Şimdi Ara

••••TÜRK ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ •••• (43. sayfa)

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
1.818
Cevap
16
Favori
434.088
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: önceki 4142434445
Sayfaya Git
Git
sonraki
Giriş
Mesaj
  • quote:

    Orjinalden alıntı: Oriental


    quote:

    Orjinalden alıntı: turkiyem

    quote:

    biz dunyanın 4 tarafını isgal ettik savastık avrupalara dayandık kan dökmedikmi? Ne demek simdi bu rus lada savastık yendik yenildik

    savas da erkekler icin



    ne anlıyorsun burdan savasmıs olabiliriz ruslarla cok savas yaptık bizanslada yaptık haclı seferlerinede karsı durduk biz rus kanı dökmedikmi? onların hepsi carlık rusyasında kaldı

    sovyetler birligi kurulduktan sonra bizi tanıyan ilk ülke sovyetlerdir moskova antlasması ile

    Kardeş bizi tanıyan ilk ülke AFGANİSTAN'DIR



    TBMM 1. İnönü Savaşı sonrasında yapılan Londra Konferansı ile İstanbul Hükümeti ile Londra'ya heyet gönderir. Bu dolaylı da olsa İtilaf Devletleri tarafından TBMM'nin tanındığını gösterir.

    1) TBMM'yi ilk tanıyan devlet: Ermenistan (Gümrü Antlaşması ile)

    2) TBMM'yi ilk tanıyan müslüman devlet; Afganistan'dır. (Moskova Antlaşması öncesi Moskova'da yapılan Türk - Afgan Dostluk Antlaşması ile)

    3) TBMM'yi ilk tanıyan Avrupa devleti: Sovyet Rusya (Moskova Antlaşması ile)

    4) TBMM'yi ilk tanıyan İtilaf Devleti: Fransa (Sakarya Meydan Savaşı'ndan sonra yapılan Ankara Antlaşması ile)


    ilk tanıyan devlet ermenistan afganistan da moskovada 1 antlasma yapılıyor gene rus destekli Kıbrısı afganistan tanısa ne olur hic birsey farketmez Ama bir amerika 1 rusya tanırsa artık kktc yi herkes tanımak zorunda kalır




  • Moskova Antlaşması



    Moskova Antlaşması'nın Hükümleri :



    1. İki taraftan birinin tanımadığı anlaşmayı diğeri de tanımayacaktır.

    2. Sovyetler Birliği Misak-ı Milli'yi tanıyacak.

    3. Osmanlı Devleti ile Çarlık Rusya arasında imzalanan antlaşmalar geçersiz olacak.

    4. Sovyet Rusya Hükümeti Kapitülasyonların kalktığını kabul edecek.

    5. İki devlet aralarındaki ilişkileri geliştirerek ekonomik ve mali antlaşmalar yapacaklar.

    6. Kars, Ardahan ve Artvin Türkiye'ye bırakılacak, Batum ise Gürcistan'a verilecek.

    7. Boğazlar konusunda ayrı bir konferans toplanacak ancak bu konferansta Türkiye'nin İstanbul üzerindeki egemenliğini tehdit eden bir karar alınamayacak.

    8. Sovyet Rusya, elinde bulunan esirleri üç ay içerisinde iade edecek.







    Moskova Antlaşması'ndan Önce Sovyet Rusya ile İlişkiler



    Sovyet Rusya'nın Birinci Dünya Savaşı'ndan çekilmesinden sonra İtilaf Devletleri yeni kurulan devleti ve onun rejimini tanımadılar ve Rusya'daki çarlık yanlılarının ayaklanmalarını desteklediler. Soveyet Rusya yeni rejimi yaşatmak için güney sınırlarının güvenliğini sağlamak zorundaydı. Bu nedenle de Anadolu'daki hareketi desteklemeye başladı. Rusya Haziran 1920'de Misak-ı Milli'yi tanıdığını açıkladı. Birinci İnönü Zaferi'nden sonra da TBMM ile Moskova Antlaşması'nı imzaladı.







    Moskova Antlaşması'nın Sonuçları :



    1. Bu antlaşma ile Rusya TBMM'yi tanıyan ilk büyük devlet oldu.

    2. Rusya Misak-ı Milli'yi tanıyan ve kapitülasyonların kalktığını kabul eden devlet oldu.

    3. Rusya, Ermenistan'dan sonra Sevri tanımayan ikinci devlet oldu.

    4. Rusya Osmanlı Devleti ile ilişki kurmayacağını kabul etmekle Osmanlı Devleti'nin sona erdiğini kabul etti.

    5. Doğu Cephesi'ndeki birlikler, Batı Cephesi'ne kaydırıldı.




  • ne yani fake efendi rusya dostumuz mu ? şunu iyi bilinizki devletler arasında kanbağı tarih bağı gibi durumlar yoksa dostluk yoktur ancak çıkar ilişkisi vardır ewet ruslar veyahut amaerikanlar (her iki devlettende tiksiniyorum ama günümüze bakarsak ruslar biraz daha iyi görünüyorlar)ülkemize maddi anlamda yardım etmişlerdir ama niye ?çünki kendi safına çekmek için 1.dünya savaşında hinditan müslümanlarının (şimdiki pakistan) topladılkarı yardımı rusya üzerinden milli mücadeleye ulaştırmayı amaçlamışlardır ulaştırmışlardırda iki farkla ! 3 milyon altın kuvva i milliyenin eline 1milyon altın olarak geçmiştir yani 2 milyon altını alakoymuşlardır (kaynak : ibrahim refik tarih şuuruna doğru 2)
    rusların anadoluda yaptığı vahşetleri ve soykırımlarıda ayrıca ele alalım
  • quote:

    Orjinalden alıntı: karahisar

    ne yani fake efendi rusya dostumuz mu ? şunu iyi bilinizki devletler arasında kanbağı tarih bağı gibi durumlar yoksa dostluk yoktur ancak çıkar ilişkisi vardır ewet ruslar veyahut amaerikanlar (her iki devlettende tiksiniyorum ama günümüze bakarsak ruslar biraz daha iyi görünüyorlar)ülkemize maddi anlamda yardım etmişlerdir ama niye ?çünki kendi safına çekmek için 1.dünya savaşında hinditan müslümanlarının (şimdiki pakistan) topladılkarı yardımı rusya üzerinden milli mücadeleye ulaştırmayı amaçlamışlardır ulaştırmışlardırda iki farkla ! 3 milyon altın kuvva i milliyenin eline 1milyon altın olarak geçmiştir yani 2 milyon altını alakoymuşlardır (kaynak : ibrahim refik tarih şuuruna doğru 2)
    rusların anadoluda yaptığı vahşetleri ve soykırımlarıda ayrıca ele alalım



    o paralara el koyulması olayı yalan devletin resmi kurumları boyle demiyor devlet bakanımız gidip rusyadan bizzat kendisi almıs paraları artı silah yardımlarıda gelmis.

    ben rusya dostumuz dusmanımız mı dedim?

