Şimdi Ara

Anlamlı, İnsanın 'İçine İşleyen' Hikayeler.. Mutlaka Okuyun!! (13. sayfa)

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
534
Cevap
164
Favori
323.482
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
8 oy
Öne Çıkar
Sayfa: önceki 1112131415
Sayfaya Git
Git
sonraki
Giriş
Mesaj
  • Uzak diyarlardan birinde bir ülkede, yemyesil tepelerin arasinda, kisin bembeyaz bir kar örtüsü ile, baharda rengarenk kir
    cicekleri ile kaplanan bir vadi vardi. Ortasindan küçük bir irmagin gectigi bu vadi "Buyulu Vadi"
    olarak anilirdi. Ona bu adi veren ise, vadideki ilginç bir dukkan ile, bu
    dukkanda yasananlardi. Unu ulkenin dort bir yanina yayilmis olan dukkanin
    adi "Büyü Dükkani" idi.

    Buyu Dukkani'nin sahibi, ak sacli, ak sakalli bir ihtiyardi. Burasi, ayni zamanda onun yasadigi yerdi. Bu nedenle, dukkanin
    disaridan goruntusu tipki bir ev gibiydi. Uc tarafinda da yesil cerceveli pencerelerin oldugu, tamami
    ahsaptan yapilmis olan bu binaya, bir verandadan giriliyordu. Iceri girer girmez, ilginc esyalarla donanmis oldukca genis bir oda ile
    karsilasiyordunuz. Buyuk bir kütüphane, uzerlerinde cok sayida esyanin bulundugu raflar, masa ve konsollar dukkanin dort bir tarafini kapliyordu.
    Ancak bu kalabalik goruntu icinde cok etkileyici bir duzen goze carpiyordu. Butun esyalar, belli bir estetik icinde duruyor ve bu estetik hicbir zaman
    bozulmuyordu. Buyu Dukkanini cevreleyen pencereler, icerdeyken bile gunun aydinligina ve vadinin güzelligine hakim olmaniza izin veriyordu. Dukkanin
    icinde, arka taraftaki bolmeye acilan bir kapi vardi. Bu bolmede mutfak,
    banyo ve yatak odasi bulunuyordu. Dukkana gelen musteriler, arka tarafa acilan kapiyi daima kapali gorurlerdi.

    Her insanin, yasaminda cok istedigi ancak sahip olamadigi birseyler vardir. Ya da sahip olup kaybettigi seyler.. Bazen de sahip oldugu ancak kurtulmak
    istedigi seyler... Iste butun bunlar, o ulkede yasayan insanlarin bir kismi icin, Büyü Dükkani'na gelme nedeniydi. Bu dükkanda, isteklerinizi
    sinirlamak zorunda degildiniz. Müsteriler, hayal edebildikleri herseyi isteme ve alma hakkina sahiptiler. Tabii, bedelini ödedikleri takdirde...
    Her yerde oldugu gibi bu dükkanda da almak istediginiz seyin bir bedeli vardi. Bu bedelin ne olacagi, dükkan sahibiyle yaptiginiz pazarlik sonucunda ortaya çikardi. Ancak, Büyü Dükkani'nda maddi bedellerin hiç bir
    hükmü yoktu. Bazi müsteriler birseye sahip olmak için ödenebilecek tek bedelin para olabilecegi
    düsüncesiyle, cepleri kabarik gelirlerdi. Oysa burada yapilan pazarliklar, günlük yasamdakilerden biraz farkli olur ve pek çok müsteriyi sasirtirdi.

    Dükkan sahibi yasli adam, her sabah gün agarirken kalkar, kendine büyük bir fincan kahve yapar ve bir insanin isteyebilecegi her seyin var oldugu
    dükkaniyla gurur duyarak kahvesini yudumlardi. Kahvenin ardindan gelen zevkli bir kahvaltidan sonra da pencerelerinin perdelerini sonuna kadar açarak,
    sallanan koltuguna oturur ve içeri dolan gün isiginin yardimiyla okumaya
    baslardi. Büyü Dükkan'inda satici olmak bilgelik isterdi.

    O güne kadar dükkana gelen hiçbir müsteriyi geri çevirmemisti dükkan sahibi. Herkes, çok istedigi bir seye sahip olmak ugruna onca yolu göze
    alarak gelir ve mutlaka alabilecegi en iyi seyi almis olarak çikardi. Ama genellikle aldigi
    sey istedigi seyden çok farkli olurdu..

    Yasli adam ara sira, okudugu kitaptan basini kaldirir, yolu gören pencereye bir göz atardi. Eger bir müsteri geliyorsa, onu ta uzaktan yakalayip,
    dükkana yaklasana kadar izlemeyi severdi. Bu, onun için zihinsel bir hazirlik süreciydi. Bu süre içinde zihnini, biraz sonra gelecek olan
    müsteriyi iyi anlayabilmek için bosaltirdi.

    Sabah disari baktiginda, yagan karin yolu iyice kapattigini gördü. Bu havada gelen giden olmaz diye düsünüp, hüzünlendi. Büyü Dükkani, hemen
    hergün bir müsteri agirlardi. Ancak, yilda birkaç kere de olsa kimsenin ugramadigi
    günler olurdu. Yasli adam, o gününde bunlardan biri olmasindan korktu. Nedense
    issizlik içini ürpertmisti. Tam o sirada uzakta bir kararti gördü. Kar
    beyazinin kamastirdigi gözlerini kirpistirip tekrar baktiginda, bunun yaklasmakta olan bir insan oldugunu anladi. Içini bir sevinç kapladi.

    Gidip sobasina bir odun atti ve tam pencerenin karsisindaki sallanan koltuga oturup, müsterisini beklemeye koyuldu. Kis mevsiminin bu soguk
    gününde epeyce üsümüs, yorgun düsmüs olmaliydi. Kapinin önüne gelinceye
    kadar, gözlerini hiç ayirmadan izledi onu. Iyice kulak kabartti. Üç basamakla çikilan, ahsap zeminli verandadaki ayak seslerini ve onlara eslik
    eden gicirtiyi duymaktan çok hoslanirdi. Bekledigi kisinin ayak sesleri ikinci basamakta kesildi. Müsteri çalmadan, kapiyi açmamayi prensip
    edinmisti yasli adam.

    Çünkü, hemen herkes o kapinin önünde durup, bir kez daha düsünürdü. Kapiyi
    çalmaktan vazgeçip dönenler, az da olsa olmustu. O gün de ayni seyi yapti. Sonunda kapi çalindi.

    Açtiginda, karsisinda soguktan kizarmis elleriyle atkisini çikarmaya çalisan bir erkek gördü.

    "Iyi sabahlar, girebilir miyim?" diye sordu müsteri.

    Dükkan sahibi, müsterisini içeri aldiktan sonra, isinmasi için ona bir kahve ikram etti. Sessizce kahvesini içerken etrafi seyreden adam,
    karsisinda oturan yasli saticinin ikna edilmesi pek güç olmayan biri oldugunu düsündü.
    Herhalde o da müsterisini anlar, onun hakli istegini geri çevirmek istemezdi. Acaba Büyü Dükkani'ndan çikarken istedigi gibi bir alisveris
    yapmis olacak miydi? Bir süre söze nasil baslayacagini bilemedi. Belki de dükkan sahibinin bir seyler söylemesi gerekirdi. Ancak karsisinda, sabirli
    bir ifade ile müsterisinin gözlerinin içine bakarak oturan saticinin, alisverisi
    baslatmaya niyetli olmadigini anladi. Bu sabirli bekleyis, onda hem cesaret hem de yumusak bir etki yaratti. Anlasilan, baslangiç sözleri kendisinden
    bekleniyordu. Sonunda, fazla düsünmeden aklindan ilk geçeni söyleyiverdi.

    - Ününüzü duyunca çok uzaklardan kalkip geldim buraya.Istedigim seyi, bir tek sizin dükkaninizda bulabilecegimi söylediler. Karsiliginda ne
    isterseniz vermeye hazirim.

    - Istediginiz seyin ne oldugunu ögrenebilir miyim ?

    - Bakin, ben elli bes yasindayim. Yani yolun yarisini geçeli çok oldu. Söylemeye dilim varmiyor ama yolun sonuna yaklastim galiba. Bu gerçege
    tahammülüm yok. Ben bugüne kadarki hayatimi geri istiyorum. Mümkün mü ?

    - Elbette mümkün. Biliyorsunuz, dükkanimda her sey mevcut. Ancak tam olarak ne
    istediginizi anlayabilmem için, bana geri istediginiz hayatinizi biraz anlatabilir misiniz?

    Dükkan sahibinin sordugu soru, müsteriyi iç dünyasina döndürmüstü. Gözünün
    önünden geçen sahnelerin kendi yasamina ait oldugunu kabul etmek için kendini zorluyordu. Bütün görüntüler, bir kargasa ve telas içinde
    birbirlerine karisarak geçip gittiler ve geride yalnizca issiz bir hüzün biraktilar.
    Hüznünün yüzüne yansimasina engel olamayan müsteri, yasli saticinin sorusu
    karsisinda ancak sunlari söyleyebildi:

    - Geçmis yasamimda birçok hata yaptim. Bunlar için pismanlik duyuyorum... Yanlis kararlar verdim, kayiplara ugradim. Zamani hovardaca harcadim. Bir
    gün bir de baktim ki, hayat yanimdan geçip gidiyor. Panige kapildim ve bir
    çare aramaya basladim. Dostlarimla konusmayi denedim. Beni teselli edip derdimi unutturmaya çalisanlar da oldu, yardim etmeye çalisanlar da. Ama
    hiçbiri kar etmedi. Kendimi çok mutsuz hissediyordum. Derken, bir gün birisi bana sizden ve Büyü Dükkani'ndan söz etti. Bunu duyar duymaz sanki
    içimde bir isik yandi. Büyük bir umutla hemen yollara düsüp size geldim.
    Kendimi çok çaresiz hissediyorum. Lütfen elli bes yilimi bana geri verin.

    - Yani, siz pismanlik duydugunuz hayatinizi yeniden yasamak mi istiyorsunuz?

    - Elbette hayir. Söylemek istedigim bu degil. Ben yalnizca kaybettigim yillarimi geri istiyorum. Eger bir sansim daha olursa ayni hatalari
    tekrarlamayacagim.

    - Herhalde bunu çok istiyorsunuz.

    - Evet, hem de her seyimi verecek kadar.

