Şimdi Ara

Günlük Kullandığımız Sözcüklerin Türkçe Karşılıkları (10. sayfa)

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
3 Misafir (1 Mobil) - 2 Masaüstü1 Mobil
5 sn
202
Cevap
0
Favori
19.572
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: önceki 7891011
Sayfaya Git
Git
sonraki
Giriş
Mesaj
  • quote:

    Orjinalden alıntı: lyricalist

    Bende bir şeyler yazmayı kendime bir borç biliyorum ancak yazıma başlamadan önce bu konuyu açan ve fikirlerini savunmakta devam eden saygıdeğer kardeşimin yaşını ve nerede ve hangi bölümde okuduğunu öncelikle öğrenmek istiyorum.


    18 yaşındayım. Ünye M. R. G. Anadolu Öğretmen Lisesi son sınıf öğrencisiyim. Sayısal bölümündeyim. 14 gün 20 saat sonra ÖSS'ye gireceğim.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi M -- 2 Haziran 2007; 13:25:50 >
  • selamün alkeykum aleykussmelam namaz din konularının orjinali kalsın
    ama günlük konuşmalarda türkçeye dikkat edelim
    mesela rucu kelimesi
    avdet kelimesi
    printer
    kardreyder
    binlerce sayılır
  • "atmasyon fikir yürüttüğünü" ya da "saçmaladığını" söylemedim.
    hatta benimseyip benimsemediğim konusunda da hiç bir şey söylemedim.
    bir dilden ya da dil özelliğinden "iğrenme" kavramı da alıntıladığınız ilk yazısında ilk olarak Bakiler tarafından kullanılmış bu forumda .
    benim tek söylediğim -sel/-sal ekinin fransızca'da bulunmadığıydı.

    duygusal nedenlerle, sırf sevdiğimiz beğendiğimiz için bir yazarın söylediklerini sorgulamamak nesnel bir yaklaşım değil (Bakiler'i sevip beğendiğimi ya da güvenip güvenmediğimi de söylemiyorum burada).
    bu ekin hangi kaynaktan gelmiş/getirilmiş olabileceğine dair verilecek bir bilgi doğruysa buna da sırf duygusal nedenlerle karşı çıkmamın yanlış olacağı gibi.


    quote:

    Orjinalden alıntı: KUNG-FU 61

    Evet bu tür konularda güvenim tamdır!

    Atmasyon fikir yürüteceğini de zannetmiyorum!

    Bu insan senelerce aynı şeyleri bıkmadan usanmadan müdafaa eden insandır!Sırf Fransızca'dan tiksinmesi sebebiyle saçmalıyacak hali yok!

    İsteyen benimser istemeyen benimsemez!




    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi vicarius -- 2 Haziran 2007; 16:27:30 >




  • quote:

    Orjinalden alıntı: vicarius

    "atmasyon fikir yürüttüğünü" ya da "saçmaladığını" söylemedim.
    hatta benimseyip benimsemediğim konusunda da hiç bir şey söylemedim.
    bir dilden ya da dil özelliğinden "iğrenme" kavramı da alıntıladığınız ilk yazısında ilk olarak Bakiler tarafından kullanılmış bu forumda .
    benim tek söylediğim -sel/-sal ekinin fransızca'da bulunmadığıydı.

    duygusal nedenlerle, sırf sevdiğimiz beğendiğimiz için bir yazarın söylediklerini sorgulamamak nesnel bir yaklaşım değil (Bakiler'i sevip beğendiğimi ya da güvenip güvenmediğimi de söylemiyorum burada).
    bu ekin hangi kaynaktan gelmiş/getirilmiş olabileceğine dair verilecek bir bilgi doğruysa buna da sırf duygusal nedenlerle karşı çıkmamın yanlış olacağı gibi.



    Duygularla alakası yok.

    Şimdiye kadar aksine bir iddiada bulunan bir kişi görmedim.

    Varsa kaynak verebilirsiniz!




  • bu eklerin fr.cadan gelmediğine gösterebileceğim kaynak herhangi bir fransızca gramer kitabıdır.
    geldiğine dair kaynağı olan varsa incelemekten ve tartışmaktan mutlu olurum.

    bu arada ana konudan uzaklaştığımız için konuyu açan arkadaştan özür dilerim.
  • KUNG-FU 61, peki çok saygı duyuyorsunuz kendinize, ancak bu denli güvendiğiniz bir kişi, nice oluyor da _sal, _sel takılarının Türkçe olduğunu bilemiyor?
  • Sal-sel tiryakilerine saygıyla arz ederim

