Şimdi Ara

Tarihe Geçmiş İnsanlar (4. sayfa)

Bu Konudaki Kullanıcılar:
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
199
Cevap
1
Favori
61.735
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: önceki 23456
Sayfaya Git
Git
sonraki
Giriş
Mesaj
  • Theodore William Richards (1868 - 1928)

     Tarihe Geçmiş İnsanlar


    Amerikalı kimyacı, 1914 Nobel Kimya Ödülü sahibi.


    Harvard'da profesör oldu, Amerika Sanatlar ve Bilimler Akademisi'nin başkanlığını yaptı (1919).


    Özellikle elektrokimya, sıcaklıkölçüm ve kimyasal termodinamik konularında çalıştı. 1905'te, ısı miktarlarının kesin çözümü için adiyabatik ısıölçeri icat etti.


    Özellikle, atom kütleleri üzerine araştırmalarıyla ün kazandı; radyoaktiflikle uranyumdan türeyen kurşunun atom kütlesini saptadı ve bu değerin, olağan kurşunun atom kütlesinden farklı olduğunu buldu.




  • İbn Haldun (1332 - 1406)

     Tarihe Geçmiş İnsanlar


    14. yüzyılın büyük Arap tarihçisi İbn Haldun Doğu'da ve Batı'da ilk tarih filozofu, hatta bazen sosyolojinin habercisi olarak tanınmıştır. Arapça'dan Latince'ye eserlerin çevrilmesi hareketi zayıfladığı için ibn Haldun'un düşünceleri Avrupa'ya oldukça geç, 19. yüzyıl ortasında girdi. Fırtınalı hayatını Umumi tarihine ek olarak yazdığı kısımdan öğreniyoruz. Tunus'ta 1332'de (H. 732) doğan İbn Haldun Hadramut'tan İspanya'ya göçmüş çok eski bir aileden geliyordu. 12. yüzyılda İspanya'nın Üçüncü Ferdinand tarafından zaptından sonra İbn Haldun'un ailesi Tunus'a sığındı ve filozof Kuzey Afrika'nın bu en önemli şehrinde doğdu.


    İbn Haldun Ebu' Abdullah M. al-Ansari'den ders aldı. Erkenden bilginlerin meclisine girdi. Bir seyahatte Fas Emiri Ebu İnan'ın veziri oldu. Kendisini kıskanan memurların iftiraları yüzünden hapsedildi. Bu emirin ölümünden sonra yerine geçen, onu serbest bıraktı ve ona umumi katipliğini verdi. Fakat bu da uzun sürmedi ve kabilelerin isyanı üzerine emir, iktidarı kaybetti. Memleketin siyasal hayatından rahatsız olan İbn Haldun Endülüs'e gitmek için izin aldı. O zaman onu Gırnata emiri Abdullah b. Ahmer'in sarayında görüyoruz (1364). Gırnata, İspanya'da İslam devletinin son sığınağıydı. Tarihçi İbn al-Hatib orada vezirdi. İbn Haldun, orada tarihi çalışmaları için en elverişli ortamı buldu. Abdulah onu Kastil kralına elçi olarak gönderdi. İbn Haldun ile İbn Hatib arasında içten rekabet birinciyi Gırnata'dan ayrılmaya ve Becaye emiri Abu Abdullah'ın devletini kabule mecbur etti. Bu memlekette vezir oldu. Becaye ile Constantin arasındaki gerginliklerin halli ile uğraştı ve siyasi hayatın devamlı huzursuzluğu onu yeniden memleketi bırakmaya ve Telemsan'da bilimsel çalışmaları için yerleşmeye zorladı. Fakat siyasal hırsı ve yönetme yeteneğinden faydalanmak için çağıranların çokluğu onu tekrar faal hayata soktu. Telemsan sultanı Ebu Hamu onu sınırlarını koruyan kabilelerin başkanı tayin etti. O sırda İbn Haldun'un askerlik görevinde görüyoruz: Bu ona sahra halkını tanıma ve göçebeler hakkında derin tetkikler yapma imkanını verdi. Tarih felsefesinin önemli bir kısmını bu tecrübelerden çıkaracaktır.


    Tunus'ta Beni Hafs, Cezayir'de Beni Abd-el-Vaad, Fas'ta Beni Merini hanedanları vardı. Fakat gerçekte her şehirde ayrı bir hükümet olup sahra da hiçbir güce bağlı değildi. Hanedanlar arasında savaş, şehirlerin güvensizliği, kervanlar ve köylerin kabileler tarafından yağma edilmesi onları istikrarlı bir hayatta bırakmıyordu. İbn Haldun Kuzey Afrika'dan yeise düştü ve Endülüs'e dönmek istedi. Fakat Gırnata emirinin iyi karşılamasına rağmen onun hakkında Ebu Hamu'nun casusudur şeklinde yapılan dedikodular onu yeniden Ebu Hamu'yu aramaya mecbur etti. 47 yaşındaydı. Devamlı okumaları ve siyasi tecrübeleri ile büyük bir bilgi biriktirmişti. Bundan sonra siyasi hayatı bırakmaya ve kendi deyimiyle "yeni bir bilim"i yazmaya karar verdi. Bu suretle Umumi Tarihi'nin başı olan Mukaddime'yi (Prolegomenes) yazdı ve onu kütüphanesinde tamamlamak için Tunus'a yerleşti. Tunus sultanı bu önemli eseri yazılmasıyla çok ilgilendi. Eserini sultana ithaf etti ve yazma nüshayı kütüphaneye verdi. Ve İbn Haldun hacca gitti. Dönüşünde hayranlıkla karşılandığı Mısır'a yerleşti. El-Ezher'de ders verdi ve Kadi-ül-Kudat (kadıların kadısı) tayin edildi. Bazı hoşnutsuzluklara rağmen hukuki reformlar yaptı ve küçük bir aralıktan sonra yeniden aynı işe tayin edilerek ölümüne kadar kaldı. Timurlenk Bayezit'i yendikten sonra Mısır'ı zapta kalkmıştı. Melik Nasır tehlikeyi atlatmak için İbn Haldun'u Şam'a elçi olarak gönderdi. Gerçekten bu görev Mısır'ı istiladan kurtardı.


    İbn Haldun büyük Arap tarihçilerinden. En önemli eseri de Mukaddime'dir. Orada onu modern tarih filozoflarına ve sosyologlara yaklaştıran bir tarih kuramı yaptı. Mukaddime önce Paris'te Quatremere tarafından, Kahire'de (Bulak) Mustafa Fethi tarafından bastırıldı. İlk çeviriler, Türkiye'de Pirizade, Cevdet Paşa tarafından yapıldı. 18. yüzyıla kadar Batı, bu filozofu tanımıyordu. 19. yüzyıl başında Sylvestre de Sacy onun önemini gördü. Garcin de Tassy İbn Haldun'un eserinden birkaç bölümü çevirdi. Quatremere eseri Prolegomenes adıyla yayınlamıştı. Özet halinde Fransızca'ya çevirdi. Fakat bitiremedi. İlk defa tam çevirisini Baron de Slane yaptı (1862-1886). O zamandan beri batı memleketlerinde İbn Haldun'dan çok bahsedilmektedir.




  • Ferdinand Porsche

    Alman otomobil tasarımcısı sonraları "böcek" adı altında dünya çapında satış rekorları kıran KdF- Wagen'i (otomobil) 1935'ten itibaren üretmeye başladı. Porsche, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ilk spor otomobili geliştirdi.

    Porsche, Maffersdorf/Bohemia'da musluk tamircisi bir babanın oğlu olarak dünyaya geldi. Boş zamanlarında teknik ve elektrikle uğraştı. Liseyi bitirdikten sonra Viyana'ya giderek Teknik Üniversiteye dinleyici öğrenci olarak yazıldı. İlk işini elektrik motorları üreten bir işletmede buldu.

    Otomobil tutkusunun farkına burada vardı. Lohner-Porsche Porsche 1900'daki Paris Fuarı'nda, kendi buluşu olan ve dingillerindeki elektrik motorlarıyla çalışan otomobili sergiledi.

    Taşıt aracını Viyana saray arabaları yapımcısı Lohner şirketinin elemanı olarak yaptığı için, bu yeni otomobil Lohner-Porsche olarak tanındı. Bunun hemen ardından düşüncesini daha da geliştirerek elektrik motorlarını bir benzin motoru aracılığıyla besledi. Bu yeni tahrik biçimiyle şanzıman dişlisine gerek kalmıyordu.

    Porsche teknik müdür olarak Viyana Neustadt'taki Austro-Daimler şirketine geçti. Burada tanınmış bir uzun mesafe yarışı olan Prinz-Heinrich-Fahrt için yaptığı otomobille yarışı bizzat kazandı.

    Porsche ayrıca uçak motorları ve Birinci Dünya Savaşı'nda topları taşıyan çekici araç tasarımcısı olarak kendisine bir isim yaptıktan sonra, savaşın ardından tasarladığı iki binek otomobiliyle Austro-Daimler'deki son başarılarına imza attı. 1923'te firmanın Stuttgart'taki merkezine teknik müdür ve tasarımcı olarak geçti. Avusturya'daki Steyr şirketinde kısa bir süre (1928-30) çalıştıktan sonra, 55 yaşında bağımsızlığı seçti.

    Kendi Şirketi Uluslararası bir şöhrete sahip olan Porsche, yorulmak bilmeksizin daha başka teknik yenilikler de geliştirdi ve çeşitli firmalar için komple yeni otomobiller tasarladı.