    Yaptıgımız ilk anlasma sovyetlerle emperyalistler bizi isgal ederken yardıma kosan tek ülke




  • quote:

    Orjinalden alıntı: Devrim_Subayı


    quote:

    Orjinalden alıntı: karahisar

    ne yani fake efendi rusya dostumuz mu ? şunu iyi bilinizki devletler arasında kanbağı tarih bağı gibi durumlar yoksa dostluk yoktur ancak çıkar ilişkisi vardır ewet ruslar veyahut amaerikanlar (her iki devlettende tiksiniyorum ama günümüze bakarsak ruslar biraz daha iyi görünüyorlar)ülkemize maddi anlamda yardım etmişlerdir ama niye ?çünki kendi safına çekmek için 1.dünya savaşında hinditan müslümanlarının (şimdiki pakistan) topladılkarı yardımı rusya üzerinden milli mücadeleye ulaştırmayı amaçlamışlardır ulaştırmışlardırda iki farkla ! 3 milyon altın kuvva i milliyenin eline 1milyon altın olarak geçmiştir yani 2 milyon altını alakoymuşlardır (kaynak : ibrahim refik tarih şuuruna doğru 2)
    rusların anadoluda yaptığı vahşetleri ve soykırımlarıda ayrıca ele alalım



    o paralara el koyulması olayı yalan devletin resmi kurumları boyle demiyor devlet bakanımız gidip rusyadan bizzat kendisi almıs paraları artı silah yardımlarıda gelmis.

    ben rusya dostumuz dusmanımız mı dedim?

    Yaptıgımız ilk anlasma sovyetlerle emperyalistler bizi isgal ederken yardıma kosan tek ülke

    keşke herşey resmiyetle olsa vagonlarla bulgarlara saman fiyatına satılan tonlarca osmanlı belgesinden haberiniz varmıydı peki .belki muhammed ikbal ismini duymuşsunuzdur biraz araştırın hindistan müslümanlarının topladıkları paralara ulaşabileceğinize inanıyorum




  • ASIRLIK OSMANLI ARŞİVLERİNİN OKKASI 3 KURUŞA SATILMASI

     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••

    Son Posta muharriri İbrahim Bey, bütün memleketi, devleti, milleti, ilim alemini şiddetle alakadar eden bu büyük hatayı ve faciayı nasıl ortaya çıkardığını şöyle anlatmaktadır: “Mayıs’ın 12. Salı günü, Sultanahmet’teki Maliye evrak hazinesinin önünde, 25-30 kadar araba sıralanmış, kapının önüne büyük bir baskül konmuş, birtakım çemberlenmiş kağıtlar tartılıyor ve hamallarla bu arabalara konularak Sirkeci İstasyonu’na taşınıyordu.”
    “Bu taşıma sırasında, bunlardan birçokları da, sokaklara dökülüp saçılıyordu. Bu binanın önünden, Sultanahmet tramvay mevkiine kadar olan yol, birçok vesikalarla dolmuş ve örtülmüştü.”
    Şahıslardan kaynaklanan sorumsuzluk ve dikkatsizliğin veya iş bilmeyen ehliyetsiz kişilerin nasıl büyük kayıplara yol açacağının en bariz örneği de 1931 yılında, dünyanın hiçbir yerinde eşi benzeri görülmedik bir şekilde ülkemizde yaşanmıştır. 1931 yılında, asla unutulması ve affedilmesi mümkün olmayan bir gaflet neticesinde, çoğu maliyeye ait Osmanlı dönemi arşiv belgesi, sorumsuz, milli kültür ve şuurdan habersiz bir iki kişinin gayretiyle Bulgaristan’a, okkası 3 kuruş 10 paraya hurda kağıt olarak satılmıştır.
    İstanbul Defterdarlığı Maliye Arşivi’nde bulunan askeri, mali, ticari, siyasi, hukuki, edebi, denizcilik ve bilim tarihimize ait evrakın bir kısmı 1931 yılında konuyu bilen ve belgelerin değerini takdir edecek yetkili hiçbir şahıs veya müesseseye danışılmadan kese kağıdı yapılmak için ayrılan kağıtlarla birlikte Bulgaristan’a satılmıştır. Satılan belgelerin miktarı 30 ile 50 ton arasındadır. Çoğunluğu maliyeye ait olan belgeler, özellikle tanzimattan sonra muhtelif dairelerden gelen vesikaların da burada toplanması ile çeşitlenmiş ve çoğalmıştır
    Sultanahmet’deki Bizans döneminden kalma hapishanede bulunan belgeler, Maliye Bakanlığı’nın emri ile defterdarlıkta konu ile alakası olmayan iki tapu memurunun üstünkörü incelemeleri sonucunda, günün maliyesi ile ilgili olamayıp, bir değer taşımadıklarına, hükümlerinin geçmiş olduğuna karar verilerek ve bir kısmının da boş kağıt parçaları olduğu iddia edilerek, kağıt fabrikalarında hamur haline getirilmesi maksadıyla Bulgaristan’a gönderilmek üzere Sirkeci’den döke saça vagonlara doldurulmuş ve gönderilmiştir.
    Bir milletin kendi kültürel ve tarihsel mirasını satmak anlamındaki bu facia, olaydan tesadüfen haberdar olan İsmail Hakkı Konyalı ve Muallim Cevdet gibi tarihine ve kültürüne vakıf olan kişilerin gayretiyle kısmen önlenmiştir. İsmail Hakkı Konyalı ve Muallim Cevdet’in öncülüğünü yaptığı bir grup aydın, öncelikle devrin Başbakanı İsmet İnönü’ye bir telgrafla, yapılan işin büyük bir yanlışlık ve gaflet olduğunu, evrak satışının Avrupa ilim alemini hayrete düşüreceğini, Avrupa’da bile Türkler’in geçmişinin aydınlatılması için bu vesikalara çok büyük değer verildiğini bildirmişler ve evrakın tarihsel değere sahip olduğunu, bu satışın hemen durdurulmasını, hiç değilse Bulgaristan’ın ikaz edilip vesikaların kıymetli olduğunun bildirilmesini ve fabrikalara gönderilmesinin engellenmesini belirten bir rapor gönderilmiştir.
    Konu, araya konan bazı şahıslar vasıtasıyla mecliste, bakanlıklarda ve başbakanlık müsteşarlığı nezdinde de gündeme getirilmiş; nihayet Başbakan İsmet İnönü imzasıyla yayınlanan genelge ile devlet dairelerinin ellerinde bulunan tarihi vesikaların hiçbir şekilde imha edilmemesi ve satılmaması bildirilmiştir.
    Evrak satış konusu günlerce gazetelerde önemli yer işgal etmiş, TBMM’nde konu ile ilgili Soru Önergeleri verilmiş, atılan yanlış adımdan geri dönülmesi için kamuoyu baskısı temin edilmeye çalışılmıştır. Bu haklı ve ciddi tepkiler üzerine, evrak mahzenlerinin kapıları mühürlenerek dışarıya evrak çıkarılması durdurulmuş, olay soruşturulmaya başlanmıştır. Bir yandan da satılan evrakın geri alınabilmesi için Bulgaristan’la temasa geçilmiş, fakat satılan evrakın tamamının geri alınması mümkün olmamıştır.
    Bulgaristan’a satılan evrak meselesi, halen depolarda bekleyen milyonlarca belgenin durumu ve bunların geleceği konusu, kamuoyunun dikkatini çekmiştir. Konunun devlet düzeyinde ele alınması meselesi, Muallim Cevdet’in İsmet İnönü’ye yazmış olduğu bir mektup ile başlamıştır. Konu ile ilgili olarak TBMM’nde de faaliyete geçilmiş, Saruhan milletvekili Refik Şevket Bey, meclis başkanlığına cevaplandırılmak üzere bir soru önergesi vermiştir. Bu önergede satılan evrakın bulunduğu mahzende ne kadar zamandan beri tür belgeler bulunduğu, bunların kimin sorumluluğunda olduğu, evrakın niçin satıldığı, satışta hangi usullerin uygulandığı, satılan evrakın kıymetli olup olmadığı, satılanların geri alınması için bir teşebbüste bulunup bulunmadığı, satıştan sorumlu olanların kanuni bir tahkikata uğrayıp uğramadıkları gibi hususlar yer almıştır.
    Bu önergeye, dönemin Maliye Bakanı olan Mustafa Abdulhalik tarafından cevap verilmiştir. Cevapta, söz konusu evrakın bir kısmının geçmişte tasnifinin yapıldığı önemsiz olanların bir komisyon tarafından ayrılarak satılmasına karar verildiği, fakat gelen büyük tepkiler sonucunda satılan evrakın Bulgaristan’dan geri istendiği şeklindeki ifadelere yer verilmiştir. Bu açıklamaların kamuoyuna tatmin etmekten ne kadar uzak olduğu oldukça açıktır.
    Daha sonra, Bulgaristan’a satılan evrakın hurda kağıt değil, tarihi arşiv belgeleri olduğu anlaşılmıştır. Muallim Cevdet ve tarihçi İbrahim Hakkı Konyalı’nın konu ile ilgili yaptıkları neşriyat ve müdahaleler sonucunda, işe el konulmuş ve satılan evrak diplomatik yolla geri istenmiştir. Bulgarlar ise Avusturya’dan bir arşiv uzmanı getirterek bu belgeleri inceletmişler ve en değerli olanlarla, kendilerini ilgilendirenleri, arşivleri ve kütüphaneleri için alıkoymuşlardır. Diplomatik yolla istenen evraktan arta kalanlar, iki yıl sonra Türkiye’ye geri iade edilmiştir.
    Bulgaristan’a satılan evrak, bugün Bulgaristan’ın milli kütüphanesi olan Cyril ve Methodius kütüphanelerindedir. Bu kütüphanelerde Türk belgeleri üzerindeki çalışmalar, kütüphaneci Vladimir Todarov-Khindalov döneminde yeniden hızlandırılmıştır. Kütüphaneci Miatev ve Netkov dönemlerinde de koleksiyonun mevcudu, yukarıda sözünü ettiğimiz işe yaramaz hurda kağıt diye satılan sandıklar dolusu evrak sayesinde zenginleşmiştir.
     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••