    23.05.2006
    YAVUZ BÜLENT BAKİLER
    bulent.bakiler@tercuman.com.tr



    --------------------------------------------------------------------------------

    SAYIN prof! Sayın yazar! Sayın hatib! Sayın okur!Ankara'da yayımlanan Hisar Dergisi için, iki ünlümüzle röportaj yaptım. Yakup Kadri Karaosmanoğlu ile Kavaklıdere'deki evinde konuştum. Türk Dili ve Edebiyatı profesörlerinden, eski Milli Eğitim Bakanlarımızdan Tahsin Banguoğlu'yla da TBMM Kütüphanesi'nde görüştüm. Banguoğlu'na giderken, meşhur şairlerimizden Arif Nihat Asya dikkatimi çekti: 'Sor bakalım Banguoğlu Hoca'ya dedi. Türkçe'de SEL ve SAL ekleriyle nisbet sıfatları yapılır mı, yapılmaz mı?'
    Prof. Dr. T. Banguoğlu, Türkçemizin gramerini 500 sayfalık bir kitapta yazan ilim adamlarımızdan biri. Arif Nihat Asya'nın sorusuna:
    - 'Hayır! Yapılmaz! Yapılmamalı' diye cevap verdi ve devam etti:
    'Bu ekler Türkçemize zararlı oldular. Dilde uydurmacılık ve kopyacılık bizi fikir tembelliğine de götürüyor. Türkçemizde, isimden sıfat yapan SAL ve SEL diye iki ek yoktur. Birtakım zevksiz adamlar veya Türkçemizin kaidelerini bilmeyen mes'uliyetsiz kişiler, Prof. Fındıkoğlu'nun ifadesiyle 'Türkçemizi SAL'a bindirip SEL'e vermişlerdir.' Bu SAL ve SEL ekleri, Türkçemizi, gerçekten çok çirkinleştirmişlerdir. Araplar -”- ekiyle isimden sıfat yapıyorlar. Fransızlar, altı ekle, isimlerden nisbet sıfatları çıkarıyorlar. Türkçemizde ise biz, bu işi on ayrı ekle yapıyoruz. Bizdeki bu zenginlik başka dillerde yoktur.
    Arapça'da, ” aidiyet ekiyle isimden nisbet sıfatları yapılıyor, dedim. Tarihten tarih” -Vatandan vatan”-Askerden asker”... gibi.
    1932-1934 yılları arasında, Türkçemiz müthiş bir tırpan yedi. Bu yıllar, dilde tasfiye yıllarıdır. O kadar ki, Atatürk'ün emriyle ŞEY kelimesi bile yasaklanmıştı. Bütün Arapça- Farsça kelimeler dilimizden atılmak istendi. Mesela: Millet kelimesi Arapça'dır diye atıldı, yerine Moğolca'dan ulus kelimesi alındı. Eskiden ” aidiyet ekiyle milletten mill” yapmıştık. Peki şimdi mill” yerine ulus” diyemeyeceğimize göre ne yapmalıydık? Arabın ” aidiyet eki gibi, Fransızca'nın al ekini eklememize kim karşı çıkabilirdi? Böylece mill”nin yeni karşılığı ulusal oldu. Siyaset kelimesi vardı ya siyaset, Arapça olduğu için onu da attık. Yerine siyasa kelimesini uydurduk. Kanuna da yasa demiştik ya. Peki siyasi yerine ne koymalıydık? Canım Fransızca'nın al- el ekleri ne güne duruyor? Böylece siyasadan da siyasal kelimesini uydurduk. İşte bu ulusal ve siyasal kelimelerindeki sal ekleri, zamanla, habis bir kanser hücresi gibi sür'atle çoğalarak Türkçemizi çirkinleştirdiler. Gerçekten Türkçemiz, sala bindirilip sele verildi.
    - Türkçemizde, on ayrı ekle isimden nisbet sıfatları yapıyoruz demiştiniz.
    - Söyleyeyim: Önce: CE-Cİ-DEN-Lİ-LİK-Sİ ekleriyle isimden sıfat yapıyoruz. Sonra: tayinsiz isim takımıyla -sıfat olan madde isimleriyle ve başka fiil üretmeleriyle nisbet sıfatları yapıyoruz. Başka dillerde bu zenginlik yoktur. İşte size on ayrı örnek:
    1- CE ekiyle. Religieux: Dini. Dinsel değil dince demek lazım.
    2- Cİ ekiyle. Affectif: Teessuri. Duygusal değil duygucu.
    3- DEN ekiyle. Traditionnel: An'anevi. Geleneksel değil gelenekten
    4- Lİ ekiyle. Experimantal: Tecrub”. Deneysel değil denemeli
    5- LİK ekiyle. Personel: Şahsi. Kişisel değil kişilik.
    6- Sİ ekiyle. Monumental: Abidevi. Anıtsal değil anıtsı.
    7- Tayinsiz isim takımıyla: Psychque: Ruhi. Ruhsal değil ruh.
    8- Sıfat olan, yer ve yön isimleriyle: Primaire: İptida”. İlksel değil ilk.
    9- Sıfat olan madde isimleriyle: Metallique: Madeni. Madensel değil maden.
    10- Başka fiil üremeleriyle: Extentionnel: İstila”. Kaplamsal değil, kaplayıcı.
    Sayın profesör! Sayın yazar! Sayın hatib! Sayın okur!
    Ben bu sal-sel eklerinin, Fransızca'nın al-el eklerinden aşırılarak Türkçemize sokulduğunu, başta Prof. T. Banguoğlu, Prof. Faruk Kadri Timurtaş, Falih Rıfkı Atay... gibi isimler başta olmak üzere, belki kırk edibimizin şikayetlerinden okuyarak öğrendim. Bu SAL-SEL eklerinden, bir lağım faresinden iğrenir gibi iğrendiğimi her zaman söylüyorum. Doğrusu çok merak ediyorum: hem bu iğrenç ekleri, hem de uyduruk kaydırık kelimeleri kullanmanız için sizi kim zorluyor
    ?
    Millet gibi, mill” gibi, milliyetçilik gibi bin yıldan beri kullandığımız kelimeleri bir tarafa iterek neden ulus-ulusal-ulusalcılık diyorsunuz? Bizim tarihimizin muhteşem bir: Mill” Mücadele dönemi; bir de İstiklal Savaşı safhası vardır. ne demek Ulusal Kurtuluş Mücadelesi? Ne demek Bağımsızlık savaşımı? Ne demektir: Ulus devlet, kamusal alan, Tekil vatan, bölgesel, kırsal, kentsel oluşum? Yoksa bu çirkinliklere ilericilik(!) adına mı katlanıyorsunuz? Böyle yazmaya-konuşmaya sizi kim zorluyor?
    Necip Fazıl Kısakürek diyor ki:
    'Ruhsal, parasal, soyut, boyut, yaşam, eğilim...
    Ya bunlar Türkçe değil, yahut ben Türk değilim.
    Oysa halis Türk benim, bunlar işgalcilerim
    Allah Türk'ü korusun yalnız bunu dilerim...
    *
    Allah aklını kullanmayan Türk'ü niçin korusun?




  • Poçik yada pöçük mü türkçe yoksa kuyruk mu? yada her ikiside mi?
  • Tanrı Nurullah Ataç'ı korusun bence.


