Şimdi Ara

••••TÜRK ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ •••• (10. sayfa)

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
1.818
Cevap
16
Favori
434.088
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: önceki 89101112
Sayfaya Git
Git
sonraki
Giriş
Mesaj
  • Selam arkadaşlar;

    ben şehrimiz tarih topluluğunun yani Akşehir Tarih Topluluğunun sitesini yaptım.

    www.aksehirtarihtoplulugu.org adresinden bakabilirsiniz forumumuz var.eğer üye olmak isterseniz buyrun

    sloganımız "gelecek geçmişte gizlidir." herkese selamlar
  • eggy13 çok güzel bilgiler veriyosun. Proje ödevimiçin çok iyi oldu.
  • Önemli değil dostum elimizden geldiğince
  • gruba alım varsa eklermisiniz beni de ?
  • quote:

    Orjinalden alıntı: Magina

    gruba alım varsa eklermisiniz beni de ?


    hoşgeldin arkadaşımız seni ekler
  • hoşbulduk teşekkür ederim...
  • fetih arkadaşımız baksın buraya biraz
  • İstanbul Fethi

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    İstanbul'un Fethi, 29 Mayıs 1453'te (Jülyen takvimine göre, Gregoryen takvimi göre 7 Haziran 1453), şehri günlerdir kuşatan Osmanlı ordusunun, şimdi İstanbul olarak bilinen, o zamanki adıyla Konstantinopolis şehrini Sultan II. Mehmed Han'ın komutanlığında fethetmesidir. Bu fetihten sonra Osmanlı Devleti İmparatorluk olmuş, henüz 21 yaşında olan Sultan II. Mehmed, Fatih unvanını da alarak Fatih Sultan Mehmed olarak anılmaya başlanmıştır. Tarihteki en önemli devletlerden olan Doğu Roma İmparatorluğu böylelikle sona ermiştir.

    Önceki fetih denemeleri

    Karadeniz ve Akdeniz'i birbirine bağlayan deniz yolu üzerinde kurulu olan İstanbul, günümüzde olduğu gibi o zamanlar da oldukça önemli bir şehirdi. 1453 yılına kadar farklı zamanlarda, Avarlar, Araplar, Avrupalılar ve Osmanlılar tarafından defalarca kuşatılmış, fakat gerek Bizans'ın sahip olduğu Rum ateşi (grejuva), gerekse şehrin o zamanlar için aşılamaz olarak görülen surları, bu fetih hareketlerini başarısız kılmıştı. Sayıları 29 olan kuşatmalar sırayla şunlardır:
    --M.Ö 340 Makedonya Kralı Phillippe

    --M.Ö 194 Roma İmparatoru Septim Severus (Başarılı olmuştur.Şehir artık Romalılara bağlanmıştır.)

    --M.S 616 İran Hükümdarı Keyhüsrev

    --M.S 626 İranlılar ve Avar Türkleri ortak

    --M.S 672 Emevi Halifesi Muaviye

    --M.S 712 Emevi Halifesi I.Velid

    --M.S 722 Emevi Halifesi I.Velid (Yalnızca Galata Limanı alınmış, Arap Camii inşa edilmiştir.)

    --M.S 782 Abbasiler (Kent haraca bağlanmıştır.)
    --M.S 854 Abbasi Halifesi Mütevekkil

    --M.S 864 Ruslar

    --M.S 869 Abbasi

    --M.S 936 Ruslar

    --M.S 959 Macarlar

    --M.S 970 Abbasiler (Kent haraca bağlanmıştır.)

    --M.S 1203 Latinler (Latinler İstanbul'u 1261'e kadar ellerinde tuttular.)

    --M.S 1302 Venedikliler

    --M.S 1348 Cenovalılar

    --M.S 1391-1396 Osmanlı Padişahı I.Beyazid (Şehir İstanbul'da bir Türk Mahallesi kurulması isteğine karşı çıkılması üzerine ablukaya alınmıştır.)

    --M.S 1412 Osmanlı Şehzadesi Musa Çelebi

    --M.S 1422 Osmanlı Padişahı II.Murat

    --M.S 1437 Cenovalılar

    --M.S 1453 Osmanlı Padişahı II.Mehmed (Başarılı olmuştur. Sonrasında şehir Türklerin hakimiyeti haline girmiştir.)

    Bunun yanında Atilla'nın, Vikinglerin, Bulgarın ve Gotların da kuşatma yaptığı bazı kaynaklarda geçer ama tarihleri bilinmemektedir.

    +Yanında herhangi bir açıklama yapılmayan kuşatmalar başarısız kuşatmalardır.

    Saldırı hazırlıkları
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••


    Sultan II. Mehmed,Theodosius Surları'na ve şehrin su ile çevrili olmayan tek bölgesini batıdan gelebilecek saldırılardan koruyan hendeklere saldırmayı tasarladı. Ordu 2 Nisan 1453'te şehrin doğusuna yerleşti. Toplar haftalarca surları dövdü fakat yeterli gedik açamadı. Topların yeniden doldurulmaları zaman aldığı için, her atıştan sonra Bizanslılar hasarın çoğunu tamir edebiliyorlardı.

    Daha sonra, yeraltı tünelleri yapıp surların altını kazarak yarma yolunu denediler. Kazıcıların çoğu, Sırp Despot'u tarafından Nvo Brdo'dan gönderilen Sırplardı ve Zağnos Paşa'nın emri altındaydılar. Lakin Bizanslılar, Johannes Grant adında, Alman olduğu söylense de muhtemelen İskoç olan bir mühendisi görevlendirdiler. Johannes karşı tüneller kazdırdı ve Bizans birlikleri tünellere girip Osmanlı işçilerini öldürdüler. Diğer tüneller de suyla dolduruldu. Son olarak Bizanslılar önemli bir mühendisi esir alıp işkence yaparak, sonradan yıkılan tünellerin hepsinin yerini öğrendiler.