    - Peki, benim size verecegim elli bes yilin karsiliginda siz bana ne verebilirsiniz?

    - Ne isterseniz?

    - Sanki bunun için herseyden vazgeçmeye hazir gibisiniz.

    - Hiç kuskunuz olmasin. Su anda sahip oldugum herseyden vazgeçebilirim. Yeter ki geride biraktigim yillarimi bana geri verin.

    Yasli adam, ellerini sakallarinda dolastirir, kendini sallanan koltugunun devinimlerine birakmisti. Bir süre düsündü. Müsterisinin, sabirsizlikla,
    pazarligin bitmesini beklediginden emindi. Büyü dükkanina gelen kisiler, genellikle bir an önce istediklerini alip gitmek için acele ederlerdi. Bu
    nedenle, yasli adam, pazarligin basindaki düsünce yolculuklarinda yalniz kalirdi. Su anda da, sessizligin yalnizca kendi isine yaradigini biliyordu.
    Koltugu ile birlikte öne dogru egilerek müsterisinin gözlerinin içine bakti
    ve agir agir konusmaya basladi:

    - Beyefendi, her ne kadar siz elli bes yil karsiliginda bana herseyinizi vermeye hazir olsaniz da, ben sizden bir tek sey isteyecegim.

    - Dileyin benden ne dilerseniz.

    - Belleginizi...

    - Anlamadim?

    - Belleginizi dedim...Elli bes yilin yasantisini içinde barindiran belleginizi istiyorum.

    - Ah evet anladim. Ilginç bir bedel... Kabul ediyorum. Tamam alin bellegimi.

    - Emin misiniz?

    - Neden olmayayim? Elli bes yil kazanacagim.

    - Belleginizi, içindeki her seyle birlikte bu dükkanda birakip gideceksiniz. Elli bes yilin tek bir anini hatirlamayacaksiniz. Buraya
    neden geldiginizi bile ...

    - Daha iyi ya! Her seye yeniden baslayacagim. Zaten geçmisi hatirlamak istemiyorum ki!

    - O halde, korkarim elli bes yil sonra buraya tekrar gelirsiniz. Tabii o zaman benim yerime, bir baskasi size yardimci olur.

    - Hayir hayir... Emin olun ki, su dakika bellegimi size birakip elli bes yilimi geri alacagim ve dükkaninizi, bir daha dönmemek üzere terk edecegim.
    Ve yine söz veriyorum, su ana kadar yaptigim hatalarin hiç birini tekrar etmeyecegim.

    - Isterseniz baska sözler vermeyin. Çünkü, az sonra, belleginizle birlikte bütün hepsini burada birakip gideceksiniz.

    Yasli adamin son sözleri, müsterinin duraklamasina neden olmustu. Bu sözlerin anlamini kavrayabilmek için birkaç saniye düsünmek zorunda kaldi.

    - Nasil yani? Buradan çiktigimda hiçbir sey hatirlamayacak miyim? Sizinle konustuklarimizi bile, öyle mi?

    - ..................................

    - Yani hiçbir seyi mi ? Buraya neden geldigimi, sizin kim oldugunuzu ve hatta...!

    - Ne yazik ki!

    Yasli adam, su anda pazarligin sonuna geldiklerini hissediyordu. Karsisinda oturan müsterinin yüzünde gördügü aydinlanma, pazarlik sahnelerinin en
    hoslandigi görüntüsüydü. Son sözleri müsterisinin söylemesini istedigi için
    bir süre sessiz kaldi ve bekledi. Bu seferki sessizligin, müsterisinin isine
    yaradigindan emindi. Onun aydinlanan yüzünün ortasinda parlayan
    gözbebekleri, yasli satici için, sessizligin içinden çikacak sesli bir coskunun habercisi gibiydi. Gerçekten de, konusmaya baslayan müsterisi onu
    yaniltmadi:

    - Sanirim ne demek istediginizi simdi anliyorum. Eger elli bes yilin bedeli bu ise, pes ediyorum. Bellegimden vazgeçemem. Bu neye benziyor
    biliyor musunuz? Bir kadinin, çok istedigi bir tokayi, saçlari karsiliginda satin almasina... Çok ilginç bir insansiniz. Bana, Büyü Dükkani'ndan almak
    istedigimden çok farkli bir seyle çikacagimi söylemislerdi de inanmamistim. Ben, bugüne kadar ki yasamimi almak için gelmistim, ancak bugünden sonraki
    yasamimi alip gidiyorum. Size tesekkür ederim.

    - Bir sey degil. Güzel bir pazarlikti. Hosça kalin.

    Yasli adam, müsterisini gözden kaybolana dek gülümseyerek izlerken, aklindan
    Santayana'nin bir sözü geçiyordu:

    "Geçmisi hatirlamayanlar, onu bir kez daha yasamak zorunda kalirlar."




  • Ayakkabici, yeni getirdigi mallari vitrine yerlestirirken, sokaktaki bir çocuk onu seyretmekteydi. Okullar kapanmak üzere oldugundan,spor ayakkabilara ragbet fazlaydi. Gerçi mallar lüks sayilmazdi ama, küçük bir dükkân için yeterliydi. Onlarin en güzelini ön tarafa koyunca, çocuk vitrine dogru biraz daha yaklasti. Fakat bir koltuk degnegi kullanmaktaydi. Hem de güçlükle…

    Adam ona bir kez daha göz atti. Üstündeki pantolonun sol kismi, dizinin alt kismindan sonra bostu. Bu yüzden de saga sola uçusuyordu. Çocugun baktigi ayakkabilar, sanki onu kendinden geçirmisti. Bir müddet öyle durdu. Daldigi hülyadan çikip yola koyuldugunda, adam dükkândan disari firlayip: – “Küçüüük!” diye seslendi.”

    Ayakkabi almayi düsündün mü? Bu seneki modeller bir hârika!” Çocuk, ona dönerek: – “Gerçekten çok güzeller!” diye tebessüm etti, “Ama benim bir bacagim dogustan eksik”. – “Bence önemli degil!” diye atildi adam. “Bu dünyada her seyiyle tam insan yok ki! Kiminin eli eksik, kiminin de bacagi. Kiminin de akli veya vicdani.” Küçük çocuk, bir sey söylemiyordu. Adam ise konusmayi sürdürdü: – “Keske vicdanimiz eksik olacagina, ayaklarimiz eksik olsa idi.” Çocugun kafasi iyice karismisti. Bu sefer adama dogru yaklasip: – “Anlayamadim!. dedi. Neden öyle olsun ki?” – “Çok basit!” dedi, adam. “Eger yoksa, cennete giremeyiz. Ama ayaklar yoksa, problem degil. Zaten orda tüm eksikler tamamlanacak. Hâttâ sakat insanlar, saglamlara oranla, daha fazla mükâfat görecekler…” Küçük çocuk, bir kez daha tebessüm etti.

    O güne kadar çektigi acilar, hafiflemis gibiydi. Adam, vitrine isâret ederek: – “Baktigin ayakkabi, sana yakisir!” dedi. “Denemek ister misin?” Çocuk, basini yanlara sallayip: – “Üzerinde 30 lira yaziyor” dedi, “Almam mümkün degil ki!” – “Indirim sezonunu senin için biraz öne alirim!” dedi adam, “Bu durumda 20 liraya düser. Zâten sen bir tekini alacaksin, o da 10 lira eder.” Çocuk biraz düsünüp: – “Ayakkabinin diger teki ise yaramaz!” dedi, “Onu kimalacak ki?” – “Amma yaptin ha!” diye güldü adam. “Onu da, sag ayagi eksik olan bir çocuga satarim.”Küçük çocugun akli, bu sözlere yatmisti. Adam, devam ederek: – “Üstelik de ögrencisin degil mi?” diye sordu. – “Ikiye gidiyorum!” diye atildi çocuk, “Üçe geçtim sayilir.” – “Tamam iste!” dedi adam. “5 Lira da ögrenci indirimi yapsak, geri kalir 5 lira. O da zâten pazarlik payi olur. Bu durumda ayakkabi senindir, sattim gitti!”

    Ayakkabici, çocugun saskin bakislari arasinda dükkâna girdi. Içerdeki raflar, onun begendigi modelin ayniyla doluydu. Ama adam, vitrinde olani çikartti. Bir tabure alip döndükten sonra, çocugu oturtup yeni ayakkabisini giydirdi. Ve çikarttigi eskiyi göstererek – “Benim satis islemim bitti!” dedi, “Sen de bana, bunu satsan memnun olurum.” – “Saka mi yapiyorsunuz?” diye kekeledi çocuk, “Onun tabani delinmek üzere. Eski bir ayakkabi, para eder mi?” – “Sen çok câhil kalmissin be arkadas…” dedi adam, “Antika esyalardan haberin yok her hâlde. Bir antika ne kadar eski ise, o kadar para tutar. Bu yüzden ayakkabin, bence en az 30-40 lira eder. ” Küçük çocuk, art arda yasadigi soklari üzerinden atabilmis degildi. Mutlaka bir rûyada olmaliydi. Hem de hayatindaki en güzel rûya.

    Adamin, heyecandan terleyen avuçlarina sikistirdigi kâgit paralara göz gezdirdikten sonra, 10 liralik banknotu geri vererek: – “Bana göre 20 lira yeterli.” dedi. “Indirim mevsimini baslattiniz ya!” Adam onu kiramayip parayi aldi. Ve bu arada yanagina bir öpücük kondurdu. Her nedense içi içine sigmiyordu. Eger bütün mallarini bir günde satsa, böyle bir mutlulugu bulamazdi.

    Çocuk, yavasça yerinden dogruldu. Sanki koltuk degnegine ihtiyaç duymuyordu. Simsicak bir tebessümle tesekkür edip: – “Babam hakliymis!” dedi. “Sakat oldugum için üzülmeme hiç gerek yok! demisti.”




  • Yıl 2005.
    112 de nöbetteyim.
    İzmir’de en son kurulan, 21. ci nokta olan Tepecik istasyonunun kurucu ve sorumlu hekimiyim, aynı zamanda Tepecik Hastanesi’nde organ nakli koordinatörü olarak gönüllü çalışıyorum.
    Bir vaka anonsu; şu adreste yaşlı hasta, düşmeye bağlı muhtemel femur (uyluk kemiği) ve boyun fraktürü (kırığı)…

    112 sistemi şu şekilde işler;
    Acil hasta olduğu düşünülen vakanın yakını yahut olaya tanık olan kişi 112’yi arar, karşısına çıkan sağlık görevlisine hastanın durumunu açıklar, acil olduğu düşünülüyorsa ambulans gönderilir. Çabuk ulaşma açısından o bölgede eve yakın bilinen bir bekleme noktası saptanır okul, cami, süpermarket gibi..