    Nurullah Ataç


    (21 Ağustos 1898- 17 Mayıs 1957)

    “Dil, bir uygarlık olayıdır. Bir uygarlığın kurduğu dil, başka bir uygarlığın düşündüklerini söyleyemez, yetmez onu söylemeye. Bir ulus uygarlığını değiştirdi mi, dilini de değiştirmek zorundadır.” [1]

    Nurullah Ataç, Dil Devrimiyle dilin yenileşeceğine inandığı gibi, dilin bir uygarlık olayı olduğuna da inanır. Bu inancı onu karşıdevrimcilerin hedefi yapar. Dile “müdahale” etmekle suçlananların başında gelir hep. Oysa Ataç, hiçbir dilin kendi kendine gelişemeyeceğine inanmaktadır:

    “Dil kendi kendine gelişiyormuş, temizlenecekse temizleniyormuş, bırakmalıymışız kendi haline. Aklı başında bir kişinin söyleyeceği söz mü bu? Bir ulusun okuryazarları, aydınları, bilginleri dille uğraşmazlarsa dil kendi kendine ilerler, gelişir mi? Diyelim ki ben Fransızca bir kelimenin karşılığını arıyorum, Türkçede yok öyle bir kavram, ne yapacağım? O kelimeyi ben kurmaya, uydurmaya çalışmayacak mıyım?”[2]

    Konu, gelip “uydurmak” eylemine dayanıyordu. Dil Devrimiyle kazanılan sözcükleri yadsıyanlar, aslında türetme eylemi yapmış “uydurukça” gibi bir sözcük türetmişlerdi. Dil Devriminin karşısavı olarak “yaşayan dil/ yaşayan Türkçe” tamlamalarını öne çıkarmaya başlamışlardı. Ataç bunu da sürekli eleştirmişti:

    “Yaşayan dil! Yaşayan dil! Ağızlarında hep bu! Bir bakın o yaşayan dilcilerin yazdıklarına. Birinde gerçekten yaşayan, gerçekten canlı, düşüncenin, duygunun titremesini gösteren bir cümle bulamazsınız.”[3] “Uydurma dil dediler mi, bir şey söylediklerini sanıyorlar. Söyleyim ben size; Bu uydurma sözünü, Türkçecilik akımına karşı bir silah diye kullanmaya kalkanlardan ne dediğini bilen, şöyle gerçekten düşünerek konuşan bir tek kişi tanımıyorum. Evet, uyduracağız, bizim yaptığımız, uydurduğumuz kelimeler de yavaş yavaş halka işleyecek, eski Arapça, Farsça kelimelerin işlediği gibi. Onların yerini tutacak.”[4]

    Türkçeleştirme eyleminde “aşırılık”a gidildiği savı da devrim karşıtlığına bulunan başka bir kılıftır. Aşırılık, kişiden kişiye değişebilecek bir kavramdır: Sevginin, dürüstlüğün, doğruluğun da ölçüsü olabilir; değerbilmezliğin, yalanın, yanlışın da… Ataç gibi düşünenler, dil sevgisinde aşırılıktan hiç gocunmazlar; dahası Ataç, “Aşırılıktan çekinmek, düşüncelerimizin sonuna dek gitmekten çekinmek demektir. Düşüncelerinin sonuna dek gitmekten çekinen kişi ise, türlü düşünceleri, türlü görüşleri birbirine karıştırıyor, birini öteki ile köreltiyor demektir” diyerek “Aşırıyım ben!”[5] diye çekinmeden haykırır.

    Devrimi ve Türkçeyi bu denli korkusuzca savunmasının kökeninde kuşkusuz ölçüsüz bir yurt ve dil sevgisi yatmaktadır. “Hiçbir çıkar düşünmeden, kimseden bir şey beklemeden, inandığı dava uğruna sonuna değin savaşmış, doğru bildiği yolda yılmadan yürümüş bir ülkü adamıdır. Kendisini ülküsüne böylesine veren, bilinçle işe koyulan, her türlü güçlüğe ve anlayışsızlığa göğüs geren”[6] Ataç, iyi yetişmiş bir aydındır, dil sevgisini bilgisiyle beslemiş bir düşünür olduğu kuşkusuzdur.

    Nurullah Ataç, 21 Ağustos 1898’de, İstanbul’da doğdu. Hammer tarihini dilimize çeviren Ata Beyin oğludur. Asıl adı Nurullah Ata’dır. Yazılarında kendinden, yaradılışından söz eder; ama soyuna sopuna ilişkin pek bilgi vermez. Karala Defteri’nde ailesinin bir yanının Karadenizli, bir yanının Maraşlı olduğunu yazar. Savaş yıllarında radyoda uzun süre "Evin Saati" adlı programı hazırlayan Dr. Galip Ataç kardeşlerinden biridir. Bir kardeşi de Çanakkale Savaşında şehit olmuştur. Ataç, ilkokulu (iptidai) 1909’da bitirmiş, aynı yıl annesini yitirmiştir. On bir yaşında annesini yitirdiğini de Günce’sinden öğreniriz. Daha sonra dört yıl Mekteb-i Sultanide (Galatasaray Lisesi) okumuş, okulda Burhan Asaf (Belge) ve Vedat Nedim (Tör) gibi sonradan yazar olacak arkadaşlar edinmiştir.

    Birinci Dünya Savaşının başlamasından az önce eğitimini tamamlamak üzere, babasının isteğiyle Cenevre'ye gitmiş, burada kaldığı süre içinde Fransızcasını ilerleten Ataç, bu arada tiyatroya merak sarmış, arkadaşlarının sahnelediği Hamlet'te "balıkçı" rolünü oynamıştır. Tiyatro sevgisi onun yazarlığa tiyatro eleştirisi ile başlamasının başlıca nedenidir.

    Ataç, Cenevre'de alışamadığı okulu yarım bırakmış, Mondros Mütarekesi sırasında İstanbul'a dönmüş, bir süre Darülfünunda edebiyat derslerini izlemiş, ardından sınavla Fransızca öğretmeni olmuştur. 1921- 1923 arasında Nişantaşı Lisesi, Vefa Sultanisi, İstanbul Sultanisi ile Üsküdar Lisesinde Fransızca, 1925’te Adana Lisesinde edebiyat öğretmenliği yapmıştır.