  • HİNTLİ MÜSLÜMANLARIN,TÜRKİYE'YE YARDIMLARI!!!

    Milli Mücadele döneminde İngiliz sömürgesi olan Hindistan'da; Hindularla, Hint müslümanları Türk Kurtuluş Savaşı'na büyük ilgi gösterirler. Olaya Hindular, kazanmak istedikleri bağımsızlığa örnek bir hareket olması yönüyle; Hint Müslümanları ise esir edilen Halife'nin kurtarılacağı yönüyle ilgi duyarlar. Türkiye'deki gelişmeleri yakından izlerler, destek olmak için ortak komiteler kurarlar, ortak kongreler düzenlerler. Kongre kararı ile halktan para toplayıp Türkiye'ye gönderirler.

    Yardım parasını; Hindular "Ankara'ya yardım fonu"nda, müslümanlar "Hilafet fonu"nda toplarlar (37).

    Ve değişik tarihlerde parça parça, "İslamiyetin Kılıcı" ilan ettikleri Mustafa Kemal adına ve şahsına gönderirler.

    Gönderilen para tutarı, konuyu ele alan her kaynakta değişiktir. Örnek verelim:

    Hintli yazar Sinha, Türk kaynaklarından aktarma yapmakta beşyüz- altıyüzbin Türk lirası demekte (38).
    Lord Kinross, yardımının 125 bin İngiliz lirasını bulduğunu öne sürmekte (39).
    Kurtuluş Savaşı'nın mali kaynaklarını inceleyen Alptekin Müderrisoğlu, Kinross'dan alıntı ile 125.000 İngiliz lirası (40).
    Sabahattin Selek, 300 bin Türk lirası 41).
    Can Dündar, 1 milyon Türk lirası (42).
    Hasan Rıza Soyak, 500-600 bin Türk lirası arasında (43).
    Şerafettin Turan, gelen paranın tutarı hakkında verilen rakamların birbirini tutmadığını belirtmekte. (44).
    Durumun açıklığa kavuşturulması gereği kendisini gösteriyor. Özellikle kişiye gönderilen bir para olması yönünden bu önem taşıyor.

    Gönderilen paranın toplam tutarı, hangi tarihte ne kadar gönderildiği Cumhurbaşkanlığı Arşivi'nde mevcuttur. Bu Arşiv'den yararlanılarak, Genel Kurmay Harp Tarihi Başkanlığı tarafından hazırlanan, "Türk İstiklal Harbi İdari Faaliyetleri" isimli, 1975 yılında basılmış eserde, yardımın dökümü verilmektedir. Bu değerli eserin gözden kaçtığını, bu nedenle yardım tutarı konusunda karışıklık yaşandığını düşünüyoruz.

    Hint Yardımının Dökümü (45):


    İngiliz Lirası Türk Lirası Tarihi
    26.000 144.400 26 Aralık 1921
    6.000 36.300 6 Şubat 1922
    4.000 25.320 18 Şubat 1922
    5.000 32.300 20 Şubat 1922
    10.000 64.600 22 Şubat 1922
    5.000 32.300 2 Mart 1922
    20.000 131.500 28 Mart 1922
    5.000 33.150 18 Nisan 1922
    5.000 32.100 2 Mayıs 1922
    4.000 26.800 31 Mayıs 1922
    6.000 42.120 26 Haziran 1922
    5.000 35.500 5 Temmuz 1922
    400 2.904 17 Temmuz 1922
    5.000 35.900 12 Ağustos 1922
    106.400 675.494

    Görüldüğü gibi gönderilen para 106 bin İngiliz lirası veya 675 bin Türk lirasıdır. 300 bin veya 1 milyon Türk lirası değildir.

    Dökümdeki tarihler üzerine bir açıklama yapalım. İlk gelen paranın 26 Aralık 1921'de geldiği görülüyor. Ancak anılan kaynağın metin açıklamasında ilk paranın 6 bin İngiliz lirası olarak 30 Ocak 1920 günü, ikinci paranın 16 Kasım 1921 günü 20 bin İngiliz lirası olarak gönderildiği belirtiliyor. Dolayısıyla ilk sırada görülen 26 bin İngiliz lirası bu iki göndermenin toplamıdır ve 26 Aralık 1921'de Ankara'daki Osmanlı Bankası şubesine ulaşmıştır. Çünkü para akışı yurt dışından İstanbul'daki Osmanlı Bankası'na oradan da Ankara şubesine olmuştur. Osmanlı Bankası da Fransızların kontrolündedir. Anlaşılan, Fransızlarla, sıcak savaş devam ettiği için Fransızlar ilk iki parayı bir süre İstanbul'da tutmuşlar, Ankara Hükümeti ile 20 Ekim 1921'de Ankara Antlaşmasını imzaladıktan sonra, göndermeye başlamışlar. Hatta 16 Kasım 1921'de, İstanbul Osmanlı Bankası, Ankara'ya, gelmesi muhtemel diğer paralara aracı olacağını bildirir. Para gönderilmesi devam ettiği sürece, bunların İstanbul'da saklanmasını mı yoksa gönderilmesini mi sorar (46).

    Atatürk'ün Bu Paraya Bakışı

    Bu yardım parası Maliye Bakanlığı kayıtlarına ve Hazineye girmemiş, Mustafa Kemal'in emrinde tutulmuş ve Osmanlı Bankası'nda muhafaza edilmiştir.