    Hasta yakını ile bekleme yerinde buluşulur ve hastaya ulaşılır.
    60 yaşlarında bir kişi karşıladı bizi ama nasıl telaşlı, o ne heyecan öyle…


    Sakin olmasını sağlamaya çalıştık ancak pek başarılı olduğumuz söylenemez.
    Eve ulaştık. Odanın ortasında orta yaşlı bir teyze yatıyor. Sırtüstü ve sağ bacağı dizinden bükülü. Uzatıp muayene etmek isterken ağrı duyuyor. O sırada bizi karşılayan kişi çevremizde dönüyor; ne oldu, ne yapabiliriz diye ..
    ‘Sakin ol amca’ diyorum. ‘Nesi oluyorsun hastanın?’ diye sorunca büyük bir gururla ‘karım’ (***) diyor. Bir çok kişi karısından yakınırken, ‘ne yaparsın yeğenim kocakarı ile uğraşıyoruz işte’ derken amca liseli bir sevgili gibi çevremizde pervane …
    Gerekli tıbbı yaklaşımın sonunda sedyeye almaya çalışırken amca yardım etmeye çalışıyor, acı duyduğunda eşinin elini tutuyor, hep bir şeyler yapmak istiyor.

    Amcayı sakinleştiriyor, olayı tüm açıklığı ile anlatıyor ve merak etmemesi gerektiğini söylüyorum, biraz sakinliyor.
    Hastayı ambulansa alıyoruz. Tepecik Hastanesi aciline teslim ediyoruz.

    Nöbet dışında Tepecik Organ Nakli’ndeyim. Yoğun bakımları ziyaret, kliniklerde sunumlar, kadavraya gelen hasta kayıtları ve onların bilgilendirilmesi şeklinde günlerim geçiyor.
    Böyle bir ziyaret sırasında muhtemel bir beyin ölümü vakasına rastlıyor ve beyin ölümü işlemlerini başlatıyoruz. Beyin ölümü tanısı konduktan sonra en zor olan kısım başlıyor; aile görüşmesi…..
    Olgu 60 yaşlarında ve erkek… Önce olayın nasıl geliştiğini, bu duruma gelmeden önce ne gibi tıbbı girişimlerde bulunulduğunu öğreniyorum.

    Aile görüşmesi için iki kızını görüşme için odaya alıyorum.
    63 yaşında olan olgu evin dış duvarına çivi çakmak için merdivene çıkıyor ve dengesini kaybedip asfalt yola kafası üzeri düşüyor. Hastane…tetkikler…ve beyin kanaması tanısı ile yoğun bakıma yatış. Kanama çok fazla ve geniş bir alana yayılmış ameliyat yapılamıyor ve 4. gün beyin ölümü gelişiyor.
    Kızları ile görüşüyorum; babalarının dünya tatlısı biri olduğunu, aile içinde organ bağışı konusunu konuşmadıklarını ancak babalarının organlarını bağışlamak istediklerini çünkü bugün böyle düşünmelerinin en büyük nedeninin kendilerini yetiştiren baba ve annelerine borçlu olduklarını ifade ediyor ve organlarını bağışlıyorlar.

    Bir istekleri var yalnız; annelerinin hastanede yattığını, bir operasyon geçirdiğini ve alçılı olduğunu, bugün hastaneden taburcu olacağını, şu anda bu durumdan haberinin olmamasını istediklerini, bu konuda hassas olursak sevineceklerini; bir dileklerinin daha olduğunu; annelerinin eve naklinde bir ambulansla yardımcı olup olamayacağımı sordular.

    Genel anlayışımız; ailenin bu acılı anında onlara hem bürokraside, hem cenaze işlerinde hem de bu gibi tıbbı isteklerinde yardımcı olmak, yanlarında olduğumuzu hissettirmek… Onlar bizim kahramanlarımız, onlar başkalarına can veren kutsal, ulvi insanlarımız…

    112’de çalıştığım için 112’nin acil olaylar gerektirmeyen işlerde kullanılmasına hep karşı çıktım çünkü o sırada gerçek 112 vakasına ihtiyaç duyulan bir olguya geç kalmanın sorumluluğu taşımak ağır bir yüktür.
    112’lik değil ama ambulansla taşınması uygun hastalar ve bunlar için nakil ambulansları vardır.
    Böyle bir ambulansı ayarlamaya çalıştım ama bürokrasiyi aşamadım. Bunun üzerine yetkimi kullanarak Tepecik 112 ambulansını bu hastayı nakil için kullanmaya karar verdim bu sırada acil bir hasta çıkmaması için dua ederek…

    Hastayı kızları ile birlikte ambulansa alırken teyze bana baktı ve ‘aaa bu geçen gün beni hastaneye getiren doktordu’ dedi ve birkaç övgü dolu söz söyledi. Bu sözler hastayı hatırlamama yol açtı;
    Beyin ölümü gelişen ve bağışlanan kişi yaklaşık 10 gün önce uyluk kemiği kırılan ve ambulansla hastaneye götürdüğümüz teyzenin kocasıymış…

    Dr.Süleyman TİLİF
    Organ Nakli Koordinatörü




    (***) Hazır "karım" lafı geçmişken bu terimin kaba bir terim olmadığını, aksine içinde çok şey barındırdığını anlatan başka bir yazı daha paylaşmak istiyorum. (Bundan sonra karım demekten çekinmezsiniz belki.)


    Eşim olma, karım ol!
    Bakma daha ilkel durduğuna sen, ruhu vardır kelimelerin.
    “Karı-koca” “eş”ten daha çok şey anlatır.
    Belki tutup ellerimizden, bize unutulmuş bir şeyi hatırlatır.
    Belki anlarız birbirimizi, kelimeleri anlarsak eğer.
    Sahi biliyor musun, neden erkeğe “koca”, kadına da “onun karı” demiş eskiler?
    Eşim değil, karım ol!
    Kedilerin eşi olur, terliklerin de…
    İnsanın eşi olmaz. “Eş” diyorlar eşlik ediyor diye.
    Eşlik etmek yeter mi? Fazlasını beklemez mi insan yârinden?
    Kelimeleri yitirmeseydik anlardık belki.
    Evlenecek erkeğe “koca” demişler.
    Çünkü “koca” bilge ve yüce demektir. Koca demek, dağ demektir.
    Ve ne kadar yüce olursa olsun, üstünde kar olmayan dağ eksiktir.
    Dağların yücesine kar yağar diye kadına da “kocanın karı” demişler.
    Bakma şimdi “karı-koca” ilan ettiklerine. “Koca ve onun karı” olmalıyız aslında.
    Yani yüce bir dağ olmalı adam. Kar gibi pak ve masum olmalı kadın.
    Örtmeli ve bir ömür, süsü olmalı dağın.
    Çünkü üşür tepesinde kar olmayan dağ, ne kadar yüce olursa olsun, yarımdır hâlâ…
    Eşim olma, karım ol! Bana benzemeye çalışma sakın.
    Bana benden lazım değil bir tane daha. Ama unutma ki sensiz yarımım.
    Her zaman söylemem, ama sen anla.
    Eşim olma, karım ol!
    Beni tamamla…




  • Kartallar, kuş türleri içinde
    en uzun yaşayanıdır. 70 yıla kadar yaşayan
    kartallar vardır. Ancak bu yaşa ulaşmak için,
    40 yaşındayken çok ciddi ve zor bir karar vermek
    zorundadırlar. Kartalların yaşı 40′a vardığında
    pençeleri sertleşir, esnekliğini yitirir ve bu
    nedenle de beslenmesini sağladığı avlarını
    kavrayıp tutamaz duruma gelir. Gagası uzar
    ve göğüsüne doğru kıvrılır. Kanatları yaşlanır
    ve ağırlaşır. Tüyleri kartlaşır ve kalınlaşır.
    Artık kartalın uçması iyice zorlaşmıştır.
    Dolayısıyla kartal burada iki seçimden
    birini yapmak zorundadır;

    Ya ölümü seçecektir.
    Ya da yeniden doğuşun acılı ve zorlu
    sürecini göğüsleyecektir.

    Bu yeniden doğuş süreci, 150 gün kadar
    sürecektir. Bu yönde karar verirse, kartal
    bir dağın tepesine uçar ve orada bir kaya
    duvarda, artık uçmasına gerek olmayan
    bir yerde, yuvasında kalır. Bu uygun yeri
    bulduktan sonra kartal gagasını sert bir
    şekilde kayaya vurmaya başlar. En sonunda
    kartalın gagası yerinden sökülür ve düşer.
    Kartal bir süre yeni gagasının çıkmasını
    bekler. Gagası çıktıktan sonra bu yeni
    gaga ile pençelerini yerinden söker
    çıkartır. Yeni penceleri çıkınca kartal
    bu kez eski kartlaşmış tüylerini yolmaya
    başlar. 5 ay sonra kartal, kendisine
    20 yıl veya daha uzun süreli bir yaşam
    bağışlayan meşhur “Yeniden Doğuş”
    uçuşunu yapmaya hazır duruma gelir.

    Kendi yaşamımızda sık sık bir yeniden
    doğuş süreci yaşamak zorunda kalırız.
    Zafer uçuşunu sürdürmek için, bize acı
    veren eski alışkanlıklarımızdan ve
    anılarımızdan kurtulmak zorundayız.
    Ancak geçmişin gereksiz safrasından
    kurtulduğumuzda, deneyimlerimizin yeniden
    doğuşumuzun getireceği olağanüstü
    sonuçlarından tam olarak yararlanabiliriz.

    İnsanlar ile hayvanları ayıran en önemli
    özelliklerden bir tanesi hayvanların
    düşünmemekten kaynaklanan,
    içgüdüsel olarak karar verebilmeleri
    ve uygulayabilmeleridir. İnsanoğlu
    düşündükçe karar vermekte zorluklar
    yaşıyor ve kararsızlığı seçiyor.

    Bazen kararlarımız acı da verse
    her zaman “Yeniden Doğuş”u
    müjdeleyebilir.