    Esnekliği dolayısıyla yüklenme halinde dönebilen bir amortisör elemanı olan döner çubuk yaylanıcısını (süspansiyonunu) buldu. Sıkışık parasal durumunu, ardından gelen yıllarda Nasyonal Sosyalist rejimin önemli bir taşıt aracı danışmanı olarak düzeltti. İyi kişisel ilişkilerinin ve ortak çıkarlarının bulunduğu Hitler'in buyruğuyla Porsche, geniş halk kitlelerinin satın alabilecekleri sağlam bir otomobil tasarımına başladı.

    Hitler'in diğer koşulları şunlardı: Saatte 100 kilometrelik hız, 4-5 kişilik yer,100 kilometrede en fazla 8 litrelik benzin tüketimi, 1.000 RM'nin (Reichsmark) altında satış fiyatı. 1936'da 4 silindirli Boxer motorlu, 22 beygir güçlü ve 984 cc hacimli ilk 3 test otomobili hazırdı.

    Sonradan "Volkswagen" (böcek) olarak adlandırılan hava soğutmalı otomobil, önce Alman İşçi Birliği çerçevesindeki Nasyonal Sosyalist Yardım Kuruluşu "Kraft durch Freude"den (Neşeden güç doğar) esinlenerek "KdF-Wagen" olarak piyasaya çıktı. Porsche genelde bu otomobilin mucidi olarak kabul edildiği halde asıl konstrüksiyon planları, tasarımını 1925'ten itibaren geliştiren ve Porsche'ye 1932'de bunları boş yere öneren Çekoslavakya'lı Bela Barenyi'ye aitti.

    Savaş İçin Tasarımlar 1937'de NSDAP'ye (Alman Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi) giren Porsche bir yıl sonra SS'e de katıldı. Buna karşın, yalnız işini düşünen ve politikayla ilgisi olmayan bir insan olarak tanındı. Basit bir tasarımcıyken Wolfsburg'daki Volkswagen AG'nin kurucusu ve yöneticisi oldu. Porsche burada "böcek"in seri üretimine başladı.

    Yeni teknik gelişmelere tutkun olan Porsche, İkinci Dünya Savaşı'nda askeri araç üretimine ağırlık verdi. Alman Devleti'nin en büyük ulusal onur madalyasını aldıktan sonra "profesör" ünvanını kullanabilen zırhlı araç tasarımcısı olarak ön plana geçti. Ayrıca Volkswagen'i askeri amaçla cip ve yüzer araç haline getirdi. Porsche'nin işletmesi savaşın bitmesine bir yıl kala Gmünd/ Karnten'e nakledildi.


    Almanya'nın teslim oluşundan sonra tutuklanan Porsche bir Fransız cezaevinde kaldı. 1947'de kefaletle serbest bırakıldı. Bundan böyle, oğlu Ferry'nin yönetimi altında onarım işleri ve yedek parça üretimiyle ayakta kalmaya çalışan Karnten'deki fabrikasına kendini adadı.

    1948'de kendi adı altında tanınan, 40 beygir gücündeki bir VW motoruyla donatılmış olan ilk spor arabasını piyasaya çıkarttı. İşletmesi 1950'de tekrar Stuttgart'a nakledildi ve Porsche burada 75 yaşında öldü.




  • Bilim adamı değil ama çok sevdiğim bir besteci.

    John Williams

     Tarihe Geçmiş İnsanlar


    8 Şubat 1932’de New York’da doğdu. Küçük yaşlarda başlayan müzik aşkını, "Babam ve onun arkadaşları müzisyendi. Bir çocuk olarak müziği yetişkinlerden gördüm. Büyük bir ihtimalle sözcükler okumadan önce notaları okuyabiliyordum." sözleri ile anlatmaktadır.

    On dokuz yaşına geldiğinde ilk piyano sonatlarını besteleyen Williams, müzik eğitimine yedi yaşında piyano çalmayı öğrenerek başlamış, ardından trompet, trombon gibi nefesli çalgılarla devam etmiştir.

    Bir caz davulcusu olan babası, New York CBS orkestrası ile çalışırken daha sözcükleri okumadan notaları okumaya başlayan John, orkestranın piyanisti çalamadığı zamanlarda onlara eşlik ederek, babasının bağlantıları sayesinde müzik işine girmiş oldu.

    John Williams, ailesiyle birlikte 1948 yılında Los Angeles’a taşınarak, burada UCLA’ya kayıt olmuş ve özellikle ünlü bir İtalyan besteci olan Mario Castelnuovo-Tedesco kompozisyonları üzerinde eğitim görmüştür.

    Babası, otuzlu yaşlarının sonlarında 20th Century Fox stüdyolarında iş aldığında, Williams da onun peşine takılarak film müziği için orkestra çalışmalarını izlemeye başlamıştır.

    Bu durumun kendisini film müziği bestelemek anlamında nasıl eğittiğini, “Piyanoda oturup ekrana bakar ve aksiyonun orkestranın müziğiyle nasıl uyum sağladığını gözlerdim, nasıl yönetildiğini. Bu harika bir okuldu benim için, aslında bilinçli olarak istemedim ama bu orkestranın çaldığı okulda bulundum ve kendimi öğrenir halde buldum.” diyerek açıklayan Williams, böylece önüne çıkan her türlü fırsatı en iyi şekilde nasıl değerlendirmeyi bildiğini de bizlere göstermiş oluyor.

    Hava Kuvvetlerindeki hizmetinden sonra, 20’li yaşlarının başında New York’a geri dönerek, Madame Rosina Lhevinne’den piyano dersleri aldığı prestijli bir okul olan Juilliard School’a kaydolmuştur.

    Bir yandan okuluna devam ederken diğer yandan da hem klüplerde hem de kayıtlarda caz piyanisti olarak çalıştıktan sonra, sinema dünyasına girerek film müziği kariyerine başladığı Los Angeles’a dönmüştür. Dönüşünün ardından, 1960’larda Irvin Allen’ın “Lost of space”, “Time Tunnel” ve “Lord of the Giants” gibi televizyon programları için müzikler bestelemeye başlaması ile Hollywood ile ilk teması gerçekleşmiştir.

    Los Angeles’e dönüşü sonrası şansı, Columbia Pictures’ın orkestrasında 1950’lerde piyanist olarak çalışan misafir orkestra şefi Dimitri Tiomkin ve Bernard Herrmann’ın Williams’ın yeteneğini keşfetmesi ile dönmüştür.

    Hollywood sinemasının altın çağında, Alfred Newman, Franz Waxman, Bernard Hermann ve sonra Henry Mancini için piyanist ve müzik direktörü olarak çalıştığı bu dönemde, televizyon için yapmaya başladığı müzikler nedeniyle 1962 ile 2002 yılları arasında beş kez Emmy Ödülüne aday gösterilmiş, 1968 yılında Heidi ve 1971 yılında Jane Eyre ile iki kez Emmy Ödülünün sahibi olmuştur.

    Alfred Newman’ın dikkatli yönlendirmesi ve sektörü keşfetmesi ile Williams film müziklerine geçiş yapmıştır. Allen, “The Poseidon Adventure” ve “The Towering Inferno’ yu” da içeren felaket konulu popüler film serilerini yapmaya geldiği zaman film müzikleri alanındaki ilk adımlarında kendini yeniden Allen için çalışırken bulmuştur.

    Williams’ın film müziği alanında ilk özel ve önemli başarısı Jerry Bock adaptasyonu olan “Damdaki Kemancı” ile 1971 yılında ilk Oscar’ını almasıdır.

    Müziğin dahi çocuğu Williams, Don Siegel’in “The Killers” filmine, Siegel'in caz hayranlığı ve filmin havası nedeniyle hazırladığı, zaten aşinası olduğu caz müzikleri ile adından iyice söz ettirmeyi başarmıştır.

    Dönemimizin ünlü yönetmeni Steven Spielberg 1970’lerde sinema dünyasına adım atıp film işine ilk başladığında, bir stüdyo sahibi tarafından John Williams ile tanıştırıldı. Film müzikleri dünyasının dahi çocuğu Williams ile genç bir yönetmen olan Spielberg 1974’de “Sugarland Express” adlı filmde ilk kez bir araya gelip ortak bir çalışma yapmışlardır.

    Birlikte ilk çalışmaya başladıkları andan itibaren çok iyi bir ikili ve arkadaş olan Spielberg ve Williams, Jaws filminin projesinde yine birlikte çalıştılar. Bu muhteşem filmdeki gerilim anlarının vazgeçilmez müziği olarak klasikler arasındaki yerini alan çalışması ile Williams ikinci Oscarına 1975 yılında uzanmıştır.

    Spielberg, onu üçüncü Oscarına götürecek olan, sinema tarihine damgasını vuran ve tüm dünyada bu güne kadar benzeri görülmemiş bir hayran kitlesi edinen Star Wars destanının yaratıcısı George Lucas ile tanıştırmıştır. John Williams, Spielberg ve Lucas’ın filmlerini tamamlayan onlara benzersiz bir hava katan müziklerin değişmez bestecisi olarak halen bu iki yönetmen ve yapımcı ile birlikte çalışmaktadır.

    Spielberg ile yakın ilişkisi ve yönetmenin sinema dünyasındaki çok özel kariyeri Williams’ı dönemin Superman, Starwars, E.T., Indiana Jones gibi pek çok önemli ve unutulmaz filminin bestecisi yapmıştır.

    1982 yılında Spielberg’in uzaylılara, sevgiye ve dostluğa ilişkin sinema tarihine damgasını vuran E.T. filminin müzikleri ile 4. Oscarını kazanmıştır.

    Spielberg ve Lucas gibi sinema dünyasının usta yönetmen ve yapımcıları ile çalışması, peş peşe aldığı oscar adaylıkları ve ödülleri Williams’ı hızla zamanın başta gelen film müzisyenleri arasına yerleştirmiştir. Hatta dönemin en iyi ve en başarılı tek film müziği bestecisi ve direktörü olduğu kabul edilmeye başlanmıştır.

