Şimdi Ara

''Osmanlı'' Kimliği

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
1 Misafir - 1 Masaüstü
5 sn
9
Cevap
1
Favori
2.540
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
Öne Çıkar
0 oy
Sayfa: 1
Giriş
Mesaj
  • ''Osmanlı'' Kimliği

    Osmanlı kimliği, boyutları itibariyle tartışılacak bir konu; bu mefhum, acaba muhtelif etnik grupları kapsayan ama dinî grupların sadece birine hitap eden (yalnız Müslüman halklar) bir tanımlamamıydı, yoksa bütün dinler ve ırkları içeren bir kimlik miydi? (O takdirde II. Meşrutiyet yıllarında devlet reisinin halife olmasını bu renklilik için mahsurlu görenlere hak vermek gerekecektir.) Namık Kemal'in ''Osmanlısı'' doğrusu imparatorluğun gayrimüslim milletlerini biraz dışlayan Müslüman bir Osmanlılıktır. Ama Maliye Nazırı Cavid ve yoldaşı Ahmed Şuayb'ın ''Osmanlısı'' her din ve dilden insanlardır. Onun için ''Padişah halife olmamalı'' denilmiştir.

    Dahası var, ''Osmanlılık'' denilen kimlik son yüzyıla ait bir toplumsal kurumdur. Daha önceki yüzyılların Osmanlı tebası için ''Osmanlılık'' meçhul bir kavram gibidir. Malûmdur ki, Müslüman devletlerin adlerı hanedanın adını taşır. Osmanlı, Selçuklu, Fatımî, Büveyhî, Abbasî, Emevî vs. gibi... Bunların içinden en uzun ömürlüsü olan Osmanlı ise modern yüzyıllara taşıp Batı ile ve onun ulus devleti ve ulus devrimleriyle karşılaşmıştır. Bu yüzden ister istemez o dünyaya ait kavramları çevirecek, ''Osmanlı'' yı milletler ve halk ismi yapacaktır.

    Klasik çağda ''Osmanlı'', devleti yöneten grup için (askerî sınıf) kullanılan bir tanımlamaydı. Osmanlı'nın çağdaşı İran'dı; adı üzerinde İran ismi eski Sasanilerin ''İranşehr'' deyiminden alınmıştır. Daha doğrusu İran'ı kozmopolit bir ülkenin ve tebanın adı yapan Selçuklular ve İlhanlılardı. O İran da bugün bir ülke ve halkın (halk hâlâ kozmopolit) adıdır, ama mazide o dahi Osmanlı gibi bir deyimdi.

    Sözün kısası, orada İran'ın ana unsuru Parsî-Farslı idi, burada da Türk. Ama Osmanlı gibi bir terim ancak bir yüzyıl boyu bir kimlik olabildi, İranlılık ise halen kimlik olarak devam ediyor. Bunun üzerinde düşünmeliyiz... Şarkın modernleşmesinde ilginç görünümler var.

    Osmanlı, devletin adıydı. Ekseri İslâm devletleri gibi devlet, hanedanının adıyla anılıyordu. Bazı ahvalde hanedan ve aşiret aynı adı taşır, devlete bu ad verilirdi. Ama Osmanlı, uzun yüzyıllar boyunca yönetilen teba ve Kayılar'dan olmayan Türkmenler nezdinde Kayı boyunun ve dar anlammda yöneticinin adı da oldu. Osmanlı kendisi de mesela mesela ''Karamanlı'' derken, hanedanı ve devleti kasdetti. Ahali için Osmanlı, yöneticiydi. Karamanlı gibi rakip beylikler için rakip devletti. Bunun dışında bireye ve dar gruba inen bir Osmanlı kimliği söz konusu değildi. Ama 19. yüzyılda Osmanlı bir uyrukluk, bir kimlik haline dönüştü. Bu bir modernleşme belirtisiydi. Avrupa'nın uluslaşma ve yurttaşlaşma sürecinin izlenmeye başlanması demekti. Bu anlamda 19. yüzyıl Osmanlılığı Şark'taki modern uluslaşmayı ifade eden bir kavram ve müessesedir.

    Şüphesiz ki 19. yüzyılda bu modern Osmanlı kimliği iki yapı tarafından şekillendirilmiştir: a) Osmanlı şeçkinleri, b) Osmanlı millet sistemi. Birinci grup yapısal olarak kendi dinî kompartımanlarına bu sistemi ve kimliği kabul ettirirken bizzat millet, laik eğitim ve laik örgütlenme ile bu kimliği benimsemeye meyletti. İlginç bir tezat: Aynı örgütlenme laik ulusçuluğa da hizmet etti. Bu basit bir gelişme değildir. Çoğu tarihçimiz 19. yüzyılı, uluşçuluk çağı ve azınlık ulusçuluğu çağı diye betimler, oysa modernist gelişmeler esnasında bu ulusal kompartımanlarda dar uluşçuluk kadar sözünü ettiğimiz tarzdaki Osmanlılık da gelişmişti. Dahası bu dar kompartımanlarda dinî damga nedeniyle etnik özellik bastırılıyordu. (Bir yığın Slav Ortodoksun Hellenliği benimsememesi, Ermeni Katoliklerin Ermeni etnik kimliğini hayatlarında ikinci, hatta sonuncu plana itmesi gibi.)

    Genellikle 19. yüzyıl Osmanlıcılığının imparatorluğu ayakta tutmak isteyen beyhude bir akım olduğu tekrarlana gelir. Bu, çağdaş tarihçinin bir yorumudur ve araba devrildikten sonra yol gösteren bir tutumu andırır. Gerçek 19. yüzyıl reformatörü için Osmanlılık ve Osmanlı vatanı bilinci, zamanın koşulları içinde tek tutarlı ve kurtarıcı yoldur. Tanzimat reformatörü bu ideolojiyi kültürel planda temellendirmek için gayret göstermiştir. Bununla birlikte Osmanlıcılık, dönemin kaçınılmaz olarak yükselen akımı uluşçuluk karşısında dumura uğramıştır. Tanzimat yönetimi de, bilinçli olarak Müslüman unsurun (ki bu büyük ölçüde Türkçe konuşan Müslüman unsur demekti) devlet işlerinde yetişmesi, Batı dillerini ve modern bilimi öğrenmesi için de bazı adımlar attı. Böylece bir yandan Osmanlılık bilinci ile her din ve dilden bir şeçkin tabakanın yetiştirildiği, öbür yandan gelecekteki Türk ulusçuluğunun temellerinin de bu bürokrasi tarafınfan atıldığı görülüyordu.

