Şimdi Ara

++ faydalı bilgiler

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
24
Cevap
5
Favori
15.423
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: 12
Sayfaya Git
Git
sonraki
Giriş
Mesaj
  • burada bilgilendirici, üzerinde çalışılmış (gerekli yerler koyu karakterlerle belirtilmiş, fazla uzunsa özetlenmiş, kaynağı belirtilmiş) alıntılar paylaşılacaktır.

    lütfen yorum yazmayınız.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Deep Impact -- 25 Aralık 2008; 13:22:34 >



  • Duygusal Zeka ve Empati


    Bir köylü eşeğiyle katırını iyice yükleyerek şehre doğru yola çıkmış. Yol uzun, hayvanların yükü ise oldukça ağırmış. Katıra göre biraz daha yaşlıca olan eşek düz yolda, zorlanarak da olsa, vaziyeti idare edebilmiş. Ancak, dağa tırmanırken, bakmış ki dayanamayacak, katıra yükünün ağır geldiğini ve birazını alıp ona yardımcı olmasını rica etmiş. Katır bu ricayı duymazlıktan gelmiş ve bir süre daha yola böylece devam etmişler. Sonra birden, zavallı eşek, o ağır yükün altında düşmüş ve ölmüş.

    Yola devam etmek zorunda olan köylü, bunun üzerine; önce, ölen eşeğin üzerindeki yükü almış ve katırın yükünün üstüne eklemiş. Daha sonra, ölen eşeğin derisini yüzmüş ve onu da katırın sırtına atmış.
    Katır yaptığından pişman, yükü eskisinin iki katından fazla, “Ettiğimi buldum. Eğer eşeğe ihtiyacı olduğunda biraz yardım etseydim, şimdi bu halde olmazdım” diyerek, iç çekmiş.
    (Anonim, Çev. Seden Tuyan)

    İletişimin olmazsa olmazı...


    Hayatımıza şöyle bir baktığımızda bizim duygularımızı duyarlı bir şekilde dikkate alan ve bizim olumlu davranabilmemizi sağlayan insanların varlığı bizi mutlu eder, yokluğu ise üzer. Çünkü, başkalarının duygularını ve bakış açılarını kavrayabilen kişiler, etrafındaki insanların gereksinimlerini çok iyi anlar ve karşılarlar. Bu bakımdan, başarılı ve verimli ilişkiler kurabilen bir öğretmen, bir yönetici, eş ve ebeveyn kısacası insan olarak hayatın her kademesinde kurduğumuz diyalogların verimli birer alış verişe dönüşmesini sağlayan, problemlerimizi çözülür kılan ve sihirli bir fark yaratan sır, hep bu anlayış dolu yaklaşım tarzı olmuştur. İşte, bu yaklaşım tarzı “empati” nin özünü oluşturur. Bu tarzdan uzaklaşan ilişkilerde korku, öfke, uyumsuzluk, tutku eksikliği, neşesizlik ve en önemlisi verimsizlik hakim olmaya başlar.

    Empati nedir?


    Empati kişinin bir diyalog sırasında karşısındakinin duygu ve düşüncelerini anlayabilmesini ve böylece duyarlı bir yaklaşım içinde olmasını sağlayan bir Duygusal Zeka becerisidir. Empati becerisini iyi kullanabilen kişiler bu anlamda, iyi bir dinleyici olmalarının yanı sıra, karşıdaki kişinin dile getirmediği duygularını da sezebilir, bakış açılarını kavrayabilirler. Bu bakımdan, empati kişinin farklı olan ya da başka kültürden gelen insanlarla iyi geçinebilmesini sağlar. Empati kurabilmemiz için gerekli olan üç öğe vardır :

    * Empati kuracak kişi kendisini karşısındakinin yerine koymalı, olaylara onun bakış açısıyla bakmalıdır.
    * Empati kurmuş sayılmamız için karşımızdaki kişinin duygu ve düşüncelerini doğru olarak anlamamız gereklidir.
    * Empati kuran kişinin zihninde oluşan empatik anlayışın karşıdaki kişiye doğru olarak iletilmemesi durumunda empati kurma sürecini tamamlamış sayılmayız
    .

    Örneğin, bir arkadaşınızın patronuyla arası bozuk ve canı çok sıkkın, haksızlığa uğradığını düşünüyor ve hararetli bir şekilde derdini sizinle paylaşıyor. Siz, kendinizi onun yerine koyup neler hissettiğini anlayabilirsiniz. Onun duygularını içinizde hissedebilirsiniz. Ama, sıra bu durumu ona ifade etmeye geldiğinde, her şey yolundaymış gibi gülerek “halledersin, boş ver” diyebilirsiniz. İşte böyle davrandığınızda, yüzünüzdeki ifade, söylediğiniz söz ve içinizdeki duygular arasında bir çelişki ortaya çıkar. Dolayısıyla da doğru empati kurmuş, fakat bunu karşıdakine yeterince iletememiş olursunuz. İletme gerçekleşmediği takdirde empati tamamlanmış sayılmaz.

    Duyguların dili


    Duygularımızı hem sözlü olarak hem de sözlü olmayan yollarla dile getiririz. Ancak, çok nadir duygularımızı kelimelere döker, daha çok başka yollarla ipuçları veririz. Başkasının ne hissettiğini sezebilmenin anahtarı ses tonu, jest ve mimikler, yüz ifadesi, değişik duruşları ve beden hareketleri gibi sözsüz ifadeleri okuyabilmektir (Goleman, 1995). Bebekler ve küçük çocuklar konuşabilene kadar kendilerini bu yolla ifade ederler. Anne, ya da bebeğin bakımını üstlenen kişiler onun ihtiyaçlarını vücut dilini okuyarak anlar ve karşılarlar.

    Duygusal Zeka araştırmacısı, psikolog Dr. Goleman’a göre akılcı zihin sözcüklerle ifade bulur, duyguların tarzı ise sözsüzdür. Kişinin sözleri; ses tonu, el-kol hareketleri veya diğer sözsüz yollardan ifade edilenlerle çelişiyorsa, duygusal gerçek, aslen ne söylediğinde değil, nasıl söylediğinde saklıdır. Yapılan araştırmalar, duygusal mesajların yüzde doksanının hatta daha fazlasının sözsüz olduğunu göstermektedir. Bu durumda, insanların bize ilettikleri en önemli mesajları anlayabilmenin ve dünyayı başka bir kişinin bakış açısından görebilmenin yolunun, sözlü mesajların yanı sıra –hatta daha çok- sözsüz mesajları tanımak, anlamak ve yorumlamaktan geçtiğini söyleyebiliriz.

    Diğer taraftan kişiye empatik tepki vermenin de başlıca iki yolu vardır. Yüz ifadesini, bedeni kullanarak onun anlaşıldığını göstermek ve sözlü olarak onu anladığınızı ifade etmek... Ancak en etkili yol bu ikisini birlikte kullanmaktır .

    “Empati” tanımını iyi anlamak gerekir...


    Başarılı iletişimin güçlü aracı “empati” yanlış anlamalara da açık bir kavramdır. Bu konuda üç genel yanlış anlama bulunmaktadır :

    * Empati “iyi bir insan olmak” anlamına gelmez. Sadece iyi insan olmak adına düşünce ve duygularımızı karşımızdakine doğru ve açık bir şekilde anlatamıyorsak, bu durum başka insanların duygularını kendi duygularımız gibi benimseyip herkesi hoşnut etmeye çalışmak anlamına gelir - ki bu durum bir kabusu andırır ve hareket özgürlüğümüzü kısıtlar.

    * Empati çoğu kez “sempati” ile karıştırılmaktadır. Aslında bu iki kavram birbirinden çok farklıdır. Karşımızdaki kişiye sempati duyuyorsak, onun hissettiği duyguların aynılarını hissederiz ve karşımızdaki kişinin ne düşündüğü ve hissettiğiyle ilgili örneğin, “ sınavı kazanmana sevindim”, “kitabını kaybetmene üzüldüm” gibi “ben” ve “benim” vurgusunu hissettiren kendi yorumumuzu ortaya koyarız. Yani sempati duyduğumuz kişiyi anlamamız ve kendimizi onun yerine koymamız şart değildir. Bunlar iyi niyetli yaklaşımlar olmasına rağmen karşı tarafı etkilemekte yetersiz kalır. Oysa ki empati kurduğumuzda karşımızdaki kişiyle aynı duyguları ve görüşleri paylaşmamız gerekmez, sadece onun duygularını anlamaya çalışırız. Diğer bir deyişle empatik cümleler “sen” vurgusunu taşır. Bu durumda sözlü ifadelerimiz “sınavı kazandığına seviniyor olmalısın”, “kitabı kaybettiğine üzülmüşsündür” gibi karşımızdaki kişiyi anladığımızı hissettirecektir.

    * Empatik yaklaşım, karşıdaki kişinin duygu ve düşüncelerini koşulsuz olarak kabul etmek anlamına gelmez. Bu anlamda “empati kurmak” karşındakini anlamak ve anladığın şeye saygı duymak sürecidir.

    “Anlayış sahibine yaşam kaynağıdır.” Hz. Süleyman

    Empati, empatiyi kuran kişi için de önemlidir. Empatik olmanın kişiye kazandırdıkları bazı avantajları şöyle sıralayabiliriz:

    * Diğer insanlarla daha çok yardımlaşır ve bu yüzden de çevreleri tarafından daha çok özlenir ve sevilirler.
    * Ne zaman ve ne kadar konuşmaları gerektiğini, ne zaman geri çekilip, ne zaman hamle yapabileceklerini iyi bilirler ve sonuç her iki tarafında yararına olur.
    * Olayları ve insanları okur, sağlam veriler toplar, önemli detayları fark ederek hareketlerini uyarlar ve böylece maksimum etki yaratabilirler.
    * Farklı insanlar karşısında ne tür strateji ve taktikler kullanabileceklerini bilirler ve bu yüzden özellikle iş ilişkilerinde başarılı olurlar.


    Empati geliştirilebilir...


    Empati ölçülebilen ve geliştirilebilen bir beceridir. İşte size empati becerinizi geliştirebilmeniz için birkaç öneri...

    * İyi bir dinleyici olun ve sadece cevap vermek için değil, anlamak için dinleyin. Anladığınıza emin olmak için sorular sorun.

    * Sadece kulaklarınızla değil bütün duyularınızla dinleyin. Beden dili ve ses tonlarından iletişim halinde olduğunuz insanların duygularını okumayı deneyin. Farkettiğiniz duyguya neyin sebep olabileceğini anlamaya çalışın.

    * Karşınızdaki kişinin derisinin altına girmeyi ve dünyayı onun gözleriyle görmeyi deneyin. Başkalarının duygu ve düşüncelerine saygı duyun.

    * İnsanların sözlü olarak ifade ettikleriyle, beden diliyle ortaya koydukları duygular arasındaki uyuşmazlıkları fark etmeye çalışın.

    * İletişim konusunda yaşadığınız olumsuz deneyimleri tekrar gözden geçirerek benzer durumlarla karşılaşmamak için bu deneyimlerden nasıl faydalanabileceğinizi düşünün.

    * Kitap okurken veya film seyrederken karakterlerin neler hissettiklerini ve neden böyle hissedebileceklerini düşünün. Siz olsaydınız ne yapardınız?


    kaynak




  • not: yazının silinme nedeni yazıdan çıkarılmıştır.

    Fotosentez
    Dr. Muvaffak AYVAZ



    “Belki dünyada bundan daha büyük bir harika yoktur. Güneş ışığı bir yaprağa değer ve fotosentezin sessiz gizliliği içinde yediğimiz besin ve soluduğumuz hava oluşmağa başlar.”

    Güneş ışını 8 dakika süren 149,5 milyon kilometrelik soğuk ve karanlık feza yolculuğunu bitirip, dünyamızdaki yeşil yaprakların yüzüne değdiği an sessiz laboratuarlar çalışmaya başlar. Havanın zehiri ve toprağın suyu hemen birkaç saniye sonra şeker, protein, yağ ve nişasta şeklinde karşınızdadır. Bu akıl almaz ve her yönüyle harikulade hadiseyi bu “uzay çağında” dahi insanoğlunun hiçbir laboratuarı başarmak ve oluşturmak kabiliyetinde değildir ve belki de hiçbir zaman buna muktedir olamayacaktır.

    Fotosentez’i günümüzün modern araştırmacıları “Elektromanyetik enerjisinin, biyosentez hadiselerinde kullanılabilen, kimyevi serbest enerjiye dönüşümünü sağlayan reaksiyonlar zinciri” olarak tarif ederler.

    Şüphesiz bütün canlılar gibi, bitkiler de hayatlarını sürdürebilmek için, bazı faaliyetlerini durmaksızın yapmak zorundadırlar ve bu faaliyetlerini yapmak için de diğer canlılar gibi enerjiye muhtaçtırlar. Dünyamızdaki canlıların doğrudan ve dolaylı şekilde en büyük enerji kaynağı güneştir. Ancak güneşten bize gelen enerji fiziki enerjidir. Ve bu haliyle hayatı faaliyetlerde kullanılamaz. Canlı sistemlerin bunu kullanabilmeleri için kimyevi, organik gıda enerjisi haline dönüştürülmesi lazımdır.

    Fotosentez öylesine bir hadisedir ki bu olay içinde ışık enerjisi kimyevi enerjiye dönüştürülerek hücrenin metabolik sistemine nakledilir ve bu enerji sayesinde karbondioksit ve su gibi iki basit maddeden 6 karbonlu ve yüksek moleküllü “organik” maddeler meydana gelir. Bu ise akıllara durgunluk veren bir hadisedir.

    Dünya üzerindeki insanlığın idamesi doğrudan doğruya bu hadiseye bağlıdır. Zira “organik” gıda temini yönünden canlılar, yeşil bitkilerde olduğu gibi, gıdalarını kendileri yapabilen “Ototrof” ve hazır “organik gıdalarla beslenen ve yeşil olmayan bitkiler ile hayvan ve insanlar gibi “Heterotrof” olarak iki kısımda mütalaa edilirler. Biz insanların da içinde bulunduğu ikinci kısım canlılar, hayati faaliyetlerin sürdürülmesi için lüzumlu kimyevi enerjinin sağlanması bakımından “Ototrof” canlılara bağlıdırlar, Bu da fotosentez hadisesinin, bütün yaratıkların beslenmesi yönünden ne kadar mühim bir hadise olduğunu gösterir.

    Havadaki Oksijen Dengesi:


    Fotosentez denen kimyevi “reaksiyonlar” zincirinde yine hayati yönden çok önemli olan diğer bir husus da “yan ürün” olarak, atmosferi yenilemek üzere “serbest oksijen”in açığa çıkmasıdır. Havaya verilen bu oksijenin, canlılar için önemi çok büyüktür. Şayet fotosentezden oksijen çıkmasının durdurulduğu düşünülecek olursa, havanın oksijeninin, takriben 2000 sene içinde tükeneceği hesaplanmıştır. Bu da jeolojik noktai nazardan çok kısa bir süredir. Zaten atmosferik oksijenin kaynağı fotosentezdir. Nitekim yeryüzünde hayat ilk defa görüldüğü zaman, atmosferde çok az miktarda oksijenin bulunduğu da birçok deliller ile gösterilmiştir.

    Fotosentezde açığa çıkan bu oksijenin menşeini bulmak için oksijen -18 izotopu ihtiva eden su ile yapılan denemeler neticesinde, yüksek bitkiler ve yeşil alglerin fotosentezi esnasında havaya verilen oksijenin> sudaki oksijen olduğu bulundu. Böylelikle bütün hayati faaliyetlerde başrolü oynayan su, parçalanması neticesinde açığa çıkan oksijeniyle de havayı yenilemekte ve havadaki oksijen kesafet dengesinin muhafazasına yardımcı olmaktadır.

    Havanın Temizlenmesi


    Fotosentezde hammadde olarak su dışında karbondioksit kullanılır. Her yıl bu şekilde havanın karbondioksitinden 200 milyon ton karbon, karbonhidrata çevrilir. Eğer havanın karbondioksiti muhtelif kaynaklardan desteklenmese çok kısa zamanda tükenir.

    Kara bitkilerinin fotosentezci olarak büyük bir rol oynamalarına rağmen, onlardan iki kat fazla fotosentezin okyanuslarda oluştuğu tahmin edilmektedir. Yeryüzünü saran muazzam saydam satıhlar göz önünde tutulursa bunun bir sürpriz, bu çokluğun da sebepsiz olmadığı anlaşılır. Okyanuslarda fotosentez esas itibariyle alg’ler tarafından yapılır. Suyun dışında başka birşey yaşamasından çok önce, bu bitki dinamoları dünyanın atmosferini zehirli gazlardan temizleyerek, hayata elverişli hale getirmek için belki yaklaşık olarak 2,5 milyar yıl çalışmışlardı. “Diatom”lar denilen bu küçücük algler, fotosentezin su üzerindeki bu muazzam kısmına medar olurlar. Gözle görülemeyen bu mikroskobik canlıları yiyerek geçinen küçük hayvanlar, “zooplankton’lar’‘da sardalya kadar küçük varlıklardan balina kadar büyük su hayvanlarına kadar besin maddeleridir. Böylece bu görünmeyen yeşil çayırların enerjisi ondan ona geçerek beslenmeyi devam ettirir.

    Kloroplastlar ve klorofilin rolü:


    Cidden harikulade mekanizmaya sahip fotosentez hadisesi, kloroplast diye isimlendirilen şayanı hayret derecede düzenli bir kompleksiteye malik, stoplazmik partiküllerde cereyan eder. Kloroplastlara yeşil rengi kazandıran klorofil pigment maddesidir. Bu, fotosentez için en önemli maddedir. Çünkü güneş ışınları, yeşil bitkilerin bu özel pigmenti sayesinde absorbe edilip, canlı sisteme nakledilir. Klorofi1m en önemli hususiyeti ışığı emmesi ve floresans hassası göstermesidir.

