Şimdi Ara

Muhyiddin İbn Arabi

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
22
Cevap
0
Favori
4.289
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: 12
Sayfaya Git
Git
sonraki
Giriş
Mesaj
  •  Muhyiddin İbn Arabi


    Muhyiddin İbn Arabi

    Abū `Abd Allah Muhammad b. `Ali b. Muhammad b. al-`Arabi al-Hātimī al-Tā’ī (Arapça: أبو عبد الله محمد بن علي بن محمد بن العربي الحاتمي الطائي) Kısaca Muhyiddin ibn Arabi de denir (1165-1239). Ünlü mutasavvıf, İslam düşünürü ve şairidir.

    Muhyiddin İbn-i Arabi, Muvahhidun döneminde 27 Ramazan 560’da Mürsiye (Murcia), İspanya’da doğdu. Bilinmeyen bir sebeple 8 yaşında ailesiyle birlikte İşbiliye’ye (bugünkü Sevilla) geldi (muhtemelen babasının memuriyeti nedeniyle). Ailesi Arap Tayy kabilesine mensuptu. Yakın cedleri hakkında fazla bir şey bilinmiyorsa da, anne ve baba tarafından nüfuz ve itibar sahibi kimseler olduğu anlaşılıyor. Akrabaları arasında tasavvufî bilgilere sahip kimseler vardı. Dayısı Ebû Müslim el-Havlânî de, kutubların büyüklerinden sayılır..

    İlk tahsilini bu şehirde yaptı, uzun bir süre burada kaldı. Çocuk yaşlarında 'Ahmed İbnu’l-Esirî' adında genç bir Sufi ile arkadaş oldu. İbnu'l-Arabî, bu tahsil sırasında bir aralık Halvet'e çekilmiş her sahada ve özellikle tasavvufî marifetler sahasında hiçbir şey bilmezken ve bu hususta hiçbir kitap da okumadan, keşif ve keramet yoluyla birçok şeylere muttali olarak halvetten çıktı.

    Endülüs'de bir süre daha kaldıktan sonra, seyahate çıktı. Şam, Bağdad ve Mekke'ye giderek orada bulunan tanınmış alim ve şeyhlerle görüştü. 1182'de İbn-i Rüşd ile görüştü. Bu görüşmeyi eserinde anlatır. Bu İbnu Rüşd’ün bilgi'nin akıl yolu'yla elde edileceğini söylemesiyle meşhur olduğu yıllardır. 17 yaşındaki genç Muhyiddin gerçek bilgi'nin sadece aklımızdan gelmediğine, böyle bir bilginin daha çok ilham ve keşf yoluyla elde edilebileceğine inanmıştı.

    Bu senelerde 'Şekkaz' isminde bir şeyh'le tanıştı. Bu zat küçük yaşlardan itibaren ibadete başlayan, Allah korkusu taşıyan, hayatında bir kerecik olsun ‘ben’ dememiş olan ve uzun uzun secde eden bir kimsedir. Muhyiddin o ölene kadar onunla sohbete devam etti. 1182-1183'de İşbiliyye’ye bağlı Haniyye’de 'Lahmî' isimli bir şeyhden, bu zatın adını taşıyan bir mescidde Kur'an dersi aldı.

    1184-1185'de 'Ureynî' isimli bir şeyh’le tanıştı. Eserlerinde Ondan ilk hocam diye bahseder, çok faydalandığını söyler. 'Ureynî', Ubudiyet [kulluk] meselesinde derin bir bilgiye sahipti. Bu yıllar'da 'Martili' adlı bir şeyhten de istifade etti. Ureynî O’na:’Sadece Allah’a bak’ derken Martilî‘Sadece Nefsine bak, nefsin hususunda dikkatli ol, ona uyma’ diye öğüt vermişti. Martilî’ye bu zıt önerilerin içyüzünü sordu. Bu zat, kendi nasihatinin doğruluğunda ısrar edecek yerde, ‘Oğlum, 'Ureynî'’nin gösterdiği yol, doğru yolun ta kendisidir. Ona uyman lazım. Bizim ikimiz de, kendi halimizin gerekli kıldığı yolu sana göstermiştir’ dedi.

    Bu yıllar'da İşbiliyye’de Kordovalı Fatma adında yaşlı bir kadına (tanıştıklarında 96 yaşındadır) 14 sene hizmet etti. Bu kadın, erkek ve kadınlar arasında müttaki ve mütevekkile olarak temayüz etmişti. Çok iyi bir kimseyle evliydi. Yüzü o kadar güzeldi ki, İbn Arabi onun yüzüne bakmaktan utanırdı.

    1189'da Ebu Abdullah Muhammed eş-Şerefî adında biriyle tanıştı. Kendisi doğu İşbiliyye’li olup, Hatve ehlindendi. Beş vakit namazını Addis Camii'nde kılardı. İbadete aşırı düşkünlüğünden namaz kılmaktan ayakları şişerdi.

    Arabi, İşbiliyye’deyken (1190) hastalandı. Okuma kabiliyyet'ini kaybetti. 2 Yıl bu halde kaldıktan sonra 589'da (Hicri) Sebte Şehri'ne giderek orada ahlak makamına erdiğini söylediği İbnu Cübeyr ile tanıştı. Bir süre sonra İşbiliyye’ye döndü. Aynı yıl Tlemsen’e geldi. Burada Ebu Medyen (ö.594)[1] hakkında gördüğü bir rüyayı anlatacaktır.

    1196'da Fas’a gitti. Orada yaptığı Seyahatler sırasında büyük şöhret kazandı. 1198'de tekrar Endülüs’e geçti. Gırnata Şehri dolaylarındaki Bağa kasabasında Şekkaz isimli bir şeyhi ziyaret etti. Onun Tasavvuf yolu'nda karşılaştığı en yüce kimse olduğunu söyler. 1199-1200'de İlk defa Hac için Mekke’ye gitti. Orada [el-Kassar] (Yunus ibnu Ebi’l-Hüseyin el-Haşimi el-Abbasi el-Kassar) isimli bir şahıs'la sohbet etti. Hac’dan sonra Mağrib’de, oradan da Ebu Medyen’in şehri olan Becaye'de bulundu. Bir süre sonra tekrar Mekke’ye geldi ve "Ruhu’l-Quds", "Tacu'r-Rasul" adlı eserler'ini yazdı.

    1204'de Medine, Musul, Bağdad'da bulundu. Musul'da, "et-Tenezzülatu'l-Musuliyye" yi yazdı. Musul’dan ayrıldıktan sonra Konya’ya geldi. Orada tanıştığı Sadreddin Konevi’nin dul annesi ile evlendi. Konya’da iken "Risaletü’l-Envar" ı yazdı. Selçuk Meliki tarafından hürmet ve ikram gördü. Sonra Mısır’a geçti; tekrar Mekke’ye geldi ve burada bir süre kaldı. Mekke'de el-Futuhatu'l-Mekkiyye, Fusus'u rüya'da gördüğü Peygamber'in emriyle ve O'nun istediği şekilde yazdığını, bu eserin önsöz'ünde belirtir. "Veliler bilgilerini, peygambere vahyi getiren meleğin aldığı kaynaktan almaktadırlar." Bağdad ve Halep’de bir süre dolaştıktan sonra 612/1215 de tekrar Konya’ya geldi. 617 de Şam’a yerleşti. Zaman zaman civar şehirlere seyahatler yaptı. 638 de 22 R.Evvel’de (1239) Şam'da öldü. Kabri Şam şehri dışında Kasiyun Dağı eteğindedir. 1500'lerin başında Sultan Selim, Şam’ı Osmanlı toprağı yaptığında oraya türbe, camii ve imaret inşa ettirdi.