    Atatürk bu paraya çok temkinli davranmış, kullanmada isteksizlik göstermiştir. Büyük Taarruz'a hazırlık döneminde, 200 bin kişiye ulaştırılan ordu ihtiyaçlarının giderilmesi için 15 milyon Türk lirasına (47) ihtiyaç duyulur. Ankara hazinesi boştur. Büyük para sıkıntısı çekilir. Askerin zorunlu ihtiyaçları karşılanamaz. Hatta 14 aydır maaş bile verilemeyen subaylar vardır. Maliye Bakanı sıkıntıyı bir ölçüde giderebilmek için, Osmanlı Bankası Ankara şubesinden tehditle, 1,5 milyon lira almak zorunda kalır (48).

    Bu zor duruma rağmen, Atatürk, en son noktaya kadar yardım parasını kullandırmaz. Bunun da sebebi vardır. Atatürk, bu paranın sonradan başa kakılacağını değerlendirir. Çünkü parayı gönderen örgütün ismi "Hindistan Hilafet Komitesi"; Hindistan'da paranın toplandığı iki fondan birinin ismi de "Hilafet Fonu"dur. İleride hilafetin kaldırılması söz konusu olduğunda; ki Atatürk'ün Milli Mücadele başında buna kararlı olduğu bilinir; çatlak sesler çıkabilir. Biz yardımı halifeyi kurtarın diye göndermiştik, denebilir. İşte bu olasılık, Atatürk'ü parayı kullanmada isteksiz yapar.

    Gerçekten değerlendirildiği gibi de olur. Daha hilafet kaldırılmadan bile, saltanatla hilafetin ayrılıp saltanatın kaldırılması (1 Kasım 1922) ve arkasından Cumhuriyet'in ilanı üzerine, yani hilafetin yetkisiz hale getirilmesi üzerine, Hint müslümanları adına bir grup, Türk Hükümetine açık bir mektup ve gazetelere yazı yazar.

    "Hint müslümanları, Türklere yaptıkları manevi yardımın unutulduğuna teessüf ederler... Müslümanlar arasında hilafet makamı her şeyden yüksektir. Hint müslümanlarının Türk milli hareketini desteklemeleri bu sebeptendir. Dini reislerinin merkezi Türkiye'de olduğu içindir ki Türkiye'nin geleceğini desteklediler..."(49).

    Atatürk bu parayı hep toplu tutmuştur. Büyük Taarruz'da zorunluluktan harcanan bir bölümü, zaferden sonra tekrar yerine konmuştur. Bundan da gerektiğinde iade etmenin düşünüldüğü çıkarılabilir.




    Paranın Kullanılması

    Atatürk yardım parasını Hilafetin kaldırılmasından (3 Mart 1924) altı ay sonra, yani dengeler kurulduktan sonra kullanmaya başlamıştır.

    Öncesinde, Büyük Taarruz döneminde, geçici kullanılması olmuştur. Ordunun taarruza hazırlık ihtiyaçları için Maliye Bakanlığı yetersiz kalınca, Milli Savunma Bakanı Kazım Özalp, Mustafa Kemal'in emrinde bulunan bu paradan 600 bin lira ister. Mustafa Kemal kabul eder ve verir(50).

    Atatürk'ün Genel Sekreteri H.R. Soyak, ordu ihtiyaçları için verilen bu paranın 500 bin lira olduğunu belirtir (51).

    Atatürk'ün Büyük Taarruz öncesi günlerde tuttuğu not defteri, Soyak'ı doğruluyor. O da 500 bin lira verdim diyor (52).

    Para konusunda çekilen sıkıntıyı gösterebilmek için, Atatürk'ün sadece bu parayı verişini yazdığı sayfanın bazı satırlarını aktaralım:

    "- Maaş meselesi, emir verdim.
    - Ordunun silah ve techizat, giyim ve kuşamın ikmali için 40-50 milyon lira.
    - Akşehir'de ödenecek para olsaydı, çok şey sipariş edebilecektik. Ve belki 2 hafta gelecekti.
    - Harekata başlayabilmek için 200 bin cepheye, 300 bin Başkumandanlık nakliyatı için verdim.
    - Bir miktar para verebilmek için 420 bin lira istiyorum. Maliye Bakanı çalışıyor.
    - Bir taraftan Fransa'dan bir taraftan Rusya'dan ihtiyaçlarımızı temine çalışıyoruz.
    - Maaş hakkındaki emir, olamıyor.
    - Maliye Bakanı Hasan Bey'le görüşeceğim."

    Ayrıca, orduyla birlikte İzmir'e yürüyen Mustafa Kemal Yunan ordusunun kaçarken yakıp yıktıkları şehir, kasaba, köylerde, aç ve açıkta kalan insanlarımızı, görünce, bunlara yardım edilmesi emrini verir ve Hint parasından para yardımı yapılır. Soyak'ın, bu para yardımı için, "yine bu paradan yapılmıştı" demekle; ordu için verilen 500 bin lirayı mı, yoksa bankada kalanı mı kastettiği pek anlaşılamamaktadır. 500 bin liradan verildiğini kastediyorsa, bunun pek mümkün olamayacağını düşünüyoruz. Çünkü ordunun karşılanamayan zorunlu ihtiyaçları için verildiğine göre, bu para çoktan harcanmış olmalıdır. Ayrıca insanlarımıza ne kadar para yardımı yapıldığı da belirtilmemektedir. S. Selek, bu yardımın 110 bin lira olduğunu vermektedir (53).

    Bu bilgiler bizi kesin olmamakla beraber bir yere götürüyor. Kazım Özalp'ın dediği 600 bin lira, ordu için ve halk için verilen paraların yuvarlak ifadesi olabilir. Yani Büyük Taarruz döneminde Hint parasından 500 bin lira ordu için; 110 bin halk için harcanmış, geriye 65 bin lira kalmıştır.

    Zaferden sonra Bakanlar Kurulu, harcanan 600 bin liranın 380 binini Mustafa Kemal'e iade eder (54). Neden tümünü değil sorusuna şöyle bir yaklaşım getirebiliriz. Hindistan Hilafet Kongresi, yardım kararı alırken, "İzmir'de felakete uğrayanlara"(55) diye de bir karar alır. Halka yapılan yardım doğrudan bu kapsama girdiğinden iadesi düşünülmemiş olabilir. Ayrıca orduya verilen paradan 120 bin lira kesilmiş olmasının da benzer nedene dayandığı değerlendirilmektedir.

    Şimdi Atatürk'ün emrinde yardım parasından 380 bin + 65 bin olmak üzere 445 bin Türk lirası olması gerekmektedir.

    Atatürk'ün bu parayı Türkiye'nin kalkınmasında nasıl değerlendirdiğini görelim.

    120 bin lirasını toprak satın alıp çiftlikler kurmada; imalathane, fabrika yapmada değerlendirir (56).
    250 bin lirasını Türkiye'de ilk milli bankayı kurdurmak için kullanır. 26 Ağustos 1924'te Türkiye İş Bankası'nı, 1 milyon sermayeli olarak kurdurur (57).
    Geri kalan 75 bin liranın ayrıntılı dökümüne şimdilik ulaşamadık ama bildiğimiz, İş Bankası'ndan ve Maden Kömürü T.A.Ş.'ndan hisse senetleri alarak değerlendirdiğidir.
    Hint yardım parasının yuvarlak 450 bin lirası ile yaptığı bu yatırımları neden yaptığını ve nasıl kullandığını, kendi geliri içine hiçbir şekilde katmamış olduğunu, daha önce ayrıntılı açıkladık.
    Hint yardımı Kurtuluş Savaşı'nda ve savaştan sonra da ülkenin bayındırlık işlerinde harcanmıştır. Yardımın amacı da (hilafet dışında) budur. Bu amaç gerçekleşmiştir. Kişisel amaçlı hiçbir harcama yoktur.


