Şimdi Ara

2. meşrutiyet

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
1 Misafir - 1 Masaüstü
5 sn
3
Cevap
0
Favori
6.229
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: 1
Giriş
Mesaj
  • 100. Yılında II. Meşrutiyet, Ömrü kısa özgürlükler dönemi


    1876 yılında amcası Sultan Abdülaziz'in asker-sivil bürokratların da katıldığı bir silahlı darbe sonucu tahttan indirilmesi ve bir süre sonra hâlâ tartışılan intiharı üzerine kardeşi V. Murad'ın kısa süren padişahlığından sonra tahta geçen II. Abdülhamid, tarihimizde 93 Harbi diye bilinen Osmanlı-Rus savaşının ağır sonuçları üzerine bir süre önce ilan ettiği ilk Osmanlı Anayasası'nın (Kanun-ı Esasi) hükümlerini askıya alarak Meclis-i Mebusan'ı dağıtmış ve ülkeyi 33 yıl parlamentosuz yönetmişti.



    Bu durum, sivil ve askerî bürokrasi içinde hoşnutsuzluğa sebep olunca Avrupa'daki belirli başkentlerde (Paris, Londra, Zürih vb.) örgütlenen muhalefetin hoşnutsuzluğu iyice artmıştı. Abdülhamid, 1908'e kadar kanundışı saydığı siyasi muhalefeti çeşitli usul ve taktiklerle etkisiz kılmayı başarmıştı ancak aynı yılın yaz aylarında Rumeli'nde mevzilenen III. Ordu birliklerinden bazılarının birbiri ardınca isyana kalkışarak dağa çıkması ve birkaç yüksek rütbeli askerin suikasta maruz kalması, Abdülhamid'in anayasal düzeni yeniden kabullenmesiyle sonuçlandı. Tarihimizde II. Meşrutiyet'in ilanı denilen hadise budur.

    II. Meşrutiyet devrinin belli başlı aktörleri

    II. Abdülhamid Han: Meşrutiyet inkılâbı, görünürde idari bir değişikliğe yol açmadı. Pâdişah sadece 1876 Anayasası'nı yeniden yürürlüğe geçiren bir kararname imzaladı ve 31 Mart ayaklanmasının son günlerine kadar yerini korudu; oysaki Rumeli'de dağa çıkan asi birliklerin sözcüleri başta olmak üzere bütün muhalif güçler, Meşrutiyet'in ilanından sonra Abdülhamid'in yerinde kalmasına şaşırmış ve içlerine sindirememişlerdi.

    Muhalefet: Abdülhamid, bütün iktidarı yılları boyunca siyasi muhalefete meşru zeminlerde kendini ifade etmek imkânı vermemişti; o yüzden siyasi muhalefetin ağırlığı Avrupa'daki merkezlerde ve Selanik'te yoğunlaşmıştı. Meşrutiyet'i izleyen günlerde muhalefet kendini görünür kılmakta zorlandı. İttihat ve Terakki bu yüzden önemli kısmı gizli tutulan, ancak meclis grubu ortada duran bir örgüt manzarası çizmiştir. Muhalefetin kurumlaşmasına imkân tanıyan Cemiyetler Kanunu'nun 16 Ağustos 1909'da alelacele kabul edilmesi dikkat çekicidir. Meşrutiyet'in ilanından 31 Mart vakasına kadar geçen ara dönemde (24 Temmuz 1908-13 Nisan 1909) kurulan siyasi örgütler başlıca şunlardı: İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC), Fedakâran-ı Millet Cemiyeti, Ahrar Fırkası ve İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti.

    Basın: Daha önce sıkı bir sansür rejimi altında bunalan basın faaliyetleri, Meşrutiyet'in ilanı ile tam bir kontrolsüzlük içinde başıboş bir gelişme gösterdi. O günlerde dilden dile gezen "Hürriyet" kelimesi, dileyenin her istediğini yapabileceği geniş bir yorumla karşılanmış, ancak daha sonra kanuni düzenlemeye gidilmişti; burada dikkat çekici husus, İTC'nin iktidarı tek başına kontrol edecek derecede kendini güçlü hissettiği andan itibaren eskisini mumla aratan sertlikte bir sansür uygulamasına yeniden dönmesi olmuştur.

    Ordu: Abdülhamid, saltanatı süresince bürokrasiyi "Bâbıâli", basını ve orduyu sıkı bir kontrole tabi tutarak siyasileşmelerine izin vermemiş, ideoloji üretebilecek kaynakları baskı altına alarak yönetim cihazının sinir uçlarını Yıldız Sarayı'na bağlayan tek merkezli bir örgütlenmeye gitmişti; buna rağmen ordu, önceleri askerî okullarda başlamak üzere Avrupa merkezli Jöntürk akımının tesirine girdi; daha sonra Rumeli'nde eşkıya takibiyle görevli özel birliklerde genç zabitler teşkilatlanma imkânı bulabildiler. Nitekim Meşrutiyet'in ilan edilmesini zorlayan da bu birlikler oldu.

    Kamuoyu: İlk gazete, XIX. yüzyıl ortalarında yayınlanmasına rağmen Türkiye'de modern mânâsıyla kamuoyu henüz teşekkül etmekteydi. II. Abdülhamid'in demiryolu ve özellikle telgraf haberleşmesine verdiği önem, haberleşme ve ulaşım altyapısını destekleyen önemli unsurlardı; fakat XX. yüzyılın başlarında Osmanlı kamuoyunu İstanbul ve kısmen Selanik merkezinde oturan ahaliden ibaret saymak da mümkündür. Kamuoyunun modern şekliyle vücut bulması Meşrutiyet'i izleyen günlerde mümkün olabildi; basında sansürün kalkması evvela İstanbul'da, sonra imparatorluk taşrasında gazete, dergi ve kitap yayınlarını adeta patlatmış, gazete okuyucusu denilen bir kitlenin büyümesine yol açarak ülkede siyasileşmeyi hızlandırmıştı.

    Meşrutiyet'in ilan edilmesi neleri değiştirdi?

    II. Meşrutiyet'in ilanı, teknik açıdan sıradan bir resmi işlemden ibaretti. Padişah, o günün resmi gazetesine 1876'dan beri yapılmayan seçimlerin o yıl düzenleneceğini belirten bir irade koyulmasını emretmişti. Bu küçük ayrıntı evvela dikkat çekmemiş, ancak az sayıdaki "hürriyetperver" ve İttihatçı sempatizanı tarafından önemi kavranarak hemen kamuoyuna duyurulmuştu.