    Ataç, Ticaret Bakanlığına bağlı Ticaret Müdüriyeti Umumiyesi Mütercimliğinde, aynı bakanlığın Mukavelatı Ticariye Tetkik Dairesi Heyet-i Tahririye Müdürlüğünde (1926) bulunmuş, sonra yeniden Milli Eğitim Bakanlığı'na geçmiştir. İlkin Talim ve Terbiye Dairesinde çevirmenlik yapmış, ilk Tedrisat Dairesi Şube Müdürlüğünde çalıştıktan sonra (Ekim 1926 - Eylül 1927) yeniden öğretmenliğe dönmüştür. Onun daha sonra Ankara, İstanbul liselerinde Türkçe, edebiyat, sanat tarihi ve Fransızca öğretmeni olarak görev yaptığını biliyoruz. İstanbul Üniversitesi Yabancı Diller Okulu ile Gazi Eğitim Enstitüsünde Fransızca okutmanı olarak çalıştıktan sonra 1940’ta bu görevinden ayrılmıştır. Bir süre Basın Yayın Umum Müdürlüğünde Yayın Şefliği yapan Ataç, daha sonra Cumhurbaşkanlığı çevirmenliğine getirilmiş, bu görevden 1952’de emekli olmuştur. Bu tarihten sonra yalnızca yazmış ve TDK’deki işlerini yürütmüştür.

    TDK’ye 1949’da üye olan, Yönetim Kuruluna 1951’de giren ve bu tarihten sonra ölümüne dek Yayın Kolu Başkanlığını ve Türk Dili dergisinin yayın yönetmenliğini üstlenen Ataç’ın, bu dergiye yazdığı “Dergiler Arasında” başlıklı yazılarının dışında gazete ve dergilerde onlarca yazısı bulunmaktadır.

    Yazı ve yapıtlarının bir kısmında takmaad kullanmıştır. MEB, Dünya Edebiyatından Tercümeler Serisinde Sabiha Yağızlar, Tan gazetesindeki yazılarında Ahfeş, Ulus gazetesindeki yazılarında da Süha Kavafoğlu.

    Şeker hastası olan Ataç'a doktorlar sigarayı yasakladılar. Ataç’ın sigara tutkusu bilinmektedir. Çok sevdiği eşi Leman Hanımı 1955'te yitirdi. Bu ölüm Ataç'ı derinden sarmış, bozulan sağlığı gittikçe kötüleşmiştir. 1957 yılının 17 Mayıs günün Numune Hastanesinde 59 yaşında ölmüştür.

    Tek çocuğu olan Meral Ataç, çalışma yaşamının çoğunu Türk Dil Kurumu’nun Derleme ve Tanıtma Kolunda geçirmiştir. Ataç’ın biri kız, öteki erkek iki torunu vardır. Kızı Meral Ataç, babasını anlatan kitaplar yazmaktadır.

    Dil Devrimine inanan, Türkçeye emeği dağlar kadar olan Nurullah Ataç’ı saygıyla anıyor, genç kuşaklara bir an önce Ataç’ı okumalarını salık veriyoruz. Ataç’ı anlamak, bugün yalnız dil sorunlarının değil, başka sorunların çözümüne düşünce üretmekte de yol gösterici olacaktır.



    O, Ödünsüz Bir Dilseverdi

    Dilseverliğini kendisi şöyle anlatıyor:

    “Dil işine sonradan giriştim. Daha önce başlasaydım, Dil Devriminin gerekli olduğunu daha önce anlayabilseydim ne iyi olurdu! Erken olsun geç olsun, giriştim dil işine. Gençler arasında bana uyanlar çok oldu. Yaşlılardan da var. Neden ötekilerden çok bana uyanlar oldu? Dil işine girişmem bir çıkar kaygısıyla değildir de onun için. Alıklar, benim şu buyurdu, bu buyurdu diye, şuna buna yaranmak için öz Türkçeye özendiğimi sanırlar. Oysaki ben, öz Türkçe için nice kazançları teptim, rahatımı kaçırdım, üzdüm kendimi, adımı deliye çıkarttım. Hepsi de ne dediklerini bilmez, kafalarına düşüncenin gölgesi bile girmemiş birer alıktır bana deli diyenler. Öz Türkçeye özenişim de duygularımın etkisiyle değildir. Latince, Yunanca öğretilmeyen bir ülkede tek doğru yolun, tek usul (akla uygun) yolun öz dile gitmek olduğunu düşüncemle anladım da onun için o yolu buldum.”[7]

    Dil Devriminin başlamasının, Türk Dil Kurumu’nun kuruluşunun 20. yılında yazdığı yazısında ise devrime ve Türkçeye inancını yansıtan yapıtlarından yalnızca biridir:[8]

    YİRMİNCİ YIL

    Yirmi yıl geçmiş birinci Dil Kurultayından beri. Yirmi birinci bayramı kutladık. Neler olmadı bu yirmi yıl içinde! Devrime karşı koymak isteyenler, “Dilimizi bozuyorsunuz, yoksullaştırıyorsunuz!” diye bağıranlar, Arapça, Farsça sözlere sımsıkı sarılanlar günden güne yenildi. Bilmiyorlar, kavramıyorlar yenildiklerini. Kendilerine sorarsanız, yenmiş, kazanmış olduklarını, devrimi durdurduklarını söylerler belki. Bir de yazılarını okuyun onların, çektikleri söylevleri dinleyin, bundan yirmi yıl önce yazdıkları, söyledikleriyle karşılaştırın. Görürsünüz dillerinin ne denli değiştiğini. Biri olsun “lisan” diyebiliyor mu artık? Demeye özeniyorlar, gene de unutuyorlar kendilerini, “dil” deyiveriyorlar. Artık “dil” diye düşünüyorlar da onun için. Oysaki: “Dil başka, lisan başka!” diye neler, neler uydurmamışlardı. “Birbirinin yerini tutamaz!” diye yukarıdan atıp gürültü etmişlerdi. “Önem” ile daha birtakım yeni Türkçe sözlerle eğlenmişler, alay etmişlerdi. Şimdi hepsini kullanıyorlar onların, alışıyorlar hepsine, alıştılar, yeni olduklarını unuttular. İşte budur yenilmek. İlk çıktığı günlerde istemedikleri sözleri şimdi kendileri yazıyorlar.