    İbn Arabî gerek yaşadığı dönem içerisinde gerekse vefatından sonra sürekli tartışılmış ve hatta neredeyse zahir-batın ilimlerinin ayrışma noktasındaki spekülasyonlarda her zaman odak noktası olmuştur. Bunun bir nedeni kendisinden önce dile getirilmemiş ya da sembolik ifadelerle örtülmüş marifet ilmine dair birçok konuyu eserlerinde ve sözlerinde açıkça beyan etmesi olduğu kadar kendine has üslubunun çok derin ve karmaşık bir yapısı olmasıdır. Belki bu nedenle üstadın kendisi eserlerini avamın okumasını men etmişse de şüphesiz dünyanın birçok yerinde tasavvufun derinliklerine merak salan hemen herkes bir şekilde referans noktası olarak ona dayanmak zorunda kalmıştır. Belki bu durumdan ötürü tasavvufa hâkim olmayanlar ya da sufi olmayanlarca her zaman yanlış anlaşılmış ve bu yanlış anlama neticesinde kimileri ona olduğundan daha farklı bir libas biçerek İslam’ın dışında bilgelik atfederken batıni ilimlerden uzak bazı Müslümanlar ise onu zındıklıkla suçlayacak kadar ileri gidebilmişlerdir. Hatta denilebilir ki yüzyıllar boyunca tasavvufa dönük neredeyse tüm eleştirilerin odağında İbn Arabî ve eserleri durmuştur.

    Bununla birlikte metafizik, kozmoloji, ahlak, İslami ilimler, psikoloji gibi çok geniş bir perdede eserler vermiş olsa da İbn Arabî’nin gözlemlenebilen en büyük etkisi kendinden önce net bir sistem taşımayan tasavvufu “Vahdet-i Vücud Teorisi” ile sistemleştirmesi ve böylece kendinden sonrakiler için büyük bir kolaylık sağlamasıdır ki zaten “Şeyh’ül Ekber” lakabının yakıştırılma sebebi de budur.

    Muhyiddin İbn Arabi’den önce ifadeleri olsa da onun tarafından sistemetik bir şekilde dile getirilip ortaya konulduğu için ona atfedilen Vahdet-i Vücud teorisi varlığın aşkın birliğini ifade eder. Ancak bu anlaşılması zor bir konu olduğu için onun marifet ilmiyle ortaya koyduğu metafizik doktrinleri sıradan bir felsefe gibi ele alınmış salt bu nedenden ötürü geçmiş dönemlerde zındıklıkla suçlandığı gibi maalesef modern dönemlerde de tamamen farklı şekillerde anlaşılıp panteist, monist ve hatta tabiat mistiği olarak tanımlanmaya çalışılmıştır.

    Oysa ki “Vahdet-i Vücud”un ortaya koyduğu mana şu şekilde belirtilebilir; mevcudat varoluşunu Allah’ın varlığından almaktadır ancak Allah Mutlak Hakikat olarak müteal yani aşkındır. Burada Mutlak Hakikatten ayrı olarak müstakil bir gerçeklik planı tasavvur etmek İslam’da en büyük bir günah kabul edilen şirke girmek olarak değerlendirilir. Çünkü bu şekilde bir tasavvur açıkça düalite inancı oluşturmakta ve kelime-i tevhidle formulize edilmiş olan “mutlak hakikatten başka hakikat yoktur” manasına gelen “la ilahe illallah” (hiçbir ilah yok, sadece Allah) ifadesini inkâra sapmak demektir.

    Vahdet-i Vücud düşüncesinde; kendinden ibaret olan Zat her ne kadar tasavvur ve idrak edilemez olarak mutlak aşkın ve değişimin dışında olarak nitelendirilse de tasavvuf ıstılahında taayyün denilen kendini belirleme halinde belirli modelleşmelere sahiptir. Yani esasta Mutlak Teklik düzleminde kendinden başkası olmayan bir hiçliğe, Ahadiyete sahipse de bir olma (Vahdaniyet) düzleminde kendinde gördüğü ve bildiği sıfatlar söz konusudur. Ancak bu sıfatlara “O’dur” denilemeyeceği gibi, “O değildir” de denilemez. Bu İbn Arabî’nin şu ifadesinde gözlemlenebilir: “O, birliksiz bir (Vahid) ve tekliksiz tektir (Ahad).”

    İbn Arabi varlığın birliği dolayısıyla varlığın Tanrı olduğunu söylemesi sebebiyle hem bazı fakihler, kelamcılardan hem de bazı sufilerden bazıları ılımlı bazıları sert eleştiriler almıştır. İbn Arabi'nin bu yaklaşımının yaratıcı ve yaratık arasındaki ikiliği kaldırdığı dolayısıyla dinin gerektirdiği emir ve yasakları ihlal etme veya küçümsemeyle sonuçlanacak etkileri olabileceği düşünülmüş ve kimi eleştirmenler bunun önüne geçebilmek amacıyla insanların İbn Arabi'nin kitaplarını okumalarının yasaklanmasını savunmuş, kimileri de şeyhin kafirliğine hükmetmiştir. İbn Arabi'nin görüşlerine katılmayan ancak onu kafirlikle suçlamayanlar da eserlerinin tevili yani yorumu gerektirdiği ve bu yorumu bilmeyenler tarafından okunmasının doğru olmadığını iddia etmişlerdir. Akademik, ilmi çevrelerde doğru olmadığı bilinmekle birlikte halk arasında İbn Arabi'nin eserlerinin onun tarafından yazılmadığı dahi söylenebilmiştir.

    İbn Arabi'nin en sert eleştirmenlerinin başında gelen kişi Hanbeli mezhebi geleneğinden beslenen alim İbn Teymiyye'dir. Arabi'nin vefatından yirmi sene sonra Harran'da doğan İbn Teymiye Arabi'nin görüşlerini kıyasıya eleştirmiştir.

    Hanefiler’den Ali el-Qarî, İbnu Teymiyye’yi savunarak İbn Arabi hakkında Sert Eleştiriler'de bulundu. Bu Eleştiriler İsmail Fenni Ertuğrul tarafından göğüslenmeye çalışıldı. Burhaneddin Ebu’n-Nasr Parsa, Fusus için Can, Fütühat için Gönül Tabir'ini kullanır.

    ’..Şu halde o Ezelî olan İnsan (şekliyle) Hadis, Zuhur ve Neş’eti bakımından Ebedî ve Daimi'dir.’ (Fass-ı Âdem’den)
    Alem'in kıdem'i inancını savunan bu sözü Zahirî Mütekellimlerce Küfür sayılmıştır. Eğer Fikirlerinde bir Değişme meydana gelmemişse Futuhat’ta savunduğu tez'in ışığında bu söz'ü anlamak gerekir.

    Futuhat’ta Araz olduğunu söylediği Alem’in Fusus’ta insan sözkonusu edildiğinde A’yan-i Sabite yani Allah’ın İlmi'nde olan Sureti (Suver-i İlmiye) yönüyle ezeli olduğunun (Feyz-i Akdes) savunulduğu görülür. Çünkü O’nun ilmi kadimdir.

