Şimdi Ara

Mehmet Âkif Ersoy (Şiirleri-Hayatı ve Resimleri)

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
1 Misafir - 1 Masaüstü
5 sn
28
Cevap
0
Favori
35.130
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: 12
Sayfaya Git
Git
sonraki
Giriş
Mesaj
  •  Mehmet Âkif Ersoy (Şiirleri-Hayatı ve Resimleri)


    Mehmet Akif Ersoy, (d. 20 Aralık 1873, İstanbul – ö. 27 Aralık 1936, İstanbul). Türk şairi, düşünür, veteriner, öğretmen, vaiz, yüzücü, milletvekilidir., Türkiye Cumhuriyeti İstiklâl Marşı şairidir.

    Doğumu ve Ailesi

    Mehmet Âkif Ersoy, 1873 yılının Aralık ayında, İstanbul’un Fatih ilçesinin Sarıgüzel semtinde doğmuştur.

    Mehmet Âkif’in babası Mehmet Tâhir Efendi (doğ.1826/öl.1888) Bir medrese hocası olan babası ona doğum tarihini ebced yöntemiyle hesaplayarak ulaştığı Ragıf adını verdi.

    Annesi Emine Şerife Hanım’dır (doğ.1836/öl.1926).

    Âkif’in Nuriye adında bir kız kardeşi olmuştur.

    Baytarlığı

    Mehmet Akif baytar mektebi mezun olup iyi bir veterinerdir. Hatta Türk milli şairi Fransa da baytarlık eğitimi bile almıştır. Meclisde dini konulardan bahsedince bitr ittihatçı milletvekili "afedersiniz siz baytar değilmiydiniz?" alaycı sualine "bir tarafınız mı ağrıyordu" diye alaycı cevabı meşhurdur.

    Kitapları

    Şairin Safahat adı altında toplanan şiirleri şu 8 kitaptan oluşmuştur:

    1.Kitap: Safahat (1911)
    2.Kitap: Süleymaniye Kürsüsünde (1912)
    3. Kitap: Hakkın Sesleri (1913)
    4. Kitap: Fatih Kürsüsünde (1914)
    5. Kitap: Hatıralar (1917)
    6. Kitap: Asım (1924)
    7. Kitap: Gölgeler (1943)
    8. "Son Safahat"
    9. Safahat (Toplu Basım) 10.kaşağı 11.topuz

    Memuriyeti ve Diğer Yaptığı İşler

    Öğrenimini tamamladıktan sonra, Ziraat Vekâleti Baytarlık Şubesinde göreve başladı. İlk dört sene Rumeli, Anadolu ve Arap bölgelerinde dolaşarak baytarlık yaptı. Yirmi yıllık bir memuriyetten sonra istifa etti.

    Öğretmenliği

    Öğretmenlik hayatına 1906’da Halkalı Baytar Mektebi’ne “kitâbet-i resmiye” (resmî yazışma usûlü) dersi muallimliği ile başladı. 1908’den sonra ise Edebiyat Fakültesi ile Dârü’l-Hilâfe Medresesi’nde “Osmanlı Edebiyatı” müderrisliğinde bulundu.

    Darü’l-Hikmetü’l İslâmiyye Azalığı

    Mütareke devrinde, “Darü’l-Hikmetü’l İslâmiyye”de üye ve başkâtip (genel sekreter) olarak çalıştı (Ağustos 1918 – Nisan 1920) ve bu kuruluşun yayın organı olan “Cerîde-i İlmiyye”yi idare etti.

    Milli Mücadele ve TBMM 1. Meclis Üyeliği Dönemi

    Birinci Millet Meclisi’nde Burdur milletvekili olarak görev aldı.

    Büyük Millet Meclisi’nin açılışının ertesi günü, 24 Nisan 1920’de Ankara’ya gitmiş, yaptığı çeşitli konuşmalarla Millî Mücâdeleye destek vermiştir. Ardından Eskişehir, Konya, Kastamonu, Burdur, Sandıklı, Dinar, Afyon, Antalya ve çevrelerini dolaşmış, halkı ciddi olarak bilgilendirmiş, böylece milli şuurun artmasını ve mücadeleye katılmalarını sağlamıştır.

    Mehmet Âkif’in Burdur’dan mebus seçilmesine, Mustafa Kemal Paşa’nın Âkif Bey’i istemesi sebep olmuştur. Ankara’ya 24 Nisan’da gelmiş olan Âkif Bey’in seçilmesi, Paşa’nın 29 Nisan 1920 tarihli bir telgrafı ile Burdur’un bağlı bulunduğu Konya vilâyetinin vali vekili ve kolordu kumandanı olan Albay Fahreddin (Altay) Bey’e bildirilmiştir. Burada yapılan seçim sonucunda en fazla oyu Âkif Bey almıştır.

    Bu sırada Sebîlü’r-reşad’ın üç sayısı da Kastamonu’da yayınlanmış ve kendisinin çok önemli olan konuşmalarının bulunduğu bu dergi sayıları, binlerce nüsha bastırılarak Anadolu’ya ve cephelere dağıtılmış; camilerde, derneklerde ve askerî birliklerde okutulmuştur. Mehmet Âkif’in bu konuşmaları, İstiklal Savaşı’mızın niçin, nasıl ve hangi amaçlarla yapıldığını, ilk defa ve içinde yaşayarak anlatan en önemli ve çok kıymetli, tarihî belgelerdir.

    İstiklâl Savaşı kazanıldıktan sonra İstanbul’a döndü.

    Mehmet Âkif, 1923 ve 1924 yıllarının kış aylarını Kahire’de geçirdikten sonra, Türkiye’deki siyasî gelişmeler yüzünden, 1925 yılı sonundan itibaren temelli olarak Mısır’a gitti ve 17 Haziran 1936 tarihine kadar, on buçuk sene orada kaldı ve Mısır’da Kahire Üniversitesi’nde Türkçe Hocalığı vazifesini yaptı. (1929-1936).

    Evliliği

    Yirmi beş yaşında iken İsmet Hanım’la evlenen Mehmet Âkif’in üç kızı (Cemile, Feride, Suad) ve iki oğlu (Emin, Tahir) toplamda beş çocuğu dünyaya gelmiştir.

    Ölümü

    Âkif Bey, son üç yılında Kahire Üniversitesi’nde Türkçe öğretmenliği yapmıştır. Ancak Mısır’da “siroz” hastalığına tutulmuş ve durumu ağırlaşınca, 17 Haziran 1936’da İstanbul’a dönmüştür.

    İstanbul’da tedavi olmuşsa da iyileşememiş 27 Aralık 1936 tarihinde saat 19.45’te Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’nda vefat etmiştir.

    Kabri, Edirnekapısı’ndaki “Şehitlik”te “Mehmet Âkif Ersoy Meydanı”ndadır.

    Eleştiri

    Türkiye Yazarlar Birliği Genel Başkanı Hicabi Kırlangıç:“ Mehmet Akif Ersoy fikir dünyası tarafından yeterince irdelenmedi. İstiklal Marşı'nı yazmış olmasından dolayı diğer eserleri ihmal edildi. Klasik ve yeni şiir arasında bir köprü oldu. ”



    Türkiye Yazarlar Birliği Onursal Başkanı Mehmet Doğan:“ Bu önemli şairimizin anılması için üniversiteler seferber olması gerekirken, ne yazık ki hiçbir faaliyet yapılmadı. ”




    Türk Edebiyatı adlı eseriyle tanınan ve şairin tüm yönleri ile ele alındığı Mehmet Akif isimli bir eser de kaleme alan edebiyat tarihçisi Ahmet Kabaklı, Ersoy'u Natüralist olarak tanımlıyor:“ Şiirin milli, dini bir imanla yazılması halkı uyarması gerektiğini kabul etmektedir. Şiirlerinde kendi arzuları, aşkları, kinleri hiç görülmez. Bütün tasası toplumdur. Ahlaksız edebiyata düşmandır. Samimiyetsizliğe, sahteliğe ve en çok taklitçiliğe sinirlenir. Edebiyatın, o günlere kadar İstanbul çevresinde kalmasını şiddetle kınar ve memleket şiirleri yazar. Akif'e göre sanat hayat içindir. Çünkü Müslümanlık hayat dinidir. Ferdi günah ve sevap telakkisini aşarak, toplumcu bir Müslüman anlayışını şiirlerine yansıtmıştır. Şiirlerinde hiçbir kapalılık bırakmayıp açık açık yazmıştır. Serveti Fünuncular'a karşıt olarak Batı edebiyatına hiçbir şey borçlu değildir. Şiirlerinde yerlilik hemen göze çarpar. Kararlı, azimli ve şuurlu olarak yerlidir. ”




    Şair ve yazar Yavuz Bülent Bakiler :“ Mehmet Akif Ersoy'u anmak için çeşitli illerde düzenlenen toplantılara konuşmacı olarak katıldım.Bu toplantılarda anlattıklarımızı dinleyenler, 'Biz bugüne kadar Mehmet Akif'i, fesini çıkarmamak için Mısır'a kaçan şair olarak tanıyorduk. Sizin anlattığınız Akif bambaşka diyorlar. Bu safsataların temelinde okumamamız ve büyük değerlerimize karşı kapalı kalmamız geliyor. Elbette Mehmet Akif, doğu ve batı dünyasını iyi kavrayan bir kişi olarak fesin batıdan geldiğini ve İslam'la hiçbir bağlantısı bulunmadığını çok iyi biliyordu. ”



    Erciyes Üniversitesi (EÜ) Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ayhan Öztürk:“ İslam ahlak anlayışını soranlara onun hayatı anlatılabilir. O mükemmel bir dinin, mükemmel bir temsilcisidir. Akif, milli kültür değerlerine sahip, mükemmel bir aydındır. Tam bir seciye ve kanaat sahibidir. ”



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi bidesen -- 22 Kasım 2008; 12:22:42 >









  • İSTİKLAL MARŞI’NIN KABULÜ
    (12 Mart 1921)

    1921 yılında, Şanlı Bayrağımız’ın ve Kahraman Türk Milleti’nin simgesi olacak milli bir marş yazılması için Milli Eğitim Bakanlığı tarafından bir yarışma açılmış ve kazanana para ödülü verileceği açıklanmıştır. Ülkenin her tarafından pek çok şair, duygu ve heyecanlarını anlatan mısralarla bu katıldığı halde, Mehmet Âkif’in bu yarışmaya katılmadığı görüldü. Nedeni sorulduğunda: ‘’Milli marş para ile yazılmaz’’ cevabını verdi. Arkadaşlarının ısrarları üzerine ve kazanırsa ödül verilmemesi şartı ile yarışmaya katıldı ve hepimizin yüreğinde yer eden İstiklal Marşı’nı yazdı.

    Türk Milleti’nin zaferini, yüceliğini ve bayrağımızın kutsallığını en güzel duygularla anlatan İstiklal Marşı, yarışmaya katılan 724 şiir arasından seçilerek zamanın Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Tanrıöver tarafından Büyük Millet Meclisi’nde okundu. Bütün milletvekillerince büyük bir coşku ve heyecan içerisinde, iki defa ayakta dinlenen İstiklal Marşı, 21 Mart 1921 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Milli Marş olarak kabul edildi. Ünlü bestecilerimizden Osman Zeki Üngör tarafından bestelendi.

    Mehmet Âkif, İstiklal Marşı’nı Türk Milleti’nin eseri olarak kabul ettiği için Safahat’a koymamış ve Kahraman Ordumuz’a hediye etmiştir.