    Klorofil molekülü yeter derece enerjiye sahip bir ışık kuantumunu absorbe ettiğinde, kendisinin elektronlarından biri “eksite’’ edilerek daha yüksek enerjili bir hale döner. Bu aktif pigmentten canlı sisteme taşınan enerji ile su parçalanır ve bu esnada serbest kalan hidrojenler sistemdeki (mesela NADP — Nikotin amid dinukleotid adenin fosfat gibi) özel yakalayıcılarla reaksiyon kademelerinde kullanılmak üzere yakalanırlar. Kabaca bu kademe reaksiyonları şöyle formüle edilebilir;

    Görülüyor ki bu kademede ışık iş görücülüğü zaruridir. Onun için bu reaksiyona “Fotosentezin ışık reaksiyonu kademesi” denir. Bu reaksiyonda ışık enerjisinin absorbe edilmesinden sonra, enerji elektron transferi halinde kademe kademe canlı sisteme aktarılıp neticede sistemde kimyasal enerjiye dönüşümü esastır. Nihayet bu kademede canlı sisteme ulaşan ışık enerjisi, ilk olarak suyu parçalamada iş gördüğünden, fotosentezin bu reaksiyon kademesi “suyun parçalanması reaksiyonu” olarak da anılır.

    Güneşten pigmentlerle canlı sisteme transferi yapılan enerjinin esas itibarıyla fotosentezde karbondioksit asimilasyonu için kullanılması gayedir. Özel laboratuar şartlarında klorofil moleküllerince absorplanan ışık enerjisinin % 75 mm kimyevi enerjiye dönüştüğü hesaplanmıştır ki, bunun için kloroplastlar 7o 75 randıman- la çalışan iyi bir fabrika sayılmaktadır. Buna mukabil bugün teknikte güneş enerjisinden elektrik enerjisi elde etmek için termoiyonik dönüşümlerde ancak % 3-15, fotovoltaik dönüşümlerde ise % 10-12 verim elde edilebilmiştir. Bu da insanların canlı fabrikalardaki yerime asla ulaşamayacaklarını göstermektedir.
    kaynak

     ++ faydalı bilgiler


     ++ faydalı bilgiler


     ++ faydalı bilgiler



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Deep Impact -- 10 Aralık 2008; 15:39:57 >




  • HEDEF BELİRLEME


    Hedefsiz insan rotasız gemiye benzer. Rotasız bir gemi ise muhalif rüzgarların etkisiyle zıt yönlerde gelir gider ve hiçbir zaman istediği sahile varamaz. Onun için başarmak ve yükselmek isteyen her insan evvela bir hedef tayin etmek mecburiyetindedir.

    Hedefini açık ve net belirleyen bir insan her şeyden önce inanmak ve güvenmek zorundadır. Bu inanç ve güven duygusu o kişiye güçlü bir motivasyon sağlar. Bu ateşleyici etkisiyle büyük hedefler insan hayatında motor güç vazifesi görürler. Güçlü bir inanç ve güven duygusu da beraberinde azim ve kararlılık getirir. İçtenlikle inanan ve güvenen bir insan meşakkat ve felaketler karşısında tahammül etmesini bilir, sebat etmesini becerir.
    Hedefini tayin etmiş bir insan zamanın kıymetini bilir. Bu kadirşinaslık onda zaman yönetimi bilincini geliştirir. Zamanını profesyonelce kullanan bir insanın başarılı olamaması uzak bir ihtimaldir. Boş vakitlerini en verimli biçimde değerlendirmede ihtimam gösteren bir kişinin hedefine varamaması nasıl düşünülebilir!

    Hedefini belirgin biçimde ortaya koymuş bir insan kendini planlı ve programlı davranmaya mecbur bilir. Çünkü büyük bir hedef aşamalı bir şekilde gerçekleşen küçük hedefler zincirinden oluşur. Bu zincirin halkalarının tamamlanabilmesi için planlı ve programlı bir hayat şarttır. Aynen tesisten önce projenin ve mühendislik hesaplarının ikmal edilmesi gibi yüksek idealler mükemmel plan-programı gerektirir.

    - Başarıya ulaşmak için, hedef belirlemeniz gerekecektir.
    - Başarı, önceden belirlenen bir hedefin aşamalar halinde gerçekleşmesidir.
    - İnsanların işlerini nasıl ele aldıkları, hedeflerini nasıl gördüklerine büyük ölçüde bağlıdır.
    - Hedef saptama, günlük ölçekte önceliklerimizi belirlememize yardımcı olur.
    - Potansiyelinize ulaşmak için, gözünüzü dayanıklılığa ve yüksek getirisi olan alanlara dikmiş olarak durmanız gerekir.


    - Hedeflerinize ulaşmakla elde ettiğiniz, onlara ulaşma yolunda sizin yaşadığınız değişimin yanında önemsiz kalır.
    - Başarılı insanlar, içinde bulundukları zamanı yaşar ve o zamanda çalışırlar.
    - Hedefler, gelecek için beslediğimiz fikirleri düzenler.
    - Hedefler, ilerlememizi değerlendirebilmek için bir gereçtir. Planlamasını önceden yapmayan bir insan, hiçbir zaman öne geçemez.
    - Başarıya giden bir yol haritası çıkarmak istediğinizde hedefler belirleyin.
    - Başarıyı harekete değil, sonuçlara bakarak değerlendirin.

    - Hedefler belirleyerek ilerlemenizi periyodik olarak ölçtüğünüzde, dikkatiniz doğal olarak hareketten sonuca doğru kayacaktır.
    - Hedef belirleme, yaşamın bir parçası haline gelmelidir.
    - Pusulanın beşinci yönünü - şu anda nerede olduğunuzu- kestiremiyorsanız, harita ve pusula hiçbir işe yaramaz.
    - Dikkatinizi korumada kendinize yardım etmenin en iyi yolu, açık bir ifade kullanarak, yaşam amacınızı belirten bir cümle veya cümleler - yazmaktır.


    Sonuçta herkes, varlık nedenini keşfetmek ve bunu yaşamak arzusunda değil midir.

    - Belirlediğiniz her hedef ve bu hedefe varmak için tüm yaptıklarınız, amaç cümlenize yönelik olmalıdır.

    - Uzun vadeli hedefler olmadığında, kısa vadeli asap bozukluklarına veya hayal kırıklıklarına uğramanız daha muhtemeldir.

    - Amacınızı belirleyebilir ve yaşamınızın her devresi için büyük özenle hedefler saptayabilirsiniz; ancak daha sonra harekete geçmezseniz, hiçbir şey başaramazsınız.

    - "Mutluluğa erişebilmek için, önemli bir hedeften yoksun olmamamız gerektiğinin bilincinde olmalıyız."
    - "Nereye gittiğini bilen adama herkes yol açar."
    - "Nereye gittiğinizden emin değilseniz, başka bir yere varmanız muhtemeldir."
    - "Hedefler bizim güdülenmemiz için mutlaka gerekli değildir. Onlar bizi hayatta tutmak için vazgeçilmezlerdir."
    - "Organizasyonun, hedefleri üzerinde odaklaşabilmesini sağlamak, bir liderin yapması gereken en önemli şeydir."
    - "Bana hedefi olan bir ambar görevlisi gösterin, ben de onu size tarih yazan bir adam olarak vereyim. Hedefi olmayan bir adam gösterin, ben de onu size bir ambar görevlisi olarak iade edeyim."

    HEDEF BELİRLEME VE PLAN YAPMA


    Hedef belirlemek ve hedeflerinizi gerçekleştirmek için plan yapmak, sizi istediğiniz başarıya götürecek çalışmaların ilk ve en önemli noktalarından biridir.

    I. İlk olarak, uzun, orta ve kısa dönemli hedeflerinizi belirlemek için aşağıdaki tabloya, yaşam hedeflerinizi önem sırasına göre yazın.

    II. İkinci olarak "Çok önemliler" bloğundan, uzun, orta ve kısa dönemli hedefler kısmına yazdıklarınızdan, ilk ikişer hedefi başka bir yere aktarıp "Amaç plan cetveli"nizi oluşturabilirsiniz.


    Bu cetvelde, uzun (10 yıllık), orta (1 yıllık) ve kısa (bir aylık) dönemli, çok önemli 6 hedefiniz yer alacaktır.

    Amaç Plan Cetveli
    1. ____________
    2. ____________
    3. ____________
    4. ____________
    5. ____________
    6. ____________

    III. Bu cetveli, çalışma masanızın karşısına, görebileceğiniz bir yere asın. 1. Sıradaki hedefinizi de daha büyük bir kartona yazıp, sürekli görebileceğiniz bir yere asın.

    IV. Şimdi sıra, kendinize, bu hedeflerinizi içine alacak, yıllık, aylık ve günlük planlar yapmaktadır. Hedeflerinize ulaşmak için zamanınızı nasıl değerlendireceğinizi belirleyin.


    Günlük haftalık ve aylık plan yapmak, zamanınızı en iyi şekilde değerlendirmek ve hedeflerinize ulaşabilmek için çok önemlidir. Plan yapmak için aşağıdakileri mutlaka edinin.

    1. Akademik takvim: Okulunuzun eğitim-öğretim takviminden edinerek, sınav ve tatil zamanlarını dönem başında işaretleyin. Bu takvimi her zaman görebileceğiniz bir yere asın.

    2. Aylık plan: Üzerine notlar alabileceğiniz takvimlere benzer bir biçimde aylık plan hazırlayın. Buraya bir ay boyunca yapmayı hedeflediğiniz şeyleri, günleri de belirterek yazın. Bu planda, tatil günleri, sınav zamanları ve önceden bildiğiniz tüm program detaylarınızı kaydedin.

    3. Haftalık program taslağı: Kendinize yedi günlük bir plan yapın. Buraya ders saatlerinizi, çalışmak için ayırdığınız zamanları, randevularınızı ve diğer sosyal aktivitelerinizi kaydedin.

    4. Gerçek haftalık program: Bir hafta içinde yaptıklarınızı detaylı olarak bu plana yazın. Haftanın sonunda, bütün hafta yaptıklarınızı inceleyin ve neye ne kadar zaman ayırdığınızı net olarak görün. Hedeflerinize ulaşmak için yeterli zamanı ayırmış mısınız-

    5. Günlük plan: Günlük plan kullanmayı alışkanlık haline getirin. Bir gece öncesinden o gün yapacaklarınızı tüm detayları ve saatleri ile birlikte yazın. Gün içinde tamamladıklarınıza bir işaret koyun. Her gün için bunu yineleyin.

    - Yazılı planlar yapmak, yapmanız gerekenleri daha rahat görmenizi sağlar.
    - Zihninizin, yapmanız gereken şeyleri düşünerek meşgul olmasını engeller.
    - Yapmanız gerekenleri yazdığınızda, bunu yapma olasılığınız yükselir.

    - Zamanınızı nelerle değerlendirdiğinizi daha iyi görürsünüz.
    - Sürekli plan yaptığınızda, sizi sıkıntıya sokacak sürprizlerle daha az karşılaşırsınız.
    - Kendinizi daha iyi disiplinize edersiniz.


    Haftalık ve günlük planlarınızda, hedeflerinize yönelik, küçük de olsa bir şeyler mutlaka yapın.

    V. Kendinizi değerlendirin. Bir ay süre ile planlarınızda, hedeflerinize yönelik neler yaptığınızı takip edin. Kendinizi değerlendirmeyi, şu sorulara cevap vererek yapabilirsiniz

    - Hedeflediğim şeye ne kadar yaklaştım-
    - Yapmak istediklerimin ne kadarını yaptım-
    - Yapmak istediklerimin ne kadarını yapabilirdim-
    - Yapmak istediklerim ve yaptıklarım arasındaki farkın nedenleri nelerdir-

    VI. Bu değerlendirmeler ışığında yeni aylık planınızı yapın.


    kaynak




  • TEHLİKELİ İŞLERDEN SEÇMELER
    yaşadığınız beldede (köy-kasaba-mahalle-semt-şehir her ne ise) yalnız olmadığınızı, diğer insanların da yaşadıklarını ve en az sizin kadar hak sahibi olduklarını unutmayın. düşüncesinden dolayı, şeklinden şemailinden, boyundan tipinden eğitiminden dolayı kendinizden aşağı gördüğünüz nice insan vardır ki ola ki insanlıkta sizden üstündür. her ne söylerseniz ve her ne davranışa girecekseniz kendinizi karşınızdakinin yerine koyun ve kendinize yapılmasını istemediğinizi ne karşınızdakine yapın, ne de duymak istemediklerinizi karşınızdakine söyleyin.
    dobra olacağım derken dan-dun balta gibi konuşan kendini bilmezlerden olmayın.
    kibirli olmayın, illaki bir yerde rezil olursunuz. ama mütevazi olursanız illaki her yerde vezir olursunuz. insanlar salak değil, hemen anlarlar sizin ne mal olduğunuzu, bu yüzden tribe girmeyin ve doğal olun. ne iseniz o olun, farklı görünmeye çalışmayın, yemezler.

    kaynak; ben




  • Hava Tahmini Nasıl Hazırlanır?


    Belirli bir ülke, bölge veya merkezde, bir zaman dilimi içinde görülebilecek meteorolojik olayların gözlem ve analizlere dayanılarak subjektif veya objektif yöntemler kullanılarak önceden öngörülme çalışmaları hava tahmini olarak adlandırılır.

    Hava Tahmini Üç Aşamalıdır:

    Gözlemler


    Yer Gözlemleri

    Meteorolojide SİNOPTİK ve KLİMATOLOJİK olmak üzere iki çeşit yer gözlemi yapılmaktadır. Hava tahmininde kullanılan gözlemler sinoptik gözlemlerdir. Sinoptik gözlemler bütün dünyada meteoroloji istasyonlarında GMT saatine göre aynı anda yapılır. Bu saate göre, İngiltere'deki Grinwich'ten geçen boylam derecesi başlangıç kabul edilir ve bu başlangıç boylamında 12.00 GMT'de yapılan bir sinoptik rasat mahalli olarak Türkiye'de öğleden sonra 15.00'de, Hindistan'da akşam 18.00'de, Avustralya'da gece 22.00'de ve Orta Amerika'da ise sabah 05.00'de yapılır. Bu gözlemlerin hepsi de 12.00 GMT gözlemi olarak isimlendirilir.

    Sinoptik gözlemler GMT saati ile ve üçer saatlik aralıklarla günde 8 defa yapılır. 00.00, 06.00, 12,00, 18.00 GMT'de yapılan gözlemler Ana Sinoptik; 03.00, 09.00, 15.00, 21.00 GMT'de yapılan gözlemler de Ara Sinoptik Gözlem olarak isimlendirilir.

    Sinoptik istasyon bir havaalanında bulunuyorsa, burada ayrıca havacılıkla ilgili olarak METAR veya AERO gözlemleri de yapılır.

    Yer gözlemlerinde;

    * Rüzgar yönü, hızı ve hamlesi
    * Hava sıcaklığı
    * İşba sıcaklığı, ıslak termometre sıcaklığı, nisbi nem ve subuharı basıncı,
    * Toprak üstü minimum sıcaklığı
    * Hava basıncı; aktüel basınç, deniz seviyesine indirgenmiş basınç ve tandans durumu ile miktarı.
    * Hava hadiseleri; halihazır ve geçmiş hava
    * Yatay görüş uzaklığı
    * Bulutluluk; kapalılık miktarları, cinsleri ve taban yükseklikleri
    * Yerin hali, toplam ve taze kar kalınlığı
    * Günlük buharlaşma, güneşlenme ve radyasyon miktarları
    * Yağış miktarı ve günlük toplam yağış miktarı
    * Denizin hali ve denize doğrü görüş uzaklığı
    * Deniz suyu sıcaklığı

    Ölçülen bu değerler kodlanarak milli meteoroloji merkezlerine buradan da uluslararası toplama merkezlerine gönderilir. Uluslararası merkezde toplanan bilgiler tekrar bütün ülkelere dağıtılır.

    Gemi Gözlemleri

    Yer gözlem istasyonlarında ölçülen meteorolojik olaylar ve elemanlar gemilerde yapılan gözlemlerde de ölçülür. Tek fark gemilerin hareketli olmalarıdır. Ölçülen değerler geminin bulunduğu yerin enlem ve boylamı ile birlikte bildirilir.

    Yüksek Hava Gözlemleri

    Atmosferin üst tabakaları için gözlem yapan istasyonlarda radyo vericili gözlem aleti, hidrojen veya benzeri hafiflikte gazla doldurulmuş bir balona bağlanarak atmosfere bırakılır. Bu balonlarla 30-40 km yüksekliğe kadar çıkabilen ölçüm cihazı; Belirli basınç seviyelerinin yüksekliğini, Bu seviyelerdeki sıcaklık ve nemi, Rüzgar yön ve şiddetini; Ölçerek radyo sinyalleri ile yer istasyonuna gönderir. Bu işlem 00:00 ve 12:00 UTC’de olmak üzere günde iki kez tekrarlanır. Türkiye'de 7 ve dünyada 1000 meteoroloji istasyonu tarafından yapılmaktadır.

    Radar Bilgileri


    Meteorolojide radar 2 türlü kullanılır:

    1. Uyarı: Kuvvetli yer rüzgarları, fırtınalar, microburst-macroburst, rüzgar shearleri, türbülans, hortum, şiddetli yağış, gibi hadiselerin yerlerinin ve şiddetlerinin tesbiti
    2. Kısa vadeli tahmin: Rüzgar alanlarının ve bunların vektörel bileşenleri, yağış tahmini, cephe konumu, hamle, fırtına tahminleri.

    Uydu Görüntüleri


    Uydular sensörleri vasıtasıyla kaydettikleri verileri belirli aralıklarla yer istasyonlarına göndererek, hava olaylarının küresel olarak incelenmesini kolaylaştırırlar.

    İlk meteoroloji uydusu 1960 yılında yörüngeye fırlatılmıştır. İki türlü meteoroloji uydusu vardır:

    Sabit yörüngeli uydular:

    Ekvator üzerinde 36.000 km yükseklikte bir yörüngede bulunup, dünyanın dönüş hızıyla aynı hıza sahip bulunduğundan dünya ilegöreceli olarak aynı konumda kalmaktadır. Sabit yörüngeli uydular bulunduğu yerde dünyanın görüntüsünü yaklaşık olarak 4-5 km çözünürlükte, kuzey ve güney yarım kürelerinde 65 enlem dereceleri arasında alırlar.