    Bu yoruma imkan veren gerekçe, bir Şey'in hem Hadis, hem de Ezelî olacağının söylenmesinin mantıklı olmamasıdır. Fusus’taki Cümle'den anlaşılan mana, Alem'in bir itibara göre Hadis (Feyz-i Mukades), diğer bir itibara göre de Ezelî olması gerektiğidir (Feyz-i Akdes).

    Aliyyu’l-Qarî, bu Söz'ün Açık bir Küfür olduğunu söyler. Çünkü İnsan'ın Zat ve Sıfat'ı ancak, Hulul ve İttihat ve Vucudiyye (Panteizm) Mezhebi'nce Allah’ın aynı ve Sıfatı Kabul edilir.[12]

    İsmail Fenni ise bu Metni şu Anlam'da okuyarak [Aliyyu’l-Qarî]’ye katılmaz:

    Bu sözler'den maksat, Allah ilahî isimlerin suretleriyle bize göründüğünden, biz kendimizi, O’nun bizde Zahir olan Sıfatlar'ı üzerine biliriz. Hayat, ilim, irade, kudret, semi, basar, kelam gibi, kendimize nisbet ettiğimiz sıfatları, O’na nisbet ederiz. Yani bizde Zahir olan ilahi sıfatlar'la, bizim sıfatlanmamız sebebiyle, biz o sıfatlar'la Hakk’ı vasıflandırıp, kendimize nisbet ettiğmizi, O’na nisbet ederiz demektir. Gerçi bu sıfatları Allah da kendisine nisbet etmiştir. (9/et-Tevbe 104, 56/el-Vaqıa 63).
    Molla Cami, bir Bağdad Şeyhine dayanarak O’nun 500 kadar Eseri olduğunu nakleder. Kendisi Dostlarının Yardımıyla Tasnif ettiğini söylediği Firhistinde çoğu Tasavvufla ilgili olan 250 yi geçmeyen Eserini sayar. En Büyük Eleştiriyi de ‘Fususu’l-Hikem’ dolayısı ile aldığını söyler. O’na göre ‘onun Istılahlar'ını anlamadan, Tenkidler'in düşünülmeden veya bir başkasının farkındaki Söz ve tenkidleri gözönünde bulundurularak yapılmaktadır bu eleştiriler. O çözüm'ü şu tavsiyeler'de arayacaktır:

    a)Şeriat'a Aykırı olduğunu zannettiğimiz bir Söz nakledilirse, Naklin Sıhhatli olup olmadığına bakarız. Sıhhatli değilse, bu Söz'ün o kişi tarafından söylendiği İddiasını reddederiz.

    b)Te’vil’e İmkan buluyorsak Te’vil eder, aksi taktirde ‘Tasavvuf Ehli katında belki Te’vil'i vardır’ demeliyiz.

    c)Bu Sözler Sekir Hali'nde söylenenler Cümlesindedir diyerek, anlayamadığımızı Beyanla o Söz ile Amel etmemeliyiz.’

    Nefahat'a göre, Bağdad Uleması’ndan birisi [Muhyiddin ] üzerine bir Kitap Te'lif etmiş ve bu Kitap’ta Musannefat’ının 500’den fazla olduğunu söylemiştir etmiştir. [İbnu'l-Arabî]'nin Eserlerinin sayısı kendine de Malum değildi, denir. Hayat’ında Dostlar’ının İsteği üzerine birkaç defa bunların Fihristini yapmak istedi. Bu Fihristler birbirinden ayrı 3 yazma halinde bugüne geldi. Bugüne gelenlerin bazıları:

    Fütûhat-ı Mekkiyye fi Esrâri'l-Mahkiyye ve'l Mülkiye, Kendi el yazısı ile olan nüsha, Türk-İslam Eserleri Müzesi no. 1845-1881'dedir. Bu Nüsha 31 Cild halinde tertib edilmiştir.

    Fusûsu'l-Hikem, Türkçe’ye çevrildi Molla Cami, Hoca Muhammed Parsa'nın "Füsûs" için, "can", "Fütûhat" için "gönül" dediğini rivayet eder.

    Kitabu'l-İsra ilâ Makâmi'l-Esrâ,

    Muhadaratü'l-Ebrâr ve Müsameretü'l-Ahyâr,

    Kelamu'l-Abâdile,

    Tacu'r-Resail ve Minhacu'l-Vesâil,

    Mevaqiu'n-Nucûm ve Metali' Ehilletü'l-Esrar ve'l-Ulûm,

    Ruhu'l-Quds fi Münasahati'n-Nefs,

    et-Tenezzülatü'l-Mevsiliyye fi Esrari't-Taharat ve's-Salavat,

    Kitabu'l-Esfar,

    el-İsfar an Netaici'l-Esfar,

    Divan,

    Tercemanu'l-Eşvak,

    Kitabu Hidayeti'l-Abdal,

    Kitabu Taci't-Terâcim fi İşarati'l-İlm ve Lataifi'l-Fehm,

    Kitabu'ş-Şevâhid,

    Kitabu İşarati'l-Qur'an fi Âlaimi'l-İnsan,

    Kitabu'l-Ba'.

    Nisabü'l-Hiraq,

    Fazlu Şehâdeti't-Tevhîd ve Vasfu Tevhîdi'l-Mükinîn,

    Cevâbü's-Sual,

    Kitabu'l-Celal ve hüve Kitabu'l-Ezel,







  • ellerine saglik @red kit cok severim muhyiddin ibn arabi yi.

    ondan konu acilmisken. onun cok sevdigim sozlerinden birini yazmadan gecmek olmaz.


    ey benim her agnimi goren sen.
    beni gormesken ne syk gorurum on'u ben.
  • quote:


    Bu İbnu Rüşd’ün bilgi'nin akıl yolu'yla elde edileceğini söylemesiyle meşhur olduğu yıllardır. 17 yaşındaki genç Muhyiddin gerçek bilgi'nin sadece aklımızdan gelmediğine, böyle bir bilginin daha çok ilham ve keşf yoluyla elde edilebileceğine inanmıştı.


    Tasavvufçuların en büyük yanlışı gerçek bilginin sezgi ve kalp yoluyla görülebileceğini düşünmeleridir. Sezgi bize bilgiler verebilir ancak kesin gerçek olup olmadığını bilemeyiz. Gerçek bilgide en güvenilir yol akıl ve duyulardır. Ama akıl duyulardan da gerçektir. Çünkü akılda var olan her şey gerçektir, aksi takdirde akılda var olamazlardı. Sezgiyse bir anda düşünmeden, kıyaslanmadan anında gelen bilgidir. Ve böyle bilginin gerçek olup olmadığını anlayamayız.