  • quote:

    Orijinalden alıntı: daikataNa~

    quote:

    Orijinalden alıntı: unsal07

    ‘’Satılık Köpek Yavruları’’ ilanının altında küçücük bir çocuğun başı gözüktü ve çocuk dükkan sahibine sordu; ‘’Köpek yavrularını kaça satıyorsunuz?’’
    Dükkan sahibi ‘’30 dolarla 50 dolar arasında değişiyor fiyatları’’ dedi..


    ‘’Benim 2 dolar 97 sentim var’’ dedi çocuk..’’Bir bakabilirmiyim yavrulara?’’


    Dükkan sahibi gülümsedikten sonra bir ıslık çaldı ve köpek kulubesinden 5 tane yumak halinde yavru çıktı..Yavrulardan biri arkadan geliyordu..Küçük çocuk yürümekte zorluk çeken sakat yavruyu işaret edip sordu:’’Bunun nesi var?’’Dükkan sahibi onun kalça çıkığı olduğunu ve hep sakat kalacağını açıkladı.Küçük çocuk heyecanlanmıştı.’’Ben bu yavruyu satın almak istiyorum.’’
    Dükkan sahibi,’’Hayır, o yavruyu satın alman gerekmiyor.Eğer gerçekten istiyorsan,o yavruyu sana bedava veririm.’’


    Küçük çocuk birden sinirleniverdi.Dükkan sahibinin gözlerinin içne dik dik bakarak,’’Onu bana vermenizi istemiyorum.O da diğer yavrular kadar değerli ve ben fiyatını tam olarak ödeyeceğim.Aslında size şimdi 2 dolar 37 sent vereceğim ve geri kalan borcumu da her ay 50 sent ödeyerek tamamlayacağım.’’


    Dükkan sahibi çocuğu ikna etmeye çalıştı.’’Bu köpeği gerçekten satın almak istediğini sanmıyorum.Bu yavru hiçbir zaman diğer yavrular gibi koşup,zıplayamayacak ve seninle oynayamayacak.’’


    Bunun üzerine küçük çocuk eğildi,pantolonunu sıvadı ve büyük bir metal parçasının desteklediği sakat bacağını dükkan sahibine gösterip,tatlı bir sesle,’’Ben de çok iyi koşamıyorum ve bu yavrunun kendisini çok iyi anlayacak bir sahibe gereksinimi var’’dedi…

    Etkileyici gayet.





  • Bir zamanlar birbirlerine asik iki genc vardi.
    Kizin adi Tispe delikanlininki ise Piremus idi. Bunlar yanyana
    evlerde otururlardi. Birlikte büyüdüler ve çocukluklarindan beri
    birbirlerine karsi ask beslerlerdi fakat aileleri görüsmelerini istemezler
    birbirlerine uygun olmadiklarini düsünürlerdi.Oysa onlar
    birbirlerini ölesiye seviyorlardi. İki evin arasinda gizli bir catlak vardi aileleri
    bunu bilmezler onlarda geceleri burda bulusur o aradan birbirlerine
    seslerini duyurur asklarini dile getirirlerdi. Bir gece ormandaki
    agacin altinda bulusmaya karar verdiler. Tispe agaca Piremus dan
    önce varmisti. Gittiginde avini yeni yemis, agzindan kanlar akan kocaman bir aslanla karsi karsiya geldi. Korkarak bi magaraya dogru koşmaya basladi. Farkında olmadan yolda boynundaki esarpini düşürmüştü.O sirada Piremus geldi. Gördükleri karsisinda donup kalmisti.Kocaman aslan agzinda kanlarla birlikte biricik sevgilisi Tispe nin esarpini parcaliyordu..
    O an aklina gelen ilk ve tek sey aslanin Tispe yi oldurerek yedigiydi. Tispesiz yasayamazdi.Aklindan gecen sadece aski ugruna
    canina kiymakti.Belinden hançerini çikardi ve gögsüne sapladi.Kanlar
    cinde cansiz bedeni yere dustu.Tispe ise korkusunu bi kenara atip bir an
    once askini gormek icin magaradan cikmaya karar vermisti.Agacin altina geldiginde o korkunc sahneyle yuzlesti.Piremus un cansiz vucudu yerdeydi ve elinde Tispenin dusurdugu esarpini tutuyordu. Ilk once genc kiz olanlar karsisinda aglamaktan hicbir seyi anlayamamisti. Ama esarpi ve uzaklasan
    aslani gorunce anladi.Bi an magarada dusundugu o korkunc sey basina
    gelmisti.Ve onun öldügünü dusunen Piremus aski ugruna canina kiymisti.Tispe bir an bile dusunnmeden hanceri aldi ve gogsune götürdü..Onlarin aski ölesiye bir askti ve ölüm bile onlari ayiramazdi.Eger Piremus aski ugruna ölümü göze aldiysa o da hic cekinmeden canina kiyabilirdi ve hanceri sapladi.Birden vucudu Piremusun bendeninin ustune yigildi. O anda tanrilar bu yuce aski ölümsüzlestirmek istediler ve bu çiftin
    üstünde duran agaci onlarin aşkına adadilar. Piremusun kanini bu agacin meyvelerine, Tispenin gözyaslarini ise agacin yapraklarina verdiler.O günden beri kara dut agacinin meyvesinin cıkmayan
    lekesini,(Piremusun kan lekesini), dut agacinin yapraklari,(Tispenin gözyaslari) temizler.. Bilirmisiniz dut agacinin meyvesinin lekesi cikmaz ama
    elinize agacin yapragini alir avusturursaniz lekenin gittigine goreceksiniz)




  • Kendini bildiği günden beri annesinden büyük bir şefkat görmüştü.
    ondan duyduğu sözlerle, pamuk prensesten daha güzel olduğuna inanmıştı.

    Ona göre, nur yüzlü ve badem gözlüydü. Bir tanecik yavrusuydu her zaman.

    Ama ilkokula başlayınca işler değişti. Arkadaşları, onun hiç de güzel olmadığını, hatta çirkin bile sayıldığını söylemekteydi. Küçük kız, ilk önceleri onlara inanmadı. Çünkü herkes birbirini kıskanıyordu.
    Ama bir kaç yıl içinde gerçeklerle yüzleşti. Annesinin bir pamuğa benzettiği yüzü, çiçek bozuğu bir cilde sahipti. "Badem" dediği gözleri ise şaşıydı. Vücudu da bir serviyi andırmıyordu. Demek ki annesi onu aldatmış
    ve yıllar yılı çekinmeden yalan söylemişti.

    Genç kızın anne sevgisi, kısa bir süre sonra nefrete dönüştü. Evlenme çağına gelmiş olmasına rağmen yüzüne bakan yoktu. Üstelik de gözleri, bütün tedavilere rağmen düzelmiyordu.

    Genç kız, doktorların gizlice yaptığı konuşmalardan kör olacağını anladığında çılgına döndü ve kendisini hala çocukluk yıllarındaki ifadelerle seven annesinin bu yalanlarına dayanamayıp evi terk etmeye karar verdi.
    Fakat annesi, uzak bir yerde iş bulduğunu söyleyerek ondan önce davrandı. Ve kazandığı paraları bir akrabasına gönderip, kızına bakmasını rica etti. Genç kız bir süre sonra görmez oldu. Karanlık dünyasıyla baş başaydı.

    Bu arada annesini hiç merak etmiyordu. Yalancıydı annesi, ölse bile bir kayıp sayılmazdı.

    Bir gün doktorlar, uygun bir çift göz bulduklarını söyleyerek kızı ameliyat ettiler. Ancak o, gözünü açtığında yine aynı yüzü görmekten korkuyordu. Fakat kör olmak zordu. En azından kimseye yük olmazdı. Genç kız, ameliyat sonunda aynaya baktığında, müthiş bir çığlık attı. Karşısında bir dünya güzeli vardı. Gerçekten de harika bir kızdı gördüğü. Yüzündeki bozukluklar tamamen kaybolmuştu. Çok kemerli olan burnu düzelmiş, kepçe kulakları normale dönmüş ve yaban otlarını andıran saçları, dalga dalga olmuştu. Genç kız, yanındaki yaşlı doktora sevinçle sarılarak:

    - Sanki yeniden dünyaya geldim’ dedi. Yüzümde hiçbir çirkinlik kalmamış.

    - Estetik ameliyatı siz mi yaptınız? Yaşlı doktor:

    - Böyle bir ameliyat yapmadık kızım!. diye gülümsedi.

    - Annenin bağışladığı gözleri taktık. Sen, onun gözünden gördün kendini!..




  • reserv
  • FARE KAPANI

    Evin minik faresi, duvardaki çatlaktan bakarken çiftçi ve eşinin mutfakta bir paketi açmakla meşgul olduklarını gördü. Kendi kendine: “İçinde ne var acaba?” diye düşündü. Ama gördükleri onu dehşete düşürmüştü. Paketin içinden bir fare kapanı çıktı.

    “Evde bir fare kapanı var,.. evde bir fare kapanı var !” diye bağırarak anne ve babasının yanına koştu. Minik farenin bu telaşını gören anne ve baba fare, doğruca mutfağı görebildikleri çatlağın bulunduğu yere koştular. Evet minik farenin söyledikleri doğruydu. Evin sahipleri fare kapanı kuruyorlardı. “Bu haberi bahçedeki hayvanlara da duyurmamız lazım” dedi baba fare. “Hem belki bize yardım edebilirler ne dersiniz?”

    Anne baba ve minik fare doğruca bahçeye diğer hayvanların yanına koştular. “Evde bir fare kapanı var… evde bir fare kapanı var!..” Tavuk umursamaz ve bilgiç bir tavırla başını çevirdi ve gıdakladı: “Bu sizin sorununuz benim değil. Bana bir zararı olmaz.”

    Tavuktan destek alamayan fare ailesi bu sefer telaşla koyunun yanına koştular.”Evde bir fare kapanı var!” diye haykırdılar bir kez daha. Koyun anlayışla karşıladı ama, “Çok üzgünüm ama sizin için dua etmekten başka bir şey gelmez elimden” dedi.

    Fare ailesi bu kez ineğin bulunduğu ahıra koştu. “Evde bir fare kapanı var!” İnek onları önce duymazdan geldi sonra döndü ve ” Sizin için üzgünüz ama beni hiç ilgilendirmiyor” dedi.