    Halk, "siyaset"e katılıyor

    Osmanlı kamuoyu için o gün itibariyle Meşrutiyet, içine iyilik, güzellik ve serbestlik namına hemen her anlamın doldurulduğu yeni bir kavramı ifade ediyordu. Birçok kimse, artık bütün davanın hallolduğu gibi çocukça bir inanç içinde ve belki de gittikçe ağırlaşan dış politika şartlarının bunaltısı ile aklına eseni yapmak eğilimdeydi: Meselâ, "Böyle devr-i dilara-yı meşrutiyet devrinde vergi verilir mi?" lâfı bazı vilayetlerde vergi tahsilâtını sekteye uğratırken öğrenciler, "hürriyet geldi" diye imtihansız sınıf geçme hakkı istiyordu. O günlerde adı türkülere bile geçen hürriyet devri, bilhassa İstanbul'da kargaşa ve başıboşluğa yol açmıştı. Birçok güvenlik görevlisinin "jurnalci" ithamıyla alelacele işten atılması yüzünden soygun olayları artmıştı. O günlerde bakkallarda bile revolver ve fişek satılmaya başlaması, gücü yeten yetmeyen herkesin otuz kırk kuruş vererek en az bir silah edinmeye kalkışması çok dikkat çekiciydi. Güvenliğin bu kadar sarsılmasına sebep olan başlıca unsur, siyasî mahkûmlar için çıkarılan affın, bütün adî suçları kapsayacak derecede genişletilmesiydi. Daha sonra devrin içişleri bakanı 5-6 bin civarında şahsın henüz mahkumiyet süreleri dolmadan salıverildiğini açıklamıştır.

    Birbirini izleyen ilk işçi grevleri, kırmızılı yeşilli bayraklarla her gün Bâbıâli önünde tekrar edilen mitingler, istenmeyen devlet memurlarının dövülüp hatta 'birer merkebe bindirilerek' işlerinden atılmaları artık sıradanlaşmıştı. Politika, yüksekokullara da hızla yayılmış, askerî tıbbiye öğrencileri daha Meşrutiyet'in ikinci günü sokaklara dökülmüştü. Yerleşik değerlerin altüst olduğu bu hengâmede hutbelerde ismi hayırla anılan halifenin komik karikatürleri iskelelerde satılıyor, hatta başıboşluktan nasîbini alan Kuzguncuklular, şirket vapuruna binmeyi reddedip, ayrıca vapur işletmeye kalkışırken günün bakanlar kurulu, daha önemli işlerle uğraşması gerekirken İstanbul'un ekmek narhını tespit etmek zorunda kalıyordu.

    Basın hürriyeti yanlış anlaşılınca...

    Meşrutiyet'in basın hayatı üzerindeki etkisi çok büyük olmuştu, 24 Temmuz 1908 tarihini izleyen altı yıl içinde 200'den fazla gazete ve derginin imtiyaz alarak yayına atılması bunu açıkça gösterir. O günlerde biraz teşebbüs kabiliyeti ve yazı tecrübesi olan herkes ama bu arada bilhassa küçük memurlar ve hakkının yenildiğine inananlar kolayca yayın imkânı bulabilmekteydi ve böyle bir yayın serbestîsi Osmanlı kamuoyunda alışılmamış bir yenilikti. Başıboşluk, yayın yoluyla işlenen suçlarda da kendini hissettiriyor, yarbay rütbesinde bir subayın harbiye nazırını aşağılaması, sadrazamın sünnet çocuğuna benzetilmesi gibi alışılmamış hakaretler, mevzuat boşluğu yüzünden takipsiz kalabiliyordu. Bu günlerde yayına başlayan Şeddeli Eşşek, Zıpır, Dalkavuk, Boşboğaz, Curcuna vs. gibi mizah gazeteleri yapılan neşriyatın mahiyeti ve seviyesi hakkında bir fikir vermektedir. Ne var ki bu anarşi dönemi uzun sürmeyecek ve İTC yönetimi yeni bir basın kanunu hazırlayarak, yayın hürriyetini hükümetlerin inisiyatifine terk eden eski uygulamayı yeni şekliyle yürürlüğe sokacaktı.

    Yanlış kavrayış sadece basın hürriyetine mahsus değildi ve diğer alanlarda da kendini hissettirmişti. Aslında değişiklik önemli ve radikal bir karakter taşımaktaydı; çünkü fiilen yürütülmekte olan mutlak monarşiden meşrûti (kayda bağlı, sınırlandırılmış) bir monarşi yönetime geçilmekteydi. Ne var ki Meşrutiyet'e yani mutlak monarşiye geçişin sadece üst yapıyla sınırlı kalacağını fark edemeyenler, ilk günlerdeki geniş beklentilerden yavaş yavaş vazgeçmek zorunda kalacaklardı. Bu beklentilerin ne derece yaygınlaştığını izlemek için şimdi Meşrutiyet'in ordu mensupları arasında nasıl karşılandığına bakmalıyız.

    [Yarın: Yeni siyasi hayat kendi dengelerini arıyor... 31 Mart Vakası nedir ne değildir?.. Abdülhamid, siyasi hayattan çekiliyor ve siyasi bunalımlar devri başlıyor.]


    Zabitler siyasî hayatı keşfediyor ve hoşlanıyor

    Meşrutiyet inkılâbını gerçekleştirenlerin genç subaylar nesline mensup olması, orduda daha yüksek rütbelilere karşı ilk günlerde derin bir hoşnutsuzluk gösterilmesine yol açmıştı. Devrin önemli şahitlerinden Hasan Amca'ya göre o günün en yüksek rütbesi teğmen ve yüzbaşılardan hemen sonra başlıyor, binbaşılar, yarbaylar ve albaylardan sonra paşalar, kıymetten düşmüş, istibdad artıkları olarak görülüyordu. Bu günlerde disiplin tam bir iflas halinde idi. Küçük subaylardan oluşan heyetler, huzurlarına mancınıkla çıkılmayan paşalara, sadakat yemini yaptırıyorlardı. Bu paşalardan çok azı, bu teklifi haysiyete aykırı bulmuş, "Hadi oğlum, insan bir defa yemin eder, beni rahat bırak" diyen hemen hemen çıkmamıştı... Pek çoğu bu ast teklifine boyun eğdiler ve yemin tazelediler. Kendilerini hızlı bir siyasîleşme sürecinin içinde bulan zabitler ve bilhassa küçük rütbeli olanlar, bu değer anarşisinde, inkılâbı bizzat başarmış olmanın verdiği gururla, normal zamanlarda affedilmeyecek davranışlarda bulunmaktan çekinmemişlerdi. O günlerde İTC taraftarı genç bir zabit olan Selim Sırrı (Tarcan), Meşrutiyet'in ilk günlerini şöyle anlatır: "Filozof Rıza Tevfik ile işbirliği yaptık. Kendi kendimizi İstanbul komiseri tayin ederek on yedi gün makarr-ı saltanat ve hilafeti idaremiz altına aldık. (...) Ertesi sabah Selimiye'ye gittim. Harem iskelesinde paşalar, yüksek rütbeli zabitler tarafından bando mızıka ile karşılandım. Aynı merasimle yemin ettirdim. Kumandan paşanın odasında çay içerken Bahriye Nazırı Hasan Paşa'nın damadı Ziya Nuri Paşa nefes nefese içeri girdi.