    Kutupsal yörüngeli uydular:

    Yaklaşık olarak 850 km yüksekliktedir. Güneşe göreceli olarak sabit bir pozisyonda bulunmaktadırlar ve sürekli olarak ekvator üzerinden yerel saatle aynı zamanda geçmektedirler. Kutupsal yörüngeli uydular dünya üzerindeki dönüşlerini 1 saat 42 dakikada tamamlamakta ve dünya üzerindeki herhangi bir noktadan 12 saatte bir geçmektedir. Sabit ve kutupsal yörüngeli uydular ile dünya üzerindeki herhangi bir noktanın 6 saatlik aralıklarla günde 4 defa görüntüsü alınabilmektedir.

    Otomatik Gözlem İstasyonları

    Normal meteoroloji istasyonlarında yapılan ölçümlerin tamamı, otomatik olarak ölçülüp kodlanarak, hata oranı en aza indirilmiş halde ilgili yerlere iletilir.

    Tahmin


    Yapılan bütün analizler son defa bütün uzman ve tecrübeli personelin katıldığı brifingde tekrar değerlendirilir. Hava kütlelerinin; tahmini yapılacak sahayı etkilemesi beklenen süre ve şiddeti hakkında son kararlar verilerek hava tahmin raporları oluşturulur.

    Meteoroloji Genel Müdürlüğü'nde Hazırlanan Raporlar:

    Türkiye'de Hava: Sabah, öğle ve akşam olmak üzere günde üç defa tüm Türkiye için hazırlanır.

    Sabah Hava Tahmin Raporu:Sabahtan akşama kadar tüm yurtta hava durumu, bazı illerde ölçülen en düşük hava sıcaklıkları ile o gün beklenen hava durumu ve en yüksek hava sıcaklıkları, Van Gölü'nde hava, denizlerimizde hava bilgileri bulunur. Periyodu 12 saattir. Her sabah 07:00'da hazırlanır.

    Öğle Hava Tahmin Raporu:Tüm yurtta hava durumu ile bazı illerde o gün beklenen hava durumu ve en yüksek hava sıcaklıkları, son 24 saatte ölçülen yağış miktarları, Yaz mevsiminde deniz suyu sıcaklıkları, kış mevsiminde kar kalınlıkları, denizlerimizde hava bilgileri bulunur. Periyode 24 saattir. Her öğle 12:00'de hazırlanır.

    Akşam Hava Tahmin Raporu:Tüm yurtta hava durumu ile bazı illerde o gece beklenen hava durumu ve en düşük hava sıcaklıkları, bazı illerde o gün ölçülen en yüksek hava sıcaklıkları, Van Gölü'nde hava bilgileri bulunur. Periyodu 24 saattir. Her akşam 18:00'de hazırlanır.

    TV Bölgeler Hava Raporu: Coğrafi bölgelerimizin hava durumları ile bütün illerin gece en düşük ve bir sonraki gün en yüksek hava sıcaklık tahminleri yanında yurtdışından 53 merkezin hava durumu ve en yüksek hava sıcaklığı tahminleri bulunur. Periyodu 24 saattir. Her gün 18:00'de hazırlanır.

    Basın Raporu:Coğrafi bölgelerimizin hava durumları ile bütün illerin gece en düşük ve bir sonraki gün en yüksek hava sıcaklık tahminleri yanında yurtdışından 53 merkezin hava durumu ve en yüksek hava sıcaklığı tahminleri, denizlerimizde rüzgar, varsa ölçülen kar kalınlıkları bulunur. Periyodu 24 saattir. Her gün saat 10:00'da hazırlanır.

    Haftalık Hava Tahmin Raporu:Tüm yurtta bir hafta boyunca beklenen hava durumu gün gün harita üzerinde ve yazılı olarak anlatılır. Her gün Türkçe ve İngilizce olarak hazırlanır.

    3 Günlük Rüzgar Tahmini:Tüm yurtta önümüzdeki 3 gün boyunca beklenen rüzgar yön ve hız tahminleri gün gün harita üzerinde anlatılır. Her gün Türkçe ve İngilizce olarak hazırlanır.

    Deniz Tahmin Raporu:Tüm denizlerimize ait hava durumu, rüzgar yön ve hızı, dalga yüksekliği bilgileri bulunur. Her gün 06:00 ve 18:00'de olmak üzer iki defa Türkçe ve İngilizce olarak hazırlanır.

    Denizlerimizde 3 Günlük Hava:Tüm denizlerimize ait hava durumu, rüzgar yön ve hızı, dalga yüksekliği bilgileri gün gün harita üzerinde anlatılır. Her gün hazırlanır.

    Meteorolojik İhbar:Önemli meteorolojik olaylar öncesinde tüm yurt için ya da bölgesel olarak hazırlanır. Tüm yurda ve tedbir almaları için ilgililere iletilir.

    Bu raporların haricinde analiz merkezinde her gün 50'ye yakın değişik amaçlar için değişik formatlarda raporlar hazırlanır ve ilgili yerlere bildirilir.

    kaynak




  • Bitkiler yeryüzünde yaşamanın anahtarıdırlar. Bitkiler olmasaydı, pek çok canlı organizma yaşamını sürdüremezdi; çünkü üstün yapılı yaratıklar, yaşam biçimleriyle, besinlerini doğrudan yada dolaylı sağladıkları bitkilere bağımlıdırlar. Günümüzde karlarla kaplı dağların yamaçlarından tutun da, çorak çöllere kadar, her yerde, ikiyüzelli milyona yakın çiçekli bitki türü yetişmektedir. alıntı

    Bitki Nedir?


    Şüphesiz hepimiz bitkinin ne olduğunu biyolojiden biliyoruz. Ancak gene de kısaca hatırlatmakta fayda umuyoruz. Bitkilerin hayvanlardan farkı sinir sistemleri ile hareket organlarından yoksun olmalarıdır. Bitkiler ekvatordan kutuplara, deniz diplerinden yüksek dağların tepelerine kadar, hem yatay hem düşey yönde yayılırlar. Normal topraklarda olduğu gibi, mağaralarda, kayalıklarda hatta çöllerde, hemen her ortamda yaşarlar. Dünyada ilk bitkiler primitif bitkilerdir (Algler). Günümüzden yaklaşık 2 milyar yıl önce dünyada görülmeye başlamıştır.

    Bitkilerin yaşamaları için 3 ana öğeye ihtiyaçları bulunmaktadır: Su, hava ve ışık. Ancak mantarlarla küflerin (küfler de bir tür mantardır) karanlıkta yaşayabildiklerini de unutmayalım, öte yandan mağaralarda, nemli yerlerde yaşayabilen mantarlarla küflere karşılık tetanos bakterisi gibi anaerob bitkiler de vardır. (Aerob bitkiler aydınlıkta anaeroblar ise karanlık yerlerde yaşarlar ) Bunlardan çıkan sonuç bütün bitkilerin suya gereksinim duyduklarıdır. Susuz bölgelerde bitki yetişmez. Bitkiler suyu kökleri ile , pirimitif (ilkel) bitkilerde kök olmadığından rizoit denilen organları ile, bakteri ve protofit yosunlar ise hücre zarları ile alırlar.

    Bitkiler güneş ışığı dışında yapay ışıkta da gelişebilirler. Ancak güneş ışınlarının en kusursuz, en optimal ışık ve enerji kaynağı olduğu da hatırdan çıkarılmamalıdır. Bitki büyüyebilmek için (türüne göre) az veya çok ışığa ihtiyaç duymaktadır.

    Bitkilerin büyümesi, dik durabilmesi ancak su ile mümkündür. Bütün bitkilerin yapısında bol miktarda su vardır. Örneğin kıvırcık salatada %95, patateste %78, taze fasulyede %89, kavun-karpuzda %95 su bulunmaktadır. Topraktan emilen suyun içinde çözüşmüş olarak madensel tuzlar da vardır. Buna "ham besi suyu" denir. Bitki besin yapmak için gündüzleri yaprakları (stomatlar) ile havadaki karbondioksiti alır. Yapraklarda yeşil rengi veren klorofil ile bu karbondioksiti ve köklerden gelen su moleküllerini parçalar ve güneş ışığında bunların sentezini (fotosentez) yaparak önce formaldehit, sonra glikoz, bir molekül su kaybederek de nişastayı oluşturur. Ayrıca havanın azotundan yararlanarak da aminoasitleri, proteinleri bünyesinde toplar.

    Özsu köklerden gövdeye ve yapraklara doğru çıkar. Bunlar ham özsudur. Ham özsu köklerden yapraklara "odun boruları demetleri"ni meydana getiren tüplerden çıkar. Bu tüpler gövdenin orta kısmında bulunur. Yapraklarda besi suyu haline gelen özsunun aşağı doğru inişi yani bitkinin organlara doğru dağılışı ise "soymuk boruları" adı verilen kalbur gibi delikli ve çok ince tüpler aracılığı ile gerçekleşir.

    Bu tüpler gövdenin parankima dokusunda yer alır. Bunun böyle olduğunu basit olarak şöylece saptayabiliriz: Keskin bir bıçakla bir ağacın gövdesindeki kabuları soyalım. Kabuğun hemen altındaki bölge besi suyunun indiği bölgedir. Çepeçevre soyduğumuz bu kısmın üstünde kalan dallar, yapraklar, vs. bu yaptığımız işlemden zarar görmeyecektir. Üst kısımda yaşamın devam ettiğini görebiliriz. Su defa aynı yerden biraz daha merkeze doğru derinleşerek ve gene çepeçevre bir kısım kaldıralım. Bir süre sonra üst kısmın öldüğünü göreceğiz. Çünkü özsu artık yukarıya çıkamamaktadır. Ham su ağaçlara, cinsine göre saatte 15 cm. den 1,5 m.ye kadar değişen hızlarla yükselir.

    Suyu yukarıya iten basınç, reçineli ağaçlarda 0.5 atmosfer, diğer bitkilerde 2.5 atmosfer kadardır. (Bu husus dikilen ağaçlar konusunda çok önemlidir ve çam, köknar gibi ağaçların neden duyarlı olduklarının sebeplerinden biridir.) Bu olaylar kormofit (yüksek bitkiler) bitkiler için geçerli olup örneğin tallofitlerde değişiktir.

    Bitkilerin solunumuna; türü, yaşı, ısı, ışık, etki eden birer faktördür. Isı solunumun şiddetini 45C ye kadar gittikçe arttırır. Bu derecenin üstünde solunum şiddetini birden kaybeder. Sıfır derecede ise solunum çok zayıftır. Işık solunum şiddetini azaltır. Karanlıkta bitkiler daha çok solunum yaparlar. Yaprakları etli olanlarda solunum şiddeti azdır.

    Bitkilerde OXIN demlen kimyasal bir madde vardır. Işıktan çabuk etkilenen Oxin, bitkilerin büyümesini sağlar. Işığa karşı gelen sap kısmındaki Oxin iş göremez bir duruma geldiğinden bu kısımdaki dokular gelişemezler. Gölgede kalanlar ise gelişmeye devam ederler. Bunun için saplar daima aşağıya doğru yönelir. Gölgede ve ormanların ışık almayan yerlerinde kalan bitki saplarının fazla uzamasının sebebi budur.


    kaynak

    toprak => bitki => hayvan => insan

     ++ faydalı bilgiler

     ++ faydalı bilgiler

     ++ faydalı bilgiler




  • 1-Yemeklerde, önce bir kase sebze çorbası için. Sebze çorbası sindirim sisteminizi çabuklaştırarak kilo vermenizi kolaylaştırır.
    2-Böbrek taşının oluşmasını günde 8 bardak su içerek önleyebilirsiniz.
    3-Günde 2-4 domates yemek, erkeklerin prostat kanserine yakalanma riskini yüzde 34 azaltır.
    4-Asansör yerine merdiveni kullanmak kilo vermeyi kolaylaştırır. Örneğin 8 katlı bir binanın merdivenlerini günde birken kullananlar haftada ortalama 320 kalori yakar. Bu kalori kaybı da yılda 2.5 kiloya tekabül eder.
    5-İçecekleri kamışla içmek diş sağlığını korur. Kamış özellikle şekerli içeceklerin dişe az temas etmesini sağlar.
    6-Mide yanmasına karşı sakız çiğneyin. Çiğneme hareketi mide asitini düzenleyip, rahat etmenizi sağlar.
    7-Bir saatlik öğlen uykusu 3 saatlik gece uykusuna bedeldir.
    8-Günde 100 kez kahkaha atmak 10 dakika kürek çekme kadar yararlı
    9-Kalp hastaları folik asit (C vitamini) içeren; portakal suyu ve sebzeleri yemeye özen göstermeli.
    10-Pazartesi sendromu yaşamak istemiyorsanız, Pazar sabahları çok geç kalkmayın. Geç uyanmak uyku düzenini bozar ve Pazartesi sabahı uyanmayı zorlaştırır.
    11-Bir kutu diyet yoğurt B12 deposudur. B12 vitamini işitme duyusunu kuvvetlendirir.
    12-İş yerinde egzersiz yapın. Örneğin telefonları açarken veya telefon ederken ayağa kalkarak vücudunuzdaki kan dolaşımını hızlandırabilirsiniz.
    13-Eğer her gün spor yapma şansına sahipseniz, bir gün kendinize tatil verebilirsiniz. Unutmayın ki vücudunuzdaki kasların gelişmesi için 48 saat gereklidir.
    14-Güzelliğinizi korumak için sırt üstü yatın. Eğer yüzünüzdeki kırışıklıklardan mutsuzsanız günlük uyku süreniz olan 8 saati sırt üstü geçirin.
    15-Tartışırken bağırmayın. Bağırmak kan basıncını artırır, bu da istenmeyen sonuçlara yol açabilir.
    16-Acıktığınızda fıstık, cips gibi şeyler atıştırmayın, bir meyve yiyin. Araştırmalar bir meyvenin, insanı bir gofretten 3 kez daha fazla tok tutacağını göstermiştir.
    17-Kırmızı et yerine, hindi etini tercih edin. Kırmızı ette bulunan yağ kalbinize zararlıdır. Buna karşılık hindi etindeki yağ oranı sadece yüzde 10'dur.
    18-Uzun bir araba yolculuğunun sonunda hemen bavulları taşımaya girişmeyin. Sakatlanmamak için vardıktan sora bir süre dinlenin veya kas hareketleri yapın.
    19-Yağda çözülen A, D ve E vitaminlerini yağlı içeceklerle (örneğin sut); suda çözülen C ve B vitaminlerini suyla alin.
    20-Baharat metabolizmayı hızlandırır. Baharatlı bir yiyecekten sonra terliyorsanız bu kalorileri yaktığınızın göstergesidir.
    21-Jimnastik yaparken hareketi geriye doğru sayın. Bu size, "kaç tane yaptım" dan çok "kaç tane kaldı" düşüncesine sahip olmanızı sağlar.
    22-Eğer ekran karşısında çok uzun süre kalmaktan gözleriniz acırsa, ellerinizi ısıtıp gözlerinizin üzerine koyun. Yorulan gözler rahatlayacaktır.
    23-Günde bir muz ve havuç felç riskini yüzde 40 azaltır. Bunlarda bulunan potasyum ve beta caroten atardamarın duvarlarını güçlendirir.
    24-Gece yatarken tuvalet ihtiyacı duyarsanız, mümkünse tuvaletin ışığını açmayın; aksi halde tekrar uyuma şansınız azalır.
    25-Öğlenleri yürüyüşe çıkın. Güneş ısınları D vitamini üretimini sağlar.
    26-Kaybettiğiniz her kilo, ortalama tansiyonunuzdan bir puan düşmesine yardim eder.
    27-Günde 60 saniye dahi koşmak kemiklerinizi kuvvetlendirir ve stresten doğacak hastalıkları önler.




  • GDO Nedir ?

    Thursday, 31 May 2007

    Salatanıza doğradığınız domatesin, domates dışında genlere de sahip olabileceğini hiç düşündünüz mü? Örneğin balık genine... Sadece domates yediğinizi düşünürken, aslında balık geni aktarılmış, gen mühendisleri tarafından yaratılmış, yepyeni bir ürün tüketiyor olabilirsiniz.

    Balık ve domates genleri arasındaki ilgiyi kuramadıysanız eğer, GDO yani genetiği değiştirilmiş organizmaların ne anlama geldiğini de bilmiyorsunuz demektir. Oysa GDO lu ürünler market raflarında ve mutfaklarımızdaki yerini çoktan almış durumda. Bugün dünyanın hemen her yerinde, GDO lara yönelik ciddi tartışmalar sürüyor. Yeşil devrim olarak da adlandırılan bu süreci savunan ABD gibi ülkeler, GDO ların dünya açlığını önlemenin tek yolu olduğunu savunuyor.

    GDO lu ürünleri "frankeştayn gıda" olarak tanımlayan GDO ya karşıtları ise doğal yaşamın çok uluslu şirketlerce patent altına alınarak, güney ülkelerinin ve tarım nüfusunun sömürüye açık hale getirildiğini belirtiyorlar.


    Yasal prosedür yaşanan gelişmeleri aynı hızda takip edemese de, ülkemizde de genetik yapısı değiştirilmiş organizmaların ekimi, satışı ve ithali konuları, GDO lu tohum ithal eden ve üretme talebinde bulunan şirketlerin, tarım bakanlığının, GDO ya hayır diyen sivil toplum kuruluşlarının ve akademisyenlerin gündeminde.

    GDO lu tarımın yüzde 99 u ABD de Genetik teknolojisi her geçen gün hızla ilerlemeye devam ediyor. İnsan kopyalamanın bile mümkün olabileceğini bildiğimiz bir dönemde, canlı organizmalara, kendi doğasında bulunmayan başka bir karakter kazandırma yoluyla, farklı bir organizma elde etmek, pek çok insan tarafından normal karşılanabiliyor.

    Biyoteknolojik yöntemlerle, kendi türü dışındaki bir türden gen aktarılarak belirli özellikleri değiştirilmiş bitki, hayvan ya da mikroorganizmalara genel olarak GDO ya da "transgenik ürünler" adı veriliyor.

    Transgenik bitkilerin tarla denemelerine ilk olarak 1985 yılında başlanmış olsa da, üretime geçilmesi 1996 yı bulmuş. Halen yapılmakta olan GDO lu tarımın yüzde 99 u ABD, Kanada, Arjantin ve Çin de gerçekleşiyor. GDO lu ürünlerin başında mısır, patates, soya, buğday, pamuk, domates, pirinç ve bazı balık türleri geliyor. Şu ana kadar, dünyada ekili alanların 67 milyon hektardan fazlasında GDO lu tarım yapılmış.