    19. yüzyıl bu kültürel ve ideolojik kutuplaşmanın yüzyılıdır ve ulusçuluk kadar kozmopolit Osmanlılığın da etnik-dinî gruplar arasında etki gösterdiğini söylemek gerekir. Böylece bu gruplar arasında temeli Türk diline ve Avrupa kültürüne açılmaya dayanan bir eğitim ve kozmopolit bir Osmanlı seçkinler grubunun doğup geliştiği görülmektedir. 19. yüzyıl tarihçiliğinin anlatılması ve betimlenmesi zor konularından biri, bu ikili gelişmedir.

    19. yüzyılın belirgin bir özelliği, iki dili Osmanlı aydınıdır. Sözünü ettiğimiz ikinci dil, yabancı dil olan Fransızca değildir. Değişik etnik gruptan olan aydınların Türkçeyi de mükemmel biçimde öğrenmiş olmalarıdır. Tanzimat aydınının bu tipine örnek çoktur. En çarpıcı şahsiyet, ceddinden gelen Rumcayı da Türkçe kadar iyi bilen Ahmet Vefik Paşa'dır. (Dedesi ilk Müslüman Divân-ı Hümayun tercümanı Bulgarz3ade Yahya Efendi'ydi.) Kuşkusuz Arnavutluk'un Fraşeri hanedanından gelen Şemseddin Sami ilmî Türk ve Arnavut tetkiklerine başlayan iki dilli ve iki ideolojili bir münevverdi. 19. yüzyılda Rumeli eyaletlerindeki memurların birçoğu Türkçe dışında bir iki Balkan dilini çok iyi bilirlerdi.

    Aslında Tanzimat, Türk dili eğitiminin yaygınlaştığı bir dönemdir. Mekteb-i Sultanî, Tıbbiye, Mülkiye gibi kurumlar Türk dilini iyi öğreten kozmopolit Osmanlı bürokrasisinin yetiştiği kurumlardı. Mesela Mekteb-i Tıbbiye'ye her dinî gruptan ne kadar öğrenci alınacağı, gayrimüslim cemaatler arasındaki münakaşadan dolayı Babîali tarafından belirli kontenjanlarla tespit edilmişti. Babıâli (Meclis-i Vâlâ), sıhhatli bir nüfus sayımı yapılana kadar gayrimüslimlere üçte bir kontenjan ayırmış, bunu çeşitli gruplara taksim etmiş ve münakaşa üzerine Bulgarlar için de bir grup tespit etmişti. Üçte bir oranı, yaygınlık kazanan bir uygulama olmalı ki, Meclis-i Mebusan açıldığı zaman orada da azanın üçte birinin gayrimüslim olduğu görülmüştür. Bu oran, gayrimüslim bürokrasisinin bir ürünüdür. Osmanlı bürokrasisi renkli bir gruptu ve hassaten II. Mahmud devrinden beri yapılan reformlar bu renkli kalabalığı yaratmıştı.

    II. Mahmud devrinden beri Yunan ayaklanması nedeniyle Fenerli Rum aristokrasisi gözden düşmüş ve Babîali'nin kadrolarına diğer gayrimüslim unsurlar ve Türkler girmeye başlamıştır. Ermeni Divân-ı Hümayun tercümanları içinde Sahhak Ebro Efendi Osmanlıcasının zenginliği ve yaptığı telif ve tercümelerde iktisat ilmine ait Türkçe karşılık bulduğu yeni kelimeleriyle tanınır. Nihayet 19. yüzyılın son çeyreğinde eğitim reformu geçiren Museviler de bu dönemden itibaren Babıâli bürokrasisinin önemli mevkilerinde görülmeye başladılar. Bu bürokratların içinde Moiz Fresko gibi örneğin İbranice harflerle Türk dilinde (Üstad) gazete çıkaranlar, Evangelidis Missalidis gibi Yunanca harfleriyle romanlar ve şiirler kaleme alanlar vardır. Nihayet Baronyan Agob gibi hem Ermenice, hem Türkçe gazete çıkaranlara da rastlanır (Tadron veya Tiyatro gazetesi). 19. yüzyılın bu kültürel plüralizmi, Şemseddin Sami gibi hem Arnavut, hem Türk ulusçuluğunda ayrı bir yeri olan, daha doğrusu bir Osmanlı imparatorluk ulusçusu tipindeki aydınların da ortaya çıkmasına neden olmuştur.

    Osmanlı seçkini, bu gelişmeler sonunda bürokraside kozmopolit bir kadro oluşturduğu gibi bilim ve sanat hayatında da, özellikle matbuatta bu yapıyı sonuna kadar korumuştur. İki dilli Osmanlı seçkinlerine haytın her alanında rastlamak mümkündü. 1854'de Topkapı civarında doğan fakir bir Ermeni genci, aldığı bursla Mekteb-i Sultani'de okumuştu. Bu kişi geleceğin Ermeni Patriği Ohannes Arşaruni'dir. Mekteb-i Sultani, Tıbbiye gibi eğitim kurumlarının kadrolarında Bulgar, Rum, Ermeni, Arnavut, Marunî gençlerine her zaman rastlanıyordu. Özellikle Hamidiye (II. Abdülhamid) devrinde Araplar arasında da Osmanlı patriyotizminin yayılması amaçlanmıştır. Bu gibi girişimlerin uluşçuluğun sonuçlarını önleyemediği açıktır ama böylesi girişimler kültürel planda bir Osmanlılığın yerleşmesini sağlamıştır. Nitekim İmparatorluk, dağıldıktan sonra da Bulgaristan'da, Romanya'da, Arap ülkelerinde Osmanlı eğitiminden geçmiş, Türkçe bilen bir bürokrasi bıraktı.

    İmparatorluk hayatını Osmanlıcılık, İslamcılık ve Ulusçuluk gibi akımların çatışmasıyla kapadı. Bizzat Osmanlı zihniyeti bu kavganın içinde yer aldı. İmparatorluğun dağılmasını önlemek isteyen muhalefetin üyeleri daha çok Türk unsurlar arasından çıkmıştır. Kozmopolit bürokrasi ya resmî muhalefetin ve iktidarın tarafları olmuştur, ya da ulusçu akımlara mensup olmuştur. Ama bu arada Osmanlı patriyotizmi içinde mensup olduğu etnik ve dinî grubun ayrımcı isteklerine karşı çıkanlar da vardır. Londra sefiri Kostaki Musurus Paşa bu tip Osmanlı patriyotlarındandı. Atina elçiliği sırasında Yuan ulusçularının nefretini kazanmış ve sol kolunun ebediyen sakatlanmasına neden olan bir suikasta maruz kalmıştı.