    - Müsaade buyurularsa bendeniz de yemin etmeye geldim. Meşrutiyetin en sadık bendesiyim, dedi."

    Rütbesi ne olursa olsun ordu mensuplarının asli görevlerini bırakarak, kendini rejimi ve devleti kurtaran bir sınıf gibi görmesinin tesirleri yaralıyıcı olmuştur. Siyaseti pratiğinden tanıyan genç zabitler için kışla, artık hiç de cazip bir dönüş yeri teşkil etmeyecekti. Bu dönem hakkında Mahmud Muhtar Paşa'nın verdiği hüküm, bu anlamda hâlâ tazeliğini korumaktadır: "... Hiçbir inkılâp yoktur ki, netice itibariyle onu tertib ve idare edenlerin seviye-i idrak ve irfanının fevkine çıkabilsin."

    II. Meşrutiyet'i niçin bilmeliyiz?

    Bundan tam 100 sene önce, Türk siyasetinde ilk defa çok partili hayata giden yol açılmıştı. Tarihimizde II. Meşrutiyet diye bilinen bu önemli olay, Türkiye'de siyasi iktidarın yapısını da değiştirdi ve serbest seçimlerle oluşturulan "Meclis-i Mebusan" adı verilen yasama organı, padişahın otoritesini paylaştı; böylece Tanzimat döneminde (1839-1876) yönetime ortak olan bürokrasi sınıfına ilaveten, seçimle gelen halk temsilcileri de yönetime dahil olarak Türkiye'de güçler ayrılığı ilkesinin temellerini atmış oldular. Türkiye'de basın hürriyeti, siyasi muhalefet, örgütlenme hakkı, iki parlamentolu meclis ve grev hakkı gibi modern demokrasinin vazgeçilmez unsurları, hayatımıza II. Meşrutiyet'le girmiş oldu. Ne var ki bu güzel gelişmeler kâğıt üstünde göründüğü kadar kolay işlemedi; yeni kurumların toplumsal yapıya uyumu büyük problemler doğurdu ve geçirdiğimiz bir asır boyunca gündemden düşmeyen siyasi bunalımlar birbirini izledi. Bu yazı dizisi, Zaman okuyucularına II. Meşrutiyet döneminde neler yaşandığını, olayların sebep ve sonuçlarıyla izah ederek, 100 sene içinde Türk siyasi hayatında nelerin değiştiğini hatırlatmayı amaçlamaktadır.

    AHMET TURAN ALKAN
    23 Temmuz 2008, Çarşamba



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi bahtiyar0011 -- 27 Temmuz 2008; 13:58:08 >







  • İttihatçılar, dine muhalif değiliz demek için Ayasofya'da mevlit okutuyor

    Taşkışla Ayaklanması1908 Ekim'inin son günlerinde meydana gelen bu hadise, Taşkışla'da kalan alay mensuplarından 1905 senesi efradının Cidde'ye sevk edilmek istenmelerinden çıkmıştır.

    Bu yıllarda normal muvazzaf hizmet sürelerini tamamladıkları halde, terhislerinin geciktirilmesi ve askerlerin bir nevi "yumuşak isyanla" terhis talep etmeleri ilk defa rastlanan bir hadise değildi. Ancak bu defa Taşkışla neferleri, karşılarında babacan tavırlı alaylı zabitler yerine, Selanik'ten getirilen Avcı taburlarını ve onların başındaki müsamahasız ve sert zabitleri bulmuşlardı. Çıkan çatışmada, isyancılardan üç çavuş öldürülmüş ve ayaklanma bastırılmıştı. Hadisenin bir başka farklı boyutu ise, İstanbul'da bulunan Birinci Ordu kumandanı Mahmud Muhtar Paşa'nın, öldürülen üç çavuşun cesedini "Yıldız civarındaki taburlar efradına ibreten gösterilmek üzere" astırmak istemesidir.

    Avcı taburları ve İstanbul askerinin durumu

    İTC'nin İstanbul'daki yöneticileri, halen mevkiini koruyan Abdülhamid'in varlığından duydukları huzursuzluk sebebiyle kendilerini emniyette hissedemiyorlardı. Bu yüzdendir ki, Cemiyet'in genel merkezi hâlâ Selanik'te bulunuyor ve İttihatçılar küçük kabine revizyonlarıyla kendi güçlerini tecrübe ediyorlardı. Abdülhamid'e ve siyasi nüfuzuna karşı iktidarlarını ve can güvenliklerini korumak için, İstanbul'da mevcut askerlere güvenememiş ve Meşrutiyet'i korumak maksadıyla eylül ayı sonlarında 3. Ordu'dan 3 Avcı taburu Mecidiyeköy'deki Taşkışla'ya yerleştirmişlerdi. Selanik'ten getirtilen taburlara, o günlerde Meşrutiyet'in sadık bekçileri ve Cemiyet'in destekçisi olarak bakılıyordu.

    Bu arada İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin üzerinde yoğunlaşan "dine karşı lâkaydî" suçlamalarından ötürü Cemiyet'in de bir şeyler yapmak gereği duyduğu anlaşılıyor. Ahmet Cevat Emre'nin yorumuna göre, bu dinsizlik damgasından temizlenmek için 1 Nisan 1909'da, Midhat Paşa'nın ruhuna Ayasofya'da mevlüt okutmuştu.

    Harbiye-Bahriye Krizi nedir?

    Kısaca "Harbiye-Bahriye Krizi" olarak bilinen bu hadise, 1909 Şubat ayının ortalarında, Sadrazam Kâmil Paşa'nın Harbiye ve Bahriye Nâzırları'nı değiştirmek istemesine karşılık, Meclis-i Mebusan'da çoğunluğu elinde tutan İTC'nin Sadrazam'a karşı çıkmasıyla alevlenmişti. Neticede Sadrazam Kâmil Paşa, Meclis tarafından güvensizlik oyuyla düşürüldü. Bu bunalım, 'Ordu, Cemiyet, Meclis-i Mebusan, Sadrazam ve Padişah'ın sistemi oluşturan birer güç odağı olarak karşılıklı ilişkilerini izah etmesi ve bu güçlerin birbiri karşısında ne anlam ifade ettiğini ortaya koyması açısından önemlidir.