    GDO açlığa çözüm mü? ABD başta olmak üzere, GDO lu tarımın yaygınlaşmasını destekleyen ülkeler ve GDO lu tohum üretimi yapan uluslararası şirketler, transgenik tarımın dünyanın hızla artan nüfusunun açlık problemine çözüm olacağı gerekçesiyle savunuyor.

    Yeşil devrim olarak da adlandırılan bu süreci savunan ABD Başkanı George W. Bush "Dünyanın çok büyük bir kısmı açtır. Genetik olarak değiştirilmiş bitkiler; yüksek verimli, hastalıklara dayanıklı üretimi doğururlar. Dolayısıyla dünyanın açlığını önlemenin tek yolu, genetik olarak değiştirilmiş organizmaların üretimini gerçekleştirmektir" sözleriyle, geleneksel tarımın olumsuzluklarına karşı, genetik tarımı destekliyor.

    GDO lu tohum üreten şirketlerse, genetik yapısıyla oynanarak oluşturulan yeni tohumların, her türlü böcek ve ot ilacına karşı dirençli hale getirildiğini, bu şekilde tarımda verimlilik artışı sağlanacağını söylüyorlar.

    Çoğu çevrebilimci ise, üçüncü dünya ülkelerindeki açlık sorunun, üretim potansiyelindeki eksikliklerden değil, üretimin dağıtımının adil olmayışından kaynaklandığını vurguluyor. GDO ya karşı dünya çapında örgütlenen sivil toplum kuruluşları da, GDO nun açlığa çözüm olmadığı, aksine doğal yaşamın çok uluslu şirketlerce patent altına alınarak, güney ülkelerinin ve tarım nüfusunun sömürüye açık hale getirildiğini savunuyor.

    Frankeştayn gıdaların sağlığa zararı var mı? Farklı gen türlerinin karıştırılması yoluyla elde edilen yeni organizmalar, GDO karşıtlarınca, "frankeştayn gıda" olarak tanımlanıyor.

    GDO lar konusundaki en yoğun tartışmalardan biri de, genetik teknolojiyle üretilen gıdaların, insan sağlığı üzerindeki etkileri. Üretici firmalar bu konuda çok net konuşmasalar da, GDO karşıtları, GDO nun insan sağlığını tehdit ettiğine dair üç temel tez ortaya koyuyor:

    Bunların başında, GDO lu gıdaların, antibiyotiğe karşı önceden dirençli olarak geliştirilmiş olması geliyor. Gen teknolojisi sürecinde, her hangi bir canlı organizmanın içine, bir başka canlının gen yapısına yerleştirilme sürecinde, o genin korunması için antibiyotik kullanılıyor. Dolayısıyla, zincirdeki son halka olan insan, bunu yediği zaman ister istemez antibiyotik almış oluyor. Böylece, sonradan bir hastalıkla karşılaşan bünye, antibiyotiğe karşı bağışıklık kazanmış oluyor.

    Farklı organizmaların genlerinin birbirine eklendiği süreçte, alerjik etkiler de ortaya çıkabiliyor. Örneğin, fındığa karşı bir alerjisi olan bir metabolizma, farkında olmadan fındık geni aktarılmış patates yediği bir durumda, bünye alerjik reaksiyon gösteriyor.

    GDO lu ürünlerin hemen hemen yüzde 70ine yakını, kuraklığa ve böceğe dayanıklılık sağlanması amacıyla, böcek ilacı içerdiğini belirten GDO karşıtları, böcek zehri aktarılmış bir mısırı yiyen bünyede toksik etkiler ortaya çıkabileceğini söylüyor. GDO savunucuları, GDO nun insan sağılığına yaptığı olumsuz etkileri kabul etmiyorlar ancak, kesinlikle zararsızdır gibi net bir ifade kullanmaktan da kaçınıyorlar.
    kaynak

    Sağlık Riskleri


    Potansiyel Alerjenlik: GDO’lu bitkilerden ve hayvanlardan elde edilen ürünlerin meydana getirebileceği risklerin başında alerji gelmektedir. Genetik yapı değişiminde, verici kaynağın alerjen özelliklerinin transfer edilen bitkiye ya da hayvana geçmesi engellenemeyebilir. Nitekim, 1996 yılında, Brezilya kestanesinden ve fındığından soya fasulyesine aktarılan geni içeren ürünler, alerji yapması nedeniyle, marketlerden toplatılmıştır.

    Potansiyel Toksisite: Genetik olarak değiştirilmiş organizmalar, aktarılan yeni gen ürünlerini ve onlardan kaynaklanan sekonder metabolitleri içerdiğinden, potansiyel bir toksisiteye sahiptir. GDO’lu bitkilerde bulunan özellikle zararlı ot ve böcek öldürücü genler ile terminatör teknolojisi gereği aktarılmış olan genler de toksin üreterek çalıştıklarından, dokularda birikme durumunda, önemli riskler oluşturmaktadır. Bu genlerin kullanılması pestisit kullanımını ortadan kaldırmıştır. Ancak, bu toksik madde kalıntılarının ortadan kalktığı anlamına gelmemektedir.

    Bu toksinlerin uzun dönemde insan sağlığına olan etkilerine ilişkin yeterli bilgi bulunmamaktadır. GDO’lu ve normal patateslerle beslenen iki grup farede yapılan çalışmada; normal patateslerle beslenenlerde hiç bir sorun olmamasına karşın, GDO’lu ürünlerle beslenenlerin sindirim sistemlerinde önemli zararlar belirlenmiştir.

    Potansiyel Kanserojenlik: GDO’lu bitkilerin doğrudan ve dolaylı olarak kanserojen etkisinin olabileceği birçok araştırıcı tarafından belirtilmektedir. Özellikle, herbisitlere dayanıklı GDO’lu pamuk, soya, mısır ve kolza çeşitlerinde kullanılan bazı kimyasal maddelerin doğrudan kanser yapıcı oldukları bilinmektedir. Öte yandan, sindirim sisteminde tam olarak sindirilmeden dolaşım sistemine geçerek kan hücreleri aracılığı ile normal genoma katılabilen yabancı DNA parçalarının da hastalıklarda etkili olma ihtimali söz konusudur.

    Antibiyotiğe dayanıklı mikroorganizma oluşumu: Günümüzde kullanılan biyoteknolojik tekniklerle bitkilere aktarılan genlerin büyük bir çoğunluğu bakteri ve virüs kökenlidir. Gen aktarımı esnasında GDO’lu bitkilerin seçilebilmesi amacıyla antibiyotik dayanım izleme genleri kullanılmaktadır. Ancak, bu antibiyotik dayanım izleme genleri insan ve hayvan bünyesindeki bakterilere yatay olarak geçişiyle onların da genlerinin antibiyotiklere dayanıklı hale dönüştürülmesi gibi sağlık açısından büyük riskler söz konusudur.

    Besin değerinde bozulma: GDO’lu bitkilerde, yeni özellikler kazandırılırken, bitkinin orijinal yapısında bulunan bazı kalite öğelerinde önemli azalmalar olduğu tespit edilmiştir. Örneğin, kalp hastalıklarına ve kansere karşı önemli bir koruyucu madde olan “phytoestrogen” bileşiklerinin, klasiklere oranla, GDO’lu bitkilerde daha az olduğu bilinmektedir.

    Çevresel Riskler


    GDO’lu bitkiler üzerinde en çok tartışılan konuların başında çevreye verebileceği zararlar gelmektedir. Bilim adamlarının çoğu, GDO’lu bitkilerin ekolojik zararlarının olabileceği görüşünde birleşmektedir.

    Toprak ve su kirliliği: GDO’lu bitkilerin kalıntılarındaki toksik maddelerin toprağa ve suya geçtiğine ilişkin çok sayıda araştırma sonucu bulunmaktadır. Bu nedenle, toksinlerin diğer organizmaların besin zincirine katılmaları da söz konusudur. Bazı genlerin ürettiği endotoksinlerin toprakta 33 hafta kaldığı belirlenmiştir. Öte yandan, GDO’lu bitkilerin ikinci kuşak üretimini engellemek amacıyla, uygulanan terminatör teknolojisi gereği, tohumlar üreticiye verilmeden önce yüksek dozda antibiyotik ile bulaştırılmaktadır. Bu tohumların ekilmesiyle toprağa önemli miktarda antibiyotik geçişi söz konusudur. Buğday ve pamuk gibi çok geniş alanlarda ekimi yapılan ürünlerde bu uygulamanın etkisinin ne kadar büyük olacağı açıktır. Klasik herbisitler ürüne de zarar verdiğinden, üreticiler tarafından son derece dikkatli ve düşük dozda kullanılır. GDO’lu çeşitler ot öldürücülere dayanıklı olduklarından, ürüne zarar vermeyeceği düşüncesiyle, daha fazla ilaç kullanımı söz konusu olmuştur. Denemeler sonucunda, GDO’lu soyalarda herbisit kullanımının bir kaç kat arttığı belirlenmiştir.

    Mikrorganizmalarda değişim: Antibiyotiklere dayanım izleme genlerinin toprak bakterilerine geçmesi ya da terminatör teknolojisi gereği toprağa verilen yüksek dozdaki antibiyotiklerin baskısı nedeniyle dayanıklı yeni bakteri tiplerinin oluşma ihtimali her zaman vardır. Virüslere dayanıklı olarak geliştirilen GDO’lu bitkilerin, başka virüs tiplerinin ortaya çıkmasına neden olabileceği Michigan Üniversitesi’nde deneysel olarak kanıtlanmıştır. Virüs genleri, diğer virüs ve retrovirüslerin genleri ile karışabilmekte, bunun sonucunda da patojeniteleri artmış yeni virüsler oluşabilmektedir. Bu gen karışımının 8 hafta gibi kısa bir sürede gerçekleşebileceği deneysel olarak kanıtlanmıştır. Öte yandan, “Cauflower Mosaic” virüsü GDO’lu mısır, pamuk ve kolzalarda yaygın olarak kullanılmaktadır. “Pararetrovirüsler” grubundan olan bu virüsün, hepatit-B ve HIV virüsleri ile büyük benzerlik göstermesi, konunun önemini daha da artırmaktadır.

    Variyabilite ve beklenmeyen sonuçlar:
    Ekosistemler son derece karmaşık bir yapıya sahiptir. Özellikle, GDO’lu bitkiler gibi, yeni organizmaların sistem içine girmesiyle bazı bilinmeyen risklerin ortaya çıkması beklenebilir. Bu zamana ve yere bağlı olarak türler arası gen akışının sonucunda ortaya çıkabilecek gen etkileşimlerinden kaynaklanmakta olup, populasyonda değişik bir karakterin ortaya çıkma ihtimali her zaman söz konusudur.

    kaynak


     ++ faydalı bilgiler




  • NÜKLEER SANTRALLER



    Tarihçe


    1934'ten başlayarak Avrupa'nın bir çok laboratuvarında sürdürülen araştırmalar sonunda, 1938'de alman Hahn ve Strassmann parçalanma tepkimesini buldu. Bu yeni olayı Fransa'da, Halban, Joliot-Curie, Kowarski, F. Perrin ekibi, İngiltere'de Frisch, ABD'de Fermi inceledi. 1939'da fransız ekibi, parçalanma sırasında nötronların yayımlandığını ve bunların sayısının zincirleme bir tepkimeyi sürdürmek için yeterli olduğunu gösterdi; bu ekip böyle bir tepkimeyi, bir ağır su ve uranyum bütünü içinde gerçekleştirmek üzere planlar hazırladı.

    Savaş Fransa'daki araştırmaları durdururken, Büyük Britanya ve sonra ABD ve Kanada'dakileri hızlandırdı. Araştırmalar daha çok atom silahları gerçekleştirme yönünde gelişti ve 16 Temmuz 1945'te ABD deki Yeni Meksika eyaletinde ilk nükleer patlama ve 1945 Ağustosunda Hiroşima ve Nagasaki'ye atılan atom bombaları ile sonçlandı.İlk Nükleer reaktörü (O zamanlar atom pili deniyordu) Fermi ekibi 2 Aralık 1942'de Chicago'da gerçekleştirdi.Bu, bir grafit ve uranyum istifinden oluşuyordu. Parçalanmayla ilk elektrik enerjisi üretimi, 1951'de ABD'de Arco'da oldu ve 1954'de Ruslar Obninsk'de 5000 KW'lık küçük bir santral çalıştırmaya başladı.

    ABD'de Nükleer itmeli bir denizaltı olan Nautilius 1954 Eylülünde hizmete girdi. 1951 ve 1952 de gerçekleştirilen ilk iki ön denemedne sonra uçakla taşınabilir ilk termonükleer bomba 1 Mart 1954'de Amerikalılar'ca Bikini'de başarıyla denendi.

    Türkiye'de ilk nükleer çalışma ve araştırmalar 1962'de İstanbul'da Küçükçekmece gölü kıyısında kurulan 1 MW'lık TR-1 araştırma reaktörüyle başladı. 1980'ler de bu reaktörün gücü 5 MW'a çıkarıldı (TR-2). 1990'ların sonuna doğru Türkiye'de elektrik enerjisi üretmek üzere Nükleer güç santralı yapımı için çalışmalar sürdürülmektedir.


    Nükleer Santrallerin Çalışma Prensipleri


    Nükleer Enerji


    Fisyon Ve Füzyon sonucu ortaya çıkan enerjiye Nükleer Enerji Denir.

    »Fisyon (Çekirdek parçalanması):
    Fisyon bir nötronun uranyum gibi ağır bir atom çekirdeğine çarparak yutulması sonucu bu atomun çekirdeğinin kararsız hale gelerek daha küçük iki veya daha fazla farklı çekirdeğe bölünmesine tepkimesidir.

    Bölünme sonucunda ortaya çıkan atomlara fisyon ürünleri denir. Bir atomun bir nötron yutması ile başlayan fisyon tepkimesi sonucunda büyük miktarda enerjiyle birlikte, birden fazla nötron ortaya çıkar. Çekirdek tepkimeleri sonucu açığa çıkan enerji kimyasal tepkimelere göre yaklaşık bir milyon kat düzeyinde daha fazladır.

    »Füzyon (Çekirdek birleşmesi):
    Hafif atom çekirdeklerinin birleşerek daha ağır atom çekirdeklerini meydana getirme tepkimesidir. Çekirdeklerin aralarındaki elektriksel itmeyi yenerek birleşebilmeleri için birbirleriyle çok hızlı şekilde çarpışmaları gerekmektedir. Bu çok hızlı çarpışmalar çok yüksek sıcaklığa ve/veya basınca çıkılaraK sağlanabilir. Güneşin ve yıldızların enerjisini sağlayanda füzyon tepkimeleridir.

    »Zincirleme Reaksiyon
    Fisyon sonucu ortaya çıkan nötronların ortamda bulunan diğer fisyon yapabilen atom çekirdekleri tarafından yutularak onları da aynı şekilde reaksiyona sokması ve bunun ardışık olarak tekrarlanmasıdır.

    Bir Nükleer Santral Nasıl Çalışır?


    Fisyon sonucu ortaya çıkan enerji fisyon ürünlerinin ve nötronların çok hızlı bir şekilde hareket etmelesini sağlar. Bu parçacıklar çevrelerindeki diğer atomlara çarparak hareket etmelerini sağlayan kinetik enerjiyi ısı enerjisine dönüştürürler. Böylece nükleer reaksiyonların içinde devam ettiği nükleer yakıt gittikçe ısınır.

    Temel olarak hemen tüm nükleer santral tasarımlarında bu ısı enerjisinin bir soğutucuya aktarılması sağlanır. Bu soğutucu mevcut ticari nükleer santrallerde genellikle sudur. Suyun yanı sıra helyum ve karbondioksit gibi gazları yada sodyum gibi metalleri soğutucu olarak kullanılan santral tasarımlarıda denenmiştir.Ayrıca ağır su adı verilen, hidrojen yerine hidrojenin bir izotopu olan döteryum atomları içeren bir soğutucu da yaygın olarak kullanılmaktadır.
    Soğutucuya aktarılan ısı ile ya soğutucunun ya doğrudan buharlaşması sağlanır ya da "buhar üreteci" adı verilen ısı aktarma sistemi sayesinde ayrı bir çevrimde dönen suyun buharlaşması sağlanır. Üretilen buhar bir türbini çevirir. Türbine bağlı jeneratörün dönmesiylede elektrik üretilir.


    Teknik Güvenlik


    Çekirdek bölünmesi olduğu zaman bir dizi radyoaktif parçacık ortaya çıkar. Bu parçacıklar bozunur (parçalanır) ve ışınım (radyasyon) yayarlar. Yayılan ışınım kansere ve gelecek kuşaklarda gen bozukluklarına yol açabilir; vücuttaki dokuları tahrip ederek ölümlere neden olabilir. Nükleer reaktörler hem tesiste çalışanların ışınıma uğrama tehlikesini hem de atmosfere ışınım sızmasını olabildiğince azaltacak şekilde tasarımlanır ve yapılır. Ama gene de ışınım sızıntıları olmuştur. Örneğin İngiltere'nin kuzeyindeki Cumbria'da kurulu olan Sellafield santralindeki sızıntılar, İrlanda Denizi'nde 1950'lerden bu yana ciddi radyoaktif kirlenmeye yol açmıştır.

    Yakın zamanlarda ABD ve SSCB'de son derece ciddi nükleer santral kazaları oldu. 1979'da ABD'nin Pennsylvania eyaletindeki Harrisburg'ta kurulu olan Three Mile Iskand reaktöründe, aşırı ısınmadan kaynaklanan kısmi bir kalıp erimesi oldu ve radyoaktif gazlar atmosfere kaçtı. Bundan sonra daha da kötüsü, Nisan 1986'da SSCB'de Kiev yakınlarındaki Çernobil reaktöründe ortaya çıkan patlamadır. Hasar gören reaktörden kaçan radyoaktif parçacıkların oluşturduğu dev bir bulut Avrupa'nın içlerinde, 2.000 kilometrelik bir uzaklığa yayıldı. Önümüzdeki yıllarda daha da çok kişinin ışınımın yol açtığı hastalıkların kurbanı olacağından korkulmaktadır. Çernobil kazasında anında ortaya çıkan bir başka etki de atmosferden yer yüzüne inen radyoaktif parçacıkların SSCB'de ve çevre ülkelerde toprağın ve suyun kirlenmesine neden olmasıydı.