    Aynı zamanda Gazalî başta tasavvufçular felsefenin Arabistan'da gelişmesine engel olmuşlar ve felsefeyi eleştirmişlerdir. Bu yüzden ilk başlarda felsefe yönüyle en gelişik yerlerden olan Arabistan sonraları felsefeye kötü gözle bakmaya başlamıştır ve bence bu bir çöküş olmuştur.
    İbn Arabiyi ilk defa okudum, ancak onun da bir çok görüşünün Tasavvufçular tarafından eleştirildiğini gördüm. Dinle ilgisi olmayan her şeyi, veya din hakkında kendi görüşlerine uymayan her düşünceyi eleştiren kişiler olduğunu gördüm. Bu yüzden de tasavvufçular(genelleme) gelişmesine engel olmuşlardır.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Lokomatif Portakal -- 4 Haziran 2008; 14:52:45 >




  • quote:

    Orjinalden alıntı: Arukard

    quote:


    Bu İbnu Rüşd�ün bilgi'nin akıl yolu'yla elde edileceğini söylemesiyle meşhur olduğu yıllardır. 17 yaşındaki genç Muhyiddin gerçek bilgi'nin sadece aklımızdan gelmediğine, böyle bir bilginin daha çok ilham ve keşf yoluyla elde edilebileceğine inanmıştı.


    Tasavvufçuların en büyük yanlışı gerçek bilginin sezgi ve kalp yoluyla görülebileceğini düşünmeleridir. Sezgi bize bilgiler verebilir ancak kesin gerçek olup olmadığını bilemeyiz. Gerçek bilgide en güvenilir yol akıl ve duyulardır. Ama akıl duyulardan da gerçektir. Çünkü akılda var olan her şey gerçektir, aksi takdirde akılda var olamazlardı. Sezgiyse bir anda düşünmeden, kıyaslanmadan anında gelen bilgidir. Ve böyle bilginin gerçek olup olmadığını anlayamayız.

    Aynı zamanda Gazalî başta tasavvufçular felsefenin Arabistan'da gelişmesine engel olmuşlar ve felsefeyi eleştirmişlerdir. Bu yüzden ilk başlarda felsefe yönüyle en gelişik yerlerden olan Arabistan sonraları felsefeye kötü gözle bakmaya başlamıştır ve bence bu bir çöküş olmuştur.
    İbn Arabiyi ilk defa okudum, ancak onun da bir çok görüşünün Tasavvufçular tarafından eleştirildiğini gördüm. Dinle ilgisi olmayan her şeyi, veya din hakkında kendi görüşlerine uymayan her düşünceyi eleştiren kişiler olduğunu gördüm. Bu yüzden de tasavvufçular(genelleme) gelişmesine engel olmuşlardır.



    İmam-ı Rabbani ks, Allah cc'yi ararken bir süre sora her Allah diye ulaştığının aslında Allah cc'nin zatına perde olduğunu,nereye kadar giderse gitsin,neyi görürse görsün her gördüğünün perdeden başka bir şey olmadığını görmüş ve ardından meşhur sözünü söylemiştir:
    Allah cc ötelerin ötesinde,her ötenin ötesinde;namütenahi ötede...
    Allah cc'nin varlığı safi akılla,ilmi delillerle ispatlanabilecek olsaydı,dünyadan çok akıllı ve yüksek zekalı insanlar geçti.Başta onlar ispatlarlardı.Kaldı ki Allah cc'yi zahir ile ispat edemeyiz.Ancak varlığına delil olduğunu düşündüğümüz bazı şeyleri imanımızı kuvvetlendirsin diye anlatırız.Bu da ilmel yakin derecesini geçemez.Oysa gerçek ilim hakkal yakin derecesine ulaşmakla elde edilir.Bu ilme ulaşmanın yolu da ilm-i ledun'e vakıf olmakla mümkündür.Ledun ilmi ise kalp ilmidir.Aklın almadığı,ispat ve delil getiremediği şeyler ledun ilmi ile anlaşılır.
    Bu ilimde kitaptan,defterden talim edilerek öğrenilecek bir ilim değildir.

    Tasavvufçuların genel yanılgısı diye başladığınız cümlenizden sonra yaptığınız yorumlar,hiç bir zaman bir Muhyiddin İbn-i Arabi ks görmemiş olmanızdan ötürüdür.Eğer ki bir Muhyiddin görmüş olsaydınız,aslında zahire vurulan her ilmin altında yatan kalp ilmini görebilme yoluna girmiş olurdunuz.

    Meşhur söz vardır.Hikmetinden sual olunmaz ya Rab!Hikmet dediğimiz şeyi her zaman akla ve mantığa uygun şekille açıklamak mümkün değildir.İşte bu hikmet Allah cc'nin hakiki ilminden parçalardır.

    İmam-ı Gazali rah.a ise ömrünün büyük kısmını felsefe,akıl,ilim,din gibi olguları kafasında münazara ederek geçirmiş bir zattır.Ebu Ali Farmedi ks ile tanıştıktan sonra ise oda gerçek ilmin yolunu tutmuş ve burda terbiye görmüştür.Sonrasında yazdığı el-munkız'ı okumadan felsefecilere İslam şöyle der demek de hiç doğru değildir.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Gücdevani -- 4 Haziran 2008; 15:43:31 >




  • “Vakit olur ki kul Rabb olur, şüphesiz, vakit olur ki kul kul olur şeksiz.”
    Kaynak: ( Muhyiddin İbn Arabi, Fususu'l-Hikem, 90. Bosnevi, 1, 433 )

    "Bizler Allah'ın zahiri suretleriyiz, O'nun tecellisiyiz. Alem ve kevn aslında bir hayal olduğu için biz O'yuz."
    Kaynak: ( Muhyiddin İbn Arabi, Fususu'l-Hikem, 159. Bosnevi, 345. )

    “Halık (yaratıcı) ile mahluk bir tek şeydir.”
    Kaynak: ( Muhyiddin İbn Arabi, Fususu'l-Hikem, 78 )

    “O’ bana hamdeder, be de O’na, O’ bana ibadet eder, ben de O’na. Bir hal içinde O’nu ikrar eylerim, a’yanda ise O’nu inkar eylerim.”
    Kaynak: ( Muhyiddin İbn Arabi, Fususu'l-Hikem, 83. Bosnevi, 1, 384-385 )

    _________________________________________________________________
    Bunları okuyunca bu ve bunun yolunda yürüyen zatların islamı kökten değiştirmeye, yozlaştırmaya, anlamını yitirttirmeye çalışan insanlar olduğunu düşünüyorum. Kendi felsefelerini islama enjekte etmeye çalışıyorlar gibi duruyorlar. Bana göre islama sonradan birşey eklenmesine gerek yoktur bu islamı bozmaktan başka birşeye yaramaz, zaten islam başlı başına eksiksiz bir hayat biçimi diye düşünüyorum. Maide suresi 3. ayette "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım, sizin için din olarak İslâm'ı seçtim." bunu teyit ediyor. Bundan sonra ne eksiltmeye ne de eklemeye ihtiyaç duyulmamalı.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Guest-EDE16CD6E -- 4 Haziran 2008; 16:00:56 >




  • @Gucdevani


    Gerçek bilgiye ulaşmanın yolu akıldan ve duyulardan geçer. Ancak en kesin ve her zaman gerçek bilgiyi akıl kavrar. Aklın kavrayamadığı duyusal olan bilgiler, sezgisel bilgiler bile gerçek olmayabilir. Çünkü eğer bizim aklımız bilgiyi kavrayamayıorsa onun hakkında yargıya ulaşıp doğruluğunu anlayamayız. Sezgiyse anında yargı yalmadan ulaşılan bilgidir ve gerçek olmayabilir. Gerçek olması için üzerinde düşünülüp mantıklı cevaplarla temellendirilmesi lazımdır ki burda yapılan her şey akılla kavramadır. Yani sezgisel bilginin gerçek olması için akılla kavranması lazımdır.