    Son hesaplaşma Meclis-i Mebusan'da yapıldı ve neticede 8'e karşı 196 itimatsızlık reyi ile, Osmanlı parlamento tarihinde ilk ve son defa olmak üzere bir sadrazam mevkiinden düşürüldü. Kriz sonunda Sadrazam Kâmil Paşa mevkiini kaybederken, iç siyasette ordu desteğini kazanmanın önemi de açıkça kendini gösteriyordu.

    31 Mart'ta isyan edenler ne istiyorlardı?

    Bu gibi küçük ama önemli ayrıntılarla beslenen ayaklanma esnasında, isyancı askerlerin arzuları, siyasî sistemi kökten değiştirecek radikal talepler değil, genellikle "...istemeyiz" şekliyle formüle edilen ve restorasyona dönük isteklerdi. Buna göre,

    1. Şeriatın tamamen icrası

    2. Bu hareketlerinden dolayı ceza görmeyeceklerine dair teminat verilmesi

    3. Harbiye Nâzırı Ali Rıza Paşa ile Meclis-i Mebusan reisi Ahmet Rıza'nın azli

    4. Mektepli zabitlerin değiştirilmesi

    5. Başarılarından ötürü toplar atılarak şenlik yapılması

    Çavuşların yönettiği bir isyanda asilerin, dileklerini tam bir sarahatle ifade edememeleri tabiî karşılanmalıdır. Rıza Nur, biraz da alaycı bir ifade ile bu durumu şöyle değerlendiriyor: "Evvelce bir padişah ve saray hükûmeti, Meşrutiyet'ten şimdiye kadar ise, bir mülâzım hükm-ü kuvveti ve hükûmeti vardı. Şimdi bu vaka ile çavuş ve nefer hükûmeti kuruldu."

    İsyancıların alenî istekleri arasında, Meşrutiyet aleyhtarı bir arzunun belirtilmeyişi yanında askerlerle ittifak ettiğine inanılan ulemânın, istibdad aleyhine ve Meşrutiyet'ten yana tavır alışı da pek az araştırmacının dikkatini çekmişti. Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye'nin yayınladığı bildiride Meclis-i Mebusân'ın savunulması yanında "meşveret ve Meşrutiyet'in, şer'i-şerif ahkâmına katiyyen muvafık olduğu" yolunda görüş belirtilmesi çok önem taşımaktadır.

    31 Mart Ayaklanması, nefer diye bilinen, görünmez, hesaba katılmaz, ama ordunun belkemiğini oluşturan kitlenin, ilk defa kendi başına, fark ettiği olumsuzluklara karşı kıyâmı anlamını taşımaktadır: Hazırlıksız, plansız ve isyandan sonraki günleri hesaba katmaksızın girişilen hareketin, küçük bir müdahale ile dağılıvermesi bunu açıkça gösteriyor.

    İsyan nasıl bastırıldı ve Hareket Ordusu nasıl rol oynadı?

    Osmanlı başkentinde 1826'dan sonra ilk defa, Osmanlı ordusunun iki birliği karşı karşıya gelerek kanlı bir kardeş kavgasına tutuşmuşlar ve sonuçta siyasî iktidar bir kere daha el değiştirmişti.

    "Hareket Ordusu, Hürriyet Ordusu" gibi isimlerle anılan ordunun terkibi ve isyanı bastırış tarzı, birçok kaynakta hayli tenkide uğramış, bu meyanda bilhassa bazı Makedonyalı çetecilerin ve gayrimüslimlerin alınması eleştiri konusu edilmiştir. Balkan çetecilerinin mevcudiyeti kat'î olmakla beraber, sayılarının ekseriyet sınırına yaklaşmadığı tahmin edilebilir. Bu esnada karşı karşıya gelen iki askerî kuvvetin temsil ettiği zihniyet itibarıyla durum şöyledir: Her iki taraf da mevkilerinin Meşrutiyet'e uygun ve hattâ Meşrutiyet'i kurtarmak gayesine dönük olduğu inancında olsalar bile ordu, siyasetin tam içinde ve iki parça halindeydi.

    Hareket Ordusu'nun İstanbul'a rahatça girerek, kolay bir zafer elde etmesinde, Sultan II. Abdülhamid'in bunlara silahla mukabele etmemek tercihi etkili oldu. Hadise esnasında Mabeyn Başkatibi olan Ali Cevat Bey, İkinci Fırka'ya mensup bazı askerlerin, "bizi öldürmeye geliyorlar. Bunlardan hâlâ merhamet mi bekliyorsunuz? Bunlar bizi tavuk gibi boğduracaklar." feryâdıyla cephaneliklerin kapısını kırıp mühimmat almaları üzerine Abdülhamid'in daire-i hümayunun binek taşına çıkarak, "Asker zinhar kurşun atmasın. Eğer kurşun atacaklarsa ilk önce beni vursunlar, sonra kurşun atmaya başlasınlar." dediğini söylüyor. Maçka Kışlası etrafında vuku bulan çarpışmaların fazla uzamadan, ama kanlı bir şekilde sona ermesi, Hareket Ordusu'nun öncü birliklerinin İstanbul'a tek kurşun atmadan rahatça sızabilmeleri de bu fikri doğrulamaktadır.

    Artık Ordu, 31 Mart'ın ertesinde, Türk siyasî hayatında son derece önemli bir güç merkezi olarak yerini alıyordu; nitekim Hareket Ordusu'nun kumandanı M. Şevket Paşa, itibarı Cemiyet'i de aşan yüksek bir prestij sahibi olarak o günlerde İstanbul'un en güçlü şahsiyeti haline gelmişti.

    31 Mart İsyanı'nın sonuçları nelerdi?

    31 Mart'ın, "Medrese ruhunun mahsulü", "din ve şeriat namına" yapılmış çılgınca bir hareket olduğu fikriyle yetinmek, ne kadar rahatlatıcı olsa da, gerçeğin büyük bir kısmına yüz çevirmek anlamına gelir. Ayaklanma, dinî heyecanla genişlemiş olsa bile, ana sebepleri itibarıyla sosyal ve siyasî rahatsızlıklara dayanmaktaydı. İsyanın sebeplerini, sonuçlarına bakarak anlamaya çalışmak, bu noktada daha öğretici olabilir.