    Yardım isteyebilecekleri başka kimse kalmamıştı. Umutsuz, başları önde, eve geri döndüler. Çiftçinin kurduğu fare kapanına birgün birer birer yakalanacaklarını biliyorlardı. Umutları yoktu. Yardım edecek kimse de. Evin içinde artık bir ölüm sessizliği vardı. Minik fare ve ailesi iki gündür açlık ve susuzluktan bitkin-hasta düşmüşlerdi. Birden bir gürültü duydular, gecenin sessizliğinde bölen ses fare kapanından geliyordu. Çiftçinin karısı, fare yakalandı diye düşünerek yatağından fırlamış ve mutfağa koşmuştu. Karanlıkta kapana, zehirli bir yılanın kuyruğundan kısıldığını fark edemedi tam ışığı yakmak üzereyken, kapana yakalanan yılan kadını ayağından soktu.

    Çiftçi, karısını apar topar doktora götürdü. Doktor, zehiri temizledi, yarayı sardı ve eve gidebileceklerini ama hastanın iyi beslenmesi ve dinlenmesi gerektiğini söyledi. Kadıncağınız ateşi vardı ve ter içinde kıvranıp duruyordu. Böyle durumlarda taze tavuk suyunun gerekli olduğunu herkes bilirdi. Çiftçi de bıçağını alıp bahçeye koştu, tavuğu kesti. Karısı tavuk suyuna çorbayı içtikten sonra biraz kendine gelir gibi oldu.

    Kadının hastalığını duyan akrabaları-kolu-komşu ziyarete geldiler. Evde pek bir şey yoktu. Onlara ikram etmek için çiftçi bahçedeki koyununu kesti.

    Kadının durumu gittikçe kötüye gidiyordu. Belli ki yılan çok zehirliydi. Birkaç gün sonra kadın öldü. Cenazeye çok insan gelmişti. Yemek yapılması gerekiyordu. Çiftçi, mezbahadan bir kasap çağırıp ineği kestirdi.
    Fare ailesi ise tüm bu olan biteni duvardaki delikten üzüntü ile izlediler.

    ÖZETLE:

    Birileri, sizi hiç ilgilendirmeyen bir tehlike ile karşı karşıya iseler, aynı tehlikenin birgün sizin başınıza da gelebileceğini hatırlamaya çalışın.

    “Diğerleri” için de bir gözünüzün, kulağınızın ve vicdanınızın devrede olması gerektiğini kendinize öğretin.




  • Genç adam, evinin alt katında marangozluk yapıyordu. Kapı ve pencere konusunda uzmandı. Fakat plâstik pencereler yaygınlaşınca, ahşap olanlara rağbet azaldı. Bu yüzden işler iyi gitmiyordu. Üstelik de çocukları büyümüş, biri hariç okula başlamıştı. Masrafları artınca, yanındaki kalfasına yol verdi. İşe biraz daha erken koyulur, yardımcıya ayırdığı parayı, çocukların harçlığına katardı.

    Adam, bir gün çalışırken, elektrik kesildi. Ve uzun süre beklediği halde gelmedi. Aksi gibi, o akşam üzeri teslim etmesi gereken birkaç pencere vardı. Boş kalmayı sevmezdi. Planyayı yağladı, talaşları süpürdü. Biraz dinlenmek için eve çıkarken, sigortaya göz attı.

    Eğer yanılmıyorsa, bu iş normal değildi. Biri gelip sigortayı kapatmış olmalıydı.
    Şalteri kaldırınca, atölye aydınlandı. Tahminleri doğru çıkmıştı ama, bu işe bir anlam veremiyordu. Şaka dese, böyle bir şaka yapılmazdı. Kendisini kıskanacak bir düşmanı da yoktu.

    İşe koyulduğunda, yine aynı şey oldu. Ama bu sefer suçluyu görmüştü. Oğlu, evden atölyeye bağlanan merdiveni sessizce inmiş ve sigortayı kapattığı sırada, babasını karşısında bulmuştu.

    Adam, on yaşına gelmiş bir çocuğun böyle bir haylazlığını affedemezdi. Bütün günü, onun yüzünden mahvolmuştu. Bir kere yapmış olsa, ses çıkartmazdı. Ama tekrarlaması, hangi yönden bakılırsa bakılsın, büyük hataydı. Saçlarından yakalayıp sıkı bir tokat attı. Her şey onun iyiliği içindi. Belki vurduğu tokat, serseri olmasını engellerdi.

    Adam, oğlunun gözyaşlarını görmezden geldi ve eve çıktıktan sonra, eşine dert yanarak:
    - Bu çocuğun, okulda kimlerle düşüp kalktığını bilmemiz lazım!.. dedi. Eğer serbest bırakırsak, başımıza büyük dertler açacak!..

    Adam, bir süre düşündü. Sonunda da en kolay yolu buldu. Oğlunun hiç aksatmadan tuttuğu günlüğünde, arkadaşlarına ait ip ucu olmalıydı. Eşi istemese de, ona kulak asmadı ve çocuğunun günlüğünü okumaya başladı.

    Oğlu, en son sayfada:
    “Bu gece kötü bir rüya gördüm!..” yazmıştı. “Atölyede çalışırken, babamı elektrik çarpıyordu. Allah’ım onu koru!.. Ben elimden geleni yapacağım!..”




  • Şehit haberlerinin gelmesiyle birlikte daha da anlamlı olan GERÇEK bir hikaye...

    KINALI ALİ

    Üst teğmen Faruk cepheye yeni gelen askerleri kontrol ediyor bir taraftan da onlarla laflıyordur. Bir ara saçının ortası sararmış bir çocuk görür. Merakla “Adın ne senin evladım” diye sorar. Çocuk “Ali” diye cevap verir. “Nerelisin?” Ali “Tokat Zile’liyim komutanım” diye yanıt verir. “Peki evladım bu kafanın hali ne?” Ali, “Anam cepheye gelirken kına yaktı komutanım” “Neden?” der komutan. Ali,”Bilmiyorum komutanım” diye yanıt verir. O günden sonra herkes Ali’ye KINALI ALİ demeye başlar. Herkes kafasındaki kınayla dalga geçmektedir ancak Ali kısa sürede cana yakın ve cesur tavırlarıyla tüm arkadaşlarının sevgisini kazanır. Bir gün ailesine mektup yazmak ister ancak Ali nin okuma yazması yoktur. Arkadaşlarından yardım ister ve hep beraber başlarlar yazmaya. Ali söyler arkadaşları yazar.

    “Sevgili anacığım ellerinden öper çokca selam ederim. İyi olmanızı Cenab-ı Haktan niyaz ederim. Kardeşim Zeynep ve dahi kardeşim Hasan’a da bolca selam eder gözlerinden öperim. Ben burada çok iyiyim beni merak etmeyin. Vatan borcu namus borcu derdin ya anacığım, vatan borcu bana hiç ağır gelmiyor. Yerimden komutanlarımdan ve dahi arkadaşlarımdan çok memnunum. Bizler varoldukça düşman askeri bu topraklarda bir adım dahi ilerleyemez. Ben ve arkadaşlarım elimizden geleni ardımıza koymuyoruz , göğüsümüzü siper eyledik anacığım .
    Çokca selam eder o mubarek ellerinden öperim . Kardeşlerimi de hasretle kucaklarım. Soranlara hep bir selamımı söyleyin.
    Bir de anacığım; Hani askere gelirken kafama kına yaktıydın ya, arkadaşlarım ve komutanlarım burada benimle hep bir ağızdan dalga geçiyorlar. Pek yakında kardeşim Hasan’da askere gidecek, sakın onun kafasına kına koyma, onunla da dalga gecmesinler.
    Oğlun : ALİ ”

    Aradan bir kaç gün geçer, İngilizler kati netice almak için tüm Gelibolu’ya yüklenirler. Bu cepheyi savunan erlerimiz teker teker şehit düşmüşlerdir. Onlara takviye olarak giden yedek kuvvetler de yeterli olamamış, onların sayılarında da epey azalma olmuştur. Gelibolu düşmek üzeredir. Kınalı Ali’nin komutanı da olaylar nedeni ile yerinde duramıyordur. Kendisinin bölüğü henüz düşman askeri ile birebir savaşa hazır değildir. Komutanlarının bu düşünceli halini gören Kınalı Ali ve arkadaşları, komutanlarına düşmanla birebir savaşmak istediklerini söylerler. Komutanlarına onları düşmanla birebir savaşa sokmaları için adeta yalvarmaya başlarlar.Komutan öyle çaresizdir ki, askerlerinin bu isteğini çaresizlikten ötürü kabul edip onları düşmanın üzerine gönderir. Bir çok er gibi Kınalı Ali de o gün orada şehit düşer.

    Günler sonra, Kınalı Ali’nin son yazdığı mektuba annesinden yanıt gelir. Komutanları bu mektubu hep birlikte buruk ve yaşlı gözlerle okurlar.

    “Oğlum Ali nasılsın iyi misin? Çokca selam eder gözlerinden öperim yavruumm. Öküzü sattım paranın yarısını sana yarısını da cepheye gidecek kardeşine veriyorum. Şimdi öküzün yerine tarlayı ben sürüyorum. Zaten artık zahireye de fazla ihtiyacımız olmadığı için yorulmuyorum. Bir bacın bir ben.. yedigimiz içtiğimiz ne ola ki. Üç beş kuruş para bize yeter de artar bile. Siz sakın bizi merak etmeyin, bizi düşünmeyin. Köy de köylüde hep birden iyicedir. Burada hiç bir yaramazlık yoktur. Gece gündüz duacınızım oğluummm hasretin iyice bir büyüdü içimde ama ondan başka da bir düşüncem kederim yoktur çok şükür.
    Oğlum Ali; yazmışsın ki kafamdaki kınayla dalga geçtiler kardeşime kına yakma demişsin. Kardeşine de yaktım. Komutanlarına, arkadaşlarına söyle, senlen dalga geçmesinler. Adetir. Bizde üç şeye kına yakılır.
    1-Gelin kıza; gitsin ailesine çocuklarına kurban olsun diye.
    2-Kurbanlık koça; ALLAH’A kurban olsun diye.
    3-Askere giden yiğitlerimize; vatana millete kurban olsun diye.
    Bu dediklerimi komutanlarına bi de seninle dalga geçen arkadaşlarına bir bir, iyice anlat e mi oğlum.
    Gözlerinden öper selam ederim. ALLAH'A emanet olun.

    (Bu mektubun aslı, Çanakkale Müzesi’nde sergilenmektedir.)

    ŞEHİTLERİMİZE İTHAFTIR.
    RUHLARI ŞAD OLSUN...




