Şimdi Ara

Anlamlı, İnsanın 'İçine İşleyen' Hikayeler.. Mutlaka Okuyun!! (22. sayfa)

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
533
Cevap
164
Favori
323.555
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
8 oy
Öne Çıkar
Sayfa: önceki 2021222324
Sayfaya Git
Git
sonraki
Giriş
Mesaj
  • içine işeyen diye okuyanlar
  • quote:

    Orijinalden alıntı: stefansalvatore

    içine işeyen diye okuyanlar


    < Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >
  • quote:

    Orijinalden alıntı: Unzerstörbar

    Bu cok iyimis..


    [size=4]TERSTEN YAŞAM
    Yaşamın en tatsız tarafı sona eriş şeklidir.
    Şüphesiz ki yaşamı tersten yaşamak daha güzel hatta mükemmel olurdu.
    Nasıl mı ?
    Cami'de uyanıyorsunuz. Bir tahta sandık içersinde, herkes karşınızda saf durmuş, iyiliginize dua ediyor ve tüm haklar helal edilmiş vaziyette.
    Tabuttan dogruluyorsunuz, yaşlı, olgun ve ağırbaşlı olarak.
    Herkes etrafınızda büyük bir itibar, iltifatlar, çocuklar torunlar hepsi hazır.
    Arabanıza kurulup evinize gidiyorsunuz.
    Doğar doğmaz devlet size maaş bağlıyor, aylık veya üç ayda bir maaşınızı alıyorsunuz. Ne güzel , hazır maaş , hazır ev...
    Altmışlı yaşlara kadar herşey garanti, huzur içinde yaşıyorsunuz.
    Sağlığınız gittikçe düzeliyor
    Kaslar güçleniyor, kuvvetleniyorsunuz.
    Bir gün çalışmak istiyorsunuz ve işe ilk başladığınız gün size hoş geldin hediyesi olarak bir plaket ve altın kol saati veriyor patronunuz..
    Ve Genel Müdürlük veya bunun gibi yüksek bir makamdan tecrübeli bir insan olarak işe başlıyorsunuz.
    Herkes karşınızda elpençe divan...
    Vücudunuzda da bazı hoşa giden hareketler de başlıyor, gittikçe zayıflıyor forma giriyorsunuz
    Diğer hormonal aktiviteler artıyor , fevkalade..... Aman ne güzel günler başlıyor...
    Derken bir gün patron size artık Üniversiteye gitsen daha iyi olur diyor.
    Bu arada Babanız ortaya çıkmış, "fazla çalıştın" diyor "artık eve dön, işi bırak, okumaya başla, harçlığın benden olsun..."
    Keyfe bakar mısınız ?
    Okuduğunuz dersler gittikçe kolaylaşıyor. Ekmek elden su gölden bir dönem başlıyor.
    Partiler, Diskotekler, Kızların sayısı artıyor. Derken Anne ve Babanız sizi götürüp getirmeye başlıyor. Araba kullanma derdi de yok artık...
    Günün birinde sizi okuldan da alıyorlar, "evde otur, keyfine bak oyuncaklarınla oyna" diyorlar...
    Mamanız ağzınıza veriliyor, zaman zaman altınızı bile temizliyorlar , hatta bu durum alışkanlık yaratıyor ve hiç tuvalet kullanmamaya başlıyorsunuz.
    Derken anneniz bir gün size süt verme kararını alıyor ve başka bir keyifli dönem başlıyor.
    Mama artık her yerde, her an ve en taze şeklinde hazır.
    Bir gün karanlık ilik ve sıcak bir ortama giriyorsunuz.
    Beslenmek için ağzınızı açmaya dahi gerek yok , bir kordondan besleniyor sıcacık yumuşacık gürültü ve patırtısız bir ortamda yaşıyorsunuz.
    Küçülüyor, küçülüyor, ufacık bir hücre halini alıyorsunuz.
    Ve günün birinde müthiş keyifli bir orgazm ile hayatınız bitiyor....
    Nasıl ama ; İŞTE YAŞAMAK

    Babanız ne zaman doğuyor




  • konu devam etsin lütfen
  • Yeni alınan ayakkabılarımıza sarılıp uyuduğumuz gecelerimiz vardı bizim.
    Harçlıklarımızı biriktiremeyip, "Bugün harcayıp yarın biriktirmeye devam ederim." düşüncelerimiz.
    Bakkala yeni gelen futbolcu kartlarını biriktirip, içerisinden taso çıkan cips almışlıklarımız var bizim.
    Yaz geceleri tezek yakıp sinek kovmak gibi buluşlarımız, duman (sinek)arabası peşinden ezilme pahasına koşmuşluklarımız.
    Bizim sokak arası maçlarımız vardı.
    Bizim oyun arkadaşlarımız, küslüğün 5 dakikayı geçmeyen masumiyetimiz vardı.
    Sabah guguk kuşu sesine uyanışımız, akşam ezanı okunurken eve buruk dönüşlerimiz vardı.
    Balkondan, cezalı olduğumuz günlerde aşağıda oynayan arkadaşlarımıza müdahalelerimiz vardı.
    Saklambaç oynarken tişörtleri değişip çanak çömlek patladı haykırışlarımız vardı.
    2 domates, beyaz peynir ve zeytinle yapılan pikniklerimiz.
    Doktorculuk, öğretmencilik, anne ve babacılık oynadığımız masum evliliklerimiz vardı.
    Canımız sıkılmazdı, çünkü Susam Sokağı izlerdik, He-Man, 7'den 77'ye izlerdik biz.
    Bizler, annesi "Gel, dövmeyeceğim." sözüne kanıp bir araba dayak yiyen saf çocuklardık.
    Anne terliğinin tadına doyumsuz bakmış, pazar banyosunu genelde mavi leğende Hacı-Şakir sabunu ve maşrapayı kafasına yiye yiye yıkanmış tertemiz çocuklardık.
    Bizler kardan adam yapıp erimesin diye dua eden çocuklardık.
    Sokak oyunundan vazgeçemeyip, salça ekmek yiyip doyan çocuklardık.
    Yere düşen ekmeği öpüp başımıza koyardık.
    Tuvaleti geldiğinde, annesi eve alır korkusuyla sokağa çiş yapan çocuklardık.
    Allah korkusunu bilip, İstiklal Marşı duyunca saygı duruşuna geçen çocuklardık.
    Öğretmenine saygılı, okuluna zarar gelsin istemeyen temiz insanlardık.
    Komşuluğun dibine vurulmuş, akşam sohbetlerine ağzımız açık katılırken "Sen dinleme bakiim büyükleri!" sözü ile irkilen son, ama nesli tükenmemiş güzel çocuklardık.