    Sultan II. Mehmed, şehrin ödemeyeceğini bildiği çok büyük vergi karşılığında ablukayı kaldırmayı önerdi. Bu da geri çevrilince, Bizanslı askerlerin kendi birlikleri tükenmeden önce bitkin düşeceğini bilerek saf güçle duvarları alt etmeyi tasarladı.

    29 Mayıs sabahı saldırı başladı. Hücumun ilk dalgasını, mümkün olabildiği kadar çok Bizans askerini öldürmeye niyetli acemi askerler olan azaplar oluşturuyordu. Ayrıca Haliç'ten de baskı uygulayabilmek için gece yağlı kütükler üzerinde karadan Haliç'e taşınan gemiler, o sabah Bizans askerlerine karşı bir sürpriz unsuru olmuştu. Anadolululardan oluşan ikinci dalga, şehrin kuzeydoğusundaki, topla kısmen hasar almış Blachernae Surları'nın (okunuşu: blakernai ) bir bölümüne odaklanmıştı. Uzun süren bu çarpışmalar sonucunda Ulubatlı Hasan adındaki bir yeniçeri, surlara Osmanlı sancağını dikmiş, bununla ateşlenen Osmanlı ordusu 29 Mayıs 1453'te İstanbul'un surlarını aşmıştı.

    Ancak savaş henüz bitmemişti. Hayatta kalan Bizans askerleri, Osmanlı askerleriyle sokak aralarında çarpışıyorlardı. Kısa süren bu çatışmalardan sonra Bizans ordusu yenilmiş ve Sultan II. Mehmed önderliğindeki Osmanlı ordusu İstanbul'a tamamen hâkim olmuştu.

    Fethin sonuçları

    O günün dünyasındaki en önemli şehirlerden olan İstanbul'un fethi, gerek dünyada gerekse Anadolu'da birçok etki yarattı.

    === İç sonuçlar ===

    1. Anadolu ve Balkanlar arasındaki geçişlerde bir engel olan 1058 yıllık Bizans yıkılmış, arada engel kalmamıştı.
    2. Birçok kere Osmanlı şehzadelerini ve Avrupa ülkelerini kışkırtan Bizans artık bunu yapamayacaktı.
    3. Müslüman dünyasında Osmanlı Devleti daha saygın bir hale gelmişti.
    4. 2.Mehmet,Fatih ünvanını aldı.
    5. Hz. Muhammed Peygamber'in hadisindeki o kumandan, Fatih Sultan Mehmed olmuş ve peygamberinin övgüsünü almıştı.
    6. Karadeniz'i Akdeniz'e bağlayan ticaret yolları ele geçirildi.
    7. İstanbul başkent yapıldı.İ
    8. Osmanlı'nın yükselme dönemi basladı.

    Dış sonuçlar

    1. Avrupa ve Balkan devletlerinin Osmanlı'yı Balkanlar'dan atma çabaları sonuçsuz kalmıştı.
    2. İstanbul'dan İtalya'ya kaçan sanatkârlar ve bilim adamları, rönesans ve reform hareketlerini hızlandırmışlardı.
    3. Dünyanın en büyük imparatorluklarından olan Doğu Roma İmparatorluğu tamamen yok olmuştu.
    4. Orta Çağ kapanıp Yeni Çağ başlamıştı.
    5. Ticaret yollarının birer birer Türklerin eline geçmesi Avrupalıları yeni ticaret yolları bulmaya zorladı ve coğrafi keşifler ortaya çıktı.
    6. Büyük ve kalın surların toplarla yıkılabileceğini gören Avrupa, bu yöntemi derebeylikler üzerinde denemiştir. Böylelikle küçük derebeylikler yıkılıp yerine büyük krallıklar kurulmuştur.
    7. İstanbul'dan ayrılan Bizanslı bilginler, Avrupa'da Reform hareketlerini başlatmışlardır.
    8. Osmanlıların ticaret yollarını ele geçirdikten sonra bu yollardan geçmek zorunda kalan Avrupalılalılar yüksek vergileri Osmanlıya ödemememek için ticari yollar aradılar. Böylece Bartelmi Diaz Ümit Burnunu keşfetti.

    Bu fetih bir nevî Avrupa'nın (İngiltere'nin) Amerika kıtasını keşfinin yolunu açmıştır. Zirâ bu keşifle ticaret yolları kapanan Avrupalılar başka yollar bulmak zorundaydılar. Bu keşif buna bir vesile olmuştur.

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Çöl Gezer -- 13 Nisan 2008; 0:57:34 >




  • Eklersen sevinirim...
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••
  • Yeni arkadaşları ekledim.




    Gün içindeki işlerim dolasıyla pek ziyaret edemiyorum.
    quote:

    Orjinalden alıntı: eggy13

    fetih arkadaşımız baksın buraya biraz
  • Nasıl üye olabiliriz.Ben de varım.
  • Sayın Fetih bir konuda düzeltme yaparsanız sevinirim.başlığın ilk konusunda alıntı yapıp yayınladığınız yazıda ilk Osmanlı parasını Orhan Bey'in bastırdığı belirtiliyor.Ancak 14 yıl önce yapılan kazılararda Osman Bey dönemine ait paralar bulunmuştur.Kısaca ilk Osmanlı parasını Osman Bey bastırmıştır.Düzeltirseniz sevinirim.
  • Bir anektodda benden ALINTIDIR...
    Baltacı Mehmet Paşa ve Katerina Olayı

