Şimdi Ara

Bilim/Kültür Haberleri.... (28. sayfa)

Bu Konudaki Kullanıcılar:
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
808
Cevap
0
Favori
104.039
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: önceki 2627282930
Sayfaya Git
Git
sonraki
Giriş
Mesaj
  • Anahtar Kelimeler:
    Çoklu Zekâ Kuramı, Howard GARDNER



      1- Sözel – Dil Zekâsı
      2- Mantıksal – Matematiksel Zekâ
      3- Görsel – Uzaysal Zekâ
      4- Müziksel – Ritmik Zekâ
      5- Bedensel – Kinestetik Zekâ
      6- Sosyal Zekâ
      7- İçsel Zekâ
      8- Doğacı Zekâ



    İsterseniz aşağıda kısa kısa bu alanları inceleyelim;

    1- Sözel – Dil Zekâsı: Sözel dil zekâsı, bir bireyin kendi diline ait kavramları masalcı, konuşmacı veya bir politikacı gibi sözlü olarak ya da bir şair, bir yazar veya bir gazeteci gibi yazılı biçimde etkili olarak kullanabilme kapasitesidir.

    2- Mantıksal – Matematiksel Zekâ: Bir bireyin bir matematikçi bir vergi memuru veya istatikçi gibi sayıları etkili bir şekilde kullanabilmesi ya da bir bilim adamı, bir bilgisayar programcısı veya bir mantık uzmanı gibi sebep – sonuç ilişkisi kurarak olayların oluşumu ve işleyişi hakkında etkili bir biçimde mantık yürütebilme kapasitesidir.

    3- Görsel – Uzaysal Zekâ: Bir insanın avcı, bir izci ya da rehber gibi görsel ve uzaysal dünyayı doğru bir şekilde algılaması veya bir dekoratör, bir mimar ya da bir ressam gibi dış dünyadan edindiği izlenimler üzerine değişik şekiller uygulama kapasitesidir.

    4- Müziksel – Ritmik Zekâ: Bir kişinin bir besteci, bir müzisyen ya da bir şarkıcı gibi müzik formlarını algılaması, ayırt etmesi ve ifade etme kapasitesidir.

    5- Bedensel – Kinestetik Zekâ: Bedensel – Kinestetik zekâ ile bir kişinin bir aktör, bir atlet ya da dansçı gibi düşünce ve duygularının anlatmak için vücudunu kullanmadaki ustalığı veya bir heykeltıraş, bir cerrah ya da tamirci gibi ellerini kullanma ve elleriyle yeni şeyler üretme kabiliyetleri kastedilir.

    6- Sosyal Zekâ: Sosyal Zekâ, bir insanın bir öğretmen, bir terapist ya da pazarlamacı gibi çevresinde insanların duygularını, isteklerini ve ihtiyaçlarını anlama, ayırt etme ve karşılama kapasitesidir.

    7- İçsel Zekâ: İçsel Zekâ, bir kişinin kendisini tanıması ve kendisi hakkında sahip olduğu bu bilgi ve anlayış ile çevresinde uyumlu davranışlar sergileme yeteneğidir.

    8- Doğacı Zekâ: Doğacı Zekâ ile bir kişinin biyolog yaklaşımıyla hayvanlar ve bitkiler gibi yaşayan canlıları tanıma, onları belli karakteristik özelliklerine bağlı olarak sınıflandırma ve diğerlerinden ayırt etme kabiliyeti veya bir jeolog yaklaşımıyla dünya doğasının bulutlar, kayalar veya depremler gibi çeşitli karakteristiklerine karşı aşırı ilgili ve duyarlı olması kastedilmektedir.



  • Güneş Işığında Kararan Gözlük Camları Nasıl Yapılıyor?

    Güneş ışığına maruz kaldığında kararan gözlük camları ilk olarak 1960’ların sonlarında geliştirildi, yaygın olarak kullanılmaya başlanılması ise 1990’lı yıllarda oldu.

    Bu tip gözlük camları fotokromik veya fotokromatik adı verilen ve yüzde 0,01 ile 0,1 arasında gümüş kristalleri ihtiva eden özel camlardan yapılırlar. Kristaller normalde şeffaf olup son derecede küçüktürler ve gözlük camına bakıldığında fark edilmezler. Gözlük camlarına bol miktarda ultraviyole ışın ihtiva eden güneş ışığı geldiği zaman kristallerdeki gümüş iyonları etkilenerek gümüş atomlarına dönüşür ve camın içinde küçük gümüş parçacıklar oluşturmaya başlarlar. Bu siyah beyaz fotoğrafçılıktaki partiküllerin oluşumuna benzer ve tamamen kimyasal bir reaksiyondur.

    Bu gümüş parçacıkları sivri uçlu ve o kadar düzensiz şekillerdedirler ki gelen ışığı olduğu gibi absorbe ederler, hiçbir rengi yansıtmazlar ve dolayısıyla kararırlar. Gözlük tekrar loş bir ortama götürüldüğünde, gümüş atomları tekrar birleşerek gümüş kristalleri haline dönüşürler ve gözlük camının rengi normale döner. Her iki yöndeki kimyasal reaksiyonlar da çok hızlı cereyan ederler. Eğer fotokromatik camlar tekrar eski haline dönmezlerse fırında kısa süre ile (çerçeveyi eritmeyecek kadar) ısıtılmaları önerilir.

    Başlarda gözlük camının tümü fotokromatik olarak yapılıyordu. Tabii kararma olayı da camın kalın olduğu kısımlarda daha koyu, ince kısımlarda daha açık oluyordu. Sonraları merceklerin üzerleri milimetrenin binde beşi kalınlığında kaplanmaya başlandı.

    Günümüzde ise merceğin milimetrenin binde 150’si kalınlığındaki kısmı bir banyoya daldırılarak fotokromatik tabaka kimyasal reaksiyon yolu ile merceğin bünyesine işleniyor.
    Fotokromatik camlar gördüğümüz ışığa değil ultraviyole ışınlarına hassastırlar ve reaksiyona girerler. Dolayısıyla ultraviyole ışınlarını geçirmeyen camların arkasında, arabaların içinde, ortam çok ışıklı da olsa kararmazlar.
  • Teşekkürler..
  •  Bilim/Kültür Haberleri....

    .TaneR. 'den alıntıdır.


    Bağıl nem:
    Havada ölçülen su buharı miktarının aynı sıcaklık ve basınçtaki havanın taşıyabileceği en yüksek su buharı miktarına oranıdır. % olarak gösterilir.

     Bilim/Kültür Haberleri....


    Bağıl nem nasıl ölçülür ?

    Havanın bağıl nemini ölçmek için higrometre kullanılır. Higrometre kuru ve ıslak (hazneli) iki termometreden oluşur. Islak termometrenin haznesi diğer ucu suya batırılmış bir fitil ile sarılmıştır. Fitil üzerinden buharlaşan su termometrenin sıcaklığını düşürür. Eğer hava kuru ise buharlaşma fazla olur ve ıslak termometrede düşük sıcaklık okunur. İki termometre arasındaki fark havanın bağıl nemini verir. İki sıcaklık birbirine eşitse bağıl nem %100 dür ve hava doymuştur. Hava soğursa veya daha fazla nem eklenirse yoğunlaşma olur.


  • Japonlar; "yapay rahim" geliştirdiler!

    Hong Kong (AA)- Japon bilim adamları, tüp bebek yöntemiyle oluşan embriyonların ilk aşamada ana rahmindeki kadar hızlı gelişmesi için "yapay rahim" geliştirdiler.

    Halen, yapay döllenmeyle oluşan embriyon, ana rahmine yerleştirilmeden önce özel olarak hazırlanmış bir sıvı içinde tutuluyor. Ancak yapay döllenmeyle oluşmuş embriyonlar bu sıvıda, kendilerine mükemmel bir ortam sunan ana rahmindeki kadar hızlı gelişemiyorlar.

    Hızlı büyüyen embriyonların ana karnına yerleştirildikten sonra yaşama şansının daha yüksek olduğunu hatırlatan bilim adamları, yapay rahmin eski yöntemin bu olumsuz yanını ortadan kaldıracağını belirttiler.

    New Scientist dergisinde yayımlanan araştırma sonucunda, doğal rahmin koşullarının benzerinin sağlandığı, 0,5 milimetreye 2 milimetre boyutlarında bir çip geliştirildi. Tüpte döllenmeyle oluşan embriyonların bu çipin içine konulduğu, burada rahme tutunmaya hazır hale geldikten sonra embriyonun ana rahmine yerleştirildiği bildirildi.
    Tokyo üniversitesinden Terio Fujii bu yöntemle çiplere konulan embriyonların yüzde 80'inin 72 saat içinde hazır hale geldiğini, eski yöntemde ise aynı süre içinde embriyonların sadece yüzde 20'sinin hazır olduğunu söyledi.
  • Havadaki su buharından içme suyu üreten cihaz

    ABD'de üretilen, havadaki su buharını işleyerek içme suyuna çeviren cihazın Türkiye'de de satışına başlandı.

    Cihaz bir buzdolabı kadar elektrik harcayarak günde 32 litreye kadar su üretebiliyor. sistem şehir şebeke suyuna bağlanarak günlük 180 litreye kadar suyu da arıtabiliyor. ABD kökenli HENDRX Şirketinin Türkiye Distribütörü Sanova Teknoloji firmasının Dış İlişkiler Müdürü Mustafa İrdiren, cihazın ABD'de üretildiğini belirterek, Türkiye'deki satışına ise bir ay önce başladıklarını bildirdi.