  • aşağıdaki hikaye , benim okuduğum en iyi kısa hikayedir .

    Babam öleli 12 yıl olmuştu ve ben 20 yaşına geldiğimde babasız olmanın acısını artık çok daha iyi anlıyordum. Annemle birlikte küçük ama mutlu bir dünya kurmuştuk kendimize. Mevsimlerden bahardı,sokaklarda parklarda dolaşıyordum. Bu bahar daha bir çoşkulu hissediyordum kendimi. Birçok arkadaş edinmiştim. Mehmet,Can Canı´ın kuzeni Merve ve daha birçoğu... Her gün belirli saatlerde buluşup eğlenceli dakikaler yaşıyorduk. Onlarla o kadar eğleniyordum ki işe dahi gitmiyordum. Yine işe gitmediğim bir günde yalnız başıma dolaşırken arkadaşlarımla her zaman oturduğumuz parkta gördüm onu. O kadar güzeldi ki.. Bir süre çevresinde dönüp beni fark etmesini umdum ama bana hiç bakmıyordu. Tam umutsuzluğa kapılmışken son bir cesaretle yanına yaklaştım ve "Oturabilir miyim?" diye sordum. Deniz mavisi gözleriyle bakıp ,küçük bir tebessümden sonra."Oturabilirsiniz" dedi. Kalbim heyecandan deli gibi çarpıyordu. Ne söyleyeceğimi bilemiyordum. Sonra kısık bir sesle,"Adım Vedat," diyebildim. Bana dönüp "Nazlı" dedi. Bir süre sonra telefonlarımızı birbirimize verdik ve ayrıldık. Akşam olanları anneme anlattım. Annem gözlerimdeki mutluluğu fark edince çok sevinmişti.

    Arkadaşları bize davet ettim İlerleyen günlerde Nazlı ile daha sık görüşür olduk. Zaman ilerledikçe ona daha çok bağyaaıyordum. O hayatıma girdikten sonra işe gitmeye bile başlamış,diğer arkadaşlarımla da daha az görüşür olmuştum. Arkadaşlar sitem edince kendimi affettirmeye, onları akşsam yemeğine davet ettim. ve hazırlık yapmak için erkenden eve gittim.Anneme arkadaşlarımın geleceğini ve güzel bir yemek yapmak için hazırlığa başlamamamız gerektiğini söyledim. Akşam gelip çatmıştı. Kapı çaldı, hemen koşup açtım .Arkadaşlar gelmişti. Onları salona alıp sofrayı hazırlamak için mutfaktaki anneme yardıma gittim. Sofra hazırlandıktan sonra salona geçip onları içeri çağırdım. Arkadaşlarımı masaya alırken annemin bakşlarındaki korku ve şaşkınlık ifadesine bi anlam verememiştim. Tam arkadaşlarımı tanıtıyordum ki annem büyük bir feryatla masadan ayrılıp gitti. Olanları bir türlü anlayamıyordum. Arkadaşlardan özür diledim ve yemeğe başladık. Yemeğin ve sohbetin ardından arkadaşlar gitti. Annemin odasına olanları sorduğumda hiç cevap vermedi. Sadece yüzüme bakıp ağlıyordu.

    Eve gelen misafir Aradan 3 ay geçmişti. Arkadaşlarla ve özellikle Nazlı ile görüşmelerimiz iyice sıklaşmıştı. Bir ara anneme sözü Nazlı´dan açıp onunla birbirimizi ne kadar sevdiğimizi ve evlenmek istediğimizi anlattım. Annem mutlu olmamdan gülüyordu. Ama gözündeki korkuyu ve acıyı hissedebiliyordum. Öbür gün iş dönüşü eve geldiğimde bir misafir vardı. Tanıştıkve annem o arada kayboldu. O adam bana tuhaf sorular sorup durdu. 1-2 saat oturduktan sonra annem gelip misafiri yolcu etti.Anneme gelenin kim olduğunu sorduğumda doktor olduğunu söyledi."Yoksa hasta mısın?" dedim. Annem doktrun benim için geldiğini ve sadece genel bir kontrol yaptırmak istediğini söyledi. Sabah erken kalkıp hastaneye gittik ve bir çok testten geçirildim. Bir kaç saat sonra doktor gelip hiçbir şeyimin olmadığını söyledi ve annemi odasına çağırdı.Akşam eve geldiğimde annemin gözleri ağlamaktan şişmişti. Ne olduğunu sorduğumda, "Bir cenazeye gittim,çok etkilendim,"dedi. Artık Nazlı ile hemen hemen her gün görüşüyorduk. Her geçen gün ona olan aşkım içimden taşacak gibi oluyordu.Eve erken döndüğüm bir gün misafirler olduğunu gördüm.kimse beni fark etmedi. Mutfağa gidip atıştırırken ister istemez konuşulanlara kulak misafiri oldum.Konu bendim ve annemin niye böyle üzgün olduğunu o an anladım. Meğer hastane , doktor hep bu yüzdenmiş.Meğer ben şizofreni hastasıymışıım adını bie bilmediğim bu hastalık beni hayal dünyasında yaşamama neden oluyomuş. Misafirler gidene kadar ortaya çıkmadım Annem onları geçirince beni arkasında gördü ve "Birşey duydun mu?" der gibi yüzüme bakıyordu. Ona, "herşeyi duydum," dedim. Kadıncağızın gözleri dolmuştu ve bana sarılarak ağladı. Ona üzülmemesini ve kendimi çok iyi hissettiğmi söyledim ama gerçekten korkmuştum. Bana arkadaşlarımı davet ettiğim gün hasta olduğumu anladığını söyledi. Annemin anlattığına göre benim hiç arkadaşım yoktu. Eve davet ettiğim kişiler tamamen hayal ürünüydü. Annemin hazırladığı sofrada sadece ben oturmuştum ve sanki arkadaşlarım varmış gibi saatlerce o hayali varlıklarla konuşmuştum. Ya Nazlı da hayalse? Hiçbirşey umurumda değildi. Her şey, bütün bir Dünya hayal olabilirdi ama ya Nazlı...Ya o da hayalse? Bu ihtimal beni delirtmeye yetiyordu. Annem birçok ilaç getiriyor ve bunların rahatlamam için olduğunu söylüyordu. Ama ben zaten rahattım. İşten ayrıldım ve aradan 3 gün geçtikten sonra dışarı çıktım. Her zaman gittiğimiz parka gittim.Arkadaşlar yine oradaydı.Aslında belki oradan hiç ayrılmamışlardı.Onlarla konuşurken parktaki diğer insanların alaylı alaylı güldüğü fark ettim.O gülen insanlara,"Siz gerçek değilsiniz!" diye bağırdım. Ama onlar sadece gülüyorlardı.Peşimi bırakmalarını söyledim.Nereye gidersem onlarda benimle beraberlerdi.İlaçlar beni iyice dağıtmıştı.Düşüncelerimi toplayamıyordum.Arkadaşlar da yavaş yavaş benden uzaklaşıyorlardı. Nazlı´yı aramaktan korkuyordum. Çünkü ararsam Nazlı diye birinin olmadığını anlayabilirdim. Bir gün dayanamayıp aradım ve her zamanki yerimizde buluştuk. Ona bir yandan başıma gelenleri anlatırken diğer yandan da çevredeki insanları süzüyordum. Yine bana gülmelerinden korkuyordum.. Eğer bana gülüyorlarsa bu Nazlı´nın olmadığını gösterecekti. Evet çevredeki insanlar yine bana alaylı bakıyorlardı ama bu defa gülmüyorlardı. Nazlı olayı beni gün geçtikçe bitiriyordu. Bir gün anneme Nazlı´yı eve getireceğimi söyledim. Annemin gözleri kocaman oldu. Yine bir hayali eve getireceğimden korkuyordu. Ama ben kendime güveniyordum. Nazlı bir hayal değil gerçekti. Annem isteksiz olsa da benim ısrarımla kabul etti. Öbirgün Nazlı´yla buluştuk ve ona ,"Seni biraz sonra anneme götüreceğim," dedim. Nazlı çok telaşlandı. Hazırlıksız olduğunu söyledi ama ben ısrar edince kabul etti. Artık geri dönüş yoktu. Biraz sohbetin ardından eve doğru yola koyulduk. Sokağa gelip eve yaklaştığımızda son bir kez kulağına eğilip "Seni çok seviyorum," dedim. Eve geldik,kapıyı çaldım. Annem kapıyı açtığında ben önden girip ayakkabılarımı çıkardım ve Nazlı´yı içeri aldım. Anneme bakıp gözlerimle Nazlı´yı işaret ederken kalbim duracaktı sanki. Annemin gözlerindeki yaşı görünce olduğum yere yığıldım. Demek yine hayaldi...Ama annemin ağzından çıkan şu kelimeler benim için o an bir dua kadar kutsaldı; "Hoş geldin, güzel kızım ''




  • Evleneli oniki yıl olmuştu. Çocuk sahibi olamamıştık.
    Tedavi için gittiğimiz doktorların hemen hepsi aşağı yukarı
    aynı şeyleri söylemişlerdi. Bu gerçekleri duymak eşim için de
    benim için de her seferinde yıkım oluyordu.
    “Çocuk sahibi olabilmeniz imkansız görünüyor”
    Bu kelimelerin her tekrarlanışı umudumuzu iyice
    yitirmemize neden olmuştu.
    -Neden evlatlık edinmiyoruz? dedim eşime
    -Sahipsiz onca çocuk varken…
    Belki de Tanrı onlardan birine sahip çıkmamızı istiyor.
    Ve belki de bu yüzden bir bebek sahibi olmamızı dilemiyor.

    Yetimhanede bebeklerin bulunduğu bölüme
    girer girmez, ilk onu gördüm. Ayaklarını havaya dikmiş,
    elleri ile onlara ulaşmaya çalışıyordu.
    Harukulade bir bebekti ve ben
    ondan gözlerimi alamıyordum.
    -Bu… bunu kendimize evlat edinelim dedim.
    Daha ilk bakışta ona karşı öylesi güçlü bir sevgi hissettim ki,
    sanki doğurduğum çocuğumu emanet bıraktığım bir yerden
    geri almak üzere gelmişim hissine kapıldım.
    Ancak yetimhane yetkilileri bu konuda beyazlar kadar
    şanslı olmadığımızı, zencilerin evlat edinebilmelerinin biraz
    daha güç olduğunu söylemişlerdi.
    -Ben bu bebek için sonuna kadar mücadele edeceğim.
    dedim eşime Oda zaten bu konuda en az benim
    kadar kararlıydı. O günden sonra, gerçekten de onun
    için çok mücadele etmek zorunda kaldık.
    Bir çok araştırma, soruşturmaya tabi tutulduk.
    Aylarca uğraştık ama sonunda onu bize verdiler.