    Bunu söylerken inan olsun, onları kınamak istemiyorum. Dilediğim, olanı görüp göstermek, başka değil. Yenilmemek ellerinde miydi? Dil devrimini, dil değişmesini onlar da bizim gibi istemiyorlar mıydı? Şöyle bir düşünsünler, eski dilin, büğün (bugün) Osmanlıca dediğimiz dilin, şu Osmanlı Türkçesinin kalması, sürmesi olabilir miydi? Onun eksiklerini, yetersizliklerini, elverişsizliklerini kendileri de görmüyorlar mıydı? Ondan kendileri de sıkılmıyorlar mıydı? Kullanabiliyorlar mıydı o dili? Eski ozanlarımızın yırlarını (şiirlerini), daha otuz kırk yıl önceki yazarlarımızın betiklerini açınca, “Böyle dil olmaz, çoğunluk, kamu anlayamaz bunu, biz böyle yazmayız artık” demiyorlar mıydı? Bizim gibi onların da istemedikleri, beğenmedikleri, günün isterlerine uygun bulmadıkları bir dil yaşayabilir miydi? Yalnız bize yüklemesinler suçu; o eski dili, büğün özlemini çektikleri Arapçalı Farsçalı Türkçeyi yalnız biz öldürmedik, yalnız biz gömmedik, o dil öldürüldüyse, gömüldüyse bu işi birlikte yaptık. Onun öldürülmesi, gömülmesi bir suçsa bu suça bizim gibi onların da eli bulaştı. Şunu da söyleyeyim: Biz bunu bir suç saymıyoruz. Yaşayamazdı o dil. Yargıyı giymişti. Batıdan aldığı düşünceleri, batıdan öğrendiklerini söylemek isteyen Türk aydınına yetmiyordu, yaşamasını bitirmişti, yerini yeni dile, günün isterlerine daha uygun bir Türkçeye bırakmak gücümünde idi.

    Eski dil öldü, kalktı artık. Dilediklerince gürültü etsinler, diriltemezler onu. Halit Fahri Ozansoy aruz ölçüsüne “Şahane geldiğin gibi şahane git gene” demişti. Osmanlıcaya da söyleyebiliriz bunu: Görkemle geldi, görkemle gitsin. O öldü, yerini tutacak yeni dil kuruldu mu? Bir dilin kurulmasını kolay bir iş mi sanıyorsunuz siz? Yirmi yılda, elli yılda kurulabilir mi o? Bize, “Sizin yazdığınız dil eski dilimiz gibi güzel değil, onun gibi uyumlu değil, ondan çok yoksul” diyorlar. Doğru da bu dedikleri. Yalnız bunu söylerken şunu unutuyorlar, onların savundukları dil, yüzyıllar boyunca işlenmiştir, birçok ozanlar, yazarlar gelip onu donatmıştırlar, bezemişler. Fuzuli’nin dediğini bir düşünsünler: “Şol sebepten Farisî lâfziyle çoktur Nazm kim/ Nazm-i nâzük Türk lafziyle iğen düşvâr olur/ Bende Tevfîk olsa ol düşvârı âsân eylerim/ Nevbahâr olgaç dikenden berk-i gül izhâr olur.” Fuzuli beklediği yardımı görmüş, ondan sonra gelen ozanlar da Türkçeyi güzelleştirmeye çalışmışlar. Güzelliklerini, üstünlüklerini söyleye söyleye bitiremedikleri Osmanlıca ile işte böyle uzun emeklerle kurulmuş. Bizim daha yirmi yaşındaki, otuz yaşındaki dilimiz onunla karşılaştırılır mı? Onun güzelliğini, inceliğini yadsımaya kalkmıyoruz, ancak şunu söylüyoruz; yetmiyor o dil bize, büğünkü düşüncelerimizi bildirmeye elverişli değil. Doğu düşünüşüne, doğu görüşüne, doğu uygarlığına göre kurulmuş, büğün işimize yaramıyor. Bunu yanıtlamıyorlar. Biliyor dediğimizin doğru olduğunu, kendileri de bizim gibi düşünüyorlar da onun için yanıtlamıyorlar, bizi başka bir yönden vurmaya kalkıyorlar. Attıkları taşlar, kurşunlar değmiyor bize, değemez, bizim dediğimizle bir ilişiği yok da onun için. Evet, güzeldir onların savundukları dil, bizim büğün yazdığımız dilden çok daha işlenmiştir, ne yapalım, yetmiyor bize, onlara da yetmediği gibi.

    Bizim öne sürdüğümüz düşünceleri çürütemiyorlar, yanıtlayamıyorlar. Gene de susturmak, ezmek istiyorlar bizi. Bize türlü suçlar, küçüklükler yüklemeye kalkıyorlar. Yok, biz çıkarımızı arıyormuşuz, biz şuna buna yaranmak istiyormuşuz, daha böyle saçma sapan sözler. Bir düşünceyi yıkamıyor muyuz, onu savunanı devirmeye bakın… Savunanı devirdiniz, gene düşünceyi yıkamazsınız ki! Dimdik durur ortada, devrilenin yerine bir başkası gelir, savunur onu. Diyelim ki biz çıkarımızı arıyoruz, şuna buna yaranmaya çalışıyoruz. Bir çıkar uğruna savunulan bir düşüncenin, bir kimseye yaranmak için savunulan bir düşüncenin tellim (daima) yanlış olması mı gerekir? Diyelim ki siz iki kez ikinin dört ettiğini korkunuzdan söylüyorsunuz, ne çıkar bundan? Siz korkunuzdan iki kez iki dört etti dediniz diye iki kez iki dört etmeyecek mi?