    Önce Kastamonu'dan Mustafa Alat'ın sorusuna bakalım: "Yavuz Bey" diyor, "şimdiye kadar anlatılanlar yüzünden Baltacı Mehmet Paşa ve Prut Savaşı konusunda kafam iyice karıştı. Siz dürüst bir tarihçisiniz; lütfen işin aslını açıklar mısınız?"
    Tamam da, isterseniz önce olayın kahramanı Baltacı Mehmed Paşa (30 Kasım tarihi [1721] ölüm yıldönümüydü) hakkında kısa bir malumat arzetmeye çalışayım?
    Osmancık'ta dünyaya geldi. Genç yaşta içini saran ilim merakı ile Trablus, Tunus ve Cezayir'e gitti. Daha sonra İstanbul'a döndü ve akrabalarından Hacı Sefer Ağa vasıtasıyla saraya girdi. Enderun'da yüksek eğitim aldı. "Baltacı" (sarayın oduncusu diyebiliriz) oldu. Ardından "Baltacı Halifeliği"ne yükseldi. Sesinin güzelliği yüzünden musikiye teşvik edildi. "Müezzin" oldu. Oradan yazıcılığa terfi etti, 1703 Aralık ayında da "Mirahurluk"a yükseldi. Çok zeki ve son derece çalışkandı. İlme karşı müthiş bir merakı vardı. Durmadan okuyordu. Bu çabası onu 1704 yılı Kasımında "Vezir"liğe, hemen ardından "Kapdan-ı derya"lığa (Deniz Kuvvetleri Komutanlığı), 21 Aralık 1704'te de "Sadrazam"lığa (başbakanlık) taşıdı.
    İşte Prut Savaşı'nın kahramanı bu zattır. İşin aslı ise şudur: Rus Çarı Birinci Petro (ki, bizim tarihlere göre "deli", Rus tarihine göre ise "büyük"tür; "büyük"lüğü de, Türkiye'yi içine alan bir istilâ projesi ile boğazlarımızdan geçip sıcak denizlere inerek "Büyük Rusya"yı kurma emelinden gelmektedir), Poltava Savaşı'nda İsveç Kralı Demirbaş Şarl'ı yendi. Şarl, Osmanlı topraklarına çok yakın bir bölgede bulunan Bender Kalesi'ne sığındı. Osmanlı Padişahı'na mektup yazarak Rusların eline düşmek üzere olduğunu bildirip yardım istedi.
    O zamanın Osmanlısı, başı sıkışanın kurtarılmak için müracaat ettiği son çare idi?
    Sultan Üçüncü Ahmed Han, hem Demirbaş Şarl'ı kurtarmak, hem de Petro'nun "Büyük Rusya" hayalini yıkmak üzere Rusya'ya savaş açtı. Zamanın Vezîriâzamı (Başbakan) Baltacı Mehmed Paşa, sefere Serdâr-ı Ekrem (Başkomutan) tayin edildi. Yüz bin kişilik Osmanlı ordusu, 9 Nisan 1711'de sefere çıktı. Osmanlı donanması da üç yüz altmış gemiyle Karadeniz'e açılarak, Azak Denizi'ndeki Rus donanmasını imha ile Azak Kalesi'ni feth edecekti.
    Osmanlı ordusu, Prut Nehri kıyısında, Mareşal Şermetiyef komutasındaki Rus ordusuyla karşılaştı. Rus ordusunun mevcudu, altmış bin kadardı.
    Baltacı Mehmed Paşa, son derece usta bir manevra ile Rus ordusunu dört yandan kuşatmayı başardı. Osmanlı topçusunun yoğun ateşi altında büyük zayiat verdiler. Bombardıman ve hücum günlerce sürdü.
    Dayanamayacağını anlayan Mareşal Şeremitiyev, Çar Petro'nun müsaadesiyle Baltacı'ya bir mektup yazarak, resmen barış teklif etti. Baltacı Mehmed Paşa, ilk barış teklifine cevap olarak, topçu ateşini hızlandırdı.
    Bunun üzerine bir süre daha dayanan Şeremitiyev, ikinci bir mektup yazarak barış isteğini tekrarladı. Savaş uzayacağa benziyordu. Savaş uzadıkça yeniçerilerde bıkkınlık alâmetleri görülmeye başlamıştı. Baltacı Mehmed Paşa, "Savaş Şûrası"nı topladı: "Rus çarı sulh istiyor ve her ne talep edilirse vermeyi kabul ediyor. Arzumuz gibi hareket ederse sulha müsaade mi edelim, yoksa emanına (barış istemesine) bakmayıp harbe devam mı edelim?"
    Kırım Hanı hariç, komutanların çoğu şu görüşte anlaştılar: "Eğer istediklerimizi bize teslim eder ve tekliflerimize razı olursa, sulh yapmak kazançtır. Önümüz kış, muharebe uzarsa burada barınamayız. Şimdiden yeniçeriler arasında savaşa karşı bir isteksizlik seziliyor. Maazallah fena bir durumda savaşın bozgunla neticelenmesi ihtimali vardır." Tartışmalar sonunda barış teklifi kabul edildi.
    Ertesi gün ordugâha davet edilen Rus murahhası Pyotr Şafirov ile barışın şartları görüşmelerine başlandı ve bir süre sonra da meşhur "Prut Antlaşması" imzalandı. (22 Temmuz 1711)
    Aslında Osmanlılar açısından bu bir zaferdi. Çünkü her istediklerini almışlardı. Ne var ki, Baltacı'nın rakipleri olayı Padişah'a yanlış aksettirdiler, sonuçta Baltacı, gözden düştü.
    Gelelim Katerina hikâyesine? Böyle bir olay yaşanmamıştır, çünkü:
    1. Prut Savaşı'nı en ince ayrıntılarıyla anlatan iki tarafa ait ruznâmelerden (günlük) hiç biri Katerina ile Baltacı'nın buluşmalarından bahsetmiyor.
    2. Sultan III. Ahmed devrini dört ciltte tüm teferruatıyla nakleden tarihçi Raşit de böyle bir olaya yer vermiyor?
    3. Prut Savaşı sırasında 82 yaşında bulunan Sadrazam'ın bir kadınla birlikte olması imkânsızdır?
    4. Sadece Başkomutan'ın (Baltacı'nın) kararıyla barış olmaz; bu kararı sadece harp divanı verebilir. Yani, Başkomutan'ın andlaşma kararı verme yetkisi yoktur. Vezirlerden, komutanlarden ve diplomatik heyetten oluşan "Harp Divanı"nın barışı onaylaması gerekir?
    5. Baltacı'nın, Katerina'ya, yahut altınlarına tamah etmesine esasen gerek de yoktur; zira savaş kazanılınca Katerina nasılsa esir alınacak, tüm altınları ile mücevherleri de ganimet olarak ele geçecektir?
    6. Baltacı, öte yandan, rüşveti alır, kuşatmayı ise kaldırmazdı. Böyle bir durumda Çar, yahut eşi Katerina hangi dünya mahkemesine başvuracaktı?
    7. Zaten Çar Petro ile karısı savaş meydanına hiç gitmediler. Petro, Mareşal Şermetiyef aracılığıyla savaşı uzaktan yönetti?
    Yani, Rus Çariçesi Katerina ile Baltacı Mehmed Paşa'nın buluşmaları, tamamen hayal mahsulüdür. Dönemin hiçbir Türk ve Avrupa kaynağında, böyle bir iddia mevcut değildir. Prut Seferi'nden hemen sonra Baltacı'yı sadaretten (sadrazamlıktan) düşürmek için çalışan İstanbul'daki rakipleri dahi böyle bir iddiada bulunmamışlardır?
    Bu tür iftiralar, onları kendileri gibi zanneden ucuz piyasa romancılarının kaleminden çıkmış, maalesef "bizden" bazı isimler tarafından da benimsenmiştir.
    Yavuz Bahadıroğlu
    ybahadiroglu@vakit.com.tr