    Williams yine bir Spielberg filmi olan Schindler’in Listesi için yaptığı müzikler ile 1993 yılında 5. Oscarını da kazanmayı başarmıştır.

    Çoğunlukla film müzikleri ve senfonik eserleri ile tanınan John Williams, sinemadan başka alanlarda da müzik çalışmaları olan, birçok konçerto ve senfoni de dahil olmak üzere pek çok konser çalışmasının yaratıcısı ve ünlü bir orkestra şefidir. Ayrıca 1984, 1988 ve 1996 yılı Olimpiyat oyunlarının müziğini bestelemiştir.

    Ocak 1980’de Boston Senfoni Orkestrasının kurulduğu 1885’den bu yana on dokuzuncu Yönetici Şefi seçilerek, emekli olduğu 1993 yılına kadar Cleveland, Chicago, Dallas, Los Angeles ve Londra senfoni orkestralarında misafir şef olarak orkestra yönetmiştir.

    Bu çalışmaları ile Ulusal Tiyatrocular Birliği tarafından yılın Orkestra Şefi unvanına layık görülen John Williams 2000 yılında ShoWest’in Maestro Ödülünü almıştır.

    Söz konusu ödül, Las Vegas’ta gerçekleştirilen NATO’nun yıllık toplantısında George Lucas tarafından John Williams’a verilmiştir. Lucas pek çok filmine beste yapmış ve aynı zamanda yakın arkadaşı olan John Williams’a ödülünü verirken “ShoWest Ödülünü bugün John Williams’a takdim edebilmem benim için çok büyük bir onur” sözleri ile bunun kendisi için ne kadar gurur ve mutluluk verici bir olay olduğunu belirtmiştir.

    Williams’a, Boston Berklee Müzik Okulu, Boston College, Northeastern Üniversitesi, Tufts Üniversitesi, Boston Üniversitesi, New England Müzik Konservatuarı ve Boston’daki Massachusetts Üniversitesi de dahil olmak üzere 14 Amerikan üniversitesi tarafından fahri doktora unvanı verilmiştir.

    Sayısız adaylıkları ile 5 Akademi, 18 Grammy, 3 Altın Küre ve 2 Emmy ödülü sahibi olan Williams 43. kez Akademi Ödülüne aday gösterilmeyi başararak, yaşayan ve en çok akademi ödüllerine aday gösterilen kişi unvanına sahiptir.

    Film müzisyeni olarak sinema dünyasına yaptığı ve yapmaya devam ettiği katkılardan dolayı 23 Haziran 2000’de Hollywood Şöhretler Bulvarı’nda ilk yıldızına sahip olmuştur.




  • Arnaldus de Villa Nova (1235 - 1313)

     Tarihe Geçmiş İnsanlar


    Katalonyalı bir aileden geldiği düşünülen simyacı, gök bilimci ve fizikçidir. Bu bilim dallarının yanında kimya, tıp ve Arap felsefesi de okumuştur.


    Bir süre Aragon'da yaşadıktan sonra Paris'e gitti ve orada yaşamaya başladı. Savunduğu tezler nedeniyle kilisenin şiddetli baskısına maruz kaldı ve bulunduğu yerden kaçmak zorunda kaldı, Sicilya'ya sığındı.


    1313 yılında Papa V. Clement'in durumunu duyması üzerine, Papa tarafından Avignon'a davet edildi. Ancak gidiş yolunda hastalanarak yaşamını yitirdi.
    Thesaurus Thesaurorum ya da Rosarius Philosophorum, Novum Lumen ve Flos Florum gibi simya ile ilgili kitapların onun yazdığı düşünülmektedir.


    Ancak bu konuda kesin bir kanıt yoktur. Bilim dünyasına en bilinen katkısı ise korbonmonoksit ve saf alkolü bulmasıdır.


    Şarap üretimi, korunması ve bozulmaya başlayan şarapları kurtarmaya yönelik yardımcı bilgiler verdiği kitabı üzerine Liber de Vinis o dönemde büyük ilgi görmüştür.




  • Mirim Çelebi ( .... - 1525)

    Asıl adı Mahmut olup, 16. Yüzyılda yaşamış, tanınmış Osmanlı matematik ve astronomi alimlerindendir. Dedesi ünlü Ali Kuşçu'dur. İstanbul'da doğdu. Medreselerde okudu ve Şehzade Bayezid'in şehzadeliği zamanında hocalık etti ve onun zamanında önemli makamlarda görev aldı.


    Daha sonraları I. Selim tarafından Anadolu Kazaskerliği'ne atandı. Uluğbey'in ünlü "Zeyç" ini farsça şerhetmiştir. Aynı zamanda büyükbabası Ali Kuşçu'nun astronomi ile ilgili "Fethiye" adlı risalesini şerhetmiştir. Matematik ve astronomi ile ilgili yedi sekiz risalesi daha vardır.
  • Ahmed ibn el-Mecdî (1358 - 1447)

    Muhtemelen Kâhire'de yaşayan ve İbnü'l-Mecdî adıyla meşhur olan bu bilginin tam adı, Şihâbüddin Ebû'l-Abbâs Ahmed ibn Receb ibn Tanboğa el-Atabeğî (1358-1447) idi. Özellikle mîkât ile ferâiz alanlarında eserler vermiş ve astronomların kullandıkları altmışlık hesaplama yöntemini tanıtan Keşfü'l-Hakâ'ik fî Hisâbi'd-Derec ve'd-Dakâ'ik (Derecelerin ve Dakikaların Hesaplanmasında Gerçeklerin Keşfi) adlı kitabı sonradan öğrencisi Bedreddin Sıbt el-Mârdînî tarafından şerh edilmiştir.
  • Evliya Çelebi

    Evliya Çelebi (1611, İstanbul - 1683´ten sonra, Mısır(?)), Türk gezgin ve yazar. Asıl adı Mehmet'tir.

    Evliya Çelebi, 25 Mart 1611'de İstanbul'un Unkapanı semtinde doğdu. Babası, saray kuyumcubaşısı olan Mehmet Zılli Efendi'dir. Çelebi ailesi aslen Kütahyalı olup, fetihten sonra İstanbul'a yerleşmiştir.

    Evliya Çelebi, çok iyi bir öğrenim gördü. Önce mahalle mektebine gitti. Daha sonra Şeyhülislam Hamit Efendi Medresesi'ne girdi. Burada yedi yıl okuduktan sonra saraya özgü bir okul olan Enderun'a devam etti.

    Okul öğreniminin dışında özel hocalardan Kur'an-ı Kerim, Arapça, güzel yazı, musiki, beden eğitimi ve yabancı dil dersleri aldı. Kur'an-ı Kerim'i ezberleyerek hafız oldu.

    Evliya Çelebi, öğrenimini bitirdikten sonra sarayda görev aldı. Yaptığı işlerle padişah ve devlet ileri gelenlerinin beğenisini kazandı. Bu yüzden çok yüksek görevlere getirilmesi düşünülüyordu.

    Evliya Çelebi'nin düşünceleri ise çok farklıydı. Daha küçük yaşlarından itibaren içinde müthiş gezi arzusu vardı. Yeni yerler görmek, yeni insanlar tanımak istiyordu. Bu yüzden sarayda fazla kalamadı. Kendisinin anlattığına göre bir rüya üzerine meşhur gezilerine başladı.

    İlk gezisini, İstanbul ve çevresine yaptı. Daha sonra İstanbul dışına çıktı. Artık, gezileri birbirini izliyordu. Tam elli yıl boyunca durmadan gezdi. Gezdiği yerler arasında o zamanki Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde yer alan hemen hemen bütün yerler vardı.

    Evliya Çelebi, bu gezileri sırasında çok ilginç yerler gördü. Yeni insanlarla tanıştı. Birçok olayla karşılaştı. Savaşlara katıldı.

    Gezmek için gittiği son yer Mısır oldu. 1683 yılından sonra vefat etti.

    Evliya Çelebi'nin bugün bile önemini taşıyan Seyahatnamesi işte bu gezilerin ürünüdür.




  • Abderalı Demokritos ( .... - .... )


     Tarihe Geçmiş İnsanlar


    Doğum ve ölüm tarihleri belli olmamakla birlikte, Zenon'dan 30 yıl sonra doğduğu sanılmaktadır. Çok gezmiş, Babil'e ve matematik öğrenmek üzere Mısır'a gitmiş ve orada beş yıl kalmıştır. Hatta bu seyahatları sırasında Hindistan'a kadar uzanmış olduğu sanılmaktadır. Ancak Demokritos bir gezgin değil, bir bilgi arayıcısıdır.


    Demokritos'a göre, evren doluluk ve boşluktan oluşmuştur. Dolu kısım, bölünemez küçük parçacıklar, yani atomlar tarafından doldurulmuştur; bunlar ölümsüz ve yalındırlar. Nitelikleri aynı ama biçimleri ayrıdır. Varlıklar bu atomların bir araya gelmelerinden oluşmuşlardır ve bir arada bulundukları sürece vardırlar; şayet bunları oluşturan atomlar bir nedenle dağılırsa yok olur giderler. Evrende gözlemlenen değişim, atomların birleşmesi ve dağılmasından ibarettir. Atomcu kuram, özünde mekanist ve deterministtir, ama bu dönemde atomların nasıl hareket ettiklerine ilişkin güçlü bir yaklaşımın eksikliği duyulmaktadır.


    Demokritos, ruhu maddeden ayırmaz; ruhu oluşturan atomlar daha ince, daha hafif ve daha hareketlidir; hepsi o kadar. Bu tür ince atomların birleşimine ruh dediği gibi akıl da der. Bunlar, evrenin her yerine dağılmıştır; öyleyse evren canlı ve akıllıdır. Ancak Tanrı yoktur; Anaksagoras'ın belirttiği anlamda bir nous da bulunmaz.