    Kuşkusuz Osmanlıcılık sağlam tarih şuuruna dayanan bir ulusçuluk değildi. O pragmatik ve belli bir coğrefyadaki geleneklere dayanan yurtseverlik ideolojisiydi. Osmanlılığa mensup bu kozmopolit elitin ortak bir Osmanlı tarihi şuuruna mensup olduğunu gösteren ciddî etüdlere ve böyle bir şuura dayanan bir tarih yorumuna rastlamak güçtür. Emperyal milliyetçiliğin sadece bizde değil, Avusturya-Macaristan'da bile en zayıf tarafı buydu. İdarî, siyasî, iktisadî yönden Osmanlı birliğinin devamını zaruri gören Butrus el-Bustani, Rıfat Tahtav, Abdurrahman Kevvâkib gibi Arap aydınlarının tarih yorumları tamamen anti-Türk ve ırkçılığa dayanan bir Arap ulusçuluğuydu.

    II. Meşrutiyet devrimi Osmanlı vatanseverliğinin adını koyarak tarih sahnesine çıktı. Ama kaçınılmaz olaylar imparatorluğu parçaladı ve ulusçuklar döneminde Osmanlı seçkinleri sahneden çekildiler. Bu ortamda Türk ulusçuluğu ''en geciken uluşçuluktur'' gibi değerlendirmek, henüz siyasal edebiyat ve hatta siyasal örgütlenme tarihimiz yeterince aydınlanmadığından pek hazırcı bir hüküm olur. Ancak son devir Türk aydınının Osmanlı yurtseverliğini ister istemez sürüklemek zorunda olduğu da bir gerçekti.

    Türklük, İmparatorluk var oldukça doğumu zaruret nedeniyle ve ihtiyatla geciktirilmiş bir kimlikti. Yıkım anında ise derhal patladı. Kozmopolit bir ''Osmanlı'' eliti vardı, yeni dünyanın şartlarında derhal ''Türk'' oldular. Müslümanlığıyla yetinen bir halk vardı, 1293 Harbi (1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı) ve Balkan Harbi'nin faciaları ve Birinci Büyük Savaşın ateşinde onlar da zamanla ''Türk'' kimliğinin gerekli olduğunu anladı.

    Millet sistemi nasıl asrî manadaki ulusa veya millete dönüştüyse millet deyimine nation anlamını kazandıran Araplar değil, 19. yüzyılın Osmanlılarıdır. Osmanlı toplumunda millet, nation-ulus demek değildi. Fakat din ve mezhep ayrımına doğru bu kompartımanlaşma uzun bir süre fertlerin kimliğini tayin etmiş ve ulusçuluk döneminde de gruplar ve fertlerin kimliğini tayin etmiş ve ulusçuluk döneminde de gruplar ve fertler etnik kompartımanları bu dinî aidiyete göre seçmişlerdir.

    Millet sözü gerçekten de dinî bir aidiyeti ifade eder. Bu kavramı bugünkü nation anlamında kullanmak, Şark milletlerine Osmanlı yüzyıllarının, hassaten son yüzyılda getirdiği bir kullanım biçimidir. Fert doğduğu millet kompartımanının içinde o cemaatin ruhanî, malî, idarî otoritesine bağlı olarak yaşar. Ancak ihtida ederse de bu kompartımanı değiştirir. İslam devleti gayrimüslimlerin ihtida (yani sadece İslam'a geçmesi) dışında bir dinden öbürüne geçmesini hoşgörmez; patrikte de bu pek olmamıştır. (Yahudi cemaatinden Hıristiyanlığa, Hıristiyanlardan Yahudiliğe geçiş gibi.) Fakat Hıristiyan cemaatin kendi içinde mezhep değiştirme olayları görüler. Nitekim Ermeni Gregoryenlerin Katolik ve Protestan; Süryani-Kadîm (monofizit) cemaat azasının Katolik, hatta Kobtların ve 19. yüzyılda bazı Bulgarların Katolik olması gibi olayları kastediyoruz. Millet bir kavram değil, bir içtimaî teşkilatlanma, bşr ruh hali ve tebanın birbirine bakışını ifade eder. Ekalliyet (minorite, azınlık) sözü devlet ve toplum hayatımıza imparatorluğun son yıllarrında girmiştir.

    Millet kompartımanına mensup olan kimse modern toplumdaki azınlığın aksine bazı davranış ve tutumlar sergiler. Bu aidiyet fertlere aile, sülale ve cemaat içinde kendi bir güvenlik ve hatta vakar verir. Kendi toplumsal grubu içinde kendi annesi ve babadan oğula sözlü kültürü içinde yaşar. Kompartımanlar arasında ilişki azdır, çatışma da azdır. Modern toplumdaki azınlık fertleri gibi çevre ile didişme, kimlik ispatı, asimile olma (çoğunluk tarafından emilme) veya asimilasyona karşı direnme, dolayısıyla çatışmacı davranışlara girme söz konusu değildir. Açık toplum denilen asrî sınaî cemiyatteki gruplaşmalar ve rekabet söz konusu değildir. Bu gibi rekabet ve cemiyet hayatında kozmopolit elitin içine girmek için rekabet ve çekişme gibi tutumlar, Osmanlı cemiyetinde son yüzyıldaki uluslaşma ve modernleşme ile başlamıştır.

    19. yüzyılda her dinden gencin imparatorluğun eğitim müesseselerinde bütün diğer kompartımanlardan insanlarla birlikte eğitilip bürokrasiye girdiğini, yükselip Osmanlı seçkinleri içinde yer aldığını gördük. Bazıları ise bı sürecin dışında kalmış, ulusçu akımlar ve çalışmalara katılmılş, diğer kalabalık üçüncü grup ise yüzyıllardan beri sürdüğü hayatı köylü ve şehirli zanaatkâr ve esnaf olarak devam ettirmiştir.

    Son yüzyılda gayrimüslim cemaatlerin içindeki çatışmalar Osmanlı otoriteleriyle olan çatışmalardan çok daha baskındır. Kilise kendi cemaati üzerinde otoritesini kaybetmektedir. Asıl önemlisi, 17.-18. yüyıllarda Katolik Cizvit ve Lazarist rahiplerin propaganda ve teşkilatlanması, 19. yüzyılda da daha ziyade Amerikan misyonerlerin Protestan propaganda ve faaliyeti Ermeni cemaatini böldüğü, iç çatışmaya sevk ettiği ve bu dağılmanın getirdiği kargaşa arasında cemaat üyelerinin ulusçu akımlara itildiği görülmektedir.