    Nükleer Atıklar



    Birkaçyıl geçtikten sonra reaktördeki kullanılmış yakıtın yenisiyle değiştirilmesi gerekir. Nükleer bir reaktörde kullanılmış yakıt çubukları yaklaşık olarak %97 oranında yanmamış uranyım, %2 oranında atık ürünler ve %1 oranında da plütonyumdan oluşur. Bazı çekirdek bölünmesi ürünlerinin zamanla bozunabilmesi için, bu çubuklar bir kaç yıl suyun altında tutulur. Sonra da, yükzek düzeydeki radyoaktifliklerini hala koruyor durumdayken yeniden işlenir; uranyum geri kazanılır, plütonyum ayrılır, geriye atık ürünler kalır.

    Radyoaktif atıkların pek çoğu duvarları çok katlı tanklarda depolanır. Atıklar bir tür camsı madde içine yerleştirilerek yeraltına da gömülebilir. Birçok atık ürün son derece yavaş bozunduğundan, bunların radyoaktifliği binlerce yıl boyunca sürer; buda uzun süreli bir tehlike oluşturur.


    Nükleer Reaktör Çeşitleri


    Nükleer reaktörler 1950'li yılların başından bu yana dünyada elektrik üretiminde kullanılmaktadır. Dünyada elektrik enerjisinin %17'si nükleer enerji ile üretilmektedir. 2006 yılı ağustos ayı itibariyle dünyada toplam olarak 370 GWe kapasitede 442 reaktör işletilmektedir. Buna ek olarak, Dünyada toplam elektrik gücü 21,811 MWe olan 27 adet nükleer güç reaktörü inşa halindedir. Son dönemlerde enerji piyasasındaki gelişmeler, Dünyada nükleer enerjiye yönelimi hızlandırmıştır. Avrupa ülkelerinin yanısıra özellikle gelişmekte olan ülkelerde nükleer enerjiye yeni yatırımlar planlanmaktadır.

     ++ faydalı bilgiler


    Günümüzde en yaygın olarak kullanılan nükleer reaktör tipleri şunlardır :

    » Basınçlı Su Reaktörleri ( Pressurized Water Reactor - PWR )
    » Kaynar Sulu Reaktörler ( Boiling Water Reactor - BWR )
    » Basınçlı Ağırsu Reaktörleri ( Pressurized Heavy Water Reactor - PHWR )


    Bunlara ek olarak; Gaz soğutmalı reaktörler ( Gas Cooled Reactor - GCR ) ,Hızlı Üretken Reaktörler ( Fast Breeder Reactor - FBR ) ve Grafit Yavaşlatıcılı Su Soğutmalı Reaktörler ( Light Water Cooled Graphite Moderated Reactor - LWGR ) de bazı ülkeler tarafından kullanılmaktadır.

    Nükleer Reaktör Tipleri



    Basınçlı Su Reaktörü - PWR

    PWR tipi reaktör tasarımı, ABD donanmasının Nükleer denizaltı yapım programı sırasında düşünülmüştür. İlk Prototip olan STR MARK-I reaktörü 1953 Martında kritikliğe eriştikten 2 yıl sonra, 1955 Ocak ayında ilk nükleer denizaltı Nautillius denize indirilmiştir.Bugün, dünyada ticari olarak en yaygın kullanılan reaktör tipidir.

    Bu Reaktörler, %3-%5 oranında zenginleştirilmiş uranyum yakıt kullanır.

    Üretilen enerji Birincil devre soğutucusu (hafif su) vasıtasıyla reaktörün kalbinden çekilir. Reaktöre giriş sıcaklığı 290°C ve çıkış sıcaklığı 330°C civarında olan soğutucu, kaynamaması için atmosfer basıncının 150 katı basınç altında tutulur.

    Bu şekilde çekilen enerji buhar üreteçlerinde ikincil devreye aktarıldıktan sonra soğutucu birincil devre pompası tarafından reaktörün kalbine geri gönderilir.

    İkincil devreye aktarılan ısı enerjisiyle buhar üretecinde üretilen buhar, türbin-jeneratör biriminde elektrik üretir.

    Yoğuşturucuda sıvı fazına dönen ikincil devre soğutucusu yeniden buhar üretecine gönderilir.

    Reaktör kontrolünde ve kapatılmasında kullanılan kontrol çubukları, sistem basıncını ayarlayan basınçlayıcı ve bir kaza durumunda reaktörün kalbini soğutan acil durum kalp soğutma sistemi önemli bileşenler ve sistemler arasında sayılabilir.

     ++ faydalı bilgiler


    Kaynar Sulu Reaktörler - BWR

    Dünyada elektrik enerjisi üreten reaktörler tipleri arasında basınçlı su reaktörlerinden sonra en yaygın olarak kullanılan Kaynar Sulu Reaktörlerin (BWR) ticari amaçlı ilk örneği olan 180 MWe gücündeki Dresden-1 reaktörünün yapımına, General Electric firması tarafından 1957 yılında ADB'de başlanmış ve bu reaktör 1961 yılında işletmeye alınmıştır.

    Bu Reaktörlerde, %3-%5 oranında zenginleştirilmiş uranyum yakıt kullanır.

    Üretilen enerjinin çekilmesi giriş sıcaklığı 275°C, çıkış sıcaklığı 290°C olan, atmosfer 70 katı basınç altında tutulan ve kaynamasına izin verilen soğutucu (hafif su) vasıtasıyla sağlanır.

    Buharlaşan soğutucu nem ayırıcı ve kurutuculardan geçtikten sonra taşıdığı ısı enerjisi türbin-jeneratör biriminde elektrik enerjisine dönüştürülür.

    Yoğuşturucuda sıvı fazına dönen soğutucu yeniden reaktör kalbine gönderilir.

    Reaktör kontrolünde ve kapatılmasında kullanılan kontrol çubukları, kalp içerisinde düzgün bir ısı dağıtımı sağlamakta kullanılan kalp içi çevrim pompaları ve ve bir kaza durumunda reaktörün kalbini soğutan acil durum kalp soğutma sistemi önemli bileşenler arasında sayılabilir.

     ++ faydalı bilgiler


    Basınçlı Ağır Su Reaktörleri - PHWR

    Ağır sulu reaktörler, tasarımında fiziksel ve termodinamik özellikleri suya çok benzeyen ancak nötronik özellikleri farklı olan ağır suyu (D2O) soğutucu ve yavaşlatıcı olarak kullanan reaktörlerdir. Ağır suyun nötron yavaşlatma gücünün normal sudan daha iyi olması ve soğuma özelliğinin daha az olması, bu tip reaktörlerde yakıt olarak doğal uranyumun kullanılmasına olanak verir. Ağır sulu reaktörler içinde en çok tercih edilen tip basınçlı ağır su reaktörleridir. Bu reaktörlerde soğutucunun PWR'lerde olduğu gibi basınç altında tutularak kaynaması önlenir. Basınçlı ağır su reaktörleri Kadara tarafından geliştirilip ticari hale getirildiği için Kanada teknolojisi basınçlı ağır su reaktörünün ismi olan CANDU (Canadian Deuterium Uranium) ile özdeşleşmiştir. Bu nedenle PHWR tipi reaktörler aynı zamanda CANDU tipi olarakta adlandırılmaktadır.

    CANDU reaktörü, basınç tüpü tasarımına sahip bir PHWR'dir. Reaktör kazanı büyük silindir şeklinde bir tanktır.Bu tankın içinden yakıt kanalları adı verilen birkaç yüz tüp geçer. Yakıt kanallarına yakıt demetleri yerleştirilir. Bunlar kaynamanın engellenmesi için atmosfer basıncının 100 katı basınç altında tutulan ağır su soğutucu ile soğutulur.

    Soğutucu, önce yakıt kanallarına, buradan buhar üreteçlerine pompalanır. Buhar üretecinde enerjisini bırakarak çıkan soğutucu başka bir kanaldan veya ters yönden yeniden reaktör kalbine gönderilir. ve burdan çıktıktan sonra diğer buhar üretecine gider.

    Elektrik üretimi, sistemin ikincil bölümünde PWR reaktörüne benzer bir şekilde gerçekleşir.

    Önemli sistem bileşenleri arasında basınçlayıcı, yakıt değiştirme makinası, farklı kapatma sistemi ve acil durum kalp soğutma sistemi sayılabilir.

    Sistem doğal uranyum kullanacak şekilde tasarlanmıştır ve yakıt değiştirme makinası vasıtasıyla reaktör çalışırken yakıt değiştirilebilmektedir.

     ++ faydalı bilgiler


    kaynak




  • Bu listede dünya çapında, ticari elektrik üretme maksatlı bütün nükleer santrallar vardır. Askeri, deney, araştırma, gemi vb özel santraller kapsam dışıdır. Listeye, halen hizmette bulunanların yanısıra hizmetten çıkan ve inşaatı sürenlerde dahildir.

    Dünya çapında 2006 yılının sonuna kadar, toplam 31 ülkede 435 adet reaktör ünitesi 210 adet Nükleer santralde toplam 367.398 Megawatt (MW) kapasite ile ticari kullanım için elektrik üretmiştir.

    39.125 MW toplam kapasiteli 125 reaktör ünitesi hizmet dışına alınıp, 23.641 MW toplam kapasiteli 29 adet reaktör ünitesi yeni inşaa halindedir. (Aralarında 10 adetinin inşaat süresi 15 seneyi geçmektedir.)

    * Dünyada ilk kamu elektrik şebekesine elektrik veren santral 26 Haziran 1954´de Rusya´da Obninsk santrali olmuştur.
    * 27 Ağustos 1956´da ilk ticari maksatlı olarak İngiltere de Calder Hall 1 (50 MW) olmuştur.
    * Birleşik Krallık da, Oldbury santrali, 7 Kasım 1967 de hizmete girıp ve halen kullanılan en eski santraldir.
    * Kashiwazaki Kariwa Japonya da bulunan 7 reaktör üniteli santral, şu an dünyanın en güçlü santralidir. (8212 MW kapasite)
    * Fransa da bulunan 2 Civaux reaktör ünitesi, şu an dünyanın en güçlüleridir. (1561 MW brüt kapasite)






    KAYNAK:Vikipedia




  • Bilgileri güncelleyelim...

    Haziran 2008 istatistiğine göre, dünya üzerinde 31 ülkede toplam 435 değil, 439 faal nükleer reaktör ünitesi vardır.
    Bir kaç ay içerisinde açılışı planlanan İran'ın Buşehr santralini de sayarsak, bu rakam 440'a çıkar.

    Bu arada dünya toplam elektrik üretiminin, %16-17'si nükleer enerjiden sağlanır
  • çok teşekkürler
  • Türkiye'nin ilk nükleer santral ihalesinin sonucu, TAEK'ten onay aldı


    Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK), Mersin Akkuyu'da inşa edilecek nükleer santral için ihaleye katılan Rus-Türk ortaklığının teklifinin belirlenen ölçütleri sağladığına karar verdi.
    Ciner Grubu'na ait Park Teknik ile Rus devlet şirketi JSC AtomstroyExport-JSC Inter RAO UES ortaklığınca inşa edilecek ilk santralin 2014'te işletmeye alınması planlanıyor. TAEK, santralin Batı tipi benzerlerinde bulunan tüm güvenlik sistemlerine sahip olduğunu ve tasarımda uçak çarpmaları ve dış patlamaların dikkate alındığını açıkladı.
    Enerji Bakanlığı'na bağlı Türkiye Elektrik Ticaret ve Taahhüt AŞ (TETAŞ), ilk nükleer santrali kurmak için Mart 2008'de ihale sürecini başlatmış ve ihaleyi 24 Eylül'de yapmıştı. İhaleye tek teklif Türk-Rus ortaklığı olan Park Teknik-Rus JSC AtomstroyExport-JSC Inter RAO UES konsorsiyumundan gelmişti. TETAŞ; ihale için şirketlerden üç zarf almış; ilk zarfı ihale günü açmış, teknik kriterleri ihtiva eden ikinci zarfı ise inceleme için Türkiye Atom Enerjisi Kurumu'na göndermişti. Kurum, iki ay süren inceleme sonucunda konsorsiyumun teklifini teknik bakımından yeterli bulduğunu açıkladı. TETAŞ gelecek hafta, içinde fiyat teklifi bulunan üçüncü zarfı açacak ve fiyatla ilgili görüşünü yazıp Bakanlar Kurulu'na sunacak. Nihai kararı Bakanlar Kurulu verecek. TETAŞ Genel Müdürü Hacı Duran Gökkaya, TAEK'in görüşünü aldıklarını belirterek, "Genel müdürlüğümüzce belirlenecek yer, gün ve saatte söz konusu firma çağrılıp, teklif zarfı açılarak kamuoyuna duyurulacaktır." dedi.
    Mersin-Akkuyu'da kurulacak santralin her bir ünitesi elektrik kurulu gücü yaklaşık 1.200 MWe (megawat) olacak. Dört ünite olarak inşa edilecek santralin toplam kurulu gücü ise 4 bin 800 MW. İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Enerji Enstitüsü Nükleer Reaktör Müdürü Prof. Dr. Ahmet Bayülken, Rusların teklifinin yeterli bulunmasını nükleer santral kurulması için önemli bir adım olarak değerlendiriyor. Türkiye'de kurulacak santralin teknolojisinin Rusya'daki en iyi teknolojilerden birisi olduğu vurgulayan Bayülken, "Ruslar zaten Çernobil teknolojisini getirmezdi. Rusların Türkiye'ye getireceği teknoloji Amerika'nın, Fransa'nın yapmış olduğu basınçlı reaktörün kopyası; ama iyi çalışan bir reaktör. Teknik açıdan bir sorun çıkaracağını sanmıyorum." dedi. Bayülken'in tek endişesi ise 'Enerjide Rusya'ya daha da bağımlı hale gelinecek olması'. Bayülken, dışa bağımlılığın önüne geçilmesi için santral inşasıyla birlikte nükleer teknolojinin de Türkiye'ye getirilmesi gerektiğini kaydetti.
    Ruslar, nükleer santral ihalesinde VVER 1200 (AES-2006) reaktör tipiyle teklif verdi. TAEK'ten verilen bilgiye göre, Rus tipi olarak adlandırılan ve basınçlı su reaktörleri olarak bilinen VVER'lerden 4 ünite inşa edilecek. VVER 1200'ler, Rusya tarafından geliştirilen VVER tipi reaktörlerin en son modeli. Halen dünyada 18 adedi işletmede bulunuyor. Bu santraller, Finlandiya için geliştirilen ve daha sonra Çin (Tianwan 1 ve Tianwan 2) ve Hindistan (Kudankulam)'da inşa edilen VVER 1000 (AES-91) lerin tasarımı üzerine geliştirilmiş. VVER tipi reaktörlerin diğer basınçlı su reaktörlerinden en önemli farkları, yatay buhar üreteçleri ve hekzagonal örgü biçiminde yerleştirilmiş yakıt tasarımları gösteriliyor.




     ++ faydalı bilgiler






  • Wolfgang Amadeus Mozart (1756 - 1791)


    27 Ocak 1756'da Avusturya'da Salzburg şehrinde doğdu. Babası Leopold Mozart, Salzburg Başpiskoposluğu Saray Orkestrası'nda keman çalan, bir çok besteler ve keman için bir metod yazan bir müzikçiydi. Oğlu Wolfgang üç yaşına geldiği zaman kendisinden beş yaş büyük olan kızkardeşi Maria Anna (Nannerl)'ın çaldığı klavsen parçalarını belleğine yerleştirip kendi kendine çalmaya başlayınca ondaki mucizevi özelliği farketti, hele bir gün minik Wolfgang'ın eline geçirdiği bir nota kağıdına daha kullanmayı bile beceremediği kocaman tüy kalemle konçerto çiziktirdiğini görünce, ona ciddi olarak klavsen dersleri vermeye başladı.

    Gerçekten de Wolfgang'ın iyi bir müzikçi olmak için doğuştan olağanüstü özellikleri vardı; kulağı bir kemanda bir notanın sekizde bir kadar akort düşüklüğünü farkedecek derecede hassastı ve çirkin seslere, gürültülere karşı tepkisi ise baygınlık geçirecek ölçüde şiddetlenebiliyordu.

    Zaman geçtikçe Mozart'ın müzik yanında aritmetik ve resime de yeteneği olduğu ortaya çıkıyordu. Çevrede bu harika çocuğa karşı ilginin artması üzerine, babası bu erken doğan güneşten faydalanmak, çocuklarının sayesinde para ve şöhret sağlayabilmek için, oğlunu ve kızını yanına alarak Avrupa kentlerini dolaşmaya, konserler vermeye başladı. Wolfgang klavsen, keman ve org çalmadaki ustalığıyla, her şeyden fazla doğaçtan çalışlarıyla dinleyicilerini hayrette bırakıyordu. Müzik aletlerini çalmakta gösterdiği kolaylığa denk bir kolaylıkla beste de yapmaya başladı. Beş yaşında menuet, yedi yaşında konçerto ve sekiz yaşında senfoni meydana getirdi.

    Yaşamının ilk oniki yılında babası ve kızkardeşi ile birlikte konserler vererek boydan boya dolaştığı Avrupa'da geçtikleri her kentte hayranlık ve ilgi topladı, saraylarda krallar ve kraliçeler önünde çaldı. Soylular, her defasında yeni bir eserle ortaya çıkan harika çocuk Wolfgang'ı dinlemek için yarıştılar, çağın ünlü ressamları Mozart'ların portre ve resimlerini yaptılar.

    O günlerde Wolfgang'ı dinleyen ünlü düşünürler Voltaire ve Goethe, bu küçük çocuğun bir gün sanatının en büyük ustaları arasına katılacağından emin olduklarını söylediler.