    Hindistan'da da atomcu görüşlerle karşılaşılmaktadır; ancak tarihini saptamak olanaksızdır. Eğer daha önce ise, Yunanlıların bundan haberdar olup olmadıkları düşünülebilir. Haberdar olmaları olanaksız değildir; çünkü Demokritos İran'da bulunduğu sıralarda doğrudan veya dolaylı olarak bu görüşleri öğrenmiş olabilir. Gerek Yunan'da ve gerekse Hint'te birbirlerinden bağımsız olarak düşünülmüş olması da mümkündür; ancak atomcu görüşün Doğu kökenli olduğuna ilişkin başka bulgular da vardır. Mesela Poseidonius (M.Ö. 1. yüzyıl) bu kuramı, bir Fenikeli olan Sidonlu Mochos'a, yine Byblioslu Filon ise Beyrutlu Sanchuniaton'a atfetmektedir. Filon, bu adamın kitaplarını Yunanca'ya çevirmiştir.


    Demokritos matematikle de ilgilenmiş ve Bir Daire veya Bir Küreye Çizilen Teğet, Geometri Üzerine, Sayılar Üzerine (aynı adı taşıyan bir yapıtı daha vardır) ve İrrasyoneller Üzerine adını taşıyan yapıtlar vermiştir.


    Bir Daire veya Bir Küreye Çizilen Teğet'te, kürenin veya dairenin teğetle ortak olan bir tek noktası bulunduğunu ve teğet biraz oynatılacak olursa, bu defa daireyi ve küreyi iki noktada keseceğini ve teğet olma özelliğini kaybedeceğini söyler.


    Geometri Üzerine adlı yapıtın içeriğine ilişkin fazla bir bilgiye sahip değiliz. Ancak Chrysippus'a dayanarak Plutarkos'un yapmış olduğu şu aktarma gerçekten çok ilginçtir :


    "Demokritos, bir koninin, tabanına paralel olan dairelerle kesilecek olursa, kesitlerin yüzeyine ilişkin neler söylenebileceğini sormuştur. Bunlar eşit midir? Yoksa değil midir? Eğer eşit değillerse, o zaman koninin yüzeyi merdivene benzeyecek, yani düzgün olmayacaktır. Eğer eşitlerse, o zaman da koni bir silindir özelliğine sahip olacaktır. Bu son derece gariptir."


    Bu yorum son derece ilginçtir; çünkü Demokritos, bu yorumunda, bir cismin sonsuz sayıda kesitten oluştuğunu göstererek Archimedes'e yaklaşmıştır. Demokritos şunu sezmiştir : Eğer iki piramit, eşit tabana ve eşit yüksekliğe sahipseler, tabana paralel olan düzlemler tarafından eşit yüksekliklerden kesildiklerinde oluşan piramit kesitleri birbirlerine eşit olacaktır. Sonsuz sayıdaki kesitleri eşit olduğu için, iki piramidin hacimleri de eşittir. Bu bir bakıma, Cavalier'in ortaya koyduğu, "İki hacimin, aynı yükseklikten alınan kesitleri, her konumda eşit iseler, bu iki hacim eşittir." ilkesine benzemektedir.


    Demokritos'un incelemiş olduğu konular, Eukleides'in Elementler'de incelemiş olduğu bazı konularla paralellik göstermektedir.


    İrrasyonel Doğrular ve Hacimler adlı yapıtı, konilere ilişkin yapmış olduğu çalışmaların sonucunda yazılmıştır. Burada irrasyonelleri incelemiş olması çok doğaldır. İçeriğinin ne olduğu bilinmese de, irrasyonel doğruların bölünemez olduğunu düşünmüş olabilir. Konilerde karşılaşmış olduğu sürpriz karşısında, nasıl bir tavır takınmış olduğu bilinmiyor. Acaba benimsemiş olduğu atom kuramıyla, bu sonucu nasıl uzlaştırmıştır? Çünkü atomun parçalanamaz olduğunu kabul ederse, koni kesitlerinin merdiven biçiminde olduğunu da kabul etmek zorunda kalacağı açıktır.


    Platon, Demokritos'tan hiç söz etmez, ama Aristoteles övgüler düzer. Archimedes ise, aynı taban ve aynı yüksekliğe sahip bir koni ile bir silindirin hacimleri arasında 1/3 oranının bulunduğunu keşfetmiş olmasına büyük bir değer verir; ancak bunun kanıtını vermemiş olduğunu da ekler.


    Demokritos'un Gezegenler Üzerine ve Büyük Yıl veya Astronomi adlı yapıtları ise astronomiyle ilgilidir. Yer'in, ortası delik, düz bir disk biçiminde olduğuna inanır. Gök küresini, kuzey ve güney gökküreleri olmak üzere iki yarım küreye böler ve güneydeki yıldız kümelerinin kuzeydekilerden farklı olduklarını söyler. Bu görüşleri, Yer'in düz olmasıyla nasıl uzlaştırabilmiştir? Bunu açıklamak güçtür; ancak bu yaklaşımı, kendisinin büyük ölçüde Babillilerin etkisi altında kaldığını göstermektedir.


    Aynı zamanda iyi bir kozmologdur (yani evrenbilimcidir). Ona göre, evrende çok sayıda ve çeşitli büyüklüklerde dünyalar vardır. Bunlar birbirlerinden farklı uzaklıklarda bulunurlar. Bazıları oluşmaktadır; bazıları oluşmuştur ve bazıları ise çökmektedir. Bunlardan bazıları çarpışarak yok olurlar. Bazılarında su, bitki ve hayvan yoktur. Bizim bölgemizde ilk önce Yer oluşmuştur. Ay, yıldızların en altında bulunur; onu Güneş ve gözle görülebilen beş gezegen izler.




  • Biruni


    4 Eylül 973'te Harezm'de doğdu. Birûnî, Harezm sarayında astronomi ve matematik öğrendi. Harezm’deki kargaşalıklar yüzünden bir süre İran'da kaldı. Ardından Ziyariler hükümdarı Kabus bin Vaşmgir’in sarayına girdi. Bir tür tarih yapıtı olan el-Âsârü'l-Bâkiye'yi (Geride Kalan Yüzyıllar) orada yazarak sultana sundu. Harezm'e döndükten sonra, Sultan Memun bin el-Memun'un sarayında İbni Sina, İbn Miskeveyh, Ebu Nasr gibi bilginlerle birlikte çalıştı. Gazneli Mahmud'un Harezm ülkesini fethetmesinden sonra Gazne kentine yerleşti. Gazneli sarayında büyük saygı gördü. Son yıllarını Gazne’de geçirdi ve burada öldü.

    Orta Asya'lı büyük bilgin El Biruni, 4 Eylül 973 yılında Harezm'in başkenti Kath yakınlarında doğdu. İlk öğrenimini Yunan'lı bir bilginden aldı. Tanınmış ve seçkin bir aileden gelen Harezm'li matematikçi ve gökbilimci birisi tarafından evlat edinen El Biruni, ilk çalışmalarını bu alimin yanında yaptı. İlk eseri, Asar-ül-Bakiye' dir.

    El Biruni, o zamanın bilginleriyle Buhara'da tanışmış, evrenin yapısı, serbest düşme ve diğer fizik yasalarını ve bölünmez parçacıklar üzerinde mektupla yaptığı bazı tartışmalar vardır. 1010 yılında El-Memun Akademisi'ne kabul edildi. Gazneli Mahmut Harezm'i işgal edince, El Biruni ile birlikte binlerce kişiyi tutsak aldı. Bunu izleyen on yıl içinde astronomi ve matematik çalışmalarının doruğuna erişti. Bu tutsaklığı sırasında, anayurtlarından sürülmüş ve tutsak olan Hint'li bilginlerle tanıştı. Birçok dilde ilmi çeviriler yaptı.

    Astronomi üzerine yaptığı en iyi çalışmayı Gazneli Mahmut'un oğlu Mesut'a sundu. Sultan Mesut kendisine bir fil yükü gümüşü hediye edince, "Bu armağan beni baştan çıkarır, bilimden uzaklaştırır" diyerek bu hediyeyi geri çevirdi.Bu sırada kardeşi Gülce,Tan adında biriyle evlendi...Ve bir süre sonra 5 çocuğu oldu.

    Eserlerinin sayısı yüz elliden fazladır. Yetmiş tane astronomi ve yirmi tane de matematik kitabı vardır. Tıp, biyoloji, bitkiler, madenler, hayvanlar ve yararlı otlar üzerinde bir dizin oluşturmuştur. 1048 yılında 75 yaşındayken ölmüştür.

    Mektuplarından, Aristoteles'i bildiği anlaşılır. İbni Sina gibi önemli bilginlerle beraber çalışmıştır. Hindistan'a birçok kez gitti. Bu nedenle Hindistan'ı konu alan bir kitap yazdı. Onun bu kitabı birkaç dile çevrildi. Gerçek bir bilim anlayışına sahipti. Irk kavramına önem vermezdi. Başka bir halkın ileri kültüründen derin bir saygıyla söz ederdi. Bir tane de romanı vardır. Elimizdeki eserlerinin sayısı yirmi üç kadardır.




  • Akşemsettin


    Akşemsettin, (1389/1390 İskilip - 1459 Göynük) asıl adı ile Şeyh Mehmet Şemsettin Bin Hamza, 15. yüzyılın en büyük sufilerinden biri ve çok yönlü Türk Bilim adamıdır.