    Tanrı kavramı akılla kavranamaz. Ancak sezgiyle hiçbir şey kanıtlanamayacağı için Tanrı kavramı da kanıtlanamaz. Tanrı kavramı kanıtlanamayacak soyut bir bilgi olmaya mahkumdur ki aslında çok zeki akıllı kişiler kanıtlamaya çalışmışlardır. Rasyonalist kişiler de gayet mantıklı şekillerle Tanrı'yı açıklamışlardır. Bknz; Aristoteles'in 4 nedeni, Descartes vs. Bunların hepsi Tanrı'yı açıklayabilmişlerdir. Ancak hiçbir şekilde kesin somut kanıt verememişlerdir.

    Kimse de vermeyecektir sezgiciler bile. Sezgi soyut ve kesin olmamaya mahkum bir bilgidir. Allah kalp bilgisiyle kavranabilir. Sezgilerle de ama bu genede gerçek bilgiyi oluşturmaz. Eğer oluştursaydı bugün sezgiciler Tanrı'yı kanıtlamış olurlardı ve biz Tanrı'yı konuşmazdık. Herkes de inançlı olurdu.

    Sezgi geçrek bilgi ortaya koyamaz dediğim gibi. Gerçek bilgiyi akıl koyar.

    Gazali evet dediğinizi yapmıştır ve felsefeyi eleştirmiştir sonunda. Gazaliden sonra ise Arabistan'da felsefeye kötü gözle bakılmış ve artık felsefeye gereken önem verilmemiştir. Buı da İbni Sina, İbni Rüşd gibi çok önemli filozoflar gibi başka filozofların yetişmesini engellemiştir. Gazalide sezgicidir ve sezginin gerçek ilim olduğunu düşünmüştür. Ancak yanılmıştır geçrek bilgi akıldır.




  • Akılla kavranabilecek ilimler kategorize edilebilir.Suyun N.Ş.A.'da 100 C'de kaynadığı değişmez bir gerçektir.Allah cc'nin varlığı ise bu şekilde ispat edilemeyecek olduğundan sizin bahsettiğiniz kimselerden tarafından somut delillerle ispat edilebilmesi mümkün değildir.
    Materyalist düşünce her olguyu akıl ile ispat etme,mantık sınırlarına oturtma şeklinde gelişiyor.Evrim teorisi ve bu paralellikte yaratılışta kısır bir döngü olmaktan öteye gidemiyor.Evrim düşüncesini savunan kimseler her şeyi ilmi bir temele oturtmaya çalışarak akıl denizinde bazı çıkmazlara sürükleniyorlar.Bu paralellikte yaratılışı savunan kimseler ise elde somut deliller ve kanıtlar olmadığından,sadece somut delile inanma ve sadece onla ikna olma yolunda olan evrim düşüncesine sahip arkadaşları ikna edecek verileri sağlayamıyorlar.Bu kısır döngüde ben bu bölümü takip edeliden beri sürüp gidiyor.
    Oysa sezgisel düşünce dediğiniz karşınızda bulunan dış görünüşü aynı fakat içeriği farklı olan 30 kutudan hangisinin içinde neyin olduğunu kutulara bakarak bilmek değildir.Ya da tahmin yürütüp doğruya ulaşmak ve 6. hissim kuvvetli demek değildir.Bunlar da sezgisel olarak bahsedilir fakat ledun ilminde bunlar sezgi bile değildir;ancak tahmindir.
    Hz.Ali kv'nin bir sözü var.Gözümdeki tüm perdeler kaldırılsa ve Allah cc'nin hakikatleri gözlerim önüne serilse imanım artmaz diyor.Demek ki somut delillerle elde edilemeyen öyle şeyler var ki soyut ile elde ediliyor ve somut olarak ilave bir şey verilse o soyutluğun verdiğini ileriye götürecek şekilde olmuyor.

    Az önce ilmel,aynel ve hakkel yakin demiştim.İlmel yakin Kur'an ve Hadis ile Allah cc'nin varlığını kabul etmedir.Aynel yakin ayet ve hadisleri müşahade ederek imanı ilerletmedir.Hakkel yakin ise bizzat görmektir.İşte bu görmeye sezgi diyor tasavvufçular.Yani daha anlaşılır bir şekilde anlatacak olursak Türkiye'de Eğirdir Gölü olduğunu biliyoruz;buna ilmel yakin diyorlar.Eğirdir Gölü'nin yanına gidip onu gözle görmek aynel yakin,içine girip yüzmek ise hakkel yakin.İşte Tasavvufta sezgi olarak Allah cc'nin varolduğuna vakıf olmuş insanlar bu ilmin içinde yüzmüşlerdir.Nasıl ki suyun kaynaması 100 derece ise ve bu değişmez ise Allah cc'nin varlığı ve bunun delilleri bundan çok daha fazla derecede kesindir bu ilmi yaşayanlara.




  • Yapay Zeka’dan İlgili Konular
    Amin Maalouf
    17 yıl önce açıldı
    Silsile-i Aliyye...
    2 hafta önce açıldı
    Daha Fazla Göster
  • @Gücdevani

    Siz Akılcılığı materyalizmle ve bilimle karıştırdığınızdan böyle düşünüyorsunuz sanırım. Akılcılık materyalizmle ilgilenmez. Materyalizm bir çok şeyin temelidir. Ancak akılcılık ve materyalizm karıştırılmamalıdır. Akılcılar somut olan gerçekleri de görebilirler. Benim orda somuttan kastım gerçekti. Düşünce soyut b,r gerçekliktir. Soyut olmasına rağmen vardır ve kesindir. Akılcılar düşünce yolunu takip eder. Önceki mesajınızda İbn Arabi'nin karşısındaki her şeyin perdelerle kıstılandığını düşünmesinden söz etmişsinizdir. Bunu Platon idealarında bahsetmiştir. Ve Platon akılcı bir filozoftur. İdealardan bahsetmiştir ve asıl gerçeğin idealar(akıl) olduğunu düşünmüştür. Ve bu dünyada gördüğümüz her şeyin doğuştan akılda bulunduğunu söylemiştir. Dünyadaki her şey aklımızın bir yansımasıdır ve hiçbiri gerçek değildir. Bizim gözlerimizde bir perde çekilidir ve mühim olan aklımızın yoluna girebilmek idealara varabilmektir.

    Şimdi bu şekilde düşünüldüğünde Platon tamamen haklıdır. Yanlışı ise, Akıl tek gerçeklik değildir. Ancak akıl da bir gerçekliktir. Akıl bize gerçekliği verebilir. İbn Arabi de onun gibi düşünmüş ancak bunu Tanrı'nın varlığına yormuştur. Tabi bu düşüncelerinde Platon'un etkisinin büyük olduğuna eminim çünkü o dönemlerde Arabistan'da Aristo ve Platon rüzgarı esiyordu.Bu normal bir şeydir, çünkü Platon'dan haberdar olan herkes onu Tanrı'nın varlığını kanıtladı diye göstermektedirler. Hristiyan dünyası ve İslam Dünyası. Her felsefecide onlardan etkilenmişlerdir. Durum şu ki Platon'un idealarının Tanrı'yla bir bağlantısı yoktur. Ve bence böyle de olmalıdır çünkü Tanrı akılla kavranamaz. Tanrı akılla kavranamıyorsa gerçek değildir. Platonun idealarına göre böyle olmalıdır.