    SONUÇ

    Atatürk üzerine para ile ilgili iftira ve uydurmalara yanıt verirken, bu güne kadar bilimsel olarak ele alınmamış, Atatürk'ün para yönünü de incelemiş, ortaya koymuş olduk. Bu çalışma ile Atatürk'ün paraya, mala, mülke, zenginliğe bakışını; gelirini, harcamalarını, birikimini, yardım severliğini, dürüstlüğünün para yönünü de görmüş olduk.

    Gördük ki Atatürk; zengin olma, mal-mülk edinme hırslısı bir insan değil. Böyle bir hırsı olsa idi;

    Milli Mücadele'ye atılmazdı;
    Önerilen rüşvetleri reddetmezdi;
    Gelirinden yakınlarına, düzenli ve önemli miktarda yardım yapmazdı;
    Edindiği mal ve işletmelerin gelirini kendi geliri gibi kabul eder ve kendisi harcar veya kullanırdı;
    Edindiği mal ve işletmeleri, kendi malı gibi kabul eder, milletine bağışlamazdı.
    Hırsı ulusal değil de kişisel olsaydı Türk'ün Ata'sı olamazdı; Türkler ona "Atatürk" ismini vermezlerdi. Hırsı evrensel değil de kişisel olsaydı Doğu'nun Ata'sı olamazdı; Doğulular, özellikle sömürülen milletler O'na "Ataşark" ismini vermezlerdi.
    Atatürk, devletin parasını keyfi şekilde, kendi zevkine harcayan bir Cumhurbaşkanı olsaydı;

    Önce Çankaya Köşkü'nün tüm masraflarını, hiç zorunlu olmadığı halde, kendi maaşından karşılamazdı;
    Yasal hakkı olmasına rağmen, gezilerinde yolluk-yevmiye almamazlık etmezdi.;
    Milli Mücadele'deki hizmetinden dolayı, armağan olarak kendisine verilmek istenen 1 milyon lirayı şiddetle reddetmezdi;
    Şerefe atılacak bir top mermisinin bile hesabını yapıp, atılmamasını istemezdi;
    Ölüm döşeğinde bile, serin bir yere çok ihtiyaç duymasına rağmen, sadece ek masraf olacak diye, bu isteğinden vazgeçmez, Alemdağ'da bu amaçla bulunan köşkü tamir ettirirdi;
    Türk Hava Kurumu hesaplarında açık çıkan 40 parayı (1 kuruş) dert etmezdi;
    İzmir Belediyesi'nin Zübeyde Hanım için anıt-mezar yaptırmasını önlemez, mezar masrafını kendisi karşılamak ısrarında olmazdı;
    Devlet parasını keyfi ve zevkine harcayan olsaydı, İstanbul'da kaldığı sürelerde gelirinden fazla gideri olduğu için borçlanmaz, bu borcunu Ankara'da para biriktirerek ödeme durumuna düşmezdi.
    Atatürk Hintlilerin gönderdiği parayı zimmetine geçirmemiştir.
    Herşeyden önce bu paraya soğuk yaklaşmış, büyük para sıkıntısına rağmen, bir süre parayı kullandırmamış, bankada toplu olarak tutmuş; Büyük Taarruz'a hazırlık sırasında ısrarlı istekler üzerine 675 bin liranın 500 bin lirasını orduya, 110 bin lirasını da Yunanlıların yakıp yıktığı yerlerdeki insanlarımıza yardım olarak vermiştir. Zimmetine geçiren bunu yapar mı? Kaldı ki bu para doğrudan Mustafa Kemal'in adına gönderilen bir paradır.
    Zafer'den sonra TBMM, harcanan paranın 380 bin lirasını Atatürk'e iade eder. Atatürk, yine parayı bankada toplu olarak tutar, kullanmada isteksiz davranır, hatta kullanmamasından ve toplu tutmasından iade etmeyi bile düşündüğü çıkarılabilir. Çünkü bu para başa kakılmıştır, "Biz size Hilafeti kurtarın diye yardım yapmıştık" denmiştir. İşte bu nedenle, uzun süre, çok ihtiyaç duyulmasına rağmen bu paraya dokundurmaz. Hilafetin kaldırılmasından, içte ve dışta suların durulmasından sonra kullanmaya başlar. Elde kalan yaklaşık 450 bin lira ile, Türkiye'nin kalkınmasını destekleyici yatırımlar yapar. 250 bin lirasını Türkiye'de ilk milli bankayı kurdurmak için kullanır. 120 bin lirasını toprak satın alıp çiftlikler kurmada; imalathane, fabrika yapmada değerlendirir. Geri kalan 75 bin lira ile hisse senetleri alır.
    Yaptığı yatırımlarla; müteşebbisi, sanayicisi, modern tarımcısı olmayan Türkiye'de; Türklerin de müteşebbis, sanayici olabileceğini göstermiştir, örnek olmuştur. Türkiye'ye bu konuda da büyük hizmet etmiştir.

    İşletmeleri, bizzat kendisinin kurması ve geliştirmesine rağmen, bunları hiçbir zaman kendi özel malı olarak görmemiş, gelirlerini kendi geliri içine katmamış ve tam verimli hale getirdikten sonra da milletine armağan etmiştir. Bunların, mirasçılarına geçmesini önlemek için, özel yasa dahi çıkartmıştır.

    Bu uygulamanın neresinde zimmete geçirme var?

    Zimmete geçirme olabilmesi için, işletme gelirlerinin özel gelir içine dahil edilmesi, işletme varlıklarının mirasçılara bırakılması gerekirdi. Oysa Atatürk'ün yaptığı bunların tam tersidir. İşletme ürünlerini dahi parasını ödeyerek satın almıştır.

    Hint parasını kendisine değil, milletinin çıkarına kullanmıştır. Bu uygulamasında da kendisine şükran borçluyuz.
    (NOT:ALINTIDIR..)




  • çünkü... bu topraklarda her ne kadar Türkiye'den önce osmanlı devleti kurulmuş olsa da.. bizim artık Osmanlı ile bir ilgimiz yok.
    geçmişe dönüp dönüp bakmanın hiç bir anlamı da yok.
    yakın tarih varken neden uzaklara bakalım ki...
    Türkiye zaten zoru başarmış bir ülke. eğer alınacak dersler varsa ya da övülecek olaylar,kişiler bunları Osmanlı'da aramaya gerek yok.
  • Gene siyaset konuları tartışılmaya başlanmış malum çevrelerce...
    Eski kulüpten bilenler bilir,bu tür adamların amacı birşeyler vermek değil,sadece karışıklık oluşturmaktır...Sebebsiz yere sebebsiz konular açılır.Sonrasında bir iki kişi onlara destek verir.Ardından bir iki kişide onlara karşı bir yazı yazar.Böylece kavgalar çıkartırlar...Bu oyunlara gelmeyin arkadaşlar....
    Bunlar daha önce yaşandı...
    Arkadaşlar burası siyasetin tartışıldığı ve yazıldığı yer değil,sadece tarihi,edebi,ve kültürel olgularımızın bir bütünlük içinde tek çatı altında toplandığı bir kulüptür...
    .

    Siyaset yapmak isteyenler buraya değil TBMM ye gitsin



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Oriental -- 7 Temmuz 2008; 10:47:02 >
  • Arkadaşlar sakin...
  • AVRUPA'DA BİR PAPA ÖNCE TESTİS KONTROLÜNDEN GEÇER!!!