    İSTİKLAL MARŞI AÇIKLAMASI


    Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
    Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
    O, benim milletimin yıldızıdır, parlayacak
    O, benimdir; o, benim milletimindir ancak!

    Bu kıtada Mehmet Âkif Türk Milleti’ne sesleniyor. Ümit ve güven içeren sözlerinde:

    Ey Milletimi Yurdumuzun düşmanlar tarafından kuşatılmış olmasına bakarak bayrağımız için endişe etme, korkma. Çünkü bu topraklar üzerindeki en son ocak sönmeden, en son Türk bu uğurda canını vermeden bayrağımıza kimse el uzatamaz.

    Rengini şehitlerimizin kanından alan ve şafaklarda bir alev gibi dalgalanan bayrağımız milletimin yıldızı ve bağımsızlık sembolüdür. Gökteki yıldıza el sürülemediği gibi, milletimizin yıldızı olan bayrağıma da düşmanlar dokunamaz. O Türk Milleti’nindir ve daima öyle kalacaktır.



    Çatma, kurban olayım, çehreni nazlı hilal,
    Kahraman ırkıma bir gül!.. Ne bu şiddet, bu celal?
    Sana olmaz, dökülen kanlarımız sonra helal.
    Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklali.

    Bu dörtlükte şair bayrağımıza sesleniyor:

    ‘’Uğruna canımı vereyim, ne olur kaşlarını çatma ey hilal kaşlı güzel bayrağım. Neden bize dargın ve azarlar gibi bakıyorsun? Seni, o nazlı nazlı dalgalandığın göklerimizden indirmelerine izin vereceğimizi mi sandın? Kahraman milletim hür yaşamak ve seni hür yaşatmak için çok kan döktü, şu anda da dökmektedir. Sen bize kaş çatarak, uğrunda yapılan bu fedakarlıkları hiçe sayarsan, dökülen kanlarımız sana helal olmaz. Doğruluk ve adalet için çalışan, Allah’a inanarak ona kulluk eden. İstiklal uğruna canını veren milletimin hakkı bağımsızlıktır, hürriyettir.’’



    Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
    Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
    Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım;
    Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım.

    Mehmet Âkif bu kıtada hürriyet kavramını işliyor. ‘’Ben’’ kelimesi ile Türk Milleti’ni kastediyor ve:

    ‘’Ben, yaratıldığı günden beri hür yaşamış bir milletim, bundan sonra da hür olarak yaşayacağım. Beni esir edeceğini düşünenler ancak aklını kaçırmış olanlardır. Onların bu çılgınca düşüncelerine şaşarım. Çünkü ben,Şimdiye kadar hiç esir olmadım. Hürriyeti elimden almak isteyen olursa kükremiş bir sel gibi coşar, önüme çıkan engelleri çiğner geçerim. Bu uğurda dağları parçalar, uçsuz bucaksız denizlere bire sığmam, yine taşarım.’’




    Garb’ı afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar;
    Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
    Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
    ‘’Medeniyyet!’’ dediğin tek dişi kalmış canavar!

    Bu kıtada Mehmet Âkif sömürgeci, saldırgan batıya çatmakta, medeniyet adı altındaki saldırgan tutumunu kınamaktadır:

    ‘’Bat ordularının en modern silahlarla, tank ve toplarla,tıpkı çelikten bir duvar gibi üzerimize yürümesi bizim için önemli değildir.Türk Milleti’nin öyle bir iman gücü, şehitlik inancı vardır ki, o imanlı göğüslerin her biri bir kale gibidir. Bu imanlı göğüsler karşısında en modern silahlar etkisiz kalır, hepsi yok olur, parçalanır.

    Onların homurtuları, ulumaları da seni korkutmasın. Medeniyet maskesi takarak etrafa saldıran, zayıfları ezen ve sömüren bir canavar, bizim imanlı göğsümüze en ufak bir korku veremez. Zaten ‘’Medeniyet’’ adı altında yapılan bu vahşiliklerden sonra onun gerçek canavar yüzü ortaya çıkmıştır. O canavarın tek dişi kalmıştır, bize asla zarar veremez.’’



    Arkadaş! Yurdumu alçaklara uğratma sakın;
    Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın.
    Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın...
    Kim bilir, belki yarın... belki yarından da yakın.

    Bu kıtada Mehmet Âkif Türk Milleti’ne, onun kahraman askerlerine ümit ve kararlılık aşılıyor ve:

    ‘’Arkadaş! Alçakların yurduma girmesine kesinlikle izin verme! Yurduna saldıran düşmana gövdeni siper et! Onlarla ölünceye kadar savaş! Onların utanmazca saldırılarına karşı dur! Cenab-ı Hak mutlaka sana yardım edecektir. Çünkü Allah, sabreden ve korkmadan, Hak yolunda savaşan mü’minlere zafer vereceğini Kuran-ı Kerim’de va’d etmiştir. Allah’ın bu yardımı belki yarın, belki yarından da kısa zamanda ortaya çıkacaktır ve düşman perişan edilecektir.’’



    Bastığın yerleri ‘’toprak!’’ diyerek geçme, tanı!
    Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
    Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır atanı.
    Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.

    6.kıtada kutsal vatan ve vatan toprağı ele alınmakta, Mehmet Âkif gençlere, üzerinde yaşadıkları toprakların değerini ve özelliğini iyi bilmeleri gerektiğini anlatmaktadır:

    ‘’Bastığın yerleri (toprak) deyip geçme! Geçmişini iyi öğren! Çünkü bu vatan toprakları, uğruna şehit düşenlerin kefensiz olarak gömüldükleri, her karışında bir şehit kanı olan kutsal topraklardır. Sen ki; dini, vatanı uğruna canını vererek, Allah katında makamların en yücesi olan şehit’lik mertebesine ulaşmış bir babanın oğlusun. Vatanına gereken değeri vermez, onu atalarının koruduğu gibi korumazsan, ataların incinir, üzülür. Bu cennet vatanı her ne pahasına olursa olsun korumalı, dünyaları da alsan bu yurdun bir karış toprağını bile vermemelisin.



    Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
    Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda!
    Canı, cananı, bütün varımı alsın da Huda,
    Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.

    İstiklal Marşı’nın 7.kıtasında Mehmet Âkif vatan sevgisini, vatan toprağının özelliğini ve Türk Vatanı’nın yüceliğini, şöyle anlatmaktadır:
    ‘’Bu cennet vatan uğruna canını vermeyecek olan kim var? İşte herkes vatanı uğruna canını vermek için hazır bekliyor. Şimdiye kadar bu uğurda o kadar çok yiğit canını verdi ki: bir karış toprakta bir şehit yatmaktadır. Toprağı sıksan, şehitlerin kanı fışkıracak kadar çok şehit verilmiştir. Allah canımı, canım kadar sevdiğim şeyleri, bütün varımı, yoğumu alsın; yeter ki beni bu vatanımdan ayrı ve uzak bırakmasın.’’



    Ruhumun senden, ilahi şudur ancak emeli:
    Değmesin ma’bedimin göğsüne na-mahrem eli;
    Bu ezanlar__ki şahadetleri dinin temeli__
    Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.

    8.kıtada Mehmet Âkif, din ve vatan uğruna şehit olanların ruhlarına tercüman olmakta, onların:

    ‘’Yüce Allah’ım! Ruhumun senden dileği şudur: Uğruna canımızı verdiğimiz yurdumuza düşmanlar girmesin, camilerime yabancılar el sürmesin! Bu mabetlerde okunan ezanlardaki şahadetler ki:
    ‘’Eşhedü enla ilahe illallah,
    Eşhedü enne Muhammeden resulullah’’
    Kelimeleri Türk Milleti’nin müslümanlığının ve bağımsızlığının ilk şartı ve temelidir. Hürriyet sembolü olan bu ezanlar yurdumun her köşesinde okunsun. Milletim kıyamete kadar hür yaşasın.’’



    O zaman vecd ile bin secde eder, varsa taşım;
    Her cerihamda, ilahi, boşanıp kanlı yaşım,
    Fışkırır ruh-i mücerred gibi terden na-şım!
    O zaman yükselerek Arş’a değer, belki başım.

    ‘’O zaman (camilere düşman ayağının basmadığı, ezan seslerinin yurdun her köşesinde duyulduğu zaman) yeryüzünde bir mezar taşım varsa, sevinç ve mutluluktan mezar taşım bile çoşkunlukla secdeye kapanacaktır.

    Milletimin hür olduğunu görmenin ve şehitlik makamına ermenin kıvancı ile sevinç göz yaşlarım, savaşta aldığım yaralardan boşanır. Cesedim, cisimsiz bir ruh gibi göklere çıkar ve o kadar yükselir ki, belki göğün en yüksek katı olan Arş’a (Allah’ın yüce katına) ulaşır.



    Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
    Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
    Edebiyyen sana yok, ırkıma yaok izmihlal.
    Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet;
    Hakkıdır, Hakk’a tapan, Milletimin istiklal.

    Büyük vatan şairi Mehmet Âkif İstiklal Marşı’nın son kıtasında tekrar şanlı bayrağamıza hitap etmekte ve:

    ‘’Şanlı bayrağım! Sen de artık şafaklar gibi al renginle, göklerimde hür ve mesut olarak dalgalan. Sabah şafağının ardından görülen aydınlık gibi, Türk Milleti de bu sıkıntılı ve karanlık günlerden sonra aydınlığa kavuşacaktır. Uğruna dökülen kanlarımızın hepsi sana helal olsun.

    Artık Türk Milleti’nin yok olması, dağılması diye bir şey abediyyen söz konusu olamaz. Çünkü; daima hür yaşamış olan, daima tek olan Allah’a inanan ve ona kulluk eden, daima vatanı uğruna çalışan ve çarpışan milletimin hürriyet ve istiklal her zaman hakkıdır.’’




    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi STuSS -- 22 Kasım 2008; 13:53:04 >




  • Çanakkale Şehidlerine

    Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
    En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,

    - Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya
    Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya,

    Ne hayasızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
    Nerde-gösterdiği vahşetle "bu: bir Avrupalı"

    Dedirir-yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi
    Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yahut kafesi!

    Eski Dünya, Yeni Dünya bütün akvam-ı beşer
    Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer.

    Yedi iklimi cihanın duruyor karşında,
    Osrtralya'yla beraber bakıyorsun; Kanada!

    Çehreler başka, lisanlar, deriler rengarenk.
    Sade bir hadise var ortada : Vahşetler denk.

    Kimi Hindu, kimi Yamyam, kimi bilmem ne bela...
    Hani tauna da zuldür bu rezil istila...

    Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asil,
    Ne kadar gözdesi mevcut ise hakkiyle sefil,

    Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına;
    Döktü karnındaki esrarı! hayasızcasına,

    Maske yırtılmasa halâ bize affetti o yüz...
    Medeniyet denilen kahbe, hakikat yüzsüz.

    Sonra mel'undaki tahribe müvekkel esbab,
    Öyle müthiş ki: Eder her biri bir mülkü harab.

    Öteden saikalar parçalıyor afakı;
    Beriden zelzeleler kaldırıyor a'makı;

    Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
    Sönüyor göğsünün üstünde o aslan neferin.

    Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
    Atılan her lağımın yaktığı: Yüzlerce adam.

    Ölüm indirmede gökler, ölü püskürtme de yer
    O ne müthiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...

    Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
    Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak.

    Saçıyor zırha bürünmüş de o namerd eller,
    Yıldırım yaylımı tufanlar, alevden seller.

    Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
    Sürü halinde gezerken sayısız tayyare.

    Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...
    Kahraman o orduyu seyret ki, bu tehdide güler!

    Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
    Alınır kal'a mı göğsündeki kat kat iman?

    Hangi kuvvet onu, haşa, edecek kahrına ram?
    Çünkü te'sis-i ilahi o metin istihkam.

    Sarılır, indirilir mevki'-i müstahkemler,
    Beşerin azmini tevkif edemez sun'-i beşer;

    Bu göğüslerse Huda'nın ebedi serhaddi;
    "O benim sun'-i bediim, onu çiğnetme" dedi.

    Asım'ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:
    İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek.

    Şuheda gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
    O, rukü olmasa, dünyaya eğilmez başlar,

    Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
    Bir hilal uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor!

    Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
    Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer.

    Ne büyüksün ki, kanın kurtarıyor Tevhid'i...
    Bedr'in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi.

    Sana dar gelmeyecek makber'i kimler kazsın?
    "Gömelim gel seni tarihe" desem, sığmazsın.

    Herc ü merc ettiğin edvara da yetmez o kitab...
    Seni ancak ebediyetler eder istiab.

    "Bu, taşındır" diyerek Ka'be'yi diksem başına;
    Ruhumun vayhini duysam da geçirsem taşına;

    Sonra gök kubbeyi alsam da, rida namıyle;
    Kanayan lahdine çeksem bütün ecramıyle;

    Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan;
    Yedi kandilli Süreyya'yı uzatsan oradan;

    Sen bu avizenin altında, bürünmüş kanına;
    Uzanırken, gece mehtabı getirsem yanına,

    Türbedarın gibi ta fecre kadar bekletsem;
    Gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem;

    Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
    Yine bir şey yapabildim diyemem hatırına.

    Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
    Şarkın en sevgili sultanını Salahaddin'i,

    Kılıç Arslan gibi iclaline ettin hayran...
    Sen ki, İslam'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,

    O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;
    Sen ki, ruhunla beraber gezer ecramı adın;

    Sen ki, a'sara gömülsen taşacaksın... Heyhat,
    Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihat...

    Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
    Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber.




  • “Şudur cihânda benim en beğendiğim meslek: Sözüm odun gibi olsun; hakîkat olsun tek!”

    Büyük insanların, üstadların, dava adamlarının dünyasına girip yaşam öykülerini incelemeye, araştırmaya başladığımızda genelde “inkıraz” diye niteleyeceğimiz bir hayâl kırklığıyla karşılaşırız. Fakat “Millî Şair”, “İslâm Şâiri”, “İslâmcı Şâir”, “Safahat Şairi” ya da “İstiklâl Marşı Şâiri” diye anılan, nitelenen Üstad Mehmed Âkif’in hayatını incelediğimizde ise çok farklı bir durumla yüz yüze geliriz. Üstad Mehmed Âkif’in hayatı bütün vechesiyle ele alınıp, analiz edildikçe ona olan hayranlığımız, ona olan yakınlığımız ve muhabbetimiz daha da artar. Bu olağan bir durumdur. Çünkü Hüseyin Cahid’in ifadesiyle “Mehmed Âkif’în hayatı daha büyük bir şiirdir.” Yine bu noktada Üstad Âkif’in dördüncü şiir kitabı olan “Fâtih Kürsüsü’nde” adlı eserini ithaf ettiği Midhat Cemal Kuntay’ın şu tesbitleri oldukça dikkat çekicidir:

    “Yakından tanımak insan için tehlikelidir, derler. Âkif’in hayatı böyle bir tehlike bilmez. Yakından tanımak onun için bir kazançtı. Ona karşı mesafe haindi. Cemiyetten eve kaçan, caddeden sokağa kaçan, şehirden kıra kaçan, insandan kitaba kaçan Âkif, uzaktan sevimsizdi; o, yakından güzeldi: İyi adamın güzelliğiyle, feragatin güzelliğiyle, sâhici şereflerin topunun güzelliğiyle güzeldi.

    Bilhassa, hayatta bazı müşterek mefhumları bilmemek, ona vahşi bir güzellik veriyordu: Âkif’in bilmediği müşterek mefhumların başında menfaat vardı. Menfaatin ümmîsi idi. Birinci Cihân Harbi’ndeki açlık bile Âkif’e menfaati öğretemedi… “Midhat Cemal Kuntay, Mehmed Âkif: Hayatı, Seciyesi, Sanatı, Eserleri, İstanbul 1944, s. 5).

    Üstad Mehmed Âkif’le ilgili Kuntay’ın bu tesbitleri sır içerikli bir durum değildir. Dostu da düşmanı da onun şahsiyeti, karakteri konusunda hayranlıklarını dile getirip hakkını teslim etmişlerdir.

    Üstad Âkif yaşantısıyla genç nesillerin örnek alacağı güzide bir şahsiyet, kıymetli bir mütefekkir, çok değerli bir sanatkârdır. Her şeyden önemlisi Mehmed Âkif “İnanmış bir adamdır… Davasından taviz vermeyen, hayatını davasına adamış bir adam…”

    Mehmed Âkif, Cumhuriyet devrinde hakkında en çok kitap ve makale yazılan şair ve mütefekkirlerden biridir. Bu olağan bir durumdur. Çünkü Âkif, Türk şiirinin ve Türk düşüncesinin en önemli mihenk noktalarından birisidir. Ne var ki yapılan bu çalışmalar Âkif’i yeterince anlatmaktan uzaktır. Bahsi geçen kitap ve makaleler ekseriyetle bu büyük şair ve düşünürümüze “serenad” niteliğinden öteye geçememiştir. Bugün hâlâ Âkif’e olan yoğun ilgi, ünsiyet ve muhabbet, bir türlü ilgiden çıkıp, bilgi düzeyine ulaşamamıştır.

    Üstad Mehmed Âkif aydınlık bir dünyanın habercisi, her yönüyle gerçek bir entelektüel ve sanatçı kişidir. Türk milleti için yaşantısıyla, yazdıklarıyla ön açıcı hakikî bir münevverdir. Özellikle Türk gençliği için “Âsım” modeliyle bir yön verici, bir istikamet belirleyici şahsiyettir. Bu sebeple onu anlamak çaba isteyen, gayret isteyen çok anlamlı bir eylemdir. Şayet Üstad Âkif hakkıyla anlaşılıp, o düzlemde yol alınırsa, Türk milletinin geleceği ve güvencesi olan gençlerimiz; tekrar kültür ve medeniyetini inşa etme yolunda mesafe alabilir. Bunun için Mehmed Âkif’in bütün vechesiyle anlaşılması bir zârûrettir. Türk gençliği onun bir gençlik projesi olan “Âsım”ını anlayıp hayata geçirmeye gayret ederse, hem asliyetine kavuşma yolunda, hem de gerçek kimliğini bularak bütün zorlukların üstesinden gelme noktasında önemli bir mesafe kazanmış olur. Bunun yolu da Üstad Âkif’in hayatının ve eserlerinin iyi bir şekilde incelenip analiz edilmesinden geçmektedir.

    Bu vesileyle yazıyı noktalarken Üstad Âkif’in anlaşılması noktasında okuyucularımızın işlerini kolaylaştırmak için Üstad Mehmed Âkif’le ilgili çok önemli bazı eserlerin başlıklarını aşağıya dercediyorum:

    1- Eşref Edib, Mehmed Âkif: Hayatı, Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları, (İki cilt), İstanbul 1938, 1939).

    2- Midhat Cemal Kuntay, Mehmed Âkif: Hayatı, Seciyesi, Sanatı, Eserleri, İstanbul 1990.

    3- Hasan Basri Çantay, Âkifnâme, İstanbul 1966.

    4- Sezai Karakoç, Mehmed Âkif, İstanbul 1987.

    5- M. Ertuğrul Düzdağ, Mehmed Âkif Ersoy, İstanbul 2004.

    6- M. Ertuğrul Düzdağ, Mehmed Âkif: Mısır Hayatı ve Kur’an Meâli, İstanbul 2005.

    7- M. Ertuğrul Düzdağ, Mehmed Âkif Hakkında Araştırmalar I-II-III, İstanbul 2000- 2006.

    8- Süleyman Nazif, Mehmed Âkif: Şairin Zâtı ve Âsârı Hakkında Bazı Malûmat ve Tedkikat, İstanbul 1991.

    9- Dücane Cündioğlu, Bir Kur’an Şairi, Mehmed Âkif ve Kur’an Meâli, İstanbul 2000.

    10- İsmail Hakkı Şengüler, Açıklamalı Mehmed Âkif Külliyatı, 10 cilt, Yedinci baskı, İstanbul 2000.

    11- Orhan Okay, Mehmed Âkif, Bir Karakter Heykelinin Anatomisi, Ankara 1989.

    12- D. Mehmed Doğan, Câmideki Şair, İstanbul 1998.

    13- Nurettin Topçu, Mehmed Âkif, İstanbul 1970.

    14- Fevziye Abdullah Tansel, Mehmed Âkif, Hayatı ve Eserleri, İstanbul 1973.

    15- Sezgin Çevik (Editör), Âkif’ten Âsım’a, Ankara 2007.

    Not:

    1- Âkif özel sayıları olarak hazırlanan Hece (133. sayı), Yedi İklim (201. sayı) ve Kültür (2. sayı), gibi dergiler çok önemli bilgiler içermektedir.

    2- Yukarıdaki eserlerin yayımlanış tarihleri kitaplığımda bulunan nüshalar dikkate alınarak verilmiştir.




  • şair olmaktan öte bir adam, Çanakkale Şehitlerine şiiri de normal bir şiir değil her beyiti tüylerimi diken diken ediyor
  •  Mehmet Âkif Ersoy (Şiirleri-Hayatı ve Resimleri)
  • Akif'in nesli diyordum ya...

    Öncelikle şunu ifade edeyim ki "Genç Öncüler" dergisi etrafında bir araya gelmiş gençler mükemmel bir program hazırlamışlar. Seviyeli olduğu kadar içtenliği yüksek bir programdı. Yağmur ve soğuk havaya rağmen Feza Sineması hınca hınç doluydu.

    Akif'in ölümünden bu yana tam 72 yıl geçmiş. Cılız birkaç mesajın dışında yine resmi anlamda doğru düzgün bir anma yapılmadı. Akif'in öldüğü günkü sessizlik hâlâ devam ediyor. Medya duyarsız okullar ilgisiz olsa da Asım'ın nesli Akif'i unutmadığını bir kez daha ortaya koydu. Konuşmacıların Akif bağlamında üstünde durduğu konular günümüz için de ışık niteliğindeydi. Tarih tekerrür mü ediyordu acaba? Safahat'ın 6. bölümünde (Asım'ın Nesli) yer alan tartışma ve meseleler ilginçtir ki bugün hâlâ aktörleri değişmiş biçimde devam ediyor.

    Hocazade, Köse İmam, Asım ve Emin (Akif'in oğlu) cemiyetin tipik bir ifadesi olan "mahalle"yi yansıtıyor. Köse İmam'ın oğlu Asım haksızlığa ve kötülüklere tahammülü olmayan, edepsizliklerle tek başına mücadele eden gözü kara bir gençtir.

    Ramazan günü sigara içip oruç tutanların yüzüne dumanını üfürdüğü için münasebetsiz birini Üsküdar'da sokak ortasında ağız burun girerek hastanelik etmiştir. Köse İmam oğlunun bu durumundan şikâyetçi olsa da Akif bu ruhu Çanakkale'yi geçilmez kılan ruhla özdeşleştirip tebcil eder. Asım da Köse İmam da Müslüman mahallesinin muhayyel kahramanlarıdır. Asım'ın etkisi mahalleye kendini hissettirir. Asım'a rağmen kimse bu mahallede salyangoz satmaya kalkamaz. Şimdilerde "Mahalle baskısı" diye anılan şeyin dün bir duyarlık ve hassasiyet olduğunu görüyoruz. Acaba Binnaz Toprak gibiler Akif'in anlattığı mahalleyi gezip Asım'larla tanışıp görüşseydi nasıl bir rapor tutarlardı?