    Ondört yaşında iken, ilk opera eseri "Lucia Silla" Milano'da çalındığı zaman Mozart kendini opera sahnelerine de, üstelik operanın vatanı İtalya'da, kabul ettirmiş bulunuyordu. Papa tarafından kabul edilerek ona, o güne kadar sadece büyük ustalara layık görülen "Altın Mahmuz" nişanı ve şövalyelik beratı verildi.

    Mozart, bilinci salt şarkı ve müzikten oluştuğu için kendisini o günlerdeki bu ihtişamlı olayların cazibesine kaptırmadı; sadece besteleri ile uğraştı, bu uğraşını durmadan inatla, ısrarla yürüttü.

    Yirmibeş yaşına kadar rahat ve huzur görmeden o kentten bu kente dolaştı, han köşelerinde barındı, bazen yiyeceksiz kaldı, kar ve yağmur yağarken atlı yolcu arabalarında titreyip durdu. Bu meşakkatli yolculuklar esasen sağlıksız ve zayıf olan bünyesini oldukça yıprattı.

    Mozart'ın hayret uyandırıcı; bir başka yönü de birbiri ardına geçirdiği tifo, çiçek ve mafsal romatizması gibi o zamana göre ölümcül olan hastalıkları atlatması, ama buna rağmen ürün vermeye devam etmesi ve keyfini hiç bozmamasıdır. Ablası Nannerl onun bu yolculuklarında "Ben ülkesini teftişe çıkan küçük bir kralım" diyerek kendince bir eğlence yarattğını, geçtikleri kasaba ve köylere bir takım uydurma adlar taktığını anlatır anılarında.

    Kariyeri, onur ve şan yönünden parlak biçimde sürmesine rağmen maddi durumunu düzeltmedi. Yaşamı boyunca sonu gelmeyen para sıkıntısı çekti. Ona övgüler yağdıran krallar bile hasis davrandılar. Sadece dersler vererek ve halk konserleriyle yetinerek hayatını kazanmaya çalıştı.

    Mozart'ın otuzaltı yaşını doldurmadan 5 Aralık 1791'de Viyana'da öldü. Cenazesi fakir cenazeler için uygulanan biçimde kaldırıldı. Mezarının nerede olduğu ise bilinmemektedir. Söylenenlere göre, Mozart'ın tanıdığı insanlar arasından sadece altı kişinin katıldığı katedraldeki cenaze duasından sonra bu küçük kafile şiddetli yağmur nedeniyle mezarlığa kadar tabuta eşlik edemeyince cenaze aceleye getirilerek dilenciler için ayrılan bir mezara gömüldü. En fenası, bütün araştırmalara rağmen bu mezarın yeri öğrenilemedi, tabutun nasıl olup ta sahipsiz kaldığı ise ölüm sebebi gibi hiç bir zaman anlaşılamadı.

    kaynak

     ++ faydalı bilgiler




  • Dokunmanın Esrarı

    Turan Leventoğlu

    "Bir an gözlerimizi kapatıp görme engelli olduğumuzu düşünelim. Dokunma hissini kullanmadan bir hareket yapmanın ne derece imkânsız olduğunu fark ederiz. Bir başka deyişle dış dünyanın âdeta parmak uçlarımıza indiğini hissederiz. Günlük hayatta çok sık kullandığımız; ancak çoğu zaman farkına varamadığımız dokunma hissimizin şaşırtıcı özellikleriyle bir anda baş başa kalırız. Dokunma hissimizi, bedenimizin dış dünya ile irtibatını sağlayan radar olarak düşünebiliriz. Dokunma, insanın varlık âlemiyle ilk tanışma yoludur. Bir bebek, hayata gözlerini açar açmaz dış dünyayı dokunma hissiyle tanımaya başlar.

    Görme ile bir cismin rengini ve geometrik özelliklerini anlayabiliriz; ancak, dokunmayla maddeye temas eder, dış dünyayla bir yakınlık elde ederiz. Nesnelerin sıcaklık, soğukluk, sertlik, yumuşaklık ve şekil hususiyetlerini, dahası; algılanan şeyin hoşa gidip gitmediğini dokunma hissiyle anlarız. Bütün bu keşif faaliyetlerinin yerine getirilme işi deriye verilmiştir.

    Beyindeki hususi merkezlere duyu sinirleriyle bağlanan derimiz, herhangi bir cisme temas ettiğinde bütün bu fonksiyonları içyapısındaki özel alıcılar vasıtasıyla yerine getirir.

    Dokunma hissinin oluşmasında vazifeli elektrik sinyalleri

    İnsan vücudunda dışarıdan gelen uyarıları almak ve iletmekle görevli çeşitli alıcı hücreler (reseptörler) vardır. Deri; mekanik enerjideki değişmelere karşı hayli hassas olan dokunma ve basınç reseptörleriyle donatılmıştır. Mekanik algılayıcılar, mekanik enerjinin elektrokimyevî enerjiye dönüştürüldüğü ve böylece sinir sinyallerinin oluşturulduğu mekanik reseptörlerdir. Bunlara ilâveten deride, soğuk ve sıcaklık hissi için ayrı ayrı yapıda yaratılmış, sıcaklık değişikliklerine, ağrı ve hasar verici uyaranlara duyarlı reseptör çeşitleri de bulunur.


    Dokunma hissi, deriye veya derialtı dokulara sinir lifleriyle bağlanmış mekanik algılayıcılar vasıtasıyla oluşur. Bir kumaşa dokunduğumuzda derideki algılayıcılar beynin ilgili merkezlerine elektrik sinyalleri gönderir. Bu elektrik sinyallerinin beyinde yorumlanmasıyla da o kumaşa ait yumuşaklığı hissederiz. Derideki mekanik algılayıcılar, derinin mekanik uyarılmasına seçici cevap veren periferik sinir sistemi elemanlarıdır. Alt deride dokunma hissi için hususi olarak yaratılmış serbest sinir uçları (Merkel diskleri, Ruffini sonlanmaları, Pacini cisimciği, Meissner cisimciği, Krause soğanı) vardır. Her bir cisimciğin farklı bir uyaran tipine hassas olduğu iddia edilmiş ise de, deney çalışmalarında bu durum ispatlanamamıştır. Her bir cisimcik ayrı bir vazifeyi üstlense de, kesin hatlarla bir ayrım yapılamamaktadır. Meselâ Meissner cisimciği (corpuscula tactus) düşük frekanslı dokunma duyusu işleminde vazifeli bir mekanik algılayıcı olduğu hâlde, basınç değişikliklerinin algılanmasında da rol üstlenmektedir. Esas olarak ağrı reseptörleri olan serbest sinir uçları; mekanik gerilme, sıcaklık artışı, kimyevî madde veya kan akışında azalma gibi uyaranlara da cevap verir. Şuur sahibi olmayan bütün bu cisimcikler, her bir hissin oluşmasında âdeta kolektif bir şuurla hareket etmektedir.

    Derimizin herhangi bir bölgesiyle hissedebildiğimiz hâlde, bir nesnenin niteliğini (sıcaklık, soğukluk, sertlik, yumuşaklık ve şekil hususiyetlerini) anlamak için acaba neden genellikle ellerimizi kullanırız? Bu soruya, ellerin manevra kabiliyetinin daha iyi olduğu, dolayısıyla bu şekilde cisimlere ulaşmanın ve onları kavramanın daha kolay olduğu şeklinde bir cevap verilebilir. Ne var ki, tek sebep bu değildir. Ellerin kavrayıcı hususiyeti ve hareketliliği yanında, bu tercihin asıl sebebi; avuç içi, hususiyle de parmak uçlarındaki reseptör yoğunluğunun diğer vücut bölgelerine nispeten çok fazla olmasıdır. Santimetrekareye düşen 2.500 reseptörle (1.500 Meissner cisimciği, 750 Merkel hücresi, 75 Paccini cisimciği, 75 Ruffini cisimciği ) parmak uçları, derinin en yüksek reseptör yoğunluğuna sahip bölgesidir. Bu yüksek reseptör yoğunluğu sayesinde dokunduğumuz nesneye ait sinyaller süratle beyne iletilmektedir. Dokunma reseptörlerinden çıkan sinyaller, merkezî sinir sistemine A duyu sinir lifleri, kısmen de C sinir lifleri vasıtasıyla iletilir. A lifler 5–12 m çapta olup iletim hızları 30–70 m/s'dir. Bu, dokunduğumuz bir nesneye ait uyaranların bir milisaniyeden daha kısa bir sürede merkezî sinir sistemine ulaşması demektir. Dokunma hissi ‘lemniskal' ve ‘anteraolateral' yol olarak adlandırılan iki farklı sinir demetiyle iletildiğinden omurilikte çok yaygın hasar olmadığı sürece, dokunma hissi bütünüyle ortadan kalkmaz.

    Sıcaklık ve ağrı arasındaki ince çizgi

    Deride sıcaklığa duyarlı reseptörler, vücut ısısının üstündeki ve altındaki sıcaklığa cevap verenler (sırasıyla Ruffini cisimcikleri ve Krause soğanı) olmak üzere iki gruptur. Soğuğa duyarlı reseptörlerin sayısı, sıcağa duyarları reseptörlerin 5–10 katıdır. Soğuğa duyarlı reseptörler 10–38 oC'ye, sıcağa duyarlı reseptörler 30–45 oC'ye cevap verirler. Bir cisme dokunduğumuzda onun sıcaklık durumunu anlarız; fakat belli bir eşik değerin üzerindeki sıcaklıklarda bundan zarar görme ihtimalimiz de vardır. Deney çalışmaları bu eşik değerin insan vücudu için 45 oC olduğunu göstermiştir. Bu derecenin üzerindeki bir sıcaklıkta doku harabiyeti oluşacağı için Yüce Yaratıcı derimize kontrol mekanizması yerleştirmiştir. Bu mekanizma sayesinde eşik değerin üzerindeki sıcaklıklar, ağrı duyusuna dönüştürülmekte ve korunma mekanizmalarının devreye sokulması için, beyne ağrı sinyalleri gönderilmektedir. Eğer böyle olmasaydı, sıcaklığın şiddetini ayırt edemeyecektik ve vücudumuzda derin yanıklar oluşacaktı.

    Sun'î duyular
    Bunlar, dokunma hissinin belli uyarılma kalıplarına sokulmasıyla elde edilen duyulardır. Titreşim, iki nokta ayrımı, stereognozi ve grafestezi olarak adlandırdığımız duyu çeşitleri, buna birer örnektir. Titreşim, basitçe bir diyapazonun deriye uygulanmasıyla algılanır, dokunma reseptörleri ve bilhassa Pacini cisimcikleriyle iletilir. Titreşimin en iyi alındığı yer, kemik çıkıntılarıdır. Derimizin herhangi bir bölgesine dokundurulan iki cismin ayrı uyaranlar olarak algılanması için aralarında belli bir mesafe olmalıdır. Bölgeye göre farklılıklar gösteren bu mesafeye, iki nokta eşiği denir. Sırt bölgesinde bu eşik değer, 65 mm iken, parmak uçlarında 3 mm kadardır. Basit bir metotla bu mesafeyi kendi kendimize tecrübe edebiliriz. Bir cetvelin iki ucuyla sırt bölgesine dokunduğumuzda başlangıçta cetvelin iki ucu arasındaki mesafe, eşik değerin altında olduğu için, tek bir uçla dokunuluyor gibi hissederiz. Bu durum cetvelin iki ucu arasındaki mesafe 65 mm'yi aşana kadar devam eder. Parmak uçlarında ise 3 mm'den uzak nokta uyaranları iki ayrı uyaran olarak değerlendirilir. Stereognozi, elle dokunarak cisimleri tanıma kabiliyetidir. Normal insanlar daha önceden bildikleri cisimleri sadece dokunarak tanıyabilirler. Grafestezi ise stereognozinin hususi bir şekli olup, gözler kapalı iken avuç içine yazılan yazıların anlaşılmasıdır. Bu sun'î duyuların kaybı, merkezî sinir sisteminde çeşitli hastalıkların habercisi olabilir.

    Dokunma organının deri olduğunu söylemek yanlış olmasa da, derinin sadece dokunma vazifesi yaptığını söylemek eksik ve yanıltıcıdır. Deri bir duyu organı olmasının yanı sıra, biyolojik, fizikî ve kimyevî faktörlere karşı müdafaa, zararlı (toksik) maddelerden arınma, su dengesini ayarlama, yara iyileşmesini sağlama, bağışıklık sisteminin önemli bir bölümünü oluşturma, metabolik ve hormonal faaliyetlere katkıda bulunma ve vücut sıcaklığını düzenleme (termoregülasyon) gibi görevleri olan başlı başına bir yaratılış mu'cizesidir. Bütün bu hususlara bakıldığında, her birinin hayatî önem arz ettiği ve bu hususlardan herhangi birinin eksikliği durumunda hayatın sebepler açısından imkânsız olduğu görülecektir.


    Kaynaklar
    - Greenspan, J. D., and Bolanowski, S.J. (1996). "The psychophysics of tactile perception and its peripheral physiological basis", In Handbook of Perception and Cognition 7: Pain and Touch, L.Kruger, ed., pp. 25-103, Academic Press, San Diego.
    - Odom RB, James WD, Berger TG. Andrews' Diseases Of The Skin. WB Saunders Company, Philadelphia, 2000
    - Türkiye Klinikleri J Cosmetol 1999, 2:1-8
    - Yücel A. Akut ağrı nörofizyolojisi. Hasta kontrollü analjezi (PCA). İstanbul: MER Matbaacılık Yayıncılık, 1997: 5–19

    http://www.sizinti.com.tr/konular.php?KONUID=4562&SAYIID=359&KATID=40




  • Osmanlı Devleti’nde Gayrimüslimler


    Azınlık, bir devlet otoritesi altında yaşayan, aralarında din, dil, ırk farkı bulunan, özel anlaşmalarla verilen haklardan yararlanan gruplardır.[1]

    İslam Hukuku’ndaki “dinde zorlama yoktur” esasını benimsemiş olan Osmanlı Devleti, ele geçirdiği topraklarda yaşayan gayrimüslimlerle bir zimmet anlaşması imzalamış, gayrimüslimler haraç ve cizye ödeyerek can ve mal güvenlikleri devlet tarafından emniyet altına alınmıştır.[2]

     ++ faydalı bilgiler


    Osmanlı Devleti’nin toplumsal, hukukî, siyasî ve idarî yapısı ırk esasına göre değil, “Millet Sistemi” denilen inanç temeline göre şekillenmiştir. Osmanlı Devleti döneminde “Millet Sistemi” esasına dayanan azınlıkların büyük çoğunluğunu Rum, Ermeni ve Yahudi toplumları oluşturuyordu. Millet esasına göre azınlık statüsünde bulunan Ermenilerin ve Rumların dini Hıristiyanlık, Yahudilerin dini ise Museviliktir.[3]

    Osmanlı Devleti’nde gayrimüslimlerle iç içe yaşama, devletin kuruluş yıllarına kadar gider. Gayrimüslimler, İslam Hukuku’nun “zimmi hukuku” ile birlikte zaman zaman çıkarılan “örfî hukuk”un sağladığı düzen içinde huzur, barış ve güven içerisinde yüzyıllarca yaşamışlardır.[4]


    Osmanlılarda azınlık anlayışı, bir nüfus veya insan ayrımı olmayıp, azınlıkların kimlikleri, tanınmaları ve bilinmeleri açısından kullanılmıştır. Bu sebeple azınlıkların tespitinde fert sayısı veya toplulukların birbirine oranı diye bir kural mevcut değildir. Bundan dolayı azınlıklar, kendilerine “Osmanlı” denilmesini istemişlerdir.[5]

    Burada bir hususa özellikle değinmeliyiz ki fethedilen, başka bir devletin veya kültürün hâkimiyeti altına giren halkların dinî, millî ve kültürel kimliklerini uzun süre koruyamadıkları, asimile oldukları tarihî bir realitedir. Osmanlılar, hâkimiyeti altındaki farklı unsurlara herhangi bir baskı ve asimilasyon uygulamamıştır. Tersi bir durum olsaydı, beş asırdan fazla Osmanlı hâkimiyeti altında kalan yerlerde ne İslam’dan başka bir din, ne Türkçe’den başka bir dil, ne Türk’ten başka bir millet kalırdı. Bu durum, devletin zaaf veya ihmali sonucu değil, bilinçli olarak uygulanan ve İslam Hukuku’nun emrettiği “zimmi hukuku” ile ilgilidir ve devletin sergilediği duyarlılığın tabii bir sonucudur.[6]

    Azınlıklar, Osmanlı idaresinde İslam Hukuku’nun kendilerine tanıdığı haklar çerçevesinde cemaat işlerinde kamu düzenini ilgilendiren konularda; aile, evlenme, boşanma, miras vb. özel hukukla ilgili konularda çok geniş haklara sahip olmuşlardır. Yani Müslüman halkın sahip olduğu birçok hak ve hürriyetler kendilerine verilmiştir.[7]

    Fatih Sultan Mehmet, 1453’te İstanbul’u fethettiğinde üç önemli topluluk ile karşılaştı. Bunlar Ortodoks Kilisesi’ne bağlı Rumlar, Gregoryen Kilisesi’ne bağlı Ermeniler ve bir de Yahudilerdi. Bu topluluklar etnik kökenleriyle anılmayıp din ve mezhep anlamında “millet” olarak tanımlanıyordu.[8] Fatih, fetihten hemen sonra “Galata Ahitnâmesi” ile buradaki topluluklara kendi dillerini kullanma ve kendi dillerinde eğitim görme, dinlerini ve inançlarını serbestçe yaşama, kendi kültür ve ananelerini yaşama ve tarihî varlıklarını huzur ve güven içinde sürdürebilme gibi haklar vermiştir.[9]

    Fatih zamanında ve daha sonraki padişahlar zamanında, azınlıkların verilen hak ve hürriyetler, devletin zamanla gücünü yitirmesiyle birlikte, Batılı Devletlerinde kışkırtmalarıyla azınlıklar tarafından yeterli bulunmayarak siyasî, idarî, hukukî, iktisadî, ticarî, kültürel alanlarda yeni düzenlemeler yapılması sonucunu doğurmuştur.[10] Fakat yapılan bu yeni düzenlemeler, Batılı Devletlerin baskıları sonucu yapıldığı için devletin çöküşünü önlemeye yetmediği gibi, Batılı Devletlerin azınlıkların haklarını bahane ederek sık sık içişlerimize karışmalarına neden olmuştur.