    Bir de şunu soralım: Kime yaranmak istemişiz biz? Atatürk’ün sağlığında Atatürk’e yaranmak istedik. Peki, öldü Atatürk, bir beklediğimiz kalmadı ondan. Biz ne diye direndik dil işinde? Doğrusu Atatürk’ten önce Dil Devriminin gerekliliğini hepimiz kavramamıştık. Kendim için söyleyeyim: Ben de önce Dil Devrimine dayatmaya kalkmıştım: “Olmaz bu iş, alıştığımız sözleri bırakamayız, bırakırsak dilimizi yoksullaştırırız” diyordum. Sonra anladım yanlış düşündüğümü. Dil Devrimi üzerine söylenenleri dinledim de öyle anladım. Bir kimseye yaranmak mıdır bu? Ben öz Türkçe yazmaya başladığımda Atatürk öleli yıllar olmuştu, öz Türkçe yazmanın bana bir çıkar sağladığı da yoktu. Neden günden güne saplandım öz Türkçeye? Bana “Öz Türkçe yazma” diyen oldu, “Öz Türkçe yaz” diyen olmadı. Niçin direndim ben? İnandım öz Türkçeye de onun için direndim, eski dilin yetersizliğini, kullanışsızlığını, büğünün isterlerine uymadığını, elverişsizliğini günden güne gördüm, anlarım da onun için direndim. Siz buna inanmıyorsunuz; bir kişi ne yaparsa yapsın, bir çıkar arkasından koşuyordur diyorsunuz. Yoksa gördüğünüz, duyduğunuz bütün kişilerin kendiniz gibi olduklarını mı sanıyorsunuz? Siz yalnız çıkarınızı arıyorsunuz, bir kimseye yaranmak istiyorsunuz da onun için mi bizim de ancak çıkarımızı aradığımızı, bir kimseye yaranmaya çalıştığımızı söylüyorsunuz? Kendiniz için konuşun. Bakın, ben size büğünün kişilerine yaranmak için böyle konuşuyorsunuz demiyorum, işin içine kişiliğinizi karıştırmadan dediklerinizi yanıtlamaya bakıyorum. Söyleyen değil, söylenen söz beni ilgilendiriyor. Sizin ereğiniz ne olursa olsun, karışmam ben ona.

    Kendim için söyledim bunları. Ancak biliyorum ki büğün Dil Devrimini savunanların, dilin değişmesi gerektiğini söyleyenlerin çoğu benim gibi, hepsi benim gibi. Bir çıkar arkasından koşmuyorlar. İnançlarını yaymaya çalışıyorlar. Çıkar arkasından koşsalardı çoktan bırakırlardı bu işi. Vardı aramızda sizin dediğiniz gibi kişiler, Dil Devrimini savunurken bizden çok coşuyorlardı, odlu sözler söylüyorlardı. Şimdi onlar sizin içinizde. Size yaranmaya çalışıyorlar. Biz de onlar gibi olsaydık, ayrılmazdık arkalarından, sizin yana gelirdik.

    Yapıtları:

    Günlerin Getirdiği (1946), Sözden Söze (1952), Karalama Defteri (1952), Ararken (1954), Diyelim (1954), Söz Arasında (1957), Okuruma Mektuplar (1958), Prospero ile Caliban (1961), Söyleşiler (1964), Şöyleşiler (1962 Dil Üzerine), Günce I (1972), Günce II (1972), Dergilerde (1980).

    Elliye yakın çevirisi bulanan Ataç’ın başlıca çevirileri de şöyle: Aisopos: Masallar (1944), Lukianos: Seçme Yazılar I,II,III (1944,1944,1949), Sophokles: Oipidus Kolonos'ta (1941), Plautus: Amphitryon (1943), Balzac: Vandetta (1943), Stendhal: Kırmızı ve Siyah I, II (1941,1942), Laclos: Tehlikeli Alakalar (1944), Simenon: Kiralık Oda (1953) vb.

    Ataç’ın yapıtlarının yeni baskıları Yapı Kredi Yayınları arasında çıkmaktadır.


    Alıntıdır.www.dildernegi.org.tr




  • Bütün dillerdeki bütün kelimeler zamanın bir yerinde birisi tarafından uydurulmuştur.
  • Aslında amacım uzun uzadıya yazmaktı ama şimdi vaktim yok vaktim olunca yazacağım lebet. Mertallica daha lise öğrencisisin ve çoğu şeyi bilmiyorsunki bilmemende gayet doğaldır çünkü hiçbir şey öğretilmiyor.

    Adamlar geliyor yok cümlenin öğeleri yok şiirdeki kafiyeleer yıılardır ilkokuldan beri bize hep bunlar öğretildi. Ben şu anda Mimar Sinan Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Edebiyat Bölümü 4. Sınıf adayıyım (3. sınıf sonunda bitti :) )

    Türkçe'ye bu kadar bağımlı olman, harkulade bir şey. Keşke her genç senin kadar duyarlı olsaydı ama ne yazıkki değiller.

    Ama Türkçe hakkında (ya dalisan hakkında) bilgilerinde birtakım yanlışlıklar sözkonusu.

    Hiçbir şekilde, dile giren ve dile yerleşen yabancı kelimeleri dilden atamazsın. Bunu yapmak, dili fakirleştirir, güçleştirir. Dünyadaki en zengin dil nedir biliyor musun? İngilizce. Peki dünyada en fazla yabancı dil bulunduran dilin hangisi odluğunu biliyor musun? O da ingilizce. Ama bu İngilizceyi köreltmekten ziyade görüldüğü üzere zenginleştirmiş. Orhan Veli Garip adlı eserini 3000 kelime ile sınırlandırırken, Wiliam Shakespeare Hamlet adlı eserini 34 bin kelime ile sınırlandırmıştır. Aradaki farkı anlayabiliyorsundur umarım.

    Dilimiz için ne yapmak gerek bunları söylemek olursak (ki ileride bunlar için büyük uğraşlar vereceğim belki gün gelir kardeş sizinlede tanışırız güzel çalışmalar düzenleriz gençlerle çalışmak çok daha keyif verici olur)

    Dil meselelerimizi sıraya koyayım :

    * Dilde ne neolojism, ne de arkaizm olmalı

    * Dilimize yerleşmiş ve Türkçeleşmiş kelimeler atılmamalı

    * Asıl problem, batıdan dilimize gelen yerleşmemiş ve girmekte olan kelimelere birer karşılık bulunmalı.