    Haksızlık ve edepsizliğin karşısında durmak, zulmü alkışlamayıp, zalimi sevmemek, omurgalı bir insan olmak dün olduğu gibi bugün de "irtica" ile ilişkilenilmeye devam ediliyor. Bir tek fark var, dünün babaları (yaşlıları) bugüne nazaran daha bir yaşıyla mütenasip.

    Akif'in en celalli şiirlerinden biri olan "Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem/Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem" diye elektriği artarak sürüp giden şiiri Köse İmam'ın yüreğinden kopmaktadır. Köse İmam sonucu şöyle bağlar: "Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu/ İrtica'ın şu sizin lehçede manası bu mu?"

    İrtica kavramının sınırlarının bugün nerelere dayandığını düşündüğümüzde tarihin gerçekten bir tekerrür olduğunu anlamakta zorlanmayız. Akif ömrü boyunca ideallerini omuzlarında taşıyacak bir neslin hayaliyle yaşamıştır. Bu coşkun, namusunu çiğnetmeyen, kabına sığmaz gençlik Asım'da sembol haline gelmiştir. Asım'ın karşıt kuşağı Tevfik Fikret'in Haluk'udur. Bugünün Türkiye'si bu iki gençliğin uzantısı kuşakların ürünüdür. Türkiye'deki zihniyet kavgalarının temelinde Asım'la Haluk'un farklı hayat ve medeniyet algıları vardır.

    Bugün itibariyle baktığımızda Türkiye'de genç nüfusa rağmen bir gençlik ideal ve enerjisinden bahsetmek ne derece mümkün?

    Gençlik yaşla ya da biyolojik durumla ilgili bir şeyse söyleyecek fazla bir şey yok. Türkiye gerçekten gençleri bol bir ülke diyebiliriz. Ama gençlik yaştan ve biyolojiden çok daha farklı bir zihinsel durumun adıysa bu konuda iyimser olmak için fazla bir sebebimiz yok. İsmet Özel'in söylediği noktaya gelmemiz vazgeçilmez oluyor. Zor Zamanda Konuşmak kitabında İsmet Özel şöyle diyor: "Bir şey zıddıyla kaimdir ancak. Türkiye'de gençler yok, çünkü bu ülkede ihtiyar kalmadı artık. İçinden çıkıp geldiğimiz kültürün temsilcisi sayabileceğimiz insanlar yaşıyor mu acaba aramızda? ....Türkiye'nin yaşlıları aldıkları eğitim gereği hayalperest, delişmen ve taklit düşkünü kalmışlardır."

    Kaybolan Asım'ların geri gelebilmesi için biyolojik yaşına rağmen genç ve yürekli babaların (Köse İmam'ların) eve dönmesi lazım.

    Babaların eve dönmesi için de ümit öğreticisi Hocazadelerin rahlelerini tavan arasından kaldırıp yeniden tedrise başlamaları gerekir. İbret sofrasının başına oturup nasibimize düşeni alalım ki tarih hep bizi üzecek şekilde tekerrür etmesin.

    Hüseyin Akın



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi etusch -- 3 Ocak 2009; 23:32:23 >




  • eyv..
  • Şair Mehmed Âkif'le yapılan bir söyleşi

    Âkif Bey de bu teklifi kabul eder. Ayas, 14 Ağustos 1936 Cuma günü Mısır Apartmanı'na gider, not almaya başlar.

    Ayas on gün kadar sonra tekrar Âkif Bey'i ziyaret ederek birkaç soru daha sorup, cevaplarını kaydeder.

    İşte bu sûretle Âkif'in doğumuna, yetişmesine ait en esaslı bilgileri kendi ağzından dinler ve zapt eder. Ayas'ın tuttuğu bu notları önemine binaen okurlarımıza sunuyoruz.

    Mehmed Âkif'in yetişmesi, soyu:

    Baba soyu

    "Babam İpekli Tâhir Efendi merhûmdur. Kendisi İpek'in Şuşisa isminde bir köyündendir. Tâhir Efendi'nin babası Nureddin Ağa'dır. Nureddin Ağa ümmîdir ve hâlis Arnavut'tur.

    Tâhir Efendi, Fâtih müderris ve mucîzlerindendi. Biraz İpek'te okumuş, sonra İstanbul'a gelmiş, Yozgatlı Hacı Mahmud Efendi'den ders görmüş ve icâzet almış. Vefâtı, Arabî 1305 yılıdır.

    Ana soyu: Annem Hâcce Emine Şerîfe Hanım'dır. On sene evvel öldü. 90 yaşına yakın muammer oldu. Onun babası Buhârâlı Mehmed Efendi'dir. Anasının adını hatırlamıyorum. Bundan yüz, yüzelli sene kadar evvel Buhârâ'dan Anadolu'ya Hekim Hacı Baba isminde biri geliyor, Boyabat'ta evleniyor, sonra karısını alıp Tokat'a gidiyor. Benim annemin annesi Tokat'ta dünyaya geliyor. Annemin annesi sinn-i izdivaca gelince, Buhârâ'dan gelen tâcir Mehmed Efendi'ye varıyor. Annem bu izdivacın mahsûlüdür. Bu sûretle annem hem baba tarafından, hem de ana tarafından Buhârâlı oluyor. Annem Anadolu'da doğmuş ve büyümüştür.

    Annem çok hassas kadındı. Babam da öyleydi. Şiir söylemezdi, fakat şiir ve inşâya âşıktı. Soyunda şair olup olmadığını bilmiyorum.

    Doğumu: İstanbul'da Fâtih civarında Sarıgüzel'de doğmuşum. Tarihî Şevval 1290'dır.

    Asıl mahlâsı: Babamın bana verdiği mahlâs "Ragıyf"tır. Ragıyf Arabça bir nev'i ekmek demektir. "Ragıyf" ev halkı ve mahalleli arasında kullanılamamış. "Âkif" e çevirmişler. Nüfus kâğıdına da Âkif geçmiş.

    İşte bu sûretle adım "Mehmed", mahlâsım da "Âkif" kalmıştır. Fakat babam hep "Ragıyf" derdi. Ragıyf tevellüd tarihimi de ifade eder.

    Tahsili:

    İlk tahsil: Mahalle mektebi: İlk tahsile, Fâtih civarında "Emir Buhârî" mahalle mektebinde ve dört yaşında başladım. Hocamı şahsen hatırlarım. Fakat ismini hatırlayamıyorum. Burada iki sene kadar bulundum.

    İbtidaî mektebi: Fâtih'te Muvakkithâne'nin yanındaki İbtidaî Mektebi'nde ilk tahsile devam ettim. Bu, Maarif Nezâreti'ne bağlı resmî bir mektepti. Birçok hocaları vardı. Hem bu mektebe gidiyordum, hem de pederim bana yavaş yavaş Arabça okutuyordu. Bu mektebe üç sene devam ettim. O zamanki programa göre ders gördük.

    Rüşdiye mektebi: Rüşdiye mektebim, Fâtih'te Otlukçu yokuşunda bulunan Fâtih Merkez Rüşdiyesi'dir. Buradaki hocalarımdan hatırladıklarım, başmuallim Hoca Süleyman Efendi, ikinci muallim Mustafa Efendi, üçüncü muallim Hâfız Osman Efendi. Bunlardan Süleyman Efendi Arnavud, Mustafa Efendi Anadolulu idi. Osman Efendi sarı sakallı bir zattı. Diğer hocalar seyyar idiler. Bu seyyar hocaların en mühimmi son sınıfta kendisinden Türkçe okuduğum, Hoca Kadri Efendi'dir.

    Hoca Kadri Efendi: Abdülhamid devrinin hürriyetperver şahsiyetlerindendir. O devirde evvelâ Mısır'a kaçtı. Orada "Kanun-ı Esâsî" gazetesini çıkardı. Sonra Paris'e gitti. Paris'te Harb-i Umûmî ortalarına kadar yaşadı. İlmen ve ahlâken çok yüksek bir zat. Aslen Herseklidir. İngiliz Kerim Efendi'den, Hoca Tahsin Efendi'den okumuş. Arabçası, Acemcesi çok kuvvetli. Fransızca da öğrenmişti. Paris'te ilerletmiştir. Bu zat lisan itibâriyle üzerimde çok müessir oldu. O kadar yüksek bir adamın alelâde bir nasihati bile tesir yapar.

    Rüşdiye tahsiline devam ederken, babamdan gene Arabça okurdum ve epeyce ilerlemiştim; seviyem mektep programından çok yüksekti. Babam okuturken, o zamanın usûlünü ve kitaplarını tâkip ediyordu.

    Mektepte okunan Fârisî ile iktifa etmezdim; Fâtih Câmii'nde ikindiden sonra "Hâfız Divân"ı gibi, "Gülistan" gibi, "Mesnevî" gibi muhalledâtı okutan Esad Dede'ye devam ederdim. Rüşdiye tahsilimde esasen en çok lisan derslerine temâyülüm vardı. Dört lisanda da, (Türkçe, Arabça, Acemce, Fransızca) birinci idim. Şiiri çok severdim.

    İlk okuduğu şiir kitabı: İlk okuduğum şiir kitabı Fuzûlî'nin "Leylâ ve Mecnûn"u olmuştur. Babam bu temâyülüme ses çıkarmazdı.

    Mektep arkadaşları: İptidâîde Beğlikci Nâsır Bey'in oğlu Hâşim Bey (eski Posta ve Telgraf Nâzırı) arkadaşımdı. Rüşdiye'de kayda şâyan bir arkadaş hatırlamıyorum. Mâmâfîh sevdiğim arkadaşlarım vardı.

    Dinî terbiyesi: İlk dinî terbiyemi veren, ev ve mahalle, İbtidaî, rüşdî tahsilde aldığım telkînler olmuştur. Bilhassa evin bu husûstaki tesiri büyüktür. Annem çok âbid ve zâhid bir hanımdı. Babam da öyle. Her ikisinin de dinî salâbetleri vardı. İbadetin vecdini, zevkini, heyecanını tatmışlardı. Pederim, Hacı Feyzullah Efendi merhûmun müridlerindendi. Nakşî şeyhlerinden olan Feyzullah Efendi o zaman hayatta idi. Annemin tarikata intisâbı yoktu. Babam bana tasavvuf telkîninde bulunmamıştır.

    Nazma ilk özenmesi: Rüşdiye'de vezinsiz, kafiyesiz özenme kabilinden nazım parçaları karalardım. Orta tahsil: Rüşdiye'yi bitirince pederim, mektep ve meslek tercihini bana bıraktı. Ben de o zamanlar parlak bir mektep olan Mülkiye'yi tercih ettim. O vakit Rüşdiye'den Mülkiye'ye talebe alınırdı. Fakat tam benim Rüşdiye'den çıktığım sene Mülkiye teşkilâtı tâdil olundu. Beş senelik tahsil müddeti ikiye ayrıldı: 1. Üç senelik idâdî, 2. İki senelik âlî kısım... Rüşdiye'den çıkınca işte bu teşkilâta göre Mülkiye'nin idâdî kısmına girdim. Üç sene sonra şahadetnâme aldım, âlî kısma geçtim.