    Arkadaşlar bugünde tarihin bilinmeyen sisli koridorlarında hep beraber yürümeye devam ediyoruz.
    Tarihin beynimizin sulak alanlarında bile susuzluktan kuruyan bir parçasını daha yeşertmeye devam ediyoruz...
    Bir çoğumuz biliyorum çok şaşıracak ama Papalık ile ilgili ilginç bir durumu sizlerle paylaşayım istedim.
    Papa'ların papa olmadan evvel vatikandaki yüksek bir konseyce erkek olduğuna dair testislerinin kontrol edilmesi zarureti vardı.
    Papa, seçilir seçilmez delikli koltukta testis kontrolünden geçecek
    ''Papalık seçimlerinde...sessiz sadasız uygulanan ve sözü hiç edilmeyecen bir ayrıntı var: Kardinallerin en yaşlısının, yeni seçilecek olan Papa'nın -ayıptır söylemesi- testislerini muayene ettikten sonra Latince ‘Duo testis bene benedata!' yani ‘İki adet testisi var, uygundur!' diye müjde verip yeni ruhani liderin ‘erkekliğini' dünyaya ilán edecek olması...Bu biraz fazla garip görünen muayenenin sebebi, yaşını başını almış kardinallerin Papa'nın bir tarafını merak etmeleri değil, Papalık tahtına oturan kişinin ‘erkekliğinden' emin olmaya mecbur bulunmaları. Bu mecburiyet, tááá 11 asır öncesinden kaynaklanıyor. Muayenenin gerisinde, 853 yılında Joan adında bir kadını erkek zannederek ‘Sekizinci John' unvanıyla Papa yapan ve kadın Papa'nın áyinin ortasında doğuruvermesiyle allak bullak olan Vatikan'ın aynı hataya bir daha düşmeme ve Papa'nın cinsiyeti konusunda kendisini garantiye arzusu var.

    İşte, kadın Papa Joan'ın macerası:

    Joan, Almanya'da yaşayan bir İngiliz misyoner ailenin kızıydı. Yakınları, onun ‘Gilberta' yahut ‘Jutta' diye de çağırıyorlardı. 12 yaşına geldiğinde erkek elbiseleri giyiyor ve erkek çocuk gibi davranıyordu. Atina'da din ve felsefe öğrendikten sonra Roma'ya gitmiş, ne yaptıysa yapmış, 853'te ölen Dördüncü Leo'dan sonra kendisini Papa seçtirmeyi başarmış, ‘Sekizinci John' adını almış ve iki sene beş ay dört gün boyunca Papalık tahtında oturmuştu.

    SOKAKTA DOĞURDU

    Kadın Papa'nın, gelişi gibi gidişi de garip oldu. Hizmetkárlarından biriyle, bir iddiaya göre de Roma'ya hákim olan imparatorun oğluyla ilişkisi vardı ve hamile kalmıştı. Hamileliğini dokuz ay boyunca gizlemeyi başardı ama doğum zamanı yaklaşıyordu ve 855 yılında Aziz Petrus Kilisesi'nin dışında kortej halinde yapılan bir áyin sırasında, sokakta doğuruverdi! Kardinaller hem Joan'ı hem de yeni doğmuş çocuğunu hemen oracıkta taşlayıp öldürdüler.

    Joan'ın ismi daha sonra papalar listesinden de silindi. Ama, ondan 17 sene sonra tahta geçen ve ‘John' adını almak isteyen bir başka Papa, ‘Dokuzuncu John' olduğu takdirde sekizincisinin adı listelerden çıkartıldığı ve dolayısıyla da ‘John'ların sıralamasında eksiklik görüleceği için Vatikan'ın yüzkarası sayılan kadın papanın adının başındaki sayıyı almak zorunda kaldı, ‘Sekizinci John' oldu ve böylelikle sıralamanın da namusu kurtarıldı!

    Vatikan, Joan'ın unutulması için elinden geleni yaptı fakat bazı kilise mensuplarının hadiseyi tarihlere kaydetmelerine bir türlü máni olamadı. Joan'ın macerasını, önce 11. asırda yaşayan Martinus Scotus adında bir rahip yazdı. Martinus'u 12. asır kilise tarihçisi Gemiorslu Siegebert takip etti, ondan bir yüzyıl sonra yaşamış olan tarihçi Martinus Polonus da ‘Cronikon Pontificum en Imperatum' yani ‘Papaların ve İmparatorların Tarihi' isimli eserinde hadisenin bütün ayrıntılarını anlattı.

    İKİ ADET TESTİSİ VAR!

    Yeni seçilen Papa'ya testis muayenesi yapılmasına, Vatikan'da yaşanan işte bu Joan macerasından sonra başlandı. Papa, eski dönemlerde seçimden hemen sonra altında yuvarlak bir delik bulunan bir tahtırevana oturtulur, omuzlar üzerine alınan tahtırevanla Roma caddelerinde dolaştırılırken kardinallerden biri elini delikten yukarıya uzatır ve Papa'nın bir tarafını kontrol ederdi. 16. asırdan sonra yeni seçilen Papa'nın kortejle caddelerde dolaştırılmasından vazgeçilince de, bu málum kontrol işi kilisede yapılır oldu.

    Vatikan, asırlar öncesinin kroniklerinde açıkça anlatılmasına rağmen ‘Sekizinci John' adında iki ayrı Papa'nın varlığını ve birincisinin kadın olduğunu kabul etmiyor ve Joan hakkında söylenenleri yalanlıyor. Kadın Papa Joan resmen mevcut olmamasına rağmen ondan kaynaklanan testis muayenesi ise hálá uygulanmakta ve Kardinaller Konseyi'nin en yaşlı mensubu, meslekdaşlarına birkaç hafta sonra yine ‘Duo testis bene benedata!' yani ‘İki adet testisi var, uygundur!' diye bağıracak...

    Kendini erkek diye yutturan kadın Papa'yı taşlamışlardı

    KADIN Papa Joan, kortejle beraber Aziz Petrus Kilisesi'nden çıkıp caddelerde ilerlediği sırada doğuruvermiş ve bu doğum tarihçilerin yazdıklarına bakılırsa son derece zor, acılar ve çığlıklar içerisinde olmuştu.

    Kardinaller ve kortejde bulunan papazlar, Joan ile yeni doğmuş çocuğu hemen oracıkta taşlayıp öldürdüler, öldüğü yere gömdükten sonra üzerine mermerden bir plaket koyup plaketin hemen yanıbaşına da bir anne ile çocuğunu gösteren bir de heykel diktiler. Asırlar boyunca duran plaket ve heykel, Joan'dan geriye bir iz kalmaması için 16. yüzyılın sonlarında yaşayan Papa Beşinci Pius'un emriyle kırdırıldı, bu arada Papalık Arşivi'ndeki kayıtlar da imha edildi ve Joan'ın adı sadece macerasından bahseden tarih kitaplarında kaldı.


     ••••TÜRK  ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ ••••



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Oriental -- 7 Temmuz 2008; 10:58:11 >




  • quote:

    Orjinalden alıntı: bi.nedeni.var

    çünkü... bu topraklarda her ne kadar Türkiye'den önce osmanlı devleti kurulmuş olsa da.. bizim artık Osmanlı ile bir ilgimiz yok.
    geçmişe dönüp dönüp bakmanın hiç bir anlamı da yok.
    yakın tarih varken neden uzaklara bakalım ki...
    Türkiye zaten zoru başarmış bir ülke. eğer alınacak dersler varsa ya da övülecek olaylar,kişiler bunları Osmanlı'da aramaya gerek yok.