    Netice itibariyle söylemek gerekirse: Osmanlı Devleti, gayrimüslim tebaaya hem dinî hem de örfî hukuk çerçevesinde birçok hak ve hürriyetler vermiş, fakat devletin zamanla gücünü yitirmesiyle birlikte, verilen bu haklar ve hürriyetler Batılı Devletlerinde kışkırtmalarıyla Osmanlı Devleti aleyhine kullanılarak devletin çöküşünü hızlandırmıştır.

    1- Rumlar


    Rumların Türklerle ilk teması Büyük Selçuklular devrinde başlamış, bu temas 1071’den 1453’e kadar kesintilerle devam etmiştir.[11]

    Osmanlı döneminde Rumlar, 1453 yılında İstanbul’un fethiyle başlayan Yeniçağa kadar, İstanbul’da “Bizans”, Trabzon ve çevresinde ise “Pontus” olmak üzere iki ayrı devlet halinde yaşamışlardır. Rumlar Ortodoks Mezhebi’ne mensuptular. Bizanslı Rumlar 1453’te İstanbul’un fethiyle, Pontuslu Rumlar 1461’de Trabzon’un alınmasıyla Osmanlı yönetimine girmişlerdir.[12] Gerek İstanbul’daki Rumlara, gerekse de Trabzon’daki Rumlara çok geniş hak ve hürriyetler verilmiş, Fatih’in Patrik ve Patrikhaneye vermiş olduğu ve diğer Osmanlı Padişahları tarafından da sürdürülen haklar öylesine geniş tutulmuştur ki, adeta devlet içinde devlet görüntüsü ortaya çıkmıştır.[13] İstanbul Rum Patriği’ne, sadece Rum cemaatinin liderliği verilmemiş, bunun yanında Avrupa’daki tüm Ortodoksların lideri olma ayrıcalığı da sunulmuştur. Sırp, Bulgar, Arnavut, Roman Kiliseleri ile Rus Ortodoks Kilisesi de İstanbul Patrikhanesine bağlanmıştır.[14] Ayrıca Rumlar, Patrikhane öncülüğü ve denetiminde bağımsız dini hayat ve dinle ilgili müesseselerin yanında, bağımsız mahkemelerini, mahalli idarelerini, vergi toplama düzenlerini, her türlü eğitim müesseselerini kurmuşlardır.[15]

     ++ faydalı bilgiler


    bir Rum aile

    Rumlar, Osmanlı Devleti’nde imtiyazlı bir azınlık olmuş, Fenerli Rum beyleri, Devletin Hariciye Vekaleti (Dışişleri Bakanlığı)’nde müsteşarlık, tercümanlık görevi, ayrıca Eflak ve Boğdan Voyvodalıkları, Girit ve Sisam Valilikleri gibi üst düzeyde görev yapmışlar, ticaret ve sanatta oldukça ileri gitmişlerdir.[16] Ayrıca kiliseleri ve Patrikhane, Katolik Avrupa’ya karşı himaye altına alınmış, kendilerine her konuda olduğu gibi, din ve inanç hürriyeti hususunda çok geniş ayrıcalıklar verilmiştir.[17]

    Yüzyıllarca Osmanlı himayesinde rahat, huzur ve barış içerisinde yaşayan Rumlar, Rusya’nın Ortodoksları himaye etme ve sıcak denizlere inme politikasının, Batılı Devletlerin ise emperyalist politikalarına alet olmuşlar, Osmanlı Devleti’nin yıkılışında çok önemli rol oynamışlardır.[18] Burada bir hususu özellikle belirtmeliyiz ki, Rumların Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanıp bağımsız bir devlet kurmak istemelerinde, Avrupa’da okuyan Rum gençlerinin çok büyük rolü olmuştur. Şöyle ki; Avrupa üniversitelerinde okuyan Rum gençleri oradaki ilim ve düşünce adamları, şairler ve yazarlar ile temasa geçerek onlardan Fransız İhtilali sonrasında moda olan bağımsızlık, milli devlet, özgürlük, eşitlik, adalet vb. konularda bilgilendirilip yönlendiriliyorlardı. Avrupa’dan dönen bu Rum gençleri, bu fikirleri kendi toplumuna yayarak ayrılıkçı hareketleri körüklüyorlardı. Bunun neticesinde Rumlar, Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanıp bağımsız devlet kurma isteğiyle ayaklanıyorlardı.[19]

    Ayrıca Rumlar, bu amaçlarına ulaşabilmek için Etniki(Filiki) Eterya, Mavri Mira, Pontus Rum, Rum İzci Teşkilatı gibi teşkilatlar kurmuşlar, papazlar vasıtasıyla halkı Osmanlı Devleti aleyhine kışkırtıp ayaklandırmışlardır. Bu ayaklanmalarda misyonerlerin, kiliselerin, okulların, tüccarların, Rum çetelerinin çok büyük rolü olmuştur.[20]

    1821’de Mora İsyanı sonrasında Rumlar, Batılı Devletlerin ve Rusya’nın da desteğiyle 1829 yılında Yunan Devleti’ni kurmuşlardır.[21]

    Milli Mücadele döneminde ise Rumlar, Batılı Devletlerinde destek ve yardımlarıyla Milli Mücadele’yi baltalamak için birtakım faaliyetlerde bulunmuşlardır. İstanbul’daki Rumlar, Bizans Devleti’ni yeniden kurmak, Karadeniz’deki Rumlar Pontus Devleti’ni yeniden kurmak için faaliyete geçmişler; bu hususta Patrikhane, misyonerler, Rum kiliseleri ve okulları, Rum tüccarları ve Rum çeteleri çok aktif rol oynamışlarsa da bu hususta başarılı olamamışlardır.[22]

    Milli Mücadele’nin zaferle neticelenmesi ve 24 Temmuz 1923’de imzalanan Lozan Antlaşması sonrasında İstanbul’daki Rumlar ve Batı Trakya Türkleri dışında, Rumlar ve Türkler, Yunanistan ve Türkiye arasında karşılıklı olarak mübadele edilecekti.[23]

    Bugün ülkemizde Rumlar; İstanbul, Gökçeada, Bozcaada, Trabzon ve Çanakkale’de rahat ve huzur içinde yaşamaktadırlar.[24]

    2- Ermeniler


    Ermenilerin menşei tam ve kesin olarak karara bağlanamamış, Ermenilerin menşei muhtelif rivayet ve mitolojik hikâyelerden ibaret kalmıştır. Buna göre birinci görüş Ermeniler Frigyalılarla birlikte Trakya’dan Anadolu’ya gelmişler; ikinci görüş güneyden gelen ve Urartu’ya yerleşen Hayklar ile, kuzeyden gelip Anadolu’ya giren Armenlerin birleşmesiyle ortaya çıkan bir toplumdur; üçüncü görüş ise Hititlerin torunları olduklarıdır.[25]

    Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan, 1071 yılında Malazgirt Zaferi’ni kazandıktan sonra Anadolu’ya bir Türk yurdu haline getirmiş, burada yaşayan Ermenilerde Türk idaresine girmişlerdir.[26] Uzun süre Selçuklu idaresinde kalan Ermeniler, daha sonra Harezmşahlar, İlhanlılar, Celayirliler, Timurlular, Akkoyunlular idaresinde de yaşamışlardır.[27]

    Fatih, İstanbul’u fethedince Ermenilere çok geniş haklar vermiş, Bursa Metropoliti Ovakim’i patrik ilan ederek İstanbul’da bir Ermeni Patrikhanesi kurdurmuş; Süryani, Kıptî ve Habeş kiliselerini de bu Patrikhane’ye bağlamıştır. Ermeni Patrikhanesi, bazı Hıristiyan Cemaatleri tek çatı altında toplaması bakımından ayrıcalıklı ve üstün bir nitelik taşımaktaydı.[28]

     ++ faydalı bilgiler

    İstanbul Ermeni Koleji Öğrencileri 1914

    Ermeniler, yüzyıllarca Osmanlı idaresinde huzur, barış ve güven içerisinde yaşamışlar; öyle ki eşyalarını, evlerini birbirlerine emanet etmişler, Ermeni kızları kendi gönül rızalarıyla Türk erkekleriyle evlenmişlerdir.[29]

    Ermeniler Osmanlı idaresinde kiliselerini ve okullarını kurmuşlar, yok olmaya başlayan kültürlerini ve dillerini Osmanlı’nın verdiği geniş hak ve hürriyetler sayesinde yeniden canlandırmaya başlamışlardır.[30] Ayrıca birçok iş ve meslek; doktor, mimar, sarraf, zanaatkâr, bankacı, maliyeci, toptancı, barutçuluk, darphanecilik vb. iş ve meslekler Ermeniler tarafından icra edilmiştir.[31] Ermenilerin Osmanlı idaresine 33 mebus, 22 bakan, 29 general, 7 büyükelçi, 1 konsolos, 17 öğretim üyesi, 41 yüksek dereceli memur verdiği göz önünde tutulursa, Osmanlı idaresinde ne kadar iyi hayat şartlarına, geniş hak ve özgürlüklere sahip oldukları çok daha iyi anlaşılır.[32]

    Ermeni toplumunun 19. yüzyıla kadar Osmanlı Devleti ile bir sorunu olmadı. Ermeniler Osmanlı Devleti’ne bağlı kaldıkları için, kendilerine “Millet-i Sâdıka” (Sâdık Millet) denilmiştir. Zayıflayan Osmanlı Devleti’nden pey alma yarışına giren Batılı Devletler Ermenilerin milli bilincini okşayarak bağımsızlık isteğiyle sık sık Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanmasını sağladılar. Bu hususta başka misyonerler olmak üzere, Ermeni azınlık olukları ve kiliseleri çok aktif rol oynadılar.[33] Ayrıca bu hususta dergiler, kitaplar, broşürler çıkarttılar ve çok yoğun bir propagandaya giriştiler.[34]

    1863’te kabul edilen Ermeni Milleti Nizamnamesi ile Ermeniler çok geniş haklar elde etmişler, adeta devlet içinde devlet olmuşlardır.[35]

    Burada bir hususu hatırlatmakta fayda vardır: Batılı Devletler, Gregorian (Gregoryen) Mezhebi’nden* olan Ermenileri, kendi mezhebine çekmek ve kendi emelleri doğrultusunda kullanmak için Ermeniler üzerinde çok yoğun bir propaganda uyguladılar.[36] Şöyle ki, Katolik Fransızlar, Protestan İngiliz ve Amerikalılar, Gregoryen Mezhebi’nden olan Ermenileri kendi mezhebine kazandırmak istemişler, kendi mezheplerinden olmayan, yani Katolik ve Protestan olmayan Gregoryen Ermenilerine baskı uygulamışlardır. Zira Gregoryen Ermenileri, Osmanlı Devleti’ne bağlıydı. Protestan veya Katolik olan Ermeniler, Batılı Devletlerinde kışkırtmalarıyla Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanıyorlardı. Ermeni Gregoryen Patriği, Ermeni Cemaatinin bölünmesini önlemek için Osmanlı Devleti’nden yardım istemiş, fakat Batılı Devletlerin Osmanlı Devleti üzerindeki nüfuz ve baskıları nedeniyle bu hususta gerekli yardım ve destek yapılamamıştır.[37]

    Ruslar, Doğu Anadolu’yu ele geçirebilmek için Ermenileri kışkırtmış, Doğu’da görev yapan Rus konsolosları, Ermeni halkını Osmanlı’ya karşı düşmanca hisler beslemesi için yoğun çaba harcamışlardır. Bu tahrikler sonucu Ermeniler, özellikle Osmanlı Devleti’nin iç ive dış problemler yaşadığı dönemlerde isyana girişmişlerdir.[38]

    Bu şekilde devleti, ciddi şekilde meşgul eden otuzdan fazla ayaklanma gerçekleştirmişlerdir. Bu ayaklanmaların hazırlanmasında ve yürütülmesinde Amerikan, İngiliz ve Rus misyonerlerinin ve ajanlarının çok büyük rolü olmuştur.[39]

    93 Harbi (1877-78 Osmanlı-Rus Harbi)’nde Osmanlı Devleti’nin Rusya’ya mağlup olması üzerine 3 Mart 1878’de Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması imzalanmıştı. Bu antlaşmanın 16. maddesiyle Ermenilere yönelik ıslahat yapılması karalaştırılmıştı. Fakat antlaşma İngiltere, Avusturya ve Almanya’nın çıkarlarına aykırı hükümler taşıdığı için, bu antlaşma bahsedilen devletler tarafından kabul edilmedi. Bunu üzerine Berlin Konferansı toplanmış ve konferans sonrasında Berlin Antlaşması imzalanmıştı(13 Temmuz 1878).[40]

    Berlin Antlaşmasında Ruslar, antlaşmanın 61. maddesine göre 6 vilayette (Erzurum, Diyarbakır, Van, Bitlis, Harput, Sivas) Ermeniler lehine ıslahat yapılmasını istemiştir. Fakat II. Abdülhamit, Ermeni Devleti’nin alt yapısını kurmayı amaçlayan bu 61. maddeyi şiddetle reddetti ve yürürlüğe koymamıştır.[41]

    Batılı Devletlerin ve Rusya’nın da desteğiyle Ermeniler 1885’de Armenikan Partisi (ilk kurulan Ermeni partisidir), 1887’de Hınçak, 1889’da Taşnak Cemiyetlerini kurdular. Kurdukları bu cemiyetlerle sık sık Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklandılar ve binlerce masum Türk’ü öldürdüler.[42]

    1. Dünya Savaşı’nda Ruslarla işbirliği yapan Ermenilerin ayaklanmalar çıkartması ve Osmanlı Devleti’nin masum halkına yönelik katliamlarda bulunması üzerine, Osmanlı Hükümeti bu durum karşısında Ermeni Patriği, Ermeni milletvekilleri ve önde gelen Ermenilerle görüşmüşse de bu görüşmeden olumlu bir sonuç alınamamış, bunun üzerine Osmanlı Hükümeti 24 Nisan 1915’te aldığı bir kararla, Ermeni komitelerini kapatıp önde gelenlerini tutuklamış, çok sayıda belge ve dokümanlara el koymuştur. Ermeni Diasporası’nın her yıl sözde Ermeni soykırımının yıldönümü diye andığı ve dünya kamuoyunu aldattığı 24 Nisan, işte bu kararların uygulandığı tarihtir.[43]

    Ayrıca Osmanlı Hükümeti Alman Genelkurmayı’nın da ısrarlı teklifleriyle Doğu Anadolu’da savaş bölgesi hattı içinde kalan Ermenileri, 25 Mayıs 1915’te çıkardığı “Sevk ve İskân Kanunu” çerçevesinde savaş dışı bölgelere(Suriye, Halep, Rakka, Musul gibi) sevk etmiştir. Ermeni Tarihçi Leon ve Amerikalı Tarihçi Prof. Dr. Justin McCarty’e göre; Osmanlı Hükümeti, Rus kışkırtmalarına kapılarak ve Rus silahlarına güvenerek karışıklıklar ve isyanlar çıkaran Ermeni komiteleri karşısında kendi varlığını koruma hakkını kullanmıştır. [44]

    Tehcir edileceklerin satılması gereken mallarının ucuza gitmemesi, dolayısıyla zarara uğramaması için gerekli tedbirler alınmıştır. Tehcire tâbi olacak Ermenilerin mallarının gerçek değerinin altında satılmaması sağlanmış, malları gerçek bedeline satılarak paraları kendilerine verilmiştir. Ermenilerin, yanlarında götürmek istedikleri mallarını götürebilmeleri için gerekli tedbirler alındığı gibi, götüremedikleri mallarının onların hesabına yatırılması sağlanmıştır.[45]

    Sevk ve İskân Kanunu her Ermeni’yi kapsamıyordu. Sakatlar, hastalar, körler, yetim çocuklar, dul kadınlar, Ermeni mebusları, Osmanlı Bankası’nda çalışan Ermeniler, Düyun-u Umumiye’de ve bazı konsolosluklarda çalışan memurlar, Katolik ve Protestan mezhebinden olan Ermeniler, Osmanlı ordusunda asker, subay, sıhhiye sınıflarında hizmet verenler ve aileleri, tüccarlar, ustalar ve ameleler bu kanunun kapsamı dışında bırakılmıştır.[46]

    Sevk ve isyan sırasında meydana gelen kayıpların; eşkıya ve çetelerin saldırıları, tifo, kolera, tifüs vb. bulaşıcı hastalıklar, açlık, değişik yerlere göçler sırasında yaşanan insan kayıpları, iklim değişikliği, uzun yolculuğun verdiği güçlükler ve sıkıntılar, bazı memurların ve jandarmanın suistimali, Ermeni çetelerin kurtarma faaliyetleri için giriştiği baskınlardaki çatışmaların ölümle sonuçlanması gibi kayıplar olduğu görülecektir.[47]Ayrıca Ermeni çeteleri, kendilerine destek vermeyen soydaşlarını da katletmişlerdir. Böylece hem korku salarak bütün Ermenileri sindirip yanlarına çekmiş olacaklar, hem de Avrupa kamuoyunda “bu Ermenileri Türkler katletti” diyerek kendi lehlerine propaganda yapmış olacaklardı. Bu amaçla birçok Ermeni, yine bizzat Ermeni çeteleri tarafından öldürülmüştür.[48]

    Sevk ve iskân işleri son derece itinalı ve büyük hassasiyet içinde yürütülmeye çalışılmıştır. Tehcire tâbi olan kişilerin iskân edeceği yere kadarki masraflarını hükümet karşılamış, nakledilen Ermenilerin can ve mal güvenliklerinin o güzergâhtaki idarecilere ait olduğu bildirilmiş ve bu hususta gerekli tedbirler alınmıştır. Sevk ve iskân sırasında meşakkatsiz yollar ve güvenli yerler tercih edilerek rahat bir sevk sağlanmıştır.[49] İskân sırasında meydana gelen olumsuzlukların sorumlularını hükümet cezalandırmıştır.[50]