    Yüksek tahsil: Ancak ben bu dördüncü (âlî birinci) seneye devam ederken, pederimin vefâtı, sonra yegâne me'vâmız olan evimizin yanması üzerine zarûret içinde kalmıştım. İki sene sebât edip Mülkiye'yi bitirmek kabildi. Lâkin o aralık mezunlara ya hiçbir vazife vermiyorlar, yahut onları gayet cüz'î bir maaş ile istihdâm ediyorlardı.
    "Baytar mektebine geçiş: Bu sırada idi ki, ilk defa olarak Mülkiye Baytar Mektepi ihdâs olundu. Birkaç arkadaş, "Bu mektep yenidir, çıkanlara memuriyet vereceklerdir" diye, Mülkiye'yi terk ettik, yeni mektebe girdik. O zaman Baytar Mektebi iki senesi gündüzlü, iki senesi yatılı olmak üzere dört senelik idi. Biz gündüzlü kısmını bitirince Halkalı'daki yatılı kısmına geçtik.

    Lisan dersleriyle alâka, şiirle iştigal: İdadî'de, Mülkiye'de, Baytar Mektebi'nde gene en çok lisan derslerinde iyi idim.

    Şiirle iştigâlim Baytar Mektebi'nin Halkalı'daki son iki senesinde hızlandı. Çok manzûm parçalar yazdım. Sonra bunların hepsini mahvettim.

    Şiir ile alâkamı artırmak için orta ve yüksek tahsilde yeni bir müessir çıkmamıştır. Eski temâyülüm inkişâf etmiştir.

    İlk manzumelerinin mevzuları: İlk manzumelerimin mevzuları dinî, garamî, ahlâkî idiler.

    Baytar mektebi'nde hocaları: Baytar Mektebi'nde hocalarımızın ekserisi doktordu. Bunlar da hem mesleklerinde yüksek, hem de dinî salâbet erbâbı idiler. Bunların telkînleri de dinî terbiyem üzerinde müessir olmuştur. İçlerinde bakteriyoloji muallimi Rifat Hüsameddin Paşa gibi kıymetli hocalarımız vardı.

    Baytar mektebinde birinci: Baytar mektebini birincilikle bitirdim.

    Hâfızlığı: Tahsil-i Âlî'yi bitirdikten sonra hâfız oldum. Fakat ondan evvel Kur'ân'ı okuya okuya gâyet pişkin bir hâle getirdiğim için zaten hıfz ile aramda uzun bir mesâfe yoktu. Az bir müddet içinde Kur'ân'ı ezberleyiverdim.

    Bedenî mümâreseler:

    Pehlivanlık: Bedenî mümâreselere çok meraklı idim. Güreş de ettim; kisbet giyerek, zeytinyağı kullanarak. Pek İstanbul içlerinde güreşemezdim ama, Çatalca taraflarında köylerde güreşirdim.

    Pehlivanlık üstadı: Üstadım da kendisiyle bir mahalle çocuğu bulunduğumuz Kıyıcı Hacı Osman Pehlivan'dı ki benden beş altı yaş büyüktü. Bu adam sonra pehlivanlığın müntehâsına kadar yükseldi. Hacı Osman'ın pehlivanlığı da, insanlığı da mükemmeldir. Hâlâ dünyada en hürmet ettiğim adamlardan biridir. Hayattadır.

    Pehlivanlığım onaltı, onyedi, onsekiz yaşlarında oluyor. Hattâ Halkalı'da Baytar Mektebi'nde iken Cuma'ları, başka tâtil günleri savuşur, etraf köylerde düğünlerde güreşirdim.

    Yüzücülük: Yüzmek, atlamak, taş atmak, koşmak gibi bedenî mümâreselerle de meşgûl oldum.

    Mûsıkî: Tahsili bitirdikten sonra ney üflerdim. Kulağım sesleri pek iyi ayıramadığı için muvaffak olamadım. Bıraktım.

    Memuriyet hayatı:

    Mektepten çıkınca beni ve benden sonra gelen ikinciyi- ki Simon isminde bir Ermeni gencidir- Zirâ'at Nezâreti Umûr-i Baytariye Şubesi'nde alıkoydular; yediyüz elli kuruş maaşlı bir memuriyete tâyin ettiler. Vazife merkezi, Nezâret olmakla beraber üç, dört sene kadar Rumeli'de, Anadolu'da, Arabistan'da sârî hayvan hastalıkları işi üzerinde hayli dolaştım. Köylü ile bu müddet zarfında gâyet sıkı temâs ettim.

    En son memuriyetim Umûr-i Baytariye Müdür Muâvinliğidir. Bir taraftan da Halkalı Mektebi'nde kitâbet, Dârülfünûn'da edebiyat dersleri veriyordum. Balkanlar Harbi'nden sonra Zirâ'at Nezâreti'ndeki memuriyetimle Dârülfünûn'dan istifa tarîkiyle çekildim. Uhdemde yalnız Halkalı kaldı. Çünkü oraya hâtıralarla bağlı idim. Bu vazifemin maaşı pek azdı.

    "Dârü'l-Edeb" ismindeki husûsî mektepte de fahrî olarak dört beş sene ders verdim.

    Duygu ve düşünce hayatı:

    Sohbetlerinden istifade ettiği zatlar: Emrullah Efendi'nin sohbetinden çok müstefid oldum. Baytar Miralayı İbrâhim Bey de sohbetinden müstefid olduğum zatlardan biridir. Kendisiyle Şam, Adana taraflarında bir sene kadar dolaştım.

    İlk neşriyât: İlk şiirlerim "Resimli Mecmua"da çıktı. Takriben 1313, 1314 (1898- 1899) Rumî senelerinde. O şiirler Safahat'ta yoktur. Bunlar kemiyet itibâriyle Safahat'a muadildir. Mevzuları muhteliftir. En çok ahlâkî, dinî, hikemî, pek az garâmî idiler.

    Örnek edindiği şairler: İlk şiirlerimde birkaç şairi kendime nümûne aldım: Evvelâ Ziya Paşa gelir. Nâci'nin nazmı da pek hoşuma gitti. Âdeta onu kendime meşk ettim. Kemâl'den, Hâmid'den de fikren çok müstefid oldum. Eskileri de çok okumuş, sevmiştim. İlk eserlerimde onların büyük izleri görülürdü.

    Tesiri altında kaldığı eserler: Zannediyorum ki okuduğum Şark ve Garp muhalledâtı içinde Sa'dî'nin eserleri kadar üzerimde hiçbiri müessir olmamıştır.

    Arabça'da ilerleyişi: Babam sarf ve nahvi kuvvetli öğretmişti. Onun için şerhli edebî eserleri az bir muâvenetle, yahut hiçbir yardıma muhtaç olmaksızın okuyabiliyordum. Daha sonraları merhûm Şevket ve Naîm Beylerle de senelerce okuduk: Mütekaabilen birbirimizden istifâde ediyorduk. Fakat içlerinde en zayıfları ben idim. Hâlis Efendi Hoca'dan da Fâtih Câmii'nde "Muallâkât" gibi bazı eserler okuduk. Hersekli Ali Fehmi Efendi'den allâme İmam Müberrîd'in "Kitâb'ul- Kâmil"ini okudum, bitirdim. Arab Edebiyatı'ndan ettiğim en büyük istifâde, gerek Arabların, gerek diğer İslâm ulemâsının Arabça'ya verdikleri kıymet ve ehemmiyeti anlamış olmamdır. Her kelime için nasıl uğraştıkları malûm...

    İki mukaddes şey: Bence iki şey mukaddestir: 1. Din, 2. Dil... Din, bütün kudsî duyguları, düşünceleri insana telkîn eder. Bu duyguların, düşüncelerin mümkün olduğu kadar vâsıta-i tebliği olan da dil'dir. Benim dil'e olan itinâ-yı fevkalâdem, işte Arabça'ya gösterilen bu ihtimamları anlayışımdan doğmuştur.

    Fârisî'de ilerleyişi: Fârisîyi de kendi kendime ilerlettim. Evvelâ şerhli kitapları, sonra şerhsizleri okudum.

    Fransızca'da ilerleyişi: Fransızca'yı mektepte öğrendiklerime eklemek sûretiyle kendi kendime öğrendim: Fransız şairlerinden Hugo, Lamartine ile, klasiklerle çok uğraştım, Daudet ile Zola'yı fazlaca okudum.

    Siyâsiyât: İstiklâl Harbi'nde Büyük Millet Meclisi âzâlığına intihab olununcaya kadar siyâsiyât ile geniş bir alâkam yoktur.

    Din ve milliyet hakkındaki son görüşleri: Yazılarımdaki esaslarda bir değişiklik olmamıştır.

    Sırat-ı Müstakim- Sebilürreşad'la münasebet: Bu mecmua kurulunca müessisleriyle olan münâsebetim dolayısıyla yazmaya başladım.

    Seyahatleri: Tahsili bitirdikten sonra memuriyetle iki sene kadar Rumeli'nde, iki sene kadar da Arnavutluk'ta, Arabistan'da, Adana havalîsinde dolaştım, ve hasbelmeslek köylerle, köylülerle gayet sıkı temâs ettim. Harb-i Umumî esnasında memûren Almanya'ya gittim. Gene Harb-i Umûmî içinde siyâsî vazife ile Medîne'ye ve Necid'e seyahatim vardır. Harb-i Umûmî'den evvel de Medîne'ye gitmiş, Mısır'da gezmiştim."

    ***

    Nevzad Ayas'ın , Âkif Bey'le yaptığı konuşmadan aldığı notlar burada bitiyor. Daha fazla soru sormak istemesine rağmen Ayas, Âkif Bey'in hastalığını dikkâte alarak, onu yormamak için bu kadarla yetinir. Fakat az da olsa bu bilgiler millî şair Mehmed Âkif Bey hakkında en doğru bilgilerdir. Ayas, iki gün boyunca iktibas ettiğimiz bu notları başlangıç yaparak "Mehmed Âkif'in Zihniyeti Ve Düşünce Hayatı" başlıklı bir inceleme kaleme almıştır. Zikri geçen bir risale hacmindeki (58 sayfa) inceleme, Eşref Edib tarafından hazırlanan Mehmed Âkif hakkındaki iki ciltlik eserde bulunmaktadır...

    Fahri Güven




  • quote:

    Orjinalden alıntı: VeNoM

    eyv..

    Rica ederim.
  • Tarihte önemli roller oynamış şahsiyetlerin sonraki dönemlerde hatırlanışları tuhaf bir kaderi izler. Onların fikirleri, yapıp ettikleri, kendilerinden bahsedilen dönemin genel iklimi içinde değerlendirilir ve adeta yeni bir okumaya tabi tutulurlar. Elbette şunu biliyoruz: Tarihteki süreklilik, içinde değişimin, farklılaşmanın yer aldığı bir sürekliliktir. Süreklilik denildiğinde, temel bir karakteristiğin mevzii değişimlerin ötesinde varlığını sürdürmesi anlaşılır. Ancak yine de bazen bu değişmeler dahi ıskalanır ve adeta tarihilikten yoksun, bugünün yansıtılmasına dayalı, hayali tarafları baskın bir geçmiş anlatısı ortaya konur. Böyle yapılmasının nedeni, “tarihi olanı” tespitten çok, güncel olanı tarihin desteğiyle daha etkili bir hale getirmek, geçmişten bugüne şahit çağırmaktır.

