Şimdi Ara

AYAK BAĞI SÜNNET (?) -1-

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir (1 Mobil) - 1 Masaüstü1 Mobil
5 sn
1
Cevap
0
Favori
252
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: 1
Giriş
Mesaj
  • Oysa bugün hayatımızda bize "yaşam biçimleri" sunan ne çok şey var. Yeme içmeden giyim kuşama kadar ; ev, araba, eşya, tatil, sinema, spor ve müzik tercihlerimizden mizah anlayışımıza kadar bir yığın şey hayatımıza davetsiz girerken bir artistin bizi ilgilendirdiği kadar bile Peygambere hayatımızda yer açmayız. Bugün popüler kültürün etkisindeki önemli bir kesim için sünnete bağlılık, ayakkabı çanta tutkunluğunun üstünde değildir. Bir modacının tarzı, giyinişi, bakışı, duruşu ve yürüyüşünden aldıkları kadar bile değildir. Böyleyken biz Sünnetin ne kadar bağlayıcı olduğunu sorup dururuz da -zor günler dışında- bu bağlılık, bizi ayakkabı bağı kadar bile bağlamaz.

    İşin doğrusu seküler tercihlerimiz bize sünnetin hayatımızda belirleyici olmasına izin vermemektedir. Bu soğukluk, büzme ve kasma hali, bizi dinin dışına çekmekte ya da en azından bir kısmına yöneltmekte (Nisa 150) ; sorup sorgulatmakta ve böylece bir çok şey Allah ve Rasulünün önüne geçmektedir. (Hucurat1)

    Durum bu iken biz Sünnetin bağlayıcılığına mı yoksa sünnetin kuşatıcılığına, kurtarıcılığına mı yoğunlaşmamız gerekir lütfen düşünün.

    Oysa sünnetin kaybı, insanın ve insanlığın kaybıydı. Sünnetle fıtrat mayalanıyor; saadet ve güzellik yeniden farkediliyordu. Sahabe-i kiram, Allah ve Rasulünün kutlu çağrısındaki "Hayat veren şeyler"le dirilmişti. (Enfal 24)
    Sünnet, ayak bağı değildi. Zincirlerin indirilmesi (Araf 157), karanlıkların aydınlığa inkılabı demekti. (Maide 16)



    Sünnet, bu bağlamda hayat damarlarını açmak içindi. Insanın kendine varması içindi. Zahmetle değil rahmetle ; güzel ahlakı tamamlamak (Ahmed b. Hanbel, 2/381) iyiyi, güzeli göstermek için gönderildim diyen bir elçinin ortaya koyduklarıydı...


    Buyurun size sahabe gönlünde ve sonraki medeniyet yıllarında hayat damarlarını açan iki nüfuz alanı:

    Derinliğinde➡Allah ve Rasulüne sevgi ve itaat. Kusursuz bağlılık. Bu, insana canından daha çok sevdireceği derecede kendini kaybettiren akıl. (Kökleşmeden saçaklanamazsın)

    Genişliğinde➡Tefekkür,tezekkür,ilim,hikmet, infak, selam, azim, cehd ve sa'y-ü gayretle insana kendini yeniden bulduran akıl!
    (Gürleşmezsen kökleşemezsin)


    Hz. Hubeyb'e darağacına giderken
    "Ey Hubeyb! Gel sana son bir şans verelim. Şu kadar insanın huzurunda "Yerimde Muhammed olsun" de, seni serbest bırakalım" teklifine Hz. Hubeyb'in : "Vallahi! Değil benim yerimde olması, O’nun ayağına bir tek diken batmasına dahi gönlüm razı olmaz.” diye cevap vermesi ;
    açlık yıllarında Hz. Osman'ın 1000 deveyi yükleriyle birlikte Medine fakirlerine bağışlaması;
    Uhud Savaşında Hz.Talha b.Ubeydullah'ın Peygamberimize gelen bir oka kolunu siper edip çolak olma pahasına kendini feda etmesi gibi örnekler, "mutluluk çağı"ndaki tutunma ya da köke bağlanmanın işaretini bize verir. Ancak Batının seküler anlayışı böylesi bir bağlanmayı anlayamaz. Batı virüslü bünyelere de bunu anlatamazsınız. Biz Kur'andan söyleyelim:
    Bu kadar sevgiyi fazla görene, muhakemesini çok iyi kullanan, fıtrat peygamberi Hz. İbrahim'in dilinden "Ölümüm ve yaşamım âlemlerin Rabbi Allah içindir" (En'am 162) ayeti ne söyler?


    Kökleşmenin ihtişamı :

    Bu kaynaktan beslenen nice seçkin topluluklarda... "Eyyam'ül arus" diye anılan düğün günlerinde...
    yıllar geçtiği halde doğru dürüst bir adli vakıaya rastlanmadığı o sulh-u sükûn beldelerinde... dilencisi olmayan şehirlerde...
    Endülüs tecrübesi de dahil olmak üzere -ki bugün İspanya'da bazı çiçekler hala arapça ismiyle anılır- ayrı bir incelik, bedii zevk ve zerafet üzere kristalleşen güzelliklerde...
    bilgi, hikmet ve marifetle yaşamada... yaşatma idealinde... batının "ben merkezciliğine" karşı "fütüvvet ruhu ve bilinci"nde... hep bu kökün çiçeklenişi vardı.

    Gören, duyan, bilen aklın meyveleriydi bunlar. Bizi akla davet edene deriz ki davetimiz ortaktır.
    Allah ve Rasulüne varmaktan başka çare yok, aklını kullanmayacak mısın?
    Jacques Lacan'ın tesbitiyle "Tanrı inancının yitirilip de her şeyin tanrısallaştığı" bir dünyada insan yok!
    Örneğini kaybeden toplumlarda huzur yok, hayat yok! Yunus'un deyişiyle "Enbiyâya uğramazsa yolun..." bu kervanda sana yer yok, düşünmeyecek misin?

    "Kim Allah ve Rasulüne itaat ederse büyük bir kurtuluşa ermiş olur."(Ahzab S.71)

    Aksi durum, başımıza "pislik" (Yunus100) yağdıracak kadar bir belayı ve karanlığı celbediyor. Endülüs örneğinde olduğu gibi çok iyi günler görüp de zamanla köküyle ters düşen gövdenin; referansını kaybeden toplulukların ne duruma düştükleri bunun açık delili değil mi?


    devam edecek...







  • 
Sayfa: 1
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.