    Cihazın yüzde 35 nemin üzerinde performansla çalıştığını anlatan İrdiren, ''Türkiye'nin nem dağılımına bakıldığında özellikle kıyı şeritleri, Marmara, Kıyı Ege, Akdeniz, Karadeniz ve İç Anadolu bölgelerinin özellikleri nedeniyle cihaz çok yüksek performansla çalışıyor. Doğa ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde ise zaman zaman
    performans düşüklüğü yaşanabiliyor'' dedi.

    Cihazın fiyatının 2 bin 600 YTL olduğunu belirten İrdiren, Türkiye'de 50'ye yakın bayilikte satış yapıldığını aktardı.
  • ══════════════════════════════════════
    Dinozorların egemenliği geç başlamış
    ══════════════════════════════════════

    New Mexico’da gün ışığına çıkarılan fosiller, dinozorların dünyadaki egemen kara hayvanları olmadan önce milyonlarca yıl boyunca bir sürüngen türüyle bir arada yaşadıklarını gösterdi.
    Science dergisinin 20’nci sayısında yer alan buluşa göre dinozorların dünyadaki egemenliklerini kurmaları uzun sürdü. Bu buluş dinozorların yakın akrabaları dinosauromorph’ların yerini çok kısa bir sürede aldıkları ya da dinosauromorph’ların soyunun dinozorlardan çok daha önce tükendiği teziyle çelişiyor. Çalışma ekibine göre bu iki tür 15-20 milyon yıl bir arada yaşamış.

    Dış görünüş olarak dinosauromorph‘lar dinozorları andırıyordu fakat dinozorların sahip olduğu bazı anatomik özelliklerden yoksunlardı. Şempanze ve insanlar için düşünüldüğü gibi onların da atalarının ortak olduğu tahmin ediliyor.

    İki türün fosilleri daha önce hiç bir arada bulunmadığı için bilim adamları dinozorların dinosauromorph‘ların yerini aldığını düşünüyordu.

    Her halükarda 200 milyon yıl önce Jurassic Devri başlarken dinosauromorph‘lar çoktan dünya sahnesinden silinmiş ve dinozorlar egemen kara hayvanı olmuştu. Neden bir türün yok olup diğerinin hayatta kaldığı ise hala bir sır.


  • ══════════════════════════════════════
    Sivrisinekler, dolunayda daha tehlikeli
    ══════════════════════════════════════


    Sıcakların başlamasıyla ortaya çıkan ve büyük sıkıntı yaratan sivrisineklerin, güneşin doğuşu ve batışı sırasında daha fazla aktif olduğu, dolunay dönemlerinde aktivitelerinde 500 kattan fazla artış gerçekleştiği belirtildi.
     Bilim/Kültür Haberleri....

    Sivrisinek kovucu ürünler üreten bir firmanın hazırladığı broşüre göre, 30 milyon yıldan fazla süredir var olan sivrisinekler, bu süre içinde insanları bulup ısırma konusunda “uzmanlaştı”.

    Asıl kuşları, kemirgenleri ve büyük memelileri tercih eden sivsineklerin bunlardan birini bulamamaları halinde insanları hedef seçtiği belirtildi.

    “Kimyasal, görsel ve sıcaklık” olmak üzere üç farklı algı sistemleri bulunan sivrisineklerin karbondioksidi ve laktik asidi 36 metre uzaklıktan algılayabildikleri, insan teri içindeki bazı kimyasalların da bu canlılar için “çekici” olduğu bildirildi.

    Güneşin doğuşu ve batışı sırasında en fazla aktif oldukları, dolunay dönemlerinde ise aktivitelerinde 500 kattan fazla artış meydana geldiği bildirilen sivrisineklerin sıcaklığı çok iyi algıladıkları için yakınlarındaki kuşlarla memelileri çok rahat fark edebildikleri belirtildi.

    Giysileri çevreyle kontrast oluşturanlarla hareket halindekilerin sivrisinekler için kolay hedef haline gelebileceği uyarısında bulunularak, şunlara dikkat çekildi:
    • Yalnızca dişi sivrisinekler ısırır.
    • Bunların ısırdığı sırada salgıladıkları tükürükte kanın pıhtılaşmasını önleyici proteinler bulunur.
    • Az da olsa tükürüğün, ısırığın üzerinde kalmasından dolayı vücudun bağışıklık sisteminin devreye girmesiyle burada şişme ve kaşınmayla sonuçlanan alerjik bir reaksiyon oluşur,
    • Sivrisinekler sıtma, lyme hastalığı, ensefalit, dengue ateşi, fil ayağı gibi birçok hastalığa neden olur.


    Algı sistemlerini şaşırtarak hedefi algılanmaz hale getirdiği için sivrisineklerden “DEET” kimyasalını içeren sprey ya da losyonlarla korunulabilir.


  • ═══════════════════════════════════
    Şeytan çıkarmanın sonu ölümle bitti
    ═══════════════════════════════════


    ABD’nin Arizona eyaletinde, 3 yaşındaki bir kız çocuğundan “şeytan çıkarılacağı” ihbarını alan polisin müdahalesi üzerine, torunundan “şeytan çıkarmaya” çalışan büyükbaba, güvenlik güçleriyle giriştiği boğuşmanın ardından hayatını kaybetti.
    Amerikan medyasında yer alan haberlere göre, ihbar üzerine eve gelen polis, çığlıkların duyulduğu yatak odasına güçlükle girmeyi başardıktan sonra, torununun boğazını sıkmakta olan kanlar içindeki Ronald Marquez’i (49) gözaltına alabilmek için mücadele ederken elektrikli cop kullandı.

    “Şeytan çıkarma”nın yapıldığı odada Marquez’in kızı olduğu belirtilen üstü başı kan içinde 19 yaşındaki çıplak bir genç kız ile küçük kızın annesinin de bulunduğunu açıklayan polis, elektrikli copla etkisiz hale getirilen ve kelepçelenen Marquez’in kalbinin aniden durduğunu ve kaldırıldığı hastanede hayatını kaybettiğini bildirdi.

    Arizona polisi, Marquez’in ölüm nedeninin henüz bilinmediğini ve otopsi yapılacağını bildirdi. Polis, sağlık durumu iyi olan 3 yaşındaki küçük kızın annesinin henüz tutuklanmadığını, ancak hakkında dava açılacağını kaydetti.


  • ═══════════════════════════════════════
    Hint keneviri tütünden daha tehlikeli
    ═══════════════════════════════════════


    Esrarlı tek bir sigara içmek, ciğerlere üst üste 5 sigara içmiş gibi zarar veriyor.
     Bilim/Kültür Haberleri....

    Yeni Zelandalı biliminsanları, Hint kenevirinin sigaradan daha zararlı olduğunu açıkladı. 339 denek üzerinde yapılan araştırmada katılımcılar 4 gruba ayrıldı; esrar içicileri, esrar ve tütün içicileri, tütün içicileri ve hiçbirini kullanmayanlar.

    Esrar kullanıcıları 5 yıl boyunca günde en az bir esrarlı sigara içenlerden, sigara kullanıcıları ise bir yıl boyunca günde 20 sigara tüketenlerden seçildi. Aynı zamanda katılımcılar solunum testlerinden geçti, her katılımcının ciğerlerinin bilgisayarlı tomografisi çekildi. Araştırmanın sonucu, bir esrarlı sigaranın 5 tütün sigarası kadar zarar verdiği ortaya koydu.

    Thorax adlı tıp dergisinde yayımlanan araştırmaya göre hint keneviri, hava akışına engel olup ciğerlerin daha fazla çalışmasına sebebiyet vererek solunum yollarında hasara neden oluyor. Hint keneviri aynı zamanda ciğerlerin dokulara oksijen götürme ve dokulardan atıkları taşıma gibi yetilerine zarar veriyor.

    Kenevir içenlerde, hapşırma, öksürük, göğüste sertlik, aşırı balgam üretimi ve bronşit görülüyor. Fakat araştırmada yer alan esrar içicilerinin hiçbirinde, ciddi bir akciğer hastalığı olan amfizeme rastlanmadı. Bu hastalık daha önce hint keneviriyle ilişkilendiriliyordu.

    Uzmanlar, kenevirin etkilerinin içiliş şeklinden de kaynaklanabileceğini belirtiyor. Kenevir genellikle filtresiz içiliyor ve kullananlar içlerine daha çok çektikleri ve ciğerlerinde daha çok beklettikleri için, kenevir çok yüksek ısıya ulaşıyor.

    Daha önce yayımlanan bir başka araştırma da, kenevir içicilerinin içmeyenlere göre şizofreni gibi ruhsal hastalıklara yüzde 40 daha fazla yakalanma riski taşıdığını ortaya çıkarmıştı.


  • PATARA KAZILARI 20. YILINDA SÜRÜYOR

    Likya Uygarlığı’nın başkenti olan Patara kentinde yürütülen kazılar 20. yılını doldurdu.Antalya’nın Demre ilçesinde Likya Uygarlığı’nın başkenti olan Patara kentinde yapılan kazılar devam ediyor. Akdeniz Üniversitesi Fen ve Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü’nden Prof. Dr. Fahri Işık başkanlığında yürütülen kazılar 20’nci yılını doldurdu. 70 kişilik bilim ekibi ve 29 işçinin çalıştığı kazılara bu yıl, Akdeniz Üniversitesi’nin yanı sıra, Anadolu Üniversitesi, Almanya’nın Hannover Teknik Üniversitesi ve Magdeburg Teknik Yüksekokulundan bilim adamları katıldı. Antik kentte, tepe düzlüğü, liman hamamı, meclis binası, tiyatro, Doğu Roma hamamı ve çömlek işçiliği bölümlerinde kazı çalışmalarının yürütüldüğü bildirildi. Akdeniz Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Öğretim Üyesi Doç. Dr. Gül Işın, AA muhabirine yaptığı açıklamada, bu yılki kazıların çok geniş bir alanda devam ettiğini ifade etti. Patara’nın büyük bir uygarlığa başkentlik yaptığını, dünyanın ilk anayasasının burada yazıldığını, Noel Baba’nın da burada doğduğunu belirten Işın, “Kazılar her yönüyle memnuniyet verici. Kazılarda yeni ortaya çıkarılan buluntular, bilime ve tarihe ışık tutuyor” dedi. Kazıların bu yılki bölümünün 19 Eylül’de sona ereceği bildirildi.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Andrei*Tykin -- 31 Temmuz 2007; 14:17:23 >
  • BOŞLUĞUN YENİ HAKİMİ 5. KUVVET!