    Tarihe bu yöndeki yaklaşımları bir yere kadar mazur kılan, tarihe yönelik her ilginin kaçınılmaz bir biçimde güncelle olan hayati bağıdır. Ne tarih üzerine çalışanlar ne de onların takipçileri günceli bütünüyle yok sayarak pür bir tarihi hakikatin peşine düşerler. Esasen bir “tarihi hakikat”ten bahsetmenin güçlüğü de ortadadır. Yarın tarih olacak günümüz için nasıl kapsayıcı bir hakikat anlatısı oluşturamazsak, aynı şekilde tarih için de bir hakikat ortaya koyamayız. Yapabileceğimizin en iyisi, içinde daha fazla hakikat barındırdığına inandığımız bir senaryoyu kamuoyuna sunmak olabilir. Ancak güncelle tarihin bu zorunlu ilişkisinin ötesinde, bir kasıt çerçevesinde okunması ayrı bir bahis teşkil eder.

    Tarih hakkındaki bu kısa giriş, yakın tarihimizin önemli simalarından Mehmet Akif Ersoy’un hayatı ve fikirleri değerlendirilirken karşımıza çıkması muhtemel yanılsamalara dikkat çekmek içindir. Çünkü Ersoy, Osmanlı’dan Cumhuriyete geçiş döneminde yaşamış, fikri dönüşümlere yazıları, konuşmaları, vaazları ve en önemlisi elbette şiirleriyle damgasını vurmuş, nihayet İstiklal Marşımızı kaleme almış son derece önemli bir kişiliktir. Bu özellikleri dolayısıyla onun etkisi sadece dönemiyle sınırlı kalmamış, sonraki tarihlerde de fikirlerine, heyecanlarına katılan, bunları kendi zamanlarının ruhu içinde yeniden gündeme taşıyan çok geniş toplumsal kesimler varolmuştur. Onun, İstiklal Marşı’nın şairi olması kadar, yüksek ahlakı, etkileyici kişiliği, toplumsal sorunları yürekten anlatışı, her zaman toplumun ortak bir değeri olmasını sağlamış olmakla birlikte, bazı toplumsal ve politik çevreler onun fikirlerini –diğerlerinden farklı olarak- kendi kimliklerinin temel bir karakteristiği olarak takdim etmişlerdir. Öte yandan, bugüne ait siyasal mücadelenin inşa ettiği geçmiş anlatısı içine olumsuz bir figür olarak M. Akif Ersoy’u yerleştirenler de vardır.

    Toplumdaki M. Akif Ersoy’a ilişkin farklılıklar taşıyan bu ilgiler demeti, onun fikirlerini anlama, yeniden yorumlamada da değişiklikler doğurur. Ona yönelik kimi eleştirileri ortaya koyanlar kadar, Ersoy’u bütünüyle benimsediklerini düşünenler dahi onun fikirleriyle kendi fantezilerini bir ölçüde karıştırırlar. Örnek vermek gerekirse; Akif Ersoy’a gönülden bağlı olduğunu düşünenler arasında II. Abdülhamit’e yönelik güçlü bir eleştiriye ya da onun yönetiminin bir istibdat olduğuna dair tanımlamaya pek rastlanmaz. Oysa Ersoy Abdühlhamit’in yönetimini istibdat olarak görür ve onu, bir şiirinde de takip edilebileceği gibi şiddetle eleştirir.



    “Yıkıldın gittin amma ey mülevver devri istibdad

    Bıraktın milletin kalbinde çıkmaz bir mülevves yad.” (İstibdad, s. 85)



    Bir başka husus, Ersoy’daki güçlü İslami vurgu dolayısıyla onun modernliğe de muhalefet eden, bağnazlığa yakın duran birisi olduğu doğrultusundaki yanlış kanaattir. Siyasetin görselliğe dayalı kaba parametrelere ilişkin ayrımlarından hareket edildiğinde, her yerde rastlanan o sakallı fotoğrafı dahi, bu istikametteki kategoriler içinde onu klişeleşmiş “gerici” tiplemesi içine koyabilir. Bu da başka tür bir yanılsamadır. Kaba şablonlar dolayısıyla Safahatın kapağını kaldırmayı lüzumsuz bulanlar, onun medeniyete, gelişmeye yönelik tutkulu anlatımını, taassuba, dar görüşlülüğe, yobazlığa dair eleştirilerini görme imkanından da mahrumdurlar. Onlar için Mehmet Akif Ersoy, okumadıkları ancak bildiklerini varsaydıkları Safahatın, hayat hikayesini öğrenmedikleri ama bir fotoğraf üzerinden ya da şifahi rivayetlerle düşledikleri, onun hakikati yerine kendi fantezilerini koydukları bir kişiliktir.

    Bu türden değerlendirmelere bir örnek olması için Mehmet Akif Ersoy’un Makalelerinden bir alıntı yerinde olacaktır.



    “İki kişi oturmuş konuşuyorduk. Ben Hazreti Mevlana’nın en gamız, en mücerred mesaili mahsusat dairesine indirmekteki kudretine hayran olduğumu, o kitab-ı muazzamın mutlaka baştan başa okunması lazım geleceğini ileri sürünce arkadaşım dedi ki: Hazreti Mevlana Hind felsefsinin nakilidir.

    -Mesneviyi okudunuz mu?

    -Hayır.

    -Hind felsefesi nedir, onu biliyor musunuz?

    -Hayır.

    -O halde böyle bir iddiaya ne cür’etle kıyam ediyorsunuz?

    -Öyle işittim.”
    (Sırat-ı Müstakim ve Sebilü’r-Reşad Mecmualarında çıkan) Mehmet Akif Ersoy’un Makaleleri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990, s. 118)



    “Öyle işitmek”; herhalde kritik sözlerden birisi bu. Siyasal mücadeleler sadece yazı üzerinden sürdürülmez; kitapların, dergilerin, filmlerin, şarkıların ötesinde bunlara eşlik eden son derece geniş bir şifahi alan siyasal mücadelelerde etkili bir işlev yerine getirir. Yazı, metin, son tahlilde söylediği her zaman ortada olan, şeffaf bir niteliğe sahiptir ve eleştirelliğe açıktır. O yüzden “yazılı alan” kendini, mukabil değerlendirmeleri belli ölçüde dikkate alan bir rasyonellik üzerinden kurmak durumundadır. Buna karşılık sözlü alan, siyasal mücadelelerin çok hoşnut kaldığı, kolektif kimlik fantezilerinin arzu edildiği gibi oluşturulmasına cevaz veren bir keyfilik içinde oluşur; özü itibariyle, rakiplerin eleştirelliğinden uzakta, yahut onların hücumlarını karşılayacak olağanüstü esnekliğe sahip bir niteliktedir. O yüzden tarihe ait değerlendirmeler, oradaki önemli figürlere ilişkin yorumlar bu keyfilikten hayli nasibini alır. Mehmet Akif Ersoy’un güncel siyasi mücadelelerin özellikle sözlü alanında böyle bir “anlaşılamama” kaderi yaşadığı söylenebilir.




  • axu yazıyı sen yazdıysan en azından altına nickini koysaydın.
  • Cenk marşı
    Ey sürüden arkaya kalmış yiğit
    Arkadaşın gitti haydi sen de git
    Bak ne diyor ceddi şehidin işit
    Haydi git evladım uğurlar ola
    Haydi git evladım açıktır yolun
    Zalimlere karşı bükülmez kolun
    Bayrağı çek ön safa geçmiş bulun
    Uğurun açık olsun uğurlar ola.

    Eşele bir yerleri örten karı
    Ot değil onlar dedenin saçları
    Dinle şehit sesleridir rüzgarı
    Haydi git evladım uğurlar ola
    Haydi git evladım açıktır yolun
    Zalimlere karşı bükülmez kolun
    Bayrağı çek on safa geçmiş bulun
    Uğurun açık olsun uğurlar ola
    Haydi levent asker uğurlar ola

    Yerleri yırtan sel olup taşmalı
    Dağ demeyip taş demeyip aşmalı
    Sende ki coşkunluğa er şaşmalı
    Kahraman askerim uğurlar ola
    Haydi git evladım açıktır yolun
    Zalimlere karşı bükülmez kolun
    Bayrağı çek ön safa geçmiş bulun
    Haydi levent asker uğurlar ola
    Haydi git evladım uğurlar ola.


    Mehmet Akif Ersoy




  • Güzel bi konu olmuş hocam teşekkürler
  • quote:

    Orjinalden alıntı: etusch

    axu yazıyı sen yazdıysan en azından altına nickini koysaydın.

    Yok kardeş ben yazmadım.
    Yıllar önce mailime gelmiş bir yazıydı bu pc ye kaydettim ama kimin yazdığını bilmiyorum malesef
  • İstiklâl Marşı”nın yazılış hikâyesi…

    Üstad Mehmed Âkif 10 yılı aşan uzun bir ayrılıktan sonra memlekete döner. (16 Haziran 1936). Gurbet illerinde sevgili yurdunun hicran ve hasreti onu yakıp, kavurmuştur. Ciğerleri şişmiş, vücudu bir külçe kemik hâlinde kalmıştır. Beyoğlu'nda Mısır Apartmanı'nın loş ve sâkin bir odasında son günlerini yaşıyordur. Sevdiği bazı arkadaşları kendisini ziyarete gelmişlerdir. Millî Mücadele günlerinden bahsedilirken, söz İstiklâl Marşı'na intikal eder.

    Marş, milletin malıdır

    İstiklâl Marşı denince Üstad Âkif'in gözleri büyür ve parlar. Hastabakıcının yardımıyla doğrulur, anlatmaya başlar:

    "- İstiklâl Marşı... O günler ne samimî, ne heyecanlı günlerdi. O şiir, milletin o günkü heyecanının bir ifadesidir. Bin bir facia karşısında bunalan ruhların, ızdırablar içinde kurtuluş dakikalarını beklediği bir zamanda yazılan o marş, o günlerin kıymetli bir hâtırasıdır. O şiir bir daha yazılamaz... Onu kimse yazamaz... Onu ben de yazamam... Onu yazmak için o günleri görmek, o günleri yaşamak lâzım. O şiir artık benim değildir. O, milletin malıdır. Benim millete karşı en kıymetli hediyem budur..."

    Bunu söylerken Üstad Âkif yorulur. Başı yastığa düşer. O kemik külçesi yavaşçacık itina ile yatağına uzatılır. Misafirler veda ederler. Üstad Âkif gözlerini kapayarak sâkin, sessiz uyumaya başlar.

    Millî marş için açılan müsabaka

    İstiklâl Marşı'nın yazılış serüveni şöyle başlar:

    Maarif Vekâleti (Milli Eğitim Bakanlığı) memleketin bütün şairlerini millî marşın yazılması için dâvet eder. Bunun üzerine her taraftan güzel şiirler gelmeye başlar. Sonunda 724 parça şiir gelir. Bunların içinden bazıları seçilerek basılıp, bütün Meclis âzâlarına dağıtılır.

    Millî marş için ayrıca Vekâletçe mükâfat vaad olunur.

    Gelen şiirler incelenir. Fakat hiç biri istenilen ölçüde değildir. Buna karşın gösterdikleri hassasiyet ve duyarlılıktan dolayı Maarif Vekili, Meclis kürsüsünden bütün bu kıymetli şairleri takdir duygularıyla anar, onlara saygılarını sunar, teşekkür eder.

    Vekâlet yazılan 724 parça şiiri iftiharla, göğsü kabararak okumasına okur, fakat asıl aradığı, istediği şiiri bulamamıştır. Mücahedenin büyüklüğü nisbetinde kuvvetli bir şiir, gönülleri heyecana verecek heyecanlı bir ses istenmektedir.