    Kızımızın hayatımıza girmesi ile birlikte yuvamızın
    tek eksiği de artık tamamlanmıştı. O harika bir bebekti.
    Eeşimle ben onun için çıldırıyorduk.
    Jacklyn okul çağına geldiğinde ona gerçeği anlattık.
    Artık kendisinin öz anne ve babası olmadığımızı biliyordu.
    Bu gerçeği öğrenmiş olması onda tahmin ettiğimiz
    şoku yaratmadı. Küçücüktü fakat inanılmaz derecede
    olgun bir çocuktu. Birgün arkadaşı Laura’yla sohbetlerine
    tanık oldum. Sevgili kızımın o gün arkadaşına söylediği
    sözler, benim hayatımda aldığım en güzel ödül oldu.

    “Ben evlatlığım” dedi Jacklyn
    Laura şaşkın bir ifade ile sordu;
    “Evlatlık ne demek?”
    Küçük kızım şöyle yanıt verdi.
    “Annenin karnında değil, yüreğinde büyümektir.”




  • Daha 18 yasındaydı , ama hayatının sonundaydı.
    Tedavisi mümkün olmayan ölümcül kansere yakalanmıştı.
    Kahır içinde eve kapamıştı kendisini.
    Sokağa çıkmıyordu.
    Annesi...Birde kendisi...
    O kadar dı bütün hayatı...
    Bir gün fena halde sıkıldı,dayanamadı,attı kendini sokağa...
    Bir yığın vitrinin önünden geçti.
    Tam cd satan bi dükkanı da geride bırakmıştı ki, bir an durdu.
    Geri döndü , kapıdan içeri, gözüne hayal meyal takılan genc kıza bidaha baktı.
    Kendi yaşlarında harika bir genc kızdı tezgahtar.
    Hani ilk bakışta aşk derler ya öyle takılıp kalmıştı işte..
    İçeri girdi
    Kız gülümseyerek koştu ona
    ->Size nası yardım edebilirim? diye
    Nasıl bir gülümsemeydi o.
    Hemen oracıkta sarılıp öpmek istedi kızı
    Kekeledi, geveledi sonra
    ->evet su cd yi bana sararmısınız?
    Kız cd yi aldı , içeri gitti
    Az sonra elinde paket edilmiş geldi.
    Aldı pakedi , çıktı dükkandan , evine döndü,açmadan dolaba attı...

    Ertesi sabah gene gitti aynı dükkana
    Gene bir cd gösterdi kıza , sardırdı , aldı eve getirdi ,attı paketi dolaba , gene açmadan...
    Günler hep alınan sarılan cd lerle geçti.
    Kıza açılmaya bi türlü cesaret edemiyordu.
    Annesine açıldı sonunda
    Annesi ->Git konuş oğlum , ne var bunda? dedi...
    Ertesi sabah bütün cesaretini topladı ve erkenden dükkana gitti.
    Bir cd secti .
    Kız gülerek aldı plağı arkaya gitti paketlemeye.
    Kız içerdeyken bir kağıda
    Sizinle bir gece çıkabilirmiyiz diye yazdı altına telefon numarasını ekledi notu kasanın yanına koydu gizlice..
    Sonra pakedini alıp kaçtı gine dükkandan..

    2 gün sonra evin telefonu çaldı
    Anne açtı telefonu
    Cd dükkanındaki tezgahtar kızdı arayan
    Delikanlıyı istedi.
    Notunu daha yeni bulmuştu
    Anne ağlıyordu..
    Duymadınız mı? dedi
    Dün kaybettik oğlumu..

    Cenazeden bikaç gün sonra , anne oğlunun odasına girebildi sonunda..
    Ortalığa çeki düzen vermeliydi.
    Dolabı açtı...
    Oraya atılmış bir yığın açılmamış paket gördü
    Paketleri aldı , oğlunun yatagına oturdu ve birtanesini açtı..
    İçinde bir cd vardı birde minik not
    ''merhaba sizi öyle tatlı buldum ki daha yakından tanımak istiyorum bir akşam birlikte cıkalım sevgiler ''
    Anne bir paketi daha açtı..
    Ondada bir cd ve bir not vardı
    ''Siz gerçekten çok tatlı birisiniz hadi beni bu gece davet edin artık. sevgiler''




  • Sanders düşük gelirli bir adamdır ve eşi de ev hanımıdır. Kıt kanaat geçinmektedirler. Emekli olunca, bütün parasıyla, eşiyle beraber işleteceği bir lokanta açar.

    Sanders’ m özel bir yemek tarifi vardır. Tavukla yaptığı bu yemek çok beğenilir. Sanders ve eşi kazancını sadece bu yemekten sağlamaktadır.

    Aradan uzun bir zaman geçer. İşler çok iyi gitmektedir. Ancak Hükümet, Sanders’ın lokantasına çok ters bir yerden geçen anayol yapar. Herkes bu yolu kullanmaya başlayınca, lokantaya bir kişi bile uğramaz olur. Sanders ve eşi bu olaya çok üzülür. Hiç istememelerine rağmen, iflas etmek üzere oldukları için, lokantayı kapatmak zorunda kalırlar.

    Sanders eşine, “Madem elimizde bu yemek tarifinden başka birşey kalmadı, o zaman ben de lokanta lokanta gezer, yemeğimi onlara satarım. Porsiyon başına bir miktar para talep ederim. Elbet anlaşacağım birileri çıkar karşıma. ” der ve yola koyulur.
    Ancak olaylar hiç de beklediği gibi gelişmez. Sanders kime gitse olumsuz yanıt alır. Yemeğin tadına bakmayı bırakın, tarifi dinlemeye bile gerek duymazlar. Sanders bu duruma çok üzülür. Gitmediği lokanta kalmamıştır.

    En sonunda pek tutulmayan, kuytu köşede kalmış bir lokantaya “son çare” olarak girer. Lokanta sahibi Sanders’ in teklifine sıcak bakar. Ondan yemeği pişirmesini ister ve eğer beğenirse teklifi kabul edeceğini söyler. Sanders tavuklu özel yemeğini yapar ve lokanta sahibine sunar. Lokanta sahibi yemeği çok beğenir, teklifi kabul eder ve o günden itibaren birlikte çalışmaya başlarlar.

    Sanders; Kentucky Fried Chicken logosunda gördüğünüz, keçi sakallı, gözlüklü adamdır.




  • AYAKKABI

    Sanki gelecek ay gökten para yağacak. Hem ev sahibim de zengin biri sayılmaz ki. Kimseden borç istemeye de yüzüm kalmadı. 20 milyon da kiraya verince elde 10 kalacak, bakkal artık beklemez, 5 de ona. Kalan 5 de bir hafta yeter ya sonra”.
    Adam evine geldiğini farketti. İçeri girdi, sıkıntılarını olabildiğince ailesine yansıtmayan biriydi. Yüzündeki sıkıntılı ifadeyi zorla da olsa değiştirdi, güler yüzle içeri seslendi;
    –Alo !. . . kimse yok mu? Bu yorgun ve yaşlı adamı karşılayacak kimse yok mu?
    Hanımı koşarak geldi, ceketini aldı;
    -Kusura bakma bey, geldiğini duymadım.
    -Eh elimiz boş olunca yüzümüze bakılmıyor, ne yapalım.
    -Öyle deme bey.
    -Şaka yaptım canım şaka yaptım, hemen darılmaaa. . . elim dolu olsa da yüzüme bakılmıyor, diyecektim !. .
    Onun şakalarına alışmış olan karısı bu kez ses çıkarmadı, sadece gülümsedi.
    -Yorgun görünüyorsun.
    -Biraz yorgunun hanım.
    -Acıkmışsındır, hemen yemeğini getireyim.
    -Hanım acıktım acıkmasına da, zahmet olmazsa başka bir şey rica edecem.
    -Estağfurullah bey, buyur !. . .
    -Ya sen de yorgunsundur ama ayaklarım çok ağrımış, bir leğene az bir su koysan, sana zahmet.
    -Tabi hemen getiriyorum.
    Adam eşofmanını giyip oturmuştu ki, hanımı bir legen suyla girdi. Adam yorgun ayaklarını suya daldırmadan merakla sordu;
    - Benim tatlı kızım nerde bakayım, saklandı mı yaramaz?
    Anne başını önüne eğdi,
    -Ne oldu, bir şey mi var? …Söylesene canım.
    -İçerde…ağlıyor.
    -Ağlıyor mu !. . . Niye?
    -Ayakkabı istiyor.
    -Daha önce konuşmuştuk, alamayacağımı söylemiştim. Hem ayakkabısı eski değil ki?
    -Eskidiği için değil, arkadaşlarında gördüğü, yeni çıkan bir ayakkabıdan istiyor.
    -Hanım biliyorsun para durumunu…
    -Ben biliyorum da…
    -Bir daha konuşayım bakalım, benim kızım anlayışlıdır. Çağır gelsin.
    Kadın kızını çağırdı, kalkmak istemeyen kızını, zor da olsa ikna ikna etti, babasının yanına getirdi. Babası yanına oturttu. Olabildiğince kırmamaya çalışarak konuştu;
    -Kızım, seninle daha geçen akşam konuşmuştum. Ayakkabı alacak kadar paramız yok, hem ayağındakiler de eski değil.
    -Başkası nasıl alıyor?
    -Yavrum onların durumu daha iyiyse alabilirler. Bizim şimdi iyi değil. Bekle belki bir kaç ay sonra alabiliriz.
    -Banane arkadaşlarım aldı, ben de alacam.
    Yine ağlamaya başlamıştı.
    -Ne kadarmış o ayakkabı fiyatını biliyor musun?
    -4 milyon.
    -Kızım sana o ayakkabıyı alırsak elimizde para kalmıyor. Getir bakayım sen şimdi giydiğin ayakkabılarını.
    Kız hışımla getirdi, yere attı. Adam çocuğun saygısızlığını görmemezlikten geldi. Küçük çocuklar için böyle heveslerin ne derece önemli olduğunu biliyordu. Hele arkadaşlarından biri onu kıskandırdıysa, o küçük dünyasında tüm hayali o ayakkabı olmuştur, başka birşey düşünemez bile, diye aklından geçirdi. Fakat adamın da yapacak birşeyi yoktu. Çok uzun bir sessizlik oldu, adam kızını kırmadan nasıl çözüm bulacağını düşünüyordu. Hanımı ise kocasının, ayakkabıların yere atılışına sinirlendiğini düşünüp endişe ile bekliyordu. Adam umutsuzca kızına bir daha sordu;
    -Kızım, bu ayakkabılar hiç de eski görünmüyor, bir kaç ay daha giysen.
    -Eski işte eski, giymem. Bunlar eski !. .
    Adam’ın içi içini yiyordu. Bir medet arar gibi hanımına baktı. Yıllardır sıkıntı içinde yaşayan ama eve her gelişinde güler yüzünü eksiltmeyen vefakar karısı, yapacak birşeyi olmadığını göstermek için, ellerini iki yana açtı. Adam birden ayağa kalktı, giyinmeye başladı.
    -Kızım madem benim, “Ayakkabın eski değil” sözüme bakmıyorsun, giy ayakkabılarını dışarda az öne gördüğüm bir çocuğun yanına gidelim. Sen ona da soracaksın. Eğer sorduğun çocuk, bu ayakkabılar için, eski derse veya beğenmezse söz istediğin o ayakkabıları alacağım.
    Ayakkabı alınmasından tamamen ümitsiz olan kız bunu duyunca heyacanlandı. Hemen hazırlandı. Baba kız el-ele sokağa çıktılar. Hiç konuşmadan bir kaç sokak geçmişlerdi ki, babası az ilerdeki köşeyi gösterdi;
    -Bak şu köşede oturan bir çocuk var, hemen hemen senin yaşlarında. Sor bakalım ayakkabıların güzel mi değil mi !. . .
    Kız hevesle çocuğun yanına koştu ama durdu kaldı. Çocuğun şaşkın bakışları arasında birkaç saniye orda kaldıktan sonra ağlayarak babasına doğru koştu. Soramamıştı.
    Babası ağlayan kızını bırakıp, köşedeki çocuğun yanına gitti. Cebindeki bozuk paraları, çocuğun önündeki mendile bırakıp döndü. Adam oldukça üzgün, “-Çok mu zalimce oldu. Ama başka çare de bırakmadı” diye kendi kendine düşündü.
    Köşede oturan çocuk, hâlâ şaşkın şaşkın, ağlayarak uzaklaşan kıza bakıyordu, duvara yasladığı koltuk değneklerinin arasından.




