye çarpmaya birkaç mikrosaniye kala sıkıştırdığını ortaya koydu.

    Bu durum, yağmur damlasının yüzeye çarpmadan önce düzleşmesine ve sıçramasına neden oluyor. Araştırma takımı, daha yüksek sürtünme kuvvetine sahip bir yüzeyde, taç şeklinin ortaya çıkışının daha düşük ihtimal olduğunu belirtiyor.

    Mandre, su damlacıklarının sıçramasının ardındaki gizemin halen çok küçük bir kısmının çözümlendiğini belirtiyor. Bu olayın derinlemesine incelenmesi sonucunda, su sıçramasına sebep vermeyen malzemeyle üretilmiş gerçelerin yapılabileceğ düşünülüyor. Bu aletler mutfak gibi ortamlarda kullanılabilir.






    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Ömer -- 28 Nisan 2009; 11:05:18 >
  • 
Sayfa: önceki 3738394041
Sayfaya Git
Git
sonraki
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.