    Bu öyle bir şiir olmalıdır ki, gelecek nesillere, her zaman, o kutsal mücadeleyi ve büyüklüğü terennüm etsin... Kalbleri o heyecanla doldursun... Yurdun bütün ufuklarını o heyecanla inletsin... Bütün seslerin fevkinde yükselsin, yükselsin... Arşın kapılarına yapışarak haykırsın.

    Bu ses, "ezelden beri hür yaşayan, kükremiş sel gibi bendini çiğneyip aşan, dağları yırtan, enginlere sığmayıp taşan, yurdun her taşı altında kefensiz yatan, her zerre-i hâkînden şühedâ fışkıran bir milletin, iman dolu bir göğsün" sesi olmalıdır.

    Bu ses, "al sancaklarda dalgalanan fazilet ve şehamet şâhikalarından bütün bir cihâna karşı: Hangi çılgın bana zincir vurabilir?" diye meydan okuyan; "Medeniyet denilen tek dişi kalmış canavarın" hayâsızca akınlarına karşı kükreyen bir ses olmalıdır. Bu ses, elinden silâhları alınan, hürriyet ve istiklâl için dişiyle tırnağıyla boğuşan bir millete ümidler verecek, onu yeise, bezginliğe, yılgınlığa düşmekten uzaklaştıracak, önüne cennetler serecek, ona Hakk'ın vaad ettiği büyük günlerin, büyük zafer günlerinin yakın, pek yakın olduğunu söyleyecek* er yürekli bir ses olmalıdır.

    Büyük şaire müracaat

    Büyük Millet Meclisi'nin Maarif Vekili Hamdullah Suphi Tanrıöver milletin hislerine, duygularına, ızdıraplarına kimin tercüman olacağını, milletin marşının kimin tarafından yazılabileceğini biliyordur. Fakat ne çare ki büyük şair Mehmed Âkif, marşı yazana para verilecek, diye müsâbakaya iştirak etmemiştir.

    Maarif Vekili bunu sezer ve müsâbaka hâricinde olmak, müsâbaka şartlarından âzade kalmak şartıyla şair Mehmed Âkif'e müracaat eder. İstiklâl Marşı'nın, onun yüksek ve ilâhî belâgatli kalemiyle yazılmasını şöyle rica eder:

    "Pek aziz ve muhterem efendim,İstiklâl Marşı için açılan müsabakaya iştirak buyurmamalarındaki sebebin izâlesi için pek çok tedbirler vardır. Zat-ı üstâdânelerinin matlub şiiri vücuda getirmeleri maksadın husûlü için son çare olarak kalmıştır. Endişenizin icabettiği ne varsa hepsini yaparız. Memleketi bu müessir telkin ve teheyyüc vâsıtasından mahrum bırakmamanızı rica ve bu vesile ile en derin hürmet ve muhabbetlerimi arz ve tekrar eylerim efendim.

    5 Şubat 1337 (1921) Umûr-i Maârif Vekili Hamdullah Suphi

    Büyük şiir

    Onun üzerine Üstad Mehmed Âkif, Tâceddin Dergâhı'nın odasına kapanır, o günkü heyecanlardan ilham alarak "İstiklâl Marşı"nı yazar. 17 Şubat 1337/ 1921 Perşembe sabahı "Kahraman Ordumuza" ithaf edilen bu muazzam şiir, Mehmed Âkif'in başmuharriri olduğu Sebilürreşad'ın baş sahifesinde [Sebilürreşad, XVIII/ 468, s. 305] yayınlanır.**

    "Rûhumun senden İlâhî şudur ancak emeli:

    Değmesin ma'bedimin göğsüne nâ-mahrem eli;"***

    * Maarif Vekili Hamdullah Suphi Bey, Meclis'teki hitâbesinde Üstad'ı bu kelimelerle tavsif etmiştir.

    ** İstiklâl Marşı 21 Şubat 1337 Pazartesi günü de Kastamonu'daki Açıksöz gazetesinde neşrolundu. Mehmed Âkif bir nüsha kendi eliyle yazıp Açıksöz'e göndermiştir.

    *** Geniş bilgi için bkz. Eşref Edib, Mehmed Âkif- Hayatı, Eserleri ve Yetmiş Muharririn yazıları, İstanbul 1938.

    Beni rahmetle anarsın ya, işitsen, bir gün,

    Şu sağır kubbede, hâib, sesimin dindiğini?

    Bu heyûlâya da bir kerrecik olsun bak ki,

    Ebediyyen duyayım kabrime nûr indiğini.

    Mehmed Âkif

    1 Mart 1337/1921'de Maarif Vekili Hamdullah Suphi, Üstad Mehmed Âkif'in yazmış olduğu "İstiklâl Marşı"nı Büyük Millet Meclisi kürsüsünden okuduğu zaman mebusların alkışlarından Meclis'in tavanları sarsılır. Ruhları heyecan kaplar, bütün Meclis yekpâre bir kalb hâlinde dalgalanır. Üstad Âkif ise mahcubiyetinden, başını kollarının arasına sokarak, sıranın üstüne kapanır.

    Meclis'in heyecanı

    Meclis'in o günkü heyecanı fevkalâdedir. Mebusların hissiyatı büyük bir coşkuya dönüşmüştür. Herkes imanının yükseldiğini görüyordur. Al sancağın dalgaları gönülleri heyecandan heyecana sürüklüyordur. Milletin hürriyet ve istiklâl yıldızının dünyalar durdukça parlayacağına bütün gönüller imanla dolmuştur. Vecd içinde titreyen bütün kalbler tek bir kalb olarak, bütün sesler bir ses olarak bağırıyordur:

    "Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyyet;
    Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin İstiklâl."


    Mebusların heyecanlı nutukları

    Meclis'te heyecan artar. Birçok hatib kürsüye çıkar. Türk ordusunu tebcil eder. Besim Atalay:

    "Millet olarak azmimizi, irademizi doğru ve güzel bir şekilde kullandıkça dâima Allah'ın bizimle olduğunu" belirtir... Ve gittikçe coşar:

    "- Efendiler, der, bu millet büyük bir denize benzer. Zaman zaman coşmuş, etrafa dalgalar saçmış ve o dalgalar bir merkez teşkil etmiştir."
    Rasih Efendi:

    "- Efendiler, der, girdiğimiz mücahedenin büyüklüğü, mütarekeden beri milletin çektiği felâket ve dehşeti, buna mukabil bugün görmekte olduğumuz hâl, saadet-i hâl, bendenizi bu kürsüye çıkarırken cümlenizin kalblerindeki duygulara tercüman olmak için, şu âyet-i celileyi okuyacağım:

    Esteîzü billâh, "... Elhamdü lillâhillezi hedâ'nâ lihâzâ ve mâ künnâ linehtediye lev lâ en hedânallâh..." "... Bizi buna ulaştıran Allah'a hamd olsun. Eğer Allah bize hidayet vermeseydi, doğruya eremeyecektik..." (Kur'ân, Araf: 7/43).

    Rasih Efendi, Avrupalıların bize karşı olan zulümlerini anlatır; felâketli günleri, bu mücadelenin bir iman mücadelesi olduğunu açıklar.

    Diğer mebuslar da coştukça coşar. Ateşli nutuklar söyler. Ordu kumandanlarına, Müdafaa-i Hukuk cemiyetlerine teşekkürler edilir.

    İstiklâl Marşı kürsüden okunur

    Ondan sonra - ufak bir müzakereyi müteakib - Maarif Vekili/Eğitim Bakanı kürsüye çıkarak büyük heyecanla İstiklâl Marşı'nı okur. Marşın her mısraı, her kıtası sürekli alkışlarla karşılanır. Meclis'i büyük bir heyecan kaplar. Abdülgafur Efendi dua eder, Büyük Meclis en samimi duygularla bu duaya Âmin çeker.

    O gün Üstad Mehmed Âkif için en muazzam bir gündür. Hayatında bu kadar heyecanlı bir gün geçirmediğini söyler.

    Marşın resmen kabûl merasimi

    Meclis'in 12 Mart 1337/1921 içtimaında da İstiklal Marşı'nın resmen kabul merasimi yapılır.

    Birçok takrirler verilir. Nihayet "Bütün Meclis'in ve halkın takdirlerini celbeden Mehmed Âkif Bey'in şiirinin tercihan kabûlünü teklif eden" Balıkesir Mebusu Hasan Basri Bey'in (Çantay) takriri reye konularak kabûl edilir. Onun üzerine mebuslar tarafından "Milletin ruhuna tercüman olan ve Meclis'in kabûlüyle resmî bir mahiyet alan İstiklâl Marşı'nın ayakta dinlenmek üzere, Maarif Vekili Hamdullah Suphi tarafından bir defa daha Meclis kürsüsünden okunması" teklif edilir. Bütün vekiller ayağa kalkarak büyük bir vecd ve heyecan içinde İstiklâl Marşı okunup, dinlenir. 12 Mart 1337/1921 Cumartesi, saat 17. 45. Üstad Âkif heyecanından, mahcubiyetinden Meclis'te duramaz, salona çıkar.

    Üstad Mehmed Âkif'in büyüklüğü

    İstiklâl Marşı için tahsis edilen beş yüz lira mükâfatı Üstad kabûl etmez. Bu durum o zaman çok kimselerce tuhaf görülür. Aslında o sırada maddi sıkıntısı da vardır. Yine de o bu ikramiyeden bahsedenlere çok kızar.

    Baytar Şefik de bir gün bu sebeple Üstad Mehmed Âkif'den fena bir azar yer.

    Üstad Ankara'da ceketle gezer. Paltosu yoktur. Pek soğuk günlerde Şefik'in yağmurluğunu ödünç alarak giyer. Bir gün Şefik:

    "- Âkif Bey, şu mükâfâtı reddetmeyip de bir yağmurluk yahut bir palto alsaydınız daha iyi olmaz mıydı?"*

    Diyecek olur. Âkif Bey alabildiğince hiddetlenir ve böyle söylediği için tam iki ay çok sevdiği Şefik Kolaylı'yla konuşmaz.**

    Bir sohbet sırasında Eşref Edib Bey, Üstad Mehmed Âkif Bey'e şu soruyu yöneltir:

    "- İstiklâl Marşı'nı niçin "Safahat"a koymadınız? Bu soruya Âkif Bey'in cevabı şöyle olur:

    "- Onu millete hediye ettim; artık o, milletindir. Benimle alâkası kesilmiştir. Zaten o, milletin eseri, milletin malıdır..."

    * "...Müsabakaya 724 kişi iştirak eder. Fakat bunların gönderdikleri şiirlerin hiç birisi beğenilmez. Nihayet Maarif Vekâleti milletin hissiyatına tercüman olacak bu marşı Âkif'ten başka yazacak şair olmadığını görerek Mehmed Âkif'e müracaat eder. Para ile marş yazılmasını doğru bulmadığı için müsabakaya iştirak etmemiştir. Koca Âkif verilen 500 lira mükâfatı kabûl etmediği zaman, sırtında paltosu yoktu. Pek soğuk günlerde Baytar Şefik'in paltosunu ödünç alarak giyer. Maarif Vekili bu mükâfatı almasını kendisinden rica ettiği zaman, cebinde biraz evvel arkadaşından ödünç aldığı iki lira vardı... Zaferden sonra İstanbul'a döndüğü zaman da cebinde boynu bükük mühründen başka bir şey yoktu..." Eşref Edib, İnkılâp Karşısında Âkif- Fikret, Gençlik Tancılar (Kurtuluş Harbi'nin İman Kaynağı İstiklâl Marşı mı, Tarih-i Kadim mi?), İstanbul 1940, s. 12- 13.