    * Çağdaş, bilim, sanat, teknik terimler Türkçeleştirilmeli

    * Dilde bilimsel objektif ölçülere yaklaşılmalı

    * Konuşma ve yazı dili arasındaki uyum korunmalı

    * Tükçenin eksik temel eserleri vardır. Bunlar tamamlanmalı

    * Tükçeyi eğitim dili olarak geliştirmeli

    * Türkçeyi bilim dili olarak geliştirmeli

    * Dış Türklerle ortak alfabe ve yazı diline geçilmeli

    * Bir dil akademisi kurulmalı

    * Toplumda dil şuuru yaratılmalı


    Hepimiz zengin ve güzel olan dilimizin fakir ve çirkin birer kullanıcılarıyız..


    Türkçe'de var olan yabancı kelimeleri atıp onun diğer şekliyle (türkçesiyle) söylemek cehalettir. Dilimize giren yabancı kelimeler, Türkçe'ye, Türk milletinin ağız yapısına uygun bir şekilde Türkçeleştirilmiştir. Eğerki araştırma yaparsan bunu da görebilirsin. Patlıcan türkçe bir kelime değildir arapçadır ve türkçeleştirilmiştir ki halkın diline göre bu olmuştur. haftanın 7 günüde aynı şekilde arapçadır ve türkçeleştirilmesi halkın ağız yapısına göre oluşturulmuştuır. Eğerki sen gider sırf türkçe kullanacağım diye bütün diğer kelimeleri atarsan, dili zorlamış olursun. Benim dil üzerine yaptğıığm 2 yıllık bir araştırmam var ve çok şey biliyorum bildiğime eminim yani bir edebiyat hocasından bile daha fazla şey bildiğimi biliyorum çünkü gece gündüz sırf dilim için, sırf TÜRKÇEM için çalıştım durdum. Ve gerçekten büyük bir ilerleme kaydettim. İleride patlama uyandıran çalışmalarımızda olacak arkadaşlarımızla. Artık dilimiz güngeçtikçe fakirleşiyor. Buna bizler dur diyeceğiz. Sizler dur diyeeksiniz. Gençler dur diyecek. Bu oalcak. Ama bu şekilde değil. Lütfen yanlış bilgilere yönlendirme insanları. Millet i bırakıpta budun dmeke inan bana cahilliktir.

    Bir ingiliz, kendisinden asırlar önce yazılmış bi metni okuyabilir bir seviyededir ancak bir türk daha 100 yıl önce yazılan bir eseri okuyamaz. İki farklı Amerika ülkesinde yaşayan ve dilleri ingilizce olan insanlar anlaşabilirler ancak bizler Türkmenistanı, azerbaycanı anlamakta güçlük çekeriz.

    Bu nedenle, var olan kelimeleri atmamak, yeni giren kelimelere türkçe karşılıklar bulmak, mümkünser salak suluk kelimeler de katmamak, ve kakafoni yaratmayan bir kelime oluşturmak gereklidir.

    aslında bir yazsam sayfalar dolusu çıkacakta vaktim inanın yok..

    inş. anlatabilmişimdir sana derdimi kardeşim.. yapma böyle bir şey. bizler şu an çaba gösteriyoruz, ileride meydana da çıkacağız, bu yaptığına devam edersen bizim işlerimizi de güçlendirmiş olursun. ne olur yapma!..

    türkçeleşmiş yabancı kelimeler bırak türkçe kalsın. television mu diyorsun yoksa televizyon mu? guitar mı diyorsun yoksa gitar mı? bunlar türkçeleşmiştir. bunları dilden söküp atamazsın. bu büsbütün cahilliktir.

    başka şeylere yönel. gençelrin özgür demesi gerekirken free demesi hakkında makale yaz, rahat ol demesi gerekirken relax demesi hakkında bir şeyler yayınla, ya da bu nevi şeyler hakkında bir şeyler yap. ama türkçemize giren ve türkçeleşen kelimelere noolur dokunma!...




  • Bağışla beni. Söylediklerini yapamayacağım ne yazık ki...
    Ancak ortak bir alanımız var. Ben de kesinlikle, rahat veya erinç yerine relax kullanılmasına karşıyım. Ancak bilgisiz olduğum konusuna katılmayacağım. Ben çoğu konuda kendimi okul dışında yetiştirdim. Yalnızca Türkçe değil. Fizik, Kimya ve Biyoloji bilimlerine de aşırı ilgi duyuyorum. Evrenin başlangıcı, diriliğin başlangıcı ile ilgili çok araştırdım, okudum, öğrendim. Türkçe de ilgi alanı dizelgemin en başında bulunuyor. Dilime eldili sözcüklerinin girmemesi için elimden geleni yapıyorum.

    Bu yalnızca Arapça ile sınırlı değil. Bütün eldili sözcüklerine karşıyım. Amacım öz be öz Türkçe konuşmak ki buna kısa sürede alıştım. Sizin çalışmanızı güçleştirdiğim için de bağışla. Ancak yine de görüş birliğine vardığımız nenler var. Doğrusu, sizinle çalışmalarımızı ortak bir sonuca bağlamak isterdim. Ancak bana katılmayacaksınız diye düşünüyorum.

    Dilimizin yoksullaşması konusunda ise şunu söyleyeceğim. Bütün sözcüklere bir karşılık bulduktan sonra nice bir yoksullaşmadan söz edilebilir ki? Dilimizde diğer dillerin sözcükleriyle birlikte etkin olarak kullanabileceğimiz 50000 sözcük varsa, kamusunun da karşılığını türettiğimizde bir yoksullaşmadan söz edemeyiz. Tersine, bu sözcüklerin kamusu Türkçe olduğu için dilimizi özleştirmiş oluruz. Kendimizle de öğünürüz bu durumda. Bütünüyle Türkçe konuşuyorum! Bundan daha güzel bir nen olabilir mi? Kişiye öyle güzel bir mutluluk veriyor ki... Anlatılamaz!