    1389 yılında çağımızda İskilip'e bağlı olan Evlik köyünde doğmuştur. Daha sonra babası ile Şam’a gitmiş ve oradan 7 yaşında dönmüşlerdir. Haci Bayram Veli’nin müridi ve Fatih Sultan Mehmet’in hocalarındandır. İstanbul'un manevi fatihi olarak da anılır. Saçının ve sakalının ak olması ve beyaz elbiseler giymesinden dolayı 'Akşeyh' veya 'Akşemseddin' adlarıyla meşhur olmuştur. Bazı el yazmalarında soyu, Hazret-i Ebu Bekir'e kadar ulaşır. İskilip'te çocuklarından Nurulhuda'nın türbesi ile diğer yakınlarının mezarları vardır. Evlik köyünde yer alan tek bir çivi çakılmadan yapılan camiiyi onun yaptırdığı yazılıdır.

    Ünlü İslam büyüğü Akşemsettin, küçük yaşlardan itibaren bilime ve sanata karşı ilgi duydu. Medrese öğrenimini zamanın büyük velisi Hacı Bayram-ı Veli hazretlerinin yanında tamamladıktan sonra seçkin bilginler arasında yerini aldı. Üstün zekası ve anlayışı, yılmak bilmeyen çalışma gücüyle kendini kitaplara adadı. Başta İslami bilimler olmak üzere tıp, astronomi, biyoloji ve matematikte zamanın ünlülerinden oldu. Uzun yıllar Osmanlı medreselerinde çalışarak yüzlerce öğrenci yetiştirdi. Tıp alanında bulaşıcı hastalıklar üzerinde de önemli çalışmalar yaptı. Araştırmaları sonunda tıp ile ilgili Türkçe yazdığı Maddet-ül Hayat ve Arapça yazdığı Hall-i Müşkilât ve Risalet-ün Nuriye adlı Tasavvuf kitapları, bilinen ünlü eserleridir.Tıp ile ilgili Türkçe yazdığı Maddet-ül Hayat'ta geçen Hastalıkların insanlarda teker teker peyda olduğunu zann etmek yanlıştır.Hastalıklar insandan insana gözle görülmeyecek kadar küçük tohumlar vasıtasıyla geçer cümle ile ilk mikrop teorilerinden birini ortaya atmıştır. Tarihte mikroorganizmalardan bahseden ilk kişidir.Ve Mikrobiyolojinin babası sayılmaktadır.


    Akşemsettin'in asıl ünü, büyük veli, Hacı Bayram Veli ile tanışmasından sonra başlamıştı. İlmi konulardaki önemli başarılardan sonra tasavvuf konusunda da ağırlığını göstermiş, daha sonra da II. Murat'ın emir ve isteğiyle Fatih Sultan Mehmet'in hocalığına tayin edilmişti. İstanbul'un fethi sırasında büyük yararlılıklar göstermiş, genç sultanı teşvik ederek zaferin kazanılmasında önemli katkılarda bulunmuştu. Fethin en önemli günlerinde Ebu Eyyub'el Ensari'nin kabrini bularak ordunun maneviyatını yükseltmişti. Dünya malına önem vermeyen Akşemsettin, Fatih Sultan Mehmet'in büyük saygı ve sevgisini kazanmıştı. Fatih Sultan Mehmet ile İstanbul'a girişleri daha sonra ünlü olacak bir hikayeye dönüştü.




  • Kadızade Rumi


    Asıl adı Selahaddin Musa olan, Bursalı Kadızade Rumi ortaçağın ünlü matematik ve astronomi bilginidir. Soyca ilim sahibi bir aileden geldiği ve çağının bilim otoritelerinden bursa kadısı Mehmet Çelebi’nin oğlu olduğu için, Bursa ve çevresinde daha çok “Kadızade” olarak tanındı. Her ne kadar bilim tarihi ile ilgili birçok kaynakta, doğumu 1337 tarihi olarak gösterilse de bu bir tahminden öteye gitmemektedir. Ölüm tarihinin ise 1436 yada 1437 olduğu sanılmaktadır.

    İlk öğrenimini Molla Fenari gibi değerli bilimadamlarının eğitim verdiği medresede tamamladı. Daha sonra matematik ve astronomi bilgilerine yenilerini katmak için, Horosan ve Maveraünnehir bölgelerine gitti. Burada uzun yıllar bölgenin ve çağının ünlü bilgini Seyyid Şerif Cucani’den felsefe derslerini aldı. Hocasının “Mevakif (duraklar)” adlı eserini inceleyip, eserde birtakım eksiklik ve yanlışlıklar tesbit etmesi üzerine hocası Seyyid Şerif Curcani ile arası açıldı. Bu sebeple Curcan’dan ayrılarak Bursa’da okuduğu yıllarda kendisinden ders aldığı hocası Molla Fenari’den şöhretini duyduğu Maveraünnehir Bölgesinin Semerkant Şehrine geldi ve Semerkant Rasathanesi olarak bilinen gözlemevinde çalışmaya başladı. Yine bu şehirde kesin bilemediğimiz bir tarihte evlenip, Şemseddin Mehmet Adında bir oğlu oldu.

    Adına “Anadolu” anlamında “Rûmi” sözcüğünün eklendiği Semerkant’ta, çağının ünlü astronomi ve matematik bilginleri ile temasa geçip, kendini tamamıyla bilimsel çalışma ve araştırmalara verdi. Kısa bir sürede çevresinde en çok sevilen ve sayılan bir bilgin olarak tanındı.

    Uluğ Bey tarafından önemli bir astronomi kitabı olan “Zic-i İlhani” de gerekli düzeltmeleri yapmakla görevlendirilen Kadızâde Rûmi, birlikte çalıştığı Gıyasüddin Cemşid’in ölümünde sonra Semerkant Rasathanesi ve Semerkant Medresesi (bugünkü anlamıyla üniversite) yöneticiliklerine getirildi ve ölümüne dek bu görevlerini sürdürdü.




  • İbn-i Cessar


    İnsanlığı bu büyük dertten kurtarmaya çalışan Müslüman doktor, Tunuslu İbni Cessardı. 10.yüzyılın sonlarında ap ayrı bir tedavi şekli uyguluyor, onları diğer hastalardan ayırıyor, özel hastanelerde tedavi ediyordu. Böylece hastalığın diğer insanlara bulaşmasını önlemiş oluyordu.

    Halbuki aynı yıllarda Avrupa'da cüzzamlılar ıssız adalarda ölüme terk edilirdi. Hastalıklarına çare aranmaz, hiç kimse onlarla ilgilenmezdi. Zavallılar çürüye çürüye, yahut çürümeden önce açlıktan ve susuzluktan ölürlerdi.

    O yılların Fransa'sında durum şuydu: Cüzzamlı kesinlikle kiliseye üye olamazdı. Önceden üye ise bu hastalığa yakalanınca üyeliği elinden alınırdı. Onlara göre Allah'ın lanetine uğrayan cüzzamlı bir an evvel saf dışı edilmeliydi. Papazlar, cüzzamlı hastaya son arzusunu sorarlar, hastayı cenaze alayıyla götürüp bir çukura koyarlardı. Papaz gelir, hastanın üzerine üç defa toprak atardı. Daha sonra da cüzzamlı alınıp insanlardan uzak, tenha bir yerdeki miskinhaneye atılır, yahut ıssız bir adada ölüme terk edilirdi.

    Avrupa'da hastanın insan sayılmadığı, tedavi etmek şöyle dursun, ölüme terk edildiği bir çağda, Müslümanların, hastanın üzerine titizlikle eğilmeleri; tehlikeli bir hastalıkta olsa, onu tedaviye çalışmaları, Müslüman doktorların buna öncülük etmeleri, herşeyden önce takdire şayan bir özellikti. Bu özelliği de, hiç şüphesiz Müslüman dinlerinden alıyorlardı. İbni Cessar gibi doktorlar, kendilerini düşünmeden hayatlarını bulaşıcı cüzzam hastalığının tedavisine adamış, bunu sevap kazanmanın bir yolu olarak görmüşlerdir.

    Seyahata meraklı olan İbni Cessar'ın dikkat çekici özelliklerinden birisi de, ceylan derilerine bizzat kendi eliyle yazdığı yazılardır. Bunların toplam ağırlığı 12,500 kiloyu bulmaktaydı. Kütüphanesindeki kitapların ağırlığı ise 10 ton kadardı. Buhara Sultanı kendisini sarayına davet ettiği zaman bunu reddetti. Çünkü parşömen tomarlarını, kütüphanesini ve diğer eşyalarını nakledebilmesi için 400 deveye ihtiyacı olacaktı. Bu davete red cevabı verdiği etrafa yayılınca kimse şaşırmamıştı. Çünkü genelde durum buydu. Ne var ki, İbni Cessar'ınki biraz fazlaydı. Toplam 600 sandığı bulunuyordu. Bu sandıklardan herbirini de ancak bir kaç adam taşıyabiliyordu. Kitaplar ise çeşitli ilimlere aitti. Bu aynı zamanda devrin ilim adamlarının okumaya, öğrenmeye ne kadar meraklı olduklarını gösteren bir örnektir. O devirde sadece ilim adamlarında değil, Müslüman halkta da ilme karşı büyük bir ilgi vardı. Kitap sevgisi ve okuma aşkı çok yaygındı.

    İbni Cessar tıpta bir çığır açan kitabını uzun tecrübe ve bu bilgi hazinelerine dayandırarak kaleme almıştır.