    Evren'in nasıl ortaya çıktığını tam olarak bilen yok.. Gerçi neredeyse sonsuz sıcaklıkta ve sonsuz küçüklükte bir noktanın 13-15 milyar yıl önce büyük bir patlamayla aniden genişlemesiyle varlık kazandığı yolunda yadsınamayacak kanıtlar var. Ama başlangıçta bir bütün olan dört temel doğa kuvvetinin nasıl ayrıştığı, Evren'in neden oluştuğu, yoğunluğu, biçimi kesin olarak bilinmiyor.Oysa nasıl sona ereceği neredeyse kesin: Öyle anlaşılıyor ki, gidişimiz, gelişimiz gibi görkemli ışık gösterileriyle olmayacak. Bunu kanıtlayan yeni gözlemler var. Başta, Evren'in artan bir hızla genişlemesi geliyor. Gözlemler, ortaya bazı güç sorular da çıkarmıyor değil. Ancak, bu soruları yanıtlayacak araçlar, kuramsal planda da olsa geliştirilmiş bulunuyor. Son yıllarda genişlemeyi açıklamak için kütle çekiminin tersi bir etki yapan bir kozmolojik sabitten söz edilir olmuştu. Şimdiyse fiziğin can simidi, "beşinci kuvvet" diye adlandırılıyor değişken bir boşluk enerjisi.



    ÖNÜMÜZDEKİ birkaç on bin yılda insanlık kendi kendini yok etmez,teknolojisini geliştirip gezegenden gezegene atlayarak uzaya yayılırsa torunlarımızın en şanslı olanları sırayla şunları görecek:Yaşamımızı borçlu olduğumuz yaklaşık 5 milyar yaşındaki Güneş,bir o kadar yıl sonra yakıtını tüketip ölecek..Güneşten daha küçük oldukları için ömürleri bir o kadar daha uzun kütlesi Güneş kütlesinin 1/10000 i olan bir yıldız sönecek.Gökadalarda arta kalan yıldızlarsa bir tür ışınım olan kütle çekim dalgalarının etkisiyle giderek merkeze yaklaşacak ve sonunda orada bulunan dev kara delik tarafından yutulacak.Evrendeki tüm ölü yıldızlardaki tüm protonlar da bozunacak ve bir dizi aşamadan sonra pozitron ve fotonlara dönüşecek. Bu da demek ki ölü yıldızlar sonunda pozitron ve elektronlara ayrışacak. Elektron, Evren'i oluşturan maddelerden biri, pozitronsa bir karşı madde olduğu için bunlar bir araya gelip birbirlerini yok etmek, ve iki fotona dönüşmek isteyecek. Ancak Evren artık öylesine geniş ki bunlar kolay kolay bir araya gelecek. O halde perdede SON yazarken, donan son karede tek tük elektron, pozitron ve enerjisini yitirmiş foton, belli belirsiz görünecek.Peki filmin böyle biteceğini ne biliyoruz? Neden ters sarılmış bir film gibi başa dönmeyelim? Neden Evren giderek küçülmesin? Neden soğuyacağına giderek ısınmasın? Neden yıldızlar ve gökadalar sıkışıp birbirleriyle biri eşmesin? Neden nötronlar, protonlar sıkışıp giderek daha küçük, daha egzotik temel parçalara dönüşmesin? Neden temel doğa kuvvetleri başlangıçtaki gibi bütünleşmesin? Neden o sonsuz sıcaklık ve yoğunluktaki tekilliğe dönmeyelim?

    Nedeni, gözlemlerimizin bize Evren'in genişleme hızının arttığını göstermesi. Evren'in genişlediğini Amerikalı gökbilimci Edwin Hubble'ın 1929 yılında uzak gökadaların bizden, yakındakilere göre daha büyük bir hızla uzaklaştıklarını göstermesinden bu yana biliyoruz. O zamandan bu yana, daha güçlü teleskoplarla yapılan gözlemler, Evren'in büyük patlamadan bu yana sürekli olarak genişlediğini kuşkuya yer bırakmayacak biçimde gösterdi. Genişlemenin bir kanıtı da Evren'in her yerini dolduran mikrodalga fon ışınımı. Büyük patlamadan yüz binlerce yıl sonra Evren'in yaklaşık 3000°C'ye kadar soğuması ve protonların elektronları yakalamasıyla ışığın serbestçe kaçtığı noktayı gösteren bu ışınım, Evren'in genişlemesiyle bugün elektromanyetik tayfın mikrodalga tayfına kaymış ve enerjisi, yaklaşık 2,7 K sıcaklığa karşıt olacak kadar azalmış bulunuyor.Ancak genişleme, tek başına sonumuzun ne olacağını göstermiyor ki...Bir kere kütle çekiminin bu genişlemeyi yavaşlatması gerek. Kütlenin aslında enerjiyle eşlenik olduğunu görmüştük.Geleneksel kozmoloji, Büyük patlamadan belirli bir süre geçtik'ten sonra Evren'in maddenin egemenliği altına girdiğini varsayar. Böyle olunca da Evren'in geometrisine, buna bağlı olarak da içindeki maddenin yoğunluğuna bağlı olarak genişlemenin üç yoldan birini izleyeceğini söyler. Eğer madde yoğunluğu belirli bir kritik değeri aşarsa, Evren "kapalı" demektir. Yani genişleme bir noktada duracak ve daha sonra büzülme başlayacak ve sonunda Evren kendi üzerine çökerek yok olacak. Yoğunluğun kritik değerin altında olması halindeyse Evren "açık" demektir.Bu durumda genişleme sonsuza kadar sürecek. Yoğunluğu n kritik değere eşit olduğu durumaysa "düz Evren" deniyor: Genişleme gene sonsuza değin sürecek, ama giderek azalan bir hızla. Aslında enerji yoğunluğunun, kritik yoğunluğa eşit yada çok yakınında olması gerekiyor. Çünkü Evren'in başlangıcından bu yana en az 13 milyar yıl geçtiğine inanılıyor. Eğer yoğunluk kritik değerin altında yada üstünde olsaydı, çok daha kısa sürede, bizlerin ortaya çıkmamıza olanak vermeden genişlemesi, yada hemen geri çökmesi gerekirdi.

    Evren'in kritik yoğunlukta olduğunu varsaysak bile sorunumuz tam anlamıyla çözülmüyor. Bir kere madde, bu yoğunluğu tek başına sağlayamaz. Çünkü Evren'in yarıçapında meydana gelen her bir misli artışın, enerji yoğunluğunu sekiz kat azaltması gerek. Üstelik son yıllarda yapılan gözlemler, baryon dediğimiz, tanıdık parçacıklardan oluşmuş maddenin, Evren'in çok küçük bir bölümünü oluşturduğunu ortaya koydu. O halde nasıl oluyor da, enerji yoğunluğu kritik düzeyde kalıyor?Gözlemlerin doğruluğuyla ilgili kuşkular giderildikten sonra gözler ister istemez Evren'deki karanlığa çevrildi. Evren'deki bu olağanüstü boşluğu dolduracağına inanılan "karanlık madde" arayışları başladı. Bu ışıma yapmadığı için görülemeyen maddenin bir bölümünün, gezegen, sönmüş yıldızlar, kara delikler gibi bildiğimiz madde biçimleri olabileceği düşünüldü. Hele son derece zayıf etkileşimli nötrinoların, çok küçük de olsa bir kütleye sahip olduklarının kanıtlanması, bilmecenin çözümü konusunda yeni umutlar yarattı. Bu arada, bildiğimiz madde türleri dışında, zayıf etkileşimli egzotik parçacıklardan oluşan karanlık madde türleri için yürütülen aramalara da hız verildi.Gene de bütün bunlar enerji açığını kapatmaya yetmedi. Üstelik Evren'in genişlemesiyle ilgili son bulgular, sorunu daha da çetrefilleştirdi.Evren'in hangi hızla genişlediğini bilmek için standart ışık kaynakları gerekli. Hubble, 1920'li yılların sonunda yaptığı hesaplamalarda, gökadaların tümünün aynı parlaklıkta olduğunu varsaydı. Ona göre parlak gökadalar daha yakın, sönük olanlarsa daha uzak olmalıydı. Hesaplamadığı şey, gökadaların çok farklı büyüklerde olabileceği gibi, aynı gökadanın da zamanla olgunlaşacağı ve dolayısıyla parlaklığının değişebileceği gerçeğiydi. Bu nedenle gökbilimci, kendi adıyla Hubble Sabiti diye anılan genişleme oranını yanlış hesapladı. Hubble, gökadaların her megaparsekte (3,26 milyon ışık yılı) saniyede 500 kilometre artan bir hızla uzaklaştıklarını açıkladı. Bu oran, günümüzde hala tartışmalı olsa da, Hubble Sabiti'nin değeri 55-70 km olarak kabul ediliyor.