    II. Abdülhamid tahttan indiriliyor

    İsyancılar, kim ve ne adına kıyam etmiş olurlarsa olsunlar, isyanın en büyük sonucu, II. Abdülhamid'in hal' yoluyla tahttan uzaklaştırılması olmuştur. II. Abdülhamid'in, hadisede dahli olmadığı bugün kesinlikle bilinmesine rağmen, trajedinin bütün sonuçlarından sorumlu tutulması önemli bir çelişkidir. Hareket Ordusu İstanbul'da kontrolü ele geçirince yapılan ilk iş, Meclis-i Mebusan'dan bir karar çıkarılarak Abdülhamid'in hal'i oldu. Hal' kararının Meclis'te görüşülme biçimi, hal' fetvâsının muhtevası ve bu kararı tebliğe memur edilen heyetin terkibi günümüze kadar bir hayli tartışılan konular olmuşlardır.

    Abdülhamid'in hal'i, bilhassa Cemiyet mensupları açısından zarurî kaçınılmazdı. Abdülhamid'in, isyanda parmağı olduğu gerekçesiyle yargılanması gündeme geldiğinde, eski Sadrazam Said Paşa'nın, "Beraat (tebrie) ederse, sonra bizim hâl-ü mevkiimiz nice olur" diyerek soruşturma açılmasını engellemesi de çok dikkat çekicidir.

    Abdülhamid'in hal'i, Osmanlı siyasî hayatından "geleneksel" olanın çekilmesi anlamını da taşımaktadır.

    Örfî İdare ilan ediliyor; Divan-ı Harb kuruluyor

    İsyanın bastırılmasından sonra, dîvân-ı harpler kurulup zanlıların yargılanmasına başlandı. Üçüncü, dördüncü derecede suçlular yakalanarak Divan-ı Harb kararıyla cezalandırıldı; büyük suçlu ve tertipçilere asla ulaşılamadı. Abdülhamid Selanik'e sürgüne gönderildikten sonra iktidarın yeni sahipleri, İstanbul ahalisiyle yakınlaşmak amacıyla, Yıldız Bahçesi'nin halka açılması, Yıldız Sarayı'nda ele geçirilen Abdülhamid'in elbiselerinin Harbiye Nezareti'ne gönderilmesi, 'Tasfiye-i Rüteb ve Tensikat Kanunları'yla istibdad artıklarının temizlenmesi ve yeni kadrolar açılması ve istibdad enkazlarına sövme ve hakarete müsamaha edilmesi gibi küçük atıfetlerde bulunmaktaydılar. Tek tek muhakeme edilmemekle birlikte 31 Mart Ayaklanması'na katıldığı varsayılan İstanbul askerleri, yol inşaatında kullanılmak için takım takım Rumeli'ye gönderilmiş, bu askerlere yol boyunca ağır hakaretler yapılmasına göz yumulmuştu. Bu hadiseler esnasında ordunun bir kısmının diğer kısmına karşı kışkırtılması, üzerinde önemle durulacak ağırlıktadır.

    İttihat ve Terakki Cemiyeti yeniden toparlanıyor

    31 Mart sabahı, İttihat ve Terakki Cemiyeti, varsaydığı bütün nüfuzu ve destekçileri ile İstanbul'da bir hiç hükmüne düşüvermişti.

    İsyanın bastırılmasından sonra Cemiyet eski güç ve nüfuzunu yeniden kazanmış, muhalif Ahrar Fırkası'nın siyasî hayatı sona ermiş, Saray etkisiz duruma getirilmiş, Bâbıâli bürokrasisi ise iyice sindirilerek ordunun ve Cemiyet'in tasarrufu altına geçmişti. Artık Cemiyet eski ürkeklik ve kararsızlığını terk ediyor ve her şeyden önce devr-i sâbıkın hesabını tasfiye etmek için istibdad artığı ve destekçisi olarak gördükleri kişileri Adalara, Kuzey Afrika'ya ve Yemen'e sürerek uzaklaştırıyor, Tensikat Kanunu ile büyük küçük bütün memuriyetler, Cemiyet'in güvenli kişilere emanet ediliyordu. Örfî idareye eklenen hükûmet tedbirleri ile basın, toplanma, dernek kurma ve fikir hürriyetleri kısıtlanmış, yayınlar azalmış, siyasî partilere yaşama şansı tanınmamış ve daha ilk yılında Meşrutiyet'in dayanması gereken temel hürriyetler, asla gelişemeyecekleri bir ortama itilmişlerdi.

    Tensikat ve Tasfiye-i Rüteb nedir; nasıl uygulandı, hangi sonuçlara yol açtı?

    Tensikat ve Tasfiye-i Rüteb, asker-sivil, bütün memurlar arasında muhtelif tarihlerde yapılan büyük personel düzenlemelerini anlatır ve bu yaş haddiyle görevden alma ve bilhassa Abdülhamid devrinde haksız yere verildiğine inanılan nişanların geri alınması gibi unsurlar da yer almaktadır.

    Tensikat Kanunu'nun bir diğer ve önemli sonucu, boşalan kadroların yeni istihdam imkânları yaratması, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin öteden beri güvensizlikle baktığı Bâbıâli ve devlet bürokrasisine, ümit verdiği yandaşlarının yerleştirebilmesi olmuştur. Bu hareket bir anlamda ordunun, yeni bir ideolojik anlayışa göre yeniden kurulması anlamına geliyordu.

    İrtica kavramı ilk defa 31 Mart esnasında telaffuz edilmişti

    31 Mart vakası Türk siyasî hayatına, o günden sonra sık sık bir yıpratma malzemesi

    olarak kullanılacak olan "irticâ" kavramını yerleştirmiştir. İsyanın bastırılmasından

    sonra, bir vatandaşa "mürteci" damgasını vurmak, örfî idareye gitmek için yeter sebep

    sayılmıştı. Sonraki yıllarda iç isyanların tamamına irticâ süsü vermek moda haline

    geliyor, muhalefetin meşhur kalemlerinden Lütfi Fikri, kavramın tarif edilmeyişinden

    ve İttihatçıların her bunalımda irticâ edebiyatı yapmalarından şikâyet ediyordu.

    Yeni politik güçlerin çatışması

    31 Mart Vakası bir halk ayaklanması, toplumsal mahiyeti bulunan bir kalkışma değildi; bir askerî ayaklanma idi ve Osmanlı ordusuna mensup farklı birliklerin birbiriyle çatışması şeklinde tezahür etmişti; isyanın ilk günlerinde İstanbul'da İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) aleyhine isyan eden ve durumu kontrol altına almayı başaran güçler, çavuş rütbesinden ileri geçmeyen küçük rütbelilerden ibaret gibi görünse de şüphesiz geri planda isyancılara akıl ve moral desteği veren siyasi hesaplar mevcuttu. Bu güçlerin kimler olduğu, hâlâ kesin olarak anlaşılmış değildir. O bakımdan hadisenin askerî boyutlarını kısaca gözden geçirmek yerinde olacaktır.