    ** Eşref Edib, Mehmed Âkif- Hayatı, Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları, İstanbul 1938.




  • ÂTİYİ KARANLIK GÖREREK AZMİ BIRAKMAK...

    Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak...
    Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak.
    Dünyâda inanmam, hani görsem de gözümle.
    İmânı olan kimse gebermez bu ölümle:
    Ey dipdiri meyyit, "İki el bir baş içindir."
    Davransana... Eller de senin, baş da senindir!
    His yok, hareket yok, acı yok... Leş mi kesildin?
    Hayret veriyorsun bana... Sen böyle değildin.
    Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz?
    Kendin mi senin, yoksa ümîdin mi yüreksiz?
    Âtiyi karanlık görüvermekle apıştın?
    Esbâbı elinden atarak ye'se yapıştın!
    Karşında ziyâ yoksa, sağından, ya solundan
    Tek bir ışık olsun buluver... Kalma yolundan.
    Âlemde ziyâ kalmasa, halk etmelisin, halk!
    Ey elleri böğründe yatan, şaşkın adam, kalk!
    Herkes gibi dünyâda henüz hakk-i hayâtın
    Varken, hani herkes gibi azminde sebâtın?
    Ye's öyle bataktır ki; düşersen boğulursun.
    Ümîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!
    Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;
    Me'yûs olanın rûhunu, vicdânını bağlar
    Lânetleme bir ukde-i hâtır ki: çözülmez...
    En korkulu câni gibi ye'sin yüzü gülmez!
    Mâdâm ki alçaklığı bir, ye's ile sirkin;
    Mâdâm ki ondan daha mel'un daha çirkin
    Bir seyyie yoktur sana; ey unsur- îman,
    Nevmid olarak rahmet-i mev'ûd-u Hudâ'dan,
    Hüsrâna rıza verme... Çalış... Azmi bırakma;
    Kendin yanacaksan bile, evlâdını yakma!
    Evler tünek olmuş, ötüyor bir sürü baykuş...
    Sesler de: "Vatan tehlikedeymiş... Batıyormuş!"
    Lâkin, hani, milyonları örten şu yığından,
    Tek kol da demiyor bir tarafından!
    Sâhipsiz olan memleketin batması haktır;
    Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır.
    Feryâdı bırak, kendine gel, çünkü zaman dar...
    Uğraş ki: telâfi edecek bunca zarar var.
    Feryâd ile kurtulması me'mûl ise haykır!
    Yok, yok! Hele azmindeki zincirleri bir kır!
    'İş bitti... Sebâtın sonu yoktur!' deme, yılma.
    Ey millet-i merhûme, sakın ye'se kapılma.



    Ey büyük sairim, ruhun sâd olsun!




  • YÂ RÂB BU UĞURSUZ GECENİN YOK MU SABÂHI?



    "İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden,

    bizi helâk eder misin, Allah’ım?"

    (A’râf 155)



    Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı?

    Mahşerde mi bîçârelerin, yoksa felâhı!


    ------------------------------------------------------


    Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş insanlık bile
    Âlem aldatmaksa maksad, aldanan yok, nafile!
    Kaç hakiki Müslüman gördümse, hep makberdedir
    Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir!
  • Kahraman ırkıma bir gül
    İbrahim Tenekeci


    İsmet Özel önderliğindeki İstiklal Marşı Derneği, 6 Şubat 2007 tarihinde kuruldu. Bu girişimi "Kahraman ırkıma bir gül" olarak algılayanlar, kısa sürede dernek çevresinde bir hale oluşturdular. Merkez güçlendikten sonra; Sivas, Konya, Gaziantep gibi vilayetlerde de yeni şubeler açıldı.

    Sayın Özel, "Yürüyüşümüze bildikleriyle yeni bilme alanları üretenlerle değil; bildikleriyle amel edenlerle, meselelere sahip çıkanlarla devam ediyoruz" diyerek, kimleri tercih ettiklerini açıkça ifade ve işaret etmişti.

    Türkiye, "İstiklal Harbi ile kâfirlerden kaçırılmış topraklar" demekti. Dolayısıyla İstiklal Marşı da "kâfirlerden kaçırılmış bir metin" anlamına geliyordu. Bundan ötürü, İstiklal Marşı Derneği, milletinin emrinde olmayı şeref sayanların derneği olmalıydı ve ancak; selametini Türkiye'nin selametinde, Türkiye'nin selametini de milletin tezahüründe görenler bu dernekte kendilerine yer bulabilirdi.

    "İstiklal Marşı Derneği'ni kurmakla, seksen dört yıl boyunca rafta bekletilen İstiklal Marşı'nı raftan indirmeyi amaçlıyoruz" diyen İsmet Özel; bir yandan davası için gecesini gündüzüne katıyor, bir yandan da "Hazıra konmanın tadını ben de çıkarmak istemez miyim" diye soruyor.

    Bir başka konuşmasında ise, sorusunun cevabını anlamlı bir şekilde veriyor: "Amerikalı olmak için zahmete girmeye gerek yok. Tarihte zahmet yükünü çekmeyenler Amerikalı oldu. Ama Türk olmak, hak edilmiş bir galibiyeti müdafaayla mümkündür. Türk olmak için tarihte bir zahmete girilmiş ve bunun semeresi alınmıştır."

    Aslında derneğin kuruluş tarihi bile bize çok şey söylüyor.

    Topraklarımızın ve milli değerlerimizin yağmalandığı, "Türkiye'nin ortadan kalkması halinde banka hesapları kabaracak insanların üretildiği", Yunanlıların Türkiye'den banka satın aldığı ve bunu, "İzmir'e asker çıkarmaktan daha mühim bir gelişme" olarak gördüğü bir dönemde; İstiklal Marşı Derneği ortaya çıkıyor.

    Zaten İsmet Özel de her fırsatta bu durumun altını çiziyor: "İstiklal Marşı Derneği'ni, Türkiye'nin varlığının tehlikede olduğu görüşüne sahip olduğumuz için kurduk."

    Türk milleti, İstiklal Harbi vererek, neyi vermediğini dosta ve düşmana göstermişti. Türkiye'yi "mozaik" yapmak isteyenler, karşılarında bir beton kütlesi bulmuş ve darmadağın olmuşlardı. Ayrıca Türkiye, bir ulus devlet olarak değil, bir İslam devleti olarak kurulmuştu.

    Şimdi tekrar mozaikten, çok seslilikten, renklilikten vs bahsediyorlar.

    İstiklal Harbi'nin verildiği ve "İstiklal Marşı'nın yazıldığı günlerde, 'Ben Türk değilim' diyerek yiyecek ekmek bulmayı ümit edenler vardı. Şimdi ekmek davası mahiyet değiştirdi. Global dünyada kâfirler 'ben Türk değilim' diyen herkesin ekmeğine yağ sürüyor."

    İsmet Özel'in, "Nasıl Türk milletinin düşmanları tarafından tarihten silinmeye mahkûm edildiği bir yerde İstiklal Marşı doğduysa, İstiklal Marşı Derneği de doğum yeri olarak aynı yeri seçti" demesi, işte bu gerçeğin ifadesidir.

    "İstiklal Marşı'na odaklanmak, İstiklal Harbi'ne odaklanmaktır. Odak İstiklal Harbi olmadığı zaman, nereye Türk vatanı dendiğine, Türk milletine kimlerin dâhil edileceğine dair karar, Türk düşmanlarının eline bırakılmış oluyor."

    İşte onlar da, azınlıklardan, mozaikten, bir arada yaşamaktan falan bahsediyor.

    "Kim Türkiye'yi haritadan silmek için kolları sıvadıysa, kim Türk milletini tarih sahnesinden silip süpürmek istiyorsa; işini, Türkiye'nin kuruluşunda İslamlaşmanın ilk sırada bulunduğu gerçeğini inkâr ederek yürütmektedir."

    İşte onlar; İstanbul'un kültür başkenti, Anadolu'nun ise medeniyetler beşiği olduğundan, Türkiye'nin köprü vazifesinden, medeniyetler arası ittifaktan, Bizans'tan ve İslamiyet öncesi Türklerden falan bahsediyor.

    İsmet Özel ise "Gavur olmadığımızı ve küfre bulaşmaktan rahatsız olduğumuzu belli ederek, malzemesi İslam olan bir toplum inşa edilmesi gerektiğini belirtiyoruz" diyerek tavrını ve İstiklal Marşı Derneği'nin misyonunu ortaya koyuyor.

    İstiklal Harbi, Marşı ve Derneği, Sayın Özel'in ifadesiyle "olduğumuz yer"dir. Şöyle ki: "Kendi tavsiyeme uyacağım ve olduğum yerden başlayacağım. Olduğum yer, öldüğüm yerdir. Buna isterseniz uğruna ölümü göze aldığım yer diyebilirsiniz."

    14 Mart 2009 günü, İstiklal Marşı Derneği'nin "ikinci sene-i devriyesi" nedeniyle, Taksim Metrosu'nun konferans salonunda, derneğin düzenlemiş olduğu bir etkinlik vardı. Etkinliğin ana başlığı, "Yeniyse iyidir deme / İyiyse yepyenidir de" idi. Önce altı dernek yöneticisi aralarında mini bir panel düzenledi, sonra da İsmet Özel uzun ve esaslı bir konuşma yaptı.

    Bir de ikinci yıl bülteni dağıttılar.

    İstiklal Marşı'nda geçen "tanı", "düşün" tavsiyelerini ciddiye alan birçok genç, hava yağışlı olmasına rağmen, salondaki yerini almıştı.

    Yazımızın özünü bültende yer alan yazılar ile Sayın Özel'in yaptığı konuşma oluşturuyor.

    Mehmet Akif Ersoy, milletvekili mazbatasının meslek hanesine "İslam şairi" yazmış. O gün, karşımızda bir başka İslam şairi vardı.

    İsmet Özel'i, "Mümin, emanete sahip çıkandır" nasihati eşliğinde dinledim. Tanpınar'ın Namık Kemal için söylediği söz, İsmet Özel için de geçerliydi. Sayın Özel, "Yaşadığı cemiyete kendi meseleleriyle meşgul olmayı öğreten adamdı."

    Bizleri, "Hafızamızı kaybetmeyelim: Vatandan mahrum kalmadık, ama hep mahrumiyet hissi içinde kalmaya icbar edildik. Kendimize hor bakmak asrileşmek oldu" şeklinde uyaran oydu.

    Sayın Özel'e göre; "İsraf edilecek ne varsa, şimdiye kadar israf edilmişti. Türkler, uğrayabilecekleri bütün aldatmacalara uğramışlardı." "Türklük, İslam'ın yeryüzündeki yegâne siyasi ve askeri organizasyonu" idi. Yok edilmeye veya kırılmaya çalışılan şey, işte buydu.

    Bu yüzden, "Türkiye aleyhine yapılan her iş, İslam aleyhine yapılan bir iş" anlamına geliyordu. Çünkü "Türk hayatı, İslam hayatıydı. Biz, milli varlığımız başta olmak üzere, her şeyimizi İslam'a borçluyduk."

    İstiklal Marşı Derneği'ni kuranlara uzun ve bereketli bir ömür diliyorum. "Hayat tasarruf edilemez; sarf veya israf edilir" diyenler, bu derneği kurmakla, hangi şıkkı işaretlediklerini de ortaya koymuş oldular.

    http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi etusch -- 9 Nisan 2009; 15:39:49 >




  • 
Sayfa: 12
Sayfaya Git
Git
sonraki
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.