  • Bir bilgi notuda benden.ALINTIDIR....
    OSMANLI ve AMERİKA BİRLEŞiK DEVLETLERİ....

    Çok ilginç bir anlaşma...!?

    "...Yıl, 1783... Avrupa standartlarına göre mütevazi da olsa, yeni bir denizci devlet olan ABD, denizlerde tek basına bayrak gezdirmeye basladı...

    Daha 25 Temmuz 1785'te, Atlantik'te Cadız açıklarında, bu yeni bayragı taşıyan ilk gemi Cezayir açıklarında Osmanlı gemileri tarafından ele geçirildi. Bu gemi, Boston limanına bağlı, Kaptan Isaak Stevens'in idaresindeki Maria idi. Arkasından, Philadelphia limanına bağlı, Kaptan
    O'Brien'in Dauphin'i de ayni akıbete uğradı. 1793 Ekim ve Kasım aylarında
    11 ABD gemisi daha Osmanlılar’ın eline geçti...

    Kongre, 27 Mart 1794 yılında, Osmanlı denizcilerine karşı koyacak güçte savaş gemileri inşa edilmesi veya satın alınması için, Başkan George Washington'a 700.000 altına yakın harcama yetkisi verdi.

    Osmanlilarin olusturdugu deniz tehdidi sayesinde, ABD donanmasının temelleri atılıyordu. 5 Eylül 1795'te ABD bu tehdide karşı bir anlaşma yapmayı kabul etti. Bu anlaşmaya göre ABD, Cezayir'deki esirlerin iadesi ve gerek Atlantik'te, gerekse Karadeniz'de ABD sancağı taşıyan hiçbir tekneye dokunulmaması karşılığında, 642.000 altın ve yılda 12.000 Osmanlı
    altını (216.000 dolar)deyecekti. Dili Türkçe olan ve 22 maddeden oluşan
    anlaşmaya, Başkan George Washington ve Cezayir Beylerbeyi Hasan Pasa
    imza koydular...

    Böylece ABD yıllık vergiye bağlanmış oldu. Bu, ABD'nin iki asri aşkın tarihinde, yabancı bir dille imzalanan tek anlaşma olduğu gibi, yabancı bir devlete vergi ödemeyi kabul eden tek Amerikan belgesidir...

    iste;

    ABD tarihinde kendi dilinde olmayan tek uluslar arası anlaşma Türkçe'dir ve ABD tarihinde vergi vermeyi kabul ettiği tek ülke Osmanlı Devletidir....


    ABD başkanı George Washington Efendi Osmanlı Devleti tarafından muhatap görülmemiş ve anlaşma Cezayir beylerbeyi tarafından imzalanmıştır.

    " Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur "

    sözü boş değildir...
    Anlayana...



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi -ottoman- -- 13 Nisan 2008; 13:49:04 >




  • 1.Sayfada altlara doğru youtubeden alıntı yapılan 2 video var
    O filmin adıı nedir acaba

    Ayrıca üye değilsem üye yapınız lütfen
  • EkLermisin.
  • hoşgeldiniz arkadaşlar..
  • benide eklermisiniz
  • hoşgeldiniz paylaşımlara devam
  • OSMANLIDA EĞİTİM ÖĞRETİM




    Birşeyin iç kısmı, dahili, iç yüzü, harem dairesi gibi anlamlara gelen (26) Enderûn, mülkî, idarî ve diğer önemli kadronun yetiştirildiği yerlerdir. Osmanlı’yı Osmanlı yapan devlet adamı kadrosu bu mektepten yetişir ki, bugünkü Amerikan eğitim sisteminin temelini de bu mektebin işleyiş sistemi oluşturur.