    Daha sonra, 1970'li yıllarda kozmologlar standart ışık kaynağı olarak muazzam ölçülerde ışık yaydıkları için çok uzaklardan gözlenebilen ve enerjilerini, gökadaların merkezlerindeki büyük kütleli kara deliklerden alan kuasarları benimsediler. Ancak kısa sürede görüldü ki, kuasarlar kendi aralarında gökadalardan bile daha fazla farklılaşıyor.Sonunda kozmologların imdadına la türü denen çok özel bir süpernova biçimi yetişti. Normalde süpernovalar, çok büyük kütleli yıldızların yakıtlarını tüketerek merkezlerinin çökmesiyle meydana gelen patlamalar. Bu çöküşün yarattığı şok dalgası, yıldızın hidrojen ve merkezde pişerek daha ağır elementlere dönüşmüş dış katmanlarını büyük bir padamayla uzaya saçar. la türü patlamalarsa, Güneş benzeri yıldızların başına gelen özel bir son. Bu yıldızlar, ömürlerini tamamladıklarında dış katmanlarını bir gezegenimsi bulutsu biçiminde yavaşça uzaya bırakırlar.Merkezleriyse sıkışarak ısınır ve giderek soğuyup gözden kaybolacak, yaklaşık Dünya boyutlarında bir "beyaz cüce" haline gelir. Sıkıştığı için kütle çekim gücü olağanüstü artan bu beyaz cücelerden bazıları, zaman içinde yakınlarından geçmekte olan bir yıldızdan madde çalmaya başlar. Üzerine çektiği maddeyle irileşen beyaz cüce, 1,4 Güneş kütlesine vardığı anda merkezindeki karbon ve oksijen yanmaya başlar ve çok hızlı bir zincirleme tepkimeyle yıldız patlar. Kütlesini oluşturan tüm madde saniyede 10 000 km hızla uzaya saçılır. Bu patlamalar öylesine güçlüdür ki, bizden milyarlarca ışık yılı ötedeki gökadalarda bile kolaylıkla saptanabilirler. Ayrıca biliyoruz ki, hepsi aynı süreci izlediklerinden, parlaklıkları da aşağı yukarı aynı. Bu durumda gökbilimciler, parlaklık değişimlerini inceleyerek patlamaların olduğu gökadaların uzaklığını, en çok yüzde 12 hata payıyla saptayabiliyorlar. Bu tip süpernovalar çok yaygın olarak gözlenen olgular değil. Tipik bir gökadada 300 yılda bir görülebiliyorlar. Ancak binlerce gökadayı izlediğinizde, yaklaşık her yarım saatte bir bu türden bir süpernovayla karşılaşabiliyorsunuz. Evrendeyse o kadar fazla gökada var ki (en az 150 milyar), her birkaç saniyede bir, la türü bir süpernovanın ortaya çıkması gerek.la türü süpernovalar, güvenilir bir standart ışık kaynağı olarak kendilerini kanıtladılar. Ancak fizikte her zaman olduğu gibi, ortaya attıkları sorular, yanıtlayabildiklerinden çok daha fazla:Bundan 5 milyar yıl kadar önce çok uzaklardaki bir gökadada çoktan ölmüş bir yıldız, birdenbire 1 milyar Güneş'ten daha parlak bir patlamayla yok oldu. Patlamanın ışığı, giderek sönükleşerek ve genleşerek uzay-zaman içinde yol almaya başladı ve nihayet patlama sırasında henüz oluşmamış olan Dünya'ya ulaştı. 1997 yılında bir gece bu ışınımdan arta kalan birkaç yüz foton 10 dakika süreyle Şili'deki bir teleskopun aynasına çarptı ve bilgisayarlarca kaydedildi. Bu tür süpernovaları inceleyen kozmologlar ekibiyle benzer araştırmalar yapan rakip bir grup, bu ve benzeri patlamalar üzerinde yaptıkları çalışmalar sonunda şu sonuca vardılar. Bu patlamalar, olması gerekenden daha zayıftı. Önce ışığın aradaki toz bulutlarından etkilenip etkilenmediklerini baktılar. Toz, daha çok mavi ışığı perdelediği için, tozdan geçen ışık, olduğundan daha fazla kırmızı görünür.Gözlemcilerse böyle bir etki saptamadılar. Ayrıca değişik yönlerdeki patlamalardan gelen ışığın parlaklığında, toz bulutlarının etkisine bağlı olması gereken oynamalar da görülmedi. Araştırmacılara göre gözlemler iki biçimde yorumlanabilirdi: Bunlardan birincisi, Evren'in sanıldığı gibi düz değil, negatif bir eğriliği olması, yani geometrisinin eğer biçiminde (hiperbolik) olması.

    Çünkü bu biçimdeki bir evrende, eski bir süpernovanın oluşturduğu geniş ışınım küresi, düz bir evrendekine oranla daha geniş bir alana sahip olur. Böyle olunca da ışınımın kaynağı, olması gerekenden daha zayıfmış gibi görünür.Uzak süpernovaların şaşırtıcı zayıflığının bir nedeni de bunların, kırmızıya kayışlarının gösterdiğinden daha uzakta olmaları. Başka bir açıdan bakılınca, bu uzak süpernovaların taytlarındaki kırmızıya kayış, beklenenden daha düşük görünüyor. Bununsa olağanüstü önemde sonuçları var: Demek ki, Evren, geçmişte sanıldığından daha düşük bir hızla genişlemiş. Demek ki genişleme hızı geçmişe oranla artıyor.Daha doğru bir ifadeyle, kütle çekiminin genişlemeyi yavaşlatma hızı düşüyor. Peki bunun anlamı ne? Anlamı şu:madde yoğunluğu geçmişte daha yüksekti. Bunu zaten görmüştük. Evren'in yarıçapı bir misli arttıkça içindeki madde yoğunluğu sekiz kat azalıyor. OyS! madde yoğunluğu demek enerji yoğunluğu demek. Enerji yoğunlununsa sabit olması gerekiyor. Evren'in ilk anlarındaki enerji yoğunluğu neyse, işlevi de aynı olmalı. O halde Evren'e bugünkü düz görünümünü veren bir enerji olmalı. Araştırmacılar şaşırmakta haklı değil mi? Şimdiye kadar kozmik ölçekte etki yapan tek kuvvet kütle çekimi değil miydi? Bu kütle çekiminin de gökadaları birbirine yaklaştırması, ve Evren'in genişlemesini frenlemesi gerekmiyor muydu? Oysa eğer genişleme hızlanıyorsa bir şeyin kütle çekimine ters yönde etki yapması gerekiyordu...cisimleri birbirine yaklaştıracak yerde uzaklaştıracak bir kuvvet; çekme yerine itecek bir kuvvet. Ama ortada görünen bir şey yok. Yalnızca boşluk var. Bu durumda bu işi yapabilecek, muazzam büyüklükteki gökadaları birbirinden. uzaklaştırması nedeniyle merkezde boşluk kalıyor. Ama boşluk nasıl olur da bir yay gibi davranabilir? Evren, ancak bildiğimiz madde ve ışınımdan çok farklı bir şeyden oluşmuşsa bu olası hale gelebilir. Gelgellim, işi çözümleyebilecek bu yöntem de gene yeni sorular çıkartıyor ortaya: Bu gizemli kuvvetle ilgili hesaplar, bunun gözlenenden çok daha büyük olması gerektiğini gösteriyor. Ayrıca bu kuvvetin neden eskiden değil de şimdi ortaya çıktığı sorusu havada kalıyor.Yeni gözlemlerle doğrulanan la türü süpernova verileri, araştırmacıları ister istemez ilk kez Einstein'ın "Evren'i statik kılmak için" ortaya attığı, ancak sonra "en büyük hatam" diye denklemlerinden çıkarttığı "kozmolojik sabit" aracını yeniden kullanmaya götürdü.

    Aslında Einstein'ın kütle çekim kuramı, bu kuvvetin itici olabilmesini de açıklıyor. Genel Görelilik denklemlerine göre kütle çekimi iki unsur tarafından belirleniyor: Bunlar, bir cismin enerji yoğunluğuyla, basıncı. Basınç da aslında bir enerji biçimi. Örneğin bir kabın kenarlarına çarpan gaz parçalarının böyle bir enerjisi var. Bunu bilmesine rağmen Einstein, basıncı özellikle enerji yoğunluğuyla birlikte denklemlerine katmadı. Nedeni, Evren'in "kendi basıncı olan" özel bir maddesi olacağı yönündeki sezgisi olabilir.Einstein'ın denklemlerine göre enerji yoğunluğu değerini, basınç değerine eklediğinizde eğer artı bir sonuç elde ediyorsanız, kütle çekimi çekici olur; ama eğer sonuç eksi bir değer veriyorsa, kütle çekimi itici hale gelir. Peki ama bu değerler nasıl olur da eksi değerde bir sonuç verir? Evren'de madde için olsun, ışık için olsun, bu denklem hep artı sonuç veriyor. Çünkü gerek maddenin, gerek ışınımın enerji yoğunlukları pozitif, basınç değerleriyse, ciddiye alınmayacak kadar önemsiz.Ama önemli büyüklükte bir negatif iç basınca sahip bir madde ortaya çıkarsa - iş değişir.Aslında negatif basınç, ilk bakışta görüldüğü gibi garip bir kavram değil.