    Ancak Platon'un ideaları bi yönde yanlıştır. Çünkü duyularımızla algıladığımız bu dünyada gerçektir ve duyular gerçeği gösterir. Akıl da. Sezgi ise akla girip yargılandıktan sonra bilgi haline gelerek gerçek bilgiyi oluşturabilir. Sonuçta akla girmelidir. Akıldan çıkan akılsal her şey gerçek bilgidir.

    Evrim vs gibi konular kanıtlanmamış olabilir. Ancak Tanrı'nın varlığıda kanıtlanmamıştır. Evrime dair somut ve bilimsel kanıtlar bulabilirken Tanrı'nın varlığına dair en küçük kesin kanıtımız yoktur. Sezgi bize bu durumda yol gösterebilir. Ancak sezgiyle Tanrı'ya ulaşsak bile bunun kesinliğinden emin olamayız. Kısacası Tanrı olmayabilir. Akıl Tanrı'yı kanıtlayamaz belki ancak onu algılamamıza yardımcı olabilir. Sezgi de aynı şekildedir. Ancak sezgi gerçek bilgi koymaz ortaa.

    Tasavvufu yaşayanlara göre tanrı kesin olabilir. Ancak onlar kendileri dıoşında başkalarını ikna edebilecek kesin bilgi ortaya koyamazlar. Tasavvufçular saplantılıdır. Kesin bilgiye değil, sezgisel ve belirsiz bilhiye inanırlar. Belirsiz bilgiyse bizi hakikate değil belirsizliğe götürür. Tasavvufçular her şeyden daha kesin olarak Tanrı'nın varlığını görebilir. Ancak Tanrı'nın kesinliğine dair akılsal hiçbir kanıt ortaya koyamazlar.




  • quote:

    Orjinalden alıntı: Arukard

    @Gücdevani

    Siz Akılcılığı materyalizmle ve bilimle karıştırdığınızdan böyle düşünüyorsunuz sanırım. Akılcılık materyalizmle ilgilenmez. Materyalizm bir çok şeyin temelidir. Ancak akılcılık ve materyalizm karıştırılmamalıdır. Akılcılar somut olan gerçekleri de görebilirler. Benim orda somuttan kastım gerçekti. Düşünce soyut b,r gerçekliktir. Soyut olmasına rağmen vardır ve kesindir. Akılcılar düşünce yolunu takip eder. Önceki mesajınızda İbn Arabi'nin karşısındaki her şeyin perdelerle kıstılandığını düşünmesinden söz etmişsinizdir. Bunu Platon idealarında bahsetmiştir. Ve Platon akılcı bir filozoftur. İdealardan bahsetmiştir ve asıl gerçeğin idealar(akıl) olduğunu düşünmüştür. Ve bu dünyada gördüğümüz her şeyin doğuştan akılda bulunduğunu söylemiştir. Dünyadaki her şey aklımızın bir yansımasıdır ve hiçbiri gerçek değildir. Bizim gözlerimizde bir perde çekilidir ve mühim olan aklımızın yoluna girebilmek idealara varabilmektir.

    Şimdi bu şekilde düşünüldüğünde Platon tamamen haklıdır. Yanlışı ise, Akıl tek gerçeklik değildir. Ancak akıl da bir gerçekliktir. Akıl bize gerçekliği verebilir. İbn Arabi de onun gibi düşünmüş ancak bunu Tanrı'nın varlığına yormuştur. Tabi bu düşüncelerinde Platon'un etkisinin büyük olduğuna eminim çünkü o dönemlerde Arabistan'da Aristo ve Platon rüzgarı esiyordu.Bu normal bir şeydir, çünkü Platon'dan haberdar olan herkes onu Tanrı'nın varlığını kanıtladı diye göstermektedirler. Hristiyan dünyası ve İslam Dünyası. Her felsefecide onlardan etkilenmişlerdir. Durum şu ki Platon'un idealarının Tanrı'yla bir bağlantısı yoktur. Ve bence böyle de olmalıdır çünkü Tanrı akılla kavranamaz. Tanrı akılla kavranamıyorsa gerçek değildir. Platonun idealarına göre böyle olmalıdır.

    Ancak Platon'un ideaları bi yönde yanlıştır. Çünkü duyularımızla algıladığımız bu dünyada gerçektir ve duyular gerçeği gösterir. Akıl da. Sezgi ise akla girip yargılandıktan sonra bilgi haline gelerek gerçek bilgiyi oluşturabilir. Sonuçta akla girmelidir. Akıldan çıkan akılsal her şey gerçek bilgidir.

    Evrim vs gibi konular kanıtlanmamış olabilir. Ancak Tanrı'nın varlığıda kanıtlanmamıştır. Evrime dair somut ve bilimsel kanıtlar bulabilirken Tanrı'nın varlığına dair en küçük kesin kanıtımız yoktur. Sezgi bize bu durumda yol gösterebilir. Ancak sezgiyle Tanrı'ya ulaşsak bile bunun kesinliğinden emin olamayız. Kısacası Tanrı olmayabilir. Akıl Tanrı'yı kanıtlayamaz belki ancak onu algılamamıza yardımcı olabilir. Sezgi de aynı şekildedir. Ancak sezgi gerçek bilgi koymaz ortaa.

    Tasavvufu yaşayanlara göre tanrı kesin olabilir. Ancak onlar kendileri dıoşında başkalarını ikna edebilecek kesin bilgi ortaya koyamazlar. Tasavvufçular saplantılıdır. Kesin bilgiye değil, sezgisel ve belirsiz bilhiye inanırlar. Belirsiz bilgiyse bizi hakikate değil belirsizliğe götürür. Tasavvufçular her şeyden daha kesin olarak Tanrı'nın varlığını görebilir. Ancak Tanrı'nın kesinliğine dair akılsal hiçbir kanıt ortaya koyamazlar.



    Öncelikle yazımı daha dikkatli okumanızı tavsiye ederim.Her gördüğünü Allah cc'nin varlığına perde olarak gören İmam-ı Rabbani ks'dir İbn-i Arabi ks değil.İbn-i Arabi ks öğretisinde La Mevcuda illallah sırrında hareketle Allah cc den mevcut başka hiç bir şey yoktur diyerek kendisi,dünya ve diğer herşeyin aslında Allah cc'nin yansıması olduğunu söylemiştir.Asıl hakikat ise La İlahe İllallah sırrına erebilmektir.Bu ise mevcudatı Allah cc'ye bağlamaktan öte bir manadır.Buna ulaşan İmam-ı Rabbani ks nin sözüdür her gördüğünün Allah cc'ye perde olması.

    Materyalizm de ispatı olmayan,yani ispat olarak elle tutulup gözle görülmeyen şeylere inanmama üstüne kurulu değil mi?Akılıcılık da aynen böyle.İlmi-fenni bir ispat getirdiği sürece bu doğrudur.Getiremiyorsa birine göre doğru,diğerine göre yanlıştır.Biri inanır diğeri inanmaz.Zaten böyle olması imtihanı ortaya çıkarır.Eğer herkesin algılayabileceği ve ispatlayabileceği bir bilim olsaydı din,herkes inanırdı.