  • Bill Gates (1955 - .... )

     Tarihe Geçmiş İnsanlar


    Amerikalı girişimci Gates iki kişilik şirketini (Microsoft) başta gelen bir Bilgisayar Software (Yazılım) şirketine dönüştürdü. Gates 20. yüzyılın son döneminde en başarılı şirket patronlarından biri oldu. Seattle/Washington'da avukat bir babayla öğretmen bir annenin oğlu olarak dünyaya gelen Gates, henüz oniki yaşındayken özel bir okulda ilk informatik (bilişim) kurslarına gitti. Okul arkadaşı Paul Allen ile birlikte boş zamanlarını çoğunlukla bilgisayar programları üzerinde çalışarak geçiriyordu.

    Yakınlarındaki bir şirketin büyük bilgisayarını para ödemeden kullanabilmek için, iki arkadaş kullanıcılar için yazılım hatalarını arayıp buluyorlardı. Bu şekilde bilgisayar konusunda uzmanlaşan öğrenciler, 1972'de ilk şirketlerini (Traf-O-Data) kurdular. Bu şirket bir trafik sayım ve kontrol sistemi için programlar üreterek hemen 20.000 dolarlık satış yaptı. Gates bundan bir yıl sonra TRW adlı silah işletmesinde staj gördü, ardından da babasının önerisi üzerine Harvard Üniversitesi'nde hukuk eğitimi almaya başladı.

    Kişisel bilgisayarlar 70'li yılların ortasında henüz gelişimlerinin ilk aşamasında bulunuyorlardı. MITS şirketinin Altair adını verdikleri en önemli modeli henüz standart bir kullanma programına sahip olmayıp ancak tamamlanmamış bir işletme sistemine sahipti. Gates ve Allen'ın, Altair için 1964'te geliştirdikleri program dili BASIC sayesinde bilgisayar kullanıcıları aletlerini kendileri programlayabiliyorlardı. MITS firması genç araştırmacılardan pazarlama lisansını satın alarak kendilerine sistemi daha da geliştirmeleri için sipariş verdi. Gates bunun üzerine tahsilini bırakarak Allen ile birlikte Albuquerque/New Mexico'da Microsoft adlı şirketi kurdu.

    Microsoft, kendini sebatla mikro bilgisayarlar için yazılımı geliştirmeye adayan ilk işletmelerden biridir. Aradan kısa bir süre geçtikten sonra General Electric gibi şirketler, devamlı müşterileri arasında bulunmaktaydı. Gates 1977'de, aletlerini BASIC ile donatabilmek amacıyla, Apple, Tandy ve Commodore gibi PC (Personal Computer - Kişisel Bilgisayar) üreticileriyle lisans sözleşmeleri imzaladı. Ayrıca FORTRAN, COBOL ve Pascal gibi program dillerini geliştirmekle, Microsoft'a bir üstünlük ve uluslararası pazar yolunun kendilerine açılmasını (1978'den sonra ilkin Japonya olmak üzere) sağladı. Gates 1979'da yalnızca 13 çalışanıyla yaklaşık 3 milyon dolarlık bir satış gerçekleştirebildi.

    1980'den sonra PC pazarına girip Gates'i bir PC işletme sistemi geliştirmekle görevlendirince, hızlı yükselişleri sürüp gidegeldi. Microsoft'un kısa zamanda tasarladığı MS-DOS (Microsoft Disc Operating System - Diskli İşletme Sistemi) 80'li yıllarda dünya çapında satış rekorları kırdı (120 milyon nüsha). Gates akıllıca bir öngörüyle haklarını mahfuz tutarak diğer donanım üreticilerine de satış yapabildi. Bunu izleyen zamanda giderek daha çok firma IBM ile bağdaşan aygıtları piyasaya sürünce, geliştirdikleri işletme sistemi bütün bilgisayarlar için standart hale geldi. Bu arada 1.000 çalışanı olan şirket, 80'li yılların ortasından sonra Avrupa'da şubeler kurdu. Şirketin başkanlığını yürüten Gates, tutarlı ekip çalışmasına ve katı bir performans ilkesine önem veriyordu. Bütün çalışanların performansları altı ayda bir değerlendirilmekteydi.

    Gates işletme sistemine paralel olarak uygulama programları alanında da son derece başarılı çalışmalar ortaya koyuyordu. Multiplan Çizelge Hesap Programından (1982) sonra, 1983'te ilk kez fareyi (mouse) kullanan MS-WORD adlı metin işleme sistemini başlattı. Özellikle WORD Avrupa'da çok satılırken, ABD'de Lotus 1-2-3 ve WordPerfect adlı rakipleri karşısında, ancak yavaş yavaş başarıya ulaşabildi.

    Microsoft'un yazılım alanındaki kesin başarısı, Apple şirketinin kendilerine verdikleri siparişle gerçekleşti. Macintosh adını verdikleri örnek oluşturacak nitelikteki bilgisayar için çeşitli uygulama sistemleri (örneğin WORD ve Excel) geliştirildi. Gates şirketini 1986'da anonim şirkete çevirdi. Aradan çok geçmeden yalnız kendi payının (% 45) borsa değeri 1 milyar doların üzerindeydi.

    MS-DOS işletme sisteminin grafik bir iyileştirmesi olan WINDOWS'un geliştirilmesi çalışmalarına Gates 1985 yılında başlamıştı. WINDOWS'u piyasaya sürdükten (1987) üç yıl sonra bir pazarlama kampanyasıyla başarılı oldular. Microsoft bu sistemi sürekli olarak daha ileri program elemanlarıyla genişletiyordu. Gates özellikle WINDOWSu daha basit ve daha kullanışlı bir biçime sokmaya önem veriyordu. Microsoft 1993'te tartışmasız piyasanın lideriydi (yıllık ciro: 3.75 milyar dolar; borsa değeri: 20 milyar doların üstünde). Gates'in kişisel serveti yaklaşık olarak 7 milyar dolar olarak tahmin edilmektedir.




  • Yenal Göğebakan (1966 - .... )

     Tarihe Geçmiş İnsanlar


    1966 Malatya doğumludur. Malatya lisesinden mezun olmuştur. 1989 yılında ODTÜ Bilgisayar Mühendisliği bölümünden mezun olmuş ve 1992 yılında aynı bölümde yüksek lisans çalışmasını tamamlamıştır. Yazılım geliştirme teknolojileri ve yerel/uzak alan ağları konusunda çalışmalarını yoğunlaştırmış olup bu konuda çeşitli yayınları vardır.

    1989 yılında Bilkent Üniversitesi Bilgisayar Merkezinde çalışmaya başlamış ve burada sistem mühendisi, sistem ve ağ yöneticisi olarak görev yapmıştır. Ülkemizin ilk Internet çalışma grubunda yer almıştır. Daha sonra çeşitli firmalarda yazılım mühendisliği ve sistem programcılığı görevlerinde bulunmuştur. 1994 yılında Cybersoft firmasında kurucu ortak olarak yer almıştır. Halen bu firmada yönetici, programcı ve sistem mimarı olarak iş yaşamına devam etmektedir.

    Profesyonel lokanta işletmeciliği ile de ilgilenen Yenal Göğebakan'ın aşçılık konusunda da sertifikası bulunmaktadır.




  • Tarihin ilk "hacker"ı.

    Kevin David Mitnick (1963 - .... )

     Tarihe Geçmiş İnsanlar


    Kevin David Mitnick 6 Ağustos 1963 tarihinde doğdu. İlk bilgisayar korsanlarından olup en meşhurudur. 15 Şubat 1995'te FBI tarafından yakalanmıştır. Fujitsu, Motorola, Nokia ve Sun Microsystems gibi şirketlerin bilgisayar ağlarına izinsiz girmekten suçlu bulunarak 5 yıl hapis cezası almıştır.

    Cezası 21 Ocak 2000'de, bilgisayarlara yaklaşma yasağı 21 Ocak 2003'te bitmiştir. Günümüzde, beyaz şapkalı bir bilgisayar korsanı olarak güvenlik danışmanlığı yapmakta ve dünya çapında kongrelere katılmaktadır.

    Mitnick, fotoğrafı FBI'in "En Çok Arananlar" listesinde yer alan ilk hacker olarak kayıtlara geçti ve neredeyse listeden hiç eksik olmadı. "İflah olmaz bir suçlu" olan çocuk ruhlu Mitnick "Sanal Dünya'nın Kayıp Çocuğu" olarak da tanındı.

    Bir bilgisayar almak için yeterli parası olmayan Mitnick, daha yeni yetme iken bir elektronik araç satan mağazalara takılır, orada sergilenen bilgisayar ve modemleri diğer bilgisayarlara bağlanmak için kullanırdı. FBI'dan üç yıllık kaçışı boyunca arkadaşları ile haberleşmek için IRC'yi kullandı. Mitnick, bir yargıcın kendisine koyduğu "bilgisayar bağımlılığı" teşhisinin tedavisi için 1 yıllığına rehabilitasyon merkezinde kaldı.




  • Bedri Rahmi Eyüboğlu (1913 - 1975)

     Tarihe Geçmiş İnsanlar


    Görele'de doğdu. Ailesinin beş çocuğundan ikincisidir. Trabzon Lisesi'nde okurken, 1927'de bu okula resim öğretmeni atanan Zeki Kocamemi'nin öğrencisi oldu. Onun derslerinin etkisi ve okul müdürünün özendirmesiyle 1929'da İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi'ne (şimdi Mimar Sinan Üniversitesi) girdi. Burada Nazmi Ziya ve İbrahim Çallı'nın öğrencisi oldu. 1930'da eğitimini bitirmeden, ağabeyisi Sabahattin Eyüboğlu'nun yanına Paris'e gitti. Orada André Lhote'un yanında resim çalıştı. Daha sonra evleneceği Rumen asıllı eşi Eren Eyüboğlu ile de burada tanıştı.