  • Ne kadar küçük şeylere ağlardık.
    Bir tutam saç, bir oyuncak araba, bir bebek.
    Şimdi büyüdük.
    Çok büyük olaylar bile ağlatamıyor bizleri.
    Ölümler, iflaslar, savaşlar...
    Şimdi daha mı güçlüyüz?
    Yoksa daha mı alışkın?
    Hayatı öğrenmek “alışmak” mı acaba?
  • Atatürk'e hakaretten sanık bir köylü hakkında takibat yapılıyordu. Durumu Atatürk'e arz ettiler,

    - Mahkemeye veriyoruz, dediler, size küfür etmiş. Atatürk sordu:
    - Ben ne yapmışım ona? Evrakı tetkik edenler açıkladılar:
    - Gazete kâğıdı ile sardığı sigarayı yakarken kâğıt tutuşmuş ta ondan.

    Atatürk'e bunu söyleyen bir milletvekilidir. Atatürk sormuş,

    - Siz hiç gazete kâğıdı ile sigara içtiniz mi?
    - Hayır...
    - Ben Trablus'tayken içmiştim, bilirim. Pek berbat şey. Köylü bana az küfretmiş. Siz bunun için onu mahkemeye vereceğinize, ona insan gibi sigara içmeyi sağlayınız!
  • ENERJİ VAMPİRLERİ

    Bunların en bilineni, karşısındaki kişiyi suçlu hissettirmektir. Bunun için bir insan diğerine bağırabilir, aşağılayabilir, alay edebilir, ya da kendisini acındırabilir. Sonuçta karşısındaki kişi kendisini suçlu hissederse yaşam enerjisi çalınacak, kendisini güçsüz ve yeteneksiz hissedecektir.

    Bir başka yöntem, karşımızdaki insana sessiz ve mesafeli durmak, duygularımızı saklamaktır. Mesafeli durduğumuz zaman, karşımızdaki insan bizim ne hissettiğimizi ve düşündüğümüzü bilemez ve endişeye kapılır. Endişe ve huzursuzluk, yaşam enerjimizin karşımızdaki kişiye geçmesini sağlar.

    Karşımızdaki insana aşırı sevgi vermek ve bunun karşılığını beklemek de bir çeşit enerji vampirliğidir. Kontrolcü kişiliklerin başvurduğu bu yöntem, anne çocuk ilişkilerinde ya da karı koca ilişkilerinde sıklıkla yaşanır.

    Sonuçta, karşımızdaki kişiye olumsuz duygular yaşatıyorsak, onun yaşam enerjisini çalıyoruz demektir. Peki, yaşam enerjimiz çalındığı zaman ne olur?

    Genelde, yaşam enerjimiz küçüldüğünde, yaşamdan zevk alamayız. Günlük işlerimizi yapamaz hale geliriz, çünkü en ufak bir iş bile bize külfet gibi görünür. Sürekli bir can sıkıntısı duyarız. Yüreğimizde, sebebini bilmediğimiz bir ağırlık oluşur. Toleransımız azalır. Bir gün önce başkalarına dağıtacak sevgimiz varken, bir anda kendimizi dibe vurmuş gibi, sanki derin bir kuyuya inmiş gibi hissederiz. Artık başkalarına sevgi vermek yerine, onlardan beslenmeye çalışırız.

    Bütün bu yaşanan olumsuzluklara rağmen, kancalar sağlıklıdır ve insanların birbirine sevgi akıtabilmeleri için oluşurlar.


    ENERJİNİZİN ÇALINMASINA İZİN VERMEYİN

    Çevrene pozitif enerji yayan biriysen eğer daha dikkatli olacaksın.

    Kafalarında yarattıkları saçma bir dünyayı senin kafana geçirerek enerjini çalmalarına izin vermeyeceksin.

    Hayatta sadece sorunları olduğunu düşünenleri anlamak zorunda bırakmayacaksın kendini.

    Hayatın gerçek bir mucize olduğunu, şiir gibi güzellikleri bağrında taşıdığını, hayatın her insana bir şekilde gülümsediğini anlamayanlarla uğraşmayacaksın.

    İlişkilerinde sadece sorunlarını dile getiren, yaşadıkları onca güzelliği yok sayan insanlara bir dakikanı bile ayırmayacaksın.

    Hakkında hiç bir şey bilmedikleri halde konuşmaya kalkanları susturacaksın.

    Değerinin farkında olmayanlardan uzak duracaksın.

    Değerini bilerek yok saymaya çalışanlara ise haddini bildireceksin.

    Fındıkkabuğunu doldurmayan işlerle boğuşmanı sağlamaya çalışan insanları sileceksin defterinden.

    Gülüşlerini çalmaya kalkanları çıkaracaksın hayatından.

    İlişkileri bir yük haline getirenleri uzaklaştıracaksın yanından ve ilişkinin mutluluk getirmesi gerektiğini yazacaksın kafana.

    Velhasıl, onca yılını vererek ışıl ışıl bir enerji deposuna çevirdiğin beynini düşünerek, beyinsizlere ezdirmeyeceksin kendini..

    Peki...

    Hayatında kaç kişi kaldı bunları yapanları eleyince geriye??




  • quote:

    Orijinalden alıntı: unsal07

    Akatlar’da yürüyordum; kadın beni tanıdı ve selamlaştıktan sonra, sorusunu sordu: “Oğlum dersleri tamamen bıraktı; ne söylesem hiç fayda etmiyor. Ya arkadaşlarıyla buluşuyor, ya telefonda mesajlaşıyor ya da bilgisayarın başında oyun oynuyor. Ne yapacağımı şaşırdım, Hocam ne yapalım?”