    Aslında hiç aralarında bulunmadığınız,ne yer,ne içer,ne yapar,ne işler bilmediğiniz bir grup insana saplantılıdır demek de bir garip doğrusu.Tasavvuf kal değil hal ilmidir.Sizinle burda konuştuklarım falan tasavvuf değildir,ancak dışa sızan bir kısmıdır.Yaşamadan,içine girmeden bilemezsiniz.Bilemeyeceğiniz bir şey için de o saplantı,bu böyle yorumları sığ fikirden öteye geçemez.

    Eğer Allah cc varsa bu dünyada gördüğünüz madde aleminden çok çok defalarca kat fazla mana alemi vardır.Bu mana alemi de sizin belirsiz diye bahsettiğiniz kısımda yer alır.Eğer tasavvuf erbabları bu belirsiz bilgi diye bahsettiğinizle belirsizliğe gitmiş olsalardı,Üveys-ül Karani'den bu yana devam edemezlerdi.

    Az önce sorduğumu yinelemek istiyorum.Madem bu mana dediğimiz belirsizlik bizi belirsizliklere çıkarıyor,nasıl oluyor da her şey somutlaştırılıp gözümün önüne serilse imanım artmazdı diyor Hz.Ali?




  • -muhıddın'e gore zat (allah) ve vucut aynıdır.
    -rabbanı'ye gore vucut zat'tan ayrıdır.

    -muhıddın'e gore sıfatlar zatı'n aynıdır
    -rabbanı'ye gore sıfatlar zattan ayrıdır. sıfatlar zat'ın golgelerıdır.

    -muhıddın'e gore alem sıfatların belırıs ve meydana cıkısından ıbarettır.
    -rabbanı'ye gore alem, sıfatların belırıs ve meydana cıkısından degıl, ancak sıfatların golgelerının belırısınden ıbarettır.

    -muhıddın'e gore alem hayaldır, ancak allah vardır. yanı allah alemdır.
    -rabbanı'ye gore, alem hayal degıldır. cunku boyle kabul etmek alemın objektıf realıtesını ınkar etmek olur. sonra, alem eger hayalden ıbaretse o yok, tasavvuflarımız var, demektır. halbukı allah mutlak ve zorunlu, alem ıse mumkun ve gecıcıdır.

    -muhıddın'e gore alem golgedır. fakat aslın, yanı allah'ın kendısıdır.
    -rabbanı'ye gore alem golgedır. ama bu golge aslın kendısı degıl, asıldan baska olan bırseydır. ve aslın kendısıne bahsettıgı vucut ıle dısta kendı nefsınde mevcuttur.

    -muhıttın'e gore ınsan ve allah arasında kı munasebet bır yakın olma munasebetıdır. allah ınsanı kendı kudretı uzerıne yaratmıstır.
    -rabbanı'ye gore gercı allah bıze sah damarımızdan daha yakın ama bu yakınlıgın mhıyetını kavramak aklın dısındadır.



    gecmısde okudugum bır kıtapdan bılgı edınerek bunu burada daha once de yazmıstım.




  • @Gucdevani

    Özür dilerim isimler karışık biraz ondan.Ancak farketmez Platonla ilgili dediklerim doğrudur o dönem felsefeyle uğraşan genelde herkes Platon ve Aristodan etkilenmişlerdir.

    Ancak akılcılıkla ilgili söylediğiniz yanlış.Akılcılıkta ilmi-fenni bir cevaba gerek yoktur.Düşünce kavramına ilmi bir cevap getirlemezken de düşünce kesindi. AKılcılıkta gerçekler sadece akıldadır.Akılla ulaşılan her bigli gerçektir. İlla somut kanıt olması gerekmez. Akılcı filozofların çoğu da Tanrı'ya inanırlar zaten. Hepsi de kanıtlamaya çalışsalar da kesin kanıt oluşturamamışlardır.
    İmtihan demişsiniz de imtihan bile tam bir muammadır.

    Şu an hala tasavvufla uğraşan birileri olabilir. Dediğim gibi onlar için bu kesin gerçek. Ancak bu kesin olarak belirsizlik. Herkesin kabul etmesi gereklidir ki Tanrı kanıtlanamaz. Belirsizliktir. Bu belirsizliği kendilerine kesin gerçek edinmiş kişilerdir ve bu yüzden hala Tasavvufla uğraşan vardır. Uğraşmasınlar demiyorum tabiki.

    Hz.Ali,'nin söylediğine; Şunu demiş olabilir ki, somut gerçeklere inanılmaz. Somut gerçekler bilinir. Siz nasıl kaleme inanıyorum derseniz bir garip olursa, Tanrı somut, kalem kadar somut olduğunda da Tanrı'ya inanılmaz Tanrı bilinmeye başlar.(Bunları her şeyin içine Tanrı ve metafiziksel varlıkları alarak söyledim) Bu yüzden de artık iman diye bir şey olmaz zaten.




  • quote:

    Orjinalden alıntı: felsefika

    ellerine saglik @red kit cok severim muhyiddin ibn arabi yi.

    ondan konu acilmisken. onun cok sevdigim sozlerinden birini yazmadan gecmek olmaz.


    ey benim her agnimi goren sen.
    beni gormesken ne syk gorurum on'u ben.


    Ne demek, Rica ederim.

    (Elif Şafak Hanımefendi sağolsun, katkıları büyük )
  • Yavuz Sultan Selim'in Şam'a girişinde de bir kerameti var.
    "S" ; "Ş"ye girince kabrimin yeri belli olacak demişti sanırım.
    Yani başharfleriyle bildirerek "S"elim "Ş"ama girince!
    Mezarının o sırada bulunduğu söyleniyordu.
  • quote:

    Orjinalden alıntı: was


    Yavuz Sultan Selim'in Şam'a girişinde de bir kerameti var.
    "S" ; "Ş"ye girince kabrimin yeri belli olacak demişti sanırım.
    Yani başharfleriyle bildirerek "S"elim "Ş"ama girince!
    Mezarının o sırada bulunduğu söyleniyordu.


    Tasavvuf...Sizin allahınız ayaklarımın altındadır diyen bir şairi de asmışlardı.Fakat bir zaman sonra mecburiyetten mezarı açılınca gördüler ki ayaklarının altında külçelerce altın duruyor...

    Ne ilginç yav...
  • quote:

    Orjinalden alıntı: Red Kit


    quote:

    Orjinalden alıntı: was


    Yavuz Sultan Selim'in Şam'a girişinde de bir kerameti var.
    "S" ; "Ş"ye girince kabrimin yeri belli olacak demişti sanırım.
    Yani başharfleriyle bildirerek "S"elim "Ş"ama girince!
    Mezarının o sırada bulunduğu söyleniyordu.


    Tasavvuf...Sizin allahınız ayaklarımın altındadır diyen bir şairi de asmışlardı.Fakat bir zaman sonra mecburiyetten mezarı açılınca gördüler ki ayaklarının altında külçelerce altın duruyor...

    Ne ilginç yav...


    Hallaci Mansur dur bu sozleri soyleyen mutasavvıf.
  • quote:

    Orjinalden alıntı: felsefika


    quote:

    Orjinalden alıntı: Red Kit


    quote:

    Orjinalden alıntı: was


    Yavuz Sultan Selim'in Şam'a girişinde de bir kerameti var.
    "S" ; "Ş"ye girince kabrimin yeri belli olacak demişti sanırım.
    Yani başharfleriyle bildirerek "S"elim "Ş"ama girince!
    Mezarının o sırada bulunduğu söyleniyordu.