    Yurda döndükten sonra 1934'te D Grubu'nun dördüncü sergisine otuz resmi ile katıldı. İlk kişisel sergisini de aynı yıl Bükreş'te açtı. 1934'te katıldığı Akademi'nin diploma yarışmasında üçüncü oldu. Bu derece ile mezun olmak istemediği için bir yandan diploma yarışmasına yeniden hazırlanırken, bir yandan da bir süre Çerkeş demiryolu

    yapımında çevirmenlik yaptı, Tekel Genel Müdürlüğü'nde çalıştı. 1936'daki diploma yarışmasında Hamam adlı kompozisyonuyla birinci oldu. Aynı yıl Moskova'da düzenlenen Çağdaş Türk Sanat Sergisi'ne katıldı. 1937'de Cemal Tollu'yla birlikte Akademi'nin Resim Bölümü Şefi Léopold Lévy'nin asistanı oldular. Bedri Rahmi birçok

    ressamın katıldığı CHP'nin kültür programı çerçevesinde resim yapmak için 1938'de Edirne'ye, 1941'de de Çorum'a gitti. Bu dönem resimlerinde köy manzaraları, köy kahveleri, faytonlu yollar, iğde dalı takmış gelinler gibi Anadolu'ya özgü görünümler egemendir.

    1940'lardan sonra duvar resimlerine yöneldi. İlk duvar resmini 1943'te İstanbul'da, Ortaköy'deki Lido Yüzme Havuzu için yaptı. 1947'de İstanbul'da özel bir atölye ve galeri açtı. 1950'de Ankara'da sanatının o güne kadarki bütün dönemlerini kapsayan bir sergisi düzenlendi. Bedri Rahmi aynı yıl bir kez daha Paris'e gitti ve İnsan Müzesi'nde (Musée de I'homme) ilkel kavimlerin sanatını inceledi. Bu incelemeleri "güzel"in aynı zamanda "yararlı"da olabileceği, "yararlı" olmanın "güzel"in gücünü eksiltmeyeceği düşüncesine ulaşmasına yol açtı. Bu düşünce ise onun bundan sonraki sanat görüşünü tümüyle etkiledi, yönlendirdi. Mozaik çalışmalarına 1950'de başladı. 1958'de Uluslararası Brüksel Sergisi için 272 m²'lik bir mozaik pano gerçekleştirdi ve bu yapıtıyla serginin büyük ödülü olan altın madalyayı kazandı. Bundan bir yıl sonra Paris'teki NATO yapısı için, şimdi Brüksel'de bulunan, 50 m²'lik bir mozaik pano hazırladı. 1960 ve 1961'de iki kez ABD'ye gitti. Orada birçok geziye katıldı, konferanslar verdi ve resim çalışmaları yaptı.1969'da Sao Paulo Bienali'nde (iki yıllık sergi) onur madalyası kazandı. Ayrıca 1940'ta Devlet Resim ve Heykel Sergisi'nde resim dalında üçüncülük, 1943'te aynı serginin 4.sünde ikincilik ve 1972'de de 33. sergide birincilik ödülünü aldı. Ölümünden sonra 1976'da Ankara'da "Yaşayan Bedri Rahmi" adıyla bir sergisi düzenlendi. Aynı yıl İstanbul'da da Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'nde adına düzenlenen bir sergiyle anıldı. 1984'te İstanbul'da "Bedri Rahmi-Her Dönemden" adlı bir toplu sergisi açıldı.

    Bedri Rahmi Akademi'deki ilk yıllarından sonra temel bilgilerini Paris'te André Lhote'un akademisinde edinmesine karşın onun kübist ve yapımcı (konstrüktif) yaklaşımını benimsememiş, Dufy ve Matisse'i kendine daha yakın bulmuştur. Paris'ten döndükten sonra Anadolu ve Trakya gezilerinde yaptığı resimlerle İstanbul görünümlerinde Dufy'nin renk ve çizgi anlayışının etkileri görülür. Zamanla bu etkiden sıyrılan Bedri Rahmi halk sanatını sağlam bir kaynak olarak görmeye başlamıştır. Halk sanatından yola çıkarak yeni anlatım biçimleri aramıştır. Minyatürlerden de esinlenmiştir. Anadolu kilimlerinin geometrik, soyut biçimleri, çini, cicim, heybe, yazma ve çorapların bezeme düzeni ve renk uyumlarını kaynak olarak kullanmış, motifin ağırlık kazandığı süslemeci bir tutumla resimler yapmıştır. Ancak, yalnızca motifleri resme uygulamakla yetinmemiş, renk ve malzeme araştırmalarına da girmiştir. Çeşitli teknikleri deneyerek gravür, mozaik, heykel ve seramik alanlarında birçok ürün vermiştir. Yine bir halk sanatı olan yazmacılığa da yönelmiş, kumaş üstüne baskılar yapmış, bu çalışmalarını öğrencileriyle birlikte de yürütmüştür.

    İki yıl kadar süren ABD gezisinden sonra değişik malzemelerden yararlanarak soyut resimler ve renk düzenlemelerine yönelmişse de son yıllarında yeniden eski konularına dönmüştür. Kemençeciler, gecekondular, hanlar, kendi portreleri, balıklar ve kahvelerle, yeni renk ve doku deneyimlerinden de yararlanarak, doğaya eğilişin ustaca ve yetkin örneklerini vermiştir. Çağdaş resim öğelerini de içeren bu çalışmalarında, konu soyuta yaklaştığı oranda, resmin de bir tür "nakış"a dönüştüğü izlenir.

    Bedri Rahmi 1927'de başladığı resim öğretmenliğini ölümüne değin sürdürmüş, Akademi'deki atölyesinde sayısız öğrenci yetiştirerek, çağdaş Türk resmi için bu açıdan da etkili ve yararlı olmuştur.

    Bedri Rahmi 1928'de daha lise öğrencisiyken şiir yazmaya başlamıştır. Şiirlerine, 1933'ten sonra Yeditepe, Ses, Güney, İnsan, İnkılapçı Gençlik ve Varlık dergilerinde yer verilmiştir. 1941'den başlayarak çeşitli şiir kitapları yayımlanmıştır. Halk edebiyatının masal, şiir, deyiş gibi her türüne karşı duyduğu hayranlık, şiirlerine de yansımıştır. Halk dilinden ve şiirinden aldığı öğeleri kendine özgü bir biçimde kullanarak halk diline yaklaşma çabasını sonuna dek götürmüştür. Bu nitelikleriyle şiirleri, resimleriyle büyük bir benzerlik gösterir. Akıcı, rahat bir dille kaleme aldığı gezi ve deneme yazılarında ise sürekli gündeminde olan halk kültürü, halk sanatı konularındaki görüşlerini sergilemiştir.Bedri Rahmi Eyüboğlu 21 Eylül 1975'te vefat etti.




  • Wols (1913 - 1951)

     Tarihe Geçmiş İnsanlar


    Alman ressam ve fotoğrafçı Wols, informel sanatı kurdu. Çoğu zaman trans halinde çalışan sanatçı, duygularını çağrışımlı olarak tuvaline yansıttı.

    Sanatçı, 27 Mayıs 1913’de Alfred Otto Wolfgang Schulze adıyla Berlin’de dünyaya geldi. Bir memur çocuğu olan Schulze, 1931 yılında Yahudi bir sınıf arkadaşını ateşli bir biçimde savununca, liseyi bitirme sınavlarına çok az bir süre kala, terk etmek zorunda kaldı. Bir aile dostlarının kendisine konsertmayser (birinci keman) olarak bir iş bulma önerisini reddetti. Bunun yerine bir denizcilik okuluna yazıldı, bir oto tamir atölyesinde çalıştı ve fotoğrafçı yardımcılığı yaptı.

    Schulze, 1932’de Frankfurt am Main’deki Afrika Enstitüsü’nde birkaç ay antropoloji okudu. Dessau’daki Bauhaus’da kısa bir süre kaldıktan sonra, Almanya’yı aynı yıl içinde, gergin politik ortamı nedeniyle terk etti. Paris’e taşınarak Wolfgang Schulze’den türettiği sanatçı adı Wols altında fotoğrafçılık yaptı ve Sürrealistlerle temasa geçti.

    1933’te hayat arkadaşı Grety ile birlikte İspanya’ya gitti. Wols zorunlu çalışma hizmetini ifa etmek üzere çağrıldığı Almanya’ya gitmeyi reddedince, Alman konsolosunun ısrarı üzerine, 1935’te Barselona’da tutuklandı ve ardından, elinde hiçbir belge olmaksızın, hudut dışı edilerek Fransa’ya gönderildi. 1937’de Paris Dünya Fuarı’nın resmi fotoğrafçılığını üstlendi. Çalışmalarında Bauhaus stilinin soğukkanlı nesnelliğini karanlık, sürrealist elemanlarla birleşti.

    Fransa’da illegal olarak bulunan Wols, II. Dünya Savaşı patladıktan kısa bir süre sonra enterne edildi. Bir yıllık tutukluluğu sırasında kâğıt parçacıkları üzerine küçük çini mürekkebi ve suluboya resimler yaptı. Gerçekleştirdiği Staedle (Kentler) adlı dizisinde incecik çizgilerle bomboş alanları, sokak ve caddeleri düş dünyasının sahneleri olarak yansıttı.

    1940 yılında Grety ile evlendikten sonra, karısının Fransız yurttaşı olması sayesinde serbest bırakıldı. Karı-koca çok zor ekonomik koşullar altında Casis ve Montelimar/Drome yakınlarında, Alman işgal kuvvetlerinden de sürekli korku içinde yaşadılar.