    Bunun yanında Rum Ortodoks milleti fethinden beri sadece Hellen değil, Slav, Arnavut ve Arap unsurları da ihtiva ettiğinden burada uluşçu akımlar kiliseyi bölmekte zayıflatmaktadır. O kadar ki, 1829'daki Yunan bağımsızlığından sonra Fener Patrikhanesi; Yunanistan kilisesinin kendini autocephal (özerk) ilan edip ayrıldığını görmektedir. Fener'deki Patrikhane 19. yüzyıl boyunca zayıflayışını, kendine tâbi ruhların kopuşunu dehşetle yaşamıştır. Buna karşılık Yahudi cemaati ananesi, tutumu ile Batı'ya karşı olmuş, yavaş yavaş Osmanlı idaresi ve bürokrasisi içinde etkisini arttırmış ve devlete sadık kalmayı tercih etmiştir. Bu cemaat, Batı tipi ulusçuluğu bir Hıristiyan ideolojisi olarak görmüş ve iltifat etmemiştir.

    Miller grubu etnik (kavmî) ve lisan aidiyetine değil, din ve mezhep aidiyeti esasına dayanır. Ermenilerin hepsi Ermeni milleti olarak değil, Gregoryen (Ermeni), Ermeni-Katolik (katolik) ve 19. yüzyılda da Protestan olarak üç millet halinde teşkilatlanmıştı. Bir süre Süryani-Kadim cemaati Ermeni cemaati ile birlikteydi. Bunun nedeni, ikisinin de ''anti-Chalcedon'' (Kadıköy konsülü karşıtı) denilen monofizist mezhep içinde olmalarıdır. Musevi milleti ise Karay mezhebindeki Yahudiler ile hem bir arada, hem değildi. Ferman ve işlemlerde Musevi Hahambaşı ve Karaîm Milletbaşından söz ediliyor. Bu iki cemaatin ayrılığı daha çok idarî ve malî meseleler açısından böyle görülmüş olmalıdır. (Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Gayrimüslim cemaat defterleri, Yahudi ve Karay defteri, c.18, s. 38-42'deki hükümler).

    Bulgarlar, Sırplar (bir ara 16. yüzyılda Peç-İpek Patrikliği kurulmuş ise de lağvedilmiş ve Sırp Kilisesi 19. yüzyıl başına kadar bu açıdan mevcut olmamıştır), Ortodoks Arnavut ve Rum-Ortodoks Araplar Hellen unsurla beraber Fener'de Rum-Ortodoks Patrikhanesi'nin ruhanî, malî, idarî ve hukukî ve sansürcü(eğitim ve yayın sansürü) denetim ve yönetimine tâbi idiler (Fener semtine Patrikhane'nin taşınması 16. yüzyıl sonundadır).

    İşte 19. yüzyılda uluşçu hareketler sırasında bu unsurların Babıâli'den çok Rum (Hellen) unsurla ve Patrikhaneyle mücadelesinin nedeni budur. Bu unsurlar arasındaki çatışma ve olaylar, cemaatlerin tarihinde derin izler bırakmış, bizatihi Makedonya ve Bulgaristan'da Katolik kilisesini kurmanın ve bu mezhebe girmenin nedeni de bu gibi uluçu duygular olmuştur. Zira Fener Patrikhanesi, bu unsurlara ibadet ve eğitimde kendi dillerini kullanma izni vermiyor, yüksek rütbeli ruhbanı hep Hellen unsur arasından tayin ediyordu. Bu durum Ortodoks Araplar arasında da o günden bugüne bir huzursuzluk yaratt ve Grek-Katolik (Melkit) denilen kiliseye geçme eğilimini arttırdı. Esasen ekümenik (universal) unvanıyla anılan, itibar ve kudretine Osmanlı devrinde ulaşan Ortodoks kilisesi, 19. Yüzyılda Sırp, Eflak, Bulgar ve hatta Yunan kiliselerinin Autocephal ( özerk) olarak kopmalarıyla zayıfladı.

    Osmanlı millet nizamı tarihin sui genris (Kendine özgü) bir olayıdır. Bu bir idarî teşkilatlanma özgünlüğü kadar Osmanlı cemiyetinin bu özgün içtimai-kültürel ortamında gelişen bir teşkilatlanmadır. Ne kolonyalist imparatorluklardaki azınlık milletlerin durumuyla, ne de federatif yapılarla benzeştirilebilir. Osmanlı mirasını devralan Orta Şark ülkelerineki ve Balkanlar'daki farklı din ve dilden zümrelerin durumu da bununla bağlantılı değildir. Balkanlar'da azınlık sorunu, çözülemeyen bir hukuksuzluk yumağıdır. Ortadoğu ülkelerinde ise farklı dinde olup aynı dili konuşan gruplar arasındaki uyuşma, bir politik uzlaşmadır. Zaman zaman bu gibi dengeler, politik gelişmelerle altüst olmaktadır. Mısır'da Kbtlarla Müslümanlar, Suriye ve Lübnan'daki gerilim ve çatışmalar buna örnektir.

    Osmanlı millet nizamı belli bir cağrafyada yaşayanlar kadar, dağınık yerleşme biçimi gösteren ve bazen aralarında dil vahdeti olmayan (Musebiler gibi) grupların da imparatorluğunömrü boyunca kültürel değilse de dinî kompartımanın içinde geçişme ve kimlik özümsemeleri olmuştur. Bazı Bulgarlar ve Hıristiyan Arnavutlar Hellenleşmiş, aynı şekilde Anadolu'nun Karamanlı denilen Türk asıllı Türkçe konuşan Ortodoks Hıristiyanları, tarihlerini Hellen olarak kapamak zorunda kalmışlardır. Aynı şekilde Müslüman olan bazı unsurlar da dilleri farklı olsa da Türk kimliğini benimsemiş veya buna bitişmiştir (Pomaklar gibi). Bütün bu kültürel coğrafya ve tarih henüz sarih sonuçlar getiren bir tetkik ve bilginin dışındadır.

    Millet sistemi, Batı Avrupa tipi milliyetçiliğe temel olamaz. Baztı tipi milliyetçilik bu sistemle çatışarak ve onun silinmesiyle gelebilmiştir. Bizatihi millet sözünün (nation) ve milliyetçilik (nationalisme) gibi terimlerin tercümesi olamayacağı açıktır. Terim uyuşmazlığı, tarihî tecrübe, millet sisteminin yeni tip ulus milliyetçiliğinin biçimlenişi kadar özellikle Müslüman kavimler arasında yeni bir kaynaştırıcı kimlik oluşturmasına da yardımcı olduğunu gösteriyor.Bu çelişik gelişme, belirttiğimiz gibi bu kavimlerin tarihi bütün hadiseli safhalarıyla birlikte yaşamalarından ileri gelmektedir.