    Bu, gerilmiş bir lastikteki, içeriye doğru çeken kuvvet gibi bir şey. Yani uzay, büyük bir gerilime sahip garip bir maddeden yapılmışsa, bir yay gibi davranabilir. Ama bu biraz garip değil mi? İçe doğru çeken bir gerilime sahip madde, gökadaları nasıl birbirinden uzaklaştıracak? ışığın, uzaydaki negatif basıncın çevresine hiç etki yapmaması. Çünkü kuvvetler, eninde sonunda basınç farklarının bir ürünüdürler. Oysa uzayda her bölge, hepsi de aynı basınca sahip bölgelerle çevrilidir. Ortada basınç farkı bulunmaz. Böyle olunca da, negatif basınç yalnızca bir biçimde etkili olabilir: Genel görelilik aracılığıyla itici kütle çekimi yaratarak. O halde uzayın neden genleşir gibi göründüğünü anlamak için, muazzam bir negatif enerjiye sahip olduğunu kabullenmek zorundayız. Kozmologlar bu enerjiye sahip olduğunu varsaydıkları maddeyi "Lambda kuvveti" yada kozmolojik sabit diye adlandırıyorlar.Bu itici boşluk düşüncesinin bir avantajı da, kozmologları uzun süre meşgul eden kritik yoğunluk sorununu çözmesi. Daha önce gördüğümüz gibi kura m ve gözlemler, Evren'in kritik yoğunlukta olmasını gerektiriyor. Ne var ki, madde, bu kritik yoğunluğu oluşturmanın çok ötesinde. Bilinenini, bilinmeyenini, açığını, karanlığını, normalini, egzotiğini bir araya katsanız, Evren'deki tüm madde, gerekli enerji yoğunluğunun %30'dan fazlasını vermiyor. Geleneksel kozmolojide kuramcılar, bu %70 açığı görmezden gelme eğilimindeydiler. Oysa şimdi buna gerek yok, varlığını göremediğimiz ama etkisini duyduğumuz bu gizemli madde sayesinde sorun çözülmüş oluyor.Evren, eğer kütlesinin %30'u bildiğimiz ya da bilmediğimiz türden madde, %70'i de sahip olduğu enerji nedeniyle kütleye sahip itici boşluk tarafından oluşturuluyorsa kritik yoğunlukta kalabiliyor.Bu çözüm, gökbilimcileri rahatlatmış görünüyorsa da, fizikçiler için yeni karabasanlar anlamına geliyor. Çünkü iş boşluğun enerji yoğunluğunu hesaplamaya gelince, uzay boşluğu kuramı boşlukta asılı kalıyor. Kuantum mekaniği, doğadaki temel parçacıkları, Evren boyunca uzanan kuantum alanlarındaki uyarımlar olarak yorumlar. Bu kurama göre örneğin fotonlar, elektromanyetik alandaki yerel pürüzlerdir.

    Elektronlarla pozitronlarsa, eIektronpozitron alanındaki pürüzler vb... Tüm bu alanlar, bir gitarın telleri gibi, sonsuz biçimde titreşirler. Ancak yapamadıkları tek şey, gitar teli gibi sıfır uyarı düzeyine düşmek. Kuantum mekaniğinin temel taşlarından olan Belirsizlik İlkesi gereği, hiçbir şey, hatta hiçlik bile kesin olamayacağından, bu enerji düzeyleri hiçbir zaman sıfır olamaz. Demek oluyor ki kuantUm kuramı, tüm titreşim biçimleri için sıfırın üzerinde bir alt sınır belirliyor. "Sıfır, virgül enerji" (0,1 gibi) diye adlandırılan bu enerji düzeyi çok küçük olmakla birlikte tüm kuantum alanlarındaki sonsuz sayıdaki titreşim biçimlerine karşılık gelen küçük enerji düzeylerini üst üste koyduğunuzda elde ettiğiniz sonuç sonsuzluk oluyor. Bu alanların en alt enerji düzeyleri de boşluğa karşılık geldiğine göre, kuantum kuramına göre boşluğun sonsuz büyüklükte bir enerji yoğunluğu olması gerekiyor.Açık ki, böyle bir şey doğru olamaz. Aksi halde tüm Evren'in çok çok önce bir kara delik halinde çökmesi gerekirdi. İşte fizikçiler, bu açmazlar karşısında çaresiz kalıyorlar. Princeton Üniversitesi'nden Paul Steinhardt "böylesi bir mahcubiyete katlanmak kolay değil" diyor. Boşluğun kuantum resminin fizikçileri bunaltan bir başka paradoksu da şu: Fizik kurallarına göre boşluk, ne yaparsanız yapın değişmez bir enerji yoğunluğuna sahiptir. İtici boşluk için de bunun böyle olması gerekiyor.İster Lambda Kuvveti deyin, ister kozmolojik sabit, isterse yaylı boşluk yada itici uzay, bu garip kuvvetin yarattığı kuramsal sıkıntılar bununla da bitmiyor. Sonsuz bir enerji yoğunluğu, fizik kurallarınca olası bir şey değil. Çünkü Planck enerji yoğunluğu denen ve kütle çekim kuvvetinin, kendisinden çok daha güçlü öteki doğa kuvvetleriyle eşit hale geldiği enerji düzeyinde bilinen fizik kuralları işlevlerini yitiriyorlar. O halde sonsuz olduğu söylenen boşluk enerjisinin bu Planck düzeyini aşamaması lazım. Yani böylece bu "sonsuz" enerjiye bir üst sınır getirmiş oluyoruz. Oysa bakıyoruz, Planck enerjisi düzeyi, ölçülen boşluk enerjisinden 1O12J kat fazla.. .Nobel ödülü sahibi fizikçi Steven Weinberg, "bu, bilim tarihinde yapılan en büyük katlı çarpım hatası" diyor.Bazı fizikçilerin kafalarını meşgul eden bir açmaz da şu: Günümüzde uzayın enerji yoğunluğu, neden maddenin enerji yoğunluğuna bu kadar yakın?Anımsayalım: Evrenimizde bugün maddenin, ancak kritik yoğunluk için gereken enerji düzeyinin yalnızca %30'unu meydana getirdiğini söylemiştik. Geri kalansa, boşluk enerjisinden oluşuyordu. Yani madde enerjisinin, boşluk enerjisine oranı, yakın sayılır. Gene gördük ki, Evren'in toplam enerji yoğunluğu hiç değişmez.Büyük patlamanın hemen sonrasında da aynıydı, şimdi de aynı. Oysa başlangıçta madde enerjisi, boşluk enerjisinden 101°0 kat fazla.Peki biz neden tamda bu oranın 1010 o denle düştüğü zaman ortaya çıktık? Steinhardt, bunu açıklayacak bir yol bulmuş. Bu, kozmolojik sabit gibi egzotik, ama ondan oldukça farklı yeni bir kuvvet icadını gerekli kılmış. Steinhardt ve arkadaşları, bunu "beşinci kuvvet" diye adlandırıyorlar. Araştırmacı "bu kavramı, Dünya'nın temel yapıtaşlarını toprak, ateş, su ve hava olarak betimleyen eski Yunanlılardan çaldık" diyor. "Filozofları, bir de daha saf olan bir kuvvetin, bir beşinci kuvvetin bulunabileceğini de öne sürmekteydiler".

    Kuramcılara göre beşinci kuvvet, tıpkı kozmolojik sabit gibi bir boşluk enerjisi. Tıpkı onun gibi uzayda bir "skalar alan" olarak bulunuyor. Kuvvet alanları genel olarak uzayda her noktada yön ve büyüklüğe sahip alanlardır. Örneğin elektromanyetik alan. Skalar alansa, yalnızca büyüklüğü olanlara verilen ad. Fizikte böyle alanlar bulunabiliyor. Steinhhardt, "Büyük Patlama ardındaki kozmik şişmeyi, çok daha enerjik olmakla birlikte buna benzer alanlar yönlendirdi" diyor.Kendisine göre, arkadaşlarıyla araştırdığı düşük enerjili alan, doğadaki temel parçacıkları küçük sicim parçalarının farklı titreşimleri olarak yorumlayan süper sicim kuramında ortaya çıkabilir.Peki bu beşinci kuvvet madde ve bilinmeyen enerjinin yoğunlukları arasındaki garip orantıyı nasıl açıklıyor. Steinhardt ve arkadaşlarına göre, ışığın, beşinci kuvvetin, kozmolojik sabit yada öteki adıyla Lambda kuvveti gibi daima sabit kalma gereğini duymaması. Yalnızca uzay ve zaman içinde değişim göstermekle kalmıyor, aynı zamanda negatif basıncıyla enerji yoğunluğu arasındaki ilişki de zaman içinde değişiklik gösterebiliyor. Oran sorununu da bu yolla çözümlüyor.Kurarncılar, beşinci kuvvetin, boşluğun bir parçası olarak büyük bir üstünlüğe sahip olduğunu söylüyorlar. O da, madde ile etkileşebilmesi. Bu yolla maddenin enerji yoğunluğunu izleyerek kendisinin de o değeri alabilmesi.Steinhard bu nedenle beşinci kuvveti bir "izleyici alan" diye adlandırıyor.Çünkü hangi enerji düzeyi ile yola çıkmış olursa olsun, sonunda maddenin enerji düzeyini benimsiyor.Steinhardt ve arkadaşlarının duyduğu heyecana karşın, fizikçiler kozmolojik sabitle beşinci kuvveti tümüyle ayırtmaya hevesli görünmüyorlar. Kendilerine göre ikisi arasında bir seçim zor. Kozmolojik Sabit, Evren'le birlikte büyüyor. Böylece bir an gelecek sıradan madde ve ışınımın yol açtığı kütleçekimine tümüyle üstün gelecek; Evren'i sonsuza kadar genişletecek ve sıradan maddenin yoğunluğunu neredeyse sıfıra indirecek. Beşinci kuvvetin taktiğiyse başka: Maddenin enerji yoğunluğunu hedef aldığından her ikisinin yoğunluğu birbirine paralel olarak azalacak. Ama onunda götüreceği yer aynı: Sonsuza kadar genişlemiş, yoğunluğu sonsuza kadar azalmış bir Evren.Bazı fizikçilerse, meslektaşlarının bazı gözlem sonuçlarından böylesine aşırı yorumlara varmasını endişeyle karşılıyorlar. Fermi Ulusal Laboratuarından Richard Kolb, "Bizim kozmoloji topluluğu ipin ucunu kaçırdı" diyor. "Tek bir gözlemden yola çıkarak acele sonuçlar çıkartmayalım; unutulmamalı ki Evren bize daha önce de oyunlar oynadı" diye ekliyor.Uzak süpernova patlamalarının dışında, kozmolojik sabit yada beşinci kuvvetin etkileri konusunda ipuçları verecek bir anahtar da, mikrodalga fon ışınımı. Princeton İleri Araştırmalar Enstitüsü'nden Max Tegmark'a göre, fon ışınımındaki küçük oynamalar, ölçümleri yapan COBE uydusunun yetersizliklerine karşın kozmolojik sabitin etkilerinin işaretlerini taşıyor. Şimdi kozmologlar, büyük düğümün çözümü için umutlarını NASA'nın gelecek yıl uzaya göndereceği Mikrodalga Anizotropi Sondası (MAP) ile, Almanların 2007 yılında fırlatacakları Planck uydusunu n gözlemlerine bağlamış bulunuyorlar