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi M -- 2 Haziran 2007; 23:19:51 >




  • Burada Turkcemizi kullanın uyarısından fazla diger dillere hakaretler edilmiş.. Farsca ve Arabcaya gerici diller ( bunu söyleyende kaotika ) Diger dilin kelimelerine salakca vb. .. Bana göre bir insan istedigi sevdigiği bir sözcügü günlük hayatında kullanabilir.. Ben genelde osmanlıca dan yanayım.. Çok gelişik bir dildi.. Arabcadan farscadan her turlu dillerden geçişler olmş kelime hazinesi büyümüştü.. Ayrıca büyük bir cografyaya yayıldıgı içinde Osmanlıca sadece türkler arasında değil, arablar ermeniler farsiler vb. milletler tarafından sindirilmişti kelimelerine..
  • quote:

    Orjinalden alıntı: Ömer

    Cahil kimsenin yanında kitap gibi sessiz ol.
    Mevlana

    İmzamı unutmuşum.
  • quote:

    Orjinalden alıntı: SeRHaS


    quote:

    Orjinalden alıntı: [cins]

    Bence öz türkçe kelime arayışı için artık geç kalındı. Küresel ısınma gibi geri dönüşü olmayan bir yola girildi. "Türkiye" kelimesi bile ünlü uyumuna uymuyor, "Türküye" olsaydı olurdu...

    Bu arada, hapşırdıktan sonra "çok yaşa" diyenleri eleştirenleri ("iyi yaşa" demek lazımmış) ya da toplum içindeki dişi bireye "bayan" diyenlere kızanları anlamakta güçlük çekiyorum. Hangi ahlaki kusur işleniyor da kullananlar kınanıyor merak ediyorum. Hanımefendi deyince oluyor bildiğim kadarıyla, değil mi? Ama "bayan" deyince evladı ölmüş gibi bağırıyolar?



    Hapşırdıktan sonra çok yaşa dememizin nedeni;vücüdumuzdaki tüm canlılık faaliyetlerinin durup tekrar çalışmasıyla alakalı...


    hayır roma dan kalma ... isteyen olursa hikayesini de yazabilirm buraya




  • Faks....Belge geçer
    Otobüs.... Çok oturgaçlı götürgeç
  • @deep impact e sonuna kadar katılıyorum.çünkü dil etkileşimde olduğu ülkelerden kelimeler aldıkça gelişir büyür olgunlaşır.
    mesela bu olayı biyoloji ile anlatmaya çalışıyım

    dilleri kromozom olarak kabul edin.dil etkileşimi işte bu kromozomlar arasındaki crossingover(parça değişimi)dir.

    Ki biz bu gün duygu dünyamızdaki çoğu kavramı Araplardan ve Farslardan almışızdır.
    Dilimizden aşkı atarsak gönülü atarsak neyi koyacağız onu anlatmak için?

    IRKÇILIĞA LÜZUM YOK
  • quote:

    Orijinalden alıntı: OğuzhanAhan


    dilleri kromozom olarak kabul edin.


    Kromozom için önerilmiş soyaktaran diye bir karşılık var.Öyle aklıma gelmişken söyleyeyim dedim.

    quote:



    Dilimizden ... gönülü atarsak ....



    Gönül zaten Türkçe bir sözcüktür.

    Neyse geçelim bu sığ tartışmaları da aşağıdaki sözcüklere Türkçe karşılık önerisi olan var mı onu sorayım.

    hologram,holografi,show reel,süptil,otogram,logogram,aura,horoskop,medyum
  • Güzel bir konu. Ben dilden kelime atılmasından yana değilim. Ama şimdi gireceklere engel olmaktan yanayım. Sonuçta diller arasında alışveriş olması gayet doğal. Arapça, dinin dili o yüzden çok sayıda Arapça almak doğal, Farsça ve diğer dillerlede sözcük alışverişinde bulunmuşuz. Ben bu konuda bir sıkıntı görmüyorum. Eğer herkes böyle düşünseydi hiçbir halk kendi arasında anlaşamazdı. İngilizce yıllarca Fransızca etkisinde kalmış, ABD ingilizcesi birçok dilden sözcük almış. Dünya dili olmak için bunlara gerek var.

    O yüzden kelime atmaktan ziyade, yeni kelimeler girmesine engel olalım, girmesi muhtemel olanlara karşılık üretelim ve karar verdiğimizi günlük hayatta üstüne basa basa kullanalım.. Burada birbirimizle görüşlerimizi paylaşalım.

    Bu arada Osmanlı Türkçesine bende karşıyım. Halkın kullanabileceği bir dil olduğunu düşünmüyorum onun. O yüzden dil devrimini mantıklı buluyorum. Ama eksik... Maalesef Atatürk öldükten sonra kelime türetmek için pek çalışma yapılmamış. İstense "bilgisayar" örneği gibi birçok şey yapılabilirdi. Neyse...

    ----------------
    Önerilerim:

    Fast-food: Ayaküstü yemek
    Beach: Kumsal
    Non-stop: Durmaksızın
    Sound: Tını (Şarkının saundu çok güzel yerine)
    Slow: Ağır (Örn; Slow birşeyler dinleyeceğim yerine)
    Link: Bağlantı
    Show: Gösteri

    Ben şuna göre karşılık veriyorum. Diyelimki; TV Show'u=> TV gösterisi. anlamda öyle aman aman bir değişiklik yok. Televizyon, radyo gibi şeylere yerleşmiş olduğu için karşılık üretmiyorum. Nasıl "yoğurt", "karakulak"("Türklerle beraber Anadolu'ya gelmiş kedi ailesinden bir hayvan"), "döner" gibi sözcükleri diğer milletler almış, dillerine yerleşincede atmak için bir çaba göstermemiş bunun gibi. bu bize özgü bir durum değil yani gayet doğal.




  • quote:

    Orijinalden alıntı: L-H-T

    Kromozom için önerilmiş soyaktaran diye bir karşılık var.



    Bu kelimeyi şimdi sizden öğrendim. Bilgisayar gibi akılda kalıcı, kolay hazmedilebilir bir sözcük.
  • 
Sayfa: önceki 7891011
Sayfaya Git
Git
sonraki
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.