    “Sohbet ediyor musunuz?”

    “Valla, konuşuyorum, ama hiçbir faydası yok.”

    “Kaç yaşında?”

    “On yedi yaşında.”

    “Mesela ne diyorsunuz?”

    “Sınavların yaklaştığını söylüyorum; derslerine çalışması gerektiğini söylüyorum; böyle giderse sınıfta kalacağını, arkadaşlarından geri kalacağını, ilerde çok pişman olacağını, ama o zamanda duyulan pişmanlığın işe yaramayacağını anlatıyorum.”

    “Siz konuşup, nasihat ediyorsunuz.”

    “Evet.”

    “Ama, onunla sohbet etmiyorsunuz.”

    “Valla bilmem; biz bildiğimiz kadarıyla elimizden gelenin en iyisini yapıyoruz, konuşuyoruz, anlatıyoruz.”

    “Doğru, bildiğiniz kadarıyla elinizden gelenin en iyisini yapıyorsunuz. Ama konuşmak, nasihat etmek, sohbet etmek değildir. Siz sohbet etmesini bilmiyorsunuz.”

    Kadın haklı olarak “neden bahsediyorsunuz,” diyen bir yüz ifadesiyle bana baktı.

    İçim burkuldu. Anne acı çekiyordu ve çocuğuna yardım etmek istiyordu, ama kendini çaresiz hissediyordu.

    ***

    Öğrencileri ve anababaları birlikte çağırdım. Danışmalığını yaptığım okulun küçük tiyatro salonunda buluştuk, öğrencilerle birlikte anababalar da oturdu.

    Ufacık sahneye çıktım, bir sandalye attım oturdum, yanı başıma bir boş sandalye koydum.

    “Buradaki öğrencilerden kim benimle sohbet etmek istiyor?” diye sordum. Kalkan ellerden birini gelişigüzel seçtim. Selim adıyla anacağım bir öğrenci yanımdaki sandalyeye geldi oturdu.

    “Adın ne?”

    “Selim.”

    “Kaç yaşındasın?”

    “On iki.”

    “Bugün ayın kaçı?”

    “24 Aralık 2008.” (Gerçek tarihtir; bu uygulamayı o gün yaptım.)

    “Selim, gözünü kapa, beni iyi dinle. Gözünü açtığın zaman aradan yirmi yıl geçmiş olacak. 24 Aralık 2028 tarihinde gözünü açmış olacaksın. Tamam mı?”

    Anladığını belirtmek için başını salladı.

    “Lütfen gözünü aç.”

    Selim, gözünü açtı.

    “Bugünün tarihini söyler misin?”

    “24 Aralık 2028.”

    “Kaç yaşındasın?”

    “Otuz iki.”

    “Ne iş yapıyorsun?”

    “İç mimarlık.”

    Göz ucuyla anneye babaya bakıyorum; yüzlerinde hayret belirten hafif bir tebessümü var. Belli ki, onlar da Selim’in söylediklerini benimle birlikte ilk defa duyuyorlar.

    “Nerede çalışıyorsun?”

    “New York, Manhattan’da.”

    Anne, babanın yüzünde saklayamadıkları büyük bir şaşkınlık ifadesi.

    “Evli misin?”

    “Hayır.”

    “Arkadaşlarından evlenenler oldu mu?”

    “Kızların hepsi evlendi.”

    Gülüşmeler..

    “Çalıştığın yere beni götürür müsün?”

    “Ofisim, Manhattan’da 86 katlı bir binanın 42. Katında.”

    Gülüşmeler devam ederken hayalen o binaya yürüdük, asansöre bindik, 42. Katta indik.

    “Burası ‘home office,’” dedi.

    İçeri girdikten sonra açıkladı:

    “Dubleks daire: aşağıda salon ve mutfak var. Yukarda yatak odası ve ofis odam.”

    “Selim, salonda neler var?”

    “Salonda masa var, koltuklar var, sandalyeler var; komodin var, sehpalar var.”

    “Duvarlarda ne var?”

    “Resimler var, fotoğraflar. Ailemin fotoğrafı da var.”

    “Ailenin fotoğrafına bakınca neler görüyorsun? Beraber bakabilir miyiz?”

    “Annem var, babam var. Ailece çektirdiğimiz bir fotoğraf. Abim var, ablam var, ben varım.”

    “En küçük sen misin?”

    “Evet.”

    “Selim, bu fotğrafa baktığında, içinde ‘keşke!” duygusu beliriyor mu? İçindeki herhangi bir ‘keşke’nin sesini duyuyor musun?”

    Hiç beklemeden “Evet,” dedi.

    “Haydi, anlat bize,” dedim.

    “Ben, babamla birlikte futbol maçına gitmeyi çok istedim. Bir de hafta sonları onunla top oynamak, kırlara gitmek istedim. Güreşmek istedim. Ama babam çok yoğundu; çalışmak zorundaydı, olmadı, zaman bulamadı. Ne yapalım, böyle oldu.”

    Baba’ya baktım; gözlerinin yaşını tutmaya çalışıyor, ağlamamak için dudaklarını ısırıyordu.

    Selim’e teşekkür ettim. Ve sordum:

    “Selim, bu konuşmamızda, sana büyüklük tasladığımı, sana nasihat etmeye çalıştığımı hissettin mi?”

    “Hayır!”

    “Olanla ilgili olarak mı konuştuk, olması gereken üzerine mi?”

    “Olanla ilgili olarak konuştuk.”

    “Selim, seninle yeniden böyle sohbet etmek istesem, benimle konuşmak ister misin? Konuşmamızdan zevk aldın mı?”

    “Yeniden konuşmak isterim; sohbetimizden zevk aldım.”

    ***

    Sohbet özel türden bir konuşma, kendine özgü özellikleri olan bir söyleşidir.

    Sohbet içinde olan iki insan o an için güç, onur ve değer yönünden eşittir ve olanı paylaşırlar; olması gereken üzerinde konuşmazlar.