    GEÇMİŞİNİ BİLMEYEN BİR MİLLET GELECEĞİNE YÖN VEREMEZ

    M.KEMAL ATATÜRK
  • Akdeniz’i Amerika’ya dar ettiğimiz günler

    Hemen her Amerikalı, Birleşik Devletler’in
    1800’lerin başlarında “Berberi korsanları”yla
    savaşa girdiğini ve bu savaşın Deniz
    Kuvvetleri marşında yad edildiğini bilir.

    Robert J. Allison

    “Memâlik-i Müctemi’a-i Amerika Devleti”.

    Amerika Birleşik Devletleri’nin resmi ismi, Başbakanlık Arşivi’ndeki 1830 tarihli bir belgeye bu ilginç terkiple yansımış.[1] Ve biliyoruz ki, 1830 yılı, Osmanlı-Amerika Birleşik Devletleri ilişkilerinde bir dönüm noktası olmuş, ısrarlı ricaları üzerine ABD, Osmanlı Devleti tarafından “en ziyade müsaadeye mazhar” devletler listesine dahil edilmişti. Bundan sonrasını biliyorsunuz büyük ölçüde.

    Ancak bu yazıda sizi biraz daha eskilere götüreceğim; ABD ile Osmanlı Devleti’nin koruyucu şemsiyesi altındaki Cezayir ve Trablus beylikleri arasındaki ilk “terör” savaşının ilginç hikâyesine. Bu savaşta saldıran taraf Amerika’ydı ama kolay lokma zannettiği “Barbar korsanları”ndan bakın nasıl bir “Osmanlı tokadı” yedi. Görelim.

    Amerika’nın korsanlarla imtihanı

    Malum, Amerika bir İngiliz sömürgesiydi. Bağımsızlığa giden yol, 5 Mart 1770’de İngiliz askerlerinin Boston halkına karşı gerçekleştirdikleri kanlı katliamla yayılma istidadı gösterdi ve 1775 yılında bağımsızlık savaşı patlak verdi; 1783’de imzalanan barış antlaşması ise bağımsızlığın tescili oldu. Tabiatıyla Osmanlı-ABD ilişkileri de ancak bu tarihten itibaren başlamış oluyordu.

    O devirde “korsanlar”, denizlerin görünmez hâkimleriydi. Özellikle de otoritenin zayıfladığı dönemler, denizleri korsanların cirit attığı kanunsuz arenalar haline getiriyordu. Onların çöplüklerinde izinleri olmadan gemi yüzdürmek, kelimenin gerçek anlamıyla “kaşınmak” anlamına geliyordu.

    Tarih büyük ölçüde Batı-merkezli yazıldığı için korsanlık denildiği zaman yalnız Berberi korsanlarının adları anılır ve ne İspanyol, ne İtalyan, de İngiliz korsanlarından söz edilir. Ancak korsanlık, savaşın tabii bir uzantısıydı o devirlerde; ve Amerikan bağımsızlık savaşında Amerikalı korsanların İngiliz gemilerine verdiği zayiat, öyle unutulur cinsten değildi. Demek ki, korsanlığı o dönemin bir deniz realitesi olarak düşünmekte fayda var. Nitekim tarihçi Fernand Braudel, aşağıdaki sözleriyle korsanlığın bizim bilmezden geldiğimiz bu “yasal” boyutuna güçlü bir ışık tutmaktadır:[2]

    Korsanlık, ya biçimsel bir savaş ilânıyla veya mühürlü mektuplarla, pasaport, görev veya talimatlarla böyle kılınan meşru [bir] savaştır. Bu farkına varışlar bize ne kadar garip görünürse görünsün, korsanlığın “yasaları, kuralları, canlı adet ve gelenekleri” vardır.

    İşte bu “yasal” korsanlığı işine geldiği zaman tecviz eden aynı Amerika, tüccarları için yağlı limanlar bulabilmek niyetiyle ufak ufak Akdeniz’e doğru atmaktadır pençesini. Ancak güngörmüş Berberi korsanları, avuçlarının içi gibi bildikleri bu iç denizde yeni misafirlerine görkemli bir ‘hoş geldin’ partisi vermekte gecikmeyeceklerdir.

    Nitekim Akdeniz’in acemisi olan Amerikan gemileri, çok geçmeden korsanlarımızın çelik pençelerine düşüverir. Mesela Müslüman korsanlar, 1783’de, “semiz ördek” diye dalga geçtikleri Amerikan gemilerinden yıllık 80 bin dolar haraç istemişler ve söke söke de almışlardı. 1787 yılında 100 kadar Amerikalı denizci, korsanların eline esir düşmüş ve ABD, onları kurtarmak için 40 bin dolar fidye, 25 bin dolar da haraç ödemek zorunda kalmıştı. 1794’e gelince, durum daha da vahimleşmiş ve korsanlar tam 11 Amerikan gemisini ele geçirmişler, 119 kişilik mürettebatını da esir almışlardı.

    Hatta bu çekirdekten yetişme korsanlar Akdeniz’le de yetinmiyor, Atlas Okyanusu’na seferler düzenliyor, İrlanda’nın batı sahillerine kadar dehşet saçabiliyorlardı. Velhasıl, Akdeniz’in giriş ve çıkışı onlardan soruluyordu.

    O sırada bağımsızlık savaşının barut ve kan kokuları henüz dimağlarından silinmemiş olan Amerikan başkanları, başlarının bu “ırak” diyarda daha fazla derde girmesini istemiyor, korsanların neredeyse bütün isteklerine kuzu kuzu boyun eğiyorlardı. Nitekim Amerikan Kongresi 1795’de, tarihinin en ağır haracını onaylamış, nakit olarak yıllık 642.500 dolar, gerekli mühimmat ve 36 topa sahip bir adet de fırkateyni korsanlara teslim etmeye razı olmuştu. İlaveten yine her yıl, 21.600 dolar değerinde deniz araç gereci de korsanların nasırlı ellerine teslim edilecekti. Buna karşılık Akdeniz, Amerikan gemilerinin huzur içinde seyr ü seferine açılacaktı.

    Vaktiyle Amerika’yı haraca kesmiştik!

    Tam duyamadım, “Pes birader! Bu neredeyse bir hazine!” mi dediniz? Acele etmeyin, zira dahası var.

    Amerikan gemilerinde seyahat edenler şu veya bu nedenle esir düşerlerse onlara da bir fiyat biçilmişti bu anlaşmada. ABD Cezayir’e gidecek yolcular için kişi başına 4.000 dolar, kabin görevlileri için de 1.400 dolar para ödeyecekti Cezayir’e. Gerçi Amerikan makamları istenen ücretleri fahiş bularak pazarlık edip indirim yaptırmışlardı ama sonunda kaderlerine razı olmuşlardı. Anlaşma metni yalnız Türkçe yazılmış (ki, ABD’nin bir yabancı ülke ile, yalnızca o ülkenin dilinde yaptığı biricik antlaşma olarak tarihe geçmiştir), Cezayir’de imzalanmış ve 1796 Mart’ında Amerikan Senatosu tarafından da onaylanmıştır. Bu arada belirtelim ki, kaynaklar, anlaşma sonucunda serbest bırakılan rehinelerin anlattığı acıklı esaret hikâyelerinden Amerikan halkının 11 Eylül’ü aratmayacak psikolojik travmalar yaşadığını da nakletmeden geçmiyor.