    Osmanlı kimliği salt bir Müslüman kimliği olarak kalmamıştır. Sadrazam Said Paşa'nın ve benzerlerinin eserlerinde ve girişimlerinde olduğu gibi Türklüğün ağır bastığı bir Müslümanlıktır. Öbür Müslüman etnik gruplar bu Türklğe dail olarak intibak ettikleri ölçüde Osmanlı-Türk olmaktadır. Genel kural, Türk olmayan ana babanın Türkçe konuşup anlaşmaları ve çocuklarının da bu dili izlemeleri ölçüsünde ailenin Türk olacağıdır. Dolayısıyla son yüzyılın Osmanlılığı, Türk kimliğine kolayca dönüşmektedir.


    1) Teik Çavdar, Liberalizmin Doğusu, Ankara 1982, s. 202.
    2) Bert Fragner, ''Historische Wurzel neuzeitlicher Iranischer Identitat'', Studia Semitica necnon Iranica Rudolpho Macuzk Septu a-genario, wiesbaden 1989, s. 79-100.
    3) George Gawrych, ''Tolerant dimensions of cultural pluralism in the Otoman empire: The albanian Community'', International Journal of Middle Eastern Studies, 1983, Sayı: 5, s. 521-522
    4) Başbakanlık Arşivi, İrade-Meclis-i Vâlâ, Nr: 16519 (12 Ramazan 1273) Meclis-i Vâlâ mazbatası.
    5) İlber Ortaylı, ''Osmanlılarda ilk telif iktisat elyazması'', Yapıt, Ekim 1983, s. 37-44.
    6) Avram Galanti, Türkler ve Yahudiler, İstanbul 1928, s. 127-139 ve s. 141-142
    7) Kevork Pamukciyan, ''Ohannes Arşaruni'', İstanbul Ansiklopedisi, c. 2, s. 1063.
    8) Sinan Kuneralp, ''Bir Osmanlı diplomatı: Kostaki Musurus Paşa'', Belleten, T.T.K., Ankara 1970/3, s. 429

    İlber Ortaylı - Osmanlı Barışı



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi *Bozkır* -- 27 Ağustos 2008; 0:11:47 >



    _____________________________




  • Aslında güzel bir yazı. Çoğu yerine katılıyorum. Osmanlı'nın salt ümmetçiliğe ve islam devletine indirgenmesini yadırgıyorum.
    _____________________________
  • quote:

    Orjinalden alıntı: kaotika

    Aslında güzel bir yazı. Çoğu yerine katılıyorum. Osmanlı'nın salt ümmetçiliğe ve islam devletine indirgenmesini yadırgıyorum.

    _____________________________
    "No color will ever be brighter for me than black and white." - Alessandro Del Piero
  • Türk "ulus devlet devrimi" tarihçileri de zorunlu olarak bu tez etrafında toplamıştır..Aksi söz seda bulmayacağından veya yadırganacağından(otoritenin insafına kalmış)geçmiş tarih mevcut otoriter fikre göre yeniden yorumlanır..Bu sadece bizim ülkemizde değil tüm dünyada bir "devletler tarihi" geleneğidir..Ben buna bilimdeki ""İnsani Ayıplar"" diyorum..Her bilimde vardır..

    Yine buna benzer olarak komünizmin popüler olduğu yıllarda bazı 3.sınıf ilahiyatçıların islamın da komünist yaklaşımı benimsediğini söylemesi gösterilebilir..Nitekim günümüzde bu fikir islamın liberal ekonomiye destek verdiği yönünde değiştirilmiştir aynı kişiler tarafından..Halbuki iki fikir de tamamen düzmecedir..

    Bu nedenledir ki çok küçük açılardan,çok küçük değerlendirmelerle büyük fotoğrafı yorumlamak hiçbir zaman bilimsel olmamıştır...

    Bu yazının tam aksi istikamette bir yazı da yine geçen günlerde forumda yayınlanmıştı..Oldukça da tepki çekmişti...

    Osmanlı İmparatorluğu'nun dünya literatürüne geçmiş hiçbir şekilde ırksal bir açılımı yoktur..Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde yaşayan her türlü fikrin savunucularının olması devletin de bu yönde fikriyatının olduğu anlamına gelmez..Kimileri kendi yorumlarını katarak Osmanlıyı kendinin olmasını istediği şekilde yazmış yada nakletmiş olabilir..Birçok kimse içinde yaşadığı osmanlıyı farklı şekilde algılamış,belki o şekilde görmüş o şekilde sevmiş ve bağlanmış olabilir..

    Fakat bunların hiçbirisi Osmanlı'nın bireylerden bağımsız üst yönetim kademesinin strtejisini değiştiremez..Padişahın ""halife"" sıfatını kaldıramaz..Şer-i Hukuk'un hükümlerini değişitremez..Yönetimin temel stratejisi "Ümmetçilik" üzere şekillenmiştir....

    Bunun benzeri;günümüzde Türkiye'de yaşayan herkes kendi ülkesini farklı şekilde görmek istemekle birlikte farklı şekillerde de algılamaktadır...Komünistinden tutunda şeriat isteyenlere kadar..Komünistler leninle Atatürk'ü aynı kareye koyar ve bu devletin komünist bir devlet olarak kurulduğunu savunur gerekirse silahlı çatışmaya girer..Şeriatçılar da bu ülkenin sonuçta müslüman kimliğinin olduğunu savunarak hemen islami yönetime geçilmesini isteyebilirler..vs..Daha yüzlerce algı şekli var..

    Ama yine bunların hiçbirisi T.C devletini kuran temel otoritenin fikriyatını değiştirmez..Anayasaya da aktarılan ve kolluk kuvvetleri tarafından güvenceye alınan temel yönelim neyse devletin fikriyatı da odur..Siz bugün "komünizm isterük" derseniz jopu yersiniz..Aynı şekilde "şeriat isterük" de derseniz jopu yersiniz...Atatürk ilke ve inkılaplarını aşağılama cüretini gösterirseniz cezalandırılırsınız..Ayrılıkçı ırkçı girişimde bulunursanız devletin tüm gücünü karşınızda bulursunuz..Vs...

    Söylediğim gibi Osmanlı Ordusunda Mohaçta,Prevezede,Viyanada,Kahirede,İstanbulda hatta Çanakkalede kılıç sallayıp kurşun sıkan asker Halife olan padişah adına savaşıyordu..Padişahın emri üzere Ümmet-i Muhammed için can verip ""Şehid"" Mertebesine erişiyordu.."Ferman yazıldı,kalem kırıldı" kuralı geçerlidir..Fermanı yazıp,kalemi kıran da padişahtır..Hangi kural ve kaidelere göre kalemi kırardı bunu da hepiniz biliyorsunuz zaten..