    II. Murad zamanında kurulan Enderun Mektebi gerçek kimliğine Fatih Sultan Mehmet zamanında kavuşmuştur. Fatih zamanında Enderun Mektebi yalnız bir devşirme mektebi olma hüviyetinden çıkarak, devletin korunması için gerekli mülkî ve idarî kadronun eğitimine de yönelmiştir. (27)

    1909’a kadar devam eden Enderun Mektebi, Türk eğitim tarihinde çok önemli bir yer tutar, dünya eğitim tarihinde Türklerin bir katkısı olarak geçer. (28)

    Topkapı sarayında bulunan Enderûn Mektebi; Birun (Dış Kısım), Enderûn (İç Kısım) ve Harem bölümlerinden oluşan sarayın, Enderûn kısmında bulunurdu. (29)

    Bu mekteplere Acemi Oğlanlardan seçilen öğrenciler alınırdı. Bunlar Enderûn Mektebine hazırlık olarak Saray Mektebi’ne dağıtılırlardı. Bu hazırlık sarayları; Edirne sarayı, Galata Sarayı, İbrahimpaşa Sarayı ve İskender Sarayı olmak üzere dört taneydi. Bu sarayların eğitime tahsis edilmiş odalarında eğitim görürlerdi. (30)

    Enderun Mektebine Hristiyan tebânın yetenekli çocukları alınırdı ki bu çocuklar akıllı ve zeki, kâbiliyetli ve de yakışıklı idiler. Devşirme sistemiyle toplanan bu çocuklar Enderun’da iyi bir müslüman, güvenilir ve nitelikli bir devlet adamı ve usta bir sanatkâr olarak yetiştirilirdi. Osmanlılar’a tabî olan ülkelerin rehine olarak İstanbul’a gönderdikleri çocukları da yine Enderun’da eğitilirlerdi. (31)

    Enderun’da eğitim şu dört konu üzerinde toplanmıştı:

    * Beden eğitimi yapılırdı.

    * Saray işlerini fiili olarak öğrenirlerdi.

    * Yeteneklerine uygun bir sanatta uzmanlaşırlardı.

    * Teorik bir öğretim görerek İslamî bilgilerini artırırlardı.

    Bu eğitim faaliyetleri bir bütün olarak yapılırdı. Eğitim-öğretim birbirini izleyen yedi odada verilirdi. Odalara “Koğuş” da denilirdi. Öğrenciler sarayda her odanın gereklerini yerine getirirlerdi. Odalardaki eğitim süresi bir ile iki yıl arasında değişirdi.

    Görüldüğü gibi Enderûn, aşağıdan yukarıya doğru 7 (yedi) odadan oluşuyordu. Bu odalar büyük oda, küçük oda, doğancılar odası, seferli odası, kiler odası, hazine odası ve has oda şeklinde sıralanmaktaydı. Öğrenciler odaların alt basamağında öğretime başlar, üste doğru yükselirdi. Öğretim, uygulamalı ve de teorik olarak iki şekilde yapılırdı. Uygulamalı olanlar; saray ve protokol hizmetleri, güreş, atlama, meç ve ok atma gibi spor çalışmaları, hat sanatı, müzik vb. gibi güzel sanatlardı. Teorik olanlar ise Türkçe, Arapça, Farsça, Sarf, Nahiv, Edebiyat, Tarih, Fen, Cebir ve İslamî bilimler (hadis, tefsir, fıkıh, kelam gibi) idi.

    Bu önemli eğitim kurumu Osmanlı devlet hayatına çok sayıda sadrazam, vezir, yüksek rütbeli asker ve bir çok hattat, şair, müzisyen, ressam ve minyatür ustası yetiştirmiştir. (32)

    Dini ve Sosyal Müesseselerin

    Eğitim ve Öğretimdeki

    Fonsiyonu:

    Osmanlı Devleti’nde halkı bilgilendiren diğer önemli müesseselerden birisi de cami ve mescidler, tekke ve zâviyelerdir. Ayrıca kütüphanelerde birer eğitim-öğretim merkezi olarak hizmet veriyordu.

    Bu kurumlar, yüzyıllar boyu sadece ibadet yeri olarak değil; aynı zamanda eğitim-öğretimin yapıldığı, toplumu ilgilendiren güncel meselelerin görüşülüp karara bağlandığı, hükümet konağı, mahkeme, misafirhane, genel ve siyasî bilgi edinme yeri, hatta konferans merkezi olarak hizmet vermiştir. (33)

    Câmi, Arapça bir kelime olup, halkı toplayan ve halkın toplantı yeri manalarına gelir. Mescid ise yine Arapça bir kelime olup secde edilen, namaz kılınan, Allah’a dua ve niyâzda bulunulan yer manâlarına gelir. Bu yüzden sosyal müesseselerin başında gelen câmi ve mescidler hem ibadet yeri hem de cemaatin toplu bulunması sebebiyle devlet, memleket, muhit ve mahalleye ait işlerin görüşülüp karar bağlandığı yerlerdi. Bu yüzden sosyal bir yapı olarak büyük bir öneme haizdir.

    Hz. Peygamber’in (a.s.) Mekke’den Medine’ye hicreti sırasında ilk olarak Ku’ba Mescidi (Mescid-i Nebevi) inşâ edilmiş, burası eğitim-öğretim merkezi olarak kullanıldığı gibi devlet ve memleket işlerinin, güncel mesele ve olayların görüşülüp karara bağlandığı bir karargâh olarak da kullanılıyordu. (34)

    Bu önemi nedeniyledir ki Osmanlılar da cami ve mescidler bir mahallenin odak noktasını teşkil ediyordu. Ayrıca cami ve mescidlerin yanına medrese, kütüphane, sebil, aşevi vb.. gibi sivil ve sosyal vazifelerin görüldüğü binalar tesis edilirdi. Bu hâliyle bunlar, bir külliye meydana getirir ve âdeta yeni bir mahallenin kurulmasına yardım ederlerdi. Çünkü bir cami yaptırmak isteyen hayır sahibi toprağa ağaç diker gibi, binasını tek başına yalnız bırakmazdı. Yanına diğer hayır kurumları da yaptırırlardı. (35)

    Zengin fakir herkesin katılabildiği dersleri “dersiam” denilen kişiler yapardı. Öğrencilerden de hiçbir ücret alınmazdı. Halk, konuşmacının çevresinde halka oluşturur ve dersi dinlerdi. Bu derslere gösterilen ilgi oldukça fazlaydı. Genellikle ikindi namazından sonra yapılan bu derslere “İkindi dersleri” de denilirdi. (36)

    Camilerin en önemli görevlerinden birisi de siyasî eğitim merkezi olarak kullanılmalarıdır. Ülkeyi ilgilendiren herhangi bir konu hakkında halkı bilinçlendirmek, yönlendirmek ve canlı tutmak için camilerden yararlanılmıştır. Yine her semtin camiine gelen hükümet bildirileri burada halka açıklanırdı.