    30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’nin 7. maddesi Doğu’da bir Ermeni Devleti’nin kurulmasını öngörüyordu. Yine 10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Antlaşmasıyla Doğu Anadolu’da bir Ermeni Devleti’nin kurulması amaçlanıyordu. Ermeniler bu amaçla silahlı çeteler kurarak binlerce masum Türk insanını katletmiş, bu gelişmeler üzerine TBMM. 15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir Paşa’yı Doğu Cephesi Komutanlığı’na atadı. Karabekir, 28 Eylül 1920’de askeri harekata başlamış, 29 Eylül’de Sarıkamış’ı, 30 Ekim’de Kars’ı Ermenilerden kurtarılmıştır. Ermenilerle 3 Aralık 1920’de Gümrü Antlaşması imzalanmıştır. Buna göre Ermeniler Doğu Anadolu’da hak iddia etmekten vazgeçmişlerdir.[51]

    3- Yahudiler


    Osmanlı Devleti tarihinde ilk Yahudi toplumu Bursa’dadır. Orhan Gazi, Bursa’ya girdiğinde Yahudilere çok iyi müsamahada bulunmuş, onlara bir havra inşa etmeleri için izin vermiştir.[52]

    Osmanlı Devleti’ne göç eden ilk Yahudi gurubu 1470 yılında Almanya ve Polonya’dan gelen Aşkenaz Cemaati’dir. Daha sonra Osmanlı Devleti’ne İspanyolların zulmünden kaçan Sefarad Yahudileriyle, Kırım’dan Karaim Yahudileri gelerek İstanbul’a yerleşmişlerdir.[53]

    Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’un fethinden sonra diğer dini azınlıklara tanıdığı hakları Yahudilere de tanımış, Maiz Kapsali (Moses Capsali)’yi ilk hahambaşı olarak atamıştır.[54] 1865’te çıkarılan “Hahamhâne Nizamnamesi” ile Ruhanî, Cismanî ve Genel Meclisler oluşturulmuş ve bu nizamnâme ile geniş bir irade ve iç yönetim imkanlarına sahip olmuşlardır.[55]

    Yahudilerin Osmanlı idaresine karşı tek ciddi isyanları, Sabatay Sevi hareketidir. Sabatay Sevi 1666 yılında Mesih olduğun iddia ederek Yahudi Devleti kurma çalışmalarına girişmiş, fakat bu girişim neticesiz kalmıştır. İdam edilmemek için sözde Müslüman olmuş, Mehmet Aziz adını almıştır.[56]

    Yüzyıllarca Osmanlı idaresinde huzur, barış ve rahat içinde yaşayan Yahudiler, Milli Mücadele Dönemi’nde mevcut durumu mali ve ticari yönden kendi çıkarları doğrultusunda değerlendirdiler. Hahambaşı’nın öncülüğünde Alyans-İsrailit ve Makabi gibi cemiyetler kurdular ve bu cemiyetler vasıtasıyla ticarî, malî, kültürel, dinî ve hukukî haklarını korumaya çalıştılar. İstanbul işgal edilince Yahudiler, daha önce evlerine ve dükkânlarına asmış oldukları Türk Bayrağı’nı kaldırıp yerine Süleyman Bayrağı asmaya başladılar. Filistin’deki atalarının 2 bin yıl önceki geleneklerini yeniden yaşamaya, canlandırmaya başladılar, kıyafetlerini giymeye başladılar.[57]

    Sonuç itibariyle özetleyecek olursak, Osmanlı Devleti himayesinde yüzyıllarca rahat, huzur ve barış içerisinde yaşayan gayrimüslimler, Osmanlı Devleti’nin çöküş sürecine girmesiyle birlikte, Emperyalist Batılı Devletlerinde yardım ve desteğiyle kendi milli devletlerini kurma yoluna gitmişlerse de, Milli Mücadele’nin zaferle sonuçlanmasından sonra bu hevesleri kursaklarında kalmıştır.

    * Bu makale, Niğde Üniversitesi SBE. İlköğretim Anabilim Dalı Sosyal Bilgiler Öğretimi Bilim Dalı’nda akademik jüri tarafından onaylanmış Yüksek Lisans Tezi’nin bir kesitidir.

    MEHMET DERİ

    Bilim Uzmanı, Araştırmacı -Yazar


    kaynak



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Deep Impact -- 30 Aralık 2008; 9:04:55 >




  • Atom Bombası


    Atom bombası, patlamanın kontrolsüz çekirdek tepkimesi yoluyla sağlandığı bomba modelidir. Çekirdek tepkimesi zincirleme ve çok hızlı gerçekleştiğinden ortaya devasa bir enerji açığa çıkar ve bu da patlama ile beraberinde şok dalgası yaratır.

    İlkesi :
    Fizyon tipi çekirdek tepkimesine dayalı atom bombalarında yüksek zenginlikte (saflıkta) Uranyum (235U) veya Plütonyum (239Pu) kullanılır. Günümüzde üretilen bombalar daha çok plütonyum içeriklidir. Bu yüksek zenginlikte malzeme, zenginleştirme tesislerinden ya da nükleer reaktörlerden elde edilmektedir.

    Zincirleme çekirdek tepkimesinin gerçekleşmesi için, ortamın kritik adı verilen seviyede ya da üstünde olması gerekmektedir. Bunun için de belli miktarda ki kütlenin belli bir hacimde olması gereklidir. Bu gereken en az kütleye kritik kütle, hacime de kritik hacim denir. Atom bombalarına kritik kütle sağlanacak miktarda malzeme konur fakat bu malzeme öyle bir dağınık yerleştirilir ki, kritik hacim şartı sağlanamaz ve bu sayede bomba beklerken ya da taşınırken tamamen güvenli bir şekilde durur.

    Atom bombasında patlamanın gerçekleşmesi için nükleer malzeme dışında iki ayrı önemli bölüm daha vardır. Bunlardan biri tetiklemeyi yapacak olan fünye diyebileceğimiz parçadır. Genelde dinamit kullanılır. Bombanın patlaması için bu az miktardaki dinamit ilk olarak patlar ve patlamanın etkisi ile dağınık nükleer malzeme bir araya gelerek kritik hacme ulaşır. İkincisi ise nötron kaynağıdır. Artık kritik kütlede ve hacimde olan malzemede zincirleme çekirdek tepkimesini bu nötron kaynağından çıkan nötronlar başlatır ve bundan sonrası kontrolsüz bir biçimde devam eder ve patlama gerçekleşir. 1945 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nin attığı bombalar Japonya'yı neredeyse yok etmiştir. Termonükleer bombanın bulunmasından sonra atom bombası taktik silahı olmuştur. Nükleer silahların üretimine başlanmasına neden olmuştur. İlk olarak Nazi Almanya'sına atılacaktı. Ama savaşta Almanya yenilince Japonya'ya atıldı.



    Tarihi:

    * - İlk gizli deney süreçleri :

    İlk deneyler kamuoyunda gizli bir şekilde yapılmıştır. Deneylerin yapıldığı bölgeye yakın yerlerdeki kasabalarda daha sonraki yıllarda engelli doğum oranları aşırı bir şekilde artmıştır. Dahası deneylerde yer alan askerlerin ilerde kanser oldukları konusunda bilimsel bir çok tıbbi bilgi uzun seneler kamuoyundan saklanmıştır.

    II. Dünya Savaşı sırasında, Manhattan Projesi adıyla, ilk çalışmalar başladı. 1942 yılında ABD'nin New Mexico eyaletindeki Los Alamos bölgesinde gizlice bir grup ünlü bilimadamı toplandı. Robert J. Oppenheimer öncülüğünde 3 yıl çalıştıktan sonra ilk bombayı yapmayı başardılar. Aynı esnada Tennessee eyaletinin Oak Ridge kasabasında gizli bir üs daha kuruldu. Burada da patlayacak zengin malzemenin üretimi çalışmaları başladı.

    İlk atom bombasının denemesi 16 Temmuz 1945 günü Meksika sınırına yakın Alamogordo çölünde gerçekleştirildi. "Trinity" kod adlı bu denemede patlamanın şiddeti inanılmazdı. Hesaplanan patlama 16 bin ton dinamitin patlamasına eşdeğerdi ve o güne kadarki bombalardan çok daha şiddetliydi. Bu başarının üzerine atom bombasının Japonya’nın iki önemli şehrinde kullanılması kararlaştırıldı.


    Hiroşima

    6 Ağustos 1945 sabahı ilk atom bombası Enola Gay isimli bir bombardıman uçağı ile Hiroşima’ya atıldı. 3 gün sonra 9 Ağustos'ta Nagasaki'ye atıldı.

    KAYNAK!.




  • İLK MODERN BİLİM ADAMI IRAKLI


    Pek çok kişi modern bilimin babasını tartışmasız Isaac Newton kabul eder. Ancak bu görüşe itirazlar var, hem de Newton’un anavatanı İngiltere’den



    İSTANBUL - İngiltere’nin Surrey Üniversitesi’nden fizikçi Prof. Jim el Halili, BBC’nin internet sitesinde yayınlanan makalesinde, Newton’dan yedi yüz yıl önce yaşayan, Irak doğumlu Hasan İbn-i Haysem’in, ilk gerçek bilim adamı olduğunu ve Newton’ın özellikle optik alanındaki buluşlarının Haysem’in çalışmaları üzerinden yükseldiğini yazdı.

     ++ faydalı bilgiler


    Prof. Halili, makalesinde şunları yazıyor;

    AVRUPA’NIN KARANLIK İSLAM DÜNYASININ ALTIN ÇAĞI


    “Bilim tarihindeki popüler açıklamalar tipik olarak Antik Yunanlılar ile Avrupa Rönesansı arasındaki dönemde hiçbir büyük bilimsel gelişme olmadığını öne sürer. Ancak Batı Avrupa’nın karanlık çağlarda yaşadığı gerileme, dünyanın kalanının da durguluk yaşadığı anlamına gelmez. Gerçekte, 9. ve 13. yüzyıl arasındaki dönem İslam bilimini altın çağı olarak nitelendirilebilir.

     ++ faydalı bilgiler


    Bu dönemde matematik, astronomi, tıp, kimya ve felsefede büyük ilerlemeler yaşandı. Bu dönemdeki pek çok dehanın yanında İbn-i Haysem öne çıkmaktadır.

    İLK BİLİM ADAMI

    İbn-i Haysem, modern bilimsel metodun babası unvanını hak ediyor. Genel tanımıyla, modern bilimsel metodu, deney ve gözleme dayalı bilgilerin kullanılması ve formüller ve testlerle ortaya konulan hipotezlerin takip edilerek bilinmeyen açıklanması, yeni bilgilerin ortaya konması ya da varolanların düzeltilmesi olarak tanımlayabiliriz. Bilim bugün bu şekilde yapılıyor ve bilimsel gelişmelerin temelinde de bu yöntem yatıyor.

    Genellikle bilimsel metodun, 17. yüzyılda Francis Bacon ve Rene Descartes’e kadar ortaya konmadığı iddia edilir. Ancak benim, bu konuda İbn-i Haysem’in ilk olduğuna hiçbir kuşkum yok. Deneysel bilgi ve sorgulanabilir sonuçlar söz konusu olduğunda Haysem genellikle ‘ilk gerçek bilim adamı’ sayılmaktadır.

    GÖRME OLAYINI AÇIKLADI

     ++ faydalı bilgiler


    İbn-i Haysem'in optik üzerine yaptığı çalışmalar yüzyıllar sonra Avrupa'da da yayınlandı.

    İbn-i Haysem, cisimleri nasıl gördüğümüze ilişkin soruya ilk doğru açıklamayı getirmiştir. Örneğin İbn-i Haysem, Platon, Öklit ve Ptolemy gibi düşünürlerin inandıkları yayılma teorisinin (bu teoriye göre gözümüzden çıkan ışınların, bakılan cismi aydınlatması ile görüyoruz) deneysel verilerle yanlış olduğunu kanıtladı.

    Ayrıca, daha önce hiç kimsenin yapmadığı biçimde iddialarını kanıtlamak için matematiği kullandı. Bu nedenle de onu ilk teorik fizikçi olarak nitelendirebiliriz.

    Belki de buluşları arasında en çok tanınanı ‘iğne deliği kamerası’dır, bu nedenle de onun yansıma kanunlarını keşfettiğine inanılmaktadır. Ayrıca ışığın yayılmasında, renk bileşenlerine ayrılması üzerine ilk deneyleri yapmış, gölgeler, gökkuşakları ve güneş tutulması üzerine çalışmış ve güneş ışınlarının kırılması üzerinden atmosfer yüksekliğinin yaklaşık 100 km. olduğunu hesaplamıştır.


    http://www.ntvmsnbc.com/news/471409.asp





  • Algının Özellikleri :

    Algıyı, ferdin çevresine yaptığı anlamlı, sistemli ve toptan bir tepki olarak tanımlamıştık. Bunun bu şekilde olması, rasgele değil, belirli ilkeler çerçevesinde olmaktadır. bunlara �algının özellikleri� denir. Algının özelliklerini 4 grupta inceleyebiliriz.

    1. Seçicilik : Fert, kendisine gelen uyarıcıların hepsini seçmeye muktedir değildir. Algılamanın olabilmesi için kendisine gelen uyarıcılardan bir kısmını seçer, bir kısmını seçmez. Seçilecek algıları etkileyen başlıca iki faktör vardır : 1 ferdin ilgi ve dikkati 2 uyarıcının özelliği
    Birincisine göre fert ilgi duyduğu yahut kendisi için önemli olan nesne ve olaylara yönelir. Bunları seçer. İlgi duymadıklarına yahut kendisi için önemli olmayanlara da duyarsız kalır. Bu gibilerin algıları, onda belirli belirsiz bir biçimde oluşur. Herkesin, yeni bir ortama girdiği zaman, mesleği ile ilgili araç ve gereçlere olaylara dikkat etmesi bundandır. Bir büyük mağazaya giren ayakkabıcı ayakkabılara, bir oyuncakçı da oyuncaklara dikkat eder. Böylece dikkat en önemli bir seçicidir.

    Ayrıca ferdin ihtiyaçları beklentileri ve öğrenme durumu da algılamayı etkiler. Kişi aç iken, yiyecek maddelerine ; susuz iken içecek maddelerine karşı daha duyarlıdır. Bunlarla ilgili bir söz yada hareketi diğerlerine kıyasla, daha çabuk algılarlar. Daha önce belli bir alanda bir eğitim görmüş olan bir kimse, yeni öğrendiği herşeyi eskileri ile karşılaştırır. Yeni bilgiler eskilerinin etkisi altında öğrenir.

    2. Değişmezlik : Zihnimiz bir nesne yada şekli değişik durumlarda da olsa hep aynı biçimde algılar. Biyoloji derslerinde öğrendiğimiz üzere, bir cisimden yansıyan ışık ışınları göz bebeğinden geçtikten sonra, onun imgesi, ters olarak, gözün ağ tabakasına düşer. Buna rağmen biz cismi dışarıda ki gibi doğru olarak algılarız. Yine, bunun gibi, uzaklarda ki bir cismin imgesi gözümüzün ağ tabakasına çok küçük olarak geldiği halde biz onu aşağı yukarı aynı boyutlarında algılarız. Yakın mesafelerde ise o cismin enini boyunu yaklaşık olarak tahmin bile edebiliriz. Yine bir cisim fotoğrafta olduğu gibi değişik görünüşlerde iki boyutlu olarak gözümüze ulaştığı halde, biz onu üç boyutlu görürüz. Bütün bunlar, görülen bir cismin, zihin tarafından yeniden örgütlendiğinin ve yeniden yorumlandığının bir belirtisidir. Böyle bir özelliği olmasa, her şey her durumda bize hep yeni gibi gelir ve bu durumda da çevremize uyumumuz zorlaşır.

    3. Örgütlenme ve Gruplanma: Bir nesne yada şekil algılanırken, anlamlı hale getirme sonucu, zihin ayrıntılar üzerinde durmaz. Kişini tepkisi bütüne aittir ve toptandır. Bir metin okunurken tek tek kelime ve harfler üzerinde durulmaz. Önemli olan o metnin anlamıdır. Bunu yaparken zihin belirli ip uçlarından yararlanır. Yine melodi dinlerken o melodiyi teşkil eden notalar hiç dikkate alınmaz. Melodi toptan algılanır. Bunu yaparken zihin, gördüğü, işittiği vb şeylerden bir takım anlamlı bütünler oluşturur. Bunlar şekil � zemin algısı, gruplama ve tamamlama gibi durumlardır. Şekil � zemin algısında nesne kimi zaman şekil, kimi zamanda zemin esas alınarak algılanır. Bu durum zihni bir örgütlenmenin sonucudur.

    4. Derinlik: Gözün ağ tabakası, fiziki olarak gördüğümüz nesneleri sağ, sol, yukarı-aşağı gibi iki boyut üzerine görme kabiliyetine sahiptir. Fakat, buna rağmen biz üç boyutlu olarak algılarız. Bunu sebebi zihnimizin görme ile ilgili bir takım ip uçlarından yararlanmasıdır. Bunların başlıcalar ı gölgelerin varlığı, görülen nesne ile göz arasında başka nesnelerin varlığı, ışık etkisiyle nesnelerin açık ve sisli olarak görülmeleri, değişik yüksekliklerin olması ve nihayet, iki gözün birlikte çalışmasının verdiği sonuçtur.

    Işığın geliş yönüne bağlı olarak, gölgeler birer derinlik algısı yaratırlar. Havanın açık ve sisli olmasına göre, nesneler, yakın ve uzak görünürler : Puslu havalarda cisimler, uzak ; açık havalarda da yakın görünürler. Bir fotoğrafta, ön sıradan sonra, ikinci sırada başka resimler olursa , üçüncü sıradakiler daha uzak görünürler. Yüksek olan nesneler kendilerinden alçak olanlara göre daha uzakta imiş gibi görünürler. Doğrusal perspektifte büyüklükleri bilinen nesneler uzakta iken birbirlerine daha yakın gibi görünürler : Demir yolu üzerinde bulunan raylar, uzakta birbirine kavuşuyor gibi görünürler. İki gözün birlikte çalıştığı durumlarda da gözler, nesnelere iki göz arası kadar farklı açılara da bakarlar. Açılarda ki bu farklılık ağ tabakada uymazlık olayını yaratır. Bu olayın derinlik algısını oluşmasının da bir rolü olduğu tespit edilmiştir.


    alıntı




  • 
Sayfa: 12
Sayfaya Git
Git
sonraki
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.