    Korku kültürünün olduğu yerde sohbete izin verilmez.

    Türkiye’nin aydınlık geleceğinde anababaların çocuklarıyla sohbet içinde olmasını diliyorum.

    Doğan Cüceloğlu (26.06.2011)

    Beğendim. Memleketim nasihatten geçilmiyor. Sohbet yok hakkaten bizim ailede böyle nasihat nasihat. Bi annem var o bu sohbet konularında iyi şükür. Babayı at çöpe.

    < Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >




  • Saygın bir firmada yönetim işe girmek isteyenlere bir soru sormuş ve soruya en uygun cevabı veren kişiyi işe almışlar. Bu soruda doğru veya yanlış cevap diye bir şey yok sadece düşünce sistemi önemli.

    Soru şu:

    Karanlık yağmurlu bir gece yağmur yağıyor fırtına var gök gürlüyor ve siz sabaha karşı 02.00' de tek başınıza ıssız bir yolda araba ile gitmektesiniz. Arabanız iki kişilik. Biraz ilerde otobüs durağında 3 kişi bekliyor.
    Birincisi bir doktor sizi daha önce geçirdiğiniz kalp krizinden kurtarmış.
    İkinci kişi çok yaşlı ve hasta neredeyse ölmek üzere olan birisi. Üçüncüsü hayatinizin rüyası her zaman tanışmak için can attığınız birisi.
    Hava gittikçe kötüleşiyor ve arabanızda sadece bir kişiye yer var.
    Böyle bir durumda ne yapardınız?

    Soruyu iyice düşünün ve en iyi cevabı verin.

    (cevap vermeden alt bölümlere geçmeyin.)





















    Görüşmecilerden bazılarının cevabı şöyle olmuş:

    A. Hasta adamı en yakın hastaneye götürürdüm

    B. Doktor daha önce hayatımı kurtardığına göre onu alırdım

    C. Manen düşünürsem tabi ki hasta adamı alırdım fakat kendi geleceğim ve hayatım için her zaman tanışmak istediğim hayatımın rüyasını alırdım.

    Burada doğru veya yanlış cevap diye bir şey yok sadece her bir kişinin durumu algılayışı ve ele alisi var

    Bu görüşmede cevapların % 90' i "yaşlı adamı alırdım" olmuş olmuş; ama sadece bir kişiyi işe almışlar.

    O kişinin cevabı acaba nasılmış?

    (Biraz düşünün ve sonra aşağısını okuyun.)


















    Arabadan inip anahtarı doktora veririm doktor benim hayatımı kurtardığı gibi yaşlı kişiyi de hastaneye yetiştirip iyileştirebilir.

    Böylece ben de hayatımın insanıyla otobüs durağında baş başa kalıp onu tanıma fırsatını elde edebilirim.

    Bu cevapla o kişi hemen işe alınmış.

    İnsanoğlu tabii olarak bencildir bütün verilen diğer cevaplarda kimse arabasını vermeyi akıl edememiş...




  • Kızlarınızı iyi yetiştirin.
    Kendi kendilerine yetmeyi öğretin.
    Namuslu olmanın yürekten geçtiğini öğretin.
    Evden çıkar çıkmaz ilk köşede eteğinin boyunu kısaltmasına gerek olmadığını öğretin.
    İstediğini giymeyi öğretin.
    İnsanın ahlakının sadece kendi beyninde olduğunu öğretin.
    Kıskanılmanın sevilmeyle aynı olmadığını öğretin.
    Kıskanılmanın güzel, saygısızlığın kötü olduğunu öğretin.
    Beni çok kıskanır, dışarı çıkarmaz, şunu bunu giydirmez diyen adamla gurur duymamayı bunun aslında kendine hakaret olduğunu öğretin.
    Arayıp neredesin; kiminlesin vs. diyen adama seni tanımadan önce nasıl davranacağımı bilmiyor muydum haddini bil demeyi öğretin.
    Eşlerini aldatan erkeklerin yanındaki ikinci kadın olmamayı öğretin.

    Oğullarınızı iyi yetiştirin.
    Karşı cinse saygı duymayı öğretin.
    Gece yarısı evine dönen kadının “aranmadığını” öğretin.
    Bir kadının omzuna arkadaş olarak da sarılabileceğini öğretin.
    Dokunmaktan korkmamasını öğretin.
    Sevmenin değer verme olduğunu öğretin.
    Sahip çıkmayla sahibi olmanın farklı olduğunu öğretin.
    Bulunmaz hint kumaşı olmadıklarını; olsalar bile burun silinen mendillerinde kumaştan yapıldığını; hiç kimseyi küçük görmemeyi öğretin.

    Ama bunları önce kendi içinizdeki çocuğa öğretin.

    Albert Einstein




  • Çok eski zamanlarda İngiltere'de bir gelenek varmış. Halktan biri ölünce, kilisenin çanı bir kez çalarmış. Bir asil öldüğünde iki kez, kraliyet ailesinden biri ölünce üç kez ve kral öldüğünde dört kez çalarmış.
    Bir gün mahkeme, halktan bir yurttaşı haksız yere mahkum etmiş.
    O gün kilisenin çanı beş kez çalmış. Buna bir anlam veremeyen halk kiliseye koşmuş ve papaza sormuşlar.
    "Kraldan daha büyük ve önemli kim var ki çan beş kez çaldı?"
    Papaz yanıt vermiş:

    "KRALDAN DAHA BÜYÜK VE DAHA ÖNEMLİ BİR ŞEY VAR: ADALET! BUGÜN ADALET ÖLDÜ."
  • Genç bir çift, yeni bir mahalledeki yeni evlerine taşınmışlar.
    - Sabah kahvaltı yaparlarken, komşu da çamaşırları asıyormuş
    Kadın kocasına
    - Bak, çamaşırları yeterince temiz değil, çamaşır yıkamayı bilmiyor, belki de doğru sabunu kullanmıyor. ‘ demiş.
    Kocası ona bakmış, hiçbir sey söylememiş, kahvaltısına devam etmiş.
    Kadın, komşusunun çamaşır astığını gördüğü her sabah aynı yorumu yapmaya devam etmiş.
    Bir ay kadar sonra, bir sabah, komşusunun çamaşırlarının tertemiz olduğunu gören kadın çok şaşırmıs, bak demiş kocasına
    - Çamaşır yıkamayı öğrendi sonunda, merak ediyorum, kim öğretti acaba ?’
    ‘Ben bu sabah biraz erken kalkıp penceremizi sildim’ diye cevap vermiş kocası.
    Hayatta böyle değil midir ?
    Başkalarını izlerken gördüklerimiz, baktığımız pencerenin ne kadar temiz olduğuna bağlıdır.
    Birini eleştirmeden ve hemen yargılamaya davranmadan önce Kalp(pencere) durumumuza bakmak ve ‘iyi’ olanı görmeye hazır olup olmadığımızı farketmek güzel bir fikir olabilir !…




  • Kadın sabah kalkmış, aynaya bakmış ve kafasında yalnız üç tel saç görmüş.
    "Hım," demiş, "galiba bugün saçımı örgü yapacağım. "
    Öyle de yapmış, günü de harika geçmiş.
    Ertesi gün kalkmış, aynaya bakmış, kafasında iki tel saç kalmış.
    "Hım," demiş, "bugün saçımı ikiye ayıracağım."
    Dediğini de yapmış, harika bir gün geçirmiş.
    Bir ertesi gün yine kalkmış, aynaya bakmış, kafasında tek tel saç var.
    "Tamam, tamam." demiş. "artık bugün atkuyruğu yaparım."
    Öyle de yapmış ve çok çok güzel bir gün geçirmiş.
    Daha bir ertesi gün aynaya baktığında, kafasında bir tek tel bile kalmamış.
    "Wow!" diye bağırmış. "Bugün saç derdim yok "

    Bakış açısı her şeydir. Gerektiğinden kibar ol. Tanıdığın herkes kendi savaşını yaşamakta zaten.

    Basit yaşa, cömertçe sev, yürekten düşün sevdiklerini...




  • 30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN




    Konstantin, Yunan kralıydı. Kayzer’in kızkardeşiyle evliydi.

    Alman imparatorunun hem eniştesi, hem kuklasıydı. Kayzer ne derse onu yapardı, Kayzer izin vermezse tuvalete bile gidemezdi.

    *

    İngilizler baktı ki, bu kuklayla olmuyor, başka kukla buldular. Efendi gibi çekil, tahtını küçük oğlun Aleksandros’a bırak, yoksa hanedanı devirip Venizelos’u başa geçireceğiz dediler.

    *

    Konstantin tırstı.
    Koltuğu kurtaramıyoruz, bari canımı kurtarayım dedi, kendisi gibi Alman yalakası olan büyük oğlunu yanına aldı, Almanya’ya sığındı.

    *

    Aleksandros hayırlı evlattı!
    Babasını yolcu etti, tahta geçti.

    *

    Lay lay lom bi arkadaştı.
    Babası ve abisi varken kral olma ihtimali bulunmadığı için, piyangodan kral olana kadar Yunanistan’a uğramıyor, Oxford’da okuduğu için İngiltere’de yaşıyor, tenis oynuyor, futbol maçlarına gidiyor, otomobil yarıştırıyor, motora biniyor, yelkene biniyor, para saçıyor, kızlarla gününü gün ediyordu.

    *

    Kafaya tacı taktılar.
    İplerini Venizelos’a verdiler.

    *

    Venizelos, İngilizlerle işi bağlamıştı, “takıl bana, seni İzmir’de krallar gibi yaşatıcam” dedi, tuttu kolundan bu kazmayı, İzmir’i işgal ettirdi.Venizelos’un Anadolu’da gözü yoktu, acelesi de yoktu, gözü İstanbul’daydı. Osmanlı paketlendikten sonra, kurşun bile sıkmadan oturduğu İzmir’in ardından, İstanbul’un tapusunu alma niyetindeydi.

    *

    Bizim İngiliz kuklası padişah, Mustafa Kemal’e idam fermanı çıkardığında... Öbür kukla Aleksandros, sarayında, sevgili köpeği Fritz’le oynuyordu.
    Bi de maymunu vardı. Moritz.

    *

    Maymun Moritz, köpek Fritz’i kıskandı, saldırdı, araya kral girdi, ayırmaya çalıştı, maymun dolmuş iyice tabii, bu saatten sonra kralını tanımam dedi, krala da girişti, kralın yüzü gözü haşat oldu, kan revan... Maymun köpeği öldürdü, askerler de maymunu vurdu.

    *

    Ertesi sabah, kralın orası burası iltihaplandı, kan zehirlenmesi olmuştu, ateşi kırka yükseldi, cayır cayır yanıyordu, nane limon kaynatalım bi şeyciğin kalmaz dediler... İzmir’i işgal emrini veren kukla, bağıra bağıra öldü.

    *

    Sürgündeki Konstantin, maymuna dua ederek, eskisinden daha güçlü şekilde geri döndü, tahta oturdu. Venizelos bavulu topladı, İngiltere’ye sığındı. İngilizler mecburen üç maymunu oynadı, tahttan indirdikleri Konstantin’in tahta oturmasına ses çıkaramadı. Üstelik, dünya savaşı bitmişti. Almanlar ayvayı yemişti. Artık Konstantin’i de kendi çıkarları için maymuncuk olarak kullanabilirlerdi. Pek beğendiler bu fikirlerini... Şampanya patlattılar.

    *

    Gel gör ki, maymun sayesinde tahta dönen Konstantin, maymun iştahlıydı, masada paylaşımı beklemedi, kendini başkomutan ilan etti, mahvoluruz diyen subaylarını dinlemedi, kahraman edasıyla Anadolu’ya saldırdı.

    *

    Mustafa Kemal, işte bu ahmakça hamleyi bekliyordu. İzmir ve İstanbul’a yerleşmiş, durarak savunma yapacak olan işgal güçlerini söküp atmak elbette çok zordu. Ancak... Hiç tanımadıkları Ege coğrafyasına yayılan Yunan ordusunu salam gibi dilim dilim doğrayacağını biliyordu. Öyle yaptı.