    [Yarın: Meşrutiyet modeli Arnavutluk isyancılarına ilham veriyor. Orduda, siyasetle içli-dışlı yeni bir politik örgüt beliriyor: Halaskâr Zabitan Hareketi. Balkan Harbi'nde politikayla çok yüz-göz olmuş bir ordunun muharebe yeteneği iflâs ediyor ve ardından İTC modern hayatın ilk hükümet darbesini gerçekleştirerek kendi diktasını kuruyor.]



    A.TURAN ALKAN
    24 Temmuz 2008, Perşembe



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi bahtiyar0011 -- 27 Temmuz 2008; 14:02:33 >




  • Yakın geçmişimiz bugünü izah eder


    1912 yılının ilk aylarında yapılan ve yakın tarihimize "Sopalı Seçimler" nâmıyla geçen seçimlerde, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin hile ve cebirle ve büyük bir ekseriyetle Meclis çoğunluğunu ele geçirmesi ve neticede yüzü aşkın muhalif mebustan sadece beşinin seçimi kazanabilmesi ve bu arada birçok Arnavut mebusun Meclis dışında kalması, görünürdeki sebeplerden biridir.

    Seçimlerde, neredeyse tamamen Meclis dışında kalan muhalefet için, İttihat ve Terakki Cemiyeti ile mücadele edecek meşrû zemin de daralmış oluyordu. O günlerde belli başlı bütün muhalefet mihraklarının toplandığı bir odak durumunda olan Hürriyet ve İtilâf Fırkası, resmen olmasa da Rıza Nur gibi tanınmış bir üyesi vasıtasıyla Arnavutluk İsyanı'na sıcak bakmış ve dolaylı yoldan desteklemişti. Bu isyanın ilginç yanı, tıpkı II. Meşrutiyet'in ilanında olduğu gibi bir grup Arnavut asıllı zabitin, Arnavutluk'ta dağa çıkması olmuştur. Arnavutluk'a asker sevk etmekte güçlüklerle karşılaşılmış, bazı taburlar verilen emre itaat etmemişti. Askerî Tıbbiye'de talebeler derse girmeyi reddederek Arnavut talebelerin ihracını istemişler, bazı talebeler bu yüzden tevkif edilmiş ve isyan yerine gönderilen mektep zabitlerinin geri gönderilmesi istenmişti. İsyanı bastırmak üzere Arnavutluk'a gönderilen askerlerin bir kısmı ile Arnavutların uyuşması da dikkat çekicidir. Neticede isyan, asilerden bir kısmının terhisi, Osmanlı kabinesinde seri istifaların başlaması gibi sonuçlar doğursa da bunların arasında en önemlisi Halaskâr Zabitân Grubu Hareketi olmuştur ki, bu olgu, Arnavutluk İsyanı'nın bir sonucu olarak da kabul edilebilir.

    Halaskâr Zabitân Grubu nedir; nasıl kuruldu?

    Meşrutiyet'in ilânından beri Cemiyet'e yakın zabitlerin özlük haklarını elde etmede kolaylıklar görmesi, itibar ve nüfuz kazanması, buna karşı çoğunluğu temsil eden ve Cemiyet'le dirsek temasına girmemiş zabitlerin sızlanmaya devam etmesi bir vakıa idi. Siyasî ilişkilere açık olmanın prim yaptığı bir dönemde, bu yolu tercih etmediği için kıyıda ve etkisiz görevlerde kalmak, herhalde birtakım manevî tatminsizliklere yol açmaktaydı. Grup mensupları arasında Tasfiye-i Rüteb Kanunu uyarınca rütbesi tenzil edilen ve sürgüne uğrayan küçük rütbeli zabitlerin de varlığı dikkat çekicidir 1912 yılı başlarında yapılan seçimde, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin bazı yerlerde ordu mensuplarını kullanarak seçime müdahale etmeleri, Halaskârân-ı Zabitân Grubu'nun hareket noktalarından birini teşkil ediyordu. Bu durum bilhassa muhalefet çevrelerinin ümidini kırmış ve "artık silah kuvvetine müracaatın yegâne çare olarak kaldığı" fikrini kuvvetlendirmişti. Haziran ayı içinde Bağlarbaşı ve Bostancı semtinde iki kere toplanan grup, hiçbir şiddet gösterisine ihtiyaç duymadan bazı kişi ve kuruluşlara gönderdiği mektuplarla etkili olabilmişti. II. Meşrutiyet'in ilânında Rumeli'nden Yıldız Sarayı'na gönderilen telgrafların uyandırdığı tesire benzer etkiler yapan bu mektuplar, grubun gerçek gücünün de ölçülmesini engelliyordu. Meseleden böylece haberdâr olan Padişah Mehmed Reşad, o gece orduya hitaben bir beyanname neşrederek önceki gün bazı zabitlerin Kanun-ı Esasi ve saltanat hukukuna aykırı olarak bazı isteklerde bulunduklarını, sayıca az olan bu kişilerin yanlış anlama sebebiyle bu işe teşebbüs ettiklerini, (İtalya Harbi dolayısıyla) yakın bir tehlikenin yaşandığı şu günlerde siyasete karışmak üzere bulunan zabitlerin vatanın korunmasıyla meşgul olmaları gerektiğini belirtmişti. Ayrıca beyannâmenin pâyitaht dâhilindeki bütün askerî birliklerde okutulması da emredilmiş, fakat olumlu bir etkisi görülmemiştir. İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin destek verdiği Said Paşa Hükûmeti'nin şaşırtıcı bir şekilde istifa etmesiyle yönetimde Cemiyet'in ağırlığı da sona ermiştir. İttihat ve Terakki Cemiyeti siyasî ve askerî bütün desteklerini kaybetmiş görünüyordu.

    Halâskâr Hareketi nasıl sonuçlandı?

    Halaskâr Zabitân Grubu Hareketi'nin en yakın sonucu, İttihat ve Terakki Fırkası'nca desteklenen Said Paşa Hükûmeti'nin çekilmesi olmuştur. İttihat ve Terakki Fırkası böylece Meclis'te sayı üstünlüğünü elinde bulundurmasına rağmen, ordudan gelen bir muhalefet hareketiyle siyasî zaafa düşmüş ve iktidardan uzaklaşmıştır; bu durum, Meşrutiyet hayatının, siyasî temsil bakımından henüz olgunlaşmadığını göstermektedir.