    Tasavvuf...Sizin allahınız ayaklarımın altındadır diyen bir şairi de asmışlardı.Fakat bir zaman sonra mecburiyetten mezarı açılınca gördüler ki ayaklarının altında külçelerce altın duruyor...

    Ne ilginç yav...


    Hallaci Mansur dur bu sozleri soyleyen mutasavvıf.



    Bilginize teşekkürler.(Unutmuştum imdada geldiniz)




  • quote:

    Orjinalden alıntı: felsefika


    quote:

    Orjinalden alıntı: Red Kit


    quote:

    Orjinalden alıntı: was


    Yavuz Sultan Selim'in Şam'a girişinde de bir kerameti var.
    "S" ; "Ş"ye girince kabrimin yeri belli olacak demişti sanırım.
    Yani başharfleriyle bildirerek "S"elim "Ş"ama girince!
    Mezarının o sırada bulunduğu söyleniyordu.


    Tasavvuf...Sizin allahınız ayaklarımın altındadır diyen bir şairi de asmışlardı.Fakat bir zaman sonra mecburiyetten mezarı açılınca gördüler ki ayaklarının altında külçelerce altın duruyor...

    Ne ilginç yav...


    Hallaci Mansur dur bu sozleri soyleyen mutasavvıf.



    Sizin taptığınız ayaklarımın altındadır diyen zat Muhyiddin İbn-i Arabi ks'dir.

    Hallac-ı Mansur ks enel hak(Hakk benim) demesi ile idam edilmiştir.İdamı taşlanarak gerçekleştirilmiş,zamanın diğer büyük mutasavvıfı Beyazıd Bestami ks ise idam esnasında Hallac ks'ye gül atmıştır.O esnada Hallac ks dostun gülü acıttı,taşların acıtmadığı kadar demiştir.

    İbn-i Arabi @was'ın dediği gibi sin şına gelince kabrim meydana çıkar demiştir.Yavuz Sultan Selim Şam'ı fethettikten sonra şehri gezerken bu sözü duyar ve İbn-i Arabi ks'nin kabrinin araştırılmasını ister.O zaman civarda çobanlık yapan birisi hayvanlarını otlatırken hiçbir hayvanın üstünden geçmediği ve otlarından istifade etmediği bir tepeyi gösterir.Bu tepe kazılır ve İbn-i Arabi ks'nin bedenine ulaşılır.Daha sonra buraya medrese ve türbe yapılır.Halen daha hizmet vermektedir.




  • İki arada kaldım ben şimdi; hanginizinki doğru?
  • quote:

    Orjinalden alıntı: Red Kit

    İki arada kaldım ben şimdi; hanginizinki doğru?


    hallac el-mansur, "ben allahım/allah benim" (en-el hak) dediği için öldürülür. yaşamıyla, düşünce sistemi kuruşuyla (benimserim ya da benimsemem o ayrı bir konu) dosdoğru bir tasavvuf erbabıdır.
    "sizin allahınız ayaklarımın altındadır" gibi bir yaklaşımı yoktur felsefesinde.

    Muhyiddin İbn-i Arabi ks ise bu işin epey bir tüccarıdır. hani fadime şahin'in müslümü uçuyordu ya, bu muhuyiddin de "uçan" değil de, "yanmaz" cinsinden.

    örneğin: "Evi, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin türbesine çok yakın olan Ahmed Halebî, bizzat gözleriyle gördüğü şu kerâmeti anlattı: "Bir gece yatsı namazından sonraydı. Muhyiddîn-i Arabî hazretlerini kötüleyenlerden biri, elinde bir ateşle türbeye doğru yaklaştı. Maksadı sandukasını yakmaktı. Hemen ateşi atacağı zaman, ateş söndü ve kabr-i şerîfinin yanıbaşında, ayaklarının altında bir çukur açıldı ve adam âniden çukurun içinde kayboldu. ..." bunun gibi hikayeler erbabıdır kendileri.

    örneğin bunun gibi:
    dinimizislam.com
    Muhyiddin-i Arabi - Dinimiz İslam
    http://www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=3029


    hikayeleri, hakkında anlatılanlar sıralamakla bitmez. örneğin, herkesin cini olur da muhyiddin-i arabi'nin bişisi olmaz mı? olur tabi. o da "ruhlarla" görüşmeyi sever.

    "Ruhlar ile nasıl görüşüyorsunuz?" diye sordular. Onlara verdiği cevapta; "Üç şekilde: 1) Rüyâ yoluyla, 2) Onların rûhâniyetlerini dâvet edip görüşerek, 3) Bedenimden rûhumu ayırıp, rûhumla onların yanına giderek" buyurdu."..

    geceleri çok sever muhyiddin (gerçi günümüzde buna şizrofenik yapı, deniliyor ama olsun). kimler gelmez ki geceleri kendisine:

    "Bir gün Tunus Limanında idim. Vakit geceydi. Kıyıya yanaşmış gemilerden birisinin güvertesine çıktım. Etrâfı seyretmeye başladım. Denizin üzerinde ay doğmuş, fevkalâde güzel bir manzara teşkil ediyordu. Bu manzarayı, cenâb-ı Hakk'ın her şeyi ne kadar güzel ve yerli yerinde yarattığını tefekkür ederken dalmıştım. Birden ürperdim. Uzaktan, uzun boylu, beyaz sakallı bir kimsenin suyun üzerinde yürüyerek geldiğini gördüm. Nihâyet yanıma geldi. Selâm verip bâzı şeyler söyledi. Bu arada ayaklarına dikkatle baktım, ıslak değildi. Konuşmamız bittikten sonra, uzakta bir tepe üzerindeki Menare şehrine doğru yürüdü. Her adımında uzun bir mesâfe katediyordu. Hem yürüyor, hem de Allahü teâlânın ismini zikrediyordu. O kadar güzel, kalbe işleyen bir zikri vardı ki, kendimden geçmiştim. Ertesi gün şehirde bir kimse yanıma yaklaşarak selâm verdi ve; "Gece gemide Hızır aleyhisselâm ile neler konuştunuz? O neler sordu, sen ne cevap verdin?" dedi. Böylece gece gemiye gelenin Hızır aleyhisselâm olduğunu anladım. Daha sonra Hızır aleyhisselâm ile zaman zaman görüşüp sohbet ettik, ondan edeb öğrendim....

    meğerse hızır aleyhisselam gelmiş...

    örneğin:http://rumimevlevidergisi.blogcu.com/16832101/
    ya da:http://www.aldananlar.org/ehli-sunnet/abide-sahsiyetler/muhyiddin-ibn-i-arab-k.s.html

    vesaire vesarire... kısaca, yüzlerce yıldır, bu topraklarda din bezirganları soyup soğana çevirmiş herkesi. dün de öyleydi, bugün de öyle. dün develere binerlerdi, bugün "trenlerde" geziniyorlar..

    ama yedirmişler mi bunu? yedirmişler... ne denir başka???

    not: alıntıların geçtiği site isimleri rasgele seçilmiştir.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi narada -- 14 Haziran 2008; 20:24:16 >




  • 
Sayfa: 12
Sayfaya Git
Git
sonraki
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.