  • Antartika Okyanusu’nda son 10 yıldır yüksek sıcaklıklar nedeniyle buz kütleleri giderek daha sık ana karadan kopuyor. Bu da buz dağlarının sayılarında artış görüldüğü anlamına geliyor.Bu buz dağlarının çevreye ne gibi etkileri olduğu üzerine ilk kez bir araştırma yapıldı. Science dergisinde yayımlanan bu araştırmaya göre, aslında buz dağları çevre üzerinde olumlu bir rol oynuyorlar. Araştırmayı yürüten bilim adamları, buz dağlarının eridikleri sırada demir yönünden zengin bir madde saçtığını söylüyor. Bu madde deniz canlılarını kendisine çeken bir plankton türünün yetişmesini sağlıyor.

    Bilim adamları buz dağları üzerinde kuş, balık, yosun ve kril gruplarının yaşadığını tespit etti. Bu eko sistemler, özellikle de yosun ve kril, atmosferdeki karbondioksitin emilmesine büyük oranda yardımcı olabilir. Çalışmanın baş yazarlarından Doktor Ken Smith, araştırmanın henüz ilk aşamalarında olduğunu söylüyor. Ancak buz dağlarının karbondioksit gazı üzerindeki etkisinin şüphe götürmez olduğunu ifade ediyor. Araştırmada yer alan bilim adamları, çalışmalarını iki büyük buz dağını inceleyerek tamamlamış. İncelemeler, buz dağlarının hayli uzağında, deniz altında bir araç kullanılması süretiyle gerçekleştirilmiş. Ve araştırmaları ışığında, bu buz dağlarının çevresinde üç kilometrelik alan boyunca kuşların ve deniz canlılarının biriktiği tespit edilmiş.
  • ═══════════════════════════════════════
    Solak olmayı sağlayan gen bulundu
    ═══════════════════════════════════════


    İngiliz bilim adamlarının, ilk kez insanların solak olma ihtimalini artıran geni buldukları açıklandı.
     Bilim/Kültür Haberleri....

    BBC’nin internet sitesinde yer alan ve Moleküler Psikiyatri Dergisi’ne dayandırılan habere göre, dünya genelinde insanların yüzde 10’u solak. Habere göre, “LRRTM1” adlı gen, beynin hangi bölgesinin, konuşma ve duygulanma gibi görevleri yerine getireceğinin belirlenmesinde rol oynuyor.

    Oxford Üniversitesi’ndeki araştırmayı yapan bilim adamları, söz konusu genin, beyin fonksiyonlarındaki dengesizlikle açıklanan “şizofreni” gibi hastalıklara yakalanma riskini arttırdığına inanıyor.

    Çalışmayı yürüten ekibin başkanı Clyde Francks, solak insanların kaygılanması için bir neden olmadığını düşünüyor. “Bir insanın, şizofren olmasında birçok faktör rol oynuyor. Solakların büyük çoğunluğu gelecekte asla bu hastalığa yakalanmayacak” diyen Francks, LRRTM1 adlı genin, bu anlamda tam olarak nasıl bir rol oynadığını bilmediklerini belirtiyor.

    Beynin asimetrik yapısı bulunduğu belirtilen çalışmaya göre, sağ ellerini kullanan insanlarda genelde beynin sol tarafı konuşmayı, sağ tarafı da duyguları kontrol ediyor. Solak insanlarda ise çoğunlukla bu durumun tam tersi geçerli oluyor. Bilim adamları, bu durumdan LRRTM1 geninin sorumlu olduğuna inanıyor.

    Bu arada, solaklar ve sağ elini kullanan insanlar arasında önemli farklar olduğunu belirtiliyor. Avustralyalı bilim adamlarının, 2006 yılında yaptığı bir araştırma, solakların spor yaparken ve bilgisayar oyunları oynarken daha hızlı düşünebildiklerinin tespit edildiği ifade ediliyor.


  • ═══════════════════════════════════════
    NASA Phoenix’i Mars’a gönderiyor
    ═══════════════════════════════════════


    NASA’nın Cuma günü Mars’a göndereceği uzay aracı Pheonix, Kızıl Gezegen’in buz tabakasıyla kaplı kutup bölgesini ilk kez inceleyecek ve arktik bölgede geçmişte ve mevcut olası yaşam biçimlerinin izlerini bulmaya çalışacak.
    NASA’nın Mars’ta su arayış stratejisi son yıllarda sıra dışı keşifler yapmasını sağlarken, Phoenix, ilk kez Mars toprağında buz biçimindeki suya dokunarak ve analiz ederek Mars keşif stratejisini tamamlamayı amaçlıyor.

    Sıvı haldeki suyun, toprağın kimyasını ve mineral yapısını nasıl değiştirdiğini ölçerek Kızıl Gezegen’in kuzey kutbundaki buzun tarihini inceleyecek Phoenix aracı, ayrıca Mars kutup çevresinin ilkel mikroplar için uygun bir yaşam alanı olup olmadığını görme olanağı sağlayacak.

    NASA’nın düz ve kayalık olmayan bir araziye indirmeyi planladığı Phoenix, görevini sıfırın altında 73 ila sıfırın altında 33 derece santigrat sıcaklıkta yapacak.

    8 ay sürecek yolculuktan sonra Kızıl Gezegen’e ulaşması planlanan uzay aracı, NASA için Arizona Üniversitesi’nin Lockheed Martin şirketi, Jet Motorları Laboratuvarı ve Kanada Uzay Ajansı’yla yaptığı işbirliğiyle üretildi.

    Kennedy Uzay Merkezi’nden Cuma günü Delta 2 tipi bir füzeyle uzaya fırlatılması öngörülen Phoenix, Mayıs 2008’de Kızıl Gezegen’e iniş yapacak.

    Şu ana ve geçmişe ait olası yaşam belirtilerinin yanı sıra Mars’a yapılacak bir insanlı uçuş için gerekli ortamı inceleyecek Phoenix’in fırlatılmasını da içeren bu programın maliyetinin 386 milyon doları bulacağı tahmin ediliyor.


  • ═══════════════════════════════════════
    Buzul örtüsünün altına iki denizaltı
    ═══════════════════════════════════════


    Rusya, Kuzey Buz Denizi’ndeki karasuları konusundaki iddialarını kanıtlamak için 2 mini denizaltıyı deniz tabanına gönderdi.
    Mini denizaltılar, bugün yaptıkları deneme dalışında, Rusya’nın en kuzeyindeki adalarının yakınında bulunan Franz Josef takımadalarının 87 kilometre kuzeyinde 1.3 kilometre derinliğe indiler. Moskova’nın Kuzey Buz Denizi tabanındaki doğal kaynaklar üzerindeki iddialarına kanıt getirmek amacıyla yapılan bu deneme dalışlarından sonra Rus ekibi, hafta sonuna doğru Kuzey Kutbu’nun 4 kilometre altında deniz tabanına Rus bayrağı dikmeyi öngörüyor.

    Rusya’nın bu iddialı bilimsel ve siyasal çalışmasına 1’i deneyimli bir kutup kaşifi olan Arthur Çilingirov ile Vladimir Gruzdev adlı 2 parlamento üyesi de katılıyor.

    Deniz tabanının ayrıntılı bir haritasını da çıkarmayı planlayan ekipten parlamenter Çilingirov, şimdiye dek burada kimsenin gitmediği derinliklerdeki deniz tabanına ulaşmak amacıyla ciddi ve riskli bir görev üstlendiklerini belirterek, “İnsanoğlu bunu uzun zamandır düşlüyordu” diye konuştu.

    Bir nükleer buz kırıcının destek verdiği Rusya’nın ünlü Akademik Fyodorov araştırma gemisinden gönderilen denizaltılardan birinin kaptanı Anatoli Sagaleviç, ilk kez bir denizaltının buzul tabakasının altında çalıştığını ve bunun yapılabileceğini kanıtladığını söyledi.

    Kuzey Buz Denizi’nde önemli miktarda, petrol, doğalgaz ve mineral rezervi bulunduğunu düşünen Rusya, aralarında ABD’nin de olduğu diğer önemli güçlere meydan okuyarak, bu bölgede geniş bir alanda hak iddia ediyor.

    2001’de Birleşmiş Milletler’e yaptığı başvuruda kuzey kıyılarının karasularının karadaki topraklarının devamı olduğunu savunan Rusya, bölgede denizaltında bulunan Lomosonov Sıradağları olarak bilinen jeolojik oluşumun kendi karasal topraklarını bir uzantısı olduğu görüşünü dile getiriyor. BM, Moskova’nın bu iddiasına henüz bir yanıt vermedi.