    Hareketin en vahim sonuçlarından birisi, ordunun bir kere daha siyasete karışması yanında ordu içinde de kamplaşmanın iyice belirginleşmesi olmuştu. İttihatçılar'la Halaskârân yanlısı zabitlerin kalpaklarına kadar uzanan bu farklılık, erlere kadar yansımış, hasımlar birbirine düşman nazarıyla bakmaya başlamış ve siyasî gerekçelerle ordunun önemli mevkilerine tecrübesiz kişilerin getirilmesi, ordunun zaafını artırmıştı. İttihatçılar'ın, yine aynı metotlarla hasımlarını tasfiye etme hazırlıklarına girişmeleri artık beklenebilirdi.

    Bir başka netice, askerin siyasetle uğraşmaması için, alelacele Askerî Ceza Kanunu'na bir madde ilave teşebbüsü olmuştu. Buna göre siyasî gösterilere katılan ve siyasetle uğraşan zabitler 2 ila 4 ay hapisle cezalandırılacak, siyasî fırkalara üye olanlar ise askerlikten atılacaktı; ne var ki tasarı, kanun haline gelmeden siyasi karışıklık baş gösterecek ve tasarı, geçici niteliği ile yayınlanmış olmasına rağmen ciddiye alınmamıştı.

    Ordunun siyasetle uğraşmasının sonuçları

    Balkan müttefiklerinin ültimatomu Bâbıâli'ye ulaştığında Osmanlı Devleti, siyasî ve askerî açıdan oldukça hazırlıksız bir durumda bulunuyordu. Buna rağmen, savaş tehdidinin iç politikada malzeme olarak kullanılması hayli menfî sonuçlar doğurmuştu: O esnada işbaşında bulunan Gazi Ahmed Muhtar Paşa Hükûmeti'ne karşı tavır almak ihtiyacı içinde olan İttihat ve Terakki Fırkası, yüksek tahsil gençliğini de harekete geçirerek hemen harbe girilmesi yolunda propagandaya başlamıştı. Aldıkları ücret ve çalışma şartları itibarıyla diğer memurlara nazaran kendini mağdur hisseden ordu mensupları, Meşrutiyet'in ilânından sonra hissedilir derecede tatmin edilmişlerdi. Bilhassa 31 Mart'tan sonra Mahmud Şevket Paşa'nın Hareket Ordusu Kumandanı ve Harbiye Nâzırı olarak görevde bulunduğu süre içinde ordunun teçhizat ve eğitimine önem verilerek ciddî bir teşebbüs başlatılmıştı; fakat gerçek durumun daha farklı olduğu kısa sürede fark edildi. Ordunun siyasî telkin ve bölünmeler neticesi gücünden çok şey kaybettiği, Sadrazam Said Paşa'nın "Ben ordunun bu dereceye geldiğini bilmiyordum." sözleriyle açığa çıkar.

    Harbin ilk safhası, Osmanlı ordusu için tam bir felaketle neticelendi. Acemi erlerle harbe giren ordunun, "tüfek doldurmayı bilmeyen neferler ve düşman elektrik projektöründen korkup dağılan taburlarla" üstünlük göstermesi mümkün olmamıştı. Rumeli tren hattı işletmesinin orduya devredilmesi de eğitim açığını ortaya çıkarmış, tren seferlerinde yarı yarıya azalma görülmüş, "bilâhare tekrar kumpanyaya devredildiğinde muhtelif yerlerdeki metrûk vagonlarda külliyetli mühimmat" bulunmuştu. Nakliye ve iaşe hizmetlerinde karışıklık ve aksaklık son haddine varmış, zabit kadrolarına yapılan azil ve tayin gibi müdahalelerle, bazı yerlerde kıtalar başıboş bırakılmıştı. Mağlubiyetin trajik boyutlarını Daily Telegraph gazetesi muhabiri şöyle nakletmekteydi: "Şuna kanaat getirdim ki, sade her nefer, yevmiye bir peksimet alsaydı, müstevli düşman karşısında kaçmayacaktı. Türk ordusunu bu derece muzmahil eden açlıktır. Türk ordusunda bir kaz sürüsünü bile idare edecek erkân-ı harbiye heyeti yoktur."

    Bu ağır sözler, gerçeğin bir kısmını aksettirebiliyor; hakikatte Osmanlı ordusu Balkan Harbi'ni, içine düşen siyaset fitnesi yüzünden daha savaşmadan kaybetmiş ve mağlubiyetin zilleti yanında Rumeli'nden Anadolu'ya doğru büyük ve trajik bir göç dalgasının başlamasına yol açmıştı.

    Bâbıâli Baskını ve darbe geleneğinin başlangıcı

    Balkan Harbi'nin en ağır döneminde 23 Ocak 1913'te vuku bulan Bâbıâli Baskını, bu defa Meşrutiyet'in siyasî hayatına "hükûmet darbesi" kavramını sokarak, iktidarın bir avuç fedai ile değiştirilebilmesinin mümkün olduğunu göstermiştir. Böylece darbe yoluyla iktidara geçmek, meşrû olmasa bile, fiilî geçerliliği kabul edilmiş bir yol olarak iktidar namzetlerinin tercih listesine girmiş oluyordu. Baskın, beyaz bir ata binmiş olan Enver Bey'i izleyen Yakup Cemil, Mümtaz, Mustafa Necip, Hilmi ve Sapancalı Hakkı Bey gibi zabitler ve onları arkadan takip eden Talât, Ömer Nâci ve Midhat Şükrü'den oluşan bir grup İttihatçı tarafından 23 Ocak 1913 tarihinde gerçekleştirildi. Başı sarıklı bir hoca ve ünlü hatip Ömer Nâci, Sadâret Kapısı önünde halka, Balkan Harbi ve Edirne'yi konu ederek hükümeti eleştiren nutuklar verirken, darbeciler, "Selâm dur, yolu aç ve geri çekil!" komutunu vererek içeri girmişler, engelleme teşebbüsünde bulunan Sadâret Yâveri Nafiz Bey'i, Kıbrıslı Tevfik Bey'i, Şeyhülislâm Cemaleddin Efendi'nin muhafızını ve Harbiye Nâzırı Nâzım Paşa'yı vurmuşlar, çatışma ânında baskıncılardan Mustafa Necip de ölmüştü. Enver Bey, Sadrazam Kâmil Paşa'nın odasına girerek, istifa etmesini istemiş, o da, "Ahali ve cihet-i askeriyyeden vuku bulan teklif üzerine..." kaydını da ilâve ettiği bir tezkere ile istifasını kaleme almıştı. İstifa mektubu Enver Bey tarafından hemen otomobille saraya götürülerek kabulü sağlanmış ve bir hükûmet darbesi böylece amacına ulaştırılmıştı.