    *

    30 Ağustos budur.

    *

    Önce durdurdu, sonra süvarileriyle aralarına girerek, birbirleriyle bağlarını kopardı, sırtı boşta kalan palikarya paniğe kapıldı, İzmir’e doğru kaçmaya başladı. Hoş gelişler ola...
    İttirdi, denize döktü.

    *

    Kukla mucidi Winston Churchill, şu tespiti yapmak zorunda kaldı: “Bir maymun çırmığı, İstanbul’u kaybetmemize ve 250 bin insanın ölümüne mal oldu!”

    *

    Siz siz olun...
    Yurtta sulh cihanda sulh’un kıymetini bilin, “kukla”lara itibar etmeyin...

    (Yılmaz Özdil - 30.08.2013)




  • BAKSANA MORUK;

    Oku moruk. Oku, sıkılmayacaksın.

    ***

    Bugün 30 Ağustos.
    Anlamı büyük, malum, 1700’lerden beri gerileye gerileye Anadolu’ya sıkışmış kalmışız.
    Anlayacağınız, çağın kaybedeni olmuşuz.
    Böyle sıkıntılı bir süreçte, bir arkadaşımız çıkıyor.
    Topluyor elemanları, savaşacaksınız diyor.

    Şimdi,
    ATATÜRK’le ilgili çok şey yazılır çizilir.
    Seveni var sevmeyeni var.
    Öveni var söveni var.
    Kimi ”kahraman” diyor, kimi deccal.
    Kimisi de anasına bacısına gayri ahlaki yakıştırmalar yapar.
    Neyse, bunlar var.
    Bilin yani.

    Gelelim asıl meseleye.
    Sene 1938. Tarih 19 Mayıs. Yani öldüğü yıl.
    Ankara’ya geliyor paşa. Son gelişi. Bayramı kutluyor.
    Bayramı kutladıktan sonra,
    güneye ineceğiz diyor.
    Sade kendisi değil.
    Tüm meclis, bakanlar kurulu ,generaller… Son Mareşal Fevzi Çakmak da var aralarında.
    Ertesi gün denildiği gibi iniyorlar.
    Adana’ya varınca, kıtaları denetlemek istiyor paşa. Tam 40 dakika boyunca askeri geçidi izliyor.
    40 dakika ve AYAKTA. Silah arkadaşı Kılıç Ali anlatıyor;

    ”Geçidin sonuna doğru baktım, paşa halsiz, mecalsiz… Izdırapla duruyor ayakta. Salih’e döndüm ’Dayanıp destek olalım mı?’ diye sordum. Kızacağından korktuk, ama Salih başıyla onayladı. Gittik, destek olalım dedik. Kabul etmedi.
    Doğruldu ve büyük bir kuvvetle ’Marş Marş’ dedi askerlere.“

    Diyeceksin ki neyi var bu hikayenin.
    Çok şeyi var moruk.
    Birkaç ay önce doktoru Fransız Fissenger diyor ki Gazi’ye;
    ”Günde 23 saat yatacaksın.“
    Bırak seyahati, yarım saat yürümeyeceksin bile.
    Ama n'apıyor Gazi?
    Hatay’a iniyor. Ağrılarına aldırmadan iniyor.
    Niye moruk?
    Bir insan niye yapar bunu?
    ATATÜRK yoruldum dese, kazma kürekle dalacaklar mı? Oturalım dese, destek istese ”hayır” mı diyecekler?
    Hatta hiç gitmese, eksilecek mi bir şeyler?
    Hayır. Kimsenin bir şey diyeceği yok.
    Velhasıl diyemezler de.
    Öyleyse niye bu inat?
    Niye ihtiyarlar gibi inat ediyor böylesine?
    Niye?

    Çünkü yaşamış moruk.
    En çaresiz anlarda herkes onun gözlerine bakıyordu da ondan.
    Giren çıkan mı vardı da bu kadar kasıyordu?
    Bırak işi gücü, çekil köşene, ye iç, kim karışabilir?
    ”Benden bu kadar bro.” de, kim ne der?
    Ama yok.
    Ölüme 6 ay kala ızdırapla dikiliyor 40 dakika ayakta, moruk.

    Sen gay dersin, veled-i zina dersin, dinsiz dersin. Ağzı olan konuşuyor moruk, konuş.
    Benim bildiğim ATATÜRK budur.

    Şimdi gel gelelim;
    29 Ekim kutlanmadı.
    Hava soğuk dediler 19 Mayıs’ı iptal ettiler.

    KIYASLAYIN BAKALIM KERATALAR.

    Böyle bir adamın KÖTÜ olması gibi bir ihtimal var mı ?
    Yok moruk, yok.
    Bu adamı sevmemek,
    velhasıl saygı duymamak NANKÖRLÜKTÜR çocuk.

    NANKÖRLÜK...




  • LULU'NUN BEKLEYİŞİ...


    Sevmiyorum bu mevsimi...
    Kelebekler bahçeleri terk ettiler, kırlangıçlar gitti, yazlıkçılar kepenkleri kapattılar, bahçede unutulmuş bir sandalye rüzgârla sallanır durur...
    Denize baksan...
    Ağlayan göze benziyor...


    *

    Lulu; daha bebek, kulağı yerlerde o sosislerden... Bir yaşıt arkadaş bulmuş; Romy... Büyüyünce belki kangal olur...
    İkisini de sokağa atmışlar...
    Birbirlerine sığındılar demek ki; biri önde, öbürü arkada, kapı kapı dolaşıp sığınacak ev arıyorlardı...
    Birisi gözden kaybolduğunda öbürü deliler gibi ağladı...
    Her ilgi gördüklerinde birlikte umutlandılar, gülen bir yüz gördüklerinde peşine takıldılar... Kimi zaman yiyecek kokusu gelen bir evin önünde oturup beklediler...