    Bu bağlamda kişilerin kimliği değişkendir,hatta tamamen bireyseldir.. Amma tek çatı altında toplayıp toplum içerisinde değerlendirmek isterseniz toplumun doğurduğu "devlet" ve "hakim otorite" kavramlarını unutmayınız..Sırf "Osmanlı kimliği" kelimesi bile şuan ulus devletin verdiği bir bakış penceresidir(homojen toplum yanılgısı)..Osmanlıda bu bariz nüans farkıyla "tebaa" şeklinde yazılırdı...Bugün hemen hepimizin Ülkemizden bahsederken ""biz"" demesi bile yine ulus devletin kazandırdıklarındandır..Halbuki o ""biz"" dediklerimizin bir kısmıyla devletimiz(=biz?) savaş halindedir..Yani biz kavramı devletin anayasasının görmek istediği "biz"'dir..

    Osmanlı evet bir İslam devletidir..Ama tebaası için "İslam toplumu"dur diyemeyiz..Bunları söylerken bile yaşadığım ülkenin bana anlattığı tarihten ister istemez etkileniyorum..

    _____________________________




  • Sayın*bozkır*,

    Sizin yazınıza paralel görüşler içeren bir değerlendirme olsa da bazı yönleriyle farklı olduğunu
    düşündüğüm notları aktarıyorum.

    Osmanlının- Türk ün kimliği üzerine bir bakış,


    Mustafa Kemal "Ne mutlu Türküm diyene" derken ne demek istiyordu.
    Ya da "Türk,övün,çalış,güven.
    Veya "Türk milleti çalışkandır.Türk milleti zekidir.Türk milleti asildir." derken hamaset mi yapıyordu?
    Yoksa kendine bir yer bulamayan milletin aşağılık kompleksinden kurtulmasını mı istiyordu?
    F.Rıfkı Atay bir eserinde bu duygu hakkında şöyle der : "Frenklerin ve onlara uyan Osmanlı
    alafrangalarının edebiyatı hepimizin ruhunda onulmaz bir aşağılık duygusu yaratmıştır.
    Romancıların eserlerinde Türk kelimesi geçtiğinde çok sevinirdik".
    Yine bu duyguyla hareket eden H.Edip kendi gücünü ve kimliğini önceleri hiç hesaba katmamıştır.
    Belkide Türk kavramı veya Türkçülük onlara bir değer ve anlam kazandırmış olabilir.
    Göçebe olmanın getirdiği özellikler olsa gerek Türkler kendisini hep aşağılamıştır.
    Osmanlı Devletinde 1700 lere kadar devlet memurluğunda müdüriyete kadar gelmiş devşirme
    olmayan Türk pek azdır.Neden? Çünkü Enderun mektebine kabul edilmiyorlardı.
    Yeniçeriliğe Türklerin alınmaması gibi.
    Türkler daha Orta Asya dan göçebeler halindeküçük küçük topluluklar kurarak geldikleri
    bölgelerde Arap saraylarının aranılan köleleri olurlar.Türkler bir yandan Araplaşırken bir
    yandan İslamlaşırlar.Araplara bağımlı yaşarlar ve vergi verirler.Doğan çocuklarına Arapça
    isim koyarlar.Arap baskısından bunaldıklarında da zaman zaman Çin den yardım isterler.
    Araplar Türkler üzerinde en şöven ve acımasız baskıyı kuran millet oldular.Bu bakımdan Türklerin
    kimliğini bulması ancak üzerindeki Arap gölgesini atmakla gerçekleşebilirdi.Öyle ki kökleri çok uzaklarda
    olan köksüz,kimliksiz Türkler, Anadolu daki ilk devletlerine Rum Selçukluları-Romalı adını verir.
    Yazışmaları bile Türkçe değildir. Hep bir öykünme peşindedir.
    Türkler çeşitli kurumları benimseme bakımından pek direnç göstermemişlerdir.Diğer ülke modellerini
    taklit etmişlerdir.Resmi yazışmalarında Osmanlılar önce Rumca yı daha sonra Grek ve fransızcayı
    kullandılar.
    Türkler her zaman göçebeliğin paradoksunu yaşadılar.Bu yaşam tarzı göklere çıkartılırken unutulan şey
    göçebeliğin uygarlığının olmamasıdır.Çünkü göçebe yaşamı birikimi reddeder..Her zaman dinamiktirler.
    Nakış dışında uygarlıkları yoktur.
    Osmanlı hanedanları koyu bir müslüman olmamakla beraber hep asalet ve ihtişam içinde oldular.
    asalet için Bizans ve Slav kızlarıyla evlilik yaptılar.Arap halifelerin fermanlarında aradılar.
    Ancak Arap hegamonyası Türk dünyasında karşıtlığını da yaratıyor.araplarla gelişen milliyetçilik ülküsü
    Türklerde Arap yanlıları olmakla beraber, bir Arap karşıtlığını da doğuruyor.
    Mesela İ.Hami danişmend"Arap-Türk mücadelelerinden kalan acı hatıralarla İslamın başında Arabın
    yerini Türkün almış olmasını AraplarınTürk düşmanlığının sebebi sayıyor.Ve Arapların müslümanlığı
    iyi savunamadıklarını Antakya ve Kudüs te haçlı seferleri sırasında hırıstiyan devletlerinin kuruluşunun
    Arapların zaafından ileri geldiğini" belirtiyor.
    Sınırlı yabancı dil bilgisi yabancı kaynakları arapça çevirilerde bulmaya zorunlu kılıyor.Türkler, Arapça
    yayınlarda da Türklüğe edilen hakaretleri yıllarca okudular.
    İçinde Türk adı geçen sözlerden bazıları,
    Türk ayağını bastığı yeri kurutur.
    Türk ün aklı sonradan gelir.
    Türk e beylik vermişler önce babasını öldürmüş.
    Türk ün Türk ten başka düşmanı -dostu değil-yoktur.( Bu söz de benim eklemem)
    Osmanlı Devleti kurucuları Türk unsuruna dayanmakla birlikte kimliğini dayatılan Arap hegamonyası
    ve İslamiyetten almıştır.Bu kimlik devletin tüm kademelerine ve topluma yansır.Dolayısıyla din ve Arap
    kültürü dışında toplumlar ve kişiler herhangi bir siyasi kimliğe sahip olamamıştır.Dini kimliğe ilave olarak
    soy farklılıklarını korusalarda müslümanlara hukuken başka bir hak tanınmamıştır.Yani din dışında siyasi
    anlamda bir Osmanlı kimliği yoktur. Kimliksizdir.Osmanlıdenilen, halk değildi.Hanedandı.1856 ya kadar
    bu böyle geldi.
    1856 dan sonra Osmanlılık siyaseti herşeyin üzerine çıkmış altında birleştirme güdülmüştür.Ancak
    Osmanlı kimliği din,soy ve dil gibi kimlikleri bir yana bıraktığı için benimsenmemiştir.Çünkü Osmanlılık
    bir ulusun ortaya çıkması için bağlayıcı unsur olantemel kimlik ve değerlere hitap etmediği için gerçek
    anlamda birlik ve dayanışma yaratamamıştır.ıı.Abdülhamid islamiyeti dini birlik ideolojisi olarak
    kullanması, ulus ve kimlik sorunlarını yakından etkilemiştir.
    1908 ayaklanmasından sonra İttihat ve Terakkinin iktidarı ele alması ile Türk kimliği tartışmaları hız
    kazanmıştır.Balkanlardaki karışıklardan sonra Türkler, kimlik arayışlarına hız kazandırmış " Genç
    Osmanlılar ve Jön Türkler"gibi oluşumların etrafında toplanmışlardır.Ancak hem Osmanlı hem İslam
    hem de Türkçülük anlayışından vazgeçilmemesi nedeniyle çelişkiler içinde kalmışlardır.