    Tutukluğu sırasında alkol bağımlısı haline gelen Wols, Sürrealistlerin psikolojik otomatizmine geliştirdi ve “parmaklarının hareketi”ne bıraktı. 40’lı yılların başında gerçekleştirdiği çalışmalarında kristaller, yıldızlar, fallus sembolleri ve mikroba benzer biçimler ayırt edilmektedir. Büyük resim üretmek kendi görüşüne göre bir tür jimnastik yapmak anlamına geldiği ve “hırslı” olmayı gerektirdiği için, Wols önceleri küçük boyutlarla yetindi.

    Wols, resimlerinin çıkış noktası çoğunlukla, kendi durumunu bir benzetme yaparak uyarladığı, nesnel bir motiften ibaretti. Böylelikle çok sayılı yapıtında şişe motifi ortaya çıkmaktadır, kâh nerdeyse ikona benzer bir nesne olarak, kâh yönlerin hepsine taşan, Wols’un sembollerle donattığı bir yaratık olarak.

    Wols savaştan sonra Paris’e döndü. Burada Galeri Rene Drouin 1945’te çini mürekkebi resimlerini ilk kez sergiledi. Açılış kokteyline katılmadığı bu sergisi, genç ressam nesline resimde yeni düşünceler açısından esin kaynağı oldu. Bunun sonucu olarak Taşizim ve İnformel Sanat akımları ortaya çıktı. Bu sergi parasal açıdan bir başarı getirmediyse de, Wols artık sanatı için destek görmeye başladı. Destekleyicileri arasında Egzistansiyalist yazar Jean-Paul Sartre da bulunuyordu. Bunu izleyen zamanda Wols tekrar tekrar kitap resimlemek için siparişler aldı. Resimleri Antonin Artaud ve Jean Paulhan’ın yayınlarında da çıkıyorlardı.

    Wols bundan böyle yapıtları için daha büyük boyutları yeğlemeye başladı. Resmin yüzeyini duygularının “Rezonans Cismi” olarak ilân etti ve her yapıtıyla varoluşunun bir parçasını ifşa etti. Nesnel olanlar ona yeni esin kaynağı olmadıklarından, kendisini alkol ve uyuşturucular yardımıyla sarhoş etti. Çini mürekkebi ve suluboya ile çoğunlukla yaraları, yaralanmayı ve yıkımı anımsatan izgi ve boya lekelerinden oluşan bir dokudan oluşan Psikogram’lar yapıtı.

    40’lı yılların sonuna doğru bazı yapıtlarına somut adlar verdi. Örneğin L’Oiseau (Kuş, 1949), Das Auge Gottes (Tanrının Gözü, 1949 sıraları) ya da Das blaue Phantom (Mavi Fantom, 1951) gibi.

    Wols, boş Rom şişelerinin istiflendiği ucuz otel odalarında yaşadı ve çalıştı. 1950’de New York’ta ilk sergisi açıldı. Ertesi yıl alkol bağımlılığından kurtulmak için gördüğü tedaviden sonra, 38 yaşında, 1 Eylül 1951’de yediği etten zehirlenerek öldü.




  • Diyojen (Diogenes), M.Ö. 412 - M.Ö. 320
     Tarihe Geçmiş İnsanlar
    Diyojen (Diogenes), M.Ö. 412 - M.Ö. 320 yılları arasında yaşamış olan ve kendine yetme ile sadelik ilkelerine dayanan Kinik yaşam biçiminin öncülerinden Sinop'lu çileci düşünürdür.

    Hakkında doğruluğu kuşkulu pek çok öykü anlatılan Diyojen'in gündüzleri Atina sokaklarında elinde fenerle dolaşarak, dürüst bir adam aradığı söylenir.

    Atina'da gelenekçiliğe karşı tavır almış, toplumdaki yapaylıklara ve uzlaşımsal değerlere meydan okumuş ve her tür yerleşik kuralın insanın doğallığına aykırı düştüğüne inandığı için toplumun tüm yerleşik kurallarına karşı çıkmayı, uzlaşımsal ölçü ve inanışların çoğunun boş olduğunu göstermeyi ve insanları yalın ve doğal bir yaşam biçimine çağırmayı amaçlamıştır.

    Ona göre, sade bir yaşam tarzı, sadelikten başka, örgütlenmiş, dolayısıyla uzlaşımsal toplumların görenek ve yasalarını da önemsememek anlamına gelir. Diyojen, doğaya aykırı bir kurum olan ailenin yerini, kadınların ve erkeklerin tek bir eşe bağlı olmadığı, çocukların ise bütün toplumun sorumluluğunda bulunduğu doğal bir durumun alması gerektiğini savunmuştur.

    Diyojen yoksulluk içinde yaşadığı, halka açık yerlerde yatıp kalktığı ve yiyeceğini dilenerek topladığı halde, herkesin aynı şekilde yaşaması gerektiğini savunmamıştır. Onun tek amacı, kişinin en kısıtlı yaşam koşullarında bile, mutlu ve bağımsız olabileceğini göstermek olmuştur. Bunun kaynağı bilgeliktir, Diyojen insanı erdemli yapmaya yaradığı için yalnızca bilgeliğe değer verir, öteki uygarlık değerlerini ise saçma, gereksiz ve anlamsız olarak reddeder.

    Diyojen ile Büyük İskender'in hikâyesi:
    Diyojen İskender'e ayağa kalkmadı. Hiç istifini bozmadı. Binlerce insan: "İskender geliyor," diye kırılıp geçiyorken o, yerinden kımıldamadı bile.
    -Sen ne yapıyorsun, gelenin kim olduğunu bilmiyor musun, diye onu tartakladılar.
    İskender:
    -Durun, dokunmayın!...
    -Görmüyor musun, İskender geliyor, diye insanlar yerlere yatıp kalkıyorlar! Sen yoksa İskender'i tanımıyor musun? dedi.
    Diyojen:
    -Tanıyorum. İyi tanıyorum ve sizi iyi biliyorum, diye cevap verdi.
    İskender:
    -O halde söyle kimim, ben?
    Diyojen:
    -Bendemin bendesisin (Esirimin esirisin), dedi.

    İskender sarsıldı. Yerinde duramadı ve atından indi.
    -Nedemek bu? dedi.
    Diyojen:
    -Sen, toprak için insan öldürüyorsun. Dünya benim esirim, kölem. Sen de benim köleme köle olmuşsun. Kim kime ayağa kalkacak? dedi.
    İskender bunu kabullendi. Diyojen'in büyük bir filozof olduğunu anladı ve dedi ki:
    -Dile benden ne dilersen.
    Diyojen:
    -Gölge etme başka ihsan istemem.




  • Bilge Kağan

    683 (ya da 684) yılında doğdu. Babası Göktürk Devleti’ni yeniden kuran İlteriş Kutlug Kağan, annesi İlbilge Hatun’dur. 8 yaşında babasını yitiren Bilge Kağan, 24 yıl boyunca Göktürk Devleti kağanlığı yapan amcası Kapağan Kağan’ın elinde büyüdü.

    Amcası öldüğünde yerine geçen oğlu İnal’ı devirerek 32 yaşında 716 yılında Göktürk Devleti’nin başına geçti. Devletin yönetimini ele alan Bilge Kağan’ın ilk işi iyi bir yönetim oluşturmak oldu. Bunun için, ordunun başına 31 yaşındaki kardeşi Kül Tegin’i, vezirliğe de Tonyukuk’u getirdi.

    Bilge Kağan’ın en büyük hayali milletini yerleşik hayata geçirip onları şehirlerde oturtmak idi. Ama buna vezir Tonyukuk karşı çıkarak: "Türkler, Çinlilerin yüzde biri kadar bile değildiler. Su ve otlak peşindedirler. Avcılık yaparlar. Belli bir yerleri yoktur ve savaşçıdırlar. Kendilerini güçlü görünce, orduları yürütürler. Güçsüz bulunca kaçarlar ve gizlenirler. Çinlilerin sayı üstünlüklerini böylece etkisiz kılarlar. Türkleri surlarla çevrili bir kentte toplarsanız ve bir kez Çin’e yenilirseniz, onların tutsağı olursunuz" dedi.

    Bilge Kağan, bir dönem de Türkler arasında Budizm’i yaymak hevesine kapıldı. Tapınaklar yaparak Türkleri Budist yapmak arzusunu taşıdı. Vezir Tonyukuk, bu düşünceye de karşı çıkarak, Budizm’in insandaki hükmetme ve iktidar duygusunu zaafa uğrattığını, kuvvet ve savaşçılık yolunun bu olmadığını, eğer Türk milletinin yaşaması isteniyorsa bu din ve tapınakların ülkeye sokulmaması gerektiğini söyledi. Bilge Kağan, çok itibar ettiği Veziri Tonyukuk’un tavsiyelerine uyarak, aklından geçen bu planları yapmadı.

    Bilge Kağan döneminde Göktürk Devleti’nin sınırları Çin’in Şan-Tung ovasından, İç Asya’da Karaşar bölgesine, kuzeyde Bayırku sahasından Ani Irmağı havalisi ve Batı Demir Kapı’ya (Ceyhun Irmağı’nın yakınında Semerkand-Belh yolu üzerinde) kadar ulaştı.

    Önce veziri Tonyukuk’u sonra kardeşi Kül Tegin’i kaybeden Bilge Kağan’ı, Çinlilerle işbirliği yapan bakanı Buyrak Cor (Buyrukçur) zehirledi. Yatağında hasta yatarken, kendisini zehirleten bakan ve yardımcısını öldürten Bilge Kağan, 25 Kasım 734’de öldü.

    Bilge Kağan’ın cenazesi 22 Haziran 735 tarihinde ("domuz" yılının 5. ayının 272'si) büyük bir törenle defnedildi.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Kuzey Kafkasya -- 9 Eylül 2008; 17:57:32 >




  • 
Sayfa: önceki 23456
Sayfaya Git
Git
sonraki
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.