    *

    Bizim minik Barış annesinden izin alıp onları misafir etti...
    Oldular üç can...
    Mahalle; bir çocuk ile iki köpeğin dostluğunu, birlikte denize girişlerini, yiyecekleri paylaşmalarını, oynamalarını, yorulunca üçünün iskeleye gidip oturuşlarını seyretti...
    Ama uzun sürmedi mutluluk...
    Barış salıncakta kolunu kırdı...
    Romy ile Lulu’dan ayrılıp erken gittiklerinde ağladı... Annesine rica etti, evlerini açık bıraktılar, kutulara yiyecek stokladılar, Romy ile Lulu sokakta kalmasın...


    *

    Şimdi Romy ile Lulu, Barış ile oturdukları terastan ayrılmıyorlar... Peş peşe çıkıp gezdiklerinde, bir çocuk sesi ile aniden boş eve koşuyorlar...
    Evdekilerden birisinin terliğini bulmuşlar, önlerine koyup bekliyorlar...
    Ve uzakta Barış, Lulu ile Romy’nin adı geçtiğinde gözlerini siliyor...


    *

    Siz birbirinizi öldürün...
    “Bunlar köpekleri ile yatarlar” diye aşağılayın bir sevgiyi...
    Asla ders almadan, asla bakıp da sevginin yüceliğini görmeden... Kendi çocuklarınızı bombalarla, kurşunlarla vurun...


    *

    Biz Barış’ı, Romy’yi, Lulu’yu sevgiden bir yumak yaparız...
    Ve Barış büyüdüğünde...
    Değil çocuklara, bir ağaca, bir dereye, bir bebek köpeğe bile kıymayacağı günlerin gelmesini bekleriz...


    Bekir Coşkun - 01.09.2013




  • 80'li yıllarda biz öğrenciydik ve nasıldık bir bakın:

    Saçlara jöle, tırnaklara oje, sürülemez,
    spor ayakkabıyla okula girilemezdi.

    Erkekler kravat, kızlar fiyonk takmadan, yaka ve tırnak kontrolü yapılmadan derse girilemezdi.

    Sabahları bahçede sıra olunur, pazartesi sabah Cuma öğleden sonra müdür konuşma yapar, özel günlerden biriyse saygı duruşu yapılır ve gerçekten saygıyla durulur, İstiklal Marşı okunurken dik durulur, konuşulmaz, saygı duyulurdu.

    Öğretmenlerle dalga geçilemez, veli toplantıları aileye korkarak bildirilir, okulda "konuştuğun" (sevgilin) varsa sadece bahçede yan yana yürünürdü.

    Forma ile okula gidilir, eve gelene kadar forma çıkarılmazdı. Gömlekler pantolonların - eteklerin, içine sokulur, okul renkleri dışında bir renk giymek yürek isterdi.

    Küpe, kolye, yüzük, bilezik hafta sonları takılır, saçlar erkeklerde tıraşsız, kızlarda 3 boğum örgüsüz ise disipline gidilirdi.

    Cep telefonu yoktu, internet de yoktu ama yine de öğrenciler birbirleri ile haberleşirdi.

    Biyoloji dersinde üreme konusu anlatılırken utanılır, aruz ölçüsü ezberlerken delirilir, milli güvenlik hocaları askeri disipline sokmaya çalışırdı.

    Okul kitapları üzerinde sevilen sanatçı resimlerini olduğu klasörlerde taşınır, ders yılı başında mutlaka kap kâğıdıyla kaplanır, etiketler yapıştırılır, etikete adı-soyadı- sınıfı- hangi dersin kitabı olduğu yazılır, o derse ait defterler de kolaylık olsun diye aynı desen kap kâğıdıyla kaplanır, ders sırasında yanında kitabı olmayan azarlanırdı.

    Sınıflar kalabalık olsa da çıt çıkmadan ders dinlenir, boş derslerde sınıftan çıkılmaz, ders saatlerinde okul sınırlarını ihlal etmek isteyenlere acınmazdı.

    Ödevler mutlaka yapılır, dönem ödevleri için kütüphaneler, Meydan Larousse, Ana ya da Temel Britannica'lar taranır, ödevler elle ve mutlaka dolmakalemle yazılırdı.

    Yat denince yatılır, sabah okula servis yerine otobüsle gidilir, bazen çanta yoklaması yapılır, okula yasak bir şey getirilemezdi.-okulun herhangi bir yerinde sakız çiğnenemez, derslerde bir şey yenemez, su içmeye gitmek için izin istenirdi.

    Birine uyuz olduysak öğretmene şikâyet eder, asla kendimiz sopayla, bıçakla girişmez, çeteleşmez, okul dışında bile kavga etmezdik. Bilirdik ki kavga edersek evde ya da okulda bi posta daha dayak var.

    Kızlarla erkekler birbirine mesafeli durur, el şakası yapmaz, küfürlü konuşmaz, efendilik bozulmazdı.

    Yerli malı haftası sınıf pikniğine döner, her tür yiyecek bulunur ve biz bu yemekleri paylaşırdık.

    Kitap okurduk örneğin, ödev bile olsa okurduk. Değiştirip kitapları öyle okur, kütüphaneden kimlik çıkartır kütüphanede okurduk.

    Biz öğrenci gibi öğrenciydik. Saygılıydık, tertipliydik, edepliydik...

    Biz çok güzel öğrencilerdik. Çok zor da olsa o dönemlerde hayat, şimdikiler gibi kayıp kuşak değildik. Hayatın bir anlamı vardı, ve biz bunu bilmesek bile hissederdik...




  • Ülkenin batısındaki küçük bir mahallenin bir sokagının neredeyse tamamı
    ressamlardan oluşmaktaydı. Bu mahallede, üç katlı bodur bir tugla yıgınının
    tepesinde iki kız arkadaşın stüdyoları bulunmaktaydı. Alt katlarında ise
    yaşlı bir ressam otururdu.

    Günlerden bir gün genç kızın arkadaşları zatürreye yakalandı. Genç kız
    günden güne eriyordu. Bir gün, arkadaşı resim yaparken o da yatagında
    pencereden dışarı bakıyor ve sayıyordu...