    Görüldüğü gibi camiler sadece ibadet yönüyle değil, pek çok bakımdan halka hizmet ediyorlardı. Burada vazife görenlerin de günümüzle mukayese edilemeyecek kadar, toplumda itibar sahipleri oldukları düşünülürse caminin bu görev ve fonksiyonları daha iyi anlaşılır. Gerçekten de günümüzde vazifesi, hemen hemen mihrabla minber arasına sıkışıp kalan imamların, selahiyetleri başlangıçta bu kadar kısıtlı değildi. Osmanlıda imamlık, sorumluluk alanı geniş ve önemli bir vazife idi. Osmanlı Devleti’nde hükümdar berâtıyla göreve getirilen imamlar, özellikle sosyal faaliyetleriyle mühim bir rol üstleniyorlardı. Ülkemizde 1829’da muhtarlık teşkilatı kurulana kadar mahalle yöneticisi olarak kadıların bir nevî temsilciliğini de yapıyorlardı. (37)

    Camilerin dışında tekke ve zaviyeler, dergâhlarda birer yaygın eğitim-öğretim kurumu olarak hizmet vermişlerdir

    Tekke, bir şeyhin idaresi altında, dervişler grubunun dayandıkları zikir, murâkabe ve niyazla uğraştıkları yer anlamlarına gelmektedir. Zaviye ise bir zâhidin ibadetle meşgul olmak üzere inzivaya çekildiği köşe, tenha yer anlamındadır.(38)

    İslam eğitim ve kültür tarihinde önemli bir yeri bulunan müesseselerden birisi de tekke ve zâviyelerdir. Tasavvuf düşüncesinin, anlayış ve terbiyesinin işlendiği, derinleştirildiği ve halka aktarılıp öğretildiği tekkeye (tekye); dergâh, hangâh gibi isimler de veriliyordu. Bu konuda anlatılan özellikleri nedeniyle tekke ve zaviyeler, önemli birer eğitim müesseseleri olarak faaliyet gösteriyorlardı.

    Nitekim Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren devletin ilerleyip genişlemesinde, eğitim-öğretim kurumu olarak da kullanılan tekke ve zaviyelerin rolü çok büyüktür. Osmanlılarda tekkeler edebiyat, tarih, musikî ocakları idi. Yine tekkelerde yetişen, konusu daha çok dinî, ahlakî, mistik değerler olan bir edebiyat türü ortaya çıkmıştır ki bu edebiyata “Tekke (Tasavvuf) Edebiyatı” denir. Ayrıca tekkelerle zaviyeler Anadolu’nun İslamlaşmasında çok mühim rol oynamışlardır.

    İslam’da dînî tedrisat ile ibadet birbiriyle bir bütün oluşturdukları için tekke ve zaviyede bulunan şeyh, burada çeşitli dînî dersler verirdi. Bununla beraber tekke ve zaviyelerin esas gayesi zikir ve niyaz yapılabilecek yerler olmasıdır. Programlarında tefsir, hadis, fıkıh, kelâm, kıraat, ahlâk gibi dînî ilimlerin yanında Osmanlıca, Farsça, biyografi, tarih, musikî ve edebiyat gibi dersler de yer alırdı. (39)

    Tekke ve zâviyelerin Osmanlı fütûhatını kolaylaştırmada büyük bir ehemmiyete haiz olduklarını biliyoruz. Osmanoğullarıyla birlikte birçok şeyh gelip Anadolu’nun batı taraflarına yerleştiler. Bu yeni gelen derviş muhacirlerin bir kısmı gazilerle birlikte fütûhat yapmak, memleket açmakla meşgul oluyor; diğer bir kısmı ise civardaki mekânlara yerleşiyor, ziraat ve hayvancılıkla meşgul oluyordu. Buraları, kısa zamanda din, eğitim ve kültür, imâr merkezleri haline geliyordu. Bu zâviyelerin, ordudan önce gelip sınır boylarına yerleşmesi ordunun ileri harekâtını kolaylaştırıyordu. (40)

    Bundan başka tekke ve zaviyelerin, köylerin gelişmesinde ve ilerlemesinde büyük bir hizmet yaptığını bilmekteyiz. Zaviye şeyhleri, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren “köy gençlik ocaklarını” nüfûzları altına alarak buralara tasavvuf ilkelerini yerleştirmişlerdi. Böylece bunlar da şehirlerdeki ahi teşkilatları gibi manevî birlik kazanmışlardı. Tekke ve zaviyelerin bir kısmı devlet tarafından, bilhassa yolculuk için tehlikeli olan yerlerde, tesis ediliyordu. Bu bakımdan dağlarda, korkunç ve tehlikeli boğaz ve geçitlerde tesis edilen tekke ve zâviyeler; askerî sevk ve idareyi kolaylaştırmak, ticarete engel olabilecek eşkiya, haydut vb.. gibi kimselere mâni olmak için birer jandarma karakolu vazifesi de görüyorlardı. Tamamen vakıflara bağlı olan bu müesseseleri hemen her yerleşim merkezinde görmek mümkün idi. (41)

    Yine ayrıca Osmanlı Beyliği’nin kuruluşunda Babaîlik, Ahilik gibi tarikatlar mühim rol oynamıştır. 14. yüzyıl sonlarıyla 15. yüzyılda bu tarikatlerin kuvvetlenerek Anadolu’nun siyasî tarihinde söz sahibi olmaları ise, beyliğin bunları himayesinden doğmuştur.