    Gelişmiş ülkeler bu kimlik sorunundan her fırsatta ve her zaman yararlanmayı bilmişlerdir.Gerek etnik
    bölünmeler gerek dinsel kimlikten olabildiğince yararlanmışlar katliamlara neden olmuşlardır.Özellikle bazı çevreler
    Yeni Osmanlıcılık adı altında bu eskimiş köhne anlayışı tekrar diriltme çabaları hız kazandırmak istemektedirler.

    Maalesef oyunu göremeyenler veya görmek istemeyenler kıblelerini Kabe yerine iblisin kıblesine çevirmektedirler.

    Günümüzde Osmanlı kimliğinin ne olup olmadığının artık bir önemi yoktur.Bu bakımdan uluslaşma bilincine ulaşma süreci içinde, kimlik oluşturma ve güven tazeleme adına geçmişe sünger çekildi. Mustafa Kemal ve arkadaşlarına minnnettarlığımızı belirtmemiz her türk gencinin görevi olmalıdır.(Ona kutsallık atfetmeden).

    Ülkemizde yurttaşlık bilinci önem kazanmıştır.Türkiye Cumhuriyeti içinde laik ve ulusal eğitim sistemi bu
    bakımdan çok önemlidir.Çünkü kimlik insanın çevresiyle olan ilişkilerinde ödev ve bağlılık derecelerini tayin eder.
    Bu hak toplumların varlıklarını savunmalarını sağlar ve dayanışma duygularını geliştirir.

    Bu arada belirtmekte fayda vardır.Kimlik sorunu sadece Osmanlıya özgü değildir.

    Yararlanılan kaynaklar
    Y.Küçük- Aydın üzerine
    Kemal Karpat
    H.inalcık
    Ziya Gökalp
    H.Ziya ülken
    _____________________________
    Devlet, ekonomik ve siyasal kararlar için dine ihtiyaç duyar mı?




  • @kommodor

    ben hala islamın ideolojisinin (illa olacaksa) sosyalizime çok çok yakın olduğunu savunuyorum.





    bencede osmanlıyı salt ümmet devleti olarak değerlendirmek büyük hatadır.osmanlı devrine göre şimdinin amerikası gibi bir birleşik krallıktı.içinde tüm dinlerin mensubu halklar vardı(hatta israilin bile bir zamanlar osmanlı olduğunu unutmayın).zaten osmanlının ulus devleti olmasından bahsedilemez.osmalı eyalet sistemininde ilk sağlıklı örneğidir.gayrimüslimlere özerklik verilmiş onlara müslüman halktan farklı olarak sadece ekstra vergi alınmıştır.kendi davalarına kendi kadıları bakmıştır.müslümanlar ve gayrimüslimler arasındaki davalarda ise kadılar duruma göre haklıyı haksızı seçmişlerdir.yani hiçbir gayrimüslime islami dayatma yapılmamıştır.

    osmanlı zamanında balkanlardaki hristiyan halk için birçok klise yaptırılmıştır.şu an laik türkiyede bile devletin kendi eliyle yaptığı 1 adet bile klise yok(cami var ama).

    osmanlının kültürüne bakarsak mehter marşlarının çoğu türk milletine yazılmıştır.orduda yine türkler devşirmelerden fazladır.


    dilin arapça ve farsça etkisinde olması garip veya baskı ile açıklanacak bir durum değildir.şimdi nasıl dilimiz ingilizce etkisindeyse devrin ileri devletleri diğer devletlerin dillerini etkiler.edebiyatımızda farsçanın etkisinin çok olması bu sebepten geir.

    eğer osmanlı dinde arap özentisi olsaydı "namaz"(farsça) değil "salah"(arapça) derdik.islamın en temel teriminin arapça olmaması buna en büyük kanıttır.

    zaten osmanlı kurulduktan bir süre sonra tüm arap devletlerini kendi egemenliği altına almıştır.takdir edersinizki yıktıkları bi devletin baskısına uğramaları ve bu yüzden dil değiştirmeleri akıl dışıdır.


    osmanlının bir yönüde sahip olduğu topraklara barış getirmesidir.kurulduğu ilk yıldan beri kudüs sadece osmanlı zamanında 400 sene barış görmüştür.kudüs tarihi 4000 seneden fazla olan bir şehirdir.savaşlarda silahsızlara karşı hiçbir saldırıda bulunulmamıştır.
    _____________________________




  • Şahsıma cevap yazdığın için cevaplama ihtiyacı hissettim...

    En başta İslamın sosyalizmle uyuştuğunu söylemişsin..Bunu söylerken İslamın temel şartlarından birini çiğnediğini unutmuşsun..Düşün kendin bul acaba hangisini çiğneyip geçtin??Bul ve kendin yorumla..

    Bir diğeri Mehter marşlarında geçen "türk" kelimesinin Cumhuriyet döneminde sonradan eklendiğini internetten okuyup öğrenebilirsin..

    Ve yine Osmanlıda bir arap özentisi olduğu fikrini kendin ortaya atıp yine kendin çürütmüşsün..Osmanlının arap özentisi bir devlet olduğu Cumhuriyetten sonra bazı tarihçiler tarafından maksatlı olarak yazılmıştır yada uydurulmuştur..Halkın kafasından osmanlıyı ve islami bakış açısını silmek için çok çeşitli yollara başvurulmuş yalan yanlış çarpıtma tarih yazılmasından geri durulmamıştır..Amerikalı eski bir emekli CIA yöneticisi yazdığı bir kitabında bu unutturma ve karalama kampanyasını dile getirmiş ve ""lobotomi(=beynin bir bölümünü çıkartarak hafızayı silme)""terimini kullanmıştır..Demem o ki "ocu,bucu,arapçı yok farsçı" diye nitelenebilecek osmanlı hiçbir zaman var olmadı..