    Darbe neticesinde kurulan Mahmud Şevket Paşa-Enver Bey ittifakının ülkede Alman nüfuzunu yeniden canlandırdığına bakarak, hadisede dış mihrak etkisi arayan yorumlar açıklık kazanmamışsa da, İttihatçılar bakımından baskının "kelepir bir darbe-i hükümet" olduğu kesindir.

    M.Şevket Paşa'nın öldürülmesi ve tasfiyeler

    23 Ocak 1913'te Sadrazam Kâmil Paşa'nın silah zoruyla istifa ettirilmesi ve Harbiye Nâzırı Nâzım Paşa'nın öldürülmesiyle sonuçlanan Bâbıâli Baskını'ndan sonra İttihat ve Terakki'nin teklifi üzerine iktidara gelen Mahmud Şevket Paşa, yaklaşık beş ay sonra 11 Haziran 1913 tarihinde bir grup suikastçı tarafından Dîvânyolu'nda silahlı saldırıya uğrayarak öldürüldü... Sadâret'le beraber, Harbiye Nâzırlığı'nı da uhdesinde bulunduran Mahmud Şevket Paşa'nın öldürülmesinden sonra siyasî bir kriz çıkmak yerine, İttihat ve Terakki yöneticilerinin bu defa bizzat iktidar koltuklarını doldurmaları, Bâbıâli Baskını ve Taklîb-i Hükûmet teşebbüsünden sonra teşkilâtlanma imkânını kaybederek meşrû zeminlerde tutunamayan muhalefetin tamamen ortadan kaldırılması ve Meşrutiyet devrine göre hayli uzun sayılabilecek bir süre için İttihat ve Terakki'nin iktidara yerleşmesi, Paşa'nın katli üzerinde yoğun spekülasyonların çıkmasına sebep olmuştur.

    Büyük harbe giden yol ve İttihatçı dikta

    1913 yılı ortalarında artık İttihat ve Terakki, devletin bütün mekanizmalarını doğrudan kontrol eden yegâne siyasî güçtü. 21 Temmuz 1913'te Balkan müttefiklerinin kendi aralarında beliren ihtilâftan faydalanarak Edirne'nin geri alınması, hem fırka mensuplarının, hem fırkanın asker kanadının itibarını yükseltmişti. Bu durumdan istifade etmekten çekinmeyen Cemiyet, olaylar karşısında pasifliği ile tanınan Padişah V. Mehmet Reşad'ın, Enver Bey'i genç yaşına rağmen Harbiye Nazır Vekili görevine atamasını sağlamış ve ordu geleneklerini altüst etmişti.

    Netice itibarıyla Birinci Dünya Harbi'ne girerken, Osmanlı siyasî hayatında bütün meşrûtî kurumların Cemiyet'in de ötesinde "askerî bir dikta" yönetiminin kontrolüne geçmesi, büyük ümitlerle teşebbüs edilen ilk kapsamlı demokrasi tecrübesini, uzun yıllar kendini toparlayamayacak ölçüde zaafa uğrattı. Millî Mücadele ve Cumhuriyet yıllarını da içine alan dönemde, "asker yönetici-devlet adamı-diplomat ve bürokrat" tipinin oluşmasında ve gelişiminde, Meşrutiyet yıllarının payı hayli büyüktür. Bu mânâda hâlâ önemini koruyan "Ordu ve Siyaset" ilişkilerine sağlıklı bir yorum getirebilmek için, Meşrutiyet yılları içinde yaşanan tecrübeleri anlamanın gerekliliği âşikârdır.

    İlk darbe ve gelenekselleşen vesayet

    II. Meşrutiyet'le başlayan yeni dönem, Osmanlı siyasi hayatının bütün kurum ve kurallarını adeta yeni baştan inşa edercesine büyük bir hareketlilik meydana getirmişti. Bütün ayrıntıların hallini kendi şahsına bağlayan ve Yıldız Sarayı'na topladığı merkezî bürokrasi aracılığı ile çözmeyi âdet edinen Abdülhamid, 31 Mart Vakası'ndan sonra etkisiz hale getirilmiş ve İstanbul'dan uzaklaştırılmıştı; buna rağmen Abdülhamid'in geride bıraktığı iktidar boşluğunu İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) tek başına doldurmayı başaramamış, Hareket Ordusu Kumandanı Mahmut Şevket Paşa, sarayla İTC'yi bile gölgede bırakan yeni bir güç olarak siyasî hayata ağırlığını koymuştu. Osmanlı Meclis-i Mebusanı yeni bir kurum olmanın tesiriyle ordu, saray, İTC ve diğer muhalif partiler arasında dengeleyici bir rol oynamaktan henüz uzaktı. Meclis'te en kalabalık mebus grubunu kontrol etmesine rağmen İTC, özellikle ilk dönemlerde hadiselerin akışını yönlendirmekte yetersiz kalmıştı. Sanılanın aksine İTC efsanevî şöhretine rağmen zayıf bir yapı sergilemekteydi; zayıflığını, özellikle doğrudan iktidar döneminde (1913'ten sonra) diğer siyasi güçleri sindiren ve baskı altında tutan sert tavrı ile örtmeye çalışmıştır. Bunlara, uygunsuz dış politika şartlarını da ilave etmeliyiz: Meşrutiyet'in hemen akabinde Avusturya'nın Bosna-Hersek'i ilhâk etmesinin ardından Yemen'de çıkan karışıklığa müdahale mecburiyeti daha sonra Trablusgarp ve nihayet 1913'teki Balkan Harbi, İttihatçıların siyasi enerjisini ve dikkatini parçalamış, yeni siyasi düzenin sâkin bir ortamda tesisini engellemişti. Yazı dizimizin sonunda 31 Mart Vakası ile I. Dünya Savaşı arasına sıkışan önemli siyasi hadiseleri gözden geçirerek, Meşrutiyet'in özellikle ordu-siyaset ilişkilerinde nasıl gelenekler oluşturduğunu izleyeceğiz.

    BİTTİ

    A.TURAN ALKAN
    25 Temmuz 2008, Cuma



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi bahtiyar0011 -- 27 Temmuz 2008; 14:03:08 >




  • Yapay Zeka’dan İlgili Konular
    Daha Fazla Göster
    
Sayfa: 1
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.