    Ne var ki, 1800 yılında cereyan bir olay, Amerika ile Osmanlı himayesindeki Berberiler arasındaki iplerin kopmasına yol açacaktır. Kaptan William Bainbridge, Cezayir’e Amerika’nın yıllık haracını ödemek için gelmiştir. Limana Amerikan bayrağı çekili gemisiyle giremeyeceği uygun bir lisanla ihtar edilir kendisine; sonuçta

    ABD bayrak indirtilir, yerine Osmanlı bayrağı çektirilir.

    Haracın, doğrudan doğruya Sultan’a ödenmesi gerekir. Bu yüzden Kaptan Bainbridge kendisine eşlik eden Cezayir gemileriyle birlikte İstanbul’a götürülüp devrin padişahı III. Selim’in huzuruna çıkartılır. Böylece iilk resmi Amerikan yetkilisi İstanbul’a böylece adımını atmış olur.

    Osmanlı düzeninin bu sıkı kurallarına istemeye istemeye boyun eğmiş olan Kaptan Bainbridge memleketine dönüşünde bir daha Cezayir’e adım atmamaya tövbe etmiştir. Bu olayın ardından bir tehdit değerlendirmesi yapan Amerika Birleşik Devletleri’nin o zamanki “şer üçgeni” de belli olmuştur: Cezayir, Trablus ve Derne (son ikisi bugün Libya sınırları içindedir).[3]

    Öte yandan Amerika’nın Cezayir’e verdiği tavizler, Trablus Paşası Karamanlı Yusuf’un gözünden kaçmayacaktır. O da yükseltir haraç taleplerini. Çünkü kendisiyle anlaşma yapılamamıştır. O sırada Başkan George Washington ölmüştür, yeni Başkan Adams’a bir devlet başkanı öldüğünde yerine geçen başkanın ödemesi gereken özel haraç hatırlatılır. Ne kadar mı? Yusuf Paşa, Washington’un ölümüne kendince bir de değer biçmiştir: 10 bin dolar.

    Zamanla istenen haraçlar altından kalkılacak haddi geçer. Bu “Türkler” de çok olmaktadırlar. Düşünün ki, 1800 yılında yıllık haraç miktarı tam toplam 2 milyon dolara ulaşmıştır ve bu miktar, ABD’nin sadece 10 milyon dolar olan yıllık gelirinin beşte birine denktir.

    Tam işler yolunda giderken “şahin” cephesinden Thomas Jefferson yeni başkan olarak Beyaz Saray’ın ev sahibi olur ve onun döneminde işler daha da çetrefilleşir: Şahinlerin baskısıyla Amerika, meseleyi kökünden halletmek üzere Osmanlı limanlarına çıkarma yapmaya kadar götürecektir işi. Bunu kolayca başarıp başaramadığı ise upuzun bir hikâyedir.

    Bir “metal fırtına”nın ayak sesleri duyulmakta, tarihin mermer tenine gömülmüş bir gölge daha doğrulmaktadır.

    O zamanlar Osmanlı’nın Garp Ocakları’nı oluşturan Cezayir, Tunus ve Libya’ya mensup leventlerin ABD filosuyla 5 yıl boyunca başlarımızı öne eğdirmeden nasıl dişe diş cenk ettiklerini görmek için gelecek haftayı beklemeniz gerekecek...

    [1] Başbakanlık Arşivi, Düvel-i Ecnebiye, Amerika Nişan Defteri 1/1, s. 7’den nakleden: Nurdan Şafak, Osmanlı-Amerika İlişkileri, İstanbul 2003, OSAV Yayınları, s. 41.
    [2] Fernand Braudel, II. Felipe Döneminde Akdeniz ve Akdeniz Dünyası, cilt 2, Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay, 2. baskı, İmge Kitabevi, Ankara 1994, s. 251.
    [3] Bu çatışmaların büyük ölçüde Amerika açısından değerlendirildiği iki çalışma için bkz. Robert J. Allison, The Crescent Obscured: The United States and the Muslim World, 1776-1815, Oxford University Press: New York ve Oxford, 1995; David Smethurst, Tripoli: The United States’ First War on Terror, New York 2006, Ballantine Books.




  • oriental hocam üye listesini bi ara güncellesek
  • quote:

    Orjinalden alıntı: karahisar

    oriental hocam üye listesini bi ara güncellesek

    Kıymetli kardeşim karahisar,
    O işler konu sahibine dolayısıyla Fetih'e aittir...



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Oriental -- 7 Temmuz 2008; 12:53:24 >
  • pardon hocam daha önceki klüpten dolayı konuyu sizin açtığınızı düşünmüştüm
  • Sayın Oriental,

    "AVRUPA'DA BİR PAPA ÖNCE TESTİS KONTROLÜNDEN GEÇER" adlı konunuzun osmanlı tarıhıyle hıcbır ılgı alakası olmadıgını sanırım bılıyorsunuzdur.
  • quote:

    Orjinalden alıntı: karahisar

    pardon hocam daha önceki klüpten dolayı konuyu sizin açtığınızı düşünmüştüm

    Rica ederim kardeşim...Üzülmeyiniz...Sorun değil...
  • quote:

    Orjinalden alıntı: Kuva-i milliye

    Sayın Oriental,

    "AVRUPA'DA BİR PAPA ÖNCE TESTİS KONTROLÜNDEN GEÇER" adlı konunuzun osmanlı tarıhıyle hıcbır ılgı alakası olmadıgını sanırım bılıyorsunuzdur.


    Değerli hocam Kuva-i milliye;
    Haklısınız...Bende bir ara tereddüt ettim böyle bir yazıyı yayımlayıp yayımlamama konusunda...
    Ama bazı Avrupalı hayranlarına,Osmanlı şöyleydi böyleydi diye karalama yapanlara kapak olsun diye,Osmanlı Medeniyetinin doruk noktasında ve zirvesindeyken Avrupanın ne gibi rezaletlerle ne gibi sknadallarla ve en büyük dini otoriteleri bile Papanın ne gibi garabetlerle seçildiğini gözler önüne sermek istedim...
    Benim bu kulüp de iki misyonum var...:
    Birincisi;İnsanları hep bize anlatılan ve ben dahil sadece uykumu getiren yıllarca hem okul sıralarında hemde diğer ders kitaplarında anlatılan bu ÖCÜ VE SIKICI TARİH yerine,üzerinde pek durulmamış,tozlu raflarda günışığına çıkmayı bekleyen olayları anlatarak hem bir yandan tarihi sevdirmeye hemde farklı bir tarih bakışı getirerek SEVİMLİ TARİH yapmaya çalışıyorum...
    İkinciside;Osmanlı Tarihinin yanısıra başka konularda da konu yazmamın sebebi Osmanlı Tarihini anlayabilmek açısından sadece Osmanlının bilinmesinin ve yazıalmasının yeterli olmayacağı düşüncesindendir...
    Çünkü biz Osmanlı yı yazarken aynı zamanda diğer ülkeleride bilmeliyiz ki iyi bir muhakeme gücü olsun ve böylece Osmanlının ihtişamını mukayeselerle bilmeye çalışalım...
    İşte bu yüzden de çok nadirde olsa Avrupa tarihinede el atmaktayım...
    SEVGİLERİMLE..



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Oriental -- 7 Temmuz 2008; 13:10:56 >




  • Konuyu dağıtmak için çabalayan kişilere lütfen cevap vermeyiniz, sadece şikayet ediniz. Bizler gereğini yaparız.
  • 
Sayfa: önceki 4142434445
Sayfaya Git
Git
sonraki
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.