    İslamiyetin dışında "bazılarına" ait hiçbir folklorik öge baştacı yapılmamıştır..Tüm söylem İslamiyetin evrensel söyleminin ta kendisidir..Gayrimüslimlerin hepsi bu evrensel söylemin şemsiyesi altında yaşamış ve önemli görevlere yükselerek devlete hizmet etme şansı bile bulabilmişlerdir..

    Yine eklemek istediğim bir şey var..Kavramlar ve değerlendirmeler flu kalmasın..Benim söylediğim şey Osmanlı İmparatorluğunu yöneten hanedanın tutum ve davranışları ile ilgilidir..Toplumun karma ve kozmopolit yapısı hakkında konuşmadım..Devleti yöneten,ferman yazan,Orduya emir veren,hiyerarşik düzeni sağlayan Hanedan ve Saray Erkanının tüm anlayışının İslam Düşüncesine ve İslam felsefesine dayandığını söyledim..

    "Toplum" ve "devlet" çok kesin çizgilerle birbirinden ayrılan kavramlardır..Soslu sosyalist toplumlarda,komünist toplumlarda bu iki kavram birbirine çok yaklaştırıldığından sol eğilimli bazı yazarlar bu iki kavramı birbiri yerine kullanma hatasına düşerler..Biz bu hataya düşmeyelim ve dahi kelimelerin suyunu çıkarmayalım derim..
    _____________________________




  • Yapay Zeka’dan İlgili Konular
    Osmanlı'da oğlancılık
    11 yıl önce açıldı
    Daha Fazla Göster
  • sosyalizmin materyalist düşüncesini atar yerine islam dinini koarsak sorun kalmaz zannediyorum.zaten bende tam uygundur demedim.islam dininin zaten bir ideolojisnin olmasından veya kendinin bir ideoloji olmasından bahsedilemez.illa bir ideolojiye benzeteceksek sosyalizimdir dedim.en azından liberalizimden daha yakın.

    marşlara türk ifadesinin sonradan eklendiğini ilk defa duydum.şaşırdım ne diyeyim.

    zaten x ci gibi ifadeleri bende reddediyorum.

    kısaca osmanlı birleşik bir kallık olduğu için ırk temelli kimliği reddetmştir.
    _____________________________
  • quote:

    Orjinalden alıntı: berat23
    sosyalizmin materyalist düşüncesini atar yerine islam dinini koarsak sorun kalmaz zannediyorum.zaten bende tam uygundur demedim.islam dininin zaten bir ideolojisnin olmasından veya kendinin bir ideoloji olmasından bahsedilemez.illa bir ideolojiye benzeteceksek sosyalizimdir dedim.en azından liberalizimden daha yakın.
    marşlara türk ifadesinin sonradan eklendiğini ilk defa duydum.şaşırdım ne diyeyim.
    zaten x ci gibi ifadeleri bende reddediyorum.
    kısaca osmanlı birleşik bir kallık olduğu için ırk temelli kimliği reddetmştir.


    Küçük bir ek daha yapmam gerekli sanırım..

    İslam hiçbir şekilde baskı ve rızasız mal paylaşımını kabul edemeyeceğinden yıllardır sosyalizmi ve onun daha yağlı versiyonu olan komünizmi reddetmiştir..

    Bu konuda yayınlanmış onlarca eser var,bir iki rus yanlısı ilahiyatçı dışında islam dünyasının tamamı bir rejim olarak sosyalizm ve islamın hiçbir zaman biraraya gelemeyeceği konusunda hemfikirdir..

    İran hariç müslümanların çoğunlukta olduğu Orta Doğu ve Asya devletlerinin hepsi soğuk savaş döneminde sovyetler birliğinin yanıbaşında olmalarına rağmen Amerikan ve Batı yanlısı olmuşlardır..Bunun altında yatan tek sebep olası bir rejim değişikliğinde müslümanların komünist idareye geçme tehlikesi ve İslamiyetin yitirilme riskidir..Tarihte bugüne kadar komünist bir islam devleti de kurulmamıştır..Zaten mümkün değildir..

    Şuan Rusya komünizm'den vazgeçmiş olmasına rağmen İslami kitapların yayınlanmasını ve okunmasını yasaklayan gelişmiş(?!!) ülkelerin içinde tektir..Aynı şekilde Çin Komünist partisi de 120 milyon müslüman çinliye rağmen özellikle doğu türkistan bölgesinde Müslüman öldürmekten geri durmamaktadır..Bunun karşısında ABD içinde de müslümanlara yönelik bir ayrımcılık yapılsa da çin ve rusya kadar değildir..AB içindeyse bazı münferit olaylar dışında herhangi bir ayrımcılık sözkonusu değildir..Irk mevzusu ayrıdır karıştırmayınız..

    Bu nedenle İki kutuplu bir dünya arasında illa bir tercih yapmak zorunlu ise Müslümanların yanı batı ve liberal modellerdir..Bugün İslam en fazla liberal ve özgürlükçü,demokratik ülkelerde ilerlemektedir..Hem de orjinal haliyle!!

    Ama diğer türlü hangi dozda olursa olsun baskıcı rejimlerin hepsinde İslam yasalara uydurulmaya çalışılmakta,özünden saptırılmakta baskıdan dolayı haliyle örselenmektedir..Bu bahsettiğim ülkeler en başta İran ve Suudi Arabistandır..Ürdün,BAE,Filistin,Yemen.Irak,Suriye,Afganistan ve Pakistan gibi ülkelerin hiçbirisinde orjinal islam bulunmamaktadır..Bu baskıcı ülkelere kısmen Türkiyeyi de dahil etmek mümkündür..

    Osmanlının dağılmasından sonra yokolan İçtihad müessesesi islam alemini bitirmiştir..Bu bahsettiğim Sorbonne'lu bir fransız hukukçu tarafından da dile getirilmiş acilen İçtihad mekanizmasının çalıştırılması gerektiği belirtilmiştir..Aynı fikir daha önce Harvardda da konuşulmuş,Prof.Dr.Noah Feldman bu konuda birkaç makale yayınlamıştır..Gelişmeleri okumak isteyenlere link atabilirim..

    İçtihad boşluğunu doldurmak için İngiltere Hükümeti bir fon ayırarak Oxford ve Cambridge Üniversitelerinin önderliğinde islami bilimlerdeki uzmanlar için bir Board oluşturdu..Ama ne hikmetse bu kurula Türkiye'den kimse katılmadı belki de katılamadı..

    Şahsi düşünceme göre bugün Orta doğu ve asya dahil müslüman görünen devletlerin hiçbirisinin islama katacağı hiçbir şey yok..Bayrak yavaş yavaş sahibinin eline geçmeye başladı..Bizler de o bayrağın altına doğru yürüyoruz..Hayırlısı da budur diyorum...
    _____________________________




  • 
Sayfa: 1
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.