    Osmanlı padişahlarıyla devlet adamları tarikat erbabına karşı, kuruluştan itibaren büyük bir hürmet göstermişler, birçoğu tarikat şeyhlerine intisap etmişlerdir. Bunun bir neticesi olarak da adlarına tekkeler açtırıp vakıflar yaptırmışlardır. Osmanlı sultanlarından bazıları tarikat mensubu kişilerden, savaşa giderlerken gaza kılıcı kuşanmışlar, onları seferde beraberinde götürmüşlerdir. İşte bu hürmet 14. yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlılarda Ekberiyye, Bistamiyye, Zeyniye gibi tarikatlerin yaygınlaşmasına vesile olmuştur. Bundan başka yine 14. yüzyıl sonlarıyla 15. yüzyılda Halvetilik, Kadirilik, Mevlevilik de yavaş yavaş tarih sahnesine çıkmıştır. (42)

    Fakat son zamanlarda çok istisnai olarak tekkeler esrar içenler, işsiz güçsüz kimselerin buluştukları, sazlı-sözlü eğlenceler düzenlendikleri yerler olarak telakki edilmiş (bazı artniyetli kişiler tarafından abartılı ve maksatlı olarak) bu müesseselerin son zamanlardaki nahoş durumlarına bakıp da bunların hep böyle olduğunu zannetmek çok büyük haksızlık olur. Nitekim M. Cevdet de bu mevzuya temasla “Son zamanlardaki yozlaşmasına bakıp da tekke ve zaviyelerin, daima öyle olduğuna hükmedilmemelidir. Dört mevsimden sonbahara bakarak ilkbaharda da ortalığa yapraksız ve yeşilliksiz sanmak, doğru olmadığı gibi; Kemâl zamanlarında tekke ve zâviyeler ruhları çok terbiye etmiştir. Hayatın ızdırabını dindirmek ihtiyacında olanlar oralara koşar, nefis bir ahengin şelalesi altında ruhlarını yıkar, tesellikâr söz ve tarihî menkıbelerle yeniden canlanırdı. Hasılı tekkeler, ye’s ve mahrumiyet ile canına kıyacak insanların yeniden hayat buldukları yerlerdir.” (43)

    Yine Osmanlı Devleti’nde esnaf teşkilatı da birer eğitim-öğretim yeri olarak kabul edilmelidir.

    Selçuklular döneminde Anadolu’da yaygın olarak görülen ve bir esnaf teşkilatı olan “Ahilik”, Osmanlılar döneminde de varlığını sürdürdü. Ahilik esnaf, zeneatkâr ve işçileri bünyesinde toplayan, üyelerine mesleki bilgi ve eğitim veren, dini bilgilerini artıran ve en önemlisi iş ve ticaret ahlâkına dayanan bir eğitim-öğretim kurumudur. (44)

    Osmanlı Devleti’nin temeli atılırken geniş ölçüde ahilik ve ahî reislerinin nüfuzlarından istifade edilmiştir. Osmanlı Beyliğinin kurucusu Osman Gazi’nin Kayınpederi Şeyh Edebali'nin ahilerin büyüklerinden olması da rol oynamıştır. Nitekim kuruluşta büyük hizmetleri görülen Ahî Hasan Çelebi, Ahî Mahmut, Çandarlı Kara Halil gibi değerli kimseler de bu teşkilattan idiler. (45)

    Yine Fatih Sultan Mehmet dahil olmak üzere ilk Osmanlı Sultanları ahi teşkilatının da başı idiler. Devletin yerleşmesinden sonra ahiler siyasî yönlerini bırakarak esnaf teşkilatı olarak varlık ve etkilerini, etkinliklerini sürdürmüşlerdir. Bu yüzden esnaf, “fütüvvetname” denilen yönetmeliklere tâbî, hizmet ehli, diğergam, dayanışma ve özerk bir yapıya sahiptir. Sistem rekabete değil işbirliğine, çıkarcılığa değil dayanışmacılığa, bencilliğe değil diğergamlığa, karşılıklı kontrol ve tahsis ilkelerine dayanmaktadır. İş ve çalışma hayatı belli bir disiplin altına alınmıştır. Yükselebilmek için ehliyet ve liyakat esastır. Bu yolda herşey sıralıdır. Esnaflığa giren genç mesleğinde uzmanlaşmadıkça ve zamanı gelmedikçe yükselemez ve ayrı dükkan açamaz. (46)

    Ahilik teşkilatının amacı, üyeleri arasında sevgi ve dayanışmayı sağlamak, gerek duyulduğu durumlarda da devlete her türlü yardımda bulunmaktır. Ahilik teşkilatının kendine özgü “fütüvvetnâme” adlı yasaları vardır. Ahilik, çeşitli dönemlerde birer teknoloji ve sanat okulu, ilim ve kültür merkezi, gerektiğinde asker yetiştiren bir kurum ve tarikat rolünü üstlenmiştir.

    Ahilikte öğretici, örgüte bağlı çıraklara sanat ve teknikle ilgili bilgiler yanında, toplum hayatının gerektirdiği kültür ve terbiyeyi de öğretirdi. Müslüman-Türk toplumunun dînî sosyo-iktisadî, siyasal ve kültürel hayatında önemli rol oynayan ahi teşkilatı, kaliteli rol üretiminde bugün dahi örnek alınacak iyi bir sistem geliştirmiş ve uygulamıştır. Ahi ocağı üretilen mallarda kaliteyi sağlamayı yalnız ekonomik olarak değil; ahlâkî olarak da önemli saymıştır. Belirlenen ölçü ve kalitede mal üretmeyen üyelerini ağır bir biçimde cezalandırmıştır. (47)

    Yüzyıllarca Müslüman-Türk toplumun temel kurumlarından biri olan Ahilik, 16. yüzyılın sonlarında Batı sanayi ürünlerinin Anadolu pazarlarını ele geçirmesi sonucunda çözülmeye başlamıştır. El tezgahlarında mal üreten esnafın sanayileşme faaliyetlerine uyum sağlayamaması ve mallarına alıcı bulamaması, Osmanlı ülkesinin Avrupalı devlet ve tüccarların açık pazarı haline gelmesi Ahilik teşkilatını bir bunalıma itmiştir.