    Geriye dogru sayıyordu;''Oniki'' dedi, biraz sonra da ''on bir''; arkasından
    ''on'', sonra ''dokuz''; daha sonra, hemen birbiri ardına ''sekiz'' ve
    ''yedi''. Arkadaşı merakla dışarı baktı. Sayılacak ne vardı acaba?

    Görünürde sadece kasvetli, bomboş bir avlu ile altı yedi metre ötedeki tugla
    evin çıplak duvarı vardı. Budaklı köklerinden çürümüş, yaşlı mı yaşlı bir
    asma, tugla duvarın yarı boyuna kadar tırmanmıştı.

    Dönüp arkadaşına ''Neyin var?'' diye sordu. Hasta kız fısıltı halinde
    ''altı'' dedi. ''Artık hızla düşüyorlar. Üç gün önce nerdeyse yüz tane
    vardı. Saymaktan başım agrıyordu. Ama şimdi kolaylaştı. İşte biri daha
    gitti. Topu topu beş tane kaldı şimdi.'' ''Beş tane ne?'' diye sordu
    arkadaşı. ''Yapraklar, asmanın yaprakları. Sonuncusu da düşünce, bende
    mutlaka gidecegim. Hissediyorum bunu.''

    Arkadaşı ona saçmalamamasını söyleyip içmesi için çorba götürdü. Fakat o;
    ''İşte bir tane daha gidiyor. Hayır, çorba falan istemiyorum. Bununla geriye
    dört tane kaldı. Hava kararmadan sonuncusunun da düştügünü görmek
    istiyorum.. Ondan sonra bende gidecegim.'' diyerek cevap verdi.

    Genç kız uykuya daldıgında arkadaşı da alt kattaki yaşlı ressama ziyarete
    gitti. Bu sırada yaprak olayını da anlattı yaşlı ressama. Yukarı çıktıgında
    arkadaşı uyuyordu. Ertesi sabah hasta kız hemen arkadaşına perdeyi açmasını
    söyledi. Ama hayret! Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen upuzun gece boyunca
    aralıksız yagan yagmur ve şiddetli esen rüzgardan sonra, bir asma yapragı
    hala yerinde duruyordu.

    Sapına yakın tarafları hala koyu yeşil kalmakla birlikte, testere agzı gibi
    tırtıllı kenarlarına ölümün ve çürümenin sarı rengi gelmiş olan yaprak,
    yerden altı yedi metre yükseklikteki bir dala yigitçe asılmış duruyordu.

    ''Bu sonuncusu'' dedi hasta kız. ''Geceleyim mutlaka düşer diye düşünmüştüm.
    Rüzgarı duydum. Bu gün düşecektir, o düştügü an ben de ölecegim.'' Agır agır
    geçen gün sona erdiginde onlar, alacakaranlıkta bile, asma yapragının
    duvarın önünde sapına tutunmakta oldugunu görebiliyordu.

    Derken şiddetli yagmur tekrar başladı. Hava yeteri kadar aydınlanır
    aydınlanmaz, genç kıza hemen perdenin açılmasını istedi. Asma yapragı hala
    yerindeydi. Genç kız, yattıgı yerden uzun uzun yapragı seyretti. Sonra
    arkadaşına seslendi; ''Münasebetsizlik ettim. Benim ne kötü bir insan
    oldugumu göstermek istercesine, bir kuvvet o son yapragı orada tuttu.

    Ölümü istemek günahtır. Şimdi bana biraz çorba verebilirsin'' dedi. Akşam
    üstü gelen doktor ayrılırken; şimdi bir alt kattaki hastaya bakmam
    gerekiyor. Yaşlı bir ressammış sanırım. O da zatürree.

    Yaşlı adam çok agır bir durumda, kurtulma umudu yok ama daha rahat eder diye
    bugün hastaneye kaldırılıyor'' dedi.

    Ertesi gün doktor;''Tehlikeyi atlattınız, siz kazandınız'' dedi.

    O gün ögleden sonra arkadaşı, iyice iyileşmiş olan arkadaşına alt kattaki
    yaşlı adamı anlattı. Yaşlı adam iki gün hastanede yattıktan sonra ölmüş.

    Hastalandıgı günün sabahı kapıcı onu, odasında sancıdan kıvranırken bulmuş.
    Papuçları, elbisesi baştan aşagı sırılsıklam, her yanı buz gibi bir
    haldeymiş. Öyle korkunç bir gecede nereye çıktıgına akıl sır erdirememişti
    kimse. Sonra, hala yanık duran gemici feneri, yerinden sürüklene sürüklene
    çıkarılmış bir portatif merdiven, bir de üstünde birbirine karışmış sarı,
    yeşil boyalarla bir palet ve saga sola saçılmış bir kaç fırça bulmuşlar. O
    zaman o son yapragın sırrı da çözüldü. Rüzgar estigi zaman bile yerinden
    oynamayan yaprak, yaşlı ressamın şahaseriydi. Yaşlı ressam, son yapragın
    düştügü gece oraya bir yaprak resmi yapıp yapıştırmıştı...




  • ANLAR


    Eğer, yeniden başlayabilseydim yaşamaya,
    İkincisinde, daha çok hata yapardım.
    Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.
    Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar,
    Çok az şeyi
    Ciddiyetle yapardım.

    Temizlik sorun bile olmazdı asla.
    Daha çok riske girerdim.
    Seyahat ederdim daha fazla.
    Daha çok güneş doğuşu izler,
    Daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim.
    Görmediğim bir çok yere giderdim.
    Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye.
    Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine.
    Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım ben.
    Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu.
    Farkında mısınız bilmem. Yaşam budur zaten.
    Anlar, sadece anlar. Siz de anı yaşayın.
    Hiçbir yere yanında termometre, su, şemsiye ve paraşüt almadan,
    Gitmeyen insanlardandım ben.
    Yeniden başlayabilseydim eğer, hiçbir şey taşımazdım.
    Eğer yeniden başlayabilseydim,
    İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım.
    Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.
    Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır,
    Çocuklarla oynardım, bir şansım olsaydı eğer.
    Ama işte 85′indeyim ve biliyorum…
    ÖLÜYORUM…




  • 
Sayfa: önceki 2021222324
Sayfaya Git
Git
sonraki
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.