    Rusya’nın Mir1 ve Mir2 adlı mini denizaltıları, deniztabanında bilimsel araştırma ve ölçümler yaparak Moskova’nın bu iddialarına kanıt getirmeye çalışacak.

    Deniz Hukuku Sözleşmesi, devletlere kimi zaman daha da genişletilebilen 200 deniz mili uzunluğunda bir ekonomik bölgeye sahip olmalarına izin veriyor.

    Bu alanı genişletmek için bir ülkenin denizaltındaki kaya tabakası yapısının, topraklarındaki jeolojik yapıya benzer olduğunu kanıtlaması gerekiyor.

    Şimdiye dek hiçbir ülkenin karasal uzantısı Kuzey Kutbu’na uzanmadığından, kutup çevresindeki uluslararası bölge Uluslararası Denizyatağı Yönetimi adlı bir kuruluş tarafından yönetiliyor.


  • ═══════════════════════════════════════
    Küresel ısınma kasırgaları artırdı
    ═══════════════════════════════════════


    Küresel ısınmanın Atlantik Okyanusu’ndaki kasırgaların sayısının iki kat artmasına neden olduğu ortaya çıktı.
     Bilim/Kültür Haberleri....

    ABD’deki Ulusal Atmosferik Araştırmalar Merkezinden Greg Holland ve Teknoloji Enstitüsünden Peter Webster, Atlantik’te bir yılda meydana gelen ortalama tropikal fırtına ve kasırga sayısında önemli artışın görüldüğü 1900 yılından başlayarak 3 dönemi inceledi.

    Araştırma, 1900-1930 döneminde 6 kasırganın meydana geldiğini, 1930-1940 döneminde yıllık ortalama kasırga sayısının 10’a, 1995-2005’teki dönemde ise bu sayının 15’e çıktığını gösterdi.

    Araştırmacılar ayrıca, fırtına sayısı ve okyanus yüzeyindeki suların sıcaklığındaki artış arasında önemli bir bağlantı olduğunu ifade etti.

    Araştırmaya göre son 100 yılda deniz suyu sıcaklığı yaklaşık 0,7 derece arttı. ABD’de yapılan ve geçen yıl açıklanan araştırmalar, kasırgaların yoğunluğu ile karbondioksit gibi sera etkisine yol açan gazların toplanmasına bağlı olarak atmosferin ısınması arasında yakın bir bağlantı bulunduğunu ortaya koymuştu.


  • Çok bilimsel konularla ilgilendiğini gördüm ve okudum. Seenin de okumanı istediğim bir kitap ve konu!

    C. W. Ceram'ın, Tanrılar Mezarlar ve Bilginler isimli kitap'ı!

    Yazarın Önsözünden son paragraf:

    Son olarak kendilerinden yardım gördüklerime burada teşekkür etmek isterim. Alman profesörleri Dr. Eugen von Mercklin, Dr. Carl Rathjens, Dr. Franz Termer, Dr. Kurt Erdmann, Dr. Hartmut Schmökel ve Schliemann, Dr. Ernst Meyer, Dr. Walter Hagemann!

    Bu Profesör Dr. yazacacağım konuları onaylıyorlar!

    KONU:
    19 Mayıs 1798'de Napoleon üç yüz yrmi sekiz gemilik bir filonun başında, gemilerindeki OTUZ SEKİZ BİN kişilik bir ordu ile denize açılıp Mısır seferine çıkması!

    Tarih kitaplarında bize 1250- 1798 arasındaki devleti Memlûklar veya Kölemenler diye öğrettiler! Oysa Devletin asıl adı <<ED DEVLETU'T TÜRKİYE>> (TÜRK DEVLETİ) idi!

    Sayfa: 82, son paragraf
    ... Ama o zaman PARİS'e kadar varabilenlerin BİR BİLGİNLER KUŞAĞINA YETECEĞİ (kadar, Türkler'in Tuva ve Orhundan getirmiş oldukları eski eserleri "kimya labaratuvar gerçleri, ölçü aletleri, bilim-teknik ve tıp kitapları, Granwinç") meydana çıktı (1798- 1801 tarihleri arasında) HİÇ BİR PARÇANIN KOPYA EDİLMEDEN BRAKILMAMIŞ OLDUĞU GÖRÜLDÜ!...

    ... Baron Dominique Vivant Denon sayısız kağıtlarda (Tablalarda- resimlerle), MEMLÛK (mu, Ed Devletu't Türkiye "Türk Devleti") MÜCEVHERLERİYLE ZENĞİNLEŞMİŞ olan askerlerinkinden DAHA DEĞERLİ bir GANİMET (Bugün Fransız müzelerinde bulunan resimler, tablolar) getitiyordu. Çünkü sanatçı DUYARLIĞI YABANCI dünyalar karşısında ne kadar ateşlenirse ateşlensin BUNDAN RESİMLERİNİN (kendine ait olduğunu) DOĞRULUĞUNA HİÇ BİR ZARAR gelmemişti. Çünkü, hiç bir tetayı ihmal etmeyen NE EMPRESYON ne de EKSPRESYONDAN HABERİ OLAN (denon) <<işçi>> diye hor görülmesine aldırmayan...

    Fakat 1801'de, İskenderiye (değil, İskenderiye'yi İşkal eden FRANSIZLAR, İngilizlere) teslim olunca FRANSA birçok direnmelerden sonra BONAPARTE'ın ELE GEÇİRDİĞİ bütün <<Ed Devletu't Türkiye>> (Türk devletinin, TUVA ve ORHUNDAN, Mısır'a getirmiş oldukları) Mısır eski eserlerini İNGİLTERE'ye teslim etmek zorunda kaldı. Bunların TAŞIMA işini GENERAL HUTCHİNSON YAPTI; lll. GEORGE da, o zamanlar en üstün nadirlik değeri taşıyan (Türk eserlerini) bu kıymetli parçaları <<BRİTİSH MUSEUM>>a verdi!

    Türk tarihini ve eserlerini arıyacaksan, LOUVRE müzesi ile BRİTİSH müzelerine ve eski ve gizli kütüphanelerine bakacaksın.

    Sayfa: 79, 2. paragraf
    ... Çünkü FRANSIZ filosunda yalnız 2.000 TOP DEĞİL, AYNI ZAMANDA (Fransız) gemicilerinin ve askerlerinin <<EŞEKLER>> (çaldıklarını eşekler gibi yüklenip PARİS'e kaçıranlar) deyiverdikleri 175 (sözde) <<Sivil bilgin>>de bulunuyordu!

    -Fransız, askerlerinin ve gemicilerinin <<EŞEKLERİ>> (sözde) Türkiyede AYDIN geçinenlerin kılavuzu oldu! Bu aydınlardan ne beklersin?

    Sayfa: 78, paragraf: 4
    Napoleon piramitleri gösterdi...; BİR BATILI (olan Fransızlar), DÜNYA TARİHİYLE KARŞILAŞMIŞTI (Tabiki, tarhin olduğu yerde, bilim-teknik-teknoloji, kimya labaratuvar gereçleri ve TIP bilgileri olmazdı ama, PARİS'de bir BİLGİNLER KUŞAĞINA yeteceği ortaya çıkmıştı!). İşte bu söz orada söylendi: <<Askerler! KIRK YÜZ (4.000- 5.000) YIL (Ed Devletu't Türkiye, Türk Devleti ve eserleri) PİRAMİTLERİN ÜSTÜNDEN SİZE BAKIYOR!>>

    ... Memlûk <<Ed Devletu't Türkiye>> (Türk Devleti: 1250 öncesini almasak da; 1798- 1250= 548 yıllık bir devlet, BARBAR olsaydı, 548 yıl içinde İskenderiye kütüphaneleri ve kimya labaratuvarları kalır mıydı?!) ORDUSU, ON BİN ATLI, mükemmel terbiye görmüş yerinde duramayan oynak atlar, PARIL PARIL YATAĞANLAR;...

    38.000 Fransız askeri ve 2.000 TOP'una karşı, 10.000 kişilik atlı ve kılıçlı Türk ordusu! Fransızlar, 2.000 TOPLA, Türk tarihini ve medeniyetinin bir kısmını yakıp-yıkarak çölün kumlarına gömerken, bir kısmını PARİS'e kaçırmışlardır. Diğer kısmını da İngilizler kaçırmışlardır!

    Sayfa: 81, paragraf: 1
    ... (Dikkat et: 4.000 yıl değil!) BEŞ BİN yılın soluğunu duyduğu sürece geçmemişti!

    Sayfa: 85, 2. paragraf
    Orada isfenkslerden biri yatar: Yarı İNSAN, yarı HAYVAN (mı, Yarı HAYVAN, yarı İNSAN'mı olur, EVRİM KURAMI gereğince?! Yani, Evrim Kuram'ı da Darwin'e ait değildir! Bunu da ispatlayacağım sana ilgilenirsen!!) MEMLÛKLERİN (mi, Ed Devletu't Türkiye'nin mi, 10.000 atlı, PARIL PARIL yatağanları mı?!') başını TOPLARINA HEDEF olarak kullandıklarından beri yeleleri parçalanmış, burnu ve gözleri sadece birer delik...

    - Yine 1. ve 2. Dünya Savaşlarının asıl sebebi işte bu kitapların paylaşımamsından meydana gelmiştir. Ruslar, TUVA ve Orhun kütüphanelerini, Rusya'ya kaçırdıkları için, İLK UZAY'a çıkmışlardır. Maya bilimi de TUVA ve Orhundan kopyalanan kitaplarla, Türkler tarafından Güney Amerika'ya götürülmüştür.