    Osmanlı ekonomisinin zayıflamasının bir sonucu olarak sanat, ticaret ve iş hayatına askerlerin ve köyden şehre göç eden grupların katılmasıyla Ahilik teşkilatı etkinliğini bütünüyle yitirerek çözülmüştür. (48)

    Diğer önemli bir eğitim-öğretim yuvaları ise kütüphanelerdir.

    Bir milletin medeniyet seviyesi kütüphanelerinin ve ondan faydalananların çokluğuyla ölçülürdü. İlmin, şefkatli kollarıyla insanları sardığı İslam dünyasında kütüphaneler okulların vücuduydu. Herkes gücü ölçüsünde kütüphane kurmaya yönelirdi. Adeta birbirleriyle yarışırlardı. Özel kütüphanelerden resmi kütüphanelere kadar ağaç yetiştirir gibi her tarafa kütüphaneler dikmişlerdi. Kütüphaneler ya umûmî, ya da hususî mahiyette kurulurlardı. Başlangıçta cami ve mescid yanlarına kurulan kütüphaneler sonraları medrese, hatta hastahane bitişiklerinde kuruldular. Herkese açık olan bu kütüphaneler şehirlerin gülistanları oldular. Kütüphanelerin birçoğunun vakıfları vardı. Kütüphaneye alınan kitaplardan tutunuz, personeline varıncaya kadar bütün masraflar vakıflardan karşılanırdı. (49)

    Diğer İslam devletlerinde olduğu gibi Osmanlılarda da kütüphaneler ilmin yayılıp genişlemesinde (özellikle yükselme döneminde) çok mühim bir rol oynadılar. Ve yine özellikle Fatih, Yavuz ve Kanunî zamanlarında kütüphaneler birer bilim ve kültür yuvası haline geldiler.

    Kuruluş döneminde kütüphanelerle ilgili olarak elimizde maalesef ciddi olarak bir kaynak yok. Yani devrin anlayışına göre bir kitap dolabından veya kitap için ayrılmış odadan ve kütüphaneciden söz etmek için elimizde yeterli bir bilgi yoktur. Kuruluş döneminde rastladığımız kütüphane örneklerinin ortak özelliği, bu kütüphanelerin küçük bir koleksiyona sahip olmaları, bu koleksiyonun korunması için tayin edilen görevliye ücret tahsis edilmesi, genellikle bu görevin kütüphanenin kurulduğu hayır kurumunda görevli kimseler tarafından yapılmasıdır. (50)

    Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Osmanlılar’da kütüphanelerden ciddi olarak istifade edilmesi, kütüphanelerin bilim ve kültür merkezi olması yükselme dönemine (özellikle de Fatih ve Kanuni) rastlar.

    İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet, şehri siyasî ve idarî merkez haline getirdiği gibi ilmî ve kültürel olarak da bir merkez haline getirdi. Fatih Sultan Mehmet, sadece kendisi ve saray için değil; halk için de ilk kütüphaneyi açan padişahtı.

    Yavuz Sultan Selim de kitapsever bir padişahtı. Padişahlığı zamanında İstanbul’a İslam dünyasından birçok âlimin gelmesini sağlamıştır. Bu dönemde fethedilen Suriye, Mısır gibi ülkelerden çok sayıda kitap getirtilmişti. Ayrıca sarayda büyük bir kolleksiyon meydana getirilmiş, bu daha sonraki dönemlerde Osmanlı padişahları tarafından kurulacak olan birçok vakıf kütüphanesinin temelini teşkil etmiştir.

    Kanunî’nin yaptırdığı Süleymaniye Kütüphanesi ise dünyanın sayılı kütüphaneleri arasında yer almaktadır. İstanbul’da Süleymaniye Cami külliyesinde hâlâ faaliyetini sürdüren kütüphane binlerce el yazma esere sahiptir. Bu kütüphane dünya kütüphaneleri arasında el yazma eserlere sahip birinci kütüphanedir.

    Daha sonraki dönemlerde başta İstanbul olmak üzere birçok yerde (Anadolu ve Rumeli) halka ve medrese öğrencilerine yönelik bir çok vakıf kütüphanesi kurulmuştur. (51)

    Osmanlılarda eğitim-öğretim konusunda mahallenin de rolü büyüktür. Mahalleler bilgi iletişimin gerçekleştiği yerlerden biridir. Mahalle sakinleri arasında bilgisi ve kültürüyle tanınan kişilerin çevresinde toplanılarak yapılan sohbetlerde her türlü konu tartışılır, karara bağlanırdı. Mahalledeki bu bilgi aktarımı duruma göre bazen mahalle mekteplerinde yapılırdı. (52)

    Sonuç olarak şunları söylemek gerekir ise yazımızın başında da ifade ettiğimiz gibi Osmanlı’yı “Osmanlı” yapan unsurların en başında onun asırlardır başarıyla uyguladığı ideal eğitim-öğretim sistemi gelir.

    Ne zaman ki bu ideal eğitim-öğretim sisteminden uzaklaşılmış, eğitime bağlı olarak Devlet-i Â’liyye’nin diğer müessese ve kurumlarındaki yozlaşma ve bozulmalar da artmış, koskoca cihangir devlet tarih sayfalarına karışıp gitmiştir.




  • 
Sayfa: önceki 89101112
Sayfaya Git
Git
sonraki
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.