  • İlk hikaye çok güzel

    < Bu ileti tablet sürüm kullanılarak atıldı >
  • İÇİMİZDEKİ KÖPEKLER

    Yaşlı Kızılderili reisi kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, az ötede birbiriyle boğuşup duran iki köpeği izliyorlardı. Köpeklerden biri beyaz, biri siyahtı. Oniki yaşındaki çocuk kendini bildi bileli o köpekler dedesinin kulübesi önünde boğuşup duruyorlardı. Dedesinin sürekli göz önünde tuttuğu, yanından ayırmadığı iki iri köpekti bunlar. Çocuk, kulübeyi korumak için bir köpeğin yeterli olduğunu düşünüyor, dedesinin ikinci köpeğe neden ihtiyacı olduğunu ve renklerinin neden illa da siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu artık.

    O merakla, sordu dedesine. Yaşlı reis, bilgece bir gülümsemeyle torununun sırtını sıvazladı.

    “Onlar” dedi, “benim için iki simgedir evlat.”

    “Neyin simgesi” diye sordu çocuk.

    “İyilik ile kötülüğün simgesi. Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur. Onları seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm. Onun için yanımda tutarım onları.”

    Çocuk, sözün burasında, mücadele varsa, kazananı da olmalı diye düşündü ve çocuklara has bitmeyen sorulara bir yenisini ekledi:

    “Peki”, dedi. “Sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?”

    Bilge reis, derin bir gülümsemeyle baktı torununa:

    “Hangisi mi evlat?

    Ben hangisini daha iyi beslersem!”




  • İnanç Tarihi dersimin öğrencilerinden biriydi Tommy. Uzun saçlı, değişik
    bir gençti. Sınıfta benimle en çok tartışan öğrenci oydu. Tanrı'ya kayıtsız
    şartsız inanmayı kabullenmiyordu. Mezun olurken bana imalı, imalı;
    -"Günün birinde Tanrı'yı bulacağıma inanıyor musun hocam? " dedi.
    -"Hayır" dedim, yavaşça.
    -"Yaaa" dedi. "Oysa senin, bu derste Tanrı'yı pazarladığını sanıyordum
    hocam..." Kapıdan çıkıp gitmek üzereyken arkasından bağırdım:
    -"Tanrı'yı bulabileceğini düşünmüyorum. Ama o seni mutlak bulacak bir gün,
    eminim." Tommy, omuzunu silkip yürüdü... Mezuniyetten sonra izini
    kaybetmiştim ki, acı haberi kendisi getirdi bana...Ölümcül kansere
    yakalanmıştı. Odama girdiğinde; zayıflamış, çökmüştü... Kemoterapi,
    o uzun saçlarını dökmüştü... Ama gözleri halâ pırıl pırıldı...
    -"Birkaç haftalık ömrüm kalmış hocam" dedi.
    -"Sana bir şey sorabilir miyim?" dedim.
    -"Tabii" dedi, "Ne öğrenmek istiyorsun?"
    -"Sadece 24 yaşında olmak ve ölmekte olduğunu bilmek nasıl bir şey?"
    -"Daha kötüsü olabilirdi... 50 yaşında olmak, kafayı çekmek, kadınlarla
    beraber olmak ve müthiş paralar kazanmayı, yaşamak, sanmak gibi..."
    Sonra niye geldiğini anlattı... "Okulun son günü sana Tanrı'yı bulup
    bulamayacağımı sormuş; "hayır" yanıtını alınca şaşırmıştım. Sonra,
    "ama o seni bulur" dedin... İşte bunu çok düşündüm. Doktorlar
    ciğerimden parça alıp kötü huylu olduğunu söylediklerinde;
    Tanrı'yı aramayı ciddiye aldım birden... Habis ur, diğer hayati
    organlarıma yayılmaya başlayınca, sabahlara kadar dualar etmeye
    başladım... Hiç birşey olmadı. Bir sabah uyandığımda; ilahi bir mesaj
    alma yolundaki umutsuz çabalarımdan vazgeçiverdim aniden.
    Ömrümün geri kalan vaktini; Tanrı, ölümden sonra hayat falan gibi
    şeylerle geçirmeyecektim. Daha önemli şeyler yapma kararı aldım.
    O zaman gene seni düşündüm... "En büyük mutsuzluk, sevgisiz bir hayat
    sürmektir, bundan daha kötüsü de bu dünyadan, sevdiklerine
    "Seni seviyorum" diyemeden gitmektir" demiştin...
    Son günlerimi bu eksiği gidermekle harcayacaktım işte...
    En zorundan başladım... Babamdan..." Oğlu yanına geldiğinde;
    babası, gazete okuyormuş.
    -"Baba, seninle konuşmam lazım" demiş Tommy.
    -"Peki, konuş oğlum"
    -"Yani, çok önemli bir şey..."
    Babası, gazeteyi 10 santim indirmiş o zaman aşağı;
    - "Neymiş o bakalım?"
    -"Baba, seni seviyorum. Bunu bilmeni istedim." Tommy,
    gülümsedi, arkasını anlatırken... Babasının elinden yere düşmüş
    gazete... Hayatında hiç yapmadığı iki şeyi yapmış.
    Tommy'ye sarılmış ve ağlamış... Sabaha kadar konuşmuşlar.
    Babası, ertesi sabah işe gitmek zorunda olduğu halde...
    "Annem ve kardeşimle daha kolay oldu" diye devam
    etti Tommy... "Onlar da bana sarılıp ağladılar. Yıllardır bana
    söylemedikleri, söyleyemedikleri şeyleri anlattılar. Bütün bunları
    yapmak için bu kadar geç kalmış olmama üzüldüm sadece...
    Ölümün gölgesi üzerime düşünce; kalbimi açıyordum,
    bana, aslında çok daha yakın olması gereken insanlara..."
    Nefes aldı Tommy..." Bir gün baktım, Tanrı, orada...
    Hemen yanıbaşımda duruyor... Ona yalvardığım zaman,
    bana gelmemişti. Onun kendi programı vardı, kendi bildiği gibi
    yapıyordu. Gerçek olan şu ki, haklıydın...
    Ben, onu aramaktan vazgeçtiğim halde, gelip, beni bulmuştu."
    - "Tommy" dedim. "Sandığından çok önemli şeyler söylüyorsun, tüm
    insanlığa... Sen, Tanrı'yı bulmanın en emin yolunu anlatıyorsun.
    Onu, sadece kendine ayırmak, sadece ihtiyaç duyunca aramak
    işe yaramaz... Ama hayatını sevgiye açarsan o, gelir seni bulur.
    Bunu anlatıyorsun farkında mısın?" Devam ettim; "Tommy, bana
    bir iyilik yapar mısın, bunları gelip sınıfımda da anlatabilir misin?"
    Bir gün tespit ettik. Ama Tommy gelemedi o gün... Ölümle hayatı
    sona ermemişti tabii... Şekil değiştirmiş, büyük bir
    adım atmıştı sadece... İnanmaktan, görmeye geçmişti...
    Ölümünden önce son bir defa konuşmuştuk.
    -"Söz verdiğim derse gelemeyeceğim, halsiz ve bitkinim hocam" demişti..
    -"Anlıyorum Tommy !"
    -"Benim yerime onlara sen anlatır mısın hocam, sen anlatır mısın?
    Herkese, bütün dünyaya, benim için anlatır mısın?"
    -"Anlatırım Tommy" dedim. "Anlatırım, merak etme!"

    İnsanlara; "Seni seviyorum" demek için, ölümü beklemenize
    gerek yok, şimdi, hemen şimdi başlayabilirsiniz...
    Başlayın ki, hayatınız güzelleşsin, zenginleşsin..

    Hem, şimdi başlamazsanız,
    belki de hiç söyleme şansınız olmayabilir...




  • takip

    < Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >
  • 
Sayfa: önceki 1112131415
Sayfaya Git
Git
sonraki
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.