    Bu kitapta SEKKARA BASAMAKLI piramidinin resim'i var! Bunu NASA'nın mekik frlatma rampasıyla karşılaştır!
  • BÜYÜDÜĞÜMÜZÜ NEDEN HİSSETMİYORUZ?
    Hazine Eski Müsteşarı Mahfi Eğilmez’e göre, hiçbirimizin yaşamında 2.5 kat kalite artışı yok ve bunun tek nedeni kur meselesi. Ekonomist Güngör Uras’a göre, hissedemiyoruz çünkü büyümenin nimetlerinden eşit oranda yararlanamıyoruz. Ekonomist Mehmet Altan ise refah artışı isteyenlerin beceri ve niteliklerini arttırması gerektiğini düşünüyor; “Değişenler kazanıyor. Bir şey yap da hayatın iyileşsin birader!” diyor.Türkiye ekonomisi 21 çeyrek art arda büyüyerek yeni bir rekor kırdı. Son olarak yılın ilk üç ayına ilişkin rakamlar büyümenin hız kesmeden devam ettiğini ortaya koydu. Enflasyon Nisan ayından beri düşüşe geçti ve Haziran’da eksi olarak gerçekleşti. Borsa rekorlar kırmaya devam ediyor.“Ekonomideki büyüme, vatandaşların yaşamına ne oranda yansıyor?”, “Ekonomideki gelişme neden hayatımızda yeterince hissedilmiyor?”, “Rakamlar gerçeği mi gizliyor?”... Ekonomistlerin yorumları şöyle:



    Güngör Uras: (Ekonomist)

    BÜYÜMENİN NİMETLERİNDEN EŞİT YARARLANILAMIYOR
    Büyüme bizim gelirimize ve tüketimimize yansıyamıyor. Biz milli gelirin herkese eşit dağıldığını varsayıyoruz, milli gelir büyüdükçe bunu nüfusa bölüyoruz, eskiden 2 bin 500 dolardı, şimdi 5 bin dolara çıktı diyoruz. Halbuki gelir artışı insanlara eşit oranda dağılmıyor. Özellikle gelirlerin büyük bölümü faize gittiği için düşük kesimlerden yüksek kesime bir transfer var.

    Emeğin karşılığı alınamıyor. Neden alınamıyor? Emekte sadece enflasyon oranında bir artış öngörülüyor. Dar ve sabit gelirlilerin gelir artışları, milli gelirdeki artış oranında değil, enflasyondaki artış oranında. Bu yüzden dar ve sabit gelirliler büyümenin nimetlerinden aynı ölçüde yararlanamıyorlar. Türkiye’de işsizlik var, göç var, bütün bunları dikkate aldığınız zaman gelişmenin nimetlerinden belli kesimlerin yararlanamadığı görülüyor.

    Dar ve sabit gelirlilerin gelirleri, enflasyon oranında sabit tutulmaya çalışılıyor. Halbuki onların gelişmenin nimetlerinden yararlanabilmeleri için bunun üzerinde bir gelir artışının sağlanması gerekir. Bugünkü kapitalist sistemin esası işsizlere iş vermeyeceksin -verirsen maliyete yük olacak-, ücretleri sabit tutacaksın, verimliliği arttıracaksın, ondan sonra halktan vergiyi toplayıp faize vereceksin. Bu sistemde tabii ki halk ekonomik iyileşmeyi hissedemez.

    Mahfi Eğilmez: (Hazine Eski Müsteşarı)

    HİÇBİRİMİZİN YAŞAMINDA 2,5 KAT KALİTE ARTIŞI YOK
    Büyümenin hissedilememesinin tek nedeni Türk Lirası’nın değeri ve kur meselesi. Büyümenin hissedilememesinin altında kurun 5 yıldır aşağı yukarı sabit gitmesi nedeniyle bütün göstergelerin olduğundan daha iyi görünmesi yatıyor. Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH) 181 milyar dolardan 410 milyar dolara çıktı. Yani 2.5 katı artış var fakat hiçbirimizin yaşamında 2.5 kat kalite artışı yok. Bunun temel nedeni büyük ölçüde döviz kurundan kaynaklanıyor. TL ile hesapladığımız zaman artışın aslında yüzde 40-50 civarında bir iyileşmeyi işaret ettiğini ama kurdan gelen katkıyla bunun yüzde 200-250’ye çıktığını görüyoruz. Yani tek nedeni, kur.

    Cumhuriyetin ilanından itibaren geçen 80 yılda Türkiye aşağı yukarı 200 milyar dolarlık yıllık gelir üretebilmiş. Bunun reeli 410 değil, 300 olsa bile çok büyük bir olay. 5 yılda bu ikiye katlanmış, yüzde 50 ilave demektir. Bunun hissedilmesi mümkün değil. Hissedilen şey ne? Son 5 yılda aşağı yukarı yüzde 45-50’lik bir iyileşme olduğu anlaşıldı. Ama bizden hissetmemiz istenilen şey yüzde 250. Bunu hissetmiyoruz çünkü o kısmı sanal; kurla ilgili. İktidar partisi ’2.5 kat iyileşme oldu’ diyor. Onu hissetmiyoruz çünkü 2.5 katın 2 katı, kurdan geliyor. Ama bu bir hile falan değil. Dünyada da böyle, Çin’de de aynı durum var.

    Mehmet Altan: (Ekonomist-Gazeteci)

    BÜYÜME OLMASAYDI DAHA BÜYÜK FELAKET OLURDU
    İyi giden şeyler makro göstergeler; Türkiye’nin toplamı, Türkiye’nin modernleşmesi, nitelik değiştirmesi. Türkiye modernleşirken talep edilen niteliklerde işgücü arz etmemek, hayatı eskisi gibi yaşamayı engelliyor. Eskiden Türkiye bir tarım toplumuydu. Şimdi Türkiye’nin büyümesi, hem ihracata dayalı hem teknolojiye dayalı bir verimlilik olarak artıyor. Toplum modernleşirken bireyler niteliklerini arttıramıyorlarsa, katma değerlerini arttıramıyorlarsa, teknolojik verimliliğe uyum gösteremiyorlarsa, büyüme istedikleri oranda kendi hayatlarına yansımaz. Ayrıca bundan şikayetçi olanların düşünmesi gereken bir husus var. Türkiye 5 yıldır büyüyor. Büyümese ne olacak? İnsanlar kendi niteliklerini, becerilerini dikkate almadan bir refah arayışı peşindeler. Bu refahın istedikleri oranda olabilmesi için niteliklerinin, becerilerinin ve aranan özelliklerinin de artması lazım.

    “BİR ŞEY YAP DA HAYATIN İYİLEŞSİN BİRADER!”
    Hayatım iyileşsin isitiyorsan, bir şey yap ta iyileşsin birader. Türkiye çok belirgin bir esnaf ve köylü memleketiydi, şimdi çözülüyor. Tarımdaki gizli işsizler oradan çıkıyor, katma değeri çok düşük olanlar esnaf da bunu çok az hissediyor. En büyük çığlık onlardan geliyor. Değişenler ise eskiye oranla daha büyük para kazanıyor.

    Geniş kesimler istedikleri kadar para kazanamıyorlar ama büyüme olmasaydı daha büyük felaket olurdu. Dünkü Türkiye değil; teknolojik verimlilikle büyüyor, dönüşüyor, modernleşiyor. Teknolojisini geliştiren, yatırımını emeğe değil bir şekilde araştırmayla, geliştirmeyle dışarıdan alınan teknolojiye yatıran bir dönüşüm bu. Şimdi ihracata dayalı büyüme neden patladı? Çünkü ihracata dayalı büyüme, bu yatırımlarının sonucunu alıyor
  • ══════════════════════════════════════
    Kahve, kalın bağırsak kanserini önleyebilir
    ══════════════════════════════════════

    Japon bilim adamlarının yaptığı bir araştırmada, günde üç ya da daha fazla kahve içmenin, kadınlarda kalın bağırsak kanseri riskini yarı yarıya azaltabileceği ortaya kondu.
     Bilim/Kültür Haberleri....

    Tokyo Ulusal Kanser Merkezi’nde, 40 ila 69 yaşlarındaki 96 bini aşkın kadın ve erkekle ilgili 1990 yılından itibaren yaklaşık 12 yıllık sürece ait verilerin incelenmesiyle yapılan çalışmada, yeşil çay tüketmekle kalın bağırsak kanserini önleme arasında bir bağlantı bulunamadı.

    Araştırmada, diyet ve egzersiz gibi diğer faktörler de göz önünde tutularak, günde üç ya da daha fazla kahve içen kadınların, hiç kahve içmeyenlere göre kalın bağırsak kanserine yakalanma riskinin yarı yarıya azaldığı kaydedildi. Çalışmada, kahve içmenin erkeklerde önemli bir yararı tespit edilmedi.

    Araştırma ekinden Manami Inoue, Japonya’da erkeklerin hemen hemen hepsinin alkol kullandığını ve çok sayıda erkeğin de sigara içtiğini belirterek, belki de bu yüzden erkeklerin de kahve tüketiminde sağlamış olabileceği bazı yararları tespit edememiş olabileceklerini söyledi.

    Kahvenin kalın bağırsak kanserini önleyebilme mekanizmasının bilinmediğini kaydeden Inoue, içeriğindeki kafeinin bağırsağın çalışmasını teşvik ediyor olabileceğini ya da kahvenin antioksidan özelliklerinin etkili olabileceğini belirtti.

    Inoue, ayrıca bazı kişilere kahvenin ağır gelebileceğini ve bu kişilerin kahve içmek için kendilerini zorlamamaları gerektiğine işaret etti ve sevenlerin bırakmaları için de bir neden olmadığını söyledi.

    Araştırmanın bulguları, Uluslararası Kanser Dergisinde (International Journal of Cancer) yayımlandı.


  • 
Sayfa: önceki 2627282930
Sayfaya